23 Ocak 2011 Pazar
BÖLGEYİ KAVRAMAK
Mihrac Ural
19 Ocak 2011
" LÜBNAN DİPTEN GELEN DALGA" başlıklı makalemi, Ayşe Berktay yorumlamış
Diyor ki,
"Ortadoğu coğrafyasında "Direnişçilik" Kürt halkının direnişiyle dostluk ve dayanışmayı gerektiriyor. Bu da devletlerin harcı değil. Hele Suriye ve İran devletleri bu çerçeveye hiç girmiyor…
Ortadoğu'nun direnme potansiyelini salt bazı emperyalist odaklarla çatışma bağlamında ele almamak gerek. Ne için yapıldığına bağlı olarak o çatışma ve restleşme de içinde teslimiyet barındırabilir. Barındırıyor da zaten, daha büyük sisteme teslimiyeti barındırıyor. Suriye'nin ve İran'ın pratikleri de bunu çok açık gösteriyor.
"Bölgede, Iran, Suriye, Lübnan, Filistin direnme güçlerinden oluşan etkinlik direnmeyi, Şii-Alevi eksene kaydırmıştır. Filistin ve kimi Lübnanlı direnme güçlerinin Sünni taban üzerinde yükselişleri olmasına karşın ana güç budur."
Ayrıca Kürdistan'ın "dingin hale getirilmesi" ne demek? ("Bölgemizin Batı yakası patlamak üzere olan bir volkan gibidir. Bölgenin doğu yakası (Irak-Iran- Kürdistan) dingin hale getirilirken, Batı yakası kaynatılmaya başlandı.") Ben dinginlik görmüyorum. Savaş ve mücadele sürüyor." (Ayşe berktay, Birlik grup'da yayınlanan yorumu)
Cevabım,
Ayşe Berktay, haklı olarak "Ortadoğu coğrafyasında "Direnişçilik" Kürt halkının direnişiyle dostluk ve dayanışmayı gerektiriyor." Diyor.
Bu tespit gerçekçidir. Bunun üzerine yüzlerce makale yazdım. Yazmaya da devam ediyorum.
Bölgede Kürt halkının direnişini hesaba katmayan, onunla dayanışma içinde olmayan hiç bir hareket direnmede kararlı ve uzun erimli sayılamaz. Bunları yeniden yazmama gerek yok.
Ancak bu günün gergin orta-doğu ortamında, son 40 yıl içinde kararlı bir çizgi olarak Filistin davasının yanında olan, Lübnan devrimci direniş güçlerinin yanında olan, PKK dahil Kürt ve Türk devrimci güçlerine 12 Eylül karanlık dönemlerinden ev sahipliği yapan Suriye'nin duruşunu görmemezlikten gelerek bölge siyasetinde ceddi bir yorum oluşturmak güçtür. Bu, Suriye dahil hiç bir devletin Kürt halkı ve kendi halkı konusundaki eksikliklerini aklamaz. Ancak konumuz bu değildir.
Bir belirleme yapılıyor, bu gün için ve somut bir olayla ilgili (Lübnan’da hızla tırmanan gelişmeler) bu nedenle anılması gereken güçler ve dengeleri tasnif ederken önde duran güçlerin adıyla belirlemeler yapmak, başka güçlerin ihmal edildiği anlamına gelmiyor.
Bölgemizde Siyonist-Emperyalist güçlerle boğuşan etkin direnme güçleri bulunuyor. Bunlar arasında ülkeler de var. Bu duruşları sadece dar ülke ya da ulus çıkarlarıyla izah etmek yanlıştır. Bu mümkün değildir, akıl almaz baskılar altında 40 yıl ilkeli olmak, tüm eksiklerine ve hatalarına karşın görülmesi gereken bir duruş olarak algılanmalıdır.
Bu duruşları gösteren birçok veri bulunuyor. Ancak Arap ulusal çıkarları paydasında gelişen bu tutumun Kürt sorununda başını kuma gömmesi de gözden kaçmamaktadır. Bu gerçeği de yazılarımızda sürekli ele alıyor, yapılması gereken eleştirileri ihmal etmeden ifade ediyoruz. Suriye bunlardan biridir.
Kürt sorunuyla ilgili olarak, bölgemizin her ülkesinin farklı bir tarihi ve farklı bir algısı var. Sallama yöntemle bunları aynılaştırmak siyasette acemiliktir.
Kürtler, farklılıklarına karşın Türkiye, Suriye, İran gibi bölge ülkelerinde hala hakları gasp edilmiş bir ulustur.
Buna rağmen son 200 yıl içinde, 39 Kürt ayaklanmasının olduğu ülkemiz ile, mesela 1946'da kurulan Suriye'de Kürtlerin uğradığı baskıları aynılaştırmak da siyasi olarak ciddi bir hatadır; Kuruluşundan bu yana mantar tabancası bile patlatmamış Kürt siyasi hareketleri karşısında, ülkemizdeki Kürt özgürlük hareketinin 200 yıldır inanılmaz bir savaş yürüttüğünü hatırlatmam gerek. Suriye'de Kürt silahlı mücadelesinin olmaması tamamen Kürt siyasi temsilcilerinin kendi özgün kararlarının sonucudur. Böylesi bir mücadeleyi gerekli görselerdi çoktan en kapsamlı haliyle ortaya koyarlardı.; Suriye Kürtleri dünyanın en cesur Kürtleri arasında olduğunu Türkiye sahasındaki mücadeleleriyle de herkesçe biliyor. Suriye’de var olan baskılar bunun engeli olmasa gerek, belki daha olumlu davranışlar böylesi b.ir süreci ortaya koymuyor. Buna karşın ülkemizde sonsuz baskı bulunuyor, Diyarbakır cezaevinin bir başka örneği dünyada yok. 17 000 faili meçhulün dünyada örneği az, 40 000 korucunun örneği yoktur, 4 milyon Kürt'ün yurdundan edilişinin ise benzeri yoktur. Bölgemizde, son 200 yıl içinde Kürtleri 39 ayaklanma yapmaya mecbur eden ve bu ayaklanmaları kanlıca bastıran, benzeri bir başka ülke ve tarih bulunmuyor.
Basit bir mantıkla direnme hattının kimi düzlemlerinde dost olabilecek ve dostluğunu göstermiş (1980-2000 yılları) bir ülkeyi, Kürtleri tarihi boyunca katleden yönetimlerle aynılaştırmak benim siyasi algılarımdan çok uzaktadır.
Algılarım, bölgede en geniş ve en kapsamlı direnme hattının oluşturulmasıdır. Bunun için daha çok ortak ve iyi yanlarımızı aramalı, farklılıklarımızı unutmadan, onları geri çekmeliyiz derim.
Bu nedenle, Kürt halkına ısrarla, palanlı programlı kan kusturan, özgürlük mücadelesine karşı bu güne kadar süren askeri operasyonlarla oluk oluk kan akıtanlarla, Kürtlere verilmemiş kimlik hakları ve siyasi baskılardan dolayı Suriye'yi aynılaştırmak, acemiliktir derim. Bu konuda Kürt özgürlük hareketinin tavrını takip etmek ve kraldan çok kralcı olmada siyasi belirlemeler yapmak doğru olan davranıştır.
Her şeye rağmen, Kürt halkı bu bölgenin her köşesinde katledilen, horlanan bir halktır. Hiç bir devlet, hiç bir nedenle savunulamaz ve Kürt halkına karşı yaptırımları onaylanamaz. Tümünün eli kanlıdır. Buna karşın, siyasetin gereği med ve cezirlerle süren diyaloglar, geçmişi aşma çabaları yeniyi birlikte kurma yönelimleri bulunuyor; bunlar çoğu zaman tavizkar gibi gelen söylemleri öne aldığı da olduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak gerçeği de hepimiz biliyoruz, haklar mümkün olan en iyi şekilde alınana kadar direniş sürecektir.
Ancak bu gidişte artık sona eriyor, direnen Kürt halkı herkese saygılı olmasını öğretiyor, hesap yapmayı öğretiyor.
Bu nedenle Ayşe Berktay'in Kürtlerin Suriye'de uğradığı baskılarla ilgili verdiği 5-6 linke karşılık, ülkemizde Kürtlerin kanlı bir şekilde yok edildiğine dair, bin katı belge, kanıt, bilgi ve istatiği verme gereği görmüyorum. Ancak bu da hiç bir devleti aklamaz.
Tekrar ediyorum, devlet her yerde devlettir ve çıkarları için çiğnemeyeceği bir güç ya da eğilim yoktur. Ancak bu algı her şeyi toptan ak ya da kara yapmamıza gerekçe değildir.
12 Eylül rejimi sırasında Sosyalist diye Sovyetlere sığınmaya giden devrimcilerin başına gelenleri biliyoruz. Bunun karşısında demokrasiden nasibini almamış olarak görmeye devam ettiğimiz (ki doğrudur) orta-doğu ülkelerinde aynı devrimcilerin nasıl karşılandığını da iyi biliyoruz; Talabani'nin Sayın Öcalan’ın bu konuda açıkça dile getirdiği, teşekkürle andığı ülkelerin de olduğunu biliyoruz; özellikle 1980-2000 kesitinde, "Ortadoğu coğrafyasında "Direnişçilik" Kürt halkının direnişiyle dostluk ve dayanışmayı" kimlerin yaptığını, özgürlük hareket liderleri gibi sürecin bire bir tanıklığı olarak ben de biliyorum. Buna rağmen hiç bir devlet mazlum Kürt halkı karşısında eli temiz sayılamaz.
Bu nedenle, direnme güçlerinden söz ederken her gücün tarih içindeki kararlı duruşlarını göz önüne almayı esas alarak, bu belirlemeleri yapmayı uygun görüyoruz.
Ayşe Berktay,
"Bölgenin doğu yakası (Irak-Iran- Kürdistan) dingin hale getirilirken, Batı yakası kaynatılmaya başlandı" tespitimize tepki göstermiş. Bu tepkinin haklı olmadığını belirteceğim.
Öncelikle, dönüp bölgemizin doğu yakası olaylarına bir bakmak gerek. bu tespitimiz sıradan bir gözlemle tespit edilebilir. Bunun içinde Türkiye'de Kürt özgürlük Hareketinin bağımsız iradesiyle aldığı Ateş kes kararı da dahildir. Bu da çok normal bir şey.
Irak'tan askerlerini çekiş sürecinde ABD, özellikle İran'a karşı askeri bir saldırıyı en azından şimdilik düşünmüyor olması (İran'ın Nükleer sorunuyla ilgili olarak Türkiye'nin de devreye sokulmasının bir ucu buraya dayanıyor), bölgeden askeri azaltmaya giderken geride dost bildiği güçleri sıkıntıya sürecek bir karmaşanın önlenmesini istemesi kendi çıkarları açısından çok normaldir.
Körfez ülkelerindeki mezhepsel gerginliklerin bir patlamaya gitmesini de dizginlemek üzere bölge doğu yakasının mümkün olan, Kabul edilebilir bir dinginlik içinde olmasını ABD çıkarları gereğince tercih etmesi de normaldir; bu durum bölgemizin doğu yakasındaki gerginliği nispi olarak geri çekmesi konjönktürel olsa da durum budur. Makalemde bunu belirlemeye çalıştım.
Peki bölgemizin batı yakası ne durumda. Türkiye medyasına takılı bir bakış hiç bir şey anlayamaz (Ayşe Berktay'ı kast etmiyorum). Bunun için bölgeyi biraz yakından izlemek gerek. Bölge ha patladı ha patlayacak.
Bu gün (19 Ocak 2011 Dışişleri Emir Faysal) Suudi-Arabistan, Lübnan sorununun çözümü için yaptığı öneri ve katkıdan elini çektiğini ilan etti; bunun tek anlamı var o da Lübnan'da iç savaşı engelleyecek çok az çevrenin kaldığıdır.
Bu gelişmeleri 3 aydır yazıyorum, bölgeyi en hassas şekilde takip ediyor ve gelişmeleri gün gibi önümde görüyorum. Böylesi bir gidişte, bölge saflaşması önem kazanıyor. Bunun için Kürt direnme hareketi de dahil bölgenin tüm demokrasi ve direnme güçlerinin safların şekillenmesi üzerinde kafa yorması gerek. Makalemin ana konusu da budur.
Ayşe Berktay'ın Özel olarak, " Ben dinginlik görmüyorum. Savaş ve mücadele sürüyor."
diyerek alternatif bir belirleme yapmasını sadece duygusal bir tepki ifadesi olarak yorumlarım.
Kürt özgürlük hareketinin her şeye rağmen direnmeye devam ettiği konusunda kimsenin bir kuşkusu yok, olamaz da. Ancak bölge çapında yapılacak değerlendirmelerde öne çıkan sıcak süreçleri göreli olarak böyle tanımlamak yanlış değildir. Bu gün itibariyle bölgemizin batı yakası bir ateş çemberidir, doğu yakasında ise dingin bir süreçtedir.
Diğer yandan, direnme ekseninin kayması olayına ilişkin Ayşe Berktay'ın itirazı sanırım aceleye gelmiş bir itiraz. Bölgedeki son saflaşmalara ve bunların dinamizmine bakmak bunu tespit etmek için yeterlidir.
Bir önceki dönemin direnme ekseni Arap ulusalcılığı üzerinde yükselen güçlerce belirleniyordu.
Dünün söz konusu direnme hattı, bu günün jargonuyla tamamen "Sünni Arap" kitlesinin omuzlarında yükseliyordu. Nasır'dan (1956 Süveyş kanalının kamulaştırılmasıyla birlikte başlayan savaş), Filistin kurtuluş örgütünün direme hattı, Arap Ulusalcıları örgütü (Filistinli liderlerin bir çoğu, Marksist George Habbaş dahil bu siyasal hattan gelmiştir.), Lübnan Nasırcı hareketi, Lübnan Arap Ulusalcıları (katledilen Lübnan Başbakanı Refik El Hariri bu siyasal eğilimden gelmedir), Irak ve Suriye'de Baas’çılar ulusal birer direnme gücü olarak rol oynamıştı. Bu ve buna benzer hareketler bu günün tanımıyla Sünni Arap kitleleri üzerinde yükselen direnme örgütleridir. Bölgeye de direnmeyi de bu güçler öğretmiştir.
Buna Kürt direnme hareketini de eklediğimizde, konu çok daha belirgin olarak önümüze çıkar.
Ancak, Soğuk savaş dönemi ve sonrası, ABD'nin “Yeşil Kuşak Projesi” ve sonrası geliştirdiği çabalarla Sünni Arap tabanına oturmuş direnme hareketlerinde ciddi bir çözülme oldu.
Filistin kurtuluş örgütü dahil Baas'çılar, Arap Ulusalcıları parçalandı. Bunlar ağırlıklı olarak Ilımlı İslam safına geçti (Suudi Arabistan ve Mısır yandaşı olarak saf belirledi). Buna karşı, Iran, Suriye ve Lübnan direnişi hareketleri yükselişe geçti (Şii-Alevi), Türkiye’de Alevi hareketinin hareketlenişini de buna katmak yanlış olmaz. Yükselişe geçen diğer güçler arasında önemli yere sahip olan Filistin Direnme güçleri HAMAS ve CİHAD (Sünni tabanlı) ve Kürt özgürlük hareketini (hetorojen tabanlı) de saymak gerek. İşte bu saflaşmada "Şii-Alevi hattı" ağırlıklı olarak öne geçti diyoruz. Bu dil bölgenin günlük siyasi dilinin makalemize yansımasıdır.
Ayşe Berktay "Ortadoğu'nun direnme potansiyelini salt bazı emperyalist odaklarla çatışma bağlamında ele almamak gerek. ..Suriye'nin ve İran'ın pratikleri de bunu çok açık gösteriyor." diyor.
Yukarıda kısaca değindim, bir kez daha belirteyim.
Bu yaklaşım, eski standartlarla yapılan bir yaklaşımdır.
Soğuk savaş döneminin ölçüleriyle bu günkü dünyayı kavramanın mümkün olmadığını belirteceğim. Bu günün verilerini, iki kutuplu dünyanın ölçüleriyle algılamak, her şeyi ak ya da kara görmeye götürür. Bu anlamda kendi kıstaslarımıza uygun bir çizgi aramak, doğru olmadığı gibi marjinalliğimizin de nedeni olduğunu söyleyeceğim.
Bu gün, bölgemizde birden çok düzlem bulunuyor. Her bir düzlemin kendine ait ölçüleri ve kombinezonları bulunuyor. Siyasi duyarlılıklarımız bunları bilmemizi ve ona göre her düzlemde alacağımız tavırları belirlememizi gerektiriyor.
Bu nedenle Ülkemizde sık sık ateş kes önerisinde bulunan Kürt özgürlük hareketinin yönelimlerini doğru buluyorum, ama buna karşı, Filistin'de Mahmut Abbas hükümetinin İsrail'le teslimiyet ilişkisini onaylamıyorum; El kaide'nin Irak’taki terörüne hayır diyoruz.
İran'ın, ABD ve İsrail karşısındaki tutumunda bölge halkları için olumlu veriler bulurken, Irak'a yoğun müdahalesini olumsuz görüyorum. Suriye'nin bölgede oynadığı olumlu roller olduğunu söylüyor, ancak Kürtlerin hakları konusunda gösterdiği olumsuz tutumu eleştiriyorum.
Bu açıdan hangi ülkenin somutta hangi konudaki tutumuyla ilgili konuştuğumuz çok önem taşıyor, toptancılık dönemi çoktan geçti diye düşünüyorum.
Bu nedenle bölgemiz halklarının yararına olan Iran ve Suriye’nin, ABD ve İsrail karşısındaki tutumlarını görmezden gelmenin hatalı olduğuna işaret etmek yanlış değildir. Bu bir direnme hattıdır, bunu görmemezlik edemeyiz. Bu hat bu gün bölgenin omurgası durumundadır, her olaydaki saflaşma bu mihverde gerçekleşiyor.
Bu belirleme, güncel orta-doğu jargonunda daha çok "Şii hattı" diye tanımlanmaktadır. "Şii atom bombası" gibi tanımlamalarda siyasetin güncel dili olarak bazı verileri kolayca anlatmak için kullanılıyor. Bu tanımlamaların ciddi sakatlıklar içinde ve yanlış mesajlar taşıdığını burada belirtmeliyim. Yazılarımda sık olmasa da okurun derinde olan algıları bilmesi açısından ben de bu tasnifleri yapıyor olsam da.
Gerçekte mezhep adıyla tanımlamak yerine, siyasal duruşlarla, ortaya koyulan çabalarla tanımlamak daha gerçekçidir. Demokrasi mücadelesi açısından yapılacak tanımlama ise, "gerici güçlerle, ilerici güçler" tanımlaması olmalıdır. Bu belirleme her ne kadar bu günün orta-doğusunda ayakları yere sağlam basmasa da. İnanç eksenli tanımlamalardan uzak durmak halkların birliği için gereklidir.
Sonuç,
Ayşe Berktay, uzun makalemin ana temalarına, olayları kavrayışına, ülkemizin sürüklenmek istendiği yanlış yönelimlere (yeni-Osmanlıcılık ve Mezhep liderliği) dikkat çekişine ilişkin bir şey belirtmemiş. Lübnan bataklığına dikkat çeken, kendi iç sorunlarını çözememiş bir ülkenin böylesi bataklıklardan çıkmasının mümkün olmadığı gerçeğine işaret eden makalenin diğer bölümleri için de bir yorum yapmamış. Oysa makalemin ana konuları bunlardı.
Buna rağmen, Ayşe Berktay'ın hatırlatma ve müdahalesine teşekkür ediyorum. Olayların yorumuna biraz daha geniş bir açıdan bakmanın yararlı olacağını, farklı yorumlara, farklı ekler yaparak okuru aydınlatmaya çalışmayı esas almalıyız diyorum.
Okura bölgeyi daha çok takip etmesini önereceğim. Özellikle Lübnan’ı. Bu bataklıkta ciddi sorunlar ortaya çıkacak, İsrail-ABD, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) için, "yaratıcı Anarşi" taktiğinin çirkin oyunlarını sergileyeceğini şimdiden belirlemek yanlış değildir.
19 Ocak 2011
" LÜBNAN DİPTEN GELEN DALGA" başlıklı makalemi, Ayşe Berktay yorumlamış
Diyor ki,
"Ortadoğu coğrafyasında "Direnişçilik" Kürt halkının direnişiyle dostluk ve dayanışmayı gerektiriyor. Bu da devletlerin harcı değil. Hele Suriye ve İran devletleri bu çerçeveye hiç girmiyor…
Ortadoğu'nun direnme potansiyelini salt bazı emperyalist odaklarla çatışma bağlamında ele almamak gerek. Ne için yapıldığına bağlı olarak o çatışma ve restleşme de içinde teslimiyet barındırabilir. Barındırıyor da zaten, daha büyük sisteme teslimiyeti barındırıyor. Suriye'nin ve İran'ın pratikleri de bunu çok açık gösteriyor.
"Bölgede, Iran, Suriye, Lübnan, Filistin direnme güçlerinden oluşan etkinlik direnmeyi, Şii-Alevi eksene kaydırmıştır. Filistin ve kimi Lübnanlı direnme güçlerinin Sünni taban üzerinde yükselişleri olmasına karşın ana güç budur."
Ayrıca Kürdistan'ın "dingin hale getirilmesi" ne demek? ("Bölgemizin Batı yakası patlamak üzere olan bir volkan gibidir. Bölgenin doğu yakası (Irak-Iran- Kürdistan) dingin hale getirilirken, Batı yakası kaynatılmaya başlandı.") Ben dinginlik görmüyorum. Savaş ve mücadele sürüyor." (Ayşe berktay, Birlik grup'da yayınlanan yorumu)
Cevabım,
Ayşe Berktay, haklı olarak "Ortadoğu coğrafyasında "Direnişçilik" Kürt halkının direnişiyle dostluk ve dayanışmayı gerektiriyor." Diyor.
Bu tespit gerçekçidir. Bunun üzerine yüzlerce makale yazdım. Yazmaya da devam ediyorum.
Bölgede Kürt halkının direnişini hesaba katmayan, onunla dayanışma içinde olmayan hiç bir hareket direnmede kararlı ve uzun erimli sayılamaz. Bunları yeniden yazmama gerek yok.
Ancak bu günün gergin orta-doğu ortamında, son 40 yıl içinde kararlı bir çizgi olarak Filistin davasının yanında olan, Lübnan devrimci direniş güçlerinin yanında olan, PKK dahil Kürt ve Türk devrimci güçlerine 12 Eylül karanlık dönemlerinden ev sahipliği yapan Suriye'nin duruşunu görmemezlikten gelerek bölge siyasetinde ceddi bir yorum oluşturmak güçtür. Bu, Suriye dahil hiç bir devletin Kürt halkı ve kendi halkı konusundaki eksikliklerini aklamaz. Ancak konumuz bu değildir.
Bir belirleme yapılıyor, bu gün için ve somut bir olayla ilgili (Lübnan’da hızla tırmanan gelişmeler) bu nedenle anılması gereken güçler ve dengeleri tasnif ederken önde duran güçlerin adıyla belirlemeler yapmak, başka güçlerin ihmal edildiği anlamına gelmiyor.
Bölgemizde Siyonist-Emperyalist güçlerle boğuşan etkin direnme güçleri bulunuyor. Bunlar arasında ülkeler de var. Bu duruşları sadece dar ülke ya da ulus çıkarlarıyla izah etmek yanlıştır. Bu mümkün değildir, akıl almaz baskılar altında 40 yıl ilkeli olmak, tüm eksiklerine ve hatalarına karşın görülmesi gereken bir duruş olarak algılanmalıdır.
Bu duruşları gösteren birçok veri bulunuyor. Ancak Arap ulusal çıkarları paydasında gelişen bu tutumun Kürt sorununda başını kuma gömmesi de gözden kaçmamaktadır. Bu gerçeği de yazılarımızda sürekli ele alıyor, yapılması gereken eleştirileri ihmal etmeden ifade ediyoruz. Suriye bunlardan biridir.
Kürt sorunuyla ilgili olarak, bölgemizin her ülkesinin farklı bir tarihi ve farklı bir algısı var. Sallama yöntemle bunları aynılaştırmak siyasette acemiliktir.
Kürtler, farklılıklarına karşın Türkiye, Suriye, İran gibi bölge ülkelerinde hala hakları gasp edilmiş bir ulustur.
Buna rağmen son 200 yıl içinde, 39 Kürt ayaklanmasının olduğu ülkemiz ile, mesela 1946'da kurulan Suriye'de Kürtlerin uğradığı baskıları aynılaştırmak da siyasi olarak ciddi bir hatadır; Kuruluşundan bu yana mantar tabancası bile patlatmamış Kürt siyasi hareketleri karşısında, ülkemizdeki Kürt özgürlük hareketinin 200 yıldır inanılmaz bir savaş yürüttüğünü hatırlatmam gerek. Suriye'de Kürt silahlı mücadelesinin olmaması tamamen Kürt siyasi temsilcilerinin kendi özgün kararlarının sonucudur. Böylesi bir mücadeleyi gerekli görselerdi çoktan en kapsamlı haliyle ortaya koyarlardı.; Suriye Kürtleri dünyanın en cesur Kürtleri arasında olduğunu Türkiye sahasındaki mücadeleleriyle de herkesçe biliyor. Suriye’de var olan baskılar bunun engeli olmasa gerek, belki daha olumlu davranışlar böylesi b.ir süreci ortaya koymuyor. Buna karşın ülkemizde sonsuz baskı bulunuyor, Diyarbakır cezaevinin bir başka örneği dünyada yok. 17 000 faili meçhulün dünyada örneği az, 40 000 korucunun örneği yoktur, 4 milyon Kürt'ün yurdundan edilişinin ise benzeri yoktur. Bölgemizde, son 200 yıl içinde Kürtleri 39 ayaklanma yapmaya mecbur eden ve bu ayaklanmaları kanlıca bastıran, benzeri bir başka ülke ve tarih bulunmuyor.
Basit bir mantıkla direnme hattının kimi düzlemlerinde dost olabilecek ve dostluğunu göstermiş (1980-2000 yılları) bir ülkeyi, Kürtleri tarihi boyunca katleden yönetimlerle aynılaştırmak benim siyasi algılarımdan çok uzaktadır.
Algılarım, bölgede en geniş ve en kapsamlı direnme hattının oluşturulmasıdır. Bunun için daha çok ortak ve iyi yanlarımızı aramalı, farklılıklarımızı unutmadan, onları geri çekmeliyiz derim.
Bu nedenle, Kürt halkına ısrarla, palanlı programlı kan kusturan, özgürlük mücadelesine karşı bu güne kadar süren askeri operasyonlarla oluk oluk kan akıtanlarla, Kürtlere verilmemiş kimlik hakları ve siyasi baskılardan dolayı Suriye'yi aynılaştırmak, acemiliktir derim. Bu konuda Kürt özgürlük hareketinin tavrını takip etmek ve kraldan çok kralcı olmada siyasi belirlemeler yapmak doğru olan davranıştır.
Her şeye rağmen, Kürt halkı bu bölgenin her köşesinde katledilen, horlanan bir halktır. Hiç bir devlet, hiç bir nedenle savunulamaz ve Kürt halkına karşı yaptırımları onaylanamaz. Tümünün eli kanlıdır. Buna karşın, siyasetin gereği med ve cezirlerle süren diyaloglar, geçmişi aşma çabaları yeniyi birlikte kurma yönelimleri bulunuyor; bunlar çoğu zaman tavizkar gibi gelen söylemleri öne aldığı da olduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak gerçeği de hepimiz biliyoruz, haklar mümkün olan en iyi şekilde alınana kadar direniş sürecektir.
Ancak bu gidişte artık sona eriyor, direnen Kürt halkı herkese saygılı olmasını öğretiyor, hesap yapmayı öğretiyor.
Bu nedenle Ayşe Berktay'in Kürtlerin Suriye'de uğradığı baskılarla ilgili verdiği 5-6 linke karşılık, ülkemizde Kürtlerin kanlı bir şekilde yok edildiğine dair, bin katı belge, kanıt, bilgi ve istatiği verme gereği görmüyorum. Ancak bu da hiç bir devleti aklamaz.
Tekrar ediyorum, devlet her yerde devlettir ve çıkarları için çiğnemeyeceği bir güç ya da eğilim yoktur. Ancak bu algı her şeyi toptan ak ya da kara yapmamıza gerekçe değildir.
12 Eylül rejimi sırasında Sosyalist diye Sovyetlere sığınmaya giden devrimcilerin başına gelenleri biliyoruz. Bunun karşısında demokrasiden nasibini almamış olarak görmeye devam ettiğimiz (ki doğrudur) orta-doğu ülkelerinde aynı devrimcilerin nasıl karşılandığını da iyi biliyoruz; Talabani'nin Sayın Öcalan’ın bu konuda açıkça dile getirdiği, teşekkürle andığı ülkelerin de olduğunu biliyoruz; özellikle 1980-2000 kesitinde, "Ortadoğu coğrafyasında "Direnişçilik" Kürt halkının direnişiyle dostluk ve dayanışmayı" kimlerin yaptığını, özgürlük hareket liderleri gibi sürecin bire bir tanıklığı olarak ben de biliyorum. Buna rağmen hiç bir devlet mazlum Kürt halkı karşısında eli temiz sayılamaz.
Bu nedenle, direnme güçlerinden söz ederken her gücün tarih içindeki kararlı duruşlarını göz önüne almayı esas alarak, bu belirlemeleri yapmayı uygun görüyoruz.
Ayşe Berktay,
"Bölgenin doğu yakası (Irak-Iran- Kürdistan) dingin hale getirilirken, Batı yakası kaynatılmaya başlandı" tespitimize tepki göstermiş. Bu tepkinin haklı olmadığını belirteceğim.
Öncelikle, dönüp bölgemizin doğu yakası olaylarına bir bakmak gerek. bu tespitimiz sıradan bir gözlemle tespit edilebilir. Bunun içinde Türkiye'de Kürt özgürlük Hareketinin bağımsız iradesiyle aldığı Ateş kes kararı da dahildir. Bu da çok normal bir şey.
Irak'tan askerlerini çekiş sürecinde ABD, özellikle İran'a karşı askeri bir saldırıyı en azından şimdilik düşünmüyor olması (İran'ın Nükleer sorunuyla ilgili olarak Türkiye'nin de devreye sokulmasının bir ucu buraya dayanıyor), bölgeden askeri azaltmaya giderken geride dost bildiği güçleri sıkıntıya sürecek bir karmaşanın önlenmesini istemesi kendi çıkarları açısından çok normaldir.
Körfez ülkelerindeki mezhepsel gerginliklerin bir patlamaya gitmesini de dizginlemek üzere bölge doğu yakasının mümkün olan, Kabul edilebilir bir dinginlik içinde olmasını ABD çıkarları gereğince tercih etmesi de normaldir; bu durum bölgemizin doğu yakasındaki gerginliği nispi olarak geri çekmesi konjönktürel olsa da durum budur. Makalemde bunu belirlemeye çalıştım.
Peki bölgemizin batı yakası ne durumda. Türkiye medyasına takılı bir bakış hiç bir şey anlayamaz (Ayşe Berktay'ı kast etmiyorum). Bunun için bölgeyi biraz yakından izlemek gerek. Bölge ha patladı ha patlayacak.
Bu gün (19 Ocak 2011 Dışişleri Emir Faysal) Suudi-Arabistan, Lübnan sorununun çözümü için yaptığı öneri ve katkıdan elini çektiğini ilan etti; bunun tek anlamı var o da Lübnan'da iç savaşı engelleyecek çok az çevrenin kaldığıdır.
Bu gelişmeleri 3 aydır yazıyorum, bölgeyi en hassas şekilde takip ediyor ve gelişmeleri gün gibi önümde görüyorum. Böylesi bir gidişte, bölge saflaşması önem kazanıyor. Bunun için Kürt direnme hareketi de dahil bölgenin tüm demokrasi ve direnme güçlerinin safların şekillenmesi üzerinde kafa yorması gerek. Makalemin ana konusu da budur.
Ayşe Berktay'ın Özel olarak, " Ben dinginlik görmüyorum. Savaş ve mücadele sürüyor."
diyerek alternatif bir belirleme yapmasını sadece duygusal bir tepki ifadesi olarak yorumlarım.
Kürt özgürlük hareketinin her şeye rağmen direnmeye devam ettiği konusunda kimsenin bir kuşkusu yok, olamaz da. Ancak bölge çapında yapılacak değerlendirmelerde öne çıkan sıcak süreçleri göreli olarak böyle tanımlamak yanlış değildir. Bu gün itibariyle bölgemizin batı yakası bir ateş çemberidir, doğu yakasında ise dingin bir süreçtedir.
Diğer yandan, direnme ekseninin kayması olayına ilişkin Ayşe Berktay'ın itirazı sanırım aceleye gelmiş bir itiraz. Bölgedeki son saflaşmalara ve bunların dinamizmine bakmak bunu tespit etmek için yeterlidir.
Bir önceki dönemin direnme ekseni Arap ulusalcılığı üzerinde yükselen güçlerce belirleniyordu.
Dünün söz konusu direnme hattı, bu günün jargonuyla tamamen "Sünni Arap" kitlesinin omuzlarında yükseliyordu. Nasır'dan (1956 Süveyş kanalının kamulaştırılmasıyla birlikte başlayan savaş), Filistin kurtuluş örgütünün direme hattı, Arap Ulusalcıları örgütü (Filistinli liderlerin bir çoğu, Marksist George Habbaş dahil bu siyasal hattan gelmiştir.), Lübnan Nasırcı hareketi, Lübnan Arap Ulusalcıları (katledilen Lübnan Başbakanı Refik El Hariri bu siyasal eğilimden gelmedir), Irak ve Suriye'de Baas’çılar ulusal birer direnme gücü olarak rol oynamıştı. Bu ve buna benzer hareketler bu günün tanımıyla Sünni Arap kitleleri üzerinde yükselen direnme örgütleridir. Bölgeye de direnmeyi de bu güçler öğretmiştir.
Buna Kürt direnme hareketini de eklediğimizde, konu çok daha belirgin olarak önümüze çıkar.
Ancak, Soğuk savaş dönemi ve sonrası, ABD'nin “Yeşil Kuşak Projesi” ve sonrası geliştirdiği çabalarla Sünni Arap tabanına oturmuş direnme hareketlerinde ciddi bir çözülme oldu.
Filistin kurtuluş örgütü dahil Baas'çılar, Arap Ulusalcıları parçalandı. Bunlar ağırlıklı olarak Ilımlı İslam safına geçti (Suudi Arabistan ve Mısır yandaşı olarak saf belirledi). Buna karşı, Iran, Suriye ve Lübnan direnişi hareketleri yükselişe geçti (Şii-Alevi), Türkiye’de Alevi hareketinin hareketlenişini de buna katmak yanlış olmaz. Yükselişe geçen diğer güçler arasında önemli yere sahip olan Filistin Direnme güçleri HAMAS ve CİHAD (Sünni tabanlı) ve Kürt özgürlük hareketini (hetorojen tabanlı) de saymak gerek. İşte bu saflaşmada "Şii-Alevi hattı" ağırlıklı olarak öne geçti diyoruz. Bu dil bölgenin günlük siyasi dilinin makalemize yansımasıdır.
Ayşe Berktay "Ortadoğu'nun direnme potansiyelini salt bazı emperyalist odaklarla çatışma bağlamında ele almamak gerek. ..Suriye'nin ve İran'ın pratikleri de bunu çok açık gösteriyor." diyor.
Yukarıda kısaca değindim, bir kez daha belirteyim.
Bu yaklaşım, eski standartlarla yapılan bir yaklaşımdır.
Soğuk savaş döneminin ölçüleriyle bu günkü dünyayı kavramanın mümkün olmadığını belirteceğim. Bu günün verilerini, iki kutuplu dünyanın ölçüleriyle algılamak, her şeyi ak ya da kara görmeye götürür. Bu anlamda kendi kıstaslarımıza uygun bir çizgi aramak, doğru olmadığı gibi marjinalliğimizin de nedeni olduğunu söyleyeceğim.
Bu gün, bölgemizde birden çok düzlem bulunuyor. Her bir düzlemin kendine ait ölçüleri ve kombinezonları bulunuyor. Siyasi duyarlılıklarımız bunları bilmemizi ve ona göre her düzlemde alacağımız tavırları belirlememizi gerektiriyor.
Bu nedenle Ülkemizde sık sık ateş kes önerisinde bulunan Kürt özgürlük hareketinin yönelimlerini doğru buluyorum, ama buna karşı, Filistin'de Mahmut Abbas hükümetinin İsrail'le teslimiyet ilişkisini onaylamıyorum; El kaide'nin Irak’taki terörüne hayır diyoruz.
İran'ın, ABD ve İsrail karşısındaki tutumunda bölge halkları için olumlu veriler bulurken, Irak'a yoğun müdahalesini olumsuz görüyorum. Suriye'nin bölgede oynadığı olumlu roller olduğunu söylüyor, ancak Kürtlerin hakları konusunda gösterdiği olumsuz tutumu eleştiriyorum.
Bu açıdan hangi ülkenin somutta hangi konudaki tutumuyla ilgili konuştuğumuz çok önem taşıyor, toptancılık dönemi çoktan geçti diye düşünüyorum.
Bu nedenle bölgemiz halklarının yararına olan Iran ve Suriye’nin, ABD ve İsrail karşısındaki tutumlarını görmezden gelmenin hatalı olduğuna işaret etmek yanlış değildir. Bu bir direnme hattıdır, bunu görmemezlik edemeyiz. Bu hat bu gün bölgenin omurgası durumundadır, her olaydaki saflaşma bu mihverde gerçekleşiyor.
Bu belirleme, güncel orta-doğu jargonunda daha çok "Şii hattı" diye tanımlanmaktadır. "Şii atom bombası" gibi tanımlamalarda siyasetin güncel dili olarak bazı verileri kolayca anlatmak için kullanılıyor. Bu tanımlamaların ciddi sakatlıklar içinde ve yanlış mesajlar taşıdığını burada belirtmeliyim. Yazılarımda sık olmasa da okurun derinde olan algıları bilmesi açısından ben de bu tasnifleri yapıyor olsam da.
Gerçekte mezhep adıyla tanımlamak yerine, siyasal duruşlarla, ortaya koyulan çabalarla tanımlamak daha gerçekçidir. Demokrasi mücadelesi açısından yapılacak tanımlama ise, "gerici güçlerle, ilerici güçler" tanımlaması olmalıdır. Bu belirleme her ne kadar bu günün orta-doğusunda ayakları yere sağlam basmasa da. İnanç eksenli tanımlamalardan uzak durmak halkların birliği için gereklidir.
Sonuç,
Ayşe Berktay, uzun makalemin ana temalarına, olayları kavrayışına, ülkemizin sürüklenmek istendiği yanlış yönelimlere (yeni-Osmanlıcılık ve Mezhep liderliği) dikkat çekişine ilişkin bir şey belirtmemiş. Lübnan bataklığına dikkat çeken, kendi iç sorunlarını çözememiş bir ülkenin böylesi bataklıklardan çıkmasının mümkün olmadığı gerçeğine işaret eden makalenin diğer bölümleri için de bir yorum yapmamış. Oysa makalemin ana konuları bunlardı.
Buna rağmen, Ayşe Berktay'ın hatırlatma ve müdahalesine teşekkür ediyorum. Olayların yorumuna biraz daha geniş bir açıdan bakmanın yararlı olacağını, farklı yorumlara, farklı ekler yaparak okuru aydınlatmaya çalışmayı esas almalıyız diyorum.
Okura bölgeyi daha çok takip etmesini önereceğim. Özellikle Lübnan’ı. Bu bataklıkta ciddi sorunlar ortaya çıkacak, İsrail-ABD, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) için, "yaratıcı Anarşi" taktiğinin çirkin oyunlarını sergileyeceğini şimdiden belirlemek yanlış değildir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder