Hegelci “Tarihsiz Uluslar”
ve
Demir Küçükaydın’da “Türklük”
Bedreddin Mahir
bedreddin.mahir@gmail.com
10 Ağustos 2007
Resmi tarihin Türkçülüğü, akıllara ziyan önermeleriyle, Anadolu’nun tüm ulusal var oluşlarını inkar ediyor;
insafsız bir zulümle yürüttüğü, tarih ve düşün kıyımı,
karşıt tepkileri ve inkarı yaratmakta geç kalmıyor.
Bu her iki inkarcı önerme, aynı madalyonun farklı yüzleridir. Şiddet ve kırılma bu iki kaynaktan beslenir.
Bilinmeli ki, milliyetçiliğin her türü, inkârcılığın her türüyle ikiz kardeştir. Bunlarla mücadele etmeden demokrasi ve özgürlükler ikame edilemez.
Tarafsız, bilimsel bir Tarih ve yazım ahlakı olmadan, Anadolu’nun ezen ve ezilen çok uluslu yapısını, barışçıl bir özgürlüğe ve demokrasi ortamına taşımanın bilinci ve olanağı olamaz.
Hegel’in “tarihsiz uluslar” söylemi, Avrupa’nın bir dizi küçük ulusunu, karşı-devrimci ve tarihten silinmesi gereken “ulusal safra” olarak görür. Avrupa'da demokratik devrimin 1848-49'daki başarısızlığını analiz ederken, buna Engels’te katılır. Somut bir olaydan ve ilgili verilerinden bahseden Engels’in, tarih tarafından da doğrulanmayan tezlerine (ki sonraları çok farklı belirlemeler yaptığı da bilinmektedir), sarılarak genelleştirip, perspektif geliştirenler az olmamıştır. Sınıf mücadelesinin dar ekonomik penceresinden olayları ele alan bu tür yaklaşımların, ulusal sorunda ciddi hatalara ve aşırılıklara yöneldiği bilinmektedir.
Troçki, her zamanki gibi ”eklektik” (Lenin) görüşleriyle aynı şeyi, gerçekliği “kültürel, ideolojik ve psikolojik bir olgu” olmaktan öteye geçmeyen ulusun, dünya devrimi nezdinde, bir biçimde, “eritilmesi gereken” bir unsur olarak görür. Lenin’in, ulusal soruna getirdiği siyasal çözüm perspektifi ise bu tür aşırılıkların dizginlenmesinde önemli roller oynar (buna nispeten Stalin’in çözümlemelerini de katmak gerek).
Demir Küçükaydın’ın “Türklük Nedir” makalesinde de, benzer aşırılıklar ve yanlış yaklaşımlarla aynı yol izlenir. Şimdilik, Türklerin “tarihsiz ulus” olduğu ispatlanmaya çalışılır. Bu belirlemenin Hegelci belirlemeye benzemesi için kırk dereden kırk su getirilir. Saçma sapan veriler, sallama ve tezat iddialar sunulur. Öyle ki, aşırı ırkçı-milliyetçi Türkçülerin, Kürt ulusu gerçeğine yaklaşımlarına benzer bir yaklaşım sergilenir. Aslında Türk diye bir ulus yoktur, öznel zorlamalarla, suni olarak oluşmuştur diyecek kadar çığırından çıkan iddialarda bulunulur. Böylece ezen ulus olma vasfı bile tartışma götürür hale gelmiş olur. Bu mantıkla oluşan muğlaklık, her türden siyasi kaçamak için açık bir kapı haline gelir. Birçok şeyle birlikte, ulus gibi tarihsel olgular da anlamını yitirmeye, dolaysıyla onlara karşı sağlıklı bir yolla mücadele etmekte anlamsızlaşmaya başlar. Tehlikede tas tamam buradadır. Adı geçen makale bu vasıflarla ortaya konmuş bulunmaktadır. Böylece makale ihtiva edeceği ciddiyetten sıyrılarak, bir tepki yazısı olup çıkmıştır.
Türk ulusunu var eden “öznel öğe” !
“Türklük Nedir” makalesinde, kullanılan kelimelerle, Türk ulusuna neredeyse hakarete kadar uzanan yaklaşım, bu tür tepkilerdendir. Resmi tarihe tepkinin bu türden tecellileri, siyasal düzeyi bir sokak kavgasına çevirme eğilimi düzeyine kadar inmiş bulunmaktadır.
Küçükaydın’ın zıvanadan çıkan halini şu cümlelerde görmek düşündürücüdür,
“Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış, yaşayan Rumluk ve Ermenilikten başka bir şey değildir”,
“hasta ve şizofrenik bir karakter”,
“Türk, aslını inkâr eden haramzadedir.”
“Türkler bir ulus olarak bu şizofrenik ruh hastası durumunda”,
“Türklerin olağan bir sağlıklı gelişim için ‘baba’ katili olmaları gerekiyor”
(Demir Küçükaydın, Türklük Nedir? www.mozaikhaber.com).
Ezen bir ulus olsa da, Türk ulusuna ve insanlarına böylesi bir toplu hakaretin yapılması utanılacak bir şey olduğu kadar, ahlaki açıdan da sorgulanması gereken bir mantık dokusunu yansıtmaktadır. Bu duruş ne devrimcidir, ne de solcudur. En iyimser ifadeyle bir şaşkınlık anında sarf edilmiş şuursuz bir lakırdıdır.
Demir Küçükaydın’ın bir sağlık sorunu yoksa, temel tarih kavrayışıyla ilgili ciddi sorunları olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ulus olgusunu, son yüz yılın tarihi içinde ortaya çıkan “Türlük”, Türkçülük gibi ideolojik sonuçlarla algılamış olmasının kışkırtıcı yanları olduğu düşünülebilir. Bunun için tanrıdan zembille, bir komplo olarak doğan Türk ulusu algılayışı rol oynamıştır denebilir. Zira, bu yanlış algılayışı desteklemek için döktüğü, tüm tarihi bilgi kırıntıları da, konuyu açıklamaktan çok, daha da ciddi çıkmazlara sürüklemesi bundandır.
Makalesinde, bir türlü anlaşılmayan, Türk ulusunun var oluşuna, Bizans etkisi mi, Müslüman etkisi mi, her ikisi mi? doğu Akdenizlilik mi? Rum ve Ermeni mi? Çıkarlarına cuk diye oturan Yahudilik mi? yoksa bunların dünyanın her yerinde Türk’ten çok Türkçe konuşmalarının mı? etkisi yol açmıştır, belli olmaması, yazarın içinde bulunduğu karışıklığa da bir işaret sayılmalıdır.
Türklerin “ulus var oluşunu, Rumları ve Ermenileri yok etmeye borçlu olduğundan” (Agm) mı? bahsediyor yoksa, “Türk ulusunun sureti Bizans kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum ve Ermeni kültürü demektir.” (Agm) mi? Diyor anlamak güçtür. Bununla yadsınmanın yadsınmasını mı kastediyor? Yoksa, Türk ulusu, “Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı ve Levant’ın Yahudi burjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur” mu demek istiyor (Agm). Yoksa, “Türk ulusunu yaratan Müslüman devlet kastı” mıdır?
Kafanız mı karıştı, kimin yarattığını mı şaşırdınız, önemli değil. Söz konusu makalenin yazarında çare tükenmiyor, Türk ulusu adına, dile gelebilecek kültürel kırıntılar varsa da, bunlar da “varlığını her şeyden önce yükselen Kürt hareketine borçlu” dur, (Agm). Diyerek, Bir ulusun tarih içindeki uzun yolculuğun ve dinamiklerin ürünü bir tarihsel kategori olarak oluşumunu, bir biriyle çelişik öznel kaynaklara indirgeme durumunda olmuştur.
Bu son belirleme, öncelikle Kürt ulusuna yapılmış büyük bir ayıp değil mi, onu sormak gerek. Ulusal baskı altında var olma mücadelesi veren Kürtlerin, sırtına böyle bir yükü yıkmak, onlarla alay etmenin bir başka yolu değil midir? Kürt özgürlük hareketine, gerçekten taraf olmak bu değildir.
Bu satırların yazarı, Kürt özgürlük hareketini siyasal tarihi boyunca savunmuştur ve savunmaya devam etmektedir. Kendi Arap ulusal kimlik haklarının, bu ortak mücadeleden geçtiğine de inanmaktadır. Bunun Türk ulusunun özgürlüğü içinde geçerli bir adım olduğunu dile getirmektedir. Amma, bu Türk ulusunun siyasal değerleri, demokrasi mücadelesi gelenekleri ve birikimleri olmadığı anlamına hiç gelmez. Tersine, ezen ulusun devrimcileri, bu satırların yazarı ve arkadaşlarına olduğu kadar, Kürt özgürlük hareketi için de bir medrese olmuştur. Bunu Sayın Öcalan, yazılarında sık sık vurguladığı gibi, ikili görüşmelerde de sürekli üstünde durmuştur. Tek bir devrimci hareket yoktur ki, bu topraklar üzerinde, 60’lı yılların Türk devrimci mücadele geleneğinin, derin etkisi altında gelişmemiş olsun. Söz Konusu makalenin bu yaklaşımı, kendi içinde ürkütücü bir zıtlık taşıyor. Kürt özgürlük hareketinin, böylesine saçma iddialardan kazanacağı hiçbir şey yoktur.
Bu mantığın kendine özgü ulus gerçeğini algılayış yöntemi vardır. Aynı mantıkla, şimdilik Kürt ulusu gerçeğine yaklaşım yapılmamaktadır. Zira siyasal varoluşun tecelli sahası Kürdistan durağıdır. Dikkatli davranılmaktadır. Ancak Yalçın Küçük örneğinden de biliyoruz ki, bu mantığın akli uzantılarının aynı sonuca varması kaçınılmazdır. O zaman ulus denilen “tarihsiz” ve talihsiz vaka, politik ve hatta ekonomik bir çözüme muhatap alınmayacak bir uydurma olarak, sorunlarını çözmek yerine onu “eritmenin” yolları aranır; irili ufaklı ezilen, güneş yüzü görmeyen, haklarına kavuşmayan, bir dizi ulus ve topluluk, bir potada “demokratik, geniş bir birlik altında” eritilmesi öngörülür. Varılmak istenen yerde tas tamam burasıdır. Bu satırların yazarına göre, “Türklük Nedir” makalesinin kapalı zarflarında, önemli oranda malum Resmi Tarihin, Kürt ulusal gerçekliğinin “tarihsiz” olduğu iddiasına da bir göz kırpma gibidir.
Tarihsel bir olgu olarak ulus ve değerlerinin, “köksüz”lüğü, öznelliği, dış güçlerin çıkarlarınca oluştuğu iddiası, ulusal soruna siyasal çözüm aramak yerine, onu bir atış tahtası haline getirir. Tüm kötülüklerin kaynağı ilan edilir. Kaba, hesapsız ve bir o kadar dikkatsiz, incitici saldırıların önü, böylece açılmış olur. İşte söz konusu olan makale, bunun bir örneği olarak önümüze geldi.
Bu makale ayrıca, Sol’un vardığı düzeyin ne türden bir çöküş içinde olduğuna da, bir işaret olarak belirmektedir. Artık milliyetçi sol aşılmıştı. Sıra faşist sol’a gelmişti. Kimi sitelerde açık ve aleni olarak, başka uluslara, sözlüklerde bile bulunması zor kelimelerle, sol adına ırkçı yaklaşımlarla, küfürler yapılmaya başlandı.
“Türklük Nedir” makalesinde Küçükaydın da benzer bir hataya düştü. Bir kimlik bunalımıdır bu. Bireylere kadar yansıyan, toplulukların kararsızlık içinde olmasına yol açan, Küreselleşen, evrensel ilişkilerden kopmaya kadar uzanan bir sarsıntıdır bu. İlginç olan da bunu kışkırtanların kraldan çok kralcı olmalarıdır. Ya Kürtleşmiş Türk’tür ya da Türkleşmiş, Kürt, Arap, Ermeni, Rum’dur. Zira ezilen etnik bir topluluk mensubunun sonuna kadar ısrarla başka uluslara böylesi bir yaklaşım göstermesi mümkün değildir. Kendiliğinden empati yoluyla, bunun bu noktalara kadar uzatılamayacağını fark eder. Bir eleştiri yazısı olmaktan çok bir hatırlatma olarak bu satırları yazarken, yaşadığımız coğrafyayı birbirimizi farklılıklarımızla içselleştiren bir yaşam için farklı bir dil ve üslup izlemememiz gerektiğini hatırlatma amacı taşıdım.
Belli ki, konumuz daha uzun bir süre tartışma gündeminde kalacak. Bu tartışmalara birçok akademik dalın da girmesi muhtemel. Ancak okuyucunun bunalmaması için, Demir Küçükaydın’ın Türklük sorununu nasıl ele aldığı ve bunun saikleri mihverinden kopmamalıdır. Mozaikhaber sitesinde benzer konular, farklı köşe yazarları tarafından birden çok defa ele alındı. Bunlar arasında, "7. Ordu ve Hatay Davası" yazısı, "Baykal ve Üst Kimlik" gibi makaleler. Bu makalelerde de, özde milliyetçi akım olarak Türkçülüğün yakın tarih içindeki hareketlerine dikkat çekilmiştir. Gerçek anlamda da Cumhuriyet döneminde belli bir kalıp içinde bu süreç, uluslaşma sürecinin tamamlanması gibi bir rotaya girmiştir. Ancak bu çabaların ekonomik saikleri tarihin trenini kaçırmış halleriyle, gerçekçi sonuçlara ulaşmakta zorlandığına da işaret edilmiştir. Bugün ülkemizde yaşanmakta olan kimlik bunalımını izah eden gerçekçi yaklaşım bu yöndedir. Üst kimlik konusunda, farklı etnik toplumların artık birleşme adına tarihin trenini bu anlamda kaçırdıklarını, öznel bir çabayla da bunun geçmişte olduğu gibi, bugünde gerçekleşmesinin mümkün olmadığı kanaatindeyim. Bundan sonrada bunun mümkün olmayacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu, bir ölçüde Türk etnik topluluğunun kendi kaderini belirleme sürecinde karşılaştığı sorunları, sağlıklı çözme durumunda olmamasıyla da ilgilidir. Cumhuriyet, çok uluslu Anadolu toprakları üzerinde, tek uluslu, tek boyutlu baskıcı bir kuruluş hatasına düşmüştür. Bu aynı zamanda dil konusunda da çok belirgindir. Bu konuda, ayı sitede yayınlanmakta olan "Osmanlıca ve Alfabe" başlıklı makale, bir giriş olarak görülebilir. Uluslaşma sürecinin sancıları anlamına gelen bu günkü sonuçlar arasında, çok ulusla topluluklar yurdu Anadolu, bu gerçekliğine uygun bir siyasal yapıya hiçbir zaman kavuşmamış olmasını da sayabiliriz..
Bu tarihsel süreç kendini, bir biçimde varabileceği son yere kadar sürükleme durumunda olacaktır. Bunun için gerekli dinamikleri de bulacaktır; yani, etnik topluluklar kendi üst kimlikleriyle özgürce yaşayabilecekleri ve kendi aralarındaki ilişkileri yeniden düzenleyebilecekleri bir siyasal yapılanma yönüne kadar uzanacaklardır. Özellikle, 22 Temmuz 2007 seçim sonuçlarıyla, ülkemizin siyasal yapılanmasında belli dengelere varılmış olması, yani nispeten rayına oturmasından sonra.
Veriler, bu sürecin tüm hızıyla derinleştiğini gösteriyor. Konu sadece Kürtler açısından değil, ama aynı zamanda ezilen ikinci en büyük etnik topluluk olarak, Araplar gibi esamisi anılmayanlar ve diğerleri etnik topluluklar da, sırasıyla bu varoluşun istihkakını arama-alma durumunda olacaktır.
Bir daha başa dönecek olursak. Türkçülük, tarihi seyri içinde, Türk etnik dokusunun, nesnel verilerinin, belli bir olgunluğa gelip dayandığı yerden itibaren oluşan nesnel taleplerine cevaben, bir fikir ve eylem olarak, bilinen kesitte gündeme gelmiştir. Verilerin olgunlaşması sonucunda bu akımın gündeme gelmesi doğal olduğu kadar, kaçınılmaz bir durumdur. Kendini bu tarzda ifade ediş, hiç bir öznel iradenin eseri de değildir. Tarihsel denge, bu süreçte eksiklikleri olsa da, objektif olarak verileriyle mevcuttur. Yoktan var olmamıştır ve masa başında verilen bir kararın ürünü değildir. Demir Küçükaydın’ın sandığı gibi, “Türklük, liman şehirlerinde palazlanan Rum ve Ermeni burjuvazisiyle rekabet içinde, dayanacağı bir ulus yaratmak ve ona dayanmak. Yahudi burjuvazisinin ihtiyaçlarına cuk oturmuş” bir ulusta değildir. Hele hele Türkler, “Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı ve Levant’ın Yahudiburjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur” (Agm) demek ise, aşırı bir bilgisizlik gibi durmaktadır. İddia, devletin oluşumu, siyasal erkin yapılandırılması değil de, ulusun “yaratılması” olunca, garabet inanılmaz bir boyut alıyor.
Bu son iddia, I. Dünya savaşıyla Alman emperyalizmi yıkıldıktan sonra, Türk ulusunun, Atatürk önderliğindeki cumhuriyet dönemiyle birlikte, dinamik gelişimini nasıl izah eder bilinmez. Oysa, Söz konusu makaledeki iddianın tersine, Türk ulusu teokratik Osmanlı ve farklı emperyalist boyunduruktan uzaklaştıkça ulusal bir varlık olarak tarih sahnesine daha da kararlı olarak çıkmıştır.
Türk ulusu tarihi bir gerçek olarak, yaşamın derinliğinden çıkıp geldiği haliyle, eksikleri ve yetersizlikleriyle, geç kalmışlığı ve radikallikleriyle, tarihsiz ya da köksüz sayılması mümkün olmayan bir ulustur. Böylesi bir ulusu, ezen ulus olmasından dolayı eleştirmek için hafife almanın, zorlamalarla öznel kimi öğelerin sihirli değneğine bağlamanın bir gereği yoktur. Bu açıdan, Küçükaydın’ın mantalitesinin, Kürt ulusal gerçeğini reddedenlerle kesişme halinde olması dikkate değerdir. Oysa, Türkçülerin tüm inkarlarına karşın Kürtler, tarihin derinliklerinden bu güne kadar gelebilmiş, kendilerini bir ulusun tüm özgünlükleriyle ifade edebilmişlerdir. Her ulus gibi tarihli ve köklü olduklarını da, yükselttikleri özgürlük mücadelesiyle göstermişlerdir. Ayı süreci Türk ulusu 20. yüz yıl başlarında göstermiştir
bu hatalara yazısının başından itibaren ısrarla düşmüştür. Türk ve Türkiye adlarının Batılı bir yakıştırma olduğunu iddia ederek de tekrarlamıştır. “Türkler, ülkelerini ve kendilerini Batılının verdiği isimle anmakta bu güne kadar hiçbir sorun görmediler. (Agm) Küçükaydın, Türk adının, Batılıların bilinçlerine, hangi nesnel varlıklardan yansıdığını atlayarak bu söyleme sarılması ilginçtir. Makalesini de bu tür söylemler üzerine kurgulanmıştır. Türk ulusunun var oluşu da buna bağlanmıştır. Bu yaklaşımda, öznellik öylesine sinmiş ki, tarih bile bir öznel fenomenler seremonisinin kurgusundan ibaret hale gelmektedir. Oysa, Batılıların, Türklere, “Türk” adını vermesi ve egemenlikleri altındaki Anadolu’ya “Türkiye” demeleri, Türkler için ne bir ayıp nede bir yanlıştır. Tersine, Selçukludan, Osmanlıya kadar sultanlar geçidinin reddetmeye çalıştığı Türk ve Türkiye adı yerine, “Selatin-i Rum” “Diyarı Rum” diye kendilerini ve ele geçirmiş oldukları toprakları adlandırma istekleri, Roma imparatorluğunun azametini ve etkisini sahiplenme, devamı oldukları iddiasını güçlendirme eğilimlerinden kaynaklanıyorsa da, sonuçta bunu içselleştirmeyen batının tepkisiyle, adları gerçek etnik adlarının dışına çıkmadığının görülmesi, hiçte kötü bir sonuç değildir. Tarihin içinde çıkıp gelirken kader birliği içinde olan, Türk etnik topluluk bireyleri için memnuniyetle kabullenilecek bir sonuçtur.
Bu anlamda, Türklüğü, Batılıların bilincinde tesadüfen oluşan bir kavram olarak görmek, en az Sümerlerin ve Hittler’in Türk olduğunu iddia etmek kadar komiktir. Küçükaydın, bu makalesinde olduğu gibi diğer makalelerinde de aynı öznel dayanaklar üstünde kurgular ve senaryolar geliştirdiğine dikkat çekmek gerekmektedir; Demir’in siyasal geçmişinde yer alan duraklardan biri olan, Troçkizmin derin genetik izlerinin, makalelerinde böylesi bir tecelli yolu bulduğunu söylemekte yanlış olmayacaktır. Aynı mantığı, “ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması gerekir.” (Adı geçen makale. Agm) diyerek tekrarlaması, ulus konusunu zıvanadan çıkarmaya yetmiştir. Bu iddia, tüm ulusların tarihini öznel iradelerin ipoteği altına sokar. Buna göre, Kürt ulusu ve özgürlük hareketi de, bir öznel tercihin eseri olur çıkar. Bu var edici öznel olgu, zaman zaman aşrı Kürtlerin, zaman zaman kökü dışarıda olan kışkırtıcılara ait olabilir, gibi sonuçlara varır. Bu eğri mantığı uzatırsak, Kürt özgürlük hareketinin “ülkemizi bölmek isteyen dış güçlerin ve onların maşası olan içteki aldatılmışların hareketi olarak” yorumlaması önünde hiçbir engel kalmaz. Nitekim benim kaygım da, Demir Küçükaydın’ın Kürdistan durağında ekmeği kalmayınca, varacağı yerin burası olacağıdır.
Olayları bu ölçüde komik bir öznelliğe indirgemenin bir kırılma anında nelere dönüşeceğini kestirmek mümkün olmaz. İşte Yalçın Küçük örneğinin, sosyalizmden ırkçı milliyetçiliğe uzanan seyri, herkese ibret olsa gerek.
Bu bölümün son satırları çok iyimser bir yaklaşım üzerine görüşlerimi içerecek.
Denilebilir ki, Küçükaydın, Türklüğün “hafıza kaybından kastı, Türklüğün farklı ırklar birleşiminden türemesi ve Türklerinde bunu kabullenmemesine bir göndermedir” bu iyimser yaklaşımın makalede hiçbir izine rastlamak mümkün değildir. Evet, Türkler tek başına bir etnik yapıdan gelen saf bir ırkın ulusu değildir. Tersine öylesine Türkleşmiş, Balkanlılar, Kafkaslılar, Arnavutlar Boşnaklar vb vardır ki, saf Türk ırkından gelenlere rahmet okuturlar. Ancak makalesinin konusu bu değil. Sonuçta tarihin birlikte sürükleyip getirdiği, ortak ruhi şekillenmesiyle, kader birliğiyle özgünleşmiş bir ulusal topluluk var ortada, bunun Küçükaydın tarafından inkarı ve yanlış ulus kavrayışıyla inanılmaz bir tarzda tahkiri bulunmaktadır. Tekrarla bakın ne diyor;
“Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış, yaşayan Rumluk ve Ermenilikten başka bir şey değildir”,
“hasta ve şizofrenik bir karakter”,
“Türkler bir ulus olarak bu şizofrenik ruh hastası durumunda”,
Bu tabirlerin Türklüğün farklı etnik kaynaklardan oluşması ve bu gerçeğin unutulmasıyla ne ilgisi olabilir ki. Küçükaydın, makalesinde ulus olgusunu farklı etnik kaynaklardan gelmesi dolaysıyla ele almıyor, bunu hatırlatmıyor. Zira tüm uluslar böyledir. Tarih sahnesine ulus olarak ortaya ilk çıkan batılılar içinde bu gerçektir, Fransızlar, İtalyanlar, İngilizler, Almanlar her biri ulus olarak farklı onlarca etnik topluluğun tarih içinde gelişip güçlenen birliğinin bir ürünü olarak kapitalizmin şafağında doğmuşlardır. Türk ulusu bunu kimi etnik yapılarla gerçekleştirdi ancak önemli bir kısmıyla da yapamadı. Küçükaydın’ın sorunu bu bilinmezi keşfetmek değildir. O makalesinde, tarihsel bir kategori olan ulus ve ulusal gelişimi, nesnel verilerinden kopararak öznel etkilerle, çıkar istençleriyle oluşmuş bir sanal olgu olarak ele almıştır. Sorunda, kavrayış yetmezliği de buradan gelmektedir. Ulusları hiç bir öznel olgu, öznel güç, çıkar ilişkisi oluşturamaz, bunun bilinmesi gerek.
Türk etnik topluluğu ve Selâtin-i Rum
Türk ulusunun tarih sahnesine çıkışı için, hiç bir siyasi ya da ideolojik karara gerek yoktur. Bunlar birer sonuç olarak istesek de istemesek de, koşulları olgunlaşınca birileri tarafından ortaya atılacaktır. Bir ulus, tarih sahnesine kendi üyelerinin ifadeleriyle tanımlamaya başlamışsa, bunun anlamı, böylesi var oluş için, yeterli dinamiklere sahip hale gelinmiş demektir. Bu dinamiğin, hızlanışı ya da yavaşlamasıyla ilgili binlerce etmenden bahsetmek, bunlar arasında Yahudi sermayesinin, Beyaz Türklerin vb fantezilerin oynadığı rollerden bahsetmek mümkündür. Ancak bunların tümü, var olan nesnel gerçeğin yarattığı temel dinamiğin etrafından bir ayrıntıdan öteye geçmez. Bu Kürt ulusal gerçeği içinde tamamıyla geçerli bir tezdir. Dolayısıyla Tarih sahnesine çıkışı, böylesi bir kaçınılmazlık içinde olan bir fenomeni, birilerinin oyunu olarak lanse etmek, Demir Küçkaydın’ın yazısının en zayıf halkası olarak belirmiştir.
Ezilen bir ulusal topluluk kimlik hakları uğruna mücadele eden bir Arap devrimcisi olarak, Türk ulusunun tarihsel kökü ve varlığıyla ilgili savunuyu, bir Türk’e karşı yapma durumunda olmam çok ilginçtir. Bunu seve seve yapacağımı da ilan etmek isterim. Ulusal değerlerime saygıyı talep ettiğim kadar, ezen ulusun değerlerine de saygı duyduğumu göstermek isterim. Özgürlük ve demokrasinin, farklılıkların kabulü ve saygınlığı çerçevesinde ikame edilebileceğine inanan bu satırların yazarı, siyasal ahlak kurallarıyla ilgili doğruları uğruna bunu yerine getirmede taksirat yapmayacağını tekrar ederim.
Buradan Batılıların Türk adını, kendini Türk ulusu mensubu sayan etnik topluluğa verdiği iddiasının, bir tarih bilgisi eksikliği olarak gördüğümü yenileyeceğim. 725 yıllarıında dikildiği varsayılan Tonyokuk yazıtlarında (Orhun dikili taşları) Törük, Türük olarak anılan topluluğun Türkler olduğu artık tartışılmayan bir tarih bilgisidir (Türk etnik kökü açısında dikili taşlar ve yazıtlar konusu çok geniş bir konudur. “Sayısı 250 kadar olan” Tonyukuk yazıtları öncesi ve sonrası yazıtlardan da bahsetmek yanlış değildir. Bunlar üzerine, Yazımın ilk nüshalarını üşenmeden gözden geçirip konuyla ilgili aydınlatıcı makalelerini göndererek bu makalemin ana yönüne derinlik katan Sayın Ayşe Hür’ün “Tarihi Aydınlatan Bengü Taş’lar, Orta Asya’daki Türk yazıtları, Toplumsal Tarih dergisi, Şubat 2003, s110” yazısı geniş kapsamıyla ilgililere önemli bir referanstır).
Batılılar, batılı olmazdan önce, henüz barbarlıktan sıyrılanları pek az olduğu bir tarih kesitinde, arka arkaya kurulan Arap devletlerinde (Emevi, Abbasi), bu günkü ses düzeneğiyle Türk, Türk-i, Etrak olarak belli bir ortak tarih ve olaylar sürecini yaşamış belli bir coğrafya hattı ya da sürüklenişi içinde olan topluluklara verilen ad olarak, zamanla artan oranda bahsedilmiştir. Bu dönemlerin yoğun yazılı tarihi içinde sıkça Türklerden söz edilmiştir. Özellikle Abbasi döneminde, askeriye işleriyle ilgili olduğu kadar yüksek devlet mevkilerinde de aynı isimle anılan etkin bir topluluk olarak belirtilmiştir.
Türkler bölgemizde, 1071 tarihinden önce kararlı bir siyasi topluluk olmasa da, bunun için gerekli temel unsurları üzerinde taşıyan bir etkinlik yer edinmiştir. Geçmiş tarihleri içinde şehirleşme konusunda önemli bir başarı göstermemiş olsalar da, göçebe bir toplumsal yaşam sürecinde takılı kalmış olsalar da, Arap Emevi imparatorluğunu yıkan Arap Abbasi devleti içinde yoğun olarak, önemli askeri güç ve kitleleriyle yer aldıkları tarihlenmiştir. Bu sürecin ardından Karahanlı devleti (İslam’ı, devlet olarak ilk kez kabul eden Türkler, Abdulkerim Saltuk Buğra Han devri, 932-955 yılları) ve sonrası gelen etnik temeli ve kökenli Türk devlet ve hanlıklarının kuruluşundan bahsetmek, Türk etnik yapısının tarih seyrinde önemli duraklar olarak belirmiştir. Burada belirtmeye çalıştığım Türk adının, kendi tarih ve kökeni itibariyle Orta Asya’dan itibaren bu etnik yapının adı olarak kullanıldığı, batılıların bu adı kendi kurgularından hareketle üretmedikleridir. Batılılar, Selçuklu ve Osmanlı sultanlarının, kendilerine Rum, İslam, Farisi, Arap gibi etnik, coğrafi, geçmiş imparatorluklarla ilgili adlar vermesine karşın, ısrarla bu topluluğu gerçek etnik adıyla (Türk olarak) çağırma ısrarında olması, bu adı batılıların ürettiği anlamına hiç gelmiyor.
Batılılar, Selçuklunun, Osmanlının, kendini Roma saltanatı olarak görme azametinden kaynaklanan Rum adına daha yatkın olmasına tepki ve ayrı dinden olmalarını belirgin etmek üzere onları, Türk olarak görmüş ve öyle çağırıp tarihlemiştir. İsimlendirmelerde tercihlerin farklı nedenleri bulunabilir. Örneğin, Bizans (Bizantion) adı, Doğu Roma imparatorluğunun kurulduğu yerin adı olmasına rağmen. “16. yüzyıldaki, Alman hümanistlerinin, Hieronymus Wolff’un, taktığı ve hala tartışılan bir isim” olmasına rağmen imparatorluk adı olarak bu güne dek anılmıştır. Rum da, sanıldığı gibi etnik yapı, ya da Yunanlıların etnik adı değildir, Roma imparatorluğunun tebaasıdır. Bu tür isimlendirmeler belli bir kökten gelir ve her zaman istenilen olmayabilir. Batılıların Türk tanımlamasına sarılmalarında ise, topraklarına zorla yerleşen bu toplulukların yabancılıklarını ifade etmek içindir. Bunun için ne yerliliklerini çağrıştırabilecek bir coğrafi ad ne de, bu topraklardaki yerli bir etnik adla çağırmayı tercih etmemişlerdir. Bu da anlaşılır bir şeydir.
Selçukludan, Osmanlıya ana etnik yapının Türk olmasına rağmen, yayılmacı bir imparatorluk olarak dinamik bir saltanatın bu kadar farklı milleti hükümranlığı altına alırken, kendini tek bir etnik yapının saltanatı olarak sunmaması da, etnik yapısı Türk olan sultanların normal bir davranışı olarak görülmelidir. Bunu bilinçli ya da bilinçsiz yapmalarının hiçbir önemi yoktur. Unutulmamalı ki bu satırlarda bizler tarihi bu günün jargonlarıyla okuma çabasındayız. Bunu bilinçlice de yapmadıkları açıktır. Bilinçli olan davranış, Roma mirasına sahip çıkma eğilimi ve fethedilen geniş toprakları, ancak bu isimle tanımlama durumunda olmalarıdır (bu topraklar, tarihsel olarak da bu isimle tanımlanmıştır). Zaten kendi etnik yapılarıyla ilgili, o günün kültürel varoluşlarını belirleyen kıstaslar itibariyle de, başka türlü davranmaları mümkün değildi (İslam ve Anadolu kültür birikimleri etkisini de bunlar arasında saymak gerek). Bunun da ötesinde Türk etnik adlandırmasına aşağılayıcı bir yaklaşım sergiledikleri bilinen bir gerçektir. Ancak bunların tümü var olan ve 9.yüzyıldan itibaren Anadolu’nun fethine, Selçukludan Osmanlıya uzanan bir tarih kesitinin siyasal yapılanmalarında Türk etnik yapısının temel bir kök ve dayanak olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Selçukludan, Osmanlıya selatinin, Türk adını reddiyelerine ve aşağılamalarına rağmen, etnik kökleri, temel dayanak olduğu açıktır.
Tarihi, bu günün ulusçuluğu, Türkçülüğü, ırkçılığı vb 18-19 yüz yıl kavramlarıyla okuma komikliğinde değilsek, ortaçağların verileriyle bu tür tabloları irdelersek, her şeye rağmen tüm imparatorluklarda, dayanılan bir etnik kökün olduğu ve bunun bir şekilde, sürekli korunup kollandığı görülür.
Milliyetçi eğilimlerle tarih yazımında tartışmalı olmasına karşın İlber Ortaylı’nın, belirlemeleri dikkate değerdir “Nasıl eski Roma’da Latince hâkimse, Bizans’ta Helen dili hâkimdir ve Osmanlı’da bu kesinlikle Türkçedir ve etnik olarak da Türklüğe, kültürel bakımdan Türkleşmeye dikkat edilir. Eyalet askerleri yani yeniçeriler, sipahiler, ve cebeciler çeşitli milletlerden devşiriliyor. Ama onlara Türkçe öğretiliyor, onlar İslamlaştırılıyor ve onların geçmişle bağları kopuyor. Ordu bu nedenledir ki, etnik özelliğini Türk tarihinde en uzun zaman boyu koruyan müessesedir. Bu güne kadar bu özelliği devam etmiştir ve bunun da bir ölçekte bilincindedir. İşte bu imparatorluk yapısı içinde bir temel unsurun bulunması gerekir. Bu temel faktör, imparatorluğu sürükleyen ana unsur, her imparatorlukta belli bir gruptur. Bizim imparatorluk içindeyse bunun büyük ölçekte Türk kökenli unsur olduğunu söylemek mümkündür.” (İber Ortaylı, “Son İmparatorluk Osmanlı”, s.49 Timaş Yayınları, 6. baskı, Ocak 2007)
Bu yaklaşma kimi haklı verilere dayanarak itiraz eder yaklaşımlar da vardır. Emre Kongar gibi ulusalcı çevreler, “İstanbul’u alan Fatih,hemen ardından, Vezir-i Azam Çandıralı’nın da kellesini almış ve devşirme vezir Mahmut Paşa’yı Vezir-i Azam yapmıştır.Böylece Türk soylularıyla (Asilzadeleriyle) ilişkisi kesiliyor, halktan kopuk, devşirme bürokrasisi dönemi başlıyordu… Devşirme bürokrasi…toplumsal etnik ve benzeri köke sahip değillerdir” (Emre kongar, 21.yüzyılda Türkiye,s:17) Bu belirlemelere rağmen İlber Otaylı’lın dile getirdiği imparatorluğun temel dayanağının Türk etnik yapısı olduğu gerçeğini inkar mümkün değildir. Bu gibi günümüzün ulusalcı verileri, Atatürk’ün Osmanlıya olan tepkici yaklaşımından hareketle ve Selçuklu-Osmanlı döneminin Türk uluslaşma sürecinin gecikmesinde önemli rolleri olan kendi etnik yapılarına olumsuz yaklaşımların tarihsel köklerine gönderme sınırını aşmamaktadır.
Küçükaydın’ın tezatlıklarla dolu ısrarlı önermeleri ise, Türklüğün, tarihi, köksel varlıkları, ortak bir yaşam çizelgesinde kader birliği yapmış, belli ve ayrımı olan özellikleriyle bir topluluğun zemini üzerinde var olmasını ilga edecek önermeler olmaktan çok uzaktır. Türklük, birilerinin kafasında çakan bir kurgunun ya da isimlendirmenin eseri değildir. Beğeniriz ya da beğenmeyiz, eleştirir ya da onaylarız ama sonuçta bu kök üzerinde bir var oluşu inkâr etme durumunda olamayız. Bilimsel ahlaka olduğu kadar siyasal ahlaka da uygun olan budur. Bu noktada Resmi tarihin ahlaksızlığını hatırlatmakta yarar vardır. Anadolu’nun uygar ulusal ve yerli toplumlarını, bunların başında da Kürtleri, Ermenileri Arapları, Süryanileri ve diğerlerini Tarihsizleştirme çabasında, resmi tarihin işlediği kıyım, insan aklına ziyan girişimler ve yazımlar, gerçekte Türk ulusunun anlında hala kara bir leke olarak durmaktadır. Bu gün ortaya çıkan ve biz farklı etnik topluluk mensuplarının cevaplamak zorunda kaldığı bu aşırı tepkilerin temel kışkırtıcısını da aynı Resmi tarih olduğunu belirtiriz. Resmi tarih, düşünceye yaptığı zalim ve insafsızca baskıları sürdürdükçe, bu türden dengesiz tepkilere muhatap olması kaçınılmazdır.
Bu satırların yazarı, Türk uluslaşma sürecinde işlenen öznel hatalar üzerine, eleştirileri çok olmuştur (Cumhuriyetin tek uluslu kuruluşu ve uzantıları üzerine eleştiriler). Ancak hiçbir zaman böylesi yavan ve kaynağı belli olmayan kin dolu öznel yaklaşımlara prim vermemiştir. Ve bu satırlarda görüldüğü gibi, Türk ulusu gerçekliğine ve değerlerine bu türden saldırılara karşı tutum takınmayı, demokratlığının ahlaki bir sonucu olarak görmüştür. Ayrıca bu satırların yazarı Türk değildir, Kürt de değil. Arap’tır. Ezilen bir etnik topluluk üyesidir ve ulusal kimlik hakları için ülkemizin egemenlerine karşı mücadele etmektedir. 30 yıllık siyasal mücadele sürecinde, solun bu ölçüde anlamsız düzey düşüklüğüne de ilk kez tanık olmaktadır.
Siyasi geçmişin bu güne taşınan izleri
Küçükaydın’ın bu çelişkili yaklaşımına kaynaklık eden tezler, çok gerilerde kalmış iddiaların sahiplerine aittir. Genç kuşağın okuma-öğrenme alanının tarihi arka planında kalan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “fetih” tezleri, bu açıdan dikkat çekicidir. Demir Küçükaydın’ın bilinçaltında derin izleri olan yaklaşımların, bu karışıklık ve zıtlıklarda açığa çıktığından bahsetmek yanlış olmayacaktır.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, en özet anlatımıyla, tüm uygarlıkların bir barbar güç tarafından fethedilerek tarihe karıştığını iddia eder. Bu barbar gücün kendi güçlü ortaklaşacılığıyla ve fethettiği uygarlıktan aldıklarıyla yarattığı bileşkeler sonucu, yeni bir uygarlığın kurulduğunu söyler. Avrupa’daki örneklerin yanı sıra, İstanbul’un Fethi’ni de bu kapsamda irdeler (bu açıdan 12 Mart 1970 faşist askeri darbesini “Ordu kılıcını indirdi” diyerek tarihi bir olumlamayla alkışlar). Bu iddianın uygar Avrupa’nın Amerika fethindeki barbarlığını nasıl izah edeceği belli olmasa da, Osmanlının, Bizans’ı fethederek, yeni bir çağı ve yeni bir uygarlığa giriş olduğunu belirlemekte zorlanmaz. Bu yaklaşımın, Anadolu’nun uygar ulusları üzerine çöken 600 yıllık Osmanlı karabasanını bir uygarlık çeşidi görmesi ayrı bir tartışma konusudur. Bu iddianın boynuna, Anadolu’nun uygar ulusları üzerine yüzyıllardır çökmüş olan karanlıkların, baskı ve kıyımların vebalini koyarak, Küçükaydın’ın yazısındaki yerini belirlemeye çalışalım.
Bilinçaltının, Kıvılcımcı “Fetih” tezi, Türklere, ancak Bizans fethiyle, yani bir öznel girişimin eylemiyle tarih sahnesine kararlı bir siyasi topluluk olarak çıkma vizesi verir. Bu eylemin tarihi arka planı, bu eylemin gerçekleşmesi yönünde etnik topluluğun ne türden nesnel talepleri olduğu gerçeği göz ardı edilir. Tarihin, birbirine bağlı zincir halkaları olduğu gerçeği yerine, her halka kendi kendine öznelce oluşmuş bir süreç olarak kavranması önerilir. Oysa, İstanbul fethi bile, geçmiş Selçuklu ve kuruluş dönemi Osmanlı sürecinin önemli birikimlerinin yanı sıra, Bizans’ın içinde bulunduğu çöküşe ait tüm verilerin toplamı sonucu gündeme gelmiştir. Öznel girişim olarak Fatih’in topları, fetih kararı, gemilerin karadan taşınması vb. nesnel verilerin yanında, küçük bir ayrıntıdan ibaret olarak kalır.
Orhun yazıtları bile tek başını bir örnek olarak, diliyle alfabesiyle bir etnik var oluşun taşıdığı değerler Türk unsuru için verilebilecek en etkin öznel itimden çok daha büyük öneme sahiptir. Bu tarihi var oluşu, tarihsiz saymak, köksüz bir zorlama olarak suni ilan etmek, 19.yy sonu ve cumhuriyet dönemi Türk uluslaşma sürecini izah etmesi mümkün değildir. Zaaflarına rağmen, Müslüman Arap, Bizans, ve Anadolu’nun uygar tüm uluslarının ezici kültür etkilerinden etkilenmesine rağmen, bir Türk kültür varlığının yaşamını sürdürmesi ve sonunda, uygun koşullar bulunca kendini ifade etmesi, ezen de olsa, bir ulusal devlet kurmasının inkarcılıkla izahı mümkün olamaz.
Zaten, Demir Küçükaydın bunu izah edemediği için, “Türk ulusunu birilerinin arzuları, ihtiyaçları yarattı” diye ikide bir, karşıt önermeler yapma durumunda kalmıştır. Kıvılcımcı, izler gibi, Troçkist izlerin çekiç darbeleri arasında biçimlenmiş siyasal yönelimlerin varabileceği yer ancak buraya kadar olacağı bellidir. Bunu okuyucunun takdirine sunuyorum.
Buradan kimi okuyucu yorumlarının üzerinde durdukları tespitlere yöneleceğim. Evet, Konu, Marksist-Leninist ya da Stallinist çizgide takılı kalarak irdelenecek bir konu olmanın çok ötesindedir, ancak, bu çizginin bence sıkıntısı kimilerinin söylediği kadar değildir. “ulus bir köken değil bir kimliktir” demek ise çok eksiktir. Bir kimlik olduğu doğrudur. Ancak bu kimlik bir “köken”in tarih içindeki evrimi, yerleşimi ve ekonomik saiklerinin, önceden bilinmemesine karşın, bu günden geriye dönüp baktığımızda anlaşılan verileri üzerinde, bir kimlik haline gelmiştir. Ulusun bir kimlik olabilmesi için, bu nesnel veriler olmalıdır. Bu gün ülkemizde yaşanmakta olan kimlik bunalımının temelinde de bu ayrı kökenden gelmiş olmanın bire bir etkisi ve sonuçları yaşanmaktadır. Yoksa cumhuriyet dönemi, uluslaşma sürecini kaçırmış olmasına rağmen, Türk etnik yapısı, tüm Anadolu’yu tek bir ulusal kimliğe büründürme sıkıntısı yaşamazdı. Bu yaklaşım Demir’in düştüğü hataya düşmektedir, tarihi olguları öznel verilerle açıklama hatasıdır.
Bunun için sorun, kimin sandığı gibi alışkanlık edinilmiş “argüman”lara takılma ya da “bir çeşit kimlik krizine girme” durumu hiç değildir.
Bu yaklaşım ülkemizde kimlik bunalımını reddetmeye kadar uzanır ve kimlik krizini öznel bir girişim, belki de “kökü dışardan bir kışkırtma” olarak tanımlama durumunda olur. Bu bize, her mesnetsiz uç yaklaşımın altında, farklı koşullarda tersi iddiaları savunma durumuna düşme tehlikesi barındırdığını gösterir. Kaygım odur ki, Demir’in Türklük üzerine yaklaşımı, bu tehlikeyi taşımaktadır. Demir, şu an bulunduğu Kürdistan durağından kopunca, bu tehlike daha iyi anlaşılacaktır; Yalçın Küçük’ü kimse unutmasın. Bu noktada, Küçükaydın’ın siyasal süreci, artık şahsi bir veri olmaktan çıkarak, konunun merkezine oturur.
Hegelci “tarihsiz uluslar” ve Küçükaydın
Bu tehlike, bir ölçüye kadar miadı dolmuş bir Troçkist tezden kaynaklanır. Tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağı, ancak dünya çapında bir devrimle gerçek kurtuluşun (komünizmin) olabileceği, bunun için tüm ulusal tezlerin birer karşı devrimci tez olduğu inancıdır. Bu yaklaşım, zaman zaman Hegelci okumalara dönülerek, Engelsin, Hegelci “tarihsiz uluslar” üzerine yaptığı olumlayıcı yaklaşımlarla desteklenerek daha da derin bir ulus karşıtlığına dönüşür. “Orta Avrupa'da demokratik devrimin 1848-49'da uğradığı başarısızlığı analiz ederken, Engels, bu başarısızlığı yığınlar halinde Avusturya ve Rus ordularına yazılan, Macaristan, Polonya, Avusturya ve İtalya'daki liberal devrimi ezmek için gerici güçlerce kullanılan Güney Slav uluslarının (Çekler, Slovaklar, Hırvatlar, Sırplar, Romenler, Slovenler, Dalmaçyalılar, Moravyalılar, Ruthenyalılar v.b.) oynadıkları karşı devrimci role bağlar.” (Michael Löwy, Marksistler ve Ulusal Sorun, Birikim, sayı: 23, yıl:1977)
Ulusların, o günün tarihsel konjonktürleriyle açıklanacak tutumları, ulus karşıtı siyasal, felsefi bir ilke haline gelir. M. Löwy’nin makalesinde bu konu şöyle dile gelir; “Engels'e göre, «Hegel'in dediği gibi, bu ulus kalıntıları tarihin akışı tarafından insafsızca ezilmişlerdir; bu ulusal safra, yalnız varlığıyla bile büyük bir tarihî devrim karşısında bir tehlike olduğu için, her zaman karşı devrimin bağnaz temsilcisi olacak, büsbütün yok oluncaya ya da ulusal özelliklerini iyice yitirinceye kadar da öyle kalacaktır.” (Agm) Burada okuyucunun Hegel’in dile getirdiği ve Engels’in onayladığı “tarihsiz uluslar” belirlemesine dikkat çekeceğim. Demir küçükaydın’ın, ısrarla Türk ulusunun tarihsizliğine gönderdiği vurgunun altında bu teorik kaynak yatıyor gibidir. M. Löwy’in makalesindeki verilere dayandığı söylenebilir. Bu kurguların, bir adım ötesi ise, Kürtlerin de “ Tarihsiz uluslar” kategorisinde sayılması vardır. Ancak bunu Kürdistan durağını terk ettiği an yapacaktır. Bunu daha iyi anlamak için, Troçki’nin ulusal sorun algılayışına kısaca aynı makaledeki kaynaklardan değinelim.
Michael Löwy, “Tarihsiz ulusar” söylemini, makalesinde eleştirmektedir. Ancak çözümlediği örneklerden, Troçki’nin önermesini olumlamaktadır. Bu olumlama, gerçekte “tarihsiz uluslar” önermesine karşı bir görüş değildir, tersine son tahlilde aynı anlayışın, aynı madalyonun diğer yüzüdür. O da, ulusların kaderlerini tayin hakkının, bir kültürel, bir psikolojik haktan öteye geçmemesi gerektiği noktasına takılı kalmasıyla belirmektedir.
Troçki, Lenin’in “eklektik” diye tanımladığı ulusal soruna yaklaşımı, M. Löwy’nin makalesinde şöyle yer bulur; “Troçki…yöntemsel açıdan, ekonomizmi reddeder gibiydi: evet, Marksistler ekonomik alanın genişleyebileceği kadar genişlemesinden yanaydılar, ama işçi hareketini bölmek, dağıtmak ve zayıflatmak pahasına değil. İşçi hareketinin «çağdaş toplumun en önemli üretici gücü» olduğunu söylerken Troçki'nin ne demek istediği biraz karışıktı; ama yaptığı şey, politik ölçütün ezici önemini doğrulamaktı. Gelgelelim, her iki yazısının sonunda da üretici güçlerin genişlemesine engel olan ulus-devleti yıkmak için, «ekonomik gelişmeyi merkezîleştirme gerekleri» ne döner. Bu «gerekler» Troçki'nin aynı ölçüde tanıdığı «ulusların kaderlerini belirleme hakkı» ile nasıl bağdaşacaktı? Troçki bu ikilemden onu gerisin geri ekonomizme götüren bir teorik perende ile kurtulmuştur: «devlet temelde ekonomik bir örgüttür ve ekonomik gelişmenin gereklerine uymak zorundadır.» Böylece ekonomiyle ilişkisini kesen ve devletin eski sınırlarından kurtulan ulus, «kültürel gelişme» alanında kaderini belirleme hakkını elde ederken, ulus-devlet «Avrupa Birleşik Devletler Cumhuriyetleri» içinde eriyecektir.” (Agm)
Yani, “gerçek anlamda bir ulus, gelecekte ancak «kültürel, ideolojik ve psikolojik bir olgu» olarak yaşayabilecekti” (Agm). Böylece ulus olgusunun tarihsel gerçekliği, kendi doğal gelişimi ve ihtiyaçlarıyla kavranan bir olgu olma yerine öznel çabaların “devrimci” dinamikleriyle, bir an önce bir biçimde (Birleşik Avrupa devletler cumhuriyeti, içinde de olabilir, tüm ulusal sınırların yok olduğu dünya devrimi sürecinde de olabilir) öznel girişimlerle tasfiyesi gereken bir olgu haline gelir. Bu yaklaşım, Hegelci, tarihsiz ulus belirlemesiyle, tam bir kesişme içindedir.
Küçükaydın, makalesinde, Türk ulusu tarihinin olmaması, kimi öznel çıkar ilişkisinin ürünü olduğu yönündeki ısrarlı vurgusunun varmak istediği yer, bu ulusçu eğilimin doğuşundan itibaren karşı-devrimci olduğunu göstermektir. Bu yaklaşımın tarihin her kesitinde doğru olmadığını ispatlamaya hiç gerek yoktur. Osmanlıdan çıkıp geldiği haliyle cumhuriyeti kuran Türk ulusunun tutumunun karşı-devrimci görmek pek olası değildir. Ancak konu bu değildir. Konu ulus olgusuna yaklaşımdır. Bir kez, genelleme içinde ulus olgusuna böylesi bir toptancı yaklaşım, kaçınılmaz olarak, her türden ulusal özgürlükçü mücadeleyi ve onun bu gün içinde geçerli devlet kurma hakkını yadsımaya kadar gider ki, Troçkist tezin esası budur. Bu da, Hegelci “tarihsiz uluslar” söyleminin genelleştirilmiş haliyle, tam bu noktada kesişir. Özgün koşullarda söylenmiş, tarih tarafından da doğrulanmamış bir söylemin, genetik uzantılarının bu gün için kullanılır olması ne kadar ciddidir, okuyucunun kararına bırakılacak bir konudur.
Benim okumalarım tehlikenin de burada başladığına işaret etmektedir. Çok demokrat, çok genel kapsayıcı, hatta enternasyonalist görünme adı altında, halkların, ezilen ulusların var olma hakları ve kaderlerini tayin hakkını, ütopik vaatler, kullanma tarihi bitmiş önermeler uğruna tıkamaktır, yolunu bir biçimde kesmektir. Tanımlamalarda sık sık işlenen hatalar, ulus gibi tarihsel bir kategoriyi, öznel kurgularla yapılandırıla bilir bir konuma indirger. Böyle olunca da, ulusu var eden olarak görülen özneye, onu bir hamlede de ortadan kaldırma gücün de verilmiş olur. Yani, “Türk ulusu, Alman emperyalistlerinin çıkarları için oluşturduğu suni bir olgu” ise, bir başka çıkar çevresi yada öznel müdahale bu olguyu yok edebilir de. Bu saçma yaklaşımın ulus olgusunun tarihsel gerçekliğini kavramadığını burada ayrıca tartışmaya bile gerek yoktur. Bu nedenle tekrarla, Türk ulusunun varlığını öznel bir zemine oturtmak, ciddiye alınacak bir iddia değildir diyorum.
Sonuç:
Sonuç olarak, diyebilirim ki, ezen ulus gerçekliği doğru kavranmaksızın, ezilen ulus gerçekliğini, haklarını, özgürlüğünü ve bu uğurdaki mücadeleyi doğru kavramanın olanağı yoktur. Bu yaklaşım hakkıyla yapılmazsa, ezilen ulus haklarına samimi bir yaklaşım yapmak olanaksızdır. Bunun için Türklüğün varlığını, tarihteki yerini ve köklerini tanımlarken, bilimsel olmak gerek, tepkici, duygusal davranışların, sağlıklı sonuçlara alınamaz. Türkçülükle ve bunun milliyetçilik, ulusalcılık olarak tanımlanan figürleriyle, başarılı bir mücadele için bu zorunludur. Ezilen ulusların haklarını kazanmanın yolu da buradan geçer. Ülkemizde, Arap ulusal kimlik davasının mücadelesini verme iddiasında olan bu satırların yazarı, bu ilkelere sadakatle bağlı olma ısrarında, Küçükaydın’ın, “Türklük Nedir” makalesini eleştirme gereği duymuştur.
Şimdilik, Demir Küçükaydın, “maksadını aşan, ya da bulunduğu Kürdistan durağının özgünlüğü sonucu olarak aceleye gelmiş bir yorum” yapmıştır demekle yetineceğim. Bu acelecilik, makalesini bir aydın makalesi olmaktan çıkarmış, farklı yönlere götürmüştür. Ama inancım odur ki, Kürt siyasetinin uzmanları olarak özgürlük mücadelesini idare edenler, bu geçici yol arkadaşlarının kurgularıyla oyalanmayacak kadar işlerini iyi biliyorlardır. Doğu Perinçek, Yalçın Küçük gibiler, hangi nedenlerle gelip gittilerse, aynı içsel amaçları taşıyanların da, gitmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu örnek, Demir Küçükaydın’ı da kapsıyor diye verilmemiştir. Bu satırlardan, düşüncelerimi bu ölçekte dile getirmekle yetiniyorum.
ve
1877 Meclis-i Mebusan-ı
Bedreddin Mahir
Bedreddin.mahir@gmail.com
17 Ağustos 2007
Tarihçi İlber Ortaylı, “Osmanlı bu gün devam ediyor. Tarihte süreklilik vardır, bu unutulmamalı. Ne kadar kırsan da devam eder.” (Tarihin sınırlarına yolculuk, s:118). Bu görüşe araştırmacı yazar, Emre Kongar’da “Türkiye cumhuriyeti, altı yüz yıllık Osmanlı imparatorluğunun bir ürünü olarak düşünülebilir. Atatürk (1881-1938) tarafından eski düzene karşı bir tepki olarak kurulan Cumhuriyet, yaklaşık yüz yıl sonra bile, imparatorluğun kimi niteliklerini yapısında taşımaktadır” der (21.yüzyılda Türkiye, s;49). Bu tespitler yerinde ve doğrudur. Tarihin içinden çıkıp geldiği haliyle Osmanlı, Kurumsal olduğu kadar akıl olarak da içimizdedir.
Bu makalemde Osmanlının kurumsal, yapısal ve dil olarak aramızda ne kadar yaşadığı konusuna değinmeyeceğim. “Osmanlıca ve Alfabe” başlığını taşıyan makalemde buna nispeten değindim. Bundan sonra da değinmeye devam edeceğim. Ancak, bu makalede kısaca Osmanlı Aklı’nın içimizdeki yaşamından bir kesit vermekle yetineceğim. Bunun için geçmişten ve bu günden vereceğim iki anekdotla, 1877 Osmanlı parlamentosunda dile gelen Osmanlı aklının bu gün de nasıl kendini gösterdiğine tartışmaya açacağım.
Yıllar önce uzun uzadıya yazdığım “Osmanlı Aklı” broşürümde yaptığım aktarmalar bu günkü konum için bilgi verici niteliktedir.
Konu örnekleri;
Birincisi; Özellikle Fatih’le birlikte başlayan kardeş katli ve yüksek bürokratların fiziki tasfiyesi süreci, Osmanlının devlet içi kadro sorunlarında ve hakim ailenin imparatorluk egemenliğindeki sorunlarını çözümde temel bir yöntem olarak hakimiyetini belirteceğim. Bu aynı zamanda iç karışıklıklarda karşıt boyların, aşiretlerin tasfiyesine uzandığının hikayelerini hatırlatacağım. Bu amansız sürecin çarpıcı bir olayında, Osmanlı aklının küçük çocukların katlinde bile “tüm düşmanlarımız geçmişte çocuktu, büyüdüler ve bize düşman oldular” ilkesinin bir doğrama atölyesi olarak çalıştığı görülür. Tarih boyunca “Katli vaciptir” söylemi, Osmanlı tuğrası gibi, farklılıklar arası ilişkinin temelini oluşturmuştur.
Dönem celali isyanları dönemidir. On binlerce insanı öldürüp kuyulara doldurmasından dolayı Kuyucu lakabını kazanmış Murad Paşa, celali isyanlarını bastırmakla görevlendirilir. Kuyucu, “Haftada bir hatim indiren, Nakşibendi tarikat şeyhlerinin dizinden ayrılmayan, elinde tespihi düşmeyen, beş vakit namazını kaçırmayan, Allah korkusu olan bir adamdı” (Ragıp Şevki Yeşim, Hayat tarih mecmuası yıl 1967, sayı 4, s:19) Böylesi bir Osmanlı Paşası, esirler dahil düşman gördüğü her insanın kafasını keserek, kesik başlardan duvarlar örmekle de ünlüdür. Ancak Yeniçerileri cellatlarının dahi, esir yığınları içinde bir çocuğun kafasını kesmekte gösterdikleri çekinceye karşı tepkisini, çocuğu tutup silkeleyerek bir çukurun eşiğine getirir “Çukurun başına gelince, Paşa çocuğu kuvvetle silkeledi yere yıktı, sonra yavrunun başını şiddetle burdu, sıktı, bedbaht çocuğun kısa süren çırpınmasına dizini dayayarak mani olduktan sonra, küçük cesedini kaldırıp çukura attı.” Olayı şiddetle izleyenlere, son söz olarak, “tüm düşmanlarımız geçmişte çocuktu, büyüdüler ve bize düşman oldular” diyerek çadırına çekildiği belirtilir. (Adı geçen mecmua, s:20)
Bu aktarımın gerçekliği ve ortaçağ dönemindeki yerini uzun uzadıya tartışmak mümkün. Ancak Osmanlı aklı, tüm süreci boyunca bu tür işlevleriyle anılan bir akıl olarak var olduğu tartışma götürmez tarihi bir gerçektir. Hatırlatmak içinde, “ 1606’da sultan I.Ahmed (1603-1617), Sadrazam Derviş Paşa’yı çadır ipi ile boğdurup kımıldadığını görünce de kendi hançeriyle başını kopardıktan sonra Kuyucu Murad Paşa’ya mührü verdi(ğini)” (Agm, s:19) belirtmekle yetineceğim.
İkincisi; Burada kanlı bir şeylerden bahsetmeyeceğim. Bilimden söz edeceğim. Aktaran ünlü milliyetçi bilim adamı Taha Akyol.
Taha Akyol, Osmanlının kanlı tarihini de iyi bilenlerdendir. Bunun ötesinde sosyolog olmasının verdiği çözümlemelerle de, köşe yazıları, birçokları gibi, bu satırların yazarı tarafından da önemle izlemektedir. Taha Akyol’un, Osmanlı değerlendirmelerinin satır aralarından sızan, ama bir dönemi açıklaması açısından çok önemli bir cümlesi vardır. O da, “hiç kargaşalı göçebe ve durgun köylü toplumundan bilim çıkmamıştır” (Taha Akyol, Bilim ve yanılgı, Milliyet Yayınları 2. baskı, s: 29)
Akyol, bu aklı iyi tanımlamak için de, hiç çekinmeden, Adnan Adıvar gibi derin bir solcunun Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitapevi. İstanbul, 1991, sf: 201-202 kitabından şu aktarmayı yaparak, Osmanlı aklının ilimle ilgisine açık bir gönderme yapmıştır. “III. Mustafa(1754-1757), döneminde yapılması istenen asker ıslahatlar için Baron de Tott’dan bir mühendislik okulu açması istenmiştir. Osmanlı bilginleri kendilerinin yetersiz görülmesi ve yabancı birinin görevlendirilmesine içerlenerek itiraz etmişler. Padişahta Barondan en seçkin bilginleri imtihan etmesini istemiş. Baron; “Bu imtihandan, kısaca bir üçgenin üç açısının toplamının ne olduğunu sordum; içlerinden en cesuru bana ‘Üçgenine göre’ cevabını verince, imtihanı daha fazla uzatmaya hacet kalmadığı anlaşıldı…” (Taha Akyol, Age. s:22)
Benimde bunlara bir şey eklememe gerek kalmadı.
Amma Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Hallaçoğlu’nun, Osmanlı aklının içimizde hala yaşadığına ve yaşamaya devam edeceğine dair sunduğu tespit okuyucunun ilgisine sunulacak kadar dikkat çekicidir. Hallaçoğlu buyurur ki, “Osmanlının 600 yıllık ayakta kalabilme başarısını kardeş katline borçludur, yoksa Osmanlının mülkü kardeşler arasında pay edilerek kısa sürede parçalanırdı” (29 Ocak 1999, atv, Siyaset Meydanı programı)
Bir büyük kurumun başındaki kişinin, “bilimsel” (!) çözümlemesi ancak bu kadar olur. Bu yaklaşım 5 milyon Km kareden geriye kalan toprağın gerekçesini nasıl açıklar, anlaşılır gibi değil. Başka milletlerin topraklarının zor ve zorbalıkla ele geçirilmesi karşısında, süren kararlı direnme ve özgür olma iradesinin rolü bu kanlı söylemde nasıl yer bulur, hiç belli değildir.
Buna en iyi cevabı Atatürk’ün vereceği çoğu kimsenin aklına gelmez ama ben aktarayım. 7 Şubat 1923, Balıkesir Zağnos Paşa camiinde verdiği “İlk ve son hutbesinde”, “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar, sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin arkasında serserilik etmiş ve kendi anayurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir” (Aktaran, Cemal Kutay, Türkçe İbadet, Show kitap, 7. baskı, s:154)
Üçüncüsü; I.Meşrutiyet, 23 Aralık 1876 da ilan edildi. Dönem Meşrutiyet dönem.Meclis-i Meb’usan 19 martta 1877’de açıldı. Osmanlının tarumar olmaya başladığı bir dönem. Kafkas cephesi, tuna cephesi, 93 harbi, ardı ardına gelen hezimetler ve Balkanlarda coğrafyanın derinden değişimi. Ama o akıl olduğu gibi, Osmanlı Aklı olarak devam ediyordu.
Mutlakıyet ısrarı, çöküşün derin ve sarsıcı etkilerine rağmen, Osmanlı Aklı için özgürlük diye bir şeyi tanımamaya devamda tecelli ediyordu. O gün, Osmanlı mozaiği içinde Araplar dil özgürlüğü istiyorlar. Kendi ana dilleriyle Osmanlı parlamentosunda kendilerini ifade etmek istiyorlar ama o akıl, bütün yıkımlarına rağmen özgürlüğe yabancıydı ve keskin bir dille reddediyordu. Uluslar özgürlüklerini bir kırılmanın dayatmasıyla elde edebiliyorlardı. Özgürlük, bir kurtuluş savaşıyla Osmanlıya dayatıldıkça sonucu alınan bir özlem, bir ihtiyaç haline geliyordu. O akıl bunu hiç kavramaya yanaşmıyordu.
1877 meclisi açıldığında Arapların dil özgürlüğü konusunda mütevazı talepleri ilk yankılanan talepler arasındaydı. Ortak bir meclis, halkın iradesiyle seçilmiş temsilciler, devlet resmi dili egemen etnik dil, istenen ana dille konuşma hakkı, Mecliste anadil dışında bir dil dayatmasının olmaması. Ama O akıl, buna olanak tanımıyor.
Hikayeyi, tarihçimiz İlber Ortaylı’dan kısaca aktaralım, “Arap dilinin (Arapçanın, bn.) yönetimde ve siyasal hayatta kullanılması ve kabulü sorunu ilk defa 1877 Martında açılan Osmanlı parlamentosunda (Meclis-i Meb’usan, bn.) gürültülü biçimde ortaya çıktı denilebilir. Kuşkusuz parlamentonun müzakere ve yazışma dili yalnızca Türkçeydi. Ancak mebuslar ‘İntihap kanunu’nu müzakere ederken kanun tasarısında yer alan mebus adaylarının Türkçe bilme zorunluluğu maddesine ön planda ve hatta sadece Arap mebuslar itiraz ettiler. Onlara göre Türkçe bilmek zorunluluğu aranmamalıydı. Meclis reisi Ahmet Vefik Paşa bu itirazları kısaca kendine özgü üslupla cevapladı. ‘Aklınız varsa dört yıla kadar Türkçe öğrenirsiniz” (Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi’inden aktaran İlber Ortaylı, Osmanlı Barışı, Timaş yayınevi, 3. baskı, s;174)
Yorum;
130 yıl sonra, Osmanlı aramızda yaşamaya devam ediyor. Bir yandan seçim meydanlarında il il, ilçe ilçe dolaşarak elinde idam urganıyla, “asmak için ip bulamıyorlarsa işte ip” diye çığırından çıkan bir vahşetle, popülizm yapanlar, yakın dönemde, “ asmayıp ta besleyeli mi” diyenlerin ve bunların tarih içindeki genetik akıl köklerinin, Kuyucu Murat Paşalara kadar uzanan zuhuru aynı çizgide devam ettiği görülmektedir. Osmanlı aklıdır bu. İçlerinde olan, devamı oldukları akıldır bu.
Ama bilinmeli ki, artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Önceki yazılarımda da belirttim, bir kez Suçlukludan, Osmanlıya oradan Cumhuriyete kadar, günümüze dek, uzanan baskıcı tek boyutlu siyasal sistem kırılmıştır. Bu kırılmanın anlaşılması için daha uzun bir süre geçmesi gerekiyor gibidir. Resmi olarak belirginleşmesi için, yerine getirilmesi gereken çok işler var. Ama fiilen kırıldı ve sonuçlarını seçimlerle birlikte gördük. Seçim sonuçlarıyla ilgili yazıda da, hakların ikamesi için yapılacaklar belirlendi.
Kırılmanın ardından ortaya çıkan siyasal tablo, bu bilinçaltının tarihi ezberlerini bozmuştur. Sorunlar, zor ve zorbalıkla çözülebilir olmaktan çıkmıştır. Dün Osmanlıdan ana dili için özgürlük isteyene gösterilen zorbalık, ulusal özgürlükle sonuçlanmıştır. Kardeş katliyle gasp edilmiş toprakların korunabileceğini sananlar, Büyük Kurumların başında olabilirler ama, ne ulusların özgürlüklerini, ne de topraklarının özgürlüklerini önleyebilirler. Osmanlının kardeş katli, gerekli koşullar oluşunca hangi toprak parçasını koruyabildi ki. Kardeş katlinden kala kala Cem Sultan’ın acıklı hikayesi kaldı.
Bu akıl, özgürlükler karşısında içimizde olmaya devam ettikçe, özgürlüklerin sınırı daha da çok genişleyecektir.
Bu gün sorun, temelde Kürt sorunudur. Kürt ulusunun özgürlük sorunudur. Diğer etnik toplulukların sorunu olduğu kadar. 130 yıl sonra açılan 2007 meclisinde, talepler nitelikçe aynıdır, karşı duranların aklıda aynı. Bu karşıtlık böyle devam ederse, uyarım o ki, özgürlük dün olduğu gibi bu günde ezilen ulus ve ulusal topluluklar için dil sınırında kalmayacak kadar, geniş bir yelpazede olacaktır.
Aklı başında olanlar, dönsün 130 yıl önce, hangi siyasal konjonktürden geçilmiş onu okusun, tarih bilgilerini tazelesin ve bu günle karşılaştırsın. Görecekler ki, koşullar çok benziyor, taleplerde. Sonuçların farklı olması ise, O akıla karşı, bir kırma hareketinin yükseltilmesiyle mümkündür. Yeni meclisin ya da başkanının, “Aklınız varsa dört yıla kadar Kürtçe konuşmayı öğrenin” deme basireti gösterip gösteremeyeceği, sonucun değişip değişmeyeceğini de gösterecektir.
Son söz;
Osmanlıcılığın kendini yeniden gösterdiği bir süreçteyiz. İdeolojilerin çökmesi, biline gelen siyasi-ekonomik medreselerin iflası, var olan bir biçimde ayakta kalan eski dayanaklara yaslanmayı getirdi. Dindir bu. Dine yönelen yoğun isteğin kaynaklarından biri de, böylesi boşluklarda oluştu. Hiçbir ciddi toplumsal siyasal ekonomik kültürel hukuki çağdaş önerisi olmayan din sustukça, boşluğu dolduracak tek alternatif olarak belirdi. Gerçek bu değildir. Ancak konjonktür bun sonuca geçit verdi. Osmanlı harabelerinin sanal yükselişi de böyle başladı. Osmanlının çimentosu dindir hatırlatması yapıldı. Oysa Osmanlının tarih içinde kaç tür çimentosu vardı, saymakla bitmez.
Ulusalcı-milliyetçi sığlıklardan daha çok AKP, bu hattı temsil eder gibidir. Kürtleri diğer etnik yapıları kapsamanın aracı olarak din elinden gelini ardına koymadan kendini pazarlamaktadır.
AKP’de kendini ifade eden İslami yükselişin çağrıştırdığı, Osmanlılık gibi farklı etnik yapıların İslam dini çimentosuyla ancak tutunabileceği yönündeki olumlayıcı yaklaşımların mumu yatsıya kadardır. Bunlara sözüm, tarihten ders alınacaksa, işte ders burada durmaktadır. 130 yıl önceki durumu görün ve aynı hataya düşmeyin. Aradığınız çimento özgürlük ve demokrasi damarlarının asil kanında mevcuttur, başka yerde değil.
Satırlarımı sonlarken, burada geçen sıkıcı örneklemeler ve kanlı davranışların tek sorumlusunun egemen güçler olduğunun bilinmesini isterim. Hiçbir zaman bir egemen etnik yapının ya da ezen ulusun, toptancı yöntemle suçlanamayacağını ısrarla belirtirim. Türk ulusu bu açıdan münezzehtir. Her ulus gibi Türk ulus da, egemenlerinin açtığı yaraları saracak aydın kuşaklar yaratmaya muktedirdir. Bu gibi olumsuz örneklerin ağır töhmetinden, kendi tutum ve duruşlarıyla kurtulacağına inancım tamdır. O zaman, özgürlük ve demokrasi herkes için, bir barış coğrafyasında ikame edilmiş olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder