HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

4 Nisan 2008 Cuma

Yener Orkunoğlu -Mihrac Ural-21.yüzyılda insan ve birey

04 Mart 2008 Salı

21.Yüzyilda Insan ve Birey...
Yener Orkunoğlu ile Mihrac Ural tartışıyor…


İnsan gelişiminin yok edilmeğe çalışıldığı bir dünyada, insan / birey üzerine durmak, her zamankinden çok daha önemlidir. Önemlidir, zira tarihsel olarak, düşünerek, değişerek ve gelişerek ”insan” olan insan, ne yazık ki, şuan 21. yüzyılda emperyalist/kapitalist dünyanın açık saldırısı altındadır. İnsanı küçültmek ve ”insancık” hale getirmek için emperyalizm, dünyanın her tarafında, gerçek insanlığa karşı, amansız bir savaş yürütmektedir.

Örnek olsun, Irak’ın ve Afganistan’ın işgali ve bu bölge halkları üzerine atılan bombaların bir başka amacı da, insanı, ”insandan” çıkartmak içindir. Amaç açıktır: İnsanı küçültmek ve giderek ”kimliksiz” hale getirmektir.



Böylesi durumda insan, ”eylemde” insan oluyor. İnsan, emperyalizme/kapitalizme karşı direnerek, tekrar insanlaşıyor; insan, sürüler sistemine ”Hayır!” diyerek, insanlaşıyor.

Bu bağlamda, yaşadığımız bu sürüler dünyasında insan üzerine durmak, çok önemlidir. İşte, “Dostça ve Ortakça” köşesinin şimdiki konusu, 21. yüzyılda birey / insan’ dır. Çok değerli yazar Mihrac Ural ile değerli yazar Yener Orkunoğlu, görüşlerini, yine, bizlerle paylaşıyorlar.

Faiz CEBİROĞLU

21. YÜZYILDA İNSAN / BİREY:

Yener Orkunoğlu

Merhaba Mihraç

1. İlkin, birey konusunda çok önemli bir noktaya dikkat çekmişsin. Bu önemi şu şekilde dile getiriyorsun:

‘Ancak bilişim çağında bilgi, farklı bir konumda üretilmektedir. Bilgi üretimi ulusal sınırlar dışına taşmış, yüksek teknolojiyle iç içe insan aklının kollektif ürünü olarak insanlığın mübadelesine sunulmaktadır. Bilgi her evde, her mekanda ve zamanda mübadele edilen, kendi çağının üretim araçları olan bilgisayarlarla tarihin hiçbir üretim ilişkisinde olmayan bir hız ve nitelikte insanlığın hizmetine sunulmaktadır. George Gilder’in cümleleri bu gelişmeyi yeterince iyi şekilde özetler, “Teknoloji, doğası gereği, bütün kontrolü diktatörlerin eline vermemiş, aksine, insanlara yeniden güç kazandırmıştır. Emperyalizm, merkantilizm ve devletçiliğin gücünü yitirişi tüm insanlığa yarar sağlayacaktır. Günümüz bireyi, geçmişte kralların sahip olmadığı bir yaratım ve iletişim gücünü elinde bulunduruyor”. Bu gelişmeler bireyin rolüne olağan üstü bir dinamikte katmaktadır. Daha çok özgürleşen birey daha çok verimli bir toplumsal varlık oluyor. Değişik tür kollektivitelerin, devletçilik vb, yönelimlerin içinde kendini rahatça saklayabilen sorumsuz ve kısır birey artık mihenk taşında kendini gizleyemez hale gelmektedir.’

Birey ve ‘bilgi’ konusunda konusunda çok önemli şeyleri saptamış olmana çok seviniyorum. ‘Aklın yolu tektir’ sözünü sevmediğim halde, bazen insanların birbirlerinden bağımsız bazı sonuçlara ulaşmasına hayret ediyorum.

Evet bugün bireyin YARATIM gücü müthiş gelişmiştir. Bu çok doğru. Bireyin böylesi yaratım gücüne ulaşmasının nedenlerini kavramak çok önemli. Ama böylesi bireysel yaratım gücünün bazı sonuçları var. Bu sonuçlar üzerinde düşündün mü bilmiyorum? Yani bireyin YARATIM GÜCÜ ile Marx’ın artı-değer toerisi arasındaki ilişkiyi fark edebiliyor musun? (Biliyorsun, bu aralar MARX’I ANLAMAK kitabım üzerinde çalışıyorum. Klasik Ekonomi Politık ve Marx’ın EMEK kavramları arasındaki farkı açıklıyorum. Bu nedenle dikkatimi çekti. Şöyle ki, Marx’a göre zenginliğin kaynağı emek ve doğadır.

Marx’a (Adam Smith ve Ricardo’ya ) göre bir metanın değerini belirleyen şey o metada cisimleşmiş olan toplumsal bakımdan gerekli emek-miktarıdır. )
Bugün değer yasasında bazı değişimler olmuştur. Çünkü üretimin ve üretim gücünün niteliği değişmiştir. Marx, daha GRUNDRISSSE adlı eserinde, değer yasasının belli koşullar altında değişime uğrayacağını belirtiyordu. (GRUNDRİSSE’nin Türkçesi elimde olmadığından Almanca’sından çeviriyorum).

Marx şunları yazıyor: ‘Büyük sanayinin gelişmesi ölçüsünde, gerçek zenginliğin yaratılması, emek süresine ve kullanılan emek miktarına daha az bağımlı olur. Emek süresince harete geçirilen etkinliklerin gücü, zenginliğin yaratılmasında daha çok önem kazanır, ki bu etkinliklerin kendisi doğrudan emek süreci ilke bağlantılı değildir. Bu etkinlikler, daha ziyade bilimin genel düzeyine, teknolojinin ilerlemesine ve bilimlerin üretime uygulanmasına bağlıdır.’(Marx, Grundrisse, s. 592)
Marx, şunu dile getirir, bilimin üretimde kullanılması şu sonucu doğurur: Artık zenginlik, emek süresine ve kullanılan emek miktarına bağımlı olmaktan kurtulur. ‘Toplumsal bireyin gelişmesi, üretimin ve zenginliğin büyük temel direği olarak ortaya çıkar.’ (s. 593)

Değerli Mihraç. Konunun ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmek istedim. Bu nedenle 19. yüzyıldaki Marx’ın değer teorisinin günümüzde değişeceğine bizzat dikkat çeken Marx’n kendisi olmuştur.
Bu konuda şimdiye kadar ciddi bir araştırmaya rastlamadım veya dikkatimden kaçtı. Ama bu kon son derece önemli ve üzerinde durmamız gerekir.

2. Dikkat çekmek istediğim ikinci nokta ise şudur: Bireyi tek boyutlu almaktan kaçınmak ve diğer diğer boyutunu da görmek gerekir. Evet ekonomik-teknolojik alanda toplumsal bakımdan gelişmiş bir birey ortaya çıkmaktadır. Hegel’e göre, teknik praksis, toplumsal praksisi hazırlamak için önemlidir. Ama tek başına alındığında teknik praksis, toplumsal yeterli değildir. Hegel’in sözcüğünü kullanacak olursam, bu birey kendi ÖZBİLİNCİ’nin farkında değildir. Ama siyasi-toplumsal açıdan dönüşüm için, kendi eyleminin ÖZBİLİNCİNE varması gerekir. Yani teknik praksisin, toplumsal praksise ve toplumu değiştirme eylemine dönüşmesi kendiliğinden olmaz. Bireyin, toplumu daha başka evrelerden geçmesi gerekir.
(……..)

Ama 21. yüzyılda BİREY konusunu sürekli tartışmak gerekir diye düşünüyorum. Şimdilik bu kadar
Selamlar
Yener

Mihrac Ural

Değerli Yener,

İletini aldım sağ ol.

Daha öncede belirtmiştim, aklın yolu bir değildir diye. Aklın, doğruya ulaşmakta birçok yolu var ve bu yolların özgürlüğüne inanmadan, demokrasinin savunulamayacağına işaret etmiştim. Doğruya varmak için, tek yol yoktur. Akıl özgürlüğünden yola çıkarak, çok farklı yollardan aynı doğrulara varmak normaldir. Hatta, doğrular bile tek değildir derim. Bu açıdan çağımızın değerlendirilmesine, farklı yollarla da olsa, belli bir ortak paydada yaklaşıyor olmamız, normaldir. Bu ayrıca bizim kuşağın önemli bir kemsinin farklı yollarla aynı doğrulara yöneldiğini gösteren bir veri olarak kabul edilmelidir.

Bilirsin ki, bizim kuşak bir geçiş dönemi kuşağı olarak, kimlik bunalımlarının en yamanına çarpmıştır, yerden yere savrulmuş, kılıktan kılığa geçmiş, biline gelen tüm kıstaslarını kaybetmiştir. Tüm kuşağımız adına olmasa da, her birimiz kendi adına değişimi yakalama konusunda bir adım atabilme imkânı oluşturmuş ise, bu da dikkate değer bir gelişme olsa gerek. Zira geçmişin tüm mirasını üstünde taşımadan, bu gün için sağlıklı önermeleri yapmak pek köklü (asil) bir gelişim olmasa gerektir. Geçmişinin hata ve sevaplarını, onurluca savunmadan, kişinin bugün için iddiasında bulunacağı hiçbir şey kaale alınamaz.

(……….)

2. noktada, birey-toplum ilişkisinden bireyin toplumsal rolüne vurgunun, teknik gelişmelerin toplumsal işlevdeki rollerine göre önemini belirtmek üzere:

“Bireyi tek boyutlu almaktan kaçınmak ve diğer diğer boyutunu da görmek gerekir…

Yani teknik praksisin, toplumsal praksise ve toplumu değiştirme eylemine dönüşmesi kendiliğinden olmaz. Bireyin, toplumu daha başka evrelerden geçmesi gerekir.” Diyorsun.

Umarım yazılarımdan, bilişim çağı verilerinin, birey etkinliğinin, toplum işlevlerinin yerine geçtiği gibi bir sonuç çıkartmıyorsun. Ya da tersi, gelişen teknoloji ve bilgi birikimi işlevlerinin bireyden tamamen bağımsız, bir toplumsal rol oynadığı türden, bir anlam çıkartmıyorsundur.

Yazılarımda bireyin artan toplumsal rolünde bilişim çağının verilerine verdiğim önem, bu verilerin, bireyi her türden eylemsel işlevleriyle, daha çok toplumsal sonuçları olan bir varlık haline dönüştürdüğünü anlatmaya çalıştım. Birey daha etken olmuştur dedim ve bireyin artan toplumsal rolü, kolektif insan akıl ürünlerini doğru kullanabildiği ölçüde vardır sonucuna gittim. Doğa, sosyal faaliyetlerde bulunabilecek bir makineyi henüz yaratamamıştır. Bir üreteci güç olarak, doğanın ürünü olan insan dışında, toplumsal rollerde, bu araçların kendi hallerinde yapacakları tek şey paslanmaktan ibarettir ve bu gün emperyalist güçlerin elinde topluma karşı olduğu kadar, bireye karşı da böylesi bir konumun, paslı ve gerici bir silahı olarak rol aldıklarına dikkat çektim. Bunu “devrimcilik ve devletçilik” başlıklı makalemde şöyle dile getirdim:

“Gelişmeler bireyin rolüne olağan üstü bir dinamikte katmaktadır. Daha çok özgürleşen birey daha çok verimli bir toplumsal varlık oluyor. Değişik tür kollektivitelerin, devletçilik vb, yönelimlerin içinde kendini rahatça saklayabilen sorumsuz ve kısır birey, artık mihenk taşında kendini gizleyemez hale gelmektedir. Burada güçlenen bireysellik, hiçbir şekilde kendi dar çıkarları için her şeyi tepeleyen, bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler türünden kapitalist liberalizmin bireyciliği değildir, olamaz da. Burada bireysellik, özgürlüğü ve bilgiyi daha çok üretime ve toplum yararına dönüştüren evrensel ölçekte kendini değerlendirebilmenin kolektif çabasıdır. Bu süreçte, imece örtüsü altında kaytarmaca yoktur. İşte ahlakta böyle bir evrim sürecinde kendini bilişim çağında yeniden tanımlama durumunda olmaktadır.”

Birey “özbilinci”nin oluşum ve eylemini belirleyen nesnel veriler, tarihsel olarak gerçekleşen bu büyük dönüşümden kaynaklanır. Enformasyon çağının, bilgi toplumunun oluşumunda oynadığı rolün bireye doğrudan yansımasıdır. Bu gelişim soyut ölçekte bilince yansıması yeterli değildir. Bireyin bu gelişimle işlevlenmesi, pratik olarak bilince çıkan olguların toplumsal işlerlikte dönüşümünü sağlaması gerektir. İşte bu, çağı yakalamanın başka adı olduğu kadar, toplumsal dönüşümünde temel yoludur. Birey bir toplumsal varlık olarak yerine getirmekle yükümlü olduğu işlev budur. Ancak bu işlevi toplumsal ilerleme ve dönüşüm için değil de, dar çıkarlar için bir araca dönüştürülme ihtimali, hiçte az değildir. Bu ise tarihin diyalektiğidir. Mücadelenin, bu karşıtlar birliği içinde cereyan etmesi doğanın yapısındadır. Biz bu satırlarda, bilişim çağı verilerinin bireye büyük bir toplumsal işlev ve dönüşümcü güç verdiğine işaret etmekteyiz.

Bu konu açılmış olması nedeniyle önemli gördüğüm bazı belirlemeleri aktarmalıyım. O da, evrensel gelişmelere bu pencereden bakınca, siyasal, örgütsel, sanatsal, ekonomik, toplumsal vb. insanlığın ilgili olduğu tüm fenomenlere farklı bir açıdan bakmak durumda olacaktır. Bu noktada devrim ve devrimcilik, örgüt ve üyeliği ve buna bağıl tüm uzantıları farklı algılama durumuyla karşı karşıya kalınacaktır. Basitçe ifade edecek olursam, hiçbir siyasi kararın ne çapta ve anlamda olursa olsun devrim yapamayacağı sonucuna varmak güç olmaz. Devrim tarihsel bir dönüşümdür. Hiçbir siyasi karar ya da öznel eğilimle geri dönülmesi mümkün olmayandır. Hep tekrar ettim bir daha belirteyim, Parlamenter sistemin krallığa karşı gerçekleştirdiği devrim, motorlu aracın motorsuz araca karşı gerçekleştirdiği devrim, bilgisayar iletişimin, PTT sistemine karşı gerçekleştirdiği devrim, vb. tür tarihsel ve geri dönülmez devrimler, bu çağın devrimci algılayışını şekillendirmelidir derim. Enformasyon çağının bilgi toplumunda (bilişim çağı), kim tarafından yapılırsa yapılsın, bir gece ansızın yapılan darbeler, askeri zorla, kızıl ordu tarafından da yapılsa, her türden siyasi dönüşümler devrim değildir; bunlar, sonu devirenin devrildiği birer vakadan başka bir şey değildir. Ne kadar abartılırsa, abartılsın, olumlu tüm yanları bu girişimleri devrim olarak tanımlayamaz. 1990 da görüldüğü gibi, bir gece ansızın gelen siyasal devrimler bir başka, gece ansızın geldiği yere dönmekteler.

Siyasi programlarımızı düzenlerken, çağın verileri ışığında, topluma, uğruna mücadele edebilecekleri gerçekçi talepler belirlemeliyiz. Yeri geldikçe bunu da birer birer, günümüzde tespit edilebilecek ölçüler içinde aktarmaya çalışacağım. Bunlar içinde çok önemsediğim, bilgi mülkiyeti, bilgi mülkiyetinin genişletilmesi için oynanması gereken bireysel ve toplumsal rolleri, önerilebilir yasa ve kurumsal yapılanmaları belirtebilirim. Bilgi mülkiyeti ve küresel üretim arasındaki ilişkinin şekillendireceği yeni uygarlık sürecinde, toplumun nasıl bir yer alacağına ilişkin belirlemeler, aynı kapsam içinde mütalaa edilebilir.

Bu kısımda, seninde üzerinde dikkatlice durulmasına işaret verdiğin, öznel öğenin rolü de burada doğar. İnsan iradesinin toplumsal etkinlik sürecinde aldığı yerin belirlenmesi de buna bağlıdır. Bireyin toplumsal işlevleri için Öz-bilince varma olayı, bu anlamda algılanmalıdır derim. Bütün bu belirlemeler, bireyin artan toplumsal işlevine birer göndermedir.

Hegel’in kavramlarını özbilinçle ilgili olarak kullanman üzerine, okuyucunun da bu tarihi arka planı daha net görmesi için, Hegel’in bu konudaki yaklaşımlarının, çok daha farklı olduğunu belirteceğim. Bilindiği gibi, Hegelci düşünce, iki yönlüdür. Ancak olguları diyalektik bir mantıkla kavrama yönelimi, her zaman idealist yaklaşım lehine bir sonuç üretmiştir. Hegel’in diyalektiği insan düşünsel alemine önemli bir katkı yaptığı kesindir. Ayakları üstünde ya da başı üstünde doğayı ve toplumu kavramada müthiş bir öğrenim formu getirdiği kesindir. Ancak, bireyin rolü Hegelci düşüncede, kendinden şey olarak belirir, bu bireyi tanrısallaştırsa da, toplumsal işlev ve dönüşümdeki yerini oldukça öznel kılar. Bilginin kavramsal olduğu iddiası, kavramsal olanın duyumların, deneyle elde edilmiş sonuçların değil de ussun ürünü olduğu belirlemesi, bilgiyi nesnel varlığından koparıp ussal düzleme oturtması, objektif verilerin kararsız, öznel tercihlere tabi olmasıyla sonuçlanan bir özelliğe indirgemiş olur. Buradan var olan gerçekleri ve onun ihtiyaçlarını, tarihin nesnel veriler sonucu gerçekleşen ya da gerçekleşmesi gereken dönüşümlerinde bireyin rolünü ve işlevini, keyfiliğe kadar itelemiş olur. “felsefe varlığın kendi kendin düşünmesidir” belirlemesi, nesnel varlığın düşüncedeki rolünü yadsımaya, düşüncenin hem madde hem formu olması gibi kendinde bir şey haline gelerek fasit bir daireye oturur. Buradan sadece bilinç için bir madde vardır. Bilinç dışında bir madde yoktur ve varsa bilinçle bilinemezdir sonucuna varılır. Buradan da, doğanın ve bilginin artık tamamlanmış olduğuna sonucu çıkarılır. Bu noktada Hegel diyalektiği baş aşağı duracak, hareket ve çelişkinin, zıtların birliğinin kendi içinde, düşünce labirentlerinde kısır bir döngünün tekrarı olması kaçınılmaz olacaktı. Bu da Hegelci idealizminin, mistizme yuvarlanışıydı. Hegel “Formsuz (şekilsiz) madde soyut bir şeydir. Böyle bir maddeyi görmek, duymak,vs… olanaksızdır. Görülen ya da duyulan bir belirlenmiş maddedir. Yani belli bir forum taşımış maddedir.” (Atilla Tokatlı, çağdaş diyalektiğin kaynağı Hegel s:65) bilinçle kavranabildiği ölçüde madde vardır, düşünce dışında madde yoktur, diyor.

Bu algılayış, öz bilinci nesnel varlığın bir sonucu olarak algılamaması nedeniyle insan eyleminin tarihi yarattığı gibi bir sonuca gitmesi kaçınılmaz olur. Bireyin tarihsel olduğu kadar toplumsal rolü de, ayakları havada bir abartmanın balonu olarak yerini alır. Tarihte, bireylerin tarihi olur çıkar. Oysa, bireyin tarihteki rolü nesnel verilerin belirlediğinden öte değildir. Nesnel veriler olgunlaştıkça, öznel veriler ya da öz bilinç, oynaması gereken rolü oynamayı başarabilir. Bu veriler olgunlaşmadan hiçbir iyi niyet, üstün bilgi ve soyutlama, kime ait olursa olsun, gerçekleşebileceğin üstünde bir sonucu üretemez. Bundan dolayıdır ki, insan bilinicinin gelişimi, kendini aşması, ussal verilerine yansıyan nesnel verilerin dürtüleriyle gerçekleştir. Bu verilerin dürtüleri duyumları ve algılayışları olmadan, bireyin düşünsel eyleminin yapacağı hiçbir etkinlik yoktur. Kavramları doğuşu, tas tamam bu nesnel ihtiyaçların, bilinçte yarattığı soyutlamalardan ibaret olması da bundandır. Usun olgunlaşması da, bu anlamda toplumsal işlevlerinin artması da, ussun dar labirentleri içinde cereyan eden diyalektiğinin bir sonucu değil, nesnel varlıkların diyalektik süreçlerinden bilince yansıyan ve bunun sonucu gelişen bir durumdur. Bunun için, özbilinç dışında bir nesnel varlıklar ilişkisi olmadan, ne kavramlar ne de özbilinç olması mümkün değildir.

Tarihte insanlık için çok yararlı gibi görülen büyük, ütopik insani değer ve erdem yapılanma önermelerinin ayakta kalamamasının nedeni de budur. Ekim devriminden bu güne, her araçla yapılan öz iradeci müdahale ve dönüşümün, kalıcı hiç bir toplumsal dönüşüm üretememesinin nedeni de budur. Tersi için de geçerlidir, bir kez nesnel veriler belli bir olgunluk düzlemine ulaşıp ihtiyaç duydukları düşünsel olguları, kavramları, sıfatları yarattıktan sonra onları yadsımak, gerisin geriye itecek öznel çabalarda bulunmak hiçbir sonuç vermez. Bu iki karşıt konum, tarihte düşüncenin nesnel gelişmelerin bir ürünü olarak gündeme geldiğini anlatmaya yeterlidir.

Bu noktada Marksist algılayışta praksisin rolü anlaşılır. İletinin bu bölümünde “Hegel’in sözcüğünü kullanacak olursam” diye belirttiğin, Hegel’de de var olan bu kavram, Marks’ın yaklaşımında, ister maddeci ister idealist olsun “felsefenin dünyayı değil, dünyanın yorumlarını değişikliğe uğratma” (Henri Lefebvre, Marks’ın Sosyolojisi s: 37), yani seyirci konumuna, “teoride kalan soyut düşünce” olmaktan öteye geçmeyen tarihi konumuna, son veren bir edim, eylem, karşılıklı etki, devrimci dönüşüm olarak yerini almıştır. Amaç, dünyayı soyut olarak yeniden tanımak ya da tanımlamak değil, onu değiştirmektir. İşte iki öz bilinç ve iki ayrı işlevi budur; bu da iki büyük felsefi okul arasındaki ayrımı tanımlayan en temel yaklaşımdır.

Bu açıdan, bireyin (her bireyin değil), toplumsal işlevlerini özbilince çıkartması kaçınılmaz bir sonuç olacağı gibi, bu bilinçle de, değişim için öznel çabaların rolü mutlaka olacaktır. Tarihte, bu yünde ilerleyecektir. Somut birey açısından, şu yada bunun farklı konumda olması bu genel ilkeyi değiştirmeyecektir. Bilişim çağı, kendi öznel iradesini ve eylemini yaratması kaçınılmazdır diyeceğim. Buna güvenmek gerek diyeceğim. Bu, kendiliğindenciliğe teslim olmak ya da pasif olmak değil, aktif olacağı muhkem olanlara yetişmek için, pasif olanların da harekete geçmesi açısından bir dürtüdür.

Bu yöndeki düşüncenin zaman zaman bireyi ve iradesini nesnel verilerin kuklası haline çeviren tehlikeleri olduğunu da unutmamak gerek. Bu tehlike karşıtıyla aynı madalyonun farklı yüzleridir. Bireyin, toplumunu aştıkça, toplumsal bir işlev görebileceğine inanan bu satırların yazarı, toplumun koşulladığı, dayatmalardan, sınırlamalardan, özgürleşebilen, çağının verileriyle, bilince çıkarttığı algılayışlarla, toplumsal bir etkinlik içinde olan bireyin etken bir birey olduğu inancındadır.

Burada ince bir denge bulunmaktadır. Bir yandan toplumun sınırlarını aşma durumu diğer yandan toplumsal işlev içinde olma durumu vardır. Doğal olarak, bu süreç, yani bireyin özgürleşmesi sonuna kadar gittikçe, toplumun özgürleşmesine kadar uzanan bir süreçle taçlanacaktır. Bir diyalektik süreç olarak, kendini ifade eden bu veriler, bireyin toplumsal rolünün sınır ve sınırsızlığına da, bir çerçeve çizmiş olur. Bu anlamda bireyin özgürlüğü tek başına, tarihsel hiçbir rol onayamaz demek yanlış olmayacaktır. Bu denge tarihin ilerleme dengesidir. Bu dengenin sağında toplumun sınırlarına mahkum olanlar, solunda ise özgürlüğün amacını kaybedenler vardır; doğru yerde durmak, toplusal sınırlamalar karşısında özgür olmak kadar, özgürlüğü bir toplumsal işlev için amaçlandırmayı gerektirir.

Burada bireyin rolü ve postmodernistlerin algılayışlarını yeniden uzun uzun belirtmeye gerek yok sanırım. Bireyin gerçekçi rolleri nesnel gelişmelerin bir ürünü olarak, çağdaş bireyin bunları bilince çıkartabildiği ölçüde pratikleşebilen özellikler taşımasına karşı, postmodernistlerin bireyin her türden etkinliğini ve eylemini bireyin sanal, inançsal, kendi iç ussal ilişkilerinin ürünü olan birer sonuç olarak algılamaları arasındaki fark, bu çağın iki temel algılayış farklılığına bir işarettir. Nietzsche’nin yeniden keşfedilmesi ve üstün insan esprisinin yeniden tedavüle geçmesinin, postmodernist konumu buradandır. “özgürlük ya da hiçlik” denklemi, ayakları üzerinde basmayan bireyin, toplumsal etkinliği amaç edinmemiş eyleminin kendini ifade etme biçimlerinden biridir. Bu algılayışta düşüncede başlayan ve düşüncede biten, sanal alemin, sınırsız gibi görülen, etkinlikten yoksun edilgenliğidir. Oysa etkin birey, özgürlüğünü nesnel verilerden alan, sanalı fiziki eyleme dönüştürme amacıyla toplumsal bir işlev gören bireydir. Enformasyon ve bilgi çağının bireyi, çağının ona kazdırdığı özgürlüğü fiili sonuçlarına götürebilen bireydir. Diğer türden bireyler, zaten tarihin her döneminde marjinal olarak var olmuş, ilgi çekmiş, hala anılan bir şöhret kazanmış, ancak etken olamamış bireylerdir. Buna, bir ucundan hegelci idealizmin yaptığı katkıyı da eklemek yanlış olmayacaktır. Unutulmamalı ki, 19.yy felsefeleri, materyalizm de dâhil olmak üzere birbirleriyle iç içe, kavramsal ortaklık kadar algılayış paydalarında da önemli ortaklıkla sahiptir. 20-21. yy da bunun devamını görmek güç değildir.

Bu satırların yazarı, materyalist felsefi okul mensubudur, ancak, hegelci felsefe, Nietzsche, birçok alanda postmodernist yaklaşımlar ve insanlığın kültürel birikimlerinde etkin yeri olan diğer yaklaşımların uzlaşmaz bir karşıtı olduğunu iddia edemez. Her büyük ve kapsayıcı felsefenin, toplumsal açıdan göreceği işlevlerin olduğuna ve insanın entelektüel birikimlerine önemli katkıları ve bireyin toplumsal eylemine çok yönlü etkinlikleri olduğuna inanır.

Bu kısmı şöyle bağlayabilirim, bilimsel ve teknik devrim ve sonuçları henüz bireyin toplumsal işlevlerinin yerini alabilecek bir makine, araç üretemediğinden dolayı, bireyin emeği ve rolü, sosyal yaşamımızın temel maddesi olmaya devam etmektedir. Bunun için bireyin işlevi toplumsal işlevlerimizin oluşumda zorunlu bir koşul olarak yerini almaya devam ediyor. Bireyin rolünde derinlemesine ve genişlemesine artan etkinlik, aynı zamanda, toplumsal hareketimizin çeşitlenmesine de yol açmaktadır. Çağın verilerini doğru algılayan bireyin özgürlüğü, toplumsal ilerleyişimizin temel taşıdır. Bu işlevin, dünyayı yorumlamakla kalmayıp değiştirmesi için gerekli müdahalesi, mücadelesi, edimi ve yaptırımı, tarihsel ilerleme için olmazsa olmaz bir koşuldur.

1.noktada, dile getirdiklerin üzerinde ise şunları söyleyebilirim. Marks’ın sanayinin gelişmesi sonucu, üretimde emek katkısının alacağı yeni konuma ilişkin göndermeleri, tabi ki çok önemlidir. Henüz sanayi devrimini yeni yapmış bir kapitalist sistemin gelişim seyri içinde gösterebileceği değişimleri tespit etmek, derin bir kavrayışı dile getirmektedir. ((( “Marks’ı Anlamak” başlıklı bir kitap çalışması yaptığını belirttiğin için de, önemli olduğunu sandığım, bu konuyla ilgili bazı belirlemeleri, aşağıda, aktarmalardan sonra yapmam gerekecek))).

Çok önemli olmasına rağmen, ülkede çok az kişinin okuduğunu sandığım Grundrisse (ana hatlar, taslak), gerçekte Marks’ın alt başlıkta adlandırdığı “Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma”, Marksist ekonomi politiğin temel taşlarından biridir. Ve bu yazın defterlerinin, 1857 ağustos-1858 mart gibi kısa süre içine sığmış olması, yapılmış olan hazırlığın bilgi hazmedişin önemli bir ifadesidir. İletinde yaptığın aktarmanın elimdeki Türkçe basımı, Sivan Nişanyan’ın, Birikim yayınlarından 1979 tarihli çevrisinde sayfa, 651-652 de yer almaktadır. Bundan önceki sayfada, aynı konu üzerine bazı göndermeler ve aktardığın sayfalarda da kimi özgün aktarımlar bulunmaktadır. Bizi izleyecek okuyucunun konuya iyice vakıf olması için Almancadan yaptığın aktarmayı, aynı anlamda olmasına rağmen, yapacağım belirlemelerin kaynağı Türkçe tercüme olduğundan, Türkçe tercümedekiyle birlikte tekrar vereceğim.
Almanca aslından aktarma:
“Marx şunları yazıyor: ‘Büyük sanayinin gelişmesi ölçüsünde, gerçek zenginliğin yaratılması, emek süresine ve kullanılan emek miktarına daha az bağımlı olur. Emek süresince harete geçirilen etkinliklerin gücü, zenginliğin yaratılmasında daha çok önem kazanır, ki bu etkinliklerin kendisi doğrudan emek süreci ilke bağlantılı değildir. Bu etkinlikler, daha ziyade bilimin genel düzeyine, teknolojinin ilerlemesine ve bilimlerin üretime uygulanmasına bağlıdır’(Marx, Grundrisse, s. 592).

“Marx, şunu dile getirir, bilimin üretimde kullanılması şu sonucu doğurur: Artık zenginlik, emek süresine ve kullanılan emek miktarına bağımlı olmaktan kurtulur. ‘Toplumsal bireyin gelişmesi, üretimin ve zenginliğin büyük temel direği olarak ortaya çıkar.’ (s. 593)”

Türkçe çevrisinden aktarma (Senin aktardığından bir cümle öncesinden başlıyorum):

“Direkt emek süresinin, harcanan emek miktarının, zenginlik üretiminde belirleyici faktör olması, bu üretimin ön varsayımıdır ve ön var sayamı kalır. Buna karşılık, büyük sanayi geliştikçe, fiili zenginlik üretimi, giderek emek süresinden ve harcanan emek miktarından çok emek işlemi sırasında harekete geçirilen faktörlerin gücüne bağımlı olmaya başlar. Bu faktörlerin (poweful effectiveness)i ise, üretimlerinde harcanan direkt emek süresiyle tamamen orantısızdır, daha çok bilimin genel durumuna ve teknolojinin, yani bu bilimin üretime uygulanışının ne derece ileri olduğuna bağlıdır” (Marks, Grundrisse, s:651)

İkinci cümleni tam olarak bulamadım. Bir sayfa sonra “Toplumsal bireyin gelişmesi” diye başladığın cümle, bana çok farklı gelen bir anlamda, bir sayfa sonra şu şekilde yer alıyor:

“işçi üretim sürecinin başlıca faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bir bakıcı haline gelir. Bu dönüştürme sürecinin üretimin ve zenginliğin büyük temel taşı, ne işçinin harcadığı direkt insan emeğidir, ne de emeğin süresi; temel, insanın toplumsal bir varlık olarak kendi genel üretim gücünü, doğa bilgisini ve doğa üzerindeki egemenliğini kendi malı haline getirmesidir- tek kelimeyle toplumsal bireyin gelişmesi.” (Marks, Grundrisse, s: 652)

Buradaki yaklaşım, işçinin direkt emeğinin artık üretimin ve zenginliğin oluşmasında temel bir rol oynayamayacağına haklı bir işaret olarak belirlenmektedir. Tabi, dikkati çekecek bir unsurda, bilim ve teknolojinin üretim sürecinde hızla ilerleyen bir faktör olmasıyla birlikte, bilimsel anlamıyla kapitalist işçinin (bana göre kapitalizmle birlikte), yavaş yavaş tarihe gömülmesiyle sonuçlanacak bir süreci ifade eder. Marks bunu tam olarak dile getirmiyor, işçinin direkt emeğinin gerilemesiyle, makineleşme arasında derinleşecek çelişkiden bahsedip (“Binaenaleyh, işçilerin makineleşmeye karşı mücadelesi.” (Age. S:650), “Disposable time”, yani serbest zaman, istenildiği gibi harcanacak süre ile bireysel hobilerini sanat, bilim, resim, eğitim, vb. yanları geliştirme yönünde bir açılımın olacağını belirtmektedir. Bu ise sanki işçi olmayı, işçi sınıfını tarihsel gelip geçici bir kategori değil de, sonunda muradına erecek az emek sarf ederek, mutlu olacağı her şeyi yapabileceği bol zamanı kazanacak bir sonuçtan bahsediyor gibidir. Bu yönde bir müjde veriliyor gibidir.
(………..)
Yeniden Grundrisse’ye dönecek olursak, Marks’ın teknolojik ve bilimsel gelişmelerin üretimde yapacağı etkinlikleri çok önemli bir gözlemle belirttiğin görürüz. Üstelik henüz sanayi devriminin etkinliklerini yeni yeni göstermeye başladığı bir kesitte. Ki bu, kendini “makineleşme ve büyük sanayi” komplekslerinde ifade ediyordu. Henüz, “bilimsel ve teknik devrim”e ait hiçbir veri yoktu. İlerleyen teknoloji makineleşmekten ibaretti, ne elektrik enerjisi biliniyordu, ne de transistorlar keşfedilmişti, atom çağdaş anlamda hiç bilinmiyor enerjisine ait hiçbir veri yoktu, uzay ve teknolojisi, hayal aleminin hikayelerinden öteye geçmemişti, bilim henüz alt yapısını oluşturma yönünde elementleri dahi keşfetmemiş yapıları hakkında bir şey bilinmiyordu. Makineleşmenin verdiği ivme ile sanayi devriminin ürünleri, bir şeylerin değişeceğine önemli göndermeler yapıyordu, o kadar. Buradan, bir şeylerin değişmeye gideceği kestirilmeye çalışılırken, asıl önemsenen, var olan ve gittikçe güçlenen kapitalizmin çözümlenmesiydi. Oysa bu gün, bilimsel ve teknik devrim de aşılmış, bilgi çağı ve toplumları gelişmekte, enformasyon, çağın tüm bilgi değerlerini insanlık hizmetine sunmak üzere muazzam bir dolaşım dinamiği yaratmış, dünyamız küçük bir köye dönüşmüştür. Bunun en önemli sonuçlarından bir de, bilgi üretimi ve dönüşümü dahil, her türden üretimin çizelgesi ve sistemi tarihin önceden tanık olmadığı bir tarz almaya başlamıştır. Küresel üretim aşamasına geçilmiştir ki bu üretim tarzı, yaygınlığı açısından değil, tüm sistematiği itibariyle, nitelikçe, tarihin önceki tüm üretim tarzlarından farklı olarak, insanlık yaşamında, bu çağın temel üretim ilişkisi olarak yerini almaktadır. Burada dönüşümler, Marks’ın yaşadığı çağın çok ilerisindedir ve verileri de nitelik olarak, oldukça farklıdır.

Marks, Grundrisse’de makineleşmenin olası sonuçları üzerine yaptığı belirlemelerin çarpıcı yanlarının daha iyi kavranması için birkaç alıntıyı daha aktarıp, marsın vardığı sonuçlarla günümüzün ortaya çıkarttığı sonuçların karşılaştırmasını yapmaya çalışacağım.

Marks makineleşmenin önemini gören algılayışı, Grundrisse’de buna ilişkin 650. sayfada “Makine ve canlı emek. (Bilimsel araştırma mesleği.)” gibi bir başlık atmasına yol açmış. Bu ve benzeri başlıklar altında Marks, ilgilendiğimiz konulara kıs kısa açıklamalar yapmıştır. Bunları ardı ardına sıralarsak şunları görürüz,

“Eskiden işçi tarafından yapılan aynı işi şimdi makinanın yapmasını mümkün kılan, bir yönüyle, mekanik ve kimya yasalarının doğrudan doğruya bilimden kaynaklanan analizi ve uygulamasıdır. Buna karşılık, mekanizasyonun bu yolla gelişmesi, ancak büyük sanayi bir kez ileri bir düzeye ulaştıktan ve bütün bilimler sermaye tarafından esir alındıktan sonra, var olan makineler öbür tarafta zaten büyük kaynaklar sağlıyorken söz konusu olabilir. Bilimsel araştırma o zaman bir meslek niteliğini kazanır ve bilimin doğrudan doğruya üretime uygulanması, araştırmaya yönlendiren ve teşvik eden belirleyici perspektif haline gelir.

İşbölümü aracılığıyla, işçinin işlevleri giderek o ölçüde mekanik hale getirilir ki, belli bir noktada artık mekanizma onun yerine geçebilir (economy of power konusuna). Burada, belirli bir emek çeşidinin işçiden makine kılığındaki sermayeye aktarılması ve bu transfer nedeniyle işçinin emek kapasitesinin değerini kaybetmesi, dolaysız olarak görülmektedir. Binaenaleyh, işçilerin makineleşmeye karşı mücadelesi. Eskiden canlı işçinin olan etkinlik, makinenin etkinliği haline gelmektedir. Sermayenin emeği kendine mal edişi (vücudu aşkla dolar gibi) özümleyişi-burada en kaba biçimiyle işçinin karşısına dikilmektedir.” (Age. s;650)

“Emek, üretim sürecinin içsel bir öğesinden çok, üretim sürecinin denetçisi ve düzenleyicisi konumunu almaya başlar.

“İşçinin işi artık işlenip değiştirilmiş bir doğa nesnesini aracı bir uzuv gibi kendisi ile nesne arasına sokmak değildir; sınai bir süreç haline getirilmiş olan doğal sürecin bizzat kendisi, işçi ile-böylece egemenliği altına aldığı- inorganik doğa arasına sokulur. İşçi üretim sürecinin başlıca faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bir bakıcı haline gelir.

“Dolaysız biçimiyle emek zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıkınca, emek süresi zenginliğin ve dolaysıyla mübadele değeri kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır.

“Mübadele değerine dayalı olan üretim çöker ve dolaysız maddi üretim süreci sefalet ve anti tez biçimlerinden kendini kurtarır. Bireysellik özgürce gelişir.” (Age. s; 652)

Görüleceği gibi, Marks, bilimin ve teknolojinin gelişimini önceden gözlemlediği tartışma götürmez bir gerçektir. Bu verileri 150 yıl önce dile getirmek belikli, büyük bir bilimsel ön görü olarak önümüze gelmektedir. Ancak bu gelişmelerden çıkacak sonuçlar, tartışa götürür niteliktedir.

O gün için Marks’ın önündeki sorun, gelişiminin olgun evresinde, kapitalist sistemi üretimi süreci açısından olduğu kadar, sermaye, emek, değer, meta ve diğer unsurları ekonomik ve toplumsal ilişkiler içindeki işlevlerini tanımlamaktır. Bir sistemi olduğu gibi çözümlemektir ki, bunu yapmıştır. Ancak, bunun ötesindeki gelişmeler ve olası sonuçları üzerindeki belirlemeleri, ele aldığı konuların temel unsurları olarak görmemiştir. Oysa bu gün bizi ilgilendiren de tas tamam budur. Kapitalizmin bağrında doğup gelişen ve hızla egemen olması muhkem olan, yeni bir üretim tarzının tüm özellikleriyle belirlenmesidir. Kapitalist üretimden çıkıp gelmiş haliyle küresel üretimin özelliklerini tanımlamaktır. Bu noktada, Marks’ın makineleşmenin üretimde yaygınlaşmasının yaratacağı sonuçlarla ilgili belirlemelerinin bu gün itibariyle isabetli olduğu söylenemez.

Birincisi; okuyucunun gözüne ilk çarpacak şey, makineleşme ve bilimin üretime etkin katılımıyla işçinin atıl olmayacağıdır. Tersine çok daha üretken çok daha gelişmiş ve etken olduğudur. Emek üst olgunluk evrelerine bu gelişmeler aracılığıyla yükselirken, toplumsal rolünün arttığı gibi, kapitalist kıstasların işçisi olmaktan yavaş yavaş sıyrılmaya başlayarak, yeni dönemin emekçisi olma yönünde tarihi işlevini tamamlar.

“işçi üretim sürecinin başlıca faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bir bakıcı haline gelir” demek bu günün verileri itibariyle isabetli bir belirleme sayılmaz.

İkincisi; Bu sürecin sonunda, “Mübadele değerine dayalı olan üretim çöker” demek, oldukça tartışma götürür bir belirlemedir. Tersine, bu süreç, kullanım değerini öyle silikleştirir ki, üretimin temeli tüm çıplaklığıyla, enformasyon aracılığıyla, değişim değeri son haddine kadar yüksek olmayan hiçbir şeyin, kullanım değeri olmayacağı bir konum alır. Günümüz açısından, küresel üretimin etkinliğinin artışına paralel olarak, bilgi mübadelesinin vardığı aşama bunu göstermeye yeterlidir. Bu anlamda mübadele değerine dayalı üretimin bir üst aşamasına geçilmiş olur.

Üçüncüsü; Bütün bunların sonucu, kapitalizmin içinden ve ardından gelen bu süreçte, Marks’ın tahmin ettiği gibi, bireyselliğin özgürce gelişimi, bireyin kendisi için “serbest bırakılmış zaman” kazanımıyla sanatsal, bilimsel, eğitimsel gelişimine tekabül edecek bir yalıtılmış sonuç elde etmez. Tersine bireysel etkinliklerin artışıyla birey daha yoğun olarak toplumsal bir işlev kazanır. Sanat, bilimsel araştırma, eğitim, spor vb. insanla ilgili ve bireyle ilgili her şey, her türden hobi bile, enformasyon aracılığıyla mübadele edilebilen bir unsur haline gelir ve mübadele edilemeyen şeyin, kullanım değeri dahi kalmaz. Küresel üretim kapitalizmin içinden çıkıp gelmiş haliyle, bu günkü verileri itibariyle, bu yönde derinleşmektedir.

Dördüncüsü; üretimde mekanizasyonun egemen olması sonucu, “belirli bir emek çeşidinin işçiden makine kılığındaki sermayeye aktarılması ve bu transfer nedeniyle işçinin emek kapasitesinin değerini kaybetmesi, dolaysız olarak görülmektedir.” Belirlemesine katılmak oldukça güçtür.

Bu günün verileriyle emek kapasitesi büyük bir artış ve önem kazanmıştır. İvme, emek miktarının doğrudan doğruya üretime katılımı farklı biçimler alırken, ekonomik olduğu kadar toplumsal sonuçları da büyük bir ilerleme kaydetmiştir, değer kaybetmesi bir yana nitelik ve nicelik olarak gelişmiştir. Esik sistemin hala egemen olan konumunu ebedi olarak tutmak isteyenler, emeği değersizleştirecek yönetsel, siyasi ve kültürel girişimleri kesilmeden yapmaktadırlar. Ancak nafile, bilişim çağı öylesine hızlı gelişmektedir ki, mülkiyet daha da küçük birimlere ayrıldıkça emeğin rolü de değeri de artmakta, üretim dinamiği güçlenmekte ve en önemlisi kapitalist sermayenin denetiminden kaçarak küreselleşme sisteminin, yeni üretim tarzının bir unsuru olarak kendini ifade teme durumunda olmaktadır. Bu nedenle,“ancak büyük sanayi bir kez ileri bir düzeye ulaştıktan ve bütün bilimler sermaye tarafından esir alındıktan sonra” değil, tersine bundan özgürleştikçe, toplumsal sonuçları etkin olan bir mekanizasyon, gerçek anlamda tarihi bir ilerlemeyi temsilen gerçekleşme durumunda oluyor.

Çünkü, bilişim çağının sonuçlarıyla hantal hale gelen o dev kapitalist işletmeler yerine, küresel üretim sistemi, daha da küçük bir özel mülkiyetle, daha çok üretim, daha çok bilimsel veri katılımı ve daha evrensel ölçekte değişim ve dolaşımla tüm insanlığı birbirine bağlamakta, her kesin kazanabileceği bir ortam yaratılabilmektedir. Yani gerileyen yan (ki, bu tarihsel anlamıyla da kapitalist sistemdir), tüm bilimleri esir alarak, doğrudan emeği dışlayarak sömürü çarklarını döndürmeye çalışmasına karşı, küresel üretim sistemi bilimleri özgürleştirerek, toplumsal ve ekonomik işlevlerini artırmaya çalışmaktadır.

Artık fiber-optikler gibi bir çok tür üretim, küçücük bir mekanda, bir emek-düşün (sanal üretim>fiili üretim) uğraşısıyla, dev fabrikaların inanılmaz emekler ve maliyetlerle ürettiği, demir-çelik vb. madeni unsurlardan, bin kat daha dayanıklı ve uzun ömürlü olarak üretilmektedir. Dev kompleksleriyle bir matbaanın yapamadığını küçücük hacmiyle bir masa üzerinde lazerli renkli baskı aletleri, binlerce kat daha az maliyetle, binlerce kat daha az mekan kaplayarak üretebilmektedir. Bu örnekler hızla inanılmaz ölçekte çoğalarak, eski üretim ilişkisi yerini alma sürecini tamamlamaktadır. Bilim özgürleştikçe, sermaye boyunduruğundan kurtuldukça, üretim daha çok mekanizasyona girmekte, emek daha çok toplumsal bir etken ve üretken hale gelmektedir.

Bu konuyu burada noktalayacağım. (……..)

Başarı dileklerimle, baki selamlar. Mihrac Ural

Derleyen Faiz Cebiroğlu /
faizce@hotmail.com

Hiç yorum yok: