HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

3 Nisan 2008 Perşembe

SİYASAL SİSTEMİN KIRILIŞI!









8 Temmuz 2007






Osmanlıdan, Türkiye Cumhuriyetine uzanan tek boyutlu siyasal süreç, II. Dünya savaşı ardından eğrilmeye başlamış, 12 Eylül 80 darbesi ardından da kırılmıştır.
Türkiye siyasal sisteminin, tek boyutluluğunun resmi olarak sürmesine karşın, fiilen kırılması, bu topraklarda yaşayan tüm farklılıkların, ezilen ulus ve etnik toplulukların, ezilen din ve mezheplerin, kültürel toplulukların ve ayrı varlıkların, Kürtlerin, Arapların, kendi araçlarıyla, kendi vekilleriyle siyasal olarak temsil olma ve tanımlamayla kesinleşmiştir.

Bu kırılma, Resmi olarak tanınmasa da, başladığına kuşku bırakmayacak kadar etkin ve geniş bir bağımsız adaylar topluluğuyla başlayan, farklılıkların tercihleri, ortaya koydukları siyasi irade kararlılığı ve ısrarıyla tartışmasız belirginleşmiştir.

Siyasetin tek boyutlu süreci sona eriyor. Osmanlıdan, Cumhuriyete uzanan, tek partilikten çok partili siyasal ortama gelişen, 27 Mayıs, 12 Martla geleneksel bir çizgide seyreden ülkemizin siyasal süreci, tek boyutlu bir süreç olagelmiştir. Bu süreç 12 Eylül 1980 darbesine kadar, resmi ve fiili olarak sürmüştür. Bu günde resmi olarak egemendir. Ancak son nefesini, kurtulacağı sanısıyla yapılan, 12 Eylül darbesiyle vermiştir, bu darbeyle kırılmıştır. Darbenin ardından gelen sürecin tüm verileri, çok boyutlu, alternatiflerin de doğmaya başladığına önemli birer işaret oluşturmuştur.
Bu kadim sürecin siyasal egemenleri, ister tarihi nedenlerle, ister ulusal nedenlerle at gözlüklü, tek yöne bakmaktan başka bir dirayeti olmayan, siyasal bir sistemin kurumlaşması çabası içinde bulunmuştur. Her biri kendi ihtiyaç ve taleplerine uygun, tarihin verilerine bağlı olarak bu çabasını sürdürmüştür.
Feodal Selçuklu ve Osmanlı saltanatı, fetihçi, talancı yönelimlerinin, teokratik biçimlenişlerinin siyasal sistemini ikame etmiştir. Atatürk’ün deyimiyle, “Bizim milletimiz, fetihlerin arkasından serserilik etmiş, ana yurdunda çalışmamış olması”yla şekillenmiş bir siyasal sistem kuruluşu söz konusudur. (Aktaran, Cemal Kutay, Türkçe İbadet, s;154) Orada toplumsal bir örgütleniş için siyasal bir sistemden çok, saltanat için, her türden baskı ve zor araçlarının kullanımıyla yapılandırılmış bir siyasal sistemden bahsetmek yerinde olur. “Türklerin, Anadolu’da ve hatta Balkanlar’da var olan Bizans ve diğer yapılarla karşılıklı etkileşimi sonucunda biçimlenen ve gelişen bir imparatorluk olarak yorumlamak daha doğru olacaktır” (Şevket Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, Gerçek Yayınevi, birinci baskı,1988.) belirlemesinde yatan göndermenin, Osmanlıda etnik aidiyet konusunun Cumhuriyete kadar sürecek köklerine bir işarettir ki, bunun siyasal sistemde oynadığı önemli rol kadar, bu amaçla kullanılan araçların da anlaşılmasına bir işarettir. Selçuklunun ekonomisinin dayandığı İkta sistemi ve Osmanlının dayandığı Timar sistemi, devlet mülkiyeti üzerinde ya belli bir vergi oranında üretim ya da Sipahilerin belli bir askeri güç oluşturmak üzere devlet mülkiyeti altındaki topraklarda yaptığı üretim sistemi, Bizans feodal sistemindeki özel mülkiyet altındaki üretimden çok daha geri bir sistem olarak yerleştirilmiştir. Balkanların fethinde de, zaman içinde bu geri tarzın yerleştirilmesi ısrarla takip edilmiştir. Siyasal sistem de bu tarzın bir yansıması olarak oldukça merkezi ve zamanına göre oldukça geri bir tek boyutluluk içindeydi. Osmanlı siyasal sisteminin teokratik yapısında, dinin rolü de bu çerçevede daha iyi anlaşılabilir.
Osmanlı’da din olarak İslam, sürgit fetih ve talanla, batıya yönelme istencinin Viyana kapıları önünde kırılmasıyla birlikte, tutunmak zorunda kalınan bir ideolojik araç olarak belirmiştir. Osmanlının siyasal siteminde özün ve biçimin teokratik tek boyutluluğuyla belirlenen süreci, böylesi bir dönemin ürünü olarak doğmuştur. İslam, Osman oğullarının bu güne kadar tartışmalı olan etnik aidiyetlikleri sorunu, o gün içinde bir sorun olmasını, ideolojik bir araç olarak örtmüş ve siyasal sürecinin saltanat erkini koruma adına işlevlerini güçlendirmiştir. Bu süreçte din etkin bir araç olarak, üstüne düşeni yapmakta geri kalmamıştır.
Siyasal sistemin şekillenişinde, tarihi nedenlerin, dünyanın bir feodal süreç içinde olması dolaysıyla oynadığı rol kadar, Osmanlı toplumsal sürecinin göçebelikte ifadesini bulan istikrarsızlıklarında önemli rolü olmuştur. Yüz yıllar süren bir imparatorluğun belli bir başkente sahip olmaması bunun önemli bir belirtisidir (söğütten, Bursa’ya, Edirne’den, İstanbul’a ve devamla, oradan Ankara’ya). Göçebe bir toplumun, üzerine gelip çöktüğü topraklarda uygarlık kurmuş topluluklara, daha ileri bir uygarlık sunamaması da bunun bir sonucuydu. Nitekim, bu topraklarda, bugüne kadar süren üst kimlik birliğinin oluşamaması, bu tarihi toplumsal sürecin bir sonucu olmuştur. Kapalı ekonominin katılığı, özel mülkiyet gelişiminin önünü tıkayan sistemi, batıda kapitalizmin gelişimine ilgisiz, duyarsız bir ilkel feodal imparatorluk olarak takılı kalınmasını getirmiştir. Bu yüzden Osmanlı sürecinde tek boyutluluk öyle derin bir konum almıştır ki, ardılı cumhuriyetin şekillenişinde de derin etkileri olacaktı.
Cumhuriyet, Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle, farklı bir plan üzerinde kurulmak adına yola çıkmıştır. Buna rağmen, tek boyutluluk virüsünden kendini arındıramamıştır. Bu, ister Osmanlıdan arta kalanlar üzerinde yeni bir yapının başka türlü kurulamayacağı nesnel gerçeğinden olsun ister, kuruluş amacında üzerinde yerleşilen toprakların sosyal, kültürel, etnik vd. özgünlüklerinin içselleştirilememesi ya da içselleştirilmek istenmemesi nedeniyle olsun Cumhuriyet tek boyutlu bir siyasal sürecin şemsiyesi altında şekillenmiştir.
Tarihi çok geriden takip eden Türk etnik topluluğunun uluslaşma süreci bu süreçte kendini göstermiştir. Oysa aynı süreçte, batının tüm etnik toplulukları bir biçimde uluslaşma süreçlerini tamamlamış ulusal devletlerini bu temel evrim üzerinde kurmuşlardır. Bununla da kalmayıp gelişmelerinin mantıki sonuçları olan emperyalist evreye ulaşmışlardır. Modern uluslar çağının evrensel etkileri, bir yanıyla emperyalist amaçlar için olsa da, etnik toplulukların uluslaşma süreçlerini tetiklemiştir. Bunun doğu Avrupa’da ortaya çakan etkileri, Asya’da da kendini göstermiş ve dünyanın her alanına yayılmıştır. Bu etkin yayılış, emperyalist sermaye ihracı yanı sıra, kapitalist ilişkilerin yayılışıyla da at başı olmuştur. 20. yüz yıla gelindiğinde, ülkelerinde uluslaşma süreçlerini tamamlamamış olan egemen etnik toplulukların karşısına diğer etnik toplulukların direnci çıkmıştır. Tarihsel olarak gerçekleşmemiş olan bu evrim emperyalist çağda, fırsatı kaçırmış, zamanı geçmiş bir girişim olarak kendini göstermiştir.
Bu yüzden belli bir devlet altında, ortak yaşam süren farklı etnik dokuların 20. yy da birilerinin diğeri tarafından özümsenmesinin, ortak bir üst kimlik şemsiyesi altında birleştirilmesinin nesnel olanağı da kalmamıştır. Ülkemiz açısından durum tastamam bu olmuştur. Yani Türk etnik topluluğu henüz kendi uluslaşma sürecini tamamlamak için yola yeni koyulmuşken, Anadolu’daki diğer etnik dokuları özümseyebilme şansı kalmamıştır. Bu tren Osmanlıdan itibaren kaçırılmıştır. Artık, kapitalizmin emperyalist evresinde, merkantilist bir ekonomik yapı kurularak, içe dönük bir merkezi pazar vasıtasıyla, aynı toprakları paylaşan, farklı etnik dokuları, yeni bir üst kimlik altında asimile etmenin, içselleştirip hazmederek, ortak bir ulus çatısı altında yeniden örgütlemenin olanağı yoktur. Emperyalist dünya egemenliği, artık böylesi kapalı ekonomileri, özellikle Osmanlı gibi yakın sınır ekonomilerini, kapalı devrede bırakıp içsel farklılıklarını giderme yönünde bir fırsat tanıması düşünülemezdi. Fırsat tanımama olayı bir yanıyla ekonominin doğal seyri itibariyledir, diğer yanıyla bu ekonomik gelişime gerekli olana politik yönelimlerin kaçınılmaz sonucudur da. Nitekim I. Dünya Paylaşım savaşı ve sonuçları, II. Dünya Paylaşım savaşı ve sonuçları tüm ağırlığıyla bunu göstermiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, uluslaşma sürecinin tarihsel trenini kaçırmıştır. Anadolu topraklarında yaşayan etnik toplulukları Osmanlıdan bu yana içselleştirip hazmedememiş olan egemen etnik toplumun, bu süreci emperyalizm çağında tamamlama şansı kalmamıştır.
Anadolu’nun tüm etnik toplulukları kendi uluslaşma süreçleri ve özgün üst kimliklerini özgürlük ve demokrasi mücadelesi altında geliştirme durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Ülkemizde süren kimlik bunalımının ve derin siyasal bunalımların kaosa varan boyutu bundandır.
Cumhuriyet kuruluşuyla birlikte, hızla Anadolu’nun Türkleştirilmesi çabasına atıldı. Kendi uluslaşma süreci açısından haklı bir süreç olsa da, bunu ne potansiyel açıdan (bir etnik topluluğun kendi uluslaşma sürecini yaşarken diğer etnik toplulukları özümseyebilecek kültürel, ekonomik, dil gibi birçok önemli unsuru taşıyıp taşımaması açısından), ne de tarihsel veriler açısından yapması mümkün değildi. Nitekim Anadolu’nun yeniden yazılmak istenen tarihinde Hititlerin ve Sümerlerin, Türk olduğu iddiası (Hitit Türkleri, Sümer Türkleri), Güneş dil teorisi (dünya dillerinin menşeinin Türkçe olduğu iddiası) tekrarı olmadığı için, bir komedi olarak anılmaktan başka bir değeri olmamıştır. Her türden baskı ve asimile çabalarına rağmen, Anadolu bir tek üst kimlikle birleştirilememiştir. Kürt, Kürt, Ermeni Ermeni, Rum Rum, Arap ta Arap olarak etnik yapısını koruyarak kalmıştır. Ne Osmanlının zorbalığı ne Cumhuriyetin asimilasyoncu baskıları bu etnik yapıları ortak bir üst kimlikte birleşme yönünde, etnik kimliklerini bir alt kimlik haline getirebilmiştir. Ülkemizde süre giden ve daha da derinleşerek sürecek olan kimlik bunalımının kaynakları da buradadır. Bu J.J. Rousseau’nun “egemenlik, kendini meydana getiren parçaların toplamıdır” (Rousseau’da birey, ülkemizde kendi içinde belli bir kararlılığı olan etnik topluluk olarak ta okunabilir) belirlemesinde, parçaların egemenlikte yok edilen paylarıyla ilgili bir sıkıntı olarak belirmektedir. Cumhuriyet, daha çok, Emanuel Sieyês’in, ortak bir üst kimlikte birleşmemiş dolaysıyla modern uluslaşma sürecini tamamlamamış, ancak üstten bir kuruluşla ulus devlet egemenliği altındaki topraklarda yaşayan farklı etnik topluluklar üzerine dayatılmış “Milli egemenlik” kavramında ifadesini bulabilecek bir girişimdir.
Cumhuriyet bir ulus devlet olarak kurulmuştur. Ancak gerçekte uluslaşma sürecinin bir baskı aracı olarak ortaya çıkmıştır. Türk ulusal devleti olarak tarih sahnesine çıkan Türkiye Cumhuriyeti, egemenlik altındaki topraklarda yaşayan diğer etnik toplulukları, bir biçimde içselleştirip hazmederek modern bir ulus oluşturma girişimi olarak da görülebilir. Ancak bu girişim, sarf edilen tüm çabalara karşın başarılı olamadı. Ayaklanan Kürtlerle kanlı bir kavgaya tutuştu, büyük kıyımlar, tenkil ve tehcirler dayatıldı. Resmi dil ve devletin tüm olanaklarıyla ikame edilmek istenen Türkçenin, etkinliği bu amacı gerçekleştirebilecek güçte değildi. Tersine Türkçe, Anadolu’ya karlı bir topluluk olarak Türklerin geliş dönemlerinden bu yana, yerli etnik dillerin karşısında etken olmaktan çok etkilenen ve yapısıyla birlikte kelime haznesi diğer dillerce zenginleştirilen bir dil olmuştur. Türkçe dili, cumhuriyet Anayasasına, ancak, 24 Şubat 1952’de girebilmişti. Anayasa o tarihte Türkçeleştirilmeye başlanmıştı (o da, öz Türkçeyle değil yine diğer dillerle iç içe olan yaşayan Türkçeyle). Dil bilimcilerinin araştırmaları öz Türkçenin, “yaşayan Türkçe” içinde ancak %10’luk bir değer oluşturduğunda hem fikirdirler (geniş bilgi için Bkz. Sevan Nişanyan, Sözlerin soyağacı).
Buna eklenecek birçok nedenle birlikte Türkiye siyasal sistemi, tek devlet, tek bayrak, tek din, tek kitap, tek millete dayanan tek boyutluluğa kadar uzanan bir siyasal sistem olması kaçınılmazdı. Tamamlanmamış ulusal süreç karşılaştığı her engelde daha da katılaşmış daha da baskıcı, yasakçı ve içe dönük bir gerici karakter alamaya başlamıştır. Cumhuriyetin ilk kuruluş dönemiyle sonraki dönemler arasında ortaya çıkan siyasal gericiliğin derinleşmesinde bu açıdan irdelenmesi gereken birçok veri bulunmaktadır. Tersten başlayan uluslaşma sürecin sıkıntılarıdır bunlar. Bu anlamda Cumhuriyetin tarihi, bir anlamıyla, 20. yüzyılda, feodal bir imparatorluğun yıkıntıları ve kalıntılarıyla kurulan ulusal bir devlete, modern bir ulus yaratma girişiminin, egemenlik altındaki topraklarda, diğer etnik topluluklarla yaşanan, acı ve sıkıntıların tarihidir. Burada cumhuriyet, Makyavel’in İtalya’nın birliği için savunduğu meşhur “amaç her türlü aracı meşru sayar” tezine sık sıkıya bağlıdır. Makyavel’in Prensi de tabi ki, Atatürk’tür. Bu sistemin siyasal ortamında da, tek partili siyasal ortam, biçilmiş bir kaftandı. Modern giyim-kuşamıyla yeni bir Osmanlı görüntüsünden bahsetmek belki biraz haksızlık olacaktır ama durum siyasal açıdan buydu. Bazı yönleriyle (çok etnik yapılı meclisi, farklı grup ve partileriyle) 1908 den 1914’e kadar ki Osmanlı siyasal tablosundan da daha geri bir siyasal oluşum içindeydi demek ise yanlış olmaz. Cumhuriyetin tek boyutlu siyasal sistemini besleyen, kuruluş amaçları, planları ve korkularıdır. Bu süreç resmi olarak hala devam etmektedir.
II. dünya savaşı, I.sinin tamamlamadığı görevleri tamamlama etkisiyle ülkemizde önemli yansımalar buldu. Sanki, 1838 de başlaması gereken süreçleri (o zaman da imkansızdı), 1908’de de başlayabilecek süreçleri, 1940’lı yılların ikinci yarısından itibaren başlatabilme durumunda olmuştur. (18 Temmuz 1945, milyoner Nuri Demirağ’ın kurduğu Milli kalkınma partisi (MKP) ve 7 Ocak 1946, Celal Bayar ve Adnan Menderes’in kurduğu Demokrat Parti (DP) ile birlikte başlayan süreç). Bu çok partili sisteme, siyasal sistemin özüne ilişkin bir çoğulculuk değildi. Cumhuriyetin kanla barutla, ilhakla, tenkil ve tehcirle nispi dingin bir ortam yarattığı, II. Dünya savaşı sonrası dünya güçler dengesinin dayatmalarıyla itelenen siyasal konjonktürler, Ülkemizde bekletilmesi mümkün olmayan çok partili sürecin yolunu tek boyutlu siyasal sisteme eklektik olarak yerleştirmiştir. Bu makalenin konusu olan siyasal sistem itibariyle, ardı ardına, her on yılda bir ortaya çıkan askeri darbeler, aynı periyotla devam eden “balans ayarları” 28 Martlar, Net muhtıraları 27 Nisanlar, çok partililiğin çoğulculuğu, sonuçları itibariyle tek boyutlu sistemin biçimlerinden biri olmaktan başka bir anlam taşımadığını göstermektedir.
Bu gün itibariyle, en iddialı sosyal demokratların, ulusalcılık adı altında, en derin devlet edatı olduğu gerçeğinin, birden bire kendini göstermesi bu siyasal sistemin toplumsal boyutta, sivil siyasal boyutta ne türden derin etkilere sahip olduğunu gösterir. Yükselen milliyetçiliğin izahı buradadır. Bu süreçte Baykal türü derin sosyal-demokratın “bilinç milliyetçiliği” önermesi ve tutunamaması, ardından yelpazeyi biraz daha laçka tutabilecek “Türkiye vatandaşlığı üst kimliği, Türkiyeli üst kimliği” önermesi gibi, Osmanlının başkent hikâyesinde yatan espri misali, ‘burası olmasa, şurası olur’ öznel dayatmacılığı, gerçekte tarihi olarak kaçırılmış bir uluslaşma sürecinin, diğer etnik topluluklara bir baskı oracı olarak yönelmesinden başka hiçbir anlama sahip değildir.
İşte tas tamam bu veriler, bu sürecin tüm siyasal erklerini ve siyasal kurumlarını tek boyutlu hale getirmiş, yönelimlerini de tek boyutluluk üzerine kurma durumunda bırakmıştır. Bu süreç inceldiği yerden koptu. 12 eylül 1980 askeri faşist darbesi, siyasal sistemin dipten gelen dalgalarla sarsılışını, yıkılışını dizginlemek için yapıldı. Ancak artık yapılacak hiçbir şey yoktu. 12 Eylül faşizminin ağır askeri zor müdahalesi kaynakları ve dinamikleri zaman içinde olgunlaşmış olan bu dalganın karşısında, sistemin fiili olarak tutunmasını sağlayamamıştı. 12 eylül darbesi bu sistemin kırılma miladı olmuştur. Dağ fare doğurmuştur. Artık resmi olarak tek boyutlu siyasal sistem egemen olsa da, farklılıklar tüm güçleriyle dinamikleri ve etkinlikleriyle açığa çıkmış oldu.
Ülkemiz
Çok etnik yapılı üst kimliksiz bir toplumu olarak tanımlanabilir.
Bu heterojen toplumun sancıları olarak, kimlik bunalımı derinleşmektedir. Bölünmeden, birileri diğerini bölücülükle suçlamadan, bu bunalımı aşmak mümkündür.
Bunun ise, tek geçerli yolu, artan oranda genişletilmiş, anayasal güvencelere bağlanmış özgürlükler ve demokratik hakların tanınmasıdır.
Bu haklar, öncelikle, ülkenin etnik yapısını gözetmelidir, farklılıklarını, ayrı varlıklarının taleplerini ön plana almalıdır.
Kültürel toplulukların, ezilen mezheplerin, bölgesel farklılıkların özgün siyasal örgütleniş ve kurumlaşmalarına olanak sağlayan, siyasal programların ikamesiyle mümkündür.
Bu sürecin kırılma noktası, Kürt ulusunun özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle başladığından söz etmek yanlış olmayacaktır. Ancak buraya gelene kadar, Yolları yürüyerek aşındıran üç kuşağın mücadelelerini, acılarını ve fedakarlıklarını açık ve sarih olarak belirlemek gerekmektedir ki, Kürt ulusal kurtuluş hareketinin var oluşu, gelişim hazırlıkları hep bu kuşaklarla aynı potada olmuştur. Tarihsel açıdan bu süreç ülkemizde bu yanıyla kendini şekillendirmiştir.
1946’dan itibaren başlayan çok partili siyasal ortam, tüm yönleriyle ekonomik kültürel sosyal açıdan ülkede ciddi değişimlerin bir işareti olmuştur. Ancak bu değişim siyasal sistemde radikal bir değişimle at başı gitmemiştir. Ulusal devlet ve uluslaşma süreci ilişkisinde var olan terslik aynıyla, bu yeni dönemde de kendini göstermişti. Liberal ekonomi politikası liberal bir ekonomi yaratmak için gündeme geliyordu. Üstten bir dayatmaydı ulus devlet gibi. Kendi dengeleriyle gelişen bir kapitalist ilişki olmadan, dünyadaki ekonomik gidişata uyarlanmak için iç dinamikler atlanarak liberal politikalar hazır olmayan bir ekonomik sürece üstten bindiriliyordu. Bunun doğal sonucu, siyasal sistemin gevşemesi, liberalleşmesi, şeffaflaşarak demokrasi ve özgürlük ortamının ikamesi yerine, daha da katı siyasal bir gericiliğin ikamesi gündeme geliyordu. Cumhuriyetin kuruluş planı, tersinden başlatılmak durumunda kalınan uluslaşma süreci ve korkuları, ardından gelen her tarihi kesitinde, sorunlarını derinleştiren bir açmazın yerleşmesine yol açıyordu. Başlangıçta atılan yanlış adımı yenileri takip ediyor, ülke her adımda bir başka eklektik konuma, böylece sürükleniyordu.
Çok partililik demokrasi değildi. Nitekim iktidarı ele geçiren parti, iktidardan düşenin rolünü en sefil cinsten bir anti demokratik davranışla sürdürmekte bir beis duymaması bunu gösteriyordu. 27 Mayıs 60 darbesi, bu sürecin bir devamıdır. İktidara gelenler, birlikte getirdikleri yeni anayasayla çok boyutlu bir demokrasiyi değil, tek etnik yapılı bir topluma bile dar gelecek, demokrasiye giriş anlamını aşmamış bir yönelimden ibaretti. Tek ulus, tek bayrak, tek din, tek dil bu anayasanın özü ve biçimi olarak tüm ağırlığıyla kendini dayatmıştı. Bu dönemde bile Kürtler için amansız ve çaresiz kumpaslar kurulup, içene soğuruluyorlardı. 12 Mart 1970 darbesi ise bu gerçeği tanımlıyordu. Osmanlı’dan çıkıp gelmiş haliyle Cumhuriyet, genetik olarak birlikte getirdiği siyasal reflekslerini bu tür darbelerle göstermekte geç kalmıyordu. Ancak 60’ların demokrasi mücadelesinde harmanlanmaya başlayan yeni kuşaklar, dengelerin içinde kendi ağırlığıyla bir yer edinme, siyasal gündemin sahibi olma etkinliklerini hızla tırmandırıyordu. Kuşaklararası bağ ve ilişki babında, özgürlük ve demokrasi arayışları, bekli de bu toprakların tek dengeli gelişim ritmi gibi beliriyordu. Saikleri farklı olsa da, tek boyutluluğun içinde bir sayısal etkinlik olsa da sürecin bu özelliği, gelecek kuşak ve dönemlerin siyasal olgunlaşmasında temel bir birikim potası oluyordu.
Çok partili dönemin siyasal çalkantıları içinde demokrasi mücadelesi veren kuşaklar, bir sonraki dönemin demokrasi mücadelesi veren kuşaklarına, böylece yol açıyordu. 68 kuşağına gelindiğinde, modern ulusların yüz yıllar önce geçtikleri demokrasi mücadelesinde eğitilme esprisi, ülkemizde henüz emekleme çağında, yeni başlıyordu. Ne sınıfsal hareketler, gerçek anlamıyla bir sınıfsal hareketlerdi (uluslaşma süreçlerinin tamamlanmamış olması sınıfsal hareketleri dahi milliyetçi çerçevenin dışına çıkarabilecek gücü yaratamıyordu), ne de, demokrasi mücadelesi çok boyutluydu. “Sınıfsal bilinç” dediğimiz şeyden nasibini en çok alanların, en geniş ufukluları ise, anti-emperyalist olmaktan başka siyasal jargona sahip değildi. Ülke artık sınıfsız, imtiyazsız bir bütün değildi; bu anlaşılmış olsa da, farklılıklar, ayrı varlıklar, ezilen ulus ve etnik topluluklar hala yoktu. Bu varlıkların haklarına ilişkin söylemler ise, egemen ulus demokratik hak ve talepleri içinde bir dipnot olarak yer alıyordu.
50-60 kuşağı, ardından 68 kuşağı ve bu satırların yazarının mensup olduğu 74-80 kuşağı da, bu tek boyutlu siyasal değerlerin içinde özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürüttü. Bu kuşakların mücadelesi, her boyutuyla, her aracıyla, her militanı ve kadrosuyla ülkemizin siyasal açılım ve gelişiminde tanık olunan, her santimetrelik ilerleyişin, sırtlayıcılarından olmuştur. Eski yollar yürünerek aşındırılmıştı. Darbelerle yeniden stabilize edilmesine karşı bir kez daha yürünerek aşındırılması artık kaçınılmaz olmuştu. Bu kuşaklar dipten gelen bir dalga gibi halkın, halkların demokratik hak ve özgürlüklerini kazanmak için yürüttüğü mücadeleyle, tek boyutlu sistemi her yerde sıkıştırmaktaydı. Artık öyle bir gelişim momentine varılmıştı ki, verili siyasal sistem, yüz yıllardır aynı tek boyutluluğuyla değişim eğilimi göstermeyen bu siyasal sistem, bir biçimde bir yerden kırılma durumundaydı.
“Yollar yürümekle aşınmaz” sözünün sahibi, “ülkemizde Kürt realitesi vardır” diyerek, yolların aşındığını, tek boyutlu siyasal sürecin artık tutunacak bir dalının kalmadığın ilan ediyordu, bunu kastetmese de. Tek boyutluluk ağır bir gerçekle yüz yüze kalmıştı. Ülkemizin verilerine bu elbise dar geliyordu. Aynı mantığın ürettiği siyasal çözüm programları ise, bu dar elbisede dikiş tutmaz haldeydi. Ancak tarihsel olan ömrü tamamlanmış olan hiçbir süreç bir bıçak darbesiyle silinmiyordu. Büyük acılar, inkârlar, tepkiler iniş ve çıkışlarla bir eğimli alanda, aşağıya doğru yuvarlanış başlamış ve sona gelinmenin kaçınılmaz olduğu belirmişti.
12 Eylül 1980 darbesi, geçmişten gelen, aynı geleneğin bir devamıydı. Ancak bir boyutuyla, bu darbe, tekçi siyasal sistemin kurtuluşu için hizmet sunabilecek bir durumda değildi. Tersine, kırılmanın miladı olarak, toplumun örtülmüş tüm eğilimlerini güçlüce açığa çıkartarak tarihte kendisine biçilen rolü oynamaktan başka bir işlevi görmedi. Tek boyutlu sistem kırılmıştı. Farklılıklar kendini güçlüce ifade etmeye başlamıştı. Siyasal arena artık, tek bir rengin, tek bir ulusun, tek bir farkın ya da egemen olana ait farklılıkların arenası değildi.
Makalemizin konusu itibariyle, 12 Eylül 1980 faşist askeri darbenin, bir boyutuyla açığa vurduğu gerçekler arasında, Kürt ulusunun her hangi bir üst kimlikle özümsenemez yoğunluğuna ve bunun her araçla kendini ifade edebilme gücünü göstermesi gibi bir sonucu var ise, diğer yandan ülkemizin derin kültürel aidiyetlerini de açığa vuran sonuçları oldu demek yanlış olmayacaktır.
12 Eylül darbesi, bu topraklarda yaşayan insan potansiyelinin, yüz yıllardır süren batılılaşma çabalarına rağmen, üsten yapılan her türden dayatma ve yasal ve biçimsel oluşumlara rağmen, İslami değerleriyle mütalaa edilebilecek bir toplum olduğu gerçeğini de açığa vurmuş oldu. Bu sonuç, “12 Eylül’ün, bilinçlice yarattığı, körükleyip desteklediği, bir sonuçtur” gibi ciddiye alınmayacak iddiaları burada tartışmayacağız. Ancak var olan bir gerçek olmaksızın, toplumun özümsediği ve içselleştirdiği bir aidiyet olarak, bir kimlik olarak, hatta yer yer bir üst kimlik olarak İslam’ı göstermesi, bir siyasi iktidarın kararı, isteğiyle gerçekleşemez. Bu askeri darbeci iktidar da olsa, bir topluma, bu ölçüde kültürel bir aidiyet oluşturamaz.
Tek boyutluluk burada, alenen kırılmıştır; üç kuşağın özgürlük ve demokrasi mücadelesi, var olan gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarmıştır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, dayatılmış tek boyutlu siyasal sistem ile var olan toplumsal gerçek çatışmaya başlayınca değişimin, kırılma olarak tecelli etmesi kaçınılmaz olmuştur. Kırılma burada böyle başlamıştır. Bu sürecin tarihi ayrıntılarında, potalarında, kuluçka dönemini tamamlamış tüm siyasal yapılar bu kırılmayla birlikte, gerçekçi yerlerini almıştır.
1984 atılımıyla kendini ifade eden Kürt ulusal kurtuluş hareketinin yükselişi, bu geçmiş üzerinde olmuştur ve bunun doğal sonucu olarak kendini ifade etmiştir. Bu sürecin son evresinde, Solcuların nasıl milliyetçi olduklarını, ulusalcılığın nasıl bir sosyal demokrat iltica kampı haline dönüştüğünü, komünistlerin içine düştüğü ideolojik bunalımdan, ya dini ya ulusalcı ama, her ikisi sağcı olan siyasal savruluşu anlamak güç olmayacaktır. Kimlik bunalımı etnik olduğu kadar, siyasal olduğunun anlaşılması bu kırılmayla belirgin hale gelmiştir. Bu gün iktidar mücadelesi olarak beliren, Hükümet ile silahlı kuvvetler, Anayasa mahkemesi ile iktidar ve muhalefet kurumları arasında, “cunta savaşları” diye tanımladığımız, son olarak Cumhurbaşkanının seçimiyle ilgili ortaya çıkan ve verili kaosu derinleştirmekten başka bir sonuç üretemeyen verileri, bu kimlik bunalımının derinliğine eklemek gerekecektir. Artık, Ülkemizde, hiçbir siyasal girişim, normal dengelerin ürünü olarak var olmuyor. Siyasal sürecin tek boyutluluğunun, tek boyutlularca da korunamaması bunu gösteriyor.
Tekrar ediyorum, uluslaşma süreci tarihsel momentleriyle yaşanmamış toplumlarda bu eklektik yapılanma ve çözülüşü, kimlik bunalımı ve ayrışması kaçınılmazdır. Bu bir kırılmadır, bu kırılmanın birleştirici bir çimentosu da yoktur. Ne ortak coğrafya, ne de din bu kırılmayı eski haline getirebilecek güçtedir. Coğrafya bunu başarabilseydi buralara varılmayacaktı, dinin ise, tarihinde böylesi bir rolü oynama potansiyelleri olmadığı gibi, siyasal erklerin bir aracı olmaktan başka bir işlevde ortaya koymamıştır; aynı ulustan, aynı dil, ve kültürden tarih ve coğrafyadan olan Arapları, dahi birleştirememiş, bölmekten başka bir sonuç üretememiştir. Tek boyutluluk bu anlamda, çok renkli, çok etnik yapılı üst kimliksiz tüm toplumlarda, bölücülüğü kışkırtan yaptırımlarıyla, derin bir kaos üretmekten başka bir sonucu olmamıştır. Ülkemizde durum tas tamam budur.
Bu gün itibariyle, Üç kuşaktır özgürlük ve demokrasi mücadelesi verenler, artık tek bir toplumun unsurları olmaktan çıkmıştır. Kırılmadan bu yana, ülkemizde toplumsal gerçeklik, farklı boyutlar içinde irdelenebilecek bir genişlik kazınmıştır. Aynı siyasal hedefler için bile, aynı çatı altında olmak kısır bir döngüde kısır etmek demektir. Bu iddia, duygusal açıdan ağır bir iddiadır ve toplumsal dayanışma kapsamında büyük bir ihanet gibi durabilir. Ama gerçektir. Özgürlük ve demokrasi güçlerinin günübirlik yaşadıkları ama bilince çıkartmaktan çekindikleri bir gerçek olarak, karşımızda durmaktadır. Bu gerçeği kavramak onunla barışık yaşayıp, zayıflık yerine güce dönüştürmek gereklidir. Zor olanda budur. Bu satırların yazarı bunun kavgasını verme çabasındadır. Yeni sürecin kırılmada taşıdığı anlam budur, bunu tanımlamak gerek ve bunun verileri ışığında görevlerimizin belirlenmesi gereği doğmaktadır.
Resmi olmasa da, çok partili dönem bu yanıyla kapanmıştır. Ülkemizde çok parti artık tek boyutlu olma anlamına gelen bir siyasal yönelim kapsamında tarihin gerisinde kalmıştır. Zaten bunun ifadesi olarak, her boy ve soydan siyasal parti, bu sistemin çatısı altında tek boyutlu bir program etrafında, nüans farklılıklarıyla kendini dile getirmekten öteye geçememektedir; demokrasi ve özgürlükler bile onlar için, tek devlet, tek bayrak, tek kitap, tek dil ve tek millet içindir.
Ülkemizin farklılıklarıyla var olan gerçekleri, tarih içinde, ne zorbalıkla ne de, normal yollarla kabul edilebilir bir hazmedilişle eritilememiştir. Bunun dolaysız sonucu olarak farklılıklar, kendi varlıklarıyla etkinlikleri ve renkleriyle kendi siyasal kaderlerini bir biçimde belirlemek üzere kendilerini ifade etmeye başlamışlardır. Kimsenin şemsiyesi altına girmeden, ortaklık adı altında özgün kimliğini sildirmeden kendini ortaya koymuştur. Bununla da, yüz yılların derinliklerinden çıkıp gelmiş haliyle, tek boyutlu siyasal süreci, geri dönüşü olmayacak tarzda kırmıştır.
Bu vazo bir kez kırılmıştır. Artık eski haline gelemez. Her parça kendi formu içinde, vazonun bir parçası olarak belirecektir. Bu da, vazoyu parçalarıyla bir araya getirebilecek özgürlük ve demokrasiyi, anayasal haklarla güvence altına almış bir ortak payda yaratılabilirse. Bu gerçekten ürkmemek gerek. Bunu olduğu gibi ilgili halklara iletmek gerek ve bilincinde olarak olası tüm dinamikleri harekete geçirip bir ortak payda yaratımı için uğraşmak gerek. Ama bu olmasa, kimse kimsenin yolunu tıkamamayı becerecek kadar demokrat olmayı becermesi gerekecek.
Farklılıklar, ayrı varlıklar artık ülkemizin bir gerçeğidir. Siyasette buna göre şekillenecektir. Aksi ne kadar iddia edilirse edilsin süreç buraya doğru akmaktadır. Tek boyutlu siyasal sistem ısrarı ise, farklılıklarımıza ortak bölen olabilecek unsurlarını zedeler, köprülerini yıkar. Bu ise, en kaba tarzıyla, bölücülüğü kışkırtmaktır. Ulusalcıların, “Vatan-Millet-Sakarya” diye attıkları naralarda işlenen ölümcül yanlışta budur.
Artık ülkemiz siyasal saflaşması, tek boyutlular ile çok boyutlu siyasal tercihler arasındadır demek yanlış olmayacaktır. Bugün ülkemizin siyasal sürecini, temel olarak ne sınıfsal ayrışma ne de soyut siyasal önermeler belirlememektedir. Ülkemizin ayrışması farklılıklarımızın varlığını inkâr eden ilkel milliyetçi, ulusalcı siyasal yönelimler ile farklılıklarımız temelinde yükselen özgürlük ve demokrasi talepleri belirlemektedir. Bu açıdan bakılınca ülkemizin varoluş verilerine önerilen tek boyutlu siyasal programlar ve onları öneren siyasal kurumlar, yani farklılıklarımızın verilerini temel almayan, tek etnik algılayışı aşamayana siyasal eğilimler, ülkemize yanlış biçimleş bir dar elbiseden başka bir şey değildir. Üstelik giyildiği an sağı solu sökülen, düğmeleri patlayan ve bize ait olmaktan uzaktır.
Bugün verili anayasa, seçim yasası, partiler yasası ve bil cümle yasal düzenleniş itibariyle siyasal sistem ve aktörü olan partiler, tek boyutludur. Tek etnik topluluğa, tek ulusa göre dizayn edilmiştir. Ne yapısal olarak ne de işlevsel olarak tek devlet, tek din, tek dil, tek bayrak ve tek etnik yapı dışında bir konumu yoktur. Olması da yasaktır. Bunların tümüne şeklen uyulsa da, fiili olarak seçimlerde aranan yurt ölçeğindeki %10 barajıyla, aşılması çok güç olan bir engelle, yasak hale getirilmiştir.
Verili siyasal sistemin hiçbir partisi ya da kurumu, faaliyetlerini hedef kitlesine ne resmi dil dışında özgün bir dille, ne resmi bir bayrak dışında özgün bir işaretle götüremediği gibi, seçildiği parlamentonun üyesi olarak, tüm faaliyetleri, devletin ona verdiği resmi sıfatla yapmaktan başka bir tercihi olamaz. Egemen etnik toplumun üst kimliğini taşımadan resmi bir varlığı dahi tanınamaz.
Bu özelliğiyle Millet Meclis, tek bir milletin sıfatını taşıyanların meclisidir. Meclis sadece, Türkleşmiş Kürtlere, Türkleşmiş Araplara, Türkleşmiş herhangi bir etnik yapıya kapılarını açmıştır. Böylesine bir tek boyutlu kuşatma içinde, milletvekillerinin işlevi, kendisini vekil yapan milletin temsilcisi olmaktan çok, kendisine biçilen ve meclise girdiği an verilen sıfatla tek bir milletin vekili olma konumuna getirilmiş olur. Bunun anlamı Hakkâri’nin seçtiği millet vekili, egemen devlet erkinin ve etnik topluluğun ana yönelimleri ve tercihlerinin işlevlendirdiği alanlara hizmet etme yörüngesine oturtulmuş olur. “Siyahların seçtiği milletvekilinin, beyazların hizmetine koşulması” esprisidir bu.
Bu sistemde ne türden bir programla ortaya çıkarsa çıksın, hiç bir siyasal parti bu sistematiğin dışına çıkmaz. Millet meclisi potasında, için de çıkıp geldiği seçim sisteminin, partiler yasasının, anayasal verilerin kuşatması altında tek boyutluluk dışına çıkamaz. Kırılmanın olduğu bu dönem açısından bir çıkış, tüm eksikliklerine karşın yapılması kaçınılmaz bir adım olarak kendini böylece hissettirdi. Bin milin ilk adımı böyle gündeme geldi. Çıkışsızlık, kuşatılma, böyle bir adımla yaratılma olasılığı vardı.
Merkezi anlamda bir örgütlülük, cephe türü bir oluşum halinde, kendi özgünlüğünü, temsil ettiği kitlelerin renklerini, taleplerini, farklılıklarını ve ayrı varlıklarıyla seçimlere katmak bu çıkış için bir adım sayılabilirdi. Nitekim bu adım atıldı. Bu haliyle mecliste seçmeninin doğrudan temsil edebilen bağımsız adayların ortaya çıkması ihtimali gündeme geldi. Tek boyutlu siyasal sistemin resmen yürürlükte olmasına karşın, fiilen kırılması sonucu oluşan siyasal kimlik bunalımında, bu adım, daha yürünmesi gereken bin milin ilk adımı olarak gündeme gelmiş olsa da atılmasında geç kalınmamalıydı. Tarihsel verileri ve gerekçelerimizle, bağımsız adayları destekleme tavrımızın nedenleri burada yatmaktadır.
Bu noktada haklı olarak şu sorulabilir. Bağımsız adaylar gerçekçi bir alternatif mi? Elbette bütünüyle değildir. Bin millik yol için bir ilk adımdır. Bu adımı başarı ve başarısızlıklarıyla bir süreç beklemektedir. Hala dengesiz bir gelişim seyri içindedir. Aynı özgürlük arayışları aynı ilişki düzlemine adapte olup olmayacakları belli değildir. Bağımsız adayların meclisteki eğilimleri ne kadar kararlılıkla ayakta kalıp kalmayacağı sınanacaktır. Buna rağmen, bu adım tek boyutlu siyasal programların ve siyasal oluşumların en demokratik olanından bin kat daha demokratik bir girişim olarak gündeme gelmiştir.

Hiç yorum yok: