20 Şubat 2009 Cuma
TÜRKİYE’NİN GAZZEVİLERİ; KÜRTLER
Mhirac Ural
20 Şubat 2009
15 Şubat 10. yılında artık tek başına Başkan Öcalan’ın esir edilişine tepki günü değildir. 15 Şubat, arkasında dev gücüyle, yükseliş ivmesi hızlanmış varlığıyla, milyonları kapsayan sayılarıyla, coğrafyası ve evrensel etkinlikleriyle Kürt halkının liderine ve siyasal yönelimlerine sahip çıktığını gösteren bir gün haline gelmiş oldu. Bu adım Kürt ulusunun özgürlük ve demokrasi taleplerini kapsayan bir genişlemeyle, özgürlük için mücadele günü haline geldi.
10. yılında 15 Şubat etkinliklerinin nitelik dönüşümü de böyle gerçekleşti. Kazanan Kürt halkıdır. Özgürlüğünü bu adımlarla taş üzerin taş koyarak inşa etmektedir. Bu devlet ise yıkmakla beyhude bir çaba içindedir. Bu devlet bu çabalarıyla, hükmü altında birlikte yaşama şansını da katletmektedir.
15 Şubat tarihi malum. Bu tarihte ne olduğunu herkes biliyor. Bilmek istemeyen bir tek Türkiye Cumhuriyeti, onun kurum, kuruluşları ve köhnemiş statüleridir.
Her 15 Şubatta ortak ülkemizin her bir köşesinde ve özellikle Kürdistan’da ortaya konan tutum, açık ve net verileriyle, Başkan Öcalan’ın arkasında duran gücün Kürt halkı olduğunu gösteriyor. Özetle durum budur ve bu devlet bunu bilmek istemiyor, kabullenemiyor, sindiremiyor.
Özgürlük ve demokrasiyle tarihsel açıdan geç tanışmış ve buna doymamış ülkelerde devletler böylesi gerçekleri kabullenme durumunda sıkıntılı olurlar. Bir dönem ırkçı yönetim altında inleyen Güney Afrika Cumhuriyeti gibi. Bu tıkanıklık gerçekte ülkeyi kaoslara sürükleyen en önemli sorunların başında geliyor. Tarihleriyle yüzleşme korkuları kadar, bu günlerinin ayan beyan sorunlarıyla da yüzleşmekten korkuyorlar.
Tarihleriyle ve bu günkü temel sorunlarıyla yüzleşmeden kaoslarını çözme durumunda olamayan böylesi ülkeler sancılı ve çatışmalı iç sorunlarla boğuşup dururlar. Ortak ülkemizde böylesi sorunlar hiçte az değildir. Ermeni jenosidi, Hatay’ın ilhakı, 6-7 Eylül 1955 kıyım ve yıkımı, Kıbrıs sorunu, Maraş olayları, bitip tükenmeyen Kürt kıyımları, tenkil ve tehcirleri gibi bir dizi sorunu bulunmaktadır. 15 Şubat da bu sürece eklenen bir halka olarak, Kürtlerin uğradığı zulmü özetlemektedir.
15 Şubat’ta Kürt halkının tek vücut ve tek ruh olarak meydanlara döken, özgürlük şiarlarıyla liderinin arkasında durmasını sağlayan gerçekçi hak taleplerini kabullenmeden, onlarla yüzleşemeyen bu devlet sorunlarını aşma şansına sahip olamaz.
15 Şubat anısına Diyarbakır’da ayaktaydı.
Diyarbakır, bu satırların yazarı için çok anlamlı bir başkent. Devrimci vaftizimi orada yaptım. 24 Haziran 1975 erken seçim ortamıydı. Türkeş, erken seçimler adı altında Diyarbakır’a bir fatih edasıyla girmek istiyordu. Gerçekte Üniversite sınavlarının arifesiydi ve Kürt gençliğinin yüksek öğrenim hakkını engellemeye yönelik bir provokasyonu da içeren amaçlar taşıyordu. Türkeş, basından yankılanan “Diyarbakır’a ayak basacağım” yönlü çirkin tehditleri doruğuna varmıştı. Kürt halkı bu oyuna gelmeyeceğini Türkeş’i şehre sokmayacağını ilan ederek cevap vermişti. Kürt halkının bir ulus ruhuyla davrandığının önemli belirtilerinden biri de buydu; hükmü altında yaşadığı bir devletin en üst düzey adamlarından birine giriş yasağı koyabiliyordu.
O gün Diyarbakır’da üniversite sınavları için bulunuyordum. Misafiri olduğum …Aslan’ın yanındaydım. Elimde taşlarla Türkeş’e geçit yok diyordum. Bugün Filistinli halkımın çocukları gençleri gibi taş attım faşistlere, Kürt kardeşlerimle başkentlerinde omuz omuza oldum. O gün Kürt halkının birlik içinde dik duruşla, ortaya koyduğu kararlı direnişle devrimci vaftizimi oldum.
İki yolu bölen yeşil şerit ortasına yerleştirilen konuşma platformu ve burçlar üzerinden sarkan üç hilalli MHP bayraklarına karşı başlayan ilk öfkeler, Türkeş’in şehre doğru girdiği anonsuyla bir kıyamete ayaklanmasına dönüştü. Kürt gençliği taş yağmuru yağdırdı. Burçlardaki MHP bayrağı parçalanarak atıldı. Konuşma kürsüsü talaş haline geldi. Polisle çatışmalar başladı. Türkeş “Diyarbakır’a ayak basacağım” demişti. Ancak Kürt halkı Türkeş’i başkenti Amed’in kapıları önünde teslim almıştı, diz çökertmişti. Türkeş kuyruğunu bükerek, gerisin geriye dönmek zorunda kaldı.
Bu deneyi, 6 Mart 1999’da, aynı edayla, Başkan Öcalan7ın esir edilmesinin hemen ardındın bir fütuhatçı serseri olarak Ecevit’in Diyarbakır’a geliş serüveni takip etti. Ben bu günde çok uzaklarda siyasi bir mülteci olarak, yazılarımla Kürt kardeşlerimle birlikte omuz omuza olmaya çalıştım ama ruhum vaftiz olduğum kentte yazılarımdan önce varmıştı. Bende sokaklardaydım elimde taşlarla Kürt gençlerinin yanında bulunuyordum. Uluslar arası bir komployla, dostum, yoldaşım, uzun yıllar soframı, sofrasını, evimi, evini birlikte paylaştığım Kürt halkının lideri Öcalan’ı tutsak etmenin böbürlenmesiyle Diyarbakır’a girmek istiyordu. O da Kürt halkının lideri arkasındaki dik duruşu karşısında boyun eğmişti gerisin geriye kaçarak gitmişti. Aynı deneyi R.T.Erdoğan en güçlü olduğu bir kesitte Kürt ulusunun başkentine rahat girebileceğini sandı. Ordusu polisi hava ve kara kuvvetleri arkasındaydı. Onun da bu şaklabanlığı fiyaskoyla sonuçlandı. Kürt halkı bu devletin zulmüne karşı tutumunu almıştı, özgürlük istiyordu ve bunun için kararlıydı.
Ben hep Diyarbakır’daydım. Orada bir devrimci olarak, kemale ermiş, saçlarına aklar düşmüş ama ruhu hala heyecanla bir militan gibi genç olarak en ön saflardaydım. Elinde taşlarla, anlamak istemedikleri özgürlük ve demokrasi talebini haykırıyordum.
15 şubat anısına Kürdistan’ın her köşesi ayaktaydı. Başkentin hazırlığı ise bir başkaydı. Amed hazırlığı devleti iliklerine kadar titretiyordu; haksızları, gaspçıları, özgürlük karşıtlarını Kürt halkının iç ve dış düşmanlarını tedirgin ediyordu. Ben yine Kürt kardeşlerimle birlikteydi. Elimde taşlarla bende hazırdım haykırmayı. En ön saftaydım. Deforme olmuş fiziğimle, beyaz saçlarımla yine heyecanla çarpan yüreğimle Kürt kardeşlerimle omuz omuza idim.
Her zaman da aralarında olacağım. Ortak ülkemizin bu tablosunda Kürtler tıpkı Gazeli Filistinliler gibiydi. Filistin halkı özgürlükleri için, hakları ve hukukları için meydanlarda, yeryüzünün en gelişmiş silahlarına meydan okuyarak mücadele ediyorlardı, yaşlısı genci, kadını çocuğuyla tek ruh olmuş kararlıca hak talebi için ayaktalar. Daha dün, insanlığın gözleri önünde Filistinli Gazzeviler misket ve fosfor bombalarına, tankların ve firkateynlerin (savaş gemileri) top atışlarına, füze vuruşlarına hedef oluyorlardı. Hükümleri altında yaşadıkları devlet onları köşe bucak operasyonlarla katlediyordu.
Sivillerden başka ölümün olmadığı bu haksız ve kirli savaşta Gazzavililer bölgemizdeki tüm halklar adına Siyonistlere, emperyalistlere ve bölge gericiliğine karşı direniyordu.
Kürtlerin direnişi de tastamam buydu. 15 Şubat bu yanıyla geride kalan bir esir edilişten çok bütün bu tarihin adına özgürlük ve demokrasi taleplerini temsilen anlam kazanıyordu. Bu devlet bu gerçekle yüzleşmek istemiyor sorun da burada başlıyordu.
Kürt halkı, Gazzelilerin yanında sürekli durdu. Onların acısını paylaştı yardım elini uzattı topraklarının her köşesinde İsrail zulmüne karşı tepkisini haykırdı. İsrail’e karşı konan tutumlarda Başbakan Erdoğan’ın Davos’taki refleksinin de arkasında durdu. Ancak Erdoğan tutumunu ilkeli kılamadı. Gazeliler için ortaya koyduğu haklı tepkiyi sürdüremedi, durumu Gazzelilerden farklı olmayan Kürtlere, İsrail gibi baskı uygulamaya devam etti, polisleri, helikopterleri, gaz bombalarıyla saldırılarını sürdürdü.
Bu tablo bölgemizde ezilen halkların nasılda bir kader birliği içinde kendi devletlerinin zulmüne maruz kaldığını göstermeye yeterlidir. Bu aynı zamanda bölge halklarının kader birliği içinde omuz omuza direnmelerinin de bir zorunluluk olarak gelip dayattığında bir göstergesiydi.
Türkiye’nin Gazzevileri Kürtlerdir.
Dün Filistinli Gazze’nin kıyşım ve yıkımına karşı seyirci kalan insanlık bu gün Kürtlerin uğradığı kıyım ve yıkılma seyircidir. Türkiye Cumhuriyeti, Siyonist İsrail devleti gibi Nazi yöntemlerle, kendi vatandaşına karşı, dış destek ve her türden silah aparatıyla ölüm kusmaktadır. Kendi vatandaşına karşı sınır dışı operasyonlarla ölüm ihraç etmektedir. Akıllara ziyan bu tutumlar, ortak ülkemizin birleştirici tüm verilerini dağıtmakta bölücülük yaparak, farklılıkların gerçekten bölünmesine çabalamaktadır. Geride birleştirici hiçbir şeyin kalmadığı bu devlet altında yaşamak artık anlamsız hale gelmektedir. .Bunun tek suçlusu milliyetçi vebadır. Bu virüsü taşıyanların akılları var oldukçada bu coğrafyaya barışın gelmesin kimse hayal edemeyecektir.
!5 Şubat’ı eli taşlı gençlerin polisler tarafından top oynar gibi tekmelenmelerine götüren akıl bu devletin Osmanlıdan bu yana terk etmediği akıldır. Bu akıl iç savaşı zorlamaktadır. Bu savaştan “zaferle” çıkıp, tarihler boyu yok edemediği bir ulusu yok edeceği kanısındadır. Bu beyhude çabalar, ülkemizde kimlerin bölücü olduğuna yeterli verilerle doludur.
Siyonist İsrail devleti ne ise bu devlette odur. Bu açıdan Davos’un söz düellosu Kürt halkının haklarına gelince, bir illüzyon olup çıkmaktadır. Erdoğan, İsrail C.Başkanı Siyonist Şimon Perez karşısında gösterdiği tutumun ilkeli olmadığını, Kürt halkının karşısında gösterdiği zalim tutumla ortaya koymuş, yalancının mumum yatsıya kadar yanmıştır.
“Davos’taki Söz Düellosu”, başlığın taşıyan makalemde bu kaygımı şöyle dile getirdim.
“Doğru takınılan tutumların, bir gösteri tutumu olup olmadığı sınanmalıdır. Böylesi tutumların gerektirdiği sürekliliği ve mantıki sonuçları, fiilleri ortaya koyamayanların sahtelikleri kamuoyu önünde deşifre olacaktır.
Türkiye’nin anti-demokratik devlet statüleri, bu riski artıran birer etmendir. İçte halkına her türden zorbalığı yürüten bir devletin dış politikasında parlak demeçler veren siyasileriyle bir yere ulaşması güçtür. Ülkemizin dış politikada aşması gereken en önemli sorunda buradadır. İçte halklarının özgürlük ve demokrasi ihtiyaçlarını karşılamamış bir devlet ve onun hükümetleri dış politikada tutarlı olmaları mümkün değildir.” (bkz. Mihrac Ural: Davostaki söz düellosu)
AKP hükümet olarak bir yandan seçimlere giderken yöneldiği seçim ekonomisi ve yöntemleri, diğer yandan yürütmesini yaptığı devletin statüleri, tek boyutlu kurum, kuruluş ve yasalarının eli kanlı müdahaleleriyle Kürt halkı üzerine yürümeyi ilke edinmiştir. “Son Düello” diye tanımlamıştım yaklaşan yerel seçim sürecini.
Bu sürecin ilk dakikaları 15 Şubatla birlikte oynanmaya başladı. İlk dakikalarda, devlet hükümetiyle birlikte kaybeden taraf oldu. Bunu anlamak için 15 Şubat etkinliklerinin mesajına bakmak yeterlidir. 15 Şubat 10. yılında artık tek başına Başkan Öcalan’ın esir edilişine tepki güne değildir. 15 Şubat, arkasında dev gücüyle, yükseliş ivmesi hızlanmış varlığıyla, milyonları kapsayan sayılarıyla, coğrafyası ve evrensel etkinlikleriyle Kürt halkının liderine ve siyasal yönelimlerine sahip çıktığını gösteren bir gün haline gelmiş oldu. Bu adım Kürt ulusunun özgürlük ve demokrasi taleplerini kapsayan bir genişlemeyle, özgürlük için mücadele günü haline geldi. 10. yılında 15 Şubat etkinliklerinin nitelik dönüşümü de böyle gerçekleşti. Kazanan Kürt halkıdır. Özgürlüğünü bu adımlarla taş üzerin taş koyarak inşa etmektedir. Bu devlet ise yıkmakla beyhude bir çaba içindedir. Bu devlet bu çabalarıyla, hükmü altında birlikte yaşama şansını da katletmektedir.
Kürt ulusu modern ve çağdaş bir ulus olarak, coğrafyası, kültürü, dili ruhu şekillenmesiyle farklılığımızın önemli renklerinden biridir. Kürt ulusunun hakları, bu ülkede ihtiyaç duyulan tüm hakların temel manivelasıdır. Devletin ve hükümetlerin böylesi Osmanlı akıl dayatmacılığındaki ısrarlarıyla bu manivelalara yenilerinin de katılması kaçınılmaz olacaktır. kimlik bunalımı içinden çıkamamış, üst kimlikte farklılarını birleştirememiş bir tarihin gelip dayandığı bu noktada, üzerine ölü toprağı dökülmüş başka etnik topluluklarında ayağa kalkması kaçınılmazdır. Arap halkının kimlik haklarını arayışı, ortak ülkemizin bu ihtiyacı için sürece katılacağının da bilinmesi gerekmektedir.
Bütün bu çabalar birlik, barışçıl ve güvenli bir ortam içinde gelecek kuşaklarımızın özgürlüğü ve demokrasisi içindir: Bu noktada bölücü olanlar kendilerine hangi adı takarlarsa taksınlar, ruhları ırkçı, milliyetçi virüsle kirli olacaktır. Kürt halkının 15 Şubat mesajına alamayanlar onun altında ezilmeye mahkumdur.
Bu devlet altında birlikte yaşamak zor. Farklılıklarının özgürlüğünü koruyamayan onların demokratik haklarını sağlayamayan bir ülkenin birliğini yeryüzünün hiçbir kudreti koruyamaz. Osmanlının sonunu bu devletin aynısı oyarak yüzüne tutamayanlar ektiklerini biçmekle yetinecekler.
20 Şubat 2009
15 Şubat 10. yılında artık tek başına Başkan Öcalan’ın esir edilişine tepki günü değildir. 15 Şubat, arkasında dev gücüyle, yükseliş ivmesi hızlanmış varlığıyla, milyonları kapsayan sayılarıyla, coğrafyası ve evrensel etkinlikleriyle Kürt halkının liderine ve siyasal yönelimlerine sahip çıktığını gösteren bir gün haline gelmiş oldu. Bu adım Kürt ulusunun özgürlük ve demokrasi taleplerini kapsayan bir genişlemeyle, özgürlük için mücadele günü haline geldi.
10. yılında 15 Şubat etkinliklerinin nitelik dönüşümü de böyle gerçekleşti. Kazanan Kürt halkıdır. Özgürlüğünü bu adımlarla taş üzerin taş koyarak inşa etmektedir. Bu devlet ise yıkmakla beyhude bir çaba içindedir. Bu devlet bu çabalarıyla, hükmü altında birlikte yaşama şansını da katletmektedir.
15 Şubat tarihi malum. Bu tarihte ne olduğunu herkes biliyor. Bilmek istemeyen bir tek Türkiye Cumhuriyeti, onun kurum, kuruluşları ve köhnemiş statüleridir.
Her 15 Şubatta ortak ülkemizin her bir köşesinde ve özellikle Kürdistan’da ortaya konan tutum, açık ve net verileriyle, Başkan Öcalan’ın arkasında duran gücün Kürt halkı olduğunu gösteriyor. Özetle durum budur ve bu devlet bunu bilmek istemiyor, kabullenemiyor, sindiremiyor.
Özgürlük ve demokrasiyle tarihsel açıdan geç tanışmış ve buna doymamış ülkelerde devletler böylesi gerçekleri kabullenme durumunda sıkıntılı olurlar. Bir dönem ırkçı yönetim altında inleyen Güney Afrika Cumhuriyeti gibi. Bu tıkanıklık gerçekte ülkeyi kaoslara sürükleyen en önemli sorunların başında geliyor. Tarihleriyle yüzleşme korkuları kadar, bu günlerinin ayan beyan sorunlarıyla da yüzleşmekten korkuyorlar.
Tarihleriyle ve bu günkü temel sorunlarıyla yüzleşmeden kaoslarını çözme durumunda olamayan böylesi ülkeler sancılı ve çatışmalı iç sorunlarla boğuşup dururlar. Ortak ülkemizde böylesi sorunlar hiçte az değildir. Ermeni jenosidi, Hatay’ın ilhakı, 6-7 Eylül 1955 kıyım ve yıkımı, Kıbrıs sorunu, Maraş olayları, bitip tükenmeyen Kürt kıyımları, tenkil ve tehcirleri gibi bir dizi sorunu bulunmaktadır. 15 Şubat da bu sürece eklenen bir halka olarak, Kürtlerin uğradığı zulmü özetlemektedir.
15 Şubat’ta Kürt halkının tek vücut ve tek ruh olarak meydanlara döken, özgürlük şiarlarıyla liderinin arkasında durmasını sağlayan gerçekçi hak taleplerini kabullenmeden, onlarla yüzleşemeyen bu devlet sorunlarını aşma şansına sahip olamaz.
15 Şubat anısına Diyarbakır’da ayaktaydı.
Diyarbakır, bu satırların yazarı için çok anlamlı bir başkent. Devrimci vaftizimi orada yaptım. 24 Haziran 1975 erken seçim ortamıydı. Türkeş, erken seçimler adı altında Diyarbakır’a bir fatih edasıyla girmek istiyordu. Gerçekte Üniversite sınavlarının arifesiydi ve Kürt gençliğinin yüksek öğrenim hakkını engellemeye yönelik bir provokasyonu da içeren amaçlar taşıyordu. Türkeş, basından yankılanan “Diyarbakır’a ayak basacağım” yönlü çirkin tehditleri doruğuna varmıştı. Kürt halkı bu oyuna gelmeyeceğini Türkeş’i şehre sokmayacağını ilan ederek cevap vermişti. Kürt halkının bir ulus ruhuyla davrandığının önemli belirtilerinden biri de buydu; hükmü altında yaşadığı bir devletin en üst düzey adamlarından birine giriş yasağı koyabiliyordu.
O gün Diyarbakır’da üniversite sınavları için bulunuyordum. Misafiri olduğum …Aslan’ın yanındaydım. Elimde taşlarla Türkeş’e geçit yok diyordum. Bugün Filistinli halkımın çocukları gençleri gibi taş attım faşistlere, Kürt kardeşlerimle başkentlerinde omuz omuza oldum. O gün Kürt halkının birlik içinde dik duruşla, ortaya koyduğu kararlı direnişle devrimci vaftizimi oldum.
İki yolu bölen yeşil şerit ortasına yerleştirilen konuşma platformu ve burçlar üzerinden sarkan üç hilalli MHP bayraklarına karşı başlayan ilk öfkeler, Türkeş’in şehre doğru girdiği anonsuyla bir kıyamete ayaklanmasına dönüştü. Kürt gençliği taş yağmuru yağdırdı. Burçlardaki MHP bayrağı parçalanarak atıldı. Konuşma kürsüsü talaş haline geldi. Polisle çatışmalar başladı. Türkeş “Diyarbakır’a ayak basacağım” demişti. Ancak Kürt halkı Türkeş’i başkenti Amed’in kapıları önünde teslim almıştı, diz çökertmişti. Türkeş kuyruğunu bükerek, gerisin geriye dönmek zorunda kaldı.
Bu deneyi, 6 Mart 1999’da, aynı edayla, Başkan Öcalan7ın esir edilmesinin hemen ardındın bir fütuhatçı serseri olarak Ecevit’in Diyarbakır’a geliş serüveni takip etti. Ben bu günde çok uzaklarda siyasi bir mülteci olarak, yazılarımla Kürt kardeşlerimle birlikte omuz omuza olmaya çalıştım ama ruhum vaftiz olduğum kentte yazılarımdan önce varmıştı. Bende sokaklardaydım elimde taşlarla Kürt gençlerinin yanında bulunuyordum. Uluslar arası bir komployla, dostum, yoldaşım, uzun yıllar soframı, sofrasını, evimi, evini birlikte paylaştığım Kürt halkının lideri Öcalan’ı tutsak etmenin böbürlenmesiyle Diyarbakır’a girmek istiyordu. O da Kürt halkının lideri arkasındaki dik duruşu karşısında boyun eğmişti gerisin geriye kaçarak gitmişti. Aynı deneyi R.T.Erdoğan en güçlü olduğu bir kesitte Kürt ulusunun başkentine rahat girebileceğini sandı. Ordusu polisi hava ve kara kuvvetleri arkasındaydı. Onun da bu şaklabanlığı fiyaskoyla sonuçlandı. Kürt halkı bu devletin zulmüne karşı tutumunu almıştı, özgürlük istiyordu ve bunun için kararlıydı.
Ben hep Diyarbakır’daydım. Orada bir devrimci olarak, kemale ermiş, saçlarına aklar düşmüş ama ruhu hala heyecanla bir militan gibi genç olarak en ön saflardaydım. Elinde taşlarla, anlamak istemedikleri özgürlük ve demokrasi talebini haykırıyordum.
15 şubat anısına Kürdistan’ın her köşesi ayaktaydı. Başkentin hazırlığı ise bir başkaydı. Amed hazırlığı devleti iliklerine kadar titretiyordu; haksızları, gaspçıları, özgürlük karşıtlarını Kürt halkının iç ve dış düşmanlarını tedirgin ediyordu. Ben yine Kürt kardeşlerimle birlikteydi. Elimde taşlarla bende hazırdım haykırmayı. En ön saftaydım. Deforme olmuş fiziğimle, beyaz saçlarımla yine heyecanla çarpan yüreğimle Kürt kardeşlerimle omuz omuza idim.
Her zaman da aralarında olacağım. Ortak ülkemizin bu tablosunda Kürtler tıpkı Gazeli Filistinliler gibiydi. Filistin halkı özgürlükleri için, hakları ve hukukları için meydanlarda, yeryüzünün en gelişmiş silahlarına meydan okuyarak mücadele ediyorlardı, yaşlısı genci, kadını çocuğuyla tek ruh olmuş kararlıca hak talebi için ayaktalar. Daha dün, insanlığın gözleri önünde Filistinli Gazzeviler misket ve fosfor bombalarına, tankların ve firkateynlerin (savaş gemileri) top atışlarına, füze vuruşlarına hedef oluyorlardı. Hükümleri altında yaşadıkları devlet onları köşe bucak operasyonlarla katlediyordu.
Sivillerden başka ölümün olmadığı bu haksız ve kirli savaşta Gazzavililer bölgemizdeki tüm halklar adına Siyonistlere, emperyalistlere ve bölge gericiliğine karşı direniyordu.
Kürtlerin direnişi de tastamam buydu. 15 Şubat bu yanıyla geride kalan bir esir edilişten çok bütün bu tarihin adına özgürlük ve demokrasi taleplerini temsilen anlam kazanıyordu. Bu devlet bu gerçekle yüzleşmek istemiyor sorun da burada başlıyordu.
Kürt halkı, Gazzelilerin yanında sürekli durdu. Onların acısını paylaştı yardım elini uzattı topraklarının her köşesinde İsrail zulmüne karşı tepkisini haykırdı. İsrail’e karşı konan tutumlarda Başbakan Erdoğan’ın Davos’taki refleksinin de arkasında durdu. Ancak Erdoğan tutumunu ilkeli kılamadı. Gazeliler için ortaya koyduğu haklı tepkiyi sürdüremedi, durumu Gazzelilerden farklı olmayan Kürtlere, İsrail gibi baskı uygulamaya devam etti, polisleri, helikopterleri, gaz bombalarıyla saldırılarını sürdürdü.
Bu tablo bölgemizde ezilen halkların nasılda bir kader birliği içinde kendi devletlerinin zulmüne maruz kaldığını göstermeye yeterlidir. Bu aynı zamanda bölge halklarının kader birliği içinde omuz omuza direnmelerinin de bir zorunluluk olarak gelip dayattığında bir göstergesiydi.
Türkiye’nin Gazzevileri Kürtlerdir.
Dün Filistinli Gazze’nin kıyşım ve yıkımına karşı seyirci kalan insanlık bu gün Kürtlerin uğradığı kıyım ve yıkılma seyircidir. Türkiye Cumhuriyeti, Siyonist İsrail devleti gibi Nazi yöntemlerle, kendi vatandaşına karşı, dış destek ve her türden silah aparatıyla ölüm kusmaktadır. Kendi vatandaşına karşı sınır dışı operasyonlarla ölüm ihraç etmektedir. Akıllara ziyan bu tutumlar, ortak ülkemizin birleştirici tüm verilerini dağıtmakta bölücülük yaparak, farklılıkların gerçekten bölünmesine çabalamaktadır. Geride birleştirici hiçbir şeyin kalmadığı bu devlet altında yaşamak artık anlamsız hale gelmektedir. .Bunun tek suçlusu milliyetçi vebadır. Bu virüsü taşıyanların akılları var oldukçada bu coğrafyaya barışın gelmesin kimse hayal edemeyecektir.
!5 Şubat’ı eli taşlı gençlerin polisler tarafından top oynar gibi tekmelenmelerine götüren akıl bu devletin Osmanlıdan bu yana terk etmediği akıldır. Bu akıl iç savaşı zorlamaktadır. Bu savaştan “zaferle” çıkıp, tarihler boyu yok edemediği bir ulusu yok edeceği kanısındadır. Bu beyhude çabalar, ülkemizde kimlerin bölücü olduğuna yeterli verilerle doludur.
Siyonist İsrail devleti ne ise bu devlette odur. Bu açıdan Davos’un söz düellosu Kürt halkının haklarına gelince, bir illüzyon olup çıkmaktadır. Erdoğan, İsrail C.Başkanı Siyonist Şimon Perez karşısında gösterdiği tutumun ilkeli olmadığını, Kürt halkının karşısında gösterdiği zalim tutumla ortaya koymuş, yalancının mumum yatsıya kadar yanmıştır.
“Davos’taki Söz Düellosu”, başlığın taşıyan makalemde bu kaygımı şöyle dile getirdim.
“Doğru takınılan tutumların, bir gösteri tutumu olup olmadığı sınanmalıdır. Böylesi tutumların gerektirdiği sürekliliği ve mantıki sonuçları, fiilleri ortaya koyamayanların sahtelikleri kamuoyu önünde deşifre olacaktır.
Türkiye’nin anti-demokratik devlet statüleri, bu riski artıran birer etmendir. İçte halkına her türden zorbalığı yürüten bir devletin dış politikasında parlak demeçler veren siyasileriyle bir yere ulaşması güçtür. Ülkemizin dış politikada aşması gereken en önemli sorunda buradadır. İçte halklarının özgürlük ve demokrasi ihtiyaçlarını karşılamamış bir devlet ve onun hükümetleri dış politikada tutarlı olmaları mümkün değildir.” (bkz. Mihrac Ural: Davostaki söz düellosu)
AKP hükümet olarak bir yandan seçimlere giderken yöneldiği seçim ekonomisi ve yöntemleri, diğer yandan yürütmesini yaptığı devletin statüleri, tek boyutlu kurum, kuruluş ve yasalarının eli kanlı müdahaleleriyle Kürt halkı üzerine yürümeyi ilke edinmiştir. “Son Düello” diye tanımlamıştım yaklaşan yerel seçim sürecini.
Bu sürecin ilk dakikaları 15 Şubatla birlikte oynanmaya başladı. İlk dakikalarda, devlet hükümetiyle birlikte kaybeden taraf oldu. Bunu anlamak için 15 Şubat etkinliklerinin mesajına bakmak yeterlidir. 15 Şubat 10. yılında artık tek başına Başkan Öcalan’ın esir edilişine tepki güne değildir. 15 Şubat, arkasında dev gücüyle, yükseliş ivmesi hızlanmış varlığıyla, milyonları kapsayan sayılarıyla, coğrafyası ve evrensel etkinlikleriyle Kürt halkının liderine ve siyasal yönelimlerine sahip çıktığını gösteren bir gün haline gelmiş oldu. Bu adım Kürt ulusunun özgürlük ve demokrasi taleplerini kapsayan bir genişlemeyle, özgürlük için mücadele günü haline geldi. 10. yılında 15 Şubat etkinliklerinin nitelik dönüşümü de böyle gerçekleşti. Kazanan Kürt halkıdır. Özgürlüğünü bu adımlarla taş üzerin taş koyarak inşa etmektedir. Bu devlet ise yıkmakla beyhude bir çaba içindedir. Bu devlet bu çabalarıyla, hükmü altında birlikte yaşama şansını da katletmektedir.
Kürt ulusu modern ve çağdaş bir ulus olarak, coğrafyası, kültürü, dili ruhu şekillenmesiyle farklılığımızın önemli renklerinden biridir. Kürt ulusunun hakları, bu ülkede ihtiyaç duyulan tüm hakların temel manivelasıdır. Devletin ve hükümetlerin böylesi Osmanlı akıl dayatmacılığındaki ısrarlarıyla bu manivelalara yenilerinin de katılması kaçınılmaz olacaktır. kimlik bunalımı içinden çıkamamış, üst kimlikte farklılarını birleştirememiş bir tarihin gelip dayandığı bu noktada, üzerine ölü toprağı dökülmüş başka etnik topluluklarında ayağa kalkması kaçınılmazdır. Arap halkının kimlik haklarını arayışı, ortak ülkemizin bu ihtiyacı için sürece katılacağının da bilinmesi gerekmektedir.
Bütün bu çabalar birlik, barışçıl ve güvenli bir ortam içinde gelecek kuşaklarımızın özgürlüğü ve demokrasisi içindir: Bu noktada bölücü olanlar kendilerine hangi adı takarlarsa taksınlar, ruhları ırkçı, milliyetçi virüsle kirli olacaktır. Kürt halkının 15 Şubat mesajına alamayanlar onun altında ezilmeye mahkumdur.
Bu devlet altında birlikte yaşamak zor. Farklılıklarının özgürlüğünü koruyamayan onların demokratik haklarını sağlayamayan bir ülkenin birliğini yeryüzünün hiçbir kudreti koruyamaz. Osmanlının sonunu bu devletin aynısı oyarak yüzüne tutamayanlar ektiklerini biçmekle yetinecekler.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder