04 Mart 2008 Salı
21.Yüzyilda Insan ve Birey...
Yener Orkunoğlu ile Mihrac Ural tartışıyor…
İnsan gelişiminin yok edilmeğe çalışıldığı bir dünyada, insan / birey üzerine durmak, her zamankinden çok daha önemlidir. Önemlidir, zira tarihsel olarak, düşünerek, değişerek ve gelişerek ”insan” olan insan, ne yazık ki, şuan 21. yüzyılda emperyalist/kapitalist dünyanın açık saldırısı altındadır. İnsanı küçültmek ve ”insancık” hale getirmek için emperyalizm, dünyanın her tarafında, gerçek insanlığa karşı, amansız bir savaş yürütmektedir.
Örnek olsun, Irak’ın ve Afganistan’ın işgali ve bu bölge halkları üzerine atılan bombaların bir başka amacı da, insanı, ”insandan” çıkartmak içindir. Amaç açıktır: İnsanı küçültmek ve giderek ”kimliksiz” hale getirmektir.
Böylesi durumda insan, ”eylemde” insan oluyor. İnsan, emperyalizme/kapitalizme karşı direnerek, tekrar insanlaşıyor; insan, sürüler sistemine ”Hayır!” diyerek, insanlaşıyor.
Bu bağlamda, yaşadığımız bu sürüler dünyasında insan üzerine durmak, çok önemlidir. İşte, “Dostça ve Ortakça” köşesinin şimdiki konusu, 21. yüzyılda birey / insan’ dır. Çok değerli yazar Mihrac Ural ile değerli yazar Yener Orkunoğlu, görüşlerini, yine, bizlerle paylaşıyorlar.
Faiz CEBİROĞLU
21. YÜZYILDA İNSAN / BİREY:
Yener Orkunoğlu
Merhaba Mihraç
1. İlkin, birey konusunda çok önemli bir noktaya dikkat çekmişsin. Bu önemi şu şekilde dile getiriyorsun:
‘Ancak bilişim çağında bilgi, farklı bir konumda üretilmektedir. Bilgi üretimi ulusal sınırlar dışına taşmış, yüksek teknolojiyle iç içe insan aklının kollektif ürünü olarak insanlığın mübadelesine sunulmaktadır. Bilgi her evde, her mekanda ve zamanda mübadele edilen, kendi çağının üretim araçları olan bilgisayarlarla tarihin hiçbir üretim ilişkisinde olmayan bir hız ve nitelikte insanlığın hizmetine sunulmaktadır. George Gilder’in cümleleri bu gelişmeyi yeterince iyi şekilde özetler, “Teknoloji, doğası gereği, bütün kontrolü diktatörlerin eline vermemiş, aksine, insanlara yeniden güç kazandırmıştır. Emperyalizm, merkantilizm ve devletçiliğin gücünü yitirişi tüm insanlığa yarar sağlayacaktır. Günümüz bireyi, geçmişte kralların sahip olmadığı bir yaratım ve iletişim gücünü elinde bulunduruyor”. Bu gelişmeler bireyin rolüne olağan üstü bir dinamikte katmaktadır. Daha çok özgürleşen birey daha çok verimli bir toplumsal varlık oluyor. Değişik tür kollektivitelerin, devletçilik vb, yönelimlerin içinde kendini rahatça saklayabilen sorumsuz ve kısır birey artık mihenk taşında kendini gizleyemez hale gelmektedir.’
Birey ve ‘bilgi’ konusunda konusunda çok önemli şeyleri saptamış olmana çok seviniyorum. ‘Aklın yolu tektir’ sözünü sevmediğim halde, bazen insanların birbirlerinden bağımsız bazı sonuçlara ulaşmasına hayret ediyorum.
Evet bugün bireyin YARATIM gücü müthiş gelişmiştir. Bu çok doğru. Bireyin böylesi yaratım gücüne ulaşmasının nedenlerini kavramak çok önemli. Ama böylesi bireysel yaratım gücünün bazı sonuçları var. Bu sonuçlar üzerinde düşündün mü bilmiyorum? Yani bireyin YARATIM GÜCÜ ile Marx’ın artı-değer toerisi arasındaki ilişkiyi fark edebiliyor musun? (Biliyorsun, bu aralar MARX’I ANLAMAK kitabım üzerinde çalışıyorum. Klasik Ekonomi Politık ve Marx’ın EMEK kavramları arasındaki farkı açıklıyorum. Bu nedenle dikkatimi çekti. Şöyle ki, Marx’a göre zenginliğin kaynağı emek ve doğadır.
Marx’a (Adam Smith ve Ricardo’ya ) göre bir metanın değerini belirleyen şey o metada cisimleşmiş olan toplumsal bakımdan gerekli emek-miktarıdır. )
Bugün değer yasasında bazı değişimler olmuştur. Çünkü üretimin ve üretim gücünün niteliği değişmiştir. Marx, daha GRUNDRISSSE adlı eserinde, değer yasasının belli koşullar altında değişime uğrayacağını belirtiyordu. (GRUNDRİSSE’nin Türkçesi elimde olmadığından Almanca’sından çeviriyorum).
Marx şunları yazıyor: ‘Büyük sanayinin gelişmesi ölçüsünde, gerçek zenginliğin yaratılması, emek süresine ve kullanılan emek miktarına daha az bağımlı olur. Emek süresince harete geçirilen etkinliklerin gücü, zenginliğin yaratılmasında daha çok önem kazanır, ki bu etkinliklerin kendisi doğrudan emek süreci ilke bağlantılı değildir. Bu etkinlikler, daha ziyade bilimin genel düzeyine, teknolojinin ilerlemesine ve bilimlerin üretime uygulanmasına bağlıdır.’(Marx, Grundrisse, s. 592)
Marx, şunu dile getirir, bilimin üretimde kullanılması şu sonucu doğurur: Artık zenginlik, emek süresine ve kullanılan emek miktarına bağımlı olmaktan kurtulur. ‘Toplumsal bireyin gelişmesi, üretimin ve zenginliğin büyük temel direği olarak ortaya çıkar.’ (s. 593)
Değerli Mihraç. Konunun ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmek istedim. Bu nedenle 19. yüzyıldaki Marx’ın değer teorisinin günümüzde değişeceğine bizzat dikkat çeken Marx’n kendisi olmuştur.
Bu konuda şimdiye kadar ciddi bir araştırmaya rastlamadım veya dikkatimden kaçtı. Ama bu kon son derece önemli ve üzerinde durmamız gerekir.
2. Dikkat çekmek istediğim ikinci nokta ise şudur: Bireyi tek boyutlu almaktan kaçınmak ve diğer diğer boyutunu da görmek gerekir. Evet ekonomik-teknolojik alanda toplumsal bakımdan gelişmiş bir birey ortaya çıkmaktadır. Hegel’e göre, teknik praksis, toplumsal praksisi hazırlamak için önemlidir. Ama tek başına alındığında teknik praksis, toplumsal yeterli değildir. Hegel’in sözcüğünü kullanacak olursam, bu birey kendi ÖZBİLİNCİ’nin farkında değildir. Ama siyasi-toplumsal açıdan dönüşüm için, kendi eyleminin ÖZBİLİNCİNE varması gerekir. Yani teknik praksisin, toplumsal praksise ve toplumu değiştirme eylemine dönüşmesi kendiliğinden olmaz. Bireyin, toplumu daha başka evrelerden geçmesi gerekir.
(……..)
Ama 21. yüzyılda BİREY konusunu sürekli tartışmak gerekir diye düşünüyorum. Şimdilik bu kadar
Selamlar
Yener
Mihrac Ural
Değerli Yener,
İletini aldım sağ ol.
Daha öncede belirtmiştim, aklın yolu bir değildir diye. Aklın, doğruya ulaşmakta birçok yolu var ve bu yolların özgürlüğüne inanmadan, demokrasinin savunulamayacağına işaret etmiştim. Doğruya varmak için, tek yol yoktur. Akıl özgürlüğünden yola çıkarak, çok farklı yollardan aynı doğrulara varmak normaldir. Hatta, doğrular bile tek değildir derim. Bu açıdan çağımızın değerlendirilmesine, farklı yollarla da olsa, belli bir ortak paydada yaklaşıyor olmamız, normaldir. Bu ayrıca bizim kuşağın önemli bir kemsinin farklı yollarla aynı doğrulara yöneldiğini gösteren bir veri olarak kabul edilmelidir.
Bilirsin ki, bizim kuşak bir geçiş dönemi kuşağı olarak, kimlik bunalımlarının en yamanına çarpmıştır, yerden yere savrulmuş, kılıktan kılığa geçmiş, biline gelen tüm kıstaslarını kaybetmiştir. Tüm kuşağımız adına olmasa da, her birimiz kendi adına değişimi yakalama konusunda bir adım atabilme imkânı oluşturmuş ise, bu da dikkate değer bir gelişme olsa gerek. Zira geçmişin tüm mirasını üstünde taşımadan, bu gün için sağlıklı önermeleri yapmak pek köklü (asil) bir gelişim olmasa gerektir. Geçmişinin hata ve sevaplarını, onurluca savunmadan, kişinin bugün için iddiasında bulunacağı hiçbir şey kaale alınamaz.
(……….)
2. noktada, birey-toplum ilişkisinden bireyin toplumsal rolüne vurgunun, teknik gelişmelerin toplumsal işlevdeki rollerine göre önemini belirtmek üzere:
“Bireyi tek boyutlu almaktan kaçınmak ve diğer diğer boyutunu da görmek gerekir…
Yani teknik praksisin, toplumsal praksise ve toplumu değiştirme eylemine dönüşmesi kendiliğinden olmaz. Bireyin, toplumu daha başka evrelerden geçmesi gerekir.” Diyorsun.
Umarım yazılarımdan, bilişim çağı verilerinin, birey etkinliğinin, toplum işlevlerinin yerine geçtiği gibi bir sonuç çıkartmıyorsun. Ya da tersi, gelişen teknoloji ve bilgi birikimi işlevlerinin bireyden tamamen bağımsız, bir toplumsal rol oynadığı türden, bir anlam çıkartmıyorsundur.
Yazılarımda bireyin artan toplumsal rolünde bilişim çağının verilerine verdiğim önem, bu verilerin, bireyi her türden eylemsel işlevleriyle, daha çok toplumsal sonuçları olan bir varlık haline dönüştürdüğünü anlatmaya çalıştım. Birey daha etken olmuştur dedim ve bireyin artan toplumsal rolü, kolektif insan akıl ürünlerini doğru kullanabildiği ölçüde vardır sonucuna gittim. Doğa, sosyal faaliyetlerde bulunabilecek bir makineyi henüz yaratamamıştır. Bir üreteci güç olarak, doğanın ürünü olan insan dışında, toplumsal rollerde, bu araçların kendi hallerinde yapacakları tek şey paslanmaktan ibarettir ve bu gün emperyalist güçlerin elinde topluma karşı olduğu kadar, bireye karşı da böylesi bir konumun, paslı ve gerici bir silahı olarak rol aldıklarına dikkat çektim. Bunu “devrimcilik ve devletçilik” başlıklı makalemde şöyle dile getirdim:
“Gelişmeler bireyin rolüne olağan üstü bir dinamikte katmaktadır. Daha çok özgürleşen birey daha çok verimli bir toplumsal varlık oluyor. Değişik tür kollektivitelerin, devletçilik vb, yönelimlerin içinde kendini rahatça saklayabilen sorumsuz ve kısır birey, artık mihenk taşında kendini gizleyemez hale gelmektedir. Burada güçlenen bireysellik, hiçbir şekilde kendi dar çıkarları için her şeyi tepeleyen, bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler türünden kapitalist liberalizmin bireyciliği değildir, olamaz da. Burada bireysellik, özgürlüğü ve bilgiyi daha çok üretime ve toplum yararına dönüştüren evrensel ölçekte kendini değerlendirebilmenin kolektif çabasıdır. Bu süreçte, imece örtüsü altında kaytarmaca yoktur. İşte ahlakta böyle bir evrim sürecinde kendini bilişim çağında yeniden tanımlama durumunda olmaktadır.”
Birey “özbilinci”nin oluşum ve eylemini belirleyen nesnel veriler, tarihsel olarak gerçekleşen bu büyük dönüşümden kaynaklanır. Enformasyon çağının, bilgi toplumunun oluşumunda oynadığı rolün bireye doğrudan yansımasıdır. Bu gelişim soyut ölçekte bilince yansıması yeterli değildir. Bireyin bu gelişimle işlevlenmesi, pratik olarak bilince çıkan olguların toplumsal işlerlikte dönüşümünü sağlaması gerektir. İşte bu, çağı yakalamanın başka adı olduğu kadar, toplumsal dönüşümünde temel yoludur. Birey bir toplumsal varlık olarak yerine getirmekle yükümlü olduğu işlev budur. Ancak bu işlevi toplumsal ilerleme ve dönüşüm için değil de, dar çıkarlar için bir araca dönüştürülme ihtimali, hiçte az değildir. Bu ise tarihin diyalektiğidir. Mücadelenin, bu karşıtlar birliği içinde cereyan etmesi doğanın yapısındadır. Biz bu satırlarda, bilişim çağı verilerinin bireye büyük bir toplumsal işlev ve dönüşümcü güç verdiğine işaret etmekteyiz.
Bu konu açılmış olması nedeniyle önemli gördüğüm bazı belirlemeleri aktarmalıyım. O da, evrensel gelişmelere bu pencereden bakınca, siyasal, örgütsel, sanatsal, ekonomik, toplumsal vb. insanlığın ilgili olduğu tüm fenomenlere farklı bir açıdan bakmak durumda olacaktır. Bu noktada devrim ve devrimcilik, örgüt ve üyeliği ve buna bağıl tüm uzantıları farklı algılama durumuyla karşı karşıya kalınacaktır. Basitçe ifade edecek olursam, hiçbir siyasi kararın ne çapta ve anlamda olursa olsun devrim yapamayacağı sonucuna varmak güç olmaz. Devrim tarihsel bir dönüşümdür. Hiçbir siyasi karar ya da öznel eğilimle geri dönülmesi mümkün olmayandır. Hep tekrar ettim bir daha belirteyim, Parlamenter sistemin krallığa karşı gerçekleştirdiği devrim, motorlu aracın motorsuz araca karşı gerçekleştirdiği devrim, bilgisayar iletişimin, PTT sistemine karşı gerçekleştirdiği devrim, vb. tür tarihsel ve geri dönülmez devrimler, bu çağın devrimci algılayışını şekillendirmelidir derim. Enformasyon çağının bilgi toplumunda (bilişim çağı), kim tarafından yapılırsa yapılsın, bir gece ansızın yapılan darbeler, askeri zorla, kızıl ordu tarafından da yapılsa, her türden siyasi dönüşümler devrim değildir; bunlar, sonu devirenin devrildiği birer vakadan başka bir şey değildir. Ne kadar abartılırsa, abartılsın, olumlu tüm yanları bu girişimleri devrim olarak tanımlayamaz. 1990 da görüldüğü gibi, bir gece ansızın gelen siyasal devrimler bir başka, gece ansızın geldiği yere dönmekteler.
Siyasi programlarımızı düzenlerken, çağın verileri ışığında, topluma, uğruna mücadele edebilecekleri gerçekçi talepler belirlemeliyiz. Yeri geldikçe bunu da birer birer, günümüzde tespit edilebilecek ölçüler içinde aktarmaya çalışacağım. Bunlar içinde çok önemsediğim, bilgi mülkiyeti, bilgi mülkiyetinin genişletilmesi için oynanması gereken bireysel ve toplumsal rolleri, önerilebilir yasa ve kurumsal yapılanmaları belirtebilirim. Bilgi mülkiyeti ve küresel üretim arasındaki ilişkinin şekillendireceği yeni uygarlık sürecinde, toplumun nasıl bir yer alacağına ilişkin belirlemeler, aynı kapsam içinde mütalaa edilebilir.
Bu kısımda, seninde üzerinde dikkatlice durulmasına işaret verdiğin, öznel öğenin rolü de burada doğar. İnsan iradesinin toplumsal etkinlik sürecinde aldığı yerin belirlenmesi de buna bağlıdır. Bireyin toplumsal işlevleri için Öz-bilince varma olayı, bu anlamda algılanmalıdır derim. Bütün bu belirlemeler, bireyin artan toplumsal işlevine birer göndermedir.
Hegel’in kavramlarını özbilinçle ilgili olarak kullanman üzerine, okuyucunun da bu tarihi arka planı daha net görmesi için, Hegel’in bu konudaki yaklaşımlarının, çok daha farklı olduğunu belirteceğim. Bilindiği gibi, Hegelci düşünce, iki yönlüdür. Ancak olguları diyalektik bir mantıkla kavrama yönelimi, her zaman idealist yaklaşım lehine bir sonuç üretmiştir. Hegel’in diyalektiği insan düşünsel alemine önemli bir katkı yaptığı kesindir. Ayakları üstünde ya da başı üstünde doğayı ve toplumu kavramada müthiş bir öğrenim formu getirdiği kesindir. Ancak, bireyin rolü Hegelci düşüncede, kendinden şey olarak belirir, bu bireyi tanrısallaştırsa da, toplumsal işlev ve dönüşümdeki yerini oldukça öznel kılar. Bilginin kavramsal olduğu iddiası, kavramsal olanın duyumların, deneyle elde edilmiş sonuçların değil de ussun ürünü olduğu belirlemesi, bilgiyi nesnel varlığından koparıp ussal düzleme oturtması, objektif verilerin kararsız, öznel tercihlere tabi olmasıyla sonuçlanan bir özelliğe indirgemiş olur. Buradan var olan gerçekleri ve onun ihtiyaçlarını, tarihin nesnel veriler sonucu gerçekleşen ya da gerçekleşmesi gereken dönüşümlerinde bireyin rolünü ve işlevini, keyfiliğe kadar itelemiş olur. “felsefe varlığın kendi kendin düşünmesidir” belirlemesi, nesnel varlığın düşüncedeki rolünü yadsımaya, düşüncenin hem madde hem formu olması gibi kendinde bir şey haline gelerek fasit bir daireye oturur. Buradan sadece bilinç için bir madde vardır. Bilinç dışında bir madde yoktur ve varsa bilinçle bilinemezdir sonucuna varılır. Buradan da, doğanın ve bilginin artık tamamlanmış olduğuna sonucu çıkarılır. Bu noktada Hegel diyalektiği baş aşağı duracak, hareket ve çelişkinin, zıtların birliğinin kendi içinde, düşünce labirentlerinde kısır bir döngünün tekrarı olması kaçınılmaz olacaktı. Bu da Hegelci idealizminin, mistizme yuvarlanışıydı. Hegel “Formsuz (şekilsiz) madde soyut bir şeydir. Böyle bir maddeyi görmek, duymak,vs… olanaksızdır. Görülen ya da duyulan bir belirlenmiş maddedir. Yani belli bir forum taşımış maddedir.” (Atilla Tokatlı, çağdaş diyalektiğin kaynağı Hegel s:65) bilinçle kavranabildiği ölçüde madde vardır, düşünce dışında madde yoktur, diyor.
Bu algılayış, öz bilinci nesnel varlığın bir sonucu olarak algılamaması nedeniyle insan eyleminin tarihi yarattığı gibi bir sonuca gitmesi kaçınılmaz olur. Bireyin tarihsel olduğu kadar toplumsal rolü de, ayakları havada bir abartmanın balonu olarak yerini alır. Tarihte, bireylerin tarihi olur çıkar. Oysa, bireyin tarihteki rolü nesnel verilerin belirlediğinden öte değildir. Nesnel veriler olgunlaştıkça, öznel veriler ya da öz bilinç, oynaması gereken rolü oynamayı başarabilir. Bu veriler olgunlaşmadan hiçbir iyi niyet, üstün bilgi ve soyutlama, kime ait olursa olsun, gerçekleşebileceğin üstünde bir sonucu üretemez. Bundan dolayıdır ki, insan bilinicinin gelişimi, kendini aşması, ussal verilerine yansıyan nesnel verilerin dürtüleriyle gerçekleştir. Bu verilerin dürtüleri duyumları ve algılayışları olmadan, bireyin düşünsel eyleminin yapacağı hiçbir etkinlik yoktur. Kavramları doğuşu, tas tamam bu nesnel ihtiyaçların, bilinçte yarattığı soyutlamalardan ibaret olması da bundandır. Usun olgunlaşması da, bu anlamda toplumsal işlevlerinin artması da, ussun dar labirentleri içinde cereyan eden diyalektiğinin bir sonucu değil, nesnel varlıkların diyalektik süreçlerinden bilince yansıyan ve bunun sonucu gelişen bir durumdur. Bunun için, özbilinç dışında bir nesnel varlıklar ilişkisi olmadan, ne kavramlar ne de özbilinç olması mümkün değildir.
Tarihte insanlık için çok yararlı gibi görülen büyük, ütopik insani değer ve erdem yapılanma önermelerinin ayakta kalamamasının nedeni de budur. Ekim devriminden bu güne, her araçla yapılan öz iradeci müdahale ve dönüşümün, kalıcı hiç bir toplumsal dönüşüm üretememesinin nedeni de budur. Tersi için de geçerlidir, bir kez nesnel veriler belli bir olgunluk düzlemine ulaşıp ihtiyaç duydukları düşünsel olguları, kavramları, sıfatları yarattıktan sonra onları yadsımak, gerisin geriye itecek öznel çabalarda bulunmak hiçbir sonuç vermez. Bu iki karşıt konum, tarihte düşüncenin nesnel gelişmelerin bir ürünü olarak gündeme geldiğini anlatmaya yeterlidir.
Bu noktada Marksist algılayışta praksisin rolü anlaşılır. İletinin bu bölümünde “Hegel’in sözcüğünü kullanacak olursam” diye belirttiğin, Hegel’de de var olan bu kavram, Marks’ın yaklaşımında, ister maddeci ister idealist olsun “felsefenin dünyayı değil, dünyanın yorumlarını değişikliğe uğratma” (Henri Lefebvre, Marks’ın Sosyolojisi s: 37), yani seyirci konumuna, “teoride kalan soyut düşünce” olmaktan öteye geçmeyen tarihi konumuna, son veren bir edim, eylem, karşılıklı etki, devrimci dönüşüm olarak yerini almıştır. Amaç, dünyayı soyut olarak yeniden tanımak ya da tanımlamak değil, onu değiştirmektir. İşte iki öz bilinç ve iki ayrı işlevi budur; bu da iki büyük felsefi okul arasındaki ayrımı tanımlayan en temel yaklaşımdır.
Bu açıdan, bireyin (her bireyin değil), toplumsal işlevlerini özbilince çıkartması kaçınılmaz bir sonuç olacağı gibi, bu bilinçle de, değişim için öznel çabaların rolü mutlaka olacaktır. Tarihte, bu yünde ilerleyecektir. Somut birey açısından, şu yada bunun farklı konumda olması bu genel ilkeyi değiştirmeyecektir. Bilişim çağı, kendi öznel iradesini ve eylemini yaratması kaçınılmazdır diyeceğim. Buna güvenmek gerek diyeceğim. Bu, kendiliğindenciliğe teslim olmak ya da pasif olmak değil, aktif olacağı muhkem olanlara yetişmek için, pasif olanların da harekete geçmesi açısından bir dürtüdür.
Bu yöndeki düşüncenin zaman zaman bireyi ve iradesini nesnel verilerin kuklası haline çeviren tehlikeleri olduğunu da unutmamak gerek. Bu tehlike karşıtıyla aynı madalyonun farklı yüzleridir. Bireyin, toplumunu aştıkça, toplumsal bir işlev görebileceğine inanan bu satırların yazarı, toplumun koşulladığı, dayatmalardan, sınırlamalardan, özgürleşebilen, çağının verileriyle, bilince çıkarttığı algılayışlarla, toplumsal bir etkinlik içinde olan bireyin etken bir birey olduğu inancındadır.
Burada ince bir denge bulunmaktadır. Bir yandan toplumun sınırlarını aşma durumu diğer yandan toplumsal işlev içinde olma durumu vardır. Doğal olarak, bu süreç, yani bireyin özgürleşmesi sonuna kadar gittikçe, toplumun özgürleşmesine kadar uzanan bir süreçle taçlanacaktır. Bir diyalektik süreç olarak, kendini ifade eden bu veriler, bireyin toplumsal rolünün sınır ve sınırsızlığına da, bir çerçeve çizmiş olur. Bu anlamda bireyin özgürlüğü tek başına, tarihsel hiçbir rol onayamaz demek yanlış olmayacaktır. Bu denge tarihin ilerleme dengesidir. Bu dengenin sağında toplumun sınırlarına mahkum olanlar, solunda ise özgürlüğün amacını kaybedenler vardır; doğru yerde durmak, toplusal sınırlamalar karşısında özgür olmak kadar, özgürlüğü bir toplumsal işlev için amaçlandırmayı gerektirir.
Burada bireyin rolü ve postmodernistlerin algılayışlarını yeniden uzun uzun belirtmeye gerek yok sanırım. Bireyin gerçekçi rolleri nesnel gelişmelerin bir ürünü olarak, çağdaş bireyin bunları bilince çıkartabildiği ölçüde pratikleşebilen özellikler taşımasına karşı, postmodernistlerin bireyin her türden etkinliğini ve eylemini bireyin sanal, inançsal, kendi iç ussal ilişkilerinin ürünü olan birer sonuç olarak algılamaları arasındaki fark, bu çağın iki temel algılayış farklılığına bir işarettir. Nietzsche’nin yeniden keşfedilmesi ve üstün insan esprisinin yeniden tedavüle geçmesinin, postmodernist konumu buradandır. “özgürlük ya da hiçlik” denklemi, ayakları üzerinde basmayan bireyin, toplumsal etkinliği amaç edinmemiş eyleminin kendini ifade etme biçimlerinden biridir. Bu algılayışta düşüncede başlayan ve düşüncede biten, sanal alemin, sınırsız gibi görülen, etkinlikten yoksun edilgenliğidir. Oysa etkin birey, özgürlüğünü nesnel verilerden alan, sanalı fiziki eyleme dönüştürme amacıyla toplumsal bir işlev gören bireydir. Enformasyon ve bilgi çağının bireyi, çağının ona kazdırdığı özgürlüğü fiili sonuçlarına götürebilen bireydir. Diğer türden bireyler, zaten tarihin her döneminde marjinal olarak var olmuş, ilgi çekmiş, hala anılan bir şöhret kazanmış, ancak etken olamamış bireylerdir. Buna, bir ucundan hegelci idealizmin yaptığı katkıyı da eklemek yanlış olmayacaktır. Unutulmamalı ki, 19.yy felsefeleri, materyalizm de dâhil olmak üzere birbirleriyle iç içe, kavramsal ortaklık kadar algılayış paydalarında da önemli ortaklıkla sahiptir. 20-21. yy da bunun devamını görmek güç değildir.
Bu satırların yazarı, materyalist felsefi okul mensubudur, ancak, hegelci felsefe, Nietzsche, birçok alanda postmodernist yaklaşımlar ve insanlığın kültürel birikimlerinde etkin yeri olan diğer yaklaşımların uzlaşmaz bir karşıtı olduğunu iddia edemez. Her büyük ve kapsayıcı felsefenin, toplumsal açıdan göreceği işlevlerin olduğuna ve insanın entelektüel birikimlerine önemli katkıları ve bireyin toplumsal eylemine çok yönlü etkinlikleri olduğuna inanır.
Bu kısmı şöyle bağlayabilirim, bilimsel ve teknik devrim ve sonuçları henüz bireyin toplumsal işlevlerinin yerini alabilecek bir makine, araç üretemediğinden dolayı, bireyin emeği ve rolü, sosyal yaşamımızın temel maddesi olmaya devam etmektedir. Bunun için bireyin işlevi toplumsal işlevlerimizin oluşumda zorunlu bir koşul olarak yerini almaya devam ediyor. Bireyin rolünde derinlemesine ve genişlemesine artan etkinlik, aynı zamanda, toplumsal hareketimizin çeşitlenmesine de yol açmaktadır. Çağın verilerini doğru algılayan bireyin özgürlüğü, toplumsal ilerleyişimizin temel taşıdır. Bu işlevin, dünyayı yorumlamakla kalmayıp değiştirmesi için gerekli müdahalesi, mücadelesi, edimi ve yaptırımı, tarihsel ilerleme için olmazsa olmaz bir koşuldur.
1.noktada, dile getirdiklerin üzerinde ise şunları söyleyebilirim. Marks’ın sanayinin gelişmesi sonucu, üretimde emek katkısının alacağı yeni konuma ilişkin göndermeleri, tabi ki çok önemlidir. Henüz sanayi devrimini yeni yapmış bir kapitalist sistemin gelişim seyri içinde gösterebileceği değişimleri tespit etmek, derin bir kavrayışı dile getirmektedir. ((( “Marks’ı Anlamak” başlıklı bir kitap çalışması yaptığını belirttiğin için de, önemli olduğunu sandığım, bu konuyla ilgili bazı belirlemeleri, aşağıda, aktarmalardan sonra yapmam gerekecek))).
Çok önemli olmasına rağmen, ülkede çok az kişinin okuduğunu sandığım Grundrisse (ana hatlar, taslak), gerçekte Marks’ın alt başlıkta adlandırdığı “Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma”, Marksist ekonomi politiğin temel taşlarından biridir. Ve bu yazın defterlerinin, 1857 ağustos-1858 mart gibi kısa süre içine sığmış olması, yapılmış olan hazırlığın bilgi hazmedişin önemli bir ifadesidir. İletinde yaptığın aktarmanın elimdeki Türkçe basımı, Sivan Nişanyan’ın, Birikim yayınlarından 1979 tarihli çevrisinde sayfa, 651-652 de yer almaktadır. Bundan önceki sayfada, aynı konu üzerine bazı göndermeler ve aktardığın sayfalarda da kimi özgün aktarımlar bulunmaktadır. Bizi izleyecek okuyucunun konuya iyice vakıf olması için Almancadan yaptığın aktarmayı, aynı anlamda olmasına rağmen, yapacağım belirlemelerin kaynağı Türkçe tercüme olduğundan, Türkçe tercümedekiyle birlikte tekrar vereceğim.
Almanca aslından aktarma:
“Marx şunları yazıyor: ‘Büyük sanayinin gelişmesi ölçüsünde, gerçek zenginliğin yaratılması, emek süresine ve kullanılan emek miktarına daha az bağımlı olur. Emek süresince harete geçirilen etkinliklerin gücü, zenginliğin yaratılmasında daha çok önem kazanır, ki bu etkinliklerin kendisi doğrudan emek süreci ilke bağlantılı değildir. Bu etkinlikler, daha ziyade bilimin genel düzeyine, teknolojinin ilerlemesine ve bilimlerin üretime uygulanmasına bağlıdır’(Marx, Grundrisse, s. 592).
“Marx, şunu dile getirir, bilimin üretimde kullanılması şu sonucu doğurur: Artık zenginlik, emek süresine ve kullanılan emek miktarına bağımlı olmaktan kurtulur. ‘Toplumsal bireyin gelişmesi, üretimin ve zenginliğin büyük temel direği olarak ortaya çıkar.’ (s. 593)”
Türkçe çevrisinden aktarma (Senin aktardığından bir cümle öncesinden başlıyorum):
“Direkt emek süresinin, harcanan emek miktarının, zenginlik üretiminde belirleyici faktör olması, bu üretimin ön varsayımıdır ve ön var sayamı kalır. Buna karşılık, büyük sanayi geliştikçe, fiili zenginlik üretimi, giderek emek süresinden ve harcanan emek miktarından çok emek işlemi sırasında harekete geçirilen faktörlerin gücüne bağımlı olmaya başlar. Bu faktörlerin (poweful effectiveness)i ise, üretimlerinde harcanan direkt emek süresiyle tamamen orantısızdır, daha çok bilimin genel durumuna ve teknolojinin, yani bu bilimin üretime uygulanışının ne derece ileri olduğuna bağlıdır” (Marks, Grundrisse, s:651)
İkinci cümleni tam olarak bulamadım. Bir sayfa sonra “Toplumsal bireyin gelişmesi” diye başladığın cümle, bana çok farklı gelen bir anlamda, bir sayfa sonra şu şekilde yer alıyor:
“işçi üretim sürecinin başlıca faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bir bakıcı haline gelir. Bu dönüştürme sürecinin üretimin ve zenginliğin büyük temel taşı, ne işçinin harcadığı direkt insan emeğidir, ne de emeğin süresi; temel, insanın toplumsal bir varlık olarak kendi genel üretim gücünü, doğa bilgisini ve doğa üzerindeki egemenliğini kendi malı haline getirmesidir- tek kelimeyle toplumsal bireyin gelişmesi.” (Marks, Grundrisse, s: 652)
Buradaki yaklaşım, işçinin direkt emeğinin artık üretimin ve zenginliğin oluşmasında temel bir rol oynayamayacağına haklı bir işaret olarak belirlenmektedir. Tabi, dikkati çekecek bir unsurda, bilim ve teknolojinin üretim sürecinde hızla ilerleyen bir faktör olmasıyla birlikte, bilimsel anlamıyla kapitalist işçinin (bana göre kapitalizmle birlikte), yavaş yavaş tarihe gömülmesiyle sonuçlanacak bir süreci ifade eder. Marks bunu tam olarak dile getirmiyor, işçinin direkt emeğinin gerilemesiyle, makineleşme arasında derinleşecek çelişkiden bahsedip (“Binaenaleyh, işçilerin makineleşmeye karşı mücadelesi.” (Age. S:650), “Disposable time”, yani serbest zaman, istenildiği gibi harcanacak süre ile bireysel hobilerini sanat, bilim, resim, eğitim, vb. yanları geliştirme yönünde bir açılımın olacağını belirtmektedir. Bu ise sanki işçi olmayı, işçi sınıfını tarihsel gelip geçici bir kategori değil de, sonunda muradına erecek az emek sarf ederek, mutlu olacağı her şeyi yapabileceği bol zamanı kazanacak bir sonuçtan bahsediyor gibidir. Bu yönde bir müjde veriliyor gibidir.
(………..)
Yeniden Grundrisse’ye dönecek olursak, Marks’ın teknolojik ve bilimsel gelişmelerin üretimde yapacağı etkinlikleri çok önemli bir gözlemle belirttiğin görürüz. Üstelik henüz sanayi devriminin etkinliklerini yeni yeni göstermeye başladığı bir kesitte. Ki bu, kendini “makineleşme ve büyük sanayi” komplekslerinde ifade ediyordu. Henüz, “bilimsel ve teknik devrim”e ait hiçbir veri yoktu. İlerleyen teknoloji makineleşmekten ibaretti, ne elektrik enerjisi biliniyordu, ne de transistorlar keşfedilmişti, atom çağdaş anlamda hiç bilinmiyor enerjisine ait hiçbir veri yoktu, uzay ve teknolojisi, hayal aleminin hikayelerinden öteye geçmemişti, bilim henüz alt yapısını oluşturma yönünde elementleri dahi keşfetmemiş yapıları hakkında bir şey bilinmiyordu. Makineleşmenin verdiği ivme ile sanayi devriminin ürünleri, bir şeylerin değişeceğine önemli göndermeler yapıyordu, o kadar. Buradan, bir şeylerin değişmeye gideceği kestirilmeye çalışılırken, asıl önemsenen, var olan ve gittikçe güçlenen kapitalizmin çözümlenmesiydi. Oysa bu gün, bilimsel ve teknik devrim de aşılmış, bilgi çağı ve toplumları gelişmekte, enformasyon, çağın tüm bilgi değerlerini insanlık hizmetine sunmak üzere muazzam bir dolaşım dinamiği yaratmış, dünyamız küçük bir köye dönüşmüştür. Bunun en önemli sonuçlarından bir de, bilgi üretimi ve dönüşümü dahil, her türden üretimin çizelgesi ve sistemi tarihin önceden tanık olmadığı bir tarz almaya başlamıştır. Küresel üretim aşamasına geçilmiştir ki bu üretim tarzı, yaygınlığı açısından değil, tüm sistematiği itibariyle, nitelikçe, tarihin önceki tüm üretim tarzlarından farklı olarak, insanlık yaşamında, bu çağın temel üretim ilişkisi olarak yerini almaktadır. Burada dönüşümler, Marks’ın yaşadığı çağın çok ilerisindedir ve verileri de nitelik olarak, oldukça farklıdır.
Marks, Grundrisse’de makineleşmenin olası sonuçları üzerine yaptığı belirlemelerin çarpıcı yanlarının daha iyi kavranması için birkaç alıntıyı daha aktarıp, marsın vardığı sonuçlarla günümüzün ortaya çıkarttığı sonuçların karşılaştırmasını yapmaya çalışacağım.
Marks makineleşmenin önemini gören algılayışı, Grundrisse’de buna ilişkin 650. sayfada “Makine ve canlı emek. (Bilimsel araştırma mesleği.)” gibi bir başlık atmasına yol açmış. Bu ve benzeri başlıklar altında Marks, ilgilendiğimiz konulara kıs kısa açıklamalar yapmıştır. Bunları ardı ardına sıralarsak şunları görürüz,
“Eskiden işçi tarafından yapılan aynı işi şimdi makinanın yapmasını mümkün kılan, bir yönüyle, mekanik ve kimya yasalarının doğrudan doğruya bilimden kaynaklanan analizi ve uygulamasıdır. Buna karşılık, mekanizasyonun bu yolla gelişmesi, ancak büyük sanayi bir kez ileri bir düzeye ulaştıktan ve bütün bilimler sermaye tarafından esir alındıktan sonra, var olan makineler öbür tarafta zaten büyük kaynaklar sağlıyorken söz konusu olabilir. Bilimsel araştırma o zaman bir meslek niteliğini kazanır ve bilimin doğrudan doğruya üretime uygulanması, araştırmaya yönlendiren ve teşvik eden belirleyici perspektif haline gelir.
İşbölümü aracılığıyla, işçinin işlevleri giderek o ölçüde mekanik hale getirilir ki, belli bir noktada artık mekanizma onun yerine geçebilir (economy of power konusuna). Burada, belirli bir emek çeşidinin işçiden makine kılığındaki sermayeye aktarılması ve bu transfer nedeniyle işçinin emek kapasitesinin değerini kaybetmesi, dolaysız olarak görülmektedir. Binaenaleyh, işçilerin makineleşmeye karşı mücadelesi. Eskiden canlı işçinin olan etkinlik, makinenin etkinliği haline gelmektedir. Sermayenin emeği kendine mal edişi (vücudu aşkla dolar gibi) özümleyişi-burada en kaba biçimiyle işçinin karşısına dikilmektedir.” (Age. s;650)
“Emek, üretim sürecinin içsel bir öğesinden çok, üretim sürecinin denetçisi ve düzenleyicisi konumunu almaya başlar.
“İşçinin işi artık işlenip değiştirilmiş bir doğa nesnesini aracı bir uzuv gibi kendisi ile nesne arasına sokmak değildir; sınai bir süreç haline getirilmiş olan doğal sürecin bizzat kendisi, işçi ile-böylece egemenliği altına aldığı- inorganik doğa arasına sokulur. İşçi üretim sürecinin başlıca faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bir bakıcı haline gelir.
“Dolaysız biçimiyle emek zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıkınca, emek süresi zenginliğin ve dolaysıyla mübadele değeri kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır.
“Mübadele değerine dayalı olan üretim çöker ve dolaysız maddi üretim süreci sefalet ve anti tez biçimlerinden kendini kurtarır. Bireysellik özgürce gelişir.” (Age. s; 652)
Görüleceği gibi, Marks, bilimin ve teknolojinin gelişimini önceden gözlemlediği tartışma götürmez bir gerçektir. Bu verileri 150 yıl önce dile getirmek belikli, büyük bir bilimsel ön görü olarak önümüze gelmektedir. Ancak bu gelişmelerden çıkacak sonuçlar, tartışa götürür niteliktedir.
O gün için Marks’ın önündeki sorun, gelişiminin olgun evresinde, kapitalist sistemi üretimi süreci açısından olduğu kadar, sermaye, emek, değer, meta ve diğer unsurları ekonomik ve toplumsal ilişkiler içindeki işlevlerini tanımlamaktır. Bir sistemi olduğu gibi çözümlemektir ki, bunu yapmıştır. Ancak, bunun ötesindeki gelişmeler ve olası sonuçları üzerindeki belirlemeleri, ele aldığı konuların temel unsurları olarak görmemiştir. Oysa bu gün bizi ilgilendiren de tas tamam budur. Kapitalizmin bağrında doğup gelişen ve hızla egemen olması muhkem olan, yeni bir üretim tarzının tüm özellikleriyle belirlenmesidir. Kapitalist üretimden çıkıp gelmiş haliyle küresel üretimin özelliklerini tanımlamaktır. Bu noktada, Marks’ın makineleşmenin üretimde yaygınlaşmasının yaratacağı sonuçlarla ilgili belirlemelerinin bu gün itibariyle isabetli olduğu söylenemez.
Birincisi; okuyucunun gözüne ilk çarpacak şey, makineleşme ve bilimin üretime etkin katılımıyla işçinin atıl olmayacağıdır. Tersine çok daha üretken çok daha gelişmiş ve etken olduğudur. Emek üst olgunluk evrelerine bu gelişmeler aracılığıyla yükselirken, toplumsal rolünün arttığı gibi, kapitalist kıstasların işçisi olmaktan yavaş yavaş sıyrılmaya başlayarak, yeni dönemin emekçisi olma yönünde tarihi işlevini tamamlar.
“işçi üretim sürecinin başlıca faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bir bakıcı haline gelir” demek bu günün verileri itibariyle isabetli bir belirleme sayılmaz.
İkincisi; Bu sürecin sonunda, “Mübadele değerine dayalı olan üretim çöker” demek, oldukça tartışma götürür bir belirlemedir. Tersine, bu süreç, kullanım değerini öyle silikleştirir ki, üretimin temeli tüm çıplaklığıyla, enformasyon aracılığıyla, değişim değeri son haddine kadar yüksek olmayan hiçbir şeyin, kullanım değeri olmayacağı bir konum alır. Günümüz açısından, küresel üretimin etkinliğinin artışına paralel olarak, bilgi mübadelesinin vardığı aşama bunu göstermeye yeterlidir. Bu anlamda mübadele değerine dayalı üretimin bir üst aşamasına geçilmiş olur.
Üçüncüsü; Bütün bunların sonucu, kapitalizmin içinden ve ardından gelen bu süreçte, Marks’ın tahmin ettiği gibi, bireyselliğin özgürce gelişimi, bireyin kendisi için “serbest bırakılmış zaman” kazanımıyla sanatsal, bilimsel, eğitimsel gelişimine tekabül edecek bir yalıtılmış sonuç elde etmez. Tersine bireysel etkinliklerin artışıyla birey daha yoğun olarak toplumsal bir işlev kazanır. Sanat, bilimsel araştırma, eğitim, spor vb. insanla ilgili ve bireyle ilgili her şey, her türden hobi bile, enformasyon aracılığıyla mübadele edilebilen bir unsur haline gelir ve mübadele edilemeyen şeyin, kullanım değeri dahi kalmaz. Küresel üretim kapitalizmin içinden çıkıp gelmiş haliyle, bu günkü verileri itibariyle, bu yönde derinleşmektedir.
Dördüncüsü; üretimde mekanizasyonun egemen olması sonucu, “belirli bir emek çeşidinin işçiden makine kılığındaki sermayeye aktarılması ve bu transfer nedeniyle işçinin emek kapasitesinin değerini kaybetmesi, dolaysız olarak görülmektedir.” Belirlemesine katılmak oldukça güçtür.
Bu günün verileriyle emek kapasitesi büyük bir artış ve önem kazanmıştır. İvme, emek miktarının doğrudan doğruya üretime katılımı farklı biçimler alırken, ekonomik olduğu kadar toplumsal sonuçları da büyük bir ilerleme kaydetmiştir, değer kaybetmesi bir yana nitelik ve nicelik olarak gelişmiştir. Esik sistemin hala egemen olan konumunu ebedi olarak tutmak isteyenler, emeği değersizleştirecek yönetsel, siyasi ve kültürel girişimleri kesilmeden yapmaktadırlar. Ancak nafile, bilişim çağı öylesine hızlı gelişmektedir ki, mülkiyet daha da küçük birimlere ayrıldıkça emeğin rolü de değeri de artmakta, üretim dinamiği güçlenmekte ve en önemlisi kapitalist sermayenin denetiminden kaçarak küreselleşme sisteminin, yeni üretim tarzının bir unsuru olarak kendini ifade teme durumunda olmaktadır. Bu nedenle,“ancak büyük sanayi bir kez ileri bir düzeye ulaştıktan ve bütün bilimler sermaye tarafından esir alındıktan sonra” değil, tersine bundan özgürleştikçe, toplumsal sonuçları etkin olan bir mekanizasyon, gerçek anlamda tarihi bir ilerlemeyi temsilen gerçekleşme durumunda oluyor.
Çünkü, bilişim çağının sonuçlarıyla hantal hale gelen o dev kapitalist işletmeler yerine, küresel üretim sistemi, daha da küçük bir özel mülkiyetle, daha çok üretim, daha çok bilimsel veri katılımı ve daha evrensel ölçekte değişim ve dolaşımla tüm insanlığı birbirine bağlamakta, her kesin kazanabileceği bir ortam yaratılabilmektedir. Yani gerileyen yan (ki, bu tarihsel anlamıyla da kapitalist sistemdir), tüm bilimleri esir alarak, doğrudan emeği dışlayarak sömürü çarklarını döndürmeye çalışmasına karşı, küresel üretim sistemi bilimleri özgürleştirerek, toplumsal ve ekonomik işlevlerini artırmaya çalışmaktadır.
Artık fiber-optikler gibi bir çok tür üretim, küçücük bir mekanda, bir emek-düşün (sanal üretim>fiili üretim) uğraşısıyla, dev fabrikaların inanılmaz emekler ve maliyetlerle ürettiği, demir-çelik vb. madeni unsurlardan, bin kat daha dayanıklı ve uzun ömürlü olarak üretilmektedir. Dev kompleksleriyle bir matbaanın yapamadığını küçücük hacmiyle bir masa üzerinde lazerli renkli baskı aletleri, binlerce kat daha az maliyetle, binlerce kat daha az mekan kaplayarak üretebilmektedir. Bu örnekler hızla inanılmaz ölçekte çoğalarak, eski üretim ilişkisi yerini alma sürecini tamamlamaktadır. Bilim özgürleştikçe, sermaye boyunduruğundan kurtuldukça, üretim daha çok mekanizasyona girmekte, emek daha çok toplumsal bir etken ve üretken hale gelmektedir.
Bu konuyu burada noktalayacağım. (……..)
Başarı dileklerimle, baki selamlar. Mihrac Ural
Derleyen Faiz Cebiroğlu / faizce@hotmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder