1 Ocak 2011 Cumartesi
MGK
MGK
SİYASİ MÜDAHALEYE DEVAM EDİYOR
Mihrac Ural
31 Aralık 2010
Milliyetçiliğin her türü veba gibi bir hastalıktır; ortak ülkemizde barış içinde bir arada yaşamaya vurulan hançerdir de.
Bu bataklıkla mücadele hepimizin görevidir.
“Etnisite üzerine kurulu siyaset” yapılmamalıdır diyenler, öncelikle bunu kendileri için ilke edinmelidir. “Kılıç hakkı” adı altında, devlet erkini bin yıldır elinde tutanların dayattığı milliyetçilik sürdükçe, özgürlük arayışı da bir hak olacaktır. Bu hak demokrasinin garantörüdür.
MGK gözü dönmüş tek boyutlu militarist milliyetçilikle ülkemizi sürüklediği bataklık, kirli savaşta ısrarın diğer adıdır. Son toplantısında “ tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet’ anlayışını ve … resmi dilinin Türkçe olduğu” çağdışı dayatması bu ısrarın ifadesidir.
MGK kararlarında ortaya çıkan akıl algısı, “farklı planla” kurulduğu iddiasında olan Cumhuriyet söylemi olamaz.
Buna karşı gelmek, ortak ülkemizin toplumsal barışını isteyen tüm güçlerin sorumluluğudur.
Bu yükümlülüğü başaramazsak ateş düştüğü yeri yakacaktır.
Ateş düştüğü yeri yakıyorsa, olacaklardan kimse kimseyi sorumlu tutamaz.
***
Herkes, yeni yıla iyi dilekle girer.
Milli Güvenlik Kurulu (MGK) farklılıkların mozaik tablosu olan ortak ülkemizde bir oligarşik cuntadır, herkes değil, Dolaysıyla, bu kurumdan yeni yılla ilgili kimse iyi dilek beklemesin. Kara haber onun doğasındadır, mesajı da kara olacaktır.
MGK, Gözü dönmüş militarist milliyetçi kararlarına devam ediyor. Ortak ülkemizin tek boyutlu milliyetçi hükümranlık altında, ölüm denklemleriyle örülü, kimlik bunalımı ve kaos dayatmalarına ara vermiyor.
Tarihleri boyu farklılıkların mekanı olan, farklı etnisitelerin, uygarlıkların, halk ve ulusların yaşam alanı olan Anadolu’da 1000 yıldan buyana “kılıç hakkı” adı altında hükümran olanlar, hükümleri altında yaşayan 75 milyona insana, kara mesajlar vermekte beis görüyorlar.
Seçilmemiş Kurul, konsey gibi oluşumların oligarşik yönetimi altında bulunan ülkemiz, Milli Güvenlik kurulunun siyasal yaşam üzerindeki vesayetiyle yaşamaya mahkum olmuştur.
Militarist milliyetçiliğin tarihi izinde dünden bu güne gelen, ittihatçı, darbeci çevrelerin sığ akıllarınca ortaya atılan tezler, MGK bildirisinde yeni yılımızın karanlık ve zehirli olacağını müjde etmiştir.
29 Aralık 2010 tarihli MGK toplantısının basın açıklaması, bu dehşetin resmi bir belgeyle ilanıdır.
Buyururlar ki,
“Son günlerde dilimiz üzerinde kamuoyunun gündeminde yer alan birtakım tartışmaların, cumhuriyetimizin temel kuruluş felsefesini kökten değiştirecek bir noktaya doğru hızla götürülmeye çalışıldığı endişeyle izlenmektedir” ( MGK 29 Aralık 2010 tarihli toplantısı, basın bildirisi http://www.mgk.gov.tr/Turkce/basinbildiri2010/29aralik2010.html )
Oysa “cumhuriyetimizin temel kuruluş felsefesini” ilk ve sürekli ihlal eden bizatihi kendileridir.
Bu ihlali her düzeyde, en kaba biçimde sürdürmüş olmalarına rağmen, böylesi bir savunu içinde olmaları, militarist milliyetçiliğin manipülasiyonlarla artık bir yere gidemeyeceğini göstermektedir.
CHP lideri Kılıçdaroğlu, 15. kurultayda (18 Aralık 2010) yaptığı konuşmada Lozan Anlaşması ülkemizin uluslar arası tapu senedidir, başımızın üzerinde yeri vardır, onu yüreğimizde taşırız diyerek yaptığı güzelleme, MGK’nın bu son toplantısında yapılan “cumhuriyetimizin temel kuruluş felsefesini” algısıyla ortak bir çizgi oluşturmuştur.
Varsayalım ki, hükümran güçler, tüm siyasal tayflarıyla, “Lozan Anlaşması” ortak paydasında birleşmiş ve bu ortak payda, “yeni bir planla kurgulandığı” iddiasında olan Cumhuriyetin, Osmanlıdan çıkışını ifade ediyor olsun.
Ancak 87 yıllık tarihi boyunca cumhuriyet bu kurucu anlaşmaya sadık kalmamıştır.
Kurucu anlaşma (Lozan), o anın gereklerini yerine getiren, sonrası ise “Hasta Adam”ın iyileşmesine ve toparladığı güç oranında saldırganlaştığı bir sürece yönelmiştir;
Bu yanıyla, Cumhuriyetteki Osmanlı hiç ölmedi, ittihatçılar devleti, statüleriyle bir biçimde elde tutu ve o akıl Osmanlı iç fetihleri algısını olduğu gibi misak-i milli sınırlar içinde de dayatmaya devem etti.
Şeyh Sait, Dersim gibi yüz binlerce Kürt’ün, Alevinin katledildiği operasyonlar dahil, Kürt halkının özgürlük umuduyla ayağa kalktığı 19 girişim de kanlı bir şekilde tasfiye edildi. Hatay’ın ilhakı (1939), Irkçı faşist Varlık vergisi (11 Kasım 1941), 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla azınlıkların tasfiyesine yönelik derin devlet terörü, 1974 Kıbrıs işgali ve bunlara eklenmesi gereken askeri darbeler ve muhtıralar Cumhuriyetin değişmeyen Osmanlı yanını yansıtıyordu. Bu süreç 1984’ten bu yana, özellikle Kürt halkına karşı büyük bir zulüm olarak sürüyor.
Cumhuriyet hiçbir zaman Lozan Anlaşmasına sadık kalmadı.
Lozan Anlaşması, düne kadar hasıraltı edilmişti. Hatırlanmaz bir geçmişti. Ancak, ne zaman ki Kürt halkı, Anadolu halkları adına özgürlük ve demokrasi talebine öncülük ederek yükselişe geçtiyse, “geride ne kaldıysa onu kurtaralım” adı altında süren dar çıkarcılık, bir kez daha Lozan Anlaşmasının hatırlanmasına yol açtı.
Oysa bu ülkenin aklı-selim insanları (burada Baskın Oran hocayı önemle anmak gerek) ve bu satırların yazarı uzun yıllardır “Sevr’i boş verin siz Lozan’ı uygulayın” diye diye dilinde tüy bitmiştir.
Üstelik Lozan Anlaşmasında yer alan altı üstü basit bir maddeye gönderme yapılarak anadil sorunun çözümü için bir basamak önerisi yapılmıştır.
Tekrar hatırlatmak üzere önceki makalelerimde yer aldığı gibi şu alıntıyı okurla paylaşacağım
“Lozan anlaşmasının 39/4-5 maddesi ise açıkça şudur.
“Türkiye vatandaşlarından hiç birinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde, gerek din, basın veya her türlü yayın hususunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt koyamayacaktır.
Resmi dil mevcut olmakla birlikte, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için uygun kolaylıklar gösterilecektir” (Lozan Anlaşması 39. madde son iki paragrafı, 4. ve 5. Fıkra)
Bu medenin lafzı da ruhu da yoruma gerek duyulmayacak kadar açıktır. Bunu ihlal eden bir mantık, Cumhuriyetin Kabe’si diye kutsanan Lozan anlaşmasını da tartışmaya açmış demektir. Böylesi bir tartışma bir kez başlarsa geride tartışılmayan hiçbir şey kalmayacağını hatırlatarak, hak gaspının bumerang gibi sahibine döneceğini hatırlatmakla yetineceğim.” ( Mihrac Ural, ”KCK Davası, Anadiil ve Empati” makale 22 Ekim 2010 http://mirural.blogspot.comk/ )
Şimdi, bu topraklar üzerinde 1000 yıldır kılıç hakkı adı altında hüküm sürenler, uluslararası onay almış ve imzalarının olduğu anlaşmaları bile rafa kaldırırken, bu gün zorda kalmanın geleneksel oyunlarıyla sadık olacaklarının hiçbir güvencesi yoktur.
Bunu anlamak için MGK bu son toplantısında dile gelen ve ülkenin farklılıklar bütünü, mozaik yapısını hiçe sayan barbarlık ifadesi olduğu kadar ırkçı söylemin 21. Yüzyılda dile gelebilecek en kaba anlatımı “‘tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet’ anlayışını ve … resmi dilinin Türkçe olduğu gerçeğini değiştirmeye yönelik hiçbir girişimin kabul edilmeyeceğinin bilinmesi gerektiği” (Ag. Bildiri) tehdidini okumaları yeterli olacaktır.
Bu satırları okuyan okur bir an için kendini farklı bir kültür aidiyetine mensup olarak düşünsün ve bu cümlelerin yaratacağı infilakların tahribatını anlamaya çalışsın; ateş düştüğü yeri yakıyorsa, olacaklardan kimse kimseyi sorumlu tutamaz.
MGK kararlarında ortaya çıkan akıl algısı, hiçbir zaman farklı planla kurulduğu iddiasında olan bir cumhuriyetin söylemi olamaz.
Bu barışı değil, doğal hakların gaspına devam edileceğini ifade eder. Bu özgürlük değil tutsaklığı dayatır. Buna karşı, hak kazanmanın tek çıkış yolunun direnme olduğunu gösterir.
Kirli savaşı halklarımıza bu yollarla da dayatanların, özgürlük ve demokrasi için direnmeyi “terör” olarak suçlamaları bir algı ve akıl kırılmasıdır. Bu kırılmalar bin bir güçlükle dizginlenen iç savaşı kışkırtmaktan başka bir anlama gelmez. Halklar bunu asla istememektedir. Bunu isteyenler devlet erkini ele geçirmiş, dev askeri mekanizmanın kof hayaliyle, savaşı sür git uzaktan kumanda edebileceğini sananlardır.
MGK, toplantılarının basın açıklamaları her zaman bu aklın temsilciliğini yapmıştır. Bunun nedenleri de genetik derinliklerinde yatmaktadır.
MGK, ittihatçı militarist milliyetçiliğin mirasçısıdır. Genetik devamıdır ve bu gün ülkemizde sorun çözümünde karşılaştığımız sorunların kirli kaynağıdır. MGK, sokakların hangi duygusunu istismar ederse etsin yaptığı, ne çağdaş uygarlıktır ne de vatanseverliktir. Bu topraklar üzerinde yerli halklar yaşamaktadır. Tarihte bu toprakları yaşama ilk kez açıp anavatana çeviren halkların üzerinde, “kılıç hakkı” adı altında, sonsuza kadar hüküm sürülemez. Hırsız fenerinin soluk ışıklarıyla, korku ve gerginlikle, tehdit ve dayatmakla, ilerlemek mümkün değildir. MGK, ayakları havada olan bu tarihi geçmiş söylemlerle ortak ülkemizde kıymeti itibarı olmayan hiçbir şeyi halklara dayatamayacağı artık açıktır.
İttihatçı militarist milliyetçilik Osmanlıyı I. Dünya paylaşım savaşının bir maşası haline getirirken, ortaya koydukları vatan severlik ne ise, MGK’nın da tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet, tek dil anlayışı böylesi bir bataklıktır. Öncekiler ülkelerini Sevr’e götürdü, Bunlar ise daha da kötüsünü sürüklüyorlar. Bunu bilmek için kahin olmaya gerek yok.
Bu gidiş engellemek, öncelikle tek boyutlu milliyetçilik karşısında dik duracak egemen ulus aydınları, demokrat devrimci ve ilericilerinin tavır geliştirmesini gerektirir. Bu güçlerin tutumu bu sürecin kaderini belirleyecek en önemli tutumdur. Barış içinde bir arada yaşamanın yolu bu duruşun açıkça ortaya çıkmasına bağlıdır.
Türk halkı, böylesine aklıselim evlatları siyasal sahnenin orta yerinde, fedakarca mücadelelerini destekleyeceği arkalarında duracağı açıktır. Bu duruş son ittihatçıların, milliyetçi dincilerin ülkeyi sürüklemek istedikleri kaosa düşmekten kurtaracak en önemli yollar arasındadır.
Sokakların heyecanına endeksli siyaset üreten MGK, karşı sokakları düşünmeyebilir Ama bunu başta türk halkı olmak üzere, ortak ülkemizin tüm halkları düşünecektir.
Sokakların heyecanına esir olmuş bir siyaset karşıt sokakların duruşlarını da hesaba katmak zorundadır.
MGK gibi gözü dönmüş militarist milliyetçiliğin bu gerçekleri kavramasının güç olacağı ise sürdürülen politikalarla sabit olmuştur.
Bu ülke birimizin değil de hepimizin ise, bu topraklarda özgürce yaşamanın ilk adımı anadiller üzerindeki her türden yasağın kaldırılmasını gerektirir; resmi okullarda eğitimin devlet hizmeti olarak, vergisini veren vatandaşa iadesinin başka bir yolu yoktur. Kimse kimseyi aldatmasın, ne aş ne iş bunun yerini dolduramaz.
İnsanı insan yapan, bildiğini bilen bir tür haline getiren toplumsal bir varlık olmasının diğer adı, kolektif kimliktir. Kolektif kimliğinin tüm değerlerini, yaşamında özgürce solumayan bir kimlik tutsaktır. Başka kolektif kimlikleri tutsak eden bir kimlik ise asla özgür değildir. Bunu Türk halkının aklıselim liderleri, öncelikle kendi halkına anlatmalıdır.
Ortak ülkemizde farklılıkların öncelikle omuzlayıp yükselttiği özgürlük ve demokrasi mücadelesine daha çok destek vermek, bu ülkenin barışçıl geleceğini kurmak kadar önem taşıdığı açıktır. Bizim görevimizde tas tamam budur.
SİYASİ MÜDAHALEYE DEVAM EDİYOR
Mihrac Ural
31 Aralık 2010
Milliyetçiliğin her türü veba gibi bir hastalıktır; ortak ülkemizde barış içinde bir arada yaşamaya vurulan hançerdir de.
Bu bataklıkla mücadele hepimizin görevidir.
“Etnisite üzerine kurulu siyaset” yapılmamalıdır diyenler, öncelikle bunu kendileri için ilke edinmelidir. “Kılıç hakkı” adı altında, devlet erkini bin yıldır elinde tutanların dayattığı milliyetçilik sürdükçe, özgürlük arayışı da bir hak olacaktır. Bu hak demokrasinin garantörüdür.
MGK gözü dönmüş tek boyutlu militarist milliyetçilikle ülkemizi sürüklediği bataklık, kirli savaşta ısrarın diğer adıdır. Son toplantısında “ tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet’ anlayışını ve … resmi dilinin Türkçe olduğu” çağdışı dayatması bu ısrarın ifadesidir.
MGK kararlarında ortaya çıkan akıl algısı, “farklı planla” kurulduğu iddiasında olan Cumhuriyet söylemi olamaz.
Buna karşı gelmek, ortak ülkemizin toplumsal barışını isteyen tüm güçlerin sorumluluğudur.
Bu yükümlülüğü başaramazsak ateş düştüğü yeri yakacaktır.
Ateş düştüğü yeri yakıyorsa, olacaklardan kimse kimseyi sorumlu tutamaz.
***
Herkes, yeni yıla iyi dilekle girer.
Milli Güvenlik Kurulu (MGK) farklılıkların mozaik tablosu olan ortak ülkemizde bir oligarşik cuntadır, herkes değil, Dolaysıyla, bu kurumdan yeni yılla ilgili kimse iyi dilek beklemesin. Kara haber onun doğasındadır, mesajı da kara olacaktır.
MGK, Gözü dönmüş militarist milliyetçi kararlarına devam ediyor. Ortak ülkemizin tek boyutlu milliyetçi hükümranlık altında, ölüm denklemleriyle örülü, kimlik bunalımı ve kaos dayatmalarına ara vermiyor.
Tarihleri boyu farklılıkların mekanı olan, farklı etnisitelerin, uygarlıkların, halk ve ulusların yaşam alanı olan Anadolu’da 1000 yıldan buyana “kılıç hakkı” adı altında hükümran olanlar, hükümleri altında yaşayan 75 milyona insana, kara mesajlar vermekte beis görüyorlar.
Seçilmemiş Kurul, konsey gibi oluşumların oligarşik yönetimi altında bulunan ülkemiz, Milli Güvenlik kurulunun siyasal yaşam üzerindeki vesayetiyle yaşamaya mahkum olmuştur.
Militarist milliyetçiliğin tarihi izinde dünden bu güne gelen, ittihatçı, darbeci çevrelerin sığ akıllarınca ortaya atılan tezler, MGK bildirisinde yeni yılımızın karanlık ve zehirli olacağını müjde etmiştir.
29 Aralık 2010 tarihli MGK toplantısının basın açıklaması, bu dehşetin resmi bir belgeyle ilanıdır.
Buyururlar ki,
“Son günlerde dilimiz üzerinde kamuoyunun gündeminde yer alan birtakım tartışmaların, cumhuriyetimizin temel kuruluş felsefesini kökten değiştirecek bir noktaya doğru hızla götürülmeye çalışıldığı endişeyle izlenmektedir” ( MGK 29 Aralık 2010 tarihli toplantısı, basın bildirisi http://www.mgk.gov.tr/Turkce/basinbildiri2010/29aralik2010.html )
Oysa “cumhuriyetimizin temel kuruluş felsefesini” ilk ve sürekli ihlal eden bizatihi kendileridir.
Bu ihlali her düzeyde, en kaba biçimde sürdürmüş olmalarına rağmen, böylesi bir savunu içinde olmaları, militarist milliyetçiliğin manipülasiyonlarla artık bir yere gidemeyeceğini göstermektedir.
CHP lideri Kılıçdaroğlu, 15. kurultayda (18 Aralık 2010) yaptığı konuşmada Lozan Anlaşması ülkemizin uluslar arası tapu senedidir, başımızın üzerinde yeri vardır, onu yüreğimizde taşırız diyerek yaptığı güzelleme, MGK’nın bu son toplantısında yapılan “cumhuriyetimizin temel kuruluş felsefesini” algısıyla ortak bir çizgi oluşturmuştur.
Varsayalım ki, hükümran güçler, tüm siyasal tayflarıyla, “Lozan Anlaşması” ortak paydasında birleşmiş ve bu ortak payda, “yeni bir planla kurgulandığı” iddiasında olan Cumhuriyetin, Osmanlıdan çıkışını ifade ediyor olsun.
Ancak 87 yıllık tarihi boyunca cumhuriyet bu kurucu anlaşmaya sadık kalmamıştır.
Kurucu anlaşma (Lozan), o anın gereklerini yerine getiren, sonrası ise “Hasta Adam”ın iyileşmesine ve toparladığı güç oranında saldırganlaştığı bir sürece yönelmiştir;
Bu yanıyla, Cumhuriyetteki Osmanlı hiç ölmedi, ittihatçılar devleti, statüleriyle bir biçimde elde tutu ve o akıl Osmanlı iç fetihleri algısını olduğu gibi misak-i milli sınırlar içinde de dayatmaya devem etti.
Şeyh Sait, Dersim gibi yüz binlerce Kürt’ün, Alevinin katledildiği operasyonlar dahil, Kürt halkının özgürlük umuduyla ayağa kalktığı 19 girişim de kanlı bir şekilde tasfiye edildi. Hatay’ın ilhakı (1939), Irkçı faşist Varlık vergisi (11 Kasım 1941), 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla azınlıkların tasfiyesine yönelik derin devlet terörü, 1974 Kıbrıs işgali ve bunlara eklenmesi gereken askeri darbeler ve muhtıralar Cumhuriyetin değişmeyen Osmanlı yanını yansıtıyordu. Bu süreç 1984’ten bu yana, özellikle Kürt halkına karşı büyük bir zulüm olarak sürüyor.
Cumhuriyet hiçbir zaman Lozan Anlaşmasına sadık kalmadı.
Lozan Anlaşması, düne kadar hasıraltı edilmişti. Hatırlanmaz bir geçmişti. Ancak, ne zaman ki Kürt halkı, Anadolu halkları adına özgürlük ve demokrasi talebine öncülük ederek yükselişe geçtiyse, “geride ne kaldıysa onu kurtaralım” adı altında süren dar çıkarcılık, bir kez daha Lozan Anlaşmasının hatırlanmasına yol açtı.
Oysa bu ülkenin aklı-selim insanları (burada Baskın Oran hocayı önemle anmak gerek) ve bu satırların yazarı uzun yıllardır “Sevr’i boş verin siz Lozan’ı uygulayın” diye diye dilinde tüy bitmiştir.
Üstelik Lozan Anlaşmasında yer alan altı üstü basit bir maddeye gönderme yapılarak anadil sorunun çözümü için bir basamak önerisi yapılmıştır.
Tekrar hatırlatmak üzere önceki makalelerimde yer aldığı gibi şu alıntıyı okurla paylaşacağım
“Lozan anlaşmasının 39/4-5 maddesi ise açıkça şudur.
“Türkiye vatandaşlarından hiç birinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde, gerek din, basın veya her türlü yayın hususunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt koyamayacaktır.
Resmi dil mevcut olmakla birlikte, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için uygun kolaylıklar gösterilecektir” (Lozan Anlaşması 39. madde son iki paragrafı, 4. ve 5. Fıkra)
Bu medenin lafzı da ruhu da yoruma gerek duyulmayacak kadar açıktır. Bunu ihlal eden bir mantık, Cumhuriyetin Kabe’si diye kutsanan Lozan anlaşmasını da tartışmaya açmış demektir. Böylesi bir tartışma bir kez başlarsa geride tartışılmayan hiçbir şey kalmayacağını hatırlatarak, hak gaspının bumerang gibi sahibine döneceğini hatırlatmakla yetineceğim.” ( Mihrac Ural, ”KCK Davası, Anadiil ve Empati” makale 22 Ekim 2010 http://mirural.blogspot.comk/ )
Şimdi, bu topraklar üzerinde 1000 yıldır kılıç hakkı adı altında hüküm sürenler, uluslararası onay almış ve imzalarının olduğu anlaşmaları bile rafa kaldırırken, bu gün zorda kalmanın geleneksel oyunlarıyla sadık olacaklarının hiçbir güvencesi yoktur.
Bunu anlamak için MGK bu son toplantısında dile gelen ve ülkenin farklılıklar bütünü, mozaik yapısını hiçe sayan barbarlık ifadesi olduğu kadar ırkçı söylemin 21. Yüzyılda dile gelebilecek en kaba anlatımı “‘tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet’ anlayışını ve … resmi dilinin Türkçe olduğu gerçeğini değiştirmeye yönelik hiçbir girişimin kabul edilmeyeceğinin bilinmesi gerektiği” (Ag. Bildiri) tehdidini okumaları yeterli olacaktır.
Bu satırları okuyan okur bir an için kendini farklı bir kültür aidiyetine mensup olarak düşünsün ve bu cümlelerin yaratacağı infilakların tahribatını anlamaya çalışsın; ateş düştüğü yeri yakıyorsa, olacaklardan kimse kimseyi sorumlu tutamaz.
MGK kararlarında ortaya çıkan akıl algısı, hiçbir zaman farklı planla kurulduğu iddiasında olan bir cumhuriyetin söylemi olamaz.
Bu barışı değil, doğal hakların gaspına devam edileceğini ifade eder. Bu özgürlük değil tutsaklığı dayatır. Buna karşı, hak kazanmanın tek çıkış yolunun direnme olduğunu gösterir.
Kirli savaşı halklarımıza bu yollarla da dayatanların, özgürlük ve demokrasi için direnmeyi “terör” olarak suçlamaları bir algı ve akıl kırılmasıdır. Bu kırılmalar bin bir güçlükle dizginlenen iç savaşı kışkırtmaktan başka bir anlama gelmez. Halklar bunu asla istememektedir. Bunu isteyenler devlet erkini ele geçirmiş, dev askeri mekanizmanın kof hayaliyle, savaşı sür git uzaktan kumanda edebileceğini sananlardır.
MGK, toplantılarının basın açıklamaları her zaman bu aklın temsilciliğini yapmıştır. Bunun nedenleri de genetik derinliklerinde yatmaktadır.
MGK, ittihatçı militarist milliyetçiliğin mirasçısıdır. Genetik devamıdır ve bu gün ülkemizde sorun çözümünde karşılaştığımız sorunların kirli kaynağıdır. MGK, sokakların hangi duygusunu istismar ederse etsin yaptığı, ne çağdaş uygarlıktır ne de vatanseverliktir. Bu topraklar üzerinde yerli halklar yaşamaktadır. Tarihte bu toprakları yaşama ilk kez açıp anavatana çeviren halkların üzerinde, “kılıç hakkı” adı altında, sonsuza kadar hüküm sürülemez. Hırsız fenerinin soluk ışıklarıyla, korku ve gerginlikle, tehdit ve dayatmakla, ilerlemek mümkün değildir. MGK, ayakları havada olan bu tarihi geçmiş söylemlerle ortak ülkemizde kıymeti itibarı olmayan hiçbir şeyi halklara dayatamayacağı artık açıktır.
İttihatçı militarist milliyetçilik Osmanlıyı I. Dünya paylaşım savaşının bir maşası haline getirirken, ortaya koydukları vatan severlik ne ise, MGK’nın da tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet, tek dil anlayışı böylesi bir bataklıktır. Öncekiler ülkelerini Sevr’e götürdü, Bunlar ise daha da kötüsünü sürüklüyorlar. Bunu bilmek için kahin olmaya gerek yok.
Bu gidiş engellemek, öncelikle tek boyutlu milliyetçilik karşısında dik duracak egemen ulus aydınları, demokrat devrimci ve ilericilerinin tavır geliştirmesini gerektirir. Bu güçlerin tutumu bu sürecin kaderini belirleyecek en önemli tutumdur. Barış içinde bir arada yaşamanın yolu bu duruşun açıkça ortaya çıkmasına bağlıdır.
Türk halkı, böylesine aklıselim evlatları siyasal sahnenin orta yerinde, fedakarca mücadelelerini destekleyeceği arkalarında duracağı açıktır. Bu duruş son ittihatçıların, milliyetçi dincilerin ülkeyi sürüklemek istedikleri kaosa düşmekten kurtaracak en önemli yollar arasındadır.
Sokakların heyecanına endeksli siyaset üreten MGK, karşı sokakları düşünmeyebilir Ama bunu başta türk halkı olmak üzere, ortak ülkemizin tüm halkları düşünecektir.
Sokakların heyecanına esir olmuş bir siyaset karşıt sokakların duruşlarını da hesaba katmak zorundadır.
MGK gibi gözü dönmüş militarist milliyetçiliğin bu gerçekleri kavramasının güç olacağı ise sürdürülen politikalarla sabit olmuştur.
Bu ülke birimizin değil de hepimizin ise, bu topraklarda özgürce yaşamanın ilk adımı anadiller üzerindeki her türden yasağın kaldırılmasını gerektirir; resmi okullarda eğitimin devlet hizmeti olarak, vergisini veren vatandaşa iadesinin başka bir yolu yoktur. Kimse kimseyi aldatmasın, ne aş ne iş bunun yerini dolduramaz.
İnsanı insan yapan, bildiğini bilen bir tür haline getiren toplumsal bir varlık olmasının diğer adı, kolektif kimliktir. Kolektif kimliğinin tüm değerlerini, yaşamında özgürce solumayan bir kimlik tutsaktır. Başka kolektif kimlikleri tutsak eden bir kimlik ise asla özgür değildir. Bunu Türk halkının aklıselim liderleri, öncelikle kendi halkına anlatmalıdır.
Ortak ülkemizde farklılıkların öncelikle omuzlayıp yükselttiği özgürlük ve demokrasi mücadelesine daha çok destek vermek, bu ülkenin barışçıl geleceğini kurmak kadar önem taşıdığı açıktır. Bizim görevimizde tas tamam budur.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder