22 Temmuz 2008 Salı
ARAP HALK BİLDİRGESİ
TÜRKİYE'DE YAŞAYAN ARAP HALKININ HAK VE HUKUK BİLDİRGESİ
Mihrac Ural
Nisan 1996
Düşünceye saygılı olup, düşünce özgürlüğüne inananların; insan haklarına, kültürel haklara, toplumsal yaşamın doğal ifadesi olan kolektif kimliğin anlatımı ulusal var oluşa ve bundan doğan siyasal-demokratik haklara saygılı olmaları kaçınılmazdır.
Yaşamı bu düzeyde kavrayanlar, sessiz olan çoğunluk içinde eriyor olsalar da, gerçekçi dönüşümlerin ana dinamiği olacak kadar güçlü olduklarına inanıyorum.
Cahilin cüretiyle seslerini yüksekçe duyuranların ilkel statülerde direnerek, savaşları kışkırtmaları, barışı engellemeleri, coğrafyaların doğal toplumsal, kültürel dengelerini dikenli tellerle bozmalarının kalıcı olmadığına inanıyorum.
İşte bu iki güç arasında süren toplumsal yaşam çelişkilerinin, siyasal sonuçları ilkel statükoculara rağmen, barıştan, coğrafyalarının doğal kültürel, ulusal dengelerden yana oluşacağını görüyorum. Bu inançla coğrafyasının Türkiye sınırları içindeki bölümünde yaşayan Arapların hak ve hukuk davasının ilan edilme zamanının yeniden gündeme girmesi gerektiğini belirtiyorum. Bu hak için 1930´lu yıllar boyu mücadele eden kuşağın mirasçıları olarak bu görevi yerine getirmek üzere halkımın hak ve hukuk bildirgesini ilan ediyorum.
-I-
Bir haktan söz ediyorum. Bizimle ortak düşünmeyenler olabilir. Ancak tarih önünde ve halkımız nezdinde kendimize düşeni söylemek ve yapmak durumundayız Bu satırlardan Türkiye´de bir Arap ulusal sorunu olduğunu, eski kuşakların mirasçıları olarak bu gün yeniden hatırlatıyoruz. Bu sorunun yakın dönemde, Türkiye’nin siyasi gündemini belirleyecek ölçekte derin ve geniş kapsamlı olduğunu da hatırlatıyoruz.
Bu gerçeği belirlemekle halkımızın zorlu ve acı günlere sürüklenmesini asla istemiyoruz; acı çekmenin bir erdem olduğuna inanmıyoruz. Ancak milyonlarca insanın kolektif kimlikleriyle ilgili bir gerçeğin dile getirilmesinde katlanılması gereken zorlukları da çok iyi biliyoruz. Bunları söylerken, dün farklı azınlıklara ve bu gün Kürtlere yaşatılan zorluğun halkımıza da dayatılabileceğini açıkça hesaba katıyoruz.
Türkiye´de hak aramanın neye mal olduğunu bilmeyen yoktur. Şahıs olarak ben ve dava arkadaşlarım, buna yıllarca katlandık ve katlanmaya devam ediyoruz. 70´li yılların ünlü 141-142. Maddelerinden dolayı binlerce insan gibi düşünce suçlusu olarak, cezaevlerinde acı çektik. Elbette ki, aynı acılara halkımızın da maruz kalmasını istemiyoruz. Ama bu durum, halkımızın hak arayışı önünde bir engel olamayacaktır. Haklı davasında halkımız, kuşaklar boyu sürecek fedakarlıkların sunulmasından geri kalmayacaktır.
Bir ulus olarak Araplar, son yüz yılın en büyük acılarını değişik coğrafyalarda çekti, parçalandı, sömürgeleşti, toprakları küçücük aşiretlere peşkeş çekildi. Bu adaletsizliklerin yarattığı acılar hala sürüyor. Ancak bu büyük ulus, tüm görkemi ile insanlığın düşünsel değerlerine katkılarıyla, dünya ulusları arasında dimdik ayakta durmaya devam ediyor. Diğer boyutta, Arap ulusu coğrafyasının her yöresinde baskılara ve acılara karşı asla boyun eğmemiş, direnişi ile dünyanın tüm mazlum halklarına haklı davada alınması gereken tutumun ne olduğunu göstermiştir; Filistin direnişinin ölümsüz destanında bu kahramanlık yeterince dile gelmiştir. Bu izi sürdüren yeni direniş odaklarının ardı sıra yükseldiğine de, insanlık tanıklık yapmaktadır.
Türkiye´deki Araplar olarak, hiç istemesek de tarih bize bunu reva görürse, ulusumuzun gelenek ve göreneklerindeki hak mücadelesine layık direnişi yükseltmekten geri kalmayacağımızı onurla söylemeliyim.
Ancak biz, Ulusal coğrafyasından zorla, uluslar arası kurallara aykırı olarak, peşkeşlerle bölünmüş olmamıza karşın, yeni coğrafi bölünmelerin peşinde değiliz. Coğrafyamızın bölünmesini istemiyoruz. Bundan dolayı kimsenin düşmanlığını da kazanma hevesinde değiliz. Ayrıca, bir ulusun üstünde topluca yaşadığı coğrafyanın bölünmezliğine inanıyoruz. İnsanlık tarihinde devletlerin, siyasi idarelerin parçalanıp bölünmesine karşın, halkların yaşadığı coğrafyaların hiç bir güç tarafından bölünemediğini biliyoruz; kimilerinin bir zaman dilimi içinde askerlerini bir yerlere dikerek çektiği dikenli tellerle coğrafyanın bölünemeyeceği gerçeği, bu satırların taşıdığı anlamda da açıkça belgelenmektedir.
Dünyanın tüm halkları, bu yerkürede kendine bir coğrafi alan seçerek orada yerleşmiştir. Yerleşim coğrafyalarında değişim ise çok azdır. Değişim olmuşa da coğrafyanın parçalanması şeklinde değil, değiştirilmesi yönünde olmuştur.
Dikenli tel, güçlünün askeri konumlandırılması ya da uluslararası kimi konjonktürlerden yararlanarak gerçekleşen harita değişimi, hiçbir ulusun coğrafyasını bölmez ya da birilerine mülk yapmaz. Bu dengeler değişir ve beraberinde tüm sonuçları da değişir. Ama sonuçta coğrafya, ait olduğu ulusa kalır; bölünmez. ve bir ulusal topluluk kendi kimliğini, gerçek manasıyla korudukça er ya da geç kendi coğrafyasının da yöneticisi olur.
Hiç erişilmez, zaman aşımına uğramış gibi sanılan bu sonuçları belli bir zaman dilimine sıkıştırmanın, hiç bir kıymeti harbiyesi olmadığını da ayrıca belirlemek gerek. Üstünden yüz yıllarda geçse, hak sahibini bulur. Bunun için hak sahibi uluslar, haklı davaları uğruna mücadele edecek yeni nesilleri yaratmaktan geri kalmazlar. Coğrafyamızı 300 yıl işgal eden Haçlılar ve 400 yıl işgal eden Osmanlılardan bugün bir eser kalmamışken, Arap ulusu kendi coğrafyasında dimdik ayaktadır.
Bugün bu satırların yazarı, kendisi gibi düşünen Arap aydını, militanı ve halkı adına bunları on yıllar sonra, Türkiye’nin ilhak ettiği Arap ulusal topraklarında gündeme getiriyorsa, bu halkın haklarını görmemezlikten gelip yok saymanın mümkün olmayacağı açıktır.
Bundan 17 yıl önce bu sorunu dile getirdiğimizde, Türkiye solu başta olmak üzere hiç bir siyasi çevrede bu gerçeği bilen, gören ya da gündem konusu olacak bir tarzda ele alan kimse yoktu. Hatay Sorunu, eskimiş bir tarihti ve gömülmüştü. Yeniden dirileceğine çok az sayıda kişi inanıyordu. Yoldaşlarımızla bu günlere, Türkiye solunun yoğun milliyetçiliğinin töhmetleri ve sığlığından gelen sataşmaların ateşi altında geldik.
Bugün aynı sol, milliyetçi ikiyüzlülüğüyle, bu haklı davanın özgürlük ve demokrasi mücadelesine katılabileceği gerçeğin yadsıyıp, hafife alma eğilimi içindedir. Henüz her şeyin yeni başlıyor olmasına karşın; sağından, soluna, Milli Güvenlik Kurulundan (MGK), Millet Meclisi ve partilerine dek her alanda hızla gündeme yerleşme eğilimi gösteren bir Arap ulusal sorunu artık belirmiş oldu. Bir kez ufukta kara görülmüştür. Dipten gelen bu sarsıntı, yüzeye büyük dalgalar halinde yansıyacağının işaretlerini vermektedir. Bu gerçeğin izlerini görmemekte ısrar edenlerin inkarcı yaklaşımları, bu yükselişi engelleyemeyecektir; yakın dönemde Kürtlerin varlık olarak inkar edilmesinden bu güne geçen sürede ortayla çıkan gelişmeler Türkiye’de Arap halkının davasına da önemli bir kıyastır.
Halkım, Türkiye’nin güney coğrafyasında kendi doğal ulusal topraklarının kuzeyinde, Akdeniz şeridinin önemli bir kısmında, Torosların güney yamaç ve düzlüklerinde yaşıyor. Ne Kıbrıs, ne Trakya ne de Bulgar Türkü kadar birkaç on bin değil, dünyadaki birçok devletten daha çok olan, 4 milyonu aşan nüfusuyla, kendi coğrafyasında, ulusal kültürüne konan her türlü yasağa rağmen Arap olarak yaşamını sürdürmektedir. Türkiye´de; diğer örneklerde de görüldüğü gibi yasak, Arap halkının kültürünü yok edememiştir. Türkiye´de kendi şehirlerinde Arapların tepkisiz gibi görülen yoğunlukları, kimseyi, bu halkın hakları üzerine ölü toprağı atma hatasına sürüklemesin. Buna yeltenenler yanılgılarının ilk işaretini bu bildirgeyle anlamaya çalışmalıdır.
Sonuçta Araplar da haklarını bir listede dünya kamuoyuna, kendi ulusuna ve yaşamakta olduğu siyasi yönetim altındaki tüm ulus ve halklara ilan edecektir. Bu atılım, kaçınılmaz bir adım olarak önümüzde duruyor.
Biz Araplar bu topraklarda, başkasına yamanmaya, bölücülüğe, parçalanmaya, başkalarının zararına ve dostlukların tahribatına geçit vermeyeceğiz. Bölücülükle de suçlansak; dostluğu, birliği ve barışı temel alacağız. Kimlik haklarımız için düşman değil dost arıyoruz.
Bunu da, Uluslararası anlaşmalarla onaylanmış haklarımız ve bundan kaynaklanan özgürlüğümüzün ifadesi olacak kimlik haklarımızı istiyoruz. Bu hak masumdur, sahipleri için de yaşamsal mahiyettedir ve uğruna direnmeye değerdir. Bu satırlar bu adımın habercisidir.
-II-
Araplarla ilgili olarak ele alınan uluslararası anlaşmaların en önemlisi Lozan Anlaşmasıdır. Lozan´dan önce, Lozan anlaşmasında anılan ve uluslararası anlaşma kapsamına böylece giren 20 Ekim 1921 "Türk-Fransız İttilafnamesi", Lozan´dan sonra 30 Mayıs 1926 "Ankara Bağıtı(Türkiye-Fransa)", 3 Mayıs 1930 "Sınır Protokolü (Türkiye-Fransa)" ve 29 Mayıs 1937 de "Sancak Ayrı Varlığı (Entitè distincte)" ile ilgili Milletler Cemiyeti Konseyinin kabul ettiği bağıt, bu hakların dile geldiği, resmi, uluslararası onaya sahip birer belgedir. Bunlar dışında uluslararası resmi onay almamış olan hiçbir anlaşma meşru değildir. Milletler Cemiyeti Konseyi´nce de onaylanmayan Fransa ve Türkiye arasındaki özel-ikili anlaşma ve protokollerin bağlayıcı bir yanı yoktur; özellikle Milletler Cemiyeti yasasının 18. Maddesi uyarınca, kütüğe kaydı geçirilmeyen 23 Haziran 1939 Türk-Fransız ortak demeci (Dèclaration Commune) ile dayatılan ilhak anlaşmasının, ne uluslararası hukuka uygunluğu ne de gerçekçi ve kabul edilir bir temeli vardır. Bu bir yandan bu anlaşmalarda Arap tarafının olmayışı kadar, Fransa’nın Arap topraklarını işgal eden bir güç olarak elde ettiği Mandaterlik Hukuku açısından Arap halkı adına bağlayıcı bir karar alma hakkı ve yetkisinin olmayışındandır. Hatay devletinin lağvedilmesi bile Lozan anlaşması ve 20 Ekim 1921 Türk-Fransız İttilafnamesi’nin ihlali ve uluslararası anlaşma standartlarına aykırı bir girişim olarak dayatılmıştır.
Mandater devlet olarak Fransa’nın, kendi çıkarları için Türkiye ile daha sonraları yaptığı anlaşmalar, ticari bir meta alış verişinden ibarettir. Arapları bu anlaşmalarda bağlayacak hiç bir şey yoktur.
Bu gerçek, Milletler Cemiyetinin güvencesi altında olan 1922 Manda Yasasıyla da sabittir. Fransa’nın (o zaman Suriye ve Lübnan’ın Mandateri olarak) mandaterlik yasasının 4. Maddesi gereği bu ülkelerin topraklarının tümü ya da bir kısmını başkasına devir etmesi ya da kiralaması mümkün değildir. Ayrıca aynı yasanın 18. Maddesi gereğince de, Mandaterlik yasasında bir değişiklik için başkalarının değil, Milletler Cemiyeti Konseyi’nin karar alması gerek. Bu durum, Lozan Anlaşması ve onun içerdiği 20 Ekim 1921 Türk-Fransız İttilafnamesinin sınırlarını aşan her davranışı ve ittifakı gayrı meşru sayar.
Bu yüzden, Milletler Cemiyeti Konseyi’nin onayladığı (1923 Lozan anlaşması dahil, 1926, 1930, 29 Mayıs 1937 tarihli anlaşma, protokol, bağıt ve statü) Arapların hak ve hukukuyla ilgili tüm anlaşmaların mihveri olan 20 Ekim 1921 Türk-Fransız İttilafnamesinin mantıki sonuçları olarak gündeme gelmiştir.
Bu noktada uluslararası anlaşmaların yükümlülüğünü, ilgili Arap tarafının yer almadığı ikili anlaşmalara mağdur etmenin yasal ve maddi bir dayanağı olamaz; Türkiye devleti tarafından övgüsü ve bağlayıcılığı sık sık yinelenen Lozan anlaşmasını aynı zamanda Türkiye devleti hükümranlığı altında yaşayan azınlıklar kadar Arap ulusal haklarının da önemli bir göstergesi olduğunu buradan bir kez daha hatırlatırız. Bu anlaşmaya sadık kalmak dahi, Türkiye´deki Arap halkının kendi coğrafyasındaki hakları açısından önemlidir.
Hiçbir ön yargı aramadan, birilerini milliyetçi-ırkçı ilkelliğin sorumsuz ve müphem söylemleriyle suçlamadan, biz Araplar kimlik haklarımızı talep ettiğimizi ilan ediyoruz.
Uluslararası anlaşmalardaki hakkımızı istiyoruz. Üstelik bunu bir bölgenin koparılması, bölünmesi olarak da ele almıyoruz. Lozan Anlaşması Kesim-I´de, 3. Maddenin 1. Bendinde "20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız İttilafnamesi´nin 8. Maddesinde açıklanan ve belirlenen sınır" çerçevesindeki hak ve özgürlüğümüzü, o günün özgürlük sınırlarında kalmak kaydıyla, kimseye ilhak olmadan kullanmak istiyoruz.
Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri açısından Atatürk gibi bir lider döneminde Lozan Anlaşması, bir zafer anlaşması olarak ilan edilmiştir. Bugüne dek bu ilan daha da yoğun övgülerle dile gelmiştir. Kutsanan bir anlaşma olarak, Cumhuriyetin Kabe’si sayılan Lozan Anlaşmasıyla utarlı olmak üzere, bu anlaşmadan doğan tüm hakların Araplara tanınmış olması gerekiyordu. Oysa Lozan´da belirlenmiş temel diğer haklar bir yana, dil özgürlüğüyle ilgili haklar dahi yadsınmıştır. Sevr öcüsünü bu ölçüde büyütenlerin, zafer ve yeniden doğuş diye ilan ettikleri Lozan Anlaşması’na bağlı kalmamaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin her dönemde tekrar eden bir handikabıdır.
Uluslararası camiada bu davranış, ortak ülkemize duyulan güvensizliğin de kaynaklarından biridir. Bu nedenle yukarıda dile getirdiğim temel haklar yanı sıra, bir ilk adım ve Arap-Türk ulusal toplulukları arasındaki güven yenilemesi amacıyla, Lozan Anlaşması’nın Kesim-III’te 39. Madde 4. Paragrafında dile gelen ve 37. Maddede mutlak bir hüküm olarak belirtilen dil özgürlüğünün Arapçaya tam kapsamıyla tanınmasını, anayasal, yasal kurumsal güvencelerle ve devlet bütçesin den alması gereken istihkakıyla birlikte korunup geliştirilmesini talep ediyoruz.
Lozan Anlaşmasının 37. maddesi, 38. maddeden 44. maddeye kadarki maddelere aykırı davranılamayacağını belirleyen bir taahhüt maddesidir ve tamamı şöyledir
Madde 37 - Türkiye, 38’den 44’e kadar olan maddelerde belirtilen hükümlerin temel kanunlar olarak tanımasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik ve hiçbir işlemin bu hükümlere karşı ve aykırı olmamasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik ve hiçbir resmi işlemin sözü geçen hükümlere üstün tutulmamasını taahhüt eder.
“Madde 39- …
Türkiye vatandaşlarının hiçbirinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde gerek din, basın veya her türlü yayın konusunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt konmayacaktır." Diyor (Madde 39. Paragraf 4)
Bu verilerin ışığında her şey gayet açıktır. Arap halkının hakları dar ve geniş anlamıyla yok sayılamayacak ölçekte belirgin olup uluslararası anlaşmalarla belirlenmiş ve güvence altına alınmıştır.
Türk ulusunun "Ulu Önder"i Atatürk´ün talimatı ve T.C´nin ikinci büyük şahsiyeti ve kurucularından İsmet İnönü´nün imzasını taşıyan Lozan anlaşmasına uymak umarız Türkiye yöneticilerine olduğu kadar, Türk ulusunun da vatanseverliğine gölge düşürmez. Kaldı ki, Arapların da vatanları olup, kayıtsız şartsız vatansever olacakları unutulmamalıdır.
-III-
Buradan sesleniyoruz :
Tek boyutlu olma ve başkalarını buna zorlamanın devri artık geçmiştir. Farklı uluslara mensup olmak, farklı kültürlerden gelmek hiç kimsenin ayıbı değildir. Tersine, bu türden farklı var oluşları zorla yok etmek, asimile etmek, tek boyutlu kılmak ayıpların en büyüğüdür.
İnsan haklarına yaklaşım da bu noktadan başlar. Biz Araplar, mensup olduğumuz ulusun bir parçası olarak, Türkiye´deki ulusal mozaiğin önemli renk ve dokusundan birisiyiz. Türk ulusunun kendi vatanseverliği ve ulusal çıkarlarına ilişkin hassasiyeti kadar, bizimde kendi ulusal çıkar ve vatanseverliğimiz konusunda hassas olduğumuz bilinmelidir. Ortaçağ yöntemlerinin, barbarca davranışların, zorla bir yönetim altında tutulmanın yarattığı tahribatı ancak bu farklı var oluşu kabullenip hazmederek giderebiliriz. Karşılıklı güvenin esası buna dayalıdır. Ortak ülkemizde özgürlük ve demokrasi için tek yol da budur. Arap halkının kimlik haklarının en önemli amacı ve varmak istediği tek sonuç, ortak vatanda özgürce ve demokratik güvencelerle birlikte yaşamaktır. Ortak ülkemiz zenginliğinin ifadesi olarak farklılıklarımızla barış içinde yaşamaya bir katkı amacı, kimlik haklarımızın temel amacı olarak belirlenmiştir.
Türkiye´de Araplar, coğrafyaları ve tarihsel ilişkileri itibariyle şehirli, uygar bir ulusal topluluktur. Mersin, Adana ve Hatay illeri başta olmak üzere, diğer Güney-Doğu Anadolu illerinde, 4 milyona yakın nüfusuyla Araplar, göz ardı edilmesi mümkün olmayan önemli bir kültürel kuşaktır da; siyasi yönetimin asimilasyonlarına karşın kendi ulusal kimliğini sürekli koruyabilmiştir. Bu halk Arap’tır ve bunun bulanıklaştırılmasına karşı duyarlıdır. Bu duyarlılığı uluslararası anlaşmalardan doğan haklarını talep ederek, savunarak gösterme çabasındadır. Bu amaçla da tüm etkinliklerini yeniden organize etmeyi doğal hakkı olarak kabul eder.
T.C yöneticilerini, Anadolu´da yaşayan tüm ulusların, uluslararası yükümlülüklerden doğan haklarını bir an önce tanımaya çağırıyoruz. Bu bölücülük değildir. Bu topraklarda yaşayan ve yaşamaya devam edecek olan, kimsenin zararına coğrafya bölücülüğü yapma ütopyalarına prim vermeyecek kadar uygar olan Arap halkının, haklı bir talebi olarak gündeme gelmektedir.
Dönüp Kürt Sorunu´na bakalım, oradan herkesin alacağı dersler var. Kürtlere uygulanan zulüm politikasının yanlışlığına tüm dünya tepki gösteriyor. Bunun için iki tarafta büyük kayıplar verdi. Haksız taraf gerçeği gördükçe, ağır bedeller ödeyerek geri adım atmıştır. Onurlu ve duyarlı Türk halkı, yanlış siyasetlerin yarattığı bu kayıpların farkına vararak baskısını artırmakta ve kardeş Kürt halkının haklı davasına bu yolla artan oranda destek olmaktadır. Bu tutumun bir uzantısı olarak, on yıllardır Kürt bayramı "Newroz"u yasaklamanın kalkması, Kürt realitesinin tanınması, Kürt dili için yeni yönelimlerin ortaya çıkması bu sürecin gidişatına önemli bir göndermedir. Türk halkının duyarlılığını ifade eden bu gelişmeler önemli ancak yetersizdir. Türkiye’de ne tek ne de ikili renk vardır, Türkiye denilen coğrafyada renkler, farklılıklar armonisi yaşamaktadır ve bunların hak ve hukuku gasp edilmiş bunlarada dönüp bakmanın zamanı gelmiştir.
İnancımız odur ki, Türk halkı Arap halkının haklı taleplerinin yanında, yöneticilerinden önce yer alacaktır. Bu, gelişmelerden çıkan ilk sonuçtur. Yeni yıkım ve düşmanlıkların engellenmesi, ölümlerin ve kinlerin oluşmaması için güven ve kardeşliğin, birlik ve beraberliğin kalıcı ve eşitlik koşulunda büyümesi için bu gerçeklerin hızla idrak edilmesi gerekmektedir.
Türkiye´de Arap gerçeğini, hak ve hukukunu öncelikle Türk solunun kavraması ve bilince çıkararak güncelleştirmeye yönelme yükümlülüğü bulunmaktadır.
Aydınlanma aklın farklılığı kavramasıdır tek boyutluluktan çıkmasıdır, Türkiye solu halkı adına bu aydınlanma duraklarından geçmeksizin ne kendine ne de halkına katacağı hiçbir değer yoktur.
Türkiye´de Arap gerçeğini küçümseyen, Liva İskenderun (Hatay) davasını ise hiç bilmeyen ve ele almayan İttihat-Terakki mantıklı, milliyetçi tutumlardan hızla uzaklaşılmalıdır.
Türk solu siyasi programlarında, merkezi çalışmalarında, demokratik alternatiflerinde bu sorunu ele alma duyarlılığı göstermelidir. "Araplar, önce Kürtler gibi bir kaç kez kanlı kıyım ve acıya maruz kalıp, kendilerini belli etsinler, ondan sonra ilgileniriz" mantığı rezil bir sömürgeci mantıktır. Osmanlı aklıdır ve Cumhuriyetin kuruluş ruhuna aykırıdır. Türk solu siyasal varlık ve onurlu duruş sergilemesi için, bu şoven tutumları hızla aşmalıdır.
Anadolu topraklarının bir uluslar ve halklar mozaiği olduğu ve bu coğrafyanın tek bir sahibi olmadığı, her ulus ve halkın kendi coğrafyasının egemeni olması gerektiği gerçeğini kavramalıdır. Bu yol, Türk solunu da özgürleştirecek ve süre giden marjinalliğine son verecek tek yoldur. Bu yol sadece sol için değil, insan topluluklarının kolektif kimliklerine saygısı olan tüm vicdan sahibi insanların da yoludur.
Bu gerçeği, sistemin temel unsuru olup "değişim" çağrıları yapan tüm siyasal güçlerin de kavraması, kendi tutarlılıkları açısından önemli bir davranıştır. "Devletin yeniden yapılandırılması" tezlerini ortaya atanların tutarlılıkları ve gerçek yurtseverlikleri bu sınavlardan geçilerek belirlenecektir. Söylemlerini zedeleyecek baskı unsurlarına boyun eğmeden, halkın gücüne ve desteğine dayanarak, yeniden yapılanmayı başarmanın yolunun; diğer halkların hakkının teslim edilmesinden geçtiği bilinmelidir.
Bu hak, bireysel vatandaş hakkından çok daha önemli olan, bireyin ulusal hakkıdır.
İkisi arasındaki farkı kavramak başarının ilk adımıdır.
Yasalar karşısında birey olarak herkes eşit olabilir. Ancak, aynı yasalar karşısında bireyin ulusal kimliği özgür ve eşit değilse, orada adalet ve demokrasi yok demektir.
Yeniden yapılanmadaki gerçeklik, tutarlılık ve ciddiyet bu ayrımı göz önüne alıp almamaya bağlı olacaktır.
Bilinmeli ki, başka halkların hakları karşısında, kendi halkının haklarına gösterdiği tutum kadar tutum alamayanların milliyetçilikleri de, yurtseverlikleri de sahtedir. Hiçbir halk, diğer halkın hakkını gasp etmekle bir şey kazanamaz. Buna sadece çıkar çevreleri ve onların siyasi temsilcileri tevessül eder.
Uluslar kendi deneyleriyle, her hakkın bir sahibi olduğunu, hak gaspının uzun süre elde tutulamayacağını bilir. Türkiye´de Arapların sahip olduğu hakları, tüm Türkiye halkları bilir.
Bu satırlardan Türkiye’nin onurlu, vicdani sağ tüm insanlarını, yeni kayıplar, acı ve düşmanlıklar yaratmadan, kardeşlik ve güven için, adalet içinde yaşamak için, Türkiye´deki Arapların haklarını teslime ve bunun için desteğe çağırıyoruz.
Mihrac Ural
Nisan 1996
Düşünceye saygılı olup, düşünce özgürlüğüne inananların; insan haklarına, kültürel haklara, toplumsal yaşamın doğal ifadesi olan kolektif kimliğin anlatımı ulusal var oluşa ve bundan doğan siyasal-demokratik haklara saygılı olmaları kaçınılmazdır.
Yaşamı bu düzeyde kavrayanlar, sessiz olan çoğunluk içinde eriyor olsalar da, gerçekçi dönüşümlerin ana dinamiği olacak kadar güçlü olduklarına inanıyorum.
Cahilin cüretiyle seslerini yüksekçe duyuranların ilkel statülerde direnerek, savaşları kışkırtmaları, barışı engellemeleri, coğrafyaların doğal toplumsal, kültürel dengelerini dikenli tellerle bozmalarının kalıcı olmadığına inanıyorum.
İşte bu iki güç arasında süren toplumsal yaşam çelişkilerinin, siyasal sonuçları ilkel statükoculara rağmen, barıştan, coğrafyalarının doğal kültürel, ulusal dengelerden yana oluşacağını görüyorum. Bu inançla coğrafyasının Türkiye sınırları içindeki bölümünde yaşayan Arapların hak ve hukuk davasının ilan edilme zamanının yeniden gündeme girmesi gerektiğini belirtiyorum. Bu hak için 1930´lu yıllar boyu mücadele eden kuşağın mirasçıları olarak bu görevi yerine getirmek üzere halkımın hak ve hukuk bildirgesini ilan ediyorum.
-I-
Bir haktan söz ediyorum. Bizimle ortak düşünmeyenler olabilir. Ancak tarih önünde ve halkımız nezdinde kendimize düşeni söylemek ve yapmak durumundayız Bu satırlardan Türkiye´de bir Arap ulusal sorunu olduğunu, eski kuşakların mirasçıları olarak bu gün yeniden hatırlatıyoruz. Bu sorunun yakın dönemde, Türkiye’nin siyasi gündemini belirleyecek ölçekte derin ve geniş kapsamlı olduğunu da hatırlatıyoruz.
Bu gerçeği belirlemekle halkımızın zorlu ve acı günlere sürüklenmesini asla istemiyoruz; acı çekmenin bir erdem olduğuna inanmıyoruz. Ancak milyonlarca insanın kolektif kimlikleriyle ilgili bir gerçeğin dile getirilmesinde katlanılması gereken zorlukları da çok iyi biliyoruz. Bunları söylerken, dün farklı azınlıklara ve bu gün Kürtlere yaşatılan zorluğun halkımıza da dayatılabileceğini açıkça hesaba katıyoruz.
Türkiye´de hak aramanın neye mal olduğunu bilmeyen yoktur. Şahıs olarak ben ve dava arkadaşlarım, buna yıllarca katlandık ve katlanmaya devam ediyoruz. 70´li yılların ünlü 141-142. Maddelerinden dolayı binlerce insan gibi düşünce suçlusu olarak, cezaevlerinde acı çektik. Elbette ki, aynı acılara halkımızın da maruz kalmasını istemiyoruz. Ama bu durum, halkımızın hak arayışı önünde bir engel olamayacaktır. Haklı davasında halkımız, kuşaklar boyu sürecek fedakarlıkların sunulmasından geri kalmayacaktır.
Bir ulus olarak Araplar, son yüz yılın en büyük acılarını değişik coğrafyalarda çekti, parçalandı, sömürgeleşti, toprakları küçücük aşiretlere peşkeş çekildi. Bu adaletsizliklerin yarattığı acılar hala sürüyor. Ancak bu büyük ulus, tüm görkemi ile insanlığın düşünsel değerlerine katkılarıyla, dünya ulusları arasında dimdik ayakta durmaya devam ediyor. Diğer boyutta, Arap ulusu coğrafyasının her yöresinde baskılara ve acılara karşı asla boyun eğmemiş, direnişi ile dünyanın tüm mazlum halklarına haklı davada alınması gereken tutumun ne olduğunu göstermiştir; Filistin direnişinin ölümsüz destanında bu kahramanlık yeterince dile gelmiştir. Bu izi sürdüren yeni direniş odaklarının ardı sıra yükseldiğine de, insanlık tanıklık yapmaktadır.
Türkiye´deki Araplar olarak, hiç istemesek de tarih bize bunu reva görürse, ulusumuzun gelenek ve göreneklerindeki hak mücadelesine layık direnişi yükseltmekten geri kalmayacağımızı onurla söylemeliyim.
Ancak biz, Ulusal coğrafyasından zorla, uluslar arası kurallara aykırı olarak, peşkeşlerle bölünmüş olmamıza karşın, yeni coğrafi bölünmelerin peşinde değiliz. Coğrafyamızın bölünmesini istemiyoruz. Bundan dolayı kimsenin düşmanlığını da kazanma hevesinde değiliz. Ayrıca, bir ulusun üstünde topluca yaşadığı coğrafyanın bölünmezliğine inanıyoruz. İnsanlık tarihinde devletlerin, siyasi idarelerin parçalanıp bölünmesine karşın, halkların yaşadığı coğrafyaların hiç bir güç tarafından bölünemediğini biliyoruz; kimilerinin bir zaman dilimi içinde askerlerini bir yerlere dikerek çektiği dikenli tellerle coğrafyanın bölünemeyeceği gerçeği, bu satırların taşıdığı anlamda da açıkça belgelenmektedir.
Dünyanın tüm halkları, bu yerkürede kendine bir coğrafi alan seçerek orada yerleşmiştir. Yerleşim coğrafyalarında değişim ise çok azdır. Değişim olmuşa da coğrafyanın parçalanması şeklinde değil, değiştirilmesi yönünde olmuştur.
Dikenli tel, güçlünün askeri konumlandırılması ya da uluslararası kimi konjonktürlerden yararlanarak gerçekleşen harita değişimi, hiçbir ulusun coğrafyasını bölmez ya da birilerine mülk yapmaz. Bu dengeler değişir ve beraberinde tüm sonuçları da değişir. Ama sonuçta coğrafya, ait olduğu ulusa kalır; bölünmez. ve bir ulusal topluluk kendi kimliğini, gerçek manasıyla korudukça er ya da geç kendi coğrafyasının da yöneticisi olur.
Hiç erişilmez, zaman aşımına uğramış gibi sanılan bu sonuçları belli bir zaman dilimine sıkıştırmanın, hiç bir kıymeti harbiyesi olmadığını da ayrıca belirlemek gerek. Üstünden yüz yıllarda geçse, hak sahibini bulur. Bunun için hak sahibi uluslar, haklı davaları uğruna mücadele edecek yeni nesilleri yaratmaktan geri kalmazlar. Coğrafyamızı 300 yıl işgal eden Haçlılar ve 400 yıl işgal eden Osmanlılardan bugün bir eser kalmamışken, Arap ulusu kendi coğrafyasında dimdik ayaktadır.
Bugün bu satırların yazarı, kendisi gibi düşünen Arap aydını, militanı ve halkı adına bunları on yıllar sonra, Türkiye’nin ilhak ettiği Arap ulusal topraklarında gündeme getiriyorsa, bu halkın haklarını görmemezlikten gelip yok saymanın mümkün olmayacağı açıktır.
Bundan 17 yıl önce bu sorunu dile getirdiğimizde, Türkiye solu başta olmak üzere hiç bir siyasi çevrede bu gerçeği bilen, gören ya da gündem konusu olacak bir tarzda ele alan kimse yoktu. Hatay Sorunu, eskimiş bir tarihti ve gömülmüştü. Yeniden dirileceğine çok az sayıda kişi inanıyordu. Yoldaşlarımızla bu günlere, Türkiye solunun yoğun milliyetçiliğinin töhmetleri ve sığlığından gelen sataşmaların ateşi altında geldik.
Bugün aynı sol, milliyetçi ikiyüzlülüğüyle, bu haklı davanın özgürlük ve demokrasi mücadelesine katılabileceği gerçeğin yadsıyıp, hafife alma eğilimi içindedir. Henüz her şeyin yeni başlıyor olmasına karşın; sağından, soluna, Milli Güvenlik Kurulundan (MGK), Millet Meclisi ve partilerine dek her alanda hızla gündeme yerleşme eğilimi gösteren bir Arap ulusal sorunu artık belirmiş oldu. Bir kez ufukta kara görülmüştür. Dipten gelen bu sarsıntı, yüzeye büyük dalgalar halinde yansıyacağının işaretlerini vermektedir. Bu gerçeğin izlerini görmemekte ısrar edenlerin inkarcı yaklaşımları, bu yükselişi engelleyemeyecektir; yakın dönemde Kürtlerin varlık olarak inkar edilmesinden bu güne geçen sürede ortayla çıkan gelişmeler Türkiye’de Arap halkının davasına da önemli bir kıyastır.
Halkım, Türkiye’nin güney coğrafyasında kendi doğal ulusal topraklarının kuzeyinde, Akdeniz şeridinin önemli bir kısmında, Torosların güney yamaç ve düzlüklerinde yaşıyor. Ne Kıbrıs, ne Trakya ne de Bulgar Türkü kadar birkaç on bin değil, dünyadaki birçok devletten daha çok olan, 4 milyonu aşan nüfusuyla, kendi coğrafyasında, ulusal kültürüne konan her türlü yasağa rağmen Arap olarak yaşamını sürdürmektedir. Türkiye´de; diğer örneklerde de görüldüğü gibi yasak, Arap halkının kültürünü yok edememiştir. Türkiye´de kendi şehirlerinde Arapların tepkisiz gibi görülen yoğunlukları, kimseyi, bu halkın hakları üzerine ölü toprağı atma hatasına sürüklemesin. Buna yeltenenler yanılgılarının ilk işaretini bu bildirgeyle anlamaya çalışmalıdır.
Sonuçta Araplar da haklarını bir listede dünya kamuoyuna, kendi ulusuna ve yaşamakta olduğu siyasi yönetim altındaki tüm ulus ve halklara ilan edecektir. Bu atılım, kaçınılmaz bir adım olarak önümüzde duruyor.
Biz Araplar bu topraklarda, başkasına yamanmaya, bölücülüğe, parçalanmaya, başkalarının zararına ve dostlukların tahribatına geçit vermeyeceğiz. Bölücülükle de suçlansak; dostluğu, birliği ve barışı temel alacağız. Kimlik haklarımız için düşman değil dost arıyoruz.
Bunu da, Uluslararası anlaşmalarla onaylanmış haklarımız ve bundan kaynaklanan özgürlüğümüzün ifadesi olacak kimlik haklarımızı istiyoruz. Bu hak masumdur, sahipleri için de yaşamsal mahiyettedir ve uğruna direnmeye değerdir. Bu satırlar bu adımın habercisidir.
-II-
Araplarla ilgili olarak ele alınan uluslararası anlaşmaların en önemlisi Lozan Anlaşmasıdır. Lozan´dan önce, Lozan anlaşmasında anılan ve uluslararası anlaşma kapsamına böylece giren 20 Ekim 1921 "Türk-Fransız İttilafnamesi", Lozan´dan sonra 30 Mayıs 1926 "Ankara Bağıtı(Türkiye-Fransa)", 3 Mayıs 1930 "Sınır Protokolü (Türkiye-Fransa)" ve 29 Mayıs 1937 de "Sancak Ayrı Varlığı (Entitè distincte)" ile ilgili Milletler Cemiyeti Konseyinin kabul ettiği bağıt, bu hakların dile geldiği, resmi, uluslararası onaya sahip birer belgedir. Bunlar dışında uluslararası resmi onay almamış olan hiçbir anlaşma meşru değildir. Milletler Cemiyeti Konseyi´nce de onaylanmayan Fransa ve Türkiye arasındaki özel-ikili anlaşma ve protokollerin bağlayıcı bir yanı yoktur; özellikle Milletler Cemiyeti yasasının 18. Maddesi uyarınca, kütüğe kaydı geçirilmeyen 23 Haziran 1939 Türk-Fransız ortak demeci (Dèclaration Commune) ile dayatılan ilhak anlaşmasının, ne uluslararası hukuka uygunluğu ne de gerçekçi ve kabul edilir bir temeli vardır. Bu bir yandan bu anlaşmalarda Arap tarafının olmayışı kadar, Fransa’nın Arap topraklarını işgal eden bir güç olarak elde ettiği Mandaterlik Hukuku açısından Arap halkı adına bağlayıcı bir karar alma hakkı ve yetkisinin olmayışındandır. Hatay devletinin lağvedilmesi bile Lozan anlaşması ve 20 Ekim 1921 Türk-Fransız İttilafnamesi’nin ihlali ve uluslararası anlaşma standartlarına aykırı bir girişim olarak dayatılmıştır.
Mandater devlet olarak Fransa’nın, kendi çıkarları için Türkiye ile daha sonraları yaptığı anlaşmalar, ticari bir meta alış verişinden ibarettir. Arapları bu anlaşmalarda bağlayacak hiç bir şey yoktur.
Bu gerçek, Milletler Cemiyetinin güvencesi altında olan 1922 Manda Yasasıyla da sabittir. Fransa’nın (o zaman Suriye ve Lübnan’ın Mandateri olarak) mandaterlik yasasının 4. Maddesi gereği bu ülkelerin topraklarının tümü ya da bir kısmını başkasına devir etmesi ya da kiralaması mümkün değildir. Ayrıca aynı yasanın 18. Maddesi gereğince de, Mandaterlik yasasında bir değişiklik için başkalarının değil, Milletler Cemiyeti Konseyi’nin karar alması gerek. Bu durum, Lozan Anlaşması ve onun içerdiği 20 Ekim 1921 Türk-Fransız İttilafnamesinin sınırlarını aşan her davranışı ve ittifakı gayrı meşru sayar.
Bu yüzden, Milletler Cemiyeti Konseyi’nin onayladığı (1923 Lozan anlaşması dahil, 1926, 1930, 29 Mayıs 1937 tarihli anlaşma, protokol, bağıt ve statü) Arapların hak ve hukukuyla ilgili tüm anlaşmaların mihveri olan 20 Ekim 1921 Türk-Fransız İttilafnamesinin mantıki sonuçları olarak gündeme gelmiştir.
Bu noktada uluslararası anlaşmaların yükümlülüğünü, ilgili Arap tarafının yer almadığı ikili anlaşmalara mağdur etmenin yasal ve maddi bir dayanağı olamaz; Türkiye devleti tarafından övgüsü ve bağlayıcılığı sık sık yinelenen Lozan anlaşmasını aynı zamanda Türkiye devleti hükümranlığı altında yaşayan azınlıklar kadar Arap ulusal haklarının da önemli bir göstergesi olduğunu buradan bir kez daha hatırlatırız. Bu anlaşmaya sadık kalmak dahi, Türkiye´deki Arap halkının kendi coğrafyasındaki hakları açısından önemlidir.
Hiçbir ön yargı aramadan, birilerini milliyetçi-ırkçı ilkelliğin sorumsuz ve müphem söylemleriyle suçlamadan, biz Araplar kimlik haklarımızı talep ettiğimizi ilan ediyoruz.
Uluslararası anlaşmalardaki hakkımızı istiyoruz. Üstelik bunu bir bölgenin koparılması, bölünmesi olarak da ele almıyoruz. Lozan Anlaşması Kesim-I´de, 3. Maddenin 1. Bendinde "20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız İttilafnamesi´nin 8. Maddesinde açıklanan ve belirlenen sınır" çerçevesindeki hak ve özgürlüğümüzü, o günün özgürlük sınırlarında kalmak kaydıyla, kimseye ilhak olmadan kullanmak istiyoruz.
Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri açısından Atatürk gibi bir lider döneminde Lozan Anlaşması, bir zafer anlaşması olarak ilan edilmiştir. Bugüne dek bu ilan daha da yoğun övgülerle dile gelmiştir. Kutsanan bir anlaşma olarak, Cumhuriyetin Kabe’si sayılan Lozan Anlaşmasıyla utarlı olmak üzere, bu anlaşmadan doğan tüm hakların Araplara tanınmış olması gerekiyordu. Oysa Lozan´da belirlenmiş temel diğer haklar bir yana, dil özgürlüğüyle ilgili haklar dahi yadsınmıştır. Sevr öcüsünü bu ölçüde büyütenlerin, zafer ve yeniden doğuş diye ilan ettikleri Lozan Anlaşması’na bağlı kalmamaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin her dönemde tekrar eden bir handikabıdır.
Uluslararası camiada bu davranış, ortak ülkemize duyulan güvensizliğin de kaynaklarından biridir. Bu nedenle yukarıda dile getirdiğim temel haklar yanı sıra, bir ilk adım ve Arap-Türk ulusal toplulukları arasındaki güven yenilemesi amacıyla, Lozan Anlaşması’nın Kesim-III’te 39. Madde 4. Paragrafında dile gelen ve 37. Maddede mutlak bir hüküm olarak belirtilen dil özgürlüğünün Arapçaya tam kapsamıyla tanınmasını, anayasal, yasal kurumsal güvencelerle ve devlet bütçesin den alması gereken istihkakıyla birlikte korunup geliştirilmesini talep ediyoruz.
Lozan Anlaşmasının 37. maddesi, 38. maddeden 44. maddeye kadarki maddelere aykırı davranılamayacağını belirleyen bir taahhüt maddesidir ve tamamı şöyledir
Madde 37 - Türkiye, 38’den 44’e kadar olan maddelerde belirtilen hükümlerin temel kanunlar olarak tanımasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik ve hiçbir işlemin bu hükümlere karşı ve aykırı olmamasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik ve hiçbir resmi işlemin sözü geçen hükümlere üstün tutulmamasını taahhüt eder.
“Madde 39- …
Türkiye vatandaşlarının hiçbirinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde gerek din, basın veya her türlü yayın konusunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt konmayacaktır." Diyor (Madde 39. Paragraf 4)
Bu verilerin ışığında her şey gayet açıktır. Arap halkının hakları dar ve geniş anlamıyla yok sayılamayacak ölçekte belirgin olup uluslararası anlaşmalarla belirlenmiş ve güvence altına alınmıştır.
Türk ulusunun "Ulu Önder"i Atatürk´ün talimatı ve T.C´nin ikinci büyük şahsiyeti ve kurucularından İsmet İnönü´nün imzasını taşıyan Lozan anlaşmasına uymak umarız Türkiye yöneticilerine olduğu kadar, Türk ulusunun da vatanseverliğine gölge düşürmez. Kaldı ki, Arapların da vatanları olup, kayıtsız şartsız vatansever olacakları unutulmamalıdır.
-III-
Buradan sesleniyoruz :
Tek boyutlu olma ve başkalarını buna zorlamanın devri artık geçmiştir. Farklı uluslara mensup olmak, farklı kültürlerden gelmek hiç kimsenin ayıbı değildir. Tersine, bu türden farklı var oluşları zorla yok etmek, asimile etmek, tek boyutlu kılmak ayıpların en büyüğüdür.
İnsan haklarına yaklaşım da bu noktadan başlar. Biz Araplar, mensup olduğumuz ulusun bir parçası olarak, Türkiye´deki ulusal mozaiğin önemli renk ve dokusundan birisiyiz. Türk ulusunun kendi vatanseverliği ve ulusal çıkarlarına ilişkin hassasiyeti kadar, bizimde kendi ulusal çıkar ve vatanseverliğimiz konusunda hassas olduğumuz bilinmelidir. Ortaçağ yöntemlerinin, barbarca davranışların, zorla bir yönetim altında tutulmanın yarattığı tahribatı ancak bu farklı var oluşu kabullenip hazmederek giderebiliriz. Karşılıklı güvenin esası buna dayalıdır. Ortak ülkemizde özgürlük ve demokrasi için tek yol da budur. Arap halkının kimlik haklarının en önemli amacı ve varmak istediği tek sonuç, ortak vatanda özgürce ve demokratik güvencelerle birlikte yaşamaktır. Ortak ülkemiz zenginliğinin ifadesi olarak farklılıklarımızla barış içinde yaşamaya bir katkı amacı, kimlik haklarımızın temel amacı olarak belirlenmiştir.
Türkiye´de Araplar, coğrafyaları ve tarihsel ilişkileri itibariyle şehirli, uygar bir ulusal topluluktur. Mersin, Adana ve Hatay illeri başta olmak üzere, diğer Güney-Doğu Anadolu illerinde, 4 milyona yakın nüfusuyla Araplar, göz ardı edilmesi mümkün olmayan önemli bir kültürel kuşaktır da; siyasi yönetimin asimilasyonlarına karşın kendi ulusal kimliğini sürekli koruyabilmiştir. Bu halk Arap’tır ve bunun bulanıklaştırılmasına karşı duyarlıdır. Bu duyarlılığı uluslararası anlaşmalardan doğan haklarını talep ederek, savunarak gösterme çabasındadır. Bu amaçla da tüm etkinliklerini yeniden organize etmeyi doğal hakkı olarak kabul eder.
T.C yöneticilerini, Anadolu´da yaşayan tüm ulusların, uluslararası yükümlülüklerden doğan haklarını bir an önce tanımaya çağırıyoruz. Bu bölücülük değildir. Bu topraklarda yaşayan ve yaşamaya devam edecek olan, kimsenin zararına coğrafya bölücülüğü yapma ütopyalarına prim vermeyecek kadar uygar olan Arap halkının, haklı bir talebi olarak gündeme gelmektedir.
Dönüp Kürt Sorunu´na bakalım, oradan herkesin alacağı dersler var. Kürtlere uygulanan zulüm politikasının yanlışlığına tüm dünya tepki gösteriyor. Bunun için iki tarafta büyük kayıplar verdi. Haksız taraf gerçeği gördükçe, ağır bedeller ödeyerek geri adım atmıştır. Onurlu ve duyarlı Türk halkı, yanlış siyasetlerin yarattığı bu kayıpların farkına vararak baskısını artırmakta ve kardeş Kürt halkının haklı davasına bu yolla artan oranda destek olmaktadır. Bu tutumun bir uzantısı olarak, on yıllardır Kürt bayramı "Newroz"u yasaklamanın kalkması, Kürt realitesinin tanınması, Kürt dili için yeni yönelimlerin ortaya çıkması bu sürecin gidişatına önemli bir göndermedir. Türk halkının duyarlılığını ifade eden bu gelişmeler önemli ancak yetersizdir. Türkiye’de ne tek ne de ikili renk vardır, Türkiye denilen coğrafyada renkler, farklılıklar armonisi yaşamaktadır ve bunların hak ve hukuku gasp edilmiş bunlarada dönüp bakmanın zamanı gelmiştir.
İnancımız odur ki, Türk halkı Arap halkının haklı taleplerinin yanında, yöneticilerinden önce yer alacaktır. Bu, gelişmelerden çıkan ilk sonuçtur. Yeni yıkım ve düşmanlıkların engellenmesi, ölümlerin ve kinlerin oluşmaması için güven ve kardeşliğin, birlik ve beraberliğin kalıcı ve eşitlik koşulunda büyümesi için bu gerçeklerin hızla idrak edilmesi gerekmektedir.
Türkiye´de Arap gerçeğini, hak ve hukukunu öncelikle Türk solunun kavraması ve bilince çıkararak güncelleştirmeye yönelme yükümlülüğü bulunmaktadır.
Aydınlanma aklın farklılığı kavramasıdır tek boyutluluktan çıkmasıdır, Türkiye solu halkı adına bu aydınlanma duraklarından geçmeksizin ne kendine ne de halkına katacağı hiçbir değer yoktur.
Türkiye´de Arap gerçeğini küçümseyen, Liva İskenderun (Hatay) davasını ise hiç bilmeyen ve ele almayan İttihat-Terakki mantıklı, milliyetçi tutumlardan hızla uzaklaşılmalıdır.
Türk solu siyasi programlarında, merkezi çalışmalarında, demokratik alternatiflerinde bu sorunu ele alma duyarlılığı göstermelidir. "Araplar, önce Kürtler gibi bir kaç kez kanlı kıyım ve acıya maruz kalıp, kendilerini belli etsinler, ondan sonra ilgileniriz" mantığı rezil bir sömürgeci mantıktır. Osmanlı aklıdır ve Cumhuriyetin kuruluş ruhuna aykırıdır. Türk solu siyasal varlık ve onurlu duruş sergilemesi için, bu şoven tutumları hızla aşmalıdır.
Anadolu topraklarının bir uluslar ve halklar mozaiği olduğu ve bu coğrafyanın tek bir sahibi olmadığı, her ulus ve halkın kendi coğrafyasının egemeni olması gerektiği gerçeğini kavramalıdır. Bu yol, Türk solunu da özgürleştirecek ve süre giden marjinalliğine son verecek tek yoldur. Bu yol sadece sol için değil, insan topluluklarının kolektif kimliklerine saygısı olan tüm vicdan sahibi insanların da yoludur.
Bu gerçeği, sistemin temel unsuru olup "değişim" çağrıları yapan tüm siyasal güçlerin de kavraması, kendi tutarlılıkları açısından önemli bir davranıştır. "Devletin yeniden yapılandırılması" tezlerini ortaya atanların tutarlılıkları ve gerçek yurtseverlikleri bu sınavlardan geçilerek belirlenecektir. Söylemlerini zedeleyecek baskı unsurlarına boyun eğmeden, halkın gücüne ve desteğine dayanarak, yeniden yapılanmayı başarmanın yolunun; diğer halkların hakkının teslim edilmesinden geçtiği bilinmelidir.
Bu hak, bireysel vatandaş hakkından çok daha önemli olan, bireyin ulusal hakkıdır.
İkisi arasındaki farkı kavramak başarının ilk adımıdır.
Yasalar karşısında birey olarak herkes eşit olabilir. Ancak, aynı yasalar karşısında bireyin ulusal kimliği özgür ve eşit değilse, orada adalet ve demokrasi yok demektir.
Yeniden yapılanmadaki gerçeklik, tutarlılık ve ciddiyet bu ayrımı göz önüne alıp almamaya bağlı olacaktır.
Bilinmeli ki, başka halkların hakları karşısında, kendi halkının haklarına gösterdiği tutum kadar tutum alamayanların milliyetçilikleri de, yurtseverlikleri de sahtedir. Hiçbir halk, diğer halkın hakkını gasp etmekle bir şey kazanamaz. Buna sadece çıkar çevreleri ve onların siyasi temsilcileri tevessül eder.
Uluslar kendi deneyleriyle, her hakkın bir sahibi olduğunu, hak gaspının uzun süre elde tutulamayacağını bilir. Türkiye´de Arapların sahip olduğu hakları, tüm Türkiye halkları bilir.
Bu satırlardan Türkiye’nin onurlu, vicdani sağ tüm insanlarını, yeni kayıplar, acı ve düşmanlıklar yaratmadan, kardeşlik ve güven için, adalet içinde yaşamak için, Türkiye´deki Arapların haklarını teslime ve bunun için desteğe çağırıyoruz.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder