23 Ocak 2009 Cuma
YENİ OSMANLICILIK VE HANDİKAPLARI
Mihrac Ural
21 Ocak 2009
Yeni Osmanlıcılık eğilimleri bölge karıştıkça kimi ulusalcıların aklına gelip gelip gidiyor. Ulusalcılar ki, Osmanlı gibi ümmetçi bir yapılanmayla uzak-yakın bir ilişiği olmaması gerekirken akıllarına böylesi siyasal tercihlerin gelmesi, konunun önemini artırmaktadır. Bu önermelerin derin köklerinde Osmanlı aklı denilen sendromla ilgili bir yana sahiptir. Genetik bir şey. Gelip kendini hatırlatıyor. Bölge karışık, Osmanlı döneminde ise bölge çok “barışıktı”(!). İşte size alternatif;Türkiye Cumhuriyeti artık kabına sığamıyor (iç sorunlarını aşıp bitirmiş, her şeyi günlük gülistanlık) sıra komşularımızı tedip etmekte, onlara barışı ve güveni Osmanlı dönemindeki gibi getirmekte. Bu mantık, bir kılıç darbesiyle her kör düğümü çözeceğini sanıyor. Bölgeye yayılmayı, egemenlik kurmayı denetlemeyi planlıyor. Bölge halkları da Irakta ABD’yi güllerle,çiçeklerle beklediği gibi Osmanoğullarını bekliyor..
Bu önerme, milliyetçi duygularınızı okşayabilir. Mısır Suriye Suudi Arabistan arasındaki üçlü uyumun bozulmasıyla ortaya çıkan Arap sorunlarının derinleşmesi, Erdoğan’ın İslamik referanslı çıkışlarıyla bir açılım bulması bu algıları besliyor da olabilir. Ama geçici konjonktürlerden ibaret olan bu durumlar, bölgenin gerçek dengelerinde Kavalalı Mehmet Ali paşadan bu yana Mısır’ın Arap alemindeki önderliğini ya da etkinliğini bir başkasına bırakacağı hiç düşünülmemelidir. Nitekim alışageldiğimiz Arap küsme ve barışmalarından biri de Kuveyt Arap Zirvesinde de tekrar etti. Suudi Kralı Abdullah, Suriye lideri Beşşar El Esad’ı, Mısır Lideri Hüsnü Mübarek’i, Katar lideri Emir Hamad’i bir araya getirip düne kadar birbirine etmedik laf bırakmayan bu çevreyi barıştırdı. Türkiye’nin Gazze’ye yönelen Siyonist İsrail terörüne karşı takındığı “olumlu” tutumun Arap aleminde inanılmaz etkiler yarattığından söz etmek yanlış olmayacaktır.
Halkın en yakın çevresinden edindiğimiz izlenimlerle bu etkinin ticari, kültürel, sosyal hatta kimsen de olsa siyasal sonuçları olacağı kesindir. Türk mallarına artan rağbet ve güven, sinema, TV dizileri ve sanatsal etkinliklerin yaygınlaşmasını da bunlar arasında saymak gerekir. Ancak bunlar ne dünün tarihini aşabilecek ne de yakın dönem için yeterli tarih biriktirebilecek veriler değildir. İsrail’le Türkiye’nin ikili anlaşmalarını ve gizliliklerini bilmeyen yoktur. Türkiye bunlara dokunmadıkça da inandırıcılığı üzerinde ciddi kuşkular olamaya devam edecektir. Kaldı ki Türkiye iç sorunlarla kaynayan kendi denge ve kimlik arayışlarını bitirmemiş bir ülkedir. Bu yanıyla uluslaşma süreci bile tamamlanmamış kaosların girdabından bir ülkedir demek abartılı olmayacaktır. Bölgemizin derin siyasal etkinlikleri bu gerçeği çok yakından bilir ve bölgede ağırlık koyacak bir ülkenin vizesiyle ilgili referansları, paradigmaları parametreleri ince eleyip sık dokurlar.
Ayrıca kimse unutmamalı ki, orta çağlarda yaşamıyoruz, siz gibi başkasının da milliyetçi virüsleri bulunuyor ve karşıt önermeleri ve girişim hazırlıkları vardır. Size hak olan karşınızdakine de hak olacağı gerçeğinden hareketle, her milletin şovenizme eğilimli üstelik geniş tabanlı siyasal etkinlikleri atılım yapmaya hazırdır. . Bölgeyi karıştıran da tastamam budur. On binlerce km ötelerden, okyanusların berisinden gelip talan kıyım ve yıkım için bölgemizi istilan eden veba tüm sorunların nedeni değimlidir. Bu ha ABD olmuş ha Osmanlı olmuş sonuçta ölen katledilen eriyip giden bu bölgenin servetleri olduğu kadar insanı değimli biz değimliyiz. Şimdi bunlar bir yana, konuyu sakince ele almak gerek. Osmanlıyı bilmeyenlere bir kez daha hatırlatmakla konuya girmek gerek
Osmanlı Selçukluların devamıdır ve bu süreç 1071’ den bu yana gelmektedir. Ama Selçuklu ve sonrası Osmanlı, 14 Temmuz 1683 II. Viyana kuşatmasına kadar yaşam stratejisi ve planlamasıyla Batı'ya daha çok Batı'ya yürüme üzerine kuruludur. Bir göçebe imparatorluktur, yerleşikliği ise zorla gasp ettiği topraklar üzerinde yaşayan halkların servetleri ve emeklerini talan etmekle yürüyen bir yaşam. Çadır kültürünün hükmü, İslam’ı kabule rağmen cami etrafında bir medeniyet (yerleşim anlamında), bir uygarlık kurma eğilimi olmayan yaşam süreci. Bu açıdan Bizans’tan ve eski Anadolu uygarlıklarından ve İslam’dan alınan hiçbir malzeme ( devlet kurum ve yönetmenliği, yapı, üretim tarzı, her boyutuyla kültür) bir medeni yaşam için hakkıyla işlenmemiştir. Çarpık kalmış, zaman içindede tıkanmanın gerekçesi olarak toplumu da iç bükey etmiştir (içene kapalı bir kırılmaya götürmüştür).
Zaman zaman Yavuz gibi Mercidabık Savaşı’yla birlikte (1516) Doğu seferleri yaparak, savaşçı ve güçlü ideolojik kurumsal etkinliklerin ganimetlerini ele geçirse de (İslam hilafeti gibi) bunlar toplumu kendine özgü gerçekçi bir medeni yaşama yöneltememiştir. Gözler hep yeni istilalarda, hep daha çok batıya doğru başka milletlerin emeklerini, topraklarını talana yönelmiştir. Bu süreç tümüyle bir vahşet çağı olarak, karanlık bir Ortaçağ sürüklenişi olarak gündeme gelmiştir. Osmanlı insanlık adına hiçbir şey yapmamıştır. Ne bir keşif ne bir buluş ne bir bilim adımı ne bir üretim atılımı içinde olmuştur. Mimar Sinan’ın cami yapıları dışında (bu da tamamen başka milletlerin emeklerini gasp etmek üzere gerekli olan ideolojik unsur olma işlevleri nedeniyle din istismarı amacıyla) hiçbir ize sahip değildir. Bazınsın son dönemlerine ait hiçbir birikimi koruyamayan tersine kaçırtan barbarlıklarıyla Batı’nın reform ve Rönesansına kaynaklık edecek potansiyellerden de uzak kalmıştır. İpek yollarını kesmiş bunu kendi üretim ve ticari çabaları için bir dinamik olarak kullanamamıştır. Batının ticari yollarını kestikçe batı da Kafkaslar üzerinden dönüp kuzey bölgelerinin ticari dinamiklerini hızlandırmış okyanusları da aşarak keşiflerine keşifler katıp dünya ticaretini ve kendi uygarlığının unsurlarını yükseltmiştir. Osmanlı ise kendi tabasını iliklerine kadar sömürmek ve çevredeki milletlerin servetlerini talan etmekten başka bir şey yapmamıştır. Bu süreç bir noktadan sonra gerileyerek bitişe doğru sürüklenmiştir.
II. Viyana kuşatması sonrası gerisin geriye Anadolu’ya tıkılan ve daha da doğuya gitme şansı olmayan Osmanlının kıstırıldığı yerde zaman içinde eriyerek I. Dünya paylaşım savaşı akıbetine gelmesi kaçınılmaz olmuştu. İnsanlığı ve çevreyi tahrip eden onursuz bir tarih, onur arayan bir ulusun son şansı olarak Cumhuriyetin kuruluşuyla noktalanmıştır.
5 milyon km² bir alanda hüküm süren Osmanlı bu toprakları kendine hiç bir zaman anavatan yapmaya çalışmamıştır. Anavatan oluşturmak çok farklı bir tarihsel işlevdir. Kısaca da bunu bilelim ki sonra kimse oflayıp puflayarak neden bunca toprakları kaybettik diye saçını başını yolmasın. Olmadık gerekçeler üretip yeniden boş ümitlerin peşine koşmasın.
Anavatan toprağı, bir bakir toprağın yaşama, ziraata ilk kez açılması ve üzerinde kararlı, sürekli bir sosyal yaşam birliği oluşturulmasıyla gerçekleşir. Bu nedenle yeryüzü coğrafi yaşam alanlarına doğal sınırlarla bölünmüş gibidir. Göçebeler hariç kadim tarihten bu yana her etnik topluluk ve daha sonra uluslar belli bir toprak parçasını anavatan edinmiştir. Bu çok net çizgilerle olmasa da belirgin yanlarıyla her ulus için geçerli bir belirti gibidir. Ancak tarihte toprağı ilk kez yaşama açıp bunu başkalarının zoruyla, şiddetiyle kaybedenler de olmuştur. İşgalci gaspçı imparatorluklar böyle kanlı süreçleri yapmıştır. Ancak bunlar bile kalıcı olmamış. Milletler anavatan olarak yarattıkları topraklar üzerinde er ya da geç bağımsızlıklarını kazanarak bu toprakların siyasi hakimleri de olmuştur. Ancak bunu başaramayanlar, başarmak için bu gün de özgürlük mücadelesi verenlerin olduğu da bir gerçektir. Bu açıdan imparatorlukların bir nedenle parçalanması geniş toprakların başkasına uçup gitmesini getirmemiş tersine imparatorluk egemenliği altındaki esir ulusların bu toprakları anavatan haline getirme süreçlerinin devamını sağlayarak ulusal topraklar haline getirmelerine olanak vermiştir. Sonuçta güç bela imparatorluğun egemen etnik toplumuna yetecek kadar toprak kalma şansı olabilmiştir. Bu örnek Osmanlı için çok geçerli bir örnektir. Cumhuriyet elde kalan topraklar üzerinde bir ulusal topuluk olarak Türk milletini tarih sahnesine çıkartırken içinde başka bir handikabı da barındırmıştı. Zira Osmanlıdan arta kalan bu topraklarda Türklerden çok daha önce bu toprakları anavatana çeviren ulusal topluluklar yaşıyordu ve onlar da hala yaşamlarını sürdürüyorlardı; Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Araplar gibi. Bu sorun ise bu güne kadar süren ciddi siyasal olaylarında alt yapısını oluşturacaktı.
Ne Selçuklu ne de Osmanlı Batı’ya doğru sürükleniş süreci içinde, egemenlikleri altındaki toprakları anavatana çevirme gibi bir kaygı taşımadılar. Her yeni istila edilen toprak geçici bir otaktı. Hiçbir toprağı anavatan oluşturacak bir eğilimle ele almamış üzerinde kalıcı olma gibi bir düşünce taşınmamıştır. Gasp etseniz de toprağı her defasından yeniden yaşama verimli olarak katmadıkça, sürekli sürüp onu ziraatın bir unsuru haline getirmedikçe ve bu konuda kararlı olunmadıkça o topraklar sizi geçici olarak sırtında taşısa da size anavatan olamaz.
Osmanlı bu bilinçte bir etkinlik sahibi bile değildi. İçgüdüsel bir aidiyetin olmaması öyle bir boyuta sahip ki Osmanlının başkent anlayışı bile bunu göstermeye yeterlidir. Bunun çok önemli belirtilerinden biri de değişen başkentleridir. Söğüt, Bursa, Edirne İstanbul gibi... Hatta Fatih döneminde Fatih’in Papa’ya yazdığı söylenen ünlü mektupta; Truva Savaşı’nda katledilen Hektor’un intikamını almak için Egememnon torunlarına karşı savaşta Papa’dan yardım isterken, kendisi ve tebaasının Papa’nın dini tercihlerine uyabileceğini bile belirtmesi gerçekte Batı’ya dönük yürüyüşle ilgili bir vakıadır (söylence olsa da).
Söylemek istediğim şu, Selçuklu da Osmanlı da feodal Ortaçağ dönemlerinin tipik birer imparatorluğu gibi talan, gasp üzerine kurulmuşlardı. Ne ziraat ne yerleşim ne başkent kararlılığı ne de bir toprak parçasını anavatana çevirmek için sarf edilen bir çabaları vardı. Hep ileri, hep başka milletlerin malını mülkünü ve emeklerini kılıç zoruyla gasp etme eğilimi vardı. Bu, o dönemin tüm dünya ilişkisinde böyle bir eğilim olarak vardı. Osmanlı da bunun bir parçasıydı. Ama aynı kesitte aynı tür imparatorlukların yaşadığı toprakları merkez edinerek oraları anavatana çevirmiş olmaları, Osmanlı’nın uğradığı akıbetten kurtulmalarını da gündeme getirmiştir.
Osmanlı yok olmuştur. Çünkü ne anavatanı vardı ne de yaşamla açtığı üzerinde kararlıca kendi etnik topluluğunu yaşattığı bir toprak algısı vardı. Osmanlı’nın dinsel açıdan çok yumuşak olduğu, dinleri serbest bıraktığı, başka etnik topluluklara çok rahmetli davrandığı gibi saçmalıklara burada değinmeyeceğim. 1071’de Anadolu’ya gelen bir kavimin, egemenlik altına kılıçla aldığı bu topraklarda %100 olan farklı dini ve etnik yapısını nasıl bu gün %99 Müslüman ve tek etnik yapılı bir egemenliğe çevirdiğini bilmek yeterlidir.
Bütün bu tarih sürecini Atatürk de çok özet bir cümleyle, çarpıcı bir tarzda dile getirmiştir; “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran,Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)
Bu sözlere bir şey eklemeye hiç gerek yoktur. Fetihlerin arkasından serserilik edilerek geçirilen bir yaşam planlaması. Osmanlı budur. Bu sürüklenişte Türk etnik dokusunun uğradığı hakaretler ve kıyımları ayrıca burada dile getirmeyeceğiz. Osmanoğulları hiçbir zaman kendilerine Türk denmesini layık görmemişlerdir ; Türk “kara kemikli”, “Etrak bile idrak”tı..
Cumhuriyet bu bataklıktan doğdu üzerinde izleri olsa da farklı bir yaşam planının eseri olarak planlandı. Bunun ilk adımı bir modern ulus yaratmaktı elbette tek başına bir iradeci kararla olmayacak bir dua idi bu. Bunun için tarih bir kez daha yazılmakla yüz yüze kaldı. Anadolu’nun Türkleştirilmesinin ikinci büyük hamlesi böyle başladı. Türk etnik dokusuna bir anavatan oluşturmak buradan başladı. Sahipleri üzerinde yaşarken hiç konusu edilmeyen Anadolu’yu Türkün anavatanı olarak tanımlanmak için görücüye çıkarıldı. 40 asırlık Türk yurdu hikayeleri böylece üretildi. Bu da tarihin bir cilvesiydi; “Tarih hareket halindeki geçmiş” iddiasını kanıtlarcasına süreçler başlatılmıştı. Türk dil teorisi, Güneş Dil iddiaları da ardı arkası kesilmeden üretildi.
Yani olmayan bir anavatanı, Anadolu’yu anavatan toprağı ilan ederek, orada üreterek, çalışarak kendi ürettiğini tüketerek, başkasına düşman olmadan ve tüm dünyayla barışık bulunarak bir cumhuriyet kurulduğu iddiası yapıldı. Dünyanın o günkü kesiti böylesi bir iddia içinde çok uygun gibiydi. Hatalarıyla sevaplarıyla Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle cumhuriyet farklı bir yaşam palanın eseri olsun istendi. Bunun için gerekli adımlar da atıldı. “Yurtta sulh Cihanda sulh” dendi. Esasında ulus da tam bu noktada siyasi bir iradenin çabalarıyla da tarih sahnesine çıkma şansı buldu. Osmanlı bunu asla yapamazdı.
Bu işin bilimsel mantık dokusunda zorunlu olan bir öğe vardı; o da bir toprağı anavatana çevirmekti. Anadolu cumhuriyetle birlikte başka etnik yapıların varlığına rağmen (Kürt, Ermeni, Rum, Arap v.b) böylece bir ulusun anavatanı olma kapısını araladı. Ama bu kapı hala tam açık değildi; bunu da iyi bilmek gerek. Yeniden bir Osmanlı deneyi ise bunu ebede kadar kapatabilir de. Kimse kimseyi aldatmasın; güçle ele geçirilen topraklar üzerinde sahipleri yaşıyorsa, onlarla anavatan olarak paylaşmaksızın ve siyasi açıdan özgürlük ve demokrasi içinde olmaksızın o toprakları, kalıcı olarak korumanın yeryüzündeki hiçbir kudret tarafından sağlanması mümkün değildir.
Kimse farklı türden alavere dalavere ulus tanımı fetvaları da vermesin, “ulus anayasal vatandaşlıktır” demesin, Bulgaristan’daki birkaç yüz bin Türk için, Kıbrıs’taki birkaç yüz bin Türk için ayrı devlet kurma hakkı isteyerek ve kimine bunu kurdurarak, kendi anavatan toprağında bulunan milyonlarca Kürt’ün haklarını gasp ederek siyaset yapmaya kalkışmasın. Bu dengesiz ve zalim siyasetler sadece ve sadece bölücüdür. Türk milletinin böylesi bölücülüğe ihtiyacı yoktur ve Osmanlı aklının bir uzantısı olan bu yaklaşım Atatürk tarafından cumhuriyetin kuruluş ilkesiyle reddedilmiştir.
Cumhuriyetin kuruluş planı Osmanlıdan bir kopuştur. Kurtuluşun ilk adımı buradadır. Böylesi bir toplumsal yeniden kuruluş, üreten bir toplumu gerekli kılar. Bu ise Osmanlı’dan tam ve gerçekçi bir kopuştur.
Bu noktada devamlılık nedir sorusu sorulabilir. Devamlılık ne ırkidir ne de dilsel ya da aynı toprak üzerinde yaşamak ya da bir önceki dönemin kadrolarıyla yeni bir süreçte yer almaktır. Devamlılık toplumsal yaşam formlarınızı aynıyla sürdürüp sürdürmemektir. Osmanlı bu noktada ölmüştür ve bunu hiç kimse diriltemez. Cumhuriyet, bu kopuşu yüzyılların acılarının sonucu sağlamıştır. Bu kopuş bir kırılmadır da. Her ne kadar genetik bin bir bağıyla Osmanlı, cumhuriyet içinde de var olma, kendini ifade etme, egemen olmaya çalışma direnişleri göstermiş olsa da.
Evet bütün bunlar var. Osmanlı bir biçimde cumhuriyette var oldu ve hala devam da eden akıl izleri de az değildir. Üstelik cumhuriyetin tüm sorunlarının ve handikaplarının en tehlikeli akıl artığı olarak sürmüştür. Bunu da zaman zaman Musul olayları sırasında, Hatay ilhakında, 6-7 Eylül 1955 olaylarında, Kıbrıs savaşında ve Kürt halkına reva görülen acımasız operasyonlarda kendini göstermiştir.
Oysa Atatürk Osmanlı’yla tüm bağını koparmak üzere, büyük korku ve kaçışların, büyük toprak kaybedişlerin mana ve hikmetini yakalamış bir pragmatik lider olarak, Türklerin tarih sahnesine çıkardığı en önemli sima olarak, Cumhuriyeti yeni bir yaşam planıyla kurmanın zorunluluğunu dile getirmiştir. Üreten ve ürettiğini tüketen, böyle zengin olan ve dünyada ve cihanda sulhu savunan bir yaşam perspektifi planı çerçevesinde cumhuriyetin kurulması istendi. Bunun ne kadar başarılıp başarılmadığı ise işin farklı bir boyutudur.
Bu özelikleri başarabilecek bir cumhuriyet bölgemiz açısından önemiydi. Tel armana anlaşmasından bu yana bölgemizde huzur olduğu söylenemez. Osmanlı dönemi ise bölgede çok huzurlu bir dönem de değildi kesintisiz bir savaş ve iç karışıklıklar dönemiydi. Osmanlı padişahlarının doğu seferleri ve sık sık devam eden tedip hareketleri bunu dile getirir. I. Dünya savaşı, II. Dünya savaşı ve bugüne kadar bölgemizde süre giden, bitip tükenmeyen savaşlar bölgenin değişmeyen kaderi gibidir. Bölgemizin çıkar savaşlarının bataklığından korunması ve Türkiye halklarının bu batıklıkta bir kan gölüne dönüşmemesi, Osmanlıdan kopuş olmanın hikmetiyle kurulan Cumhuriyetin bir sonucudur. Bu olmasaydı bu gün Türkiye Lozan’dan sonraki durumunda asla kalamazdı. Bin bir parçaya daha ayrılırdı.
Osmanlı kendisine asla anavatan olmayan toprakları kaybetti. Bu toprakları kazananlar onu anavatan haline getirenler oldu. Her ulus kendi toprağını Osmanlı’dan özgürleştirdi: Balkan ulusları ve Araplar. Bu onların hakkıydı. Bu topraklar onların emekleriyle vatan olmuş topraklardı. Osmanlı gelip onu kanla zulümle kılıçla tepeleyerek aldı. Ama sonuna kadar tutamadı, hak yerini buldu; bu milletler kendi topraklarını gerisin geriye aldı. Atatürk’te bunu onaylıyor ve Osmanlı’ya en şiddetli tutumu takınıyordu.
Cumhuriyette bu deneyler üzerinde modern bir ulusun tarih sahnesine çıkışı amacıyla siyasal bir yapılanma olarak belirdi. Başkasının toprağına göz koymadan, ona ilişmeden, ona saygı göstererek ve kendi üretip-yaşama stratejisiyle.
Bugün bölgemizde Osmanlı’nın rolünü emperyalistlerle İsrail Siyonistleri oynuyor, halkları kanlı yıkımlarla ölüme götürüyor. Ama sonuçta kazanamıyor, hep kaybediyor. Bunu Osmanlı’nın yeniden dirilişiyle tekrar etmek isteyenler bilmelidirler. Yeni Osmanlıcılık kof olduğu kadar zalimcedir de. Milliyetçiliğin de ötesinde şovenizmdir. Bu, resmen talancılık, hırsızlık gasp ve tam Atatürk’ün dediği gibi bir serseriliktir.
Türk ulusu böyle bir öneriyi elinin tersiyle iter. Böyle bir bela, var olanı da elinden almaya götürecek maceradan başka bir şey değildir. Bu açıdan daha demokratik ve iç farklılıklarını koruyan, onlara en yoğun özgürlükleri veren bir ülke olarak cumhuriyeti farklılıklarımızın ortak ülkesi olarak yeniden özgürlük ve eşitlik içinde düzenlemek gerekmektedir. Ortak bir ülke birimizin olmayan, ama hepimizin eşitler olarak yeniden kurduğu bir demokratik Cumhuriyet Osmanlı umut ve tercihlerine göre milyonlarca kez daha barışçıl, daha insancıl ve daha gerçekçidir. Bölgemizde hakkedilebilir bir rolü ancak bu özeliklerle oynamak mümkündür.
Bu bölgede tüm uluslar eşit ve kendi ana topraklarında yaşama özgürlüğü içinde olmalıdır. Bu toprakları kimse askerleri gücüyle oluşturduğu suni sınırlar olarak kullanmaya devam edemez. Bakın haritalar ne kadar sık değişiyor. Sizde ülkenizin haritasından sıkıntılı iseniz buyurun başka halkların haklarına dokunun, Osmanlıcılık yapın bakın sonuçta elinizde ne kalacak onu görün.
Bu bölgeyi Osmanlı gibi fiili olmasa da siyasi olarak denetim altına alma algıları da Donkişotluktur. II. Viyana Kuşatması’ndan bu yana hiçbir askeri zafer kazanmamış bir Osmanlı’nın bu bölgede kurda kuşa kepaze olması için, yeterince neden ve yeterince çıkar çevresi bulunmaktadır.
Akdeniz’den Kafkaslara uzanan enerji alanlarının kontrolü için, emperyalist zorbalığın bölgemize dayattığı yıkım bunu anlatmaya yeterlidir. Bu evrensel ölçekli oyunda ne Osmanlı ne de onun gibi bin hasta adamın oynayacağı bir rol olabilir. Tüm roller birer figüranın işlevi kadardır; bu bölgenin sorunlarından kurtuluşun tek yolu halklarının hak arayışı ve direnişinden tecelli eden siyasi iradedir. Başka kurtuluş yolu da yoktur. Bu gün bu kapı da sonuna kadar açılmıştır. Lübnan’da 12 Temmuz 2006 savaşında yenilgi alan Siyonist İsrail devleti Gazze’de istediği sonucu alamamıştır ve bu da dönemin artık direnen halklar lehine bir açılımda olduğunu göstermektedir.
Bunun için bölgemizin tüm ulusları her türden barış karşıtı çıkarcı talancıya karşı omuz omuza olma çabası sürdürmeli, bunu önermeliyiz. Yeni bir emperyal güç olarak kimseye ne bela vermeli ne belasını almalıyız.
Bu gün bölgeyi istila etme planlarının, yeni Osmanlıcılık oynamanın günü değildir. Bu gün bölgede özgür ve demokratik bir ülke olarak yaşama günüdür. Çağdaş yaklaşım da budur. Ulusal devletler çağının geçtiği iddiasında olup da yeni Osmanlıcı çağrışımlarla bölgede etkin olma hayali ise tarihin çok gerisinde kalmış bir komediden ibarettir.
Bu bölgeyi kendi halkları yönetecektir. Kimse kendini vekaleti tanrıdan alınmış yüksek ulus gibi faşizan eğilimlere kaptırıp “bölgeye barışı ancak biz getirebiliriz” yönlü düşünmesin. Böyle düşünen hep esir olmuştur; ya kendi egosunun esiri ya da bir başkasının esiri. Kendi iç sorunlarını aşamamış bir Cumhuriyet, yüz yaşına gelmeden dökülmeye başlamışken kimse boş hayallerle kendini aldatmasın.
21 Ocak 2009
Yeni Osmanlıcılık eğilimleri bölge karıştıkça kimi ulusalcıların aklına gelip gelip gidiyor. Ulusalcılar ki, Osmanlı gibi ümmetçi bir yapılanmayla uzak-yakın bir ilişiği olmaması gerekirken akıllarına böylesi siyasal tercihlerin gelmesi, konunun önemini artırmaktadır. Bu önermelerin derin köklerinde Osmanlı aklı denilen sendromla ilgili bir yana sahiptir. Genetik bir şey. Gelip kendini hatırlatıyor. Bölge karışık, Osmanlı döneminde ise bölge çok “barışıktı”(!). İşte size alternatif;Türkiye Cumhuriyeti artık kabına sığamıyor (iç sorunlarını aşıp bitirmiş, her şeyi günlük gülistanlık) sıra komşularımızı tedip etmekte, onlara barışı ve güveni Osmanlı dönemindeki gibi getirmekte. Bu mantık, bir kılıç darbesiyle her kör düğümü çözeceğini sanıyor. Bölgeye yayılmayı, egemenlik kurmayı denetlemeyi planlıyor. Bölge halkları da Irakta ABD’yi güllerle,çiçeklerle beklediği gibi Osmanoğullarını bekliyor..
Bu önerme, milliyetçi duygularınızı okşayabilir. Mısır Suriye Suudi Arabistan arasındaki üçlü uyumun bozulmasıyla ortaya çıkan Arap sorunlarının derinleşmesi, Erdoğan’ın İslamik referanslı çıkışlarıyla bir açılım bulması bu algıları besliyor da olabilir. Ama geçici konjonktürlerden ibaret olan bu durumlar, bölgenin gerçek dengelerinde Kavalalı Mehmet Ali paşadan bu yana Mısır’ın Arap alemindeki önderliğini ya da etkinliğini bir başkasına bırakacağı hiç düşünülmemelidir. Nitekim alışageldiğimiz Arap küsme ve barışmalarından biri de Kuveyt Arap Zirvesinde de tekrar etti. Suudi Kralı Abdullah, Suriye lideri Beşşar El Esad’ı, Mısır Lideri Hüsnü Mübarek’i, Katar lideri Emir Hamad’i bir araya getirip düne kadar birbirine etmedik laf bırakmayan bu çevreyi barıştırdı. Türkiye’nin Gazze’ye yönelen Siyonist İsrail terörüne karşı takındığı “olumlu” tutumun Arap aleminde inanılmaz etkiler yarattığından söz etmek yanlış olmayacaktır.
Halkın en yakın çevresinden edindiğimiz izlenimlerle bu etkinin ticari, kültürel, sosyal hatta kimsen de olsa siyasal sonuçları olacağı kesindir. Türk mallarına artan rağbet ve güven, sinema, TV dizileri ve sanatsal etkinliklerin yaygınlaşmasını da bunlar arasında saymak gerekir. Ancak bunlar ne dünün tarihini aşabilecek ne de yakın dönem için yeterli tarih biriktirebilecek veriler değildir. İsrail’le Türkiye’nin ikili anlaşmalarını ve gizliliklerini bilmeyen yoktur. Türkiye bunlara dokunmadıkça da inandırıcılığı üzerinde ciddi kuşkular olamaya devam edecektir. Kaldı ki Türkiye iç sorunlarla kaynayan kendi denge ve kimlik arayışlarını bitirmemiş bir ülkedir. Bu yanıyla uluslaşma süreci bile tamamlanmamış kaosların girdabından bir ülkedir demek abartılı olmayacaktır. Bölgemizin derin siyasal etkinlikleri bu gerçeği çok yakından bilir ve bölgede ağırlık koyacak bir ülkenin vizesiyle ilgili referansları, paradigmaları parametreleri ince eleyip sık dokurlar.
Ayrıca kimse unutmamalı ki, orta çağlarda yaşamıyoruz, siz gibi başkasının da milliyetçi virüsleri bulunuyor ve karşıt önermeleri ve girişim hazırlıkları vardır. Size hak olan karşınızdakine de hak olacağı gerçeğinden hareketle, her milletin şovenizme eğilimli üstelik geniş tabanlı siyasal etkinlikleri atılım yapmaya hazırdır. . Bölgeyi karıştıran da tastamam budur. On binlerce km ötelerden, okyanusların berisinden gelip talan kıyım ve yıkım için bölgemizi istilan eden veba tüm sorunların nedeni değimlidir. Bu ha ABD olmuş ha Osmanlı olmuş sonuçta ölen katledilen eriyip giden bu bölgenin servetleri olduğu kadar insanı değimli biz değimliyiz. Şimdi bunlar bir yana, konuyu sakince ele almak gerek. Osmanlıyı bilmeyenlere bir kez daha hatırlatmakla konuya girmek gerek
Osmanlı Selçukluların devamıdır ve bu süreç 1071’ den bu yana gelmektedir. Ama Selçuklu ve sonrası Osmanlı, 14 Temmuz 1683 II. Viyana kuşatmasına kadar yaşam stratejisi ve planlamasıyla Batı'ya daha çok Batı'ya yürüme üzerine kuruludur. Bir göçebe imparatorluktur, yerleşikliği ise zorla gasp ettiği topraklar üzerinde yaşayan halkların servetleri ve emeklerini talan etmekle yürüyen bir yaşam. Çadır kültürünün hükmü, İslam’ı kabule rağmen cami etrafında bir medeniyet (yerleşim anlamında), bir uygarlık kurma eğilimi olmayan yaşam süreci. Bu açıdan Bizans’tan ve eski Anadolu uygarlıklarından ve İslam’dan alınan hiçbir malzeme ( devlet kurum ve yönetmenliği, yapı, üretim tarzı, her boyutuyla kültür) bir medeni yaşam için hakkıyla işlenmemiştir. Çarpık kalmış, zaman içindede tıkanmanın gerekçesi olarak toplumu da iç bükey etmiştir (içene kapalı bir kırılmaya götürmüştür).
Zaman zaman Yavuz gibi Mercidabık Savaşı’yla birlikte (1516) Doğu seferleri yaparak, savaşçı ve güçlü ideolojik kurumsal etkinliklerin ganimetlerini ele geçirse de (İslam hilafeti gibi) bunlar toplumu kendine özgü gerçekçi bir medeni yaşama yöneltememiştir. Gözler hep yeni istilalarda, hep daha çok batıya doğru başka milletlerin emeklerini, topraklarını talana yönelmiştir. Bu süreç tümüyle bir vahşet çağı olarak, karanlık bir Ortaçağ sürüklenişi olarak gündeme gelmiştir. Osmanlı insanlık adına hiçbir şey yapmamıştır. Ne bir keşif ne bir buluş ne bir bilim adımı ne bir üretim atılımı içinde olmuştur. Mimar Sinan’ın cami yapıları dışında (bu da tamamen başka milletlerin emeklerini gasp etmek üzere gerekli olan ideolojik unsur olma işlevleri nedeniyle din istismarı amacıyla) hiçbir ize sahip değildir. Bazınsın son dönemlerine ait hiçbir birikimi koruyamayan tersine kaçırtan barbarlıklarıyla Batı’nın reform ve Rönesansına kaynaklık edecek potansiyellerden de uzak kalmıştır. İpek yollarını kesmiş bunu kendi üretim ve ticari çabaları için bir dinamik olarak kullanamamıştır. Batının ticari yollarını kestikçe batı da Kafkaslar üzerinden dönüp kuzey bölgelerinin ticari dinamiklerini hızlandırmış okyanusları da aşarak keşiflerine keşifler katıp dünya ticaretini ve kendi uygarlığının unsurlarını yükseltmiştir. Osmanlı ise kendi tabasını iliklerine kadar sömürmek ve çevredeki milletlerin servetlerini talan etmekten başka bir şey yapmamıştır. Bu süreç bir noktadan sonra gerileyerek bitişe doğru sürüklenmiştir.
II. Viyana kuşatması sonrası gerisin geriye Anadolu’ya tıkılan ve daha da doğuya gitme şansı olmayan Osmanlının kıstırıldığı yerde zaman içinde eriyerek I. Dünya paylaşım savaşı akıbetine gelmesi kaçınılmaz olmuştu. İnsanlığı ve çevreyi tahrip eden onursuz bir tarih, onur arayan bir ulusun son şansı olarak Cumhuriyetin kuruluşuyla noktalanmıştır.
5 milyon km² bir alanda hüküm süren Osmanlı bu toprakları kendine hiç bir zaman anavatan yapmaya çalışmamıştır. Anavatan oluşturmak çok farklı bir tarihsel işlevdir. Kısaca da bunu bilelim ki sonra kimse oflayıp puflayarak neden bunca toprakları kaybettik diye saçını başını yolmasın. Olmadık gerekçeler üretip yeniden boş ümitlerin peşine koşmasın.
Anavatan toprağı, bir bakir toprağın yaşama, ziraata ilk kez açılması ve üzerinde kararlı, sürekli bir sosyal yaşam birliği oluşturulmasıyla gerçekleşir. Bu nedenle yeryüzü coğrafi yaşam alanlarına doğal sınırlarla bölünmüş gibidir. Göçebeler hariç kadim tarihten bu yana her etnik topluluk ve daha sonra uluslar belli bir toprak parçasını anavatan edinmiştir. Bu çok net çizgilerle olmasa da belirgin yanlarıyla her ulus için geçerli bir belirti gibidir. Ancak tarihte toprağı ilk kez yaşama açıp bunu başkalarının zoruyla, şiddetiyle kaybedenler de olmuştur. İşgalci gaspçı imparatorluklar böyle kanlı süreçleri yapmıştır. Ancak bunlar bile kalıcı olmamış. Milletler anavatan olarak yarattıkları topraklar üzerinde er ya da geç bağımsızlıklarını kazanarak bu toprakların siyasi hakimleri de olmuştur. Ancak bunu başaramayanlar, başarmak için bu gün de özgürlük mücadelesi verenlerin olduğu da bir gerçektir. Bu açıdan imparatorlukların bir nedenle parçalanması geniş toprakların başkasına uçup gitmesini getirmemiş tersine imparatorluk egemenliği altındaki esir ulusların bu toprakları anavatan haline getirme süreçlerinin devamını sağlayarak ulusal topraklar haline getirmelerine olanak vermiştir. Sonuçta güç bela imparatorluğun egemen etnik toplumuna yetecek kadar toprak kalma şansı olabilmiştir. Bu örnek Osmanlı için çok geçerli bir örnektir. Cumhuriyet elde kalan topraklar üzerinde bir ulusal topuluk olarak Türk milletini tarih sahnesine çıkartırken içinde başka bir handikabı da barındırmıştı. Zira Osmanlıdan arta kalan bu topraklarda Türklerden çok daha önce bu toprakları anavatana çeviren ulusal topluluklar yaşıyordu ve onlar da hala yaşamlarını sürdürüyorlardı; Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Araplar gibi. Bu sorun ise bu güne kadar süren ciddi siyasal olaylarında alt yapısını oluşturacaktı.
Ne Selçuklu ne de Osmanlı Batı’ya doğru sürükleniş süreci içinde, egemenlikleri altındaki toprakları anavatana çevirme gibi bir kaygı taşımadılar. Her yeni istila edilen toprak geçici bir otaktı. Hiçbir toprağı anavatan oluşturacak bir eğilimle ele almamış üzerinde kalıcı olma gibi bir düşünce taşınmamıştır. Gasp etseniz de toprağı her defasından yeniden yaşama verimli olarak katmadıkça, sürekli sürüp onu ziraatın bir unsuru haline getirmedikçe ve bu konuda kararlı olunmadıkça o topraklar sizi geçici olarak sırtında taşısa da size anavatan olamaz.
Osmanlı bu bilinçte bir etkinlik sahibi bile değildi. İçgüdüsel bir aidiyetin olmaması öyle bir boyuta sahip ki Osmanlının başkent anlayışı bile bunu göstermeye yeterlidir. Bunun çok önemli belirtilerinden biri de değişen başkentleridir. Söğüt, Bursa, Edirne İstanbul gibi... Hatta Fatih döneminde Fatih’in Papa’ya yazdığı söylenen ünlü mektupta; Truva Savaşı’nda katledilen Hektor’un intikamını almak için Egememnon torunlarına karşı savaşta Papa’dan yardım isterken, kendisi ve tebaasının Papa’nın dini tercihlerine uyabileceğini bile belirtmesi gerçekte Batı’ya dönük yürüyüşle ilgili bir vakıadır (söylence olsa da).
Söylemek istediğim şu, Selçuklu da Osmanlı da feodal Ortaçağ dönemlerinin tipik birer imparatorluğu gibi talan, gasp üzerine kurulmuşlardı. Ne ziraat ne yerleşim ne başkent kararlılığı ne de bir toprak parçasını anavatana çevirmek için sarf edilen bir çabaları vardı. Hep ileri, hep başka milletlerin malını mülkünü ve emeklerini kılıç zoruyla gasp etme eğilimi vardı. Bu, o dönemin tüm dünya ilişkisinde böyle bir eğilim olarak vardı. Osmanlı da bunun bir parçasıydı. Ama aynı kesitte aynı tür imparatorlukların yaşadığı toprakları merkez edinerek oraları anavatana çevirmiş olmaları, Osmanlı’nın uğradığı akıbetten kurtulmalarını da gündeme getirmiştir.
Osmanlı yok olmuştur. Çünkü ne anavatanı vardı ne de yaşamla açtığı üzerinde kararlıca kendi etnik topluluğunu yaşattığı bir toprak algısı vardı. Osmanlı’nın dinsel açıdan çok yumuşak olduğu, dinleri serbest bıraktığı, başka etnik topluluklara çok rahmetli davrandığı gibi saçmalıklara burada değinmeyeceğim. 1071’de Anadolu’ya gelen bir kavimin, egemenlik altına kılıçla aldığı bu topraklarda %100 olan farklı dini ve etnik yapısını nasıl bu gün %99 Müslüman ve tek etnik yapılı bir egemenliğe çevirdiğini bilmek yeterlidir.
Bütün bu tarih sürecini Atatürk de çok özet bir cümleyle, çarpıcı bir tarzda dile getirmiştir; “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran,Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)
Bu sözlere bir şey eklemeye hiç gerek yoktur. Fetihlerin arkasından serserilik edilerek geçirilen bir yaşam planlaması. Osmanlı budur. Bu sürüklenişte Türk etnik dokusunun uğradığı hakaretler ve kıyımları ayrıca burada dile getirmeyeceğiz. Osmanoğulları hiçbir zaman kendilerine Türk denmesini layık görmemişlerdir ; Türk “kara kemikli”, “Etrak bile idrak”tı..
Cumhuriyet bu bataklıktan doğdu üzerinde izleri olsa da farklı bir yaşam planının eseri olarak planlandı. Bunun ilk adımı bir modern ulus yaratmaktı elbette tek başına bir iradeci kararla olmayacak bir dua idi bu. Bunun için tarih bir kez daha yazılmakla yüz yüze kaldı. Anadolu’nun Türkleştirilmesinin ikinci büyük hamlesi böyle başladı. Türk etnik dokusuna bir anavatan oluşturmak buradan başladı. Sahipleri üzerinde yaşarken hiç konusu edilmeyen Anadolu’yu Türkün anavatanı olarak tanımlanmak için görücüye çıkarıldı. 40 asırlık Türk yurdu hikayeleri böylece üretildi. Bu da tarihin bir cilvesiydi; “Tarih hareket halindeki geçmiş” iddiasını kanıtlarcasına süreçler başlatılmıştı. Türk dil teorisi, Güneş Dil iddiaları da ardı arkası kesilmeden üretildi.
Yani olmayan bir anavatanı, Anadolu’yu anavatan toprağı ilan ederek, orada üreterek, çalışarak kendi ürettiğini tüketerek, başkasına düşman olmadan ve tüm dünyayla barışık bulunarak bir cumhuriyet kurulduğu iddiası yapıldı. Dünyanın o günkü kesiti böylesi bir iddia içinde çok uygun gibiydi. Hatalarıyla sevaplarıyla Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle cumhuriyet farklı bir yaşam palanın eseri olsun istendi. Bunun için gerekli adımlar da atıldı. “Yurtta sulh Cihanda sulh” dendi. Esasında ulus da tam bu noktada siyasi bir iradenin çabalarıyla da tarih sahnesine çıkma şansı buldu. Osmanlı bunu asla yapamazdı.
Bu işin bilimsel mantık dokusunda zorunlu olan bir öğe vardı; o da bir toprağı anavatana çevirmekti. Anadolu cumhuriyetle birlikte başka etnik yapıların varlığına rağmen (Kürt, Ermeni, Rum, Arap v.b) böylece bir ulusun anavatanı olma kapısını araladı. Ama bu kapı hala tam açık değildi; bunu da iyi bilmek gerek. Yeniden bir Osmanlı deneyi ise bunu ebede kadar kapatabilir de. Kimse kimseyi aldatmasın; güçle ele geçirilen topraklar üzerinde sahipleri yaşıyorsa, onlarla anavatan olarak paylaşmaksızın ve siyasi açıdan özgürlük ve demokrasi içinde olmaksızın o toprakları, kalıcı olarak korumanın yeryüzündeki hiçbir kudret tarafından sağlanması mümkün değildir.
Kimse farklı türden alavere dalavere ulus tanımı fetvaları da vermesin, “ulus anayasal vatandaşlıktır” demesin, Bulgaristan’daki birkaç yüz bin Türk için, Kıbrıs’taki birkaç yüz bin Türk için ayrı devlet kurma hakkı isteyerek ve kimine bunu kurdurarak, kendi anavatan toprağında bulunan milyonlarca Kürt’ün haklarını gasp ederek siyaset yapmaya kalkışmasın. Bu dengesiz ve zalim siyasetler sadece ve sadece bölücüdür. Türk milletinin böylesi bölücülüğe ihtiyacı yoktur ve Osmanlı aklının bir uzantısı olan bu yaklaşım Atatürk tarafından cumhuriyetin kuruluş ilkesiyle reddedilmiştir.
Cumhuriyetin kuruluş planı Osmanlıdan bir kopuştur. Kurtuluşun ilk adımı buradadır. Böylesi bir toplumsal yeniden kuruluş, üreten bir toplumu gerekli kılar. Bu ise Osmanlı’dan tam ve gerçekçi bir kopuştur.
Bu noktada devamlılık nedir sorusu sorulabilir. Devamlılık ne ırkidir ne de dilsel ya da aynı toprak üzerinde yaşamak ya da bir önceki dönemin kadrolarıyla yeni bir süreçte yer almaktır. Devamlılık toplumsal yaşam formlarınızı aynıyla sürdürüp sürdürmemektir. Osmanlı bu noktada ölmüştür ve bunu hiç kimse diriltemez. Cumhuriyet, bu kopuşu yüzyılların acılarının sonucu sağlamıştır. Bu kopuş bir kırılmadır da. Her ne kadar genetik bin bir bağıyla Osmanlı, cumhuriyet içinde de var olma, kendini ifade etme, egemen olmaya çalışma direnişleri göstermiş olsa da.
Evet bütün bunlar var. Osmanlı bir biçimde cumhuriyette var oldu ve hala devam da eden akıl izleri de az değildir. Üstelik cumhuriyetin tüm sorunlarının ve handikaplarının en tehlikeli akıl artığı olarak sürmüştür. Bunu da zaman zaman Musul olayları sırasında, Hatay ilhakında, 6-7 Eylül 1955 olaylarında, Kıbrıs savaşında ve Kürt halkına reva görülen acımasız operasyonlarda kendini göstermiştir.
Oysa Atatürk Osmanlı’yla tüm bağını koparmak üzere, büyük korku ve kaçışların, büyük toprak kaybedişlerin mana ve hikmetini yakalamış bir pragmatik lider olarak, Türklerin tarih sahnesine çıkardığı en önemli sima olarak, Cumhuriyeti yeni bir yaşam planıyla kurmanın zorunluluğunu dile getirmiştir. Üreten ve ürettiğini tüketen, böyle zengin olan ve dünyada ve cihanda sulhu savunan bir yaşam perspektifi planı çerçevesinde cumhuriyetin kurulması istendi. Bunun ne kadar başarılıp başarılmadığı ise işin farklı bir boyutudur.
Bu özelikleri başarabilecek bir cumhuriyet bölgemiz açısından önemiydi. Tel armana anlaşmasından bu yana bölgemizde huzur olduğu söylenemez. Osmanlı dönemi ise bölgede çok huzurlu bir dönem de değildi kesintisiz bir savaş ve iç karışıklıklar dönemiydi. Osmanlı padişahlarının doğu seferleri ve sık sık devam eden tedip hareketleri bunu dile getirir. I. Dünya savaşı, II. Dünya savaşı ve bugüne kadar bölgemizde süre giden, bitip tükenmeyen savaşlar bölgenin değişmeyen kaderi gibidir. Bölgemizin çıkar savaşlarının bataklığından korunması ve Türkiye halklarının bu batıklıkta bir kan gölüne dönüşmemesi, Osmanlıdan kopuş olmanın hikmetiyle kurulan Cumhuriyetin bir sonucudur. Bu olmasaydı bu gün Türkiye Lozan’dan sonraki durumunda asla kalamazdı. Bin bir parçaya daha ayrılırdı.
Osmanlı kendisine asla anavatan olmayan toprakları kaybetti. Bu toprakları kazananlar onu anavatan haline getirenler oldu. Her ulus kendi toprağını Osmanlı’dan özgürleştirdi: Balkan ulusları ve Araplar. Bu onların hakkıydı. Bu topraklar onların emekleriyle vatan olmuş topraklardı. Osmanlı gelip onu kanla zulümle kılıçla tepeleyerek aldı. Ama sonuna kadar tutamadı, hak yerini buldu; bu milletler kendi topraklarını gerisin geriye aldı. Atatürk’te bunu onaylıyor ve Osmanlı’ya en şiddetli tutumu takınıyordu.
Cumhuriyette bu deneyler üzerinde modern bir ulusun tarih sahnesine çıkışı amacıyla siyasal bir yapılanma olarak belirdi. Başkasının toprağına göz koymadan, ona ilişmeden, ona saygı göstererek ve kendi üretip-yaşama stratejisiyle.
Bugün bölgemizde Osmanlı’nın rolünü emperyalistlerle İsrail Siyonistleri oynuyor, halkları kanlı yıkımlarla ölüme götürüyor. Ama sonuçta kazanamıyor, hep kaybediyor. Bunu Osmanlı’nın yeniden dirilişiyle tekrar etmek isteyenler bilmelidirler. Yeni Osmanlıcılık kof olduğu kadar zalimcedir de. Milliyetçiliğin de ötesinde şovenizmdir. Bu, resmen talancılık, hırsızlık gasp ve tam Atatürk’ün dediği gibi bir serseriliktir.
Türk ulusu böyle bir öneriyi elinin tersiyle iter. Böyle bir bela, var olanı da elinden almaya götürecek maceradan başka bir şey değildir. Bu açıdan daha demokratik ve iç farklılıklarını koruyan, onlara en yoğun özgürlükleri veren bir ülke olarak cumhuriyeti farklılıklarımızın ortak ülkesi olarak yeniden özgürlük ve eşitlik içinde düzenlemek gerekmektedir. Ortak bir ülke birimizin olmayan, ama hepimizin eşitler olarak yeniden kurduğu bir demokratik Cumhuriyet Osmanlı umut ve tercihlerine göre milyonlarca kez daha barışçıl, daha insancıl ve daha gerçekçidir. Bölgemizde hakkedilebilir bir rolü ancak bu özeliklerle oynamak mümkündür.
Bu bölgede tüm uluslar eşit ve kendi ana topraklarında yaşama özgürlüğü içinde olmalıdır. Bu toprakları kimse askerleri gücüyle oluşturduğu suni sınırlar olarak kullanmaya devam edemez. Bakın haritalar ne kadar sık değişiyor. Sizde ülkenizin haritasından sıkıntılı iseniz buyurun başka halkların haklarına dokunun, Osmanlıcılık yapın bakın sonuçta elinizde ne kalacak onu görün.
Bu bölgeyi Osmanlı gibi fiili olmasa da siyasi olarak denetim altına alma algıları da Donkişotluktur. II. Viyana Kuşatması’ndan bu yana hiçbir askeri zafer kazanmamış bir Osmanlı’nın bu bölgede kurda kuşa kepaze olması için, yeterince neden ve yeterince çıkar çevresi bulunmaktadır.
Akdeniz’den Kafkaslara uzanan enerji alanlarının kontrolü için, emperyalist zorbalığın bölgemize dayattığı yıkım bunu anlatmaya yeterlidir. Bu evrensel ölçekli oyunda ne Osmanlı ne de onun gibi bin hasta adamın oynayacağı bir rol olabilir. Tüm roller birer figüranın işlevi kadardır; bu bölgenin sorunlarından kurtuluşun tek yolu halklarının hak arayışı ve direnişinden tecelli eden siyasi iradedir. Başka kurtuluş yolu da yoktur. Bu gün bu kapı da sonuna kadar açılmıştır. Lübnan’da 12 Temmuz 2006 savaşında yenilgi alan Siyonist İsrail devleti Gazze’de istediği sonucu alamamıştır ve bu da dönemin artık direnen halklar lehine bir açılımda olduğunu göstermektedir.
Bunun için bölgemizin tüm ulusları her türden barış karşıtı çıkarcı talancıya karşı omuz omuza olma çabası sürdürmeli, bunu önermeliyiz. Yeni bir emperyal güç olarak kimseye ne bela vermeli ne belasını almalıyız.
Bu gün bölgeyi istila etme planlarının, yeni Osmanlıcılık oynamanın günü değildir. Bu gün bölgede özgür ve demokratik bir ülke olarak yaşama günüdür. Çağdaş yaklaşım da budur. Ulusal devletler çağının geçtiği iddiasında olup da yeni Osmanlıcı çağrışımlarla bölgede etkin olma hayali ise tarihin çok gerisinde kalmış bir komediden ibarettir.
Bu bölgeyi kendi halkları yönetecektir. Kimse kendini vekaleti tanrıdan alınmış yüksek ulus gibi faşizan eğilimlere kaptırıp “bölgeye barışı ancak biz getirebiliriz” yönlü düşünmesin. Böyle düşünen hep esir olmuştur; ya kendi egosunun esiri ya da bir başkasının esiri. Kendi iç sorunlarını aşamamış bir Cumhuriyet, yüz yaşına gelmeden dökülmeye başlamışken kimse boş hayallerle kendini aldatmasın.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder