HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

3 Nisan 2008 Perşembe


Hegelci “Tarihsiz Uluslar”
ve
Demir Küçükaydın’da “Türklük”


Bedreddin Mahir

bedreddin.mahir@gmail.com


10 Ağustos 2007



Resmi tarihin Türkçülüğü, akıllara ziyan önermeleriyle, Anadolu’nun tüm ulusal var oluşlarını inkar ediyor;
insafsız bir zulümle yürüttüğü, tarih ve düşün kıyımı,
karşıt tepkileri ve inkarı yaratmakta geç kalmıyor.
Bu her iki inkarcı önerme, aynı madalyonun farklı yüzleridir. Şiddet ve kırılma bu iki kaynaktan beslenir.

Bilinmeli ki, milliyetçiliğin her türü, inkârcılığın her türüyle ikiz kardeştir. Bunlarla mücadele etmeden demokrasi ve özgürlükler ikame edilemez.

Tarafsız, bilimsel bir Tarih ve yazım ahlakı olmadan, Anadolu’nun ezen ve ezilen çok uluslu yapısını, barışçıl bir özgürlüğe ve demokrasi ortamına taşımanın bilinci ve olanağı olamaz.


Hegel’in “tarihsiz uluslar” söylemi, Avrupa’nın bir dizi küçük ulusunu, karşı-devrimci ve tarihten silinmesi gereken “ulusal safra” olarak görür. Avrupa'da demokratik devrimin 1848-49'daki başarısızlığını analiz ederken, buna Engels’te katılır. Somut bir olaydan ve ilgili verilerinden bahseden Engels’in, tarih tarafından da doğrulanmayan tezlerine (ki sonraları çok farklı belirlemeler yaptığı da bilinmektedir), sarılarak genelleştirip, perspektif geliştirenler az olmamıştır. Sınıf mücadelesinin dar ekonomik penceresinden olayları ele alan bu tür yaklaşımların, ulusal sorunda ciddi hatalara ve aşırılıklara yöneldiği bilinmektedir.

Troçki, her zamanki gibi ”eklektik” (Lenin) görüşleriyle aynı şeyi, gerçekliği “kültürel, ideolojik ve psikolojik bir olgu” olmaktan öteye geçmeyen ulusun, dünya devrimi nezdinde, bir biçimde, “eritilmesi gereken” bir unsur olarak görür. Lenin’in, ulusal soruna getirdiği siyasal çözüm perspektifi ise bu tür aşırılıkların dizginlenmesinde önemli roller oynar (buna nispeten Stalin’in çözümlemelerini de katmak gerek).

Demir Küçükaydın’ın “Türklük Nedir” makalesinde de, benzer aşırılıklar ve yanlış yaklaşımlarla aynı yol izlenir. Şimdilik, Türklerin “tarihsiz ulus” olduğu ispatlanmaya çalışılır. Bu belirlemenin Hegelci belirlemeye benzemesi için kırk dereden kırk su getirilir. Saçma sapan veriler, sallama ve tezat iddialar sunulur. Öyle ki, aşırı ırkçı-milliyetçi Türkçülerin, Kürt ulusu gerçeğine yaklaşımlarına benzer bir yaklaşım sergilenir. Aslında Türk diye bir ulus yoktur, öznel zorlamalarla, suni olarak oluşmuştur diyecek kadar çığırından çıkan iddialarda bulunulur. Böylece ezen ulus olma vasfı bile tartışma götürür hale gelmiş olur. Bu mantıkla oluşan muğlaklık, her türden siyasi kaçamak için açık bir kapı haline gelir. Birçok şeyle birlikte, ulus gibi tarihsel olgular da anlamını yitirmeye, dolaysıyla onlara karşı sağlıklı bir yolla mücadele etmekte anlamsızlaşmaya başlar. Tehlikede tas tamam buradadır. Adı geçen makale bu vasıflarla ortaya konmuş bulunmaktadır. Böylece makale ihtiva edeceği ciddiyetten sıyrılarak, bir tepki yazısı olup çıkmıştır.



Türk ulusunu var eden “öznel öğe” !

“Türklük Nedir” makalesinde, kullanılan kelimelerle, Türk ulusuna neredeyse hakarete kadar uzanan yaklaşım, bu tür tepkilerdendir. Resmi tarihe tepkinin bu türden tecellileri, siyasal düzeyi bir sokak kavgasına çevirme eğilimi düzeyine kadar inmiş bulunmaktadır.

Küçükaydın’ın zıvanadan çıkan halini şu cümlelerde görmek düşündürücüdür,

“Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış, yaşayan Rumluk ve Ermenilikten başka bir şey değildir”,

“hasta ve şizofrenik bir karakter”,

“Türk, aslını inkâr eden haramzadedir.”

“Türkler bir ulus olarak bu şizofrenik ruh hastası durumunda”,

“Türklerin olağan bir sağlıklı gelişim için ‘baba’ katili olmaları gerekiyor”

(Demir Küçükaydın, Türklük Nedir?
www.mozaikhaber.com).

Ezen bir ulus olsa da, Türk ulusuna ve insanlarına böylesi bir toplu hakaretin yapılması utanılacak bir şey olduğu kadar, ahlaki açıdan da sorgulanması gereken bir mantık dokusunu yansıtmaktadır. Bu duruş ne devrimcidir, ne de solcudur. En iyimser ifadeyle bir şaşkınlık anında sarf edilmiş şuursuz bir lakırdıdır.

Demir Küçükaydın’ın bir sağlık sorunu yoksa, temel tarih kavrayışıyla ilgili ciddi sorunları olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ulus olgusunu, son yüz yılın tarihi içinde ortaya çıkan “Türlük”, Türkçülük gibi ideolojik sonuçlarla algılamış olmasının kışkırtıcı yanları olduğu düşünülebilir. Bunun için tanrıdan zembille, bir komplo olarak doğan Türk ulusu algılayışı rol oynamıştır denebilir. Zira, bu yanlış algılayışı desteklemek için döktüğü, tüm tarihi bilgi kırıntıları da, konuyu açıklamaktan çok, daha da ciddi çıkmazlara sürüklemesi bundandır.

Makalesinde, bir türlü anlaşılmayan, Türk ulusunun var oluşuna, Bizans etkisi mi, Müslüman etkisi mi, her ikisi mi? doğu Akdenizlilik mi? Rum ve Ermeni mi? Çıkarlarına cuk diye oturan Yahudilik mi? yoksa bunların dünyanın her yerinde Türk’ten çok Türkçe konuşmalarının mı? etkisi yol açmıştır, belli olmaması, yazarın içinde bulunduğu karışıklığa da bir işaret sayılmalıdır.

Türklerin “ulus var oluşunu, Rumları ve Ermenileri yok etmeye borçlu olduğundan” (Agm) mı? bahsediyor yoksa, “Türk ulusunun sureti Bizans kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum ve Ermeni kültürü demektir.” (Agm) mi? Diyor anlamak güçtür. Bununla yadsınmanın yadsınmasını mı kastediyor? Yoksa, Türk ulusu, “Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı ve Levant’ın Yahudi burjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur” mu demek istiyor (Agm). Yoksa, “Türk ulusunu yaratan Müslüman devlet kastı” mıdır?

Kafanız mı karıştı, kimin yarattığını mı şaşırdınız, önemli değil. Söz konusu makalenin yazarında çare tükenmiyor, Türk ulusu adına, dile gelebilecek kültürel kırıntılar varsa da, bunlar da “varlığını her şeyden önce yükselen Kürt hareketine borçlu” dur, (Agm). Diyerek, Bir ulusun tarih içindeki uzun yolculuğun ve dinamiklerin ürünü bir tarihsel kategori olarak oluşumunu, bir biriyle çelişik öznel kaynaklara indirgeme durumunda olmuştur.

Bu son belirleme, öncelikle Kürt ulusuna yapılmış büyük bir ayıp değil mi, onu sormak gerek. Ulusal baskı altında var olma mücadelesi veren Kürtlerin, sırtına böyle bir yükü yıkmak, onlarla alay etmenin bir başka yolu değil midir? Kürt özgürlük hareketine, gerçekten taraf olmak bu değildir.

Bu satırların yazarı, Kürt özgürlük hareketini siyasal tarihi boyunca savunmuştur ve savunmaya devam etmektedir. Kendi Arap ulusal kimlik haklarının, bu ortak mücadeleden geçtiğine de inanmaktadır. Bunun Türk ulusunun özgürlüğü içinde geçerli bir adım olduğunu dile getirmektedir. Amma, bu Türk ulusunun siyasal değerleri, demokrasi mücadelesi gelenekleri ve birikimleri olmadığı anlamına hiç gelmez. Tersine, ezen ulusun devrimcileri, bu satırların yazarı ve arkadaşlarına olduğu kadar, Kürt özgürlük hareketi için de bir medrese olmuştur. Bunu Sayın Öcalan, yazılarında sık sık vurguladığı gibi, ikili görüşmelerde de sürekli üstünde durmuştur. Tek bir devrimci hareket yoktur ki, bu topraklar üzerinde, 60’lı yılların Türk devrimci mücadele geleneğinin, derin etkisi altında gelişmemiş olsun. Söz Konusu makalenin bu yaklaşımı, kendi içinde ürkütücü bir zıtlık taşıyor. Kürt özgürlük hareketinin, böylesine saçma iddialardan kazanacağı hiçbir şey yoktur.

Bu mantığın kendine özgü ulus gerçeğini algılayış yöntemi vardır. Aynı mantıkla, şimdilik Kürt ulusu gerçeğine yaklaşım yapılmamaktadır. Zira siyasal varoluşun tecelli sahası Kürdistan durağıdır. Dikkatli davranılmaktadır. Ancak Yalçın Küçük örneğinden de biliyoruz ki, bu mantığın akli uzantılarının aynı sonuca varması kaçınılmazdır. O zaman ulus denilen “tarihsiz” ve talihsiz vaka, politik ve hatta ekonomik bir çözüme muhatap alınmayacak bir uydurma olarak, sorunlarını çözmek yerine onu “eritmenin” yolları aranır; irili ufaklı ezilen, güneş yüzü görmeyen, haklarına kavuşmayan, bir dizi ulus ve topluluk, bir potada “demokratik, geniş bir birlik altında” eritilmesi öngörülür. Varılmak istenen yerde tas tamam burasıdır. Bu satırların yazarına göre, “Türklük Nedir” makalesinin kapalı zarflarında, önemli oranda malum Resmi Tarihin, Kürt ulusal gerçekliğinin “tarihsiz” olduğu iddiasına da bir göz kırpma gibidir.

Tarihsel bir olgu olarak ulus ve değerlerinin, “köksüz”lüğü, öznelliği, dış güçlerin çıkarlarınca oluştuğu iddiası, ulusal soruna siyasal çözüm aramak yerine, onu bir atış tahtası haline getirir. Tüm kötülüklerin kaynağı ilan edilir. Kaba, hesapsız ve bir o kadar dikkatsiz, incitici saldırıların önü, böylece açılmış olur. İşte söz konusu olan makale, bunun bir örneği olarak önümüze geldi.

Bu makale ayrıca, Sol’un vardığı düzeyin ne türden bir çöküş içinde olduğuna da, bir işaret olarak belirmektedir. Artık milliyetçi sol aşılmıştı. Sıra faşist sol’a gelmişti. Kimi sitelerde açık ve aleni olarak, başka uluslara, sözlüklerde bile bulunması zor kelimelerle, sol adına ırkçı yaklaşımlarla, küfürler yapılmaya başlandı.

“Türklük Nedir” makalesinde Küçükaydın da benzer bir hataya düştü. Bir kimlik bunalımıdır bu. Bireylere kadar yansıyan, toplulukların kararsızlık içinde olmasına yol açan, Küreselleşen, evrensel ilişkilerden kopmaya kadar uzanan bir sarsıntıdır bu. İlginç olan da bunu kışkırtanların kraldan çok kralcı olmalarıdır. Ya Kürtleşmiş Türk’tür ya da Türkleşmiş, Kürt, Arap, Ermeni, Rum’dur. Zira ezilen etnik bir topluluk mensubunun sonuna kadar ısrarla başka uluslara böylesi bir yaklaşım göstermesi mümkün değildir. Kendiliğinden empati yoluyla, bunun bu noktalara kadar uzatılamayacağını fark eder. Bir eleştiri yazısı olmaktan çok bir hatırlatma olarak bu satırları yazarken, yaşadığımız coğrafyayı birbirimizi farklılıklarımızla içselleştiren bir yaşam için farklı bir dil ve üslup izlemememiz gerektiğini hatırlatma amacı taşıdım.

Belli ki, konumuz daha uzun bir süre tartışma gündeminde kalacak. Bu tartışmalara birçok akademik dalın da girmesi muhtemel. Ancak okuyucunun bunalmaması için, Demir Küçükaydın’ın Türklük sorununu nasıl ele aldığı ve bunun saikleri mihverinden kopmamalıdır. Mozaikhaber sitesinde benzer konular, farklı köşe yazarları tarafından birden çok defa ele alındı. Bunlar arasında, "7. Ordu ve Hatay Davası" yazısı, "Baykal ve Üst Kimlik" gibi makaleler. Bu makalelerde de, özde milliyetçi akım olarak Türkçülüğün yakın tarih içindeki hareketlerine dikkat çekilmiştir. Gerçek anlamda da Cumhuriyet döneminde belli bir kalıp içinde bu süreç, uluslaşma sürecinin tamamlanması gibi bir rotaya girmiştir. Ancak bu çabaların ekonomik saikleri tarihin trenini kaçırmış halleriyle, gerçekçi sonuçlara ulaşmakta zorlandığına da işaret edilmiştir. Bugün ülkemizde yaşanmakta olan kimlik bunalımını izah eden gerçekçi yaklaşım bu yöndedir. Üst kimlik konusunda, farklı etnik toplumların artık birleşme adına tarihin trenini bu anlamda kaçırdıklarını, öznel bir çabayla da bunun geçmişte olduğu gibi, bugünde gerçekleşmesinin mümkün olmadığı kanaatindeyim. Bundan sonrada bunun mümkün olmayacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu, bir ölçüde Türk etnik topluluğunun kendi kaderini belirleme sürecinde karşılaştığı sorunları, sağlıklı çözme durumunda olmamasıyla da ilgilidir. Cumhuriyet, çok uluslu Anadolu toprakları üzerinde, tek uluslu, tek boyutlu baskıcı bir kuruluş hatasına düşmüştür. Bu aynı zamanda dil konusunda da çok belirgindir. Bu konuda, ayı sitede yayınlanmakta olan "Osmanlıca ve Alfabe" başlıklı makale, bir giriş olarak görülebilir. Uluslaşma sürecinin sancıları anlamına gelen bu günkü sonuçlar arasında, çok ulusla topluluklar yurdu Anadolu, bu gerçekliğine uygun bir siyasal yapıya hiçbir zaman kavuşmamış olmasını da sayabiliriz..

Bu tarihsel süreç kendini, bir biçimde varabileceği son yere kadar sürükleme durumunda olacaktır. Bunun için gerekli dinamikleri de bulacaktır; yani, etnik topluluklar kendi üst kimlikleriyle özgürce yaşayabilecekleri ve kendi aralarındaki ilişkileri yeniden düzenleyebilecekleri bir siyasal yapılanma yönüne kadar uzanacaklardır. Özellikle, 22 Temmuz 2007 seçim sonuçlarıyla, ülkemizin siyasal yapılanmasında belli dengelere varılmış olması, yani nispeten rayına oturmasından sonra.

Veriler, bu sürecin tüm hızıyla derinleştiğini gösteriyor. Konu sadece Kürtler açısından değil, ama aynı zamanda ezilen ikinci en büyük etnik topluluk olarak, Araplar gibi esamisi anılmayanlar ve diğerleri etnik topluluklar da, sırasıyla bu varoluşun istihkakını arama-alma durumunda olacaktır.

Bir daha başa dönecek olursak. Türkçülük, tarihi seyri içinde, Türk etnik dokusunun, nesnel verilerinin, belli bir olgunluğa gelip dayandığı yerden itibaren oluşan nesnel taleplerine cevaben, bir fikir ve eylem olarak, bilinen kesitte gündeme gelmiştir. Verilerin olgunlaşması sonucunda bu akımın gündeme gelmesi doğal olduğu kadar, kaçınılmaz bir durumdur. Kendini bu tarzda ifade ediş, hiç bir öznel iradenin eseri de değildir. Tarihsel denge, bu süreçte eksiklikleri olsa da, objektif olarak verileriyle mevcuttur. Yoktan var olmamıştır ve masa başında verilen bir kararın ürünü değildir. Demir Küçükaydın’ın sandığı gibi, “Türklük, liman şehirlerinde palazlanan Rum ve Ermeni burjuvazisiyle rekabet içinde, dayanacağı bir ulus yaratmak ve ona dayanmak. Yahudi burjuvazisinin ihtiyaçlarına cuk oturmuş” bir ulusta değildir. Hele hele Türkler, “Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı ve Levant’ın Yahudiburjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur” (Agm) demek ise, aşırı bir bilgisizlik gibi durmaktadır. İddia, devletin oluşumu, siyasal erkin yapılandırılması değil de, ulusun “yaratılması” olunca, garabet inanılmaz bir boyut alıyor.

Bu son iddia, I. Dünya savaşıyla Alman emperyalizmi yıkıldıktan sonra, Türk ulusunun, Atatürk önderliğindeki cumhuriyet dönemiyle birlikte, dinamik gelişimini nasıl izah eder bilinmez. Oysa, Söz konusu makaledeki iddianın tersine, Türk ulusu teokratik Osmanlı ve farklı emperyalist boyunduruktan uzaklaştıkça ulusal bir varlık olarak tarih sahnesine daha da kararlı olarak çıkmıştır.

Türk ulusu tarihi bir gerçek olarak, yaşamın derinliğinden çıkıp geldiği haliyle, eksikleri ve yetersizlikleriyle, geç kalmışlığı ve radikallikleriyle, tarihsiz ya da köksüz sayılması mümkün olmayan bir ulustur. Böylesi bir ulusu, ezen ulus olmasından dolayı eleştirmek için hafife almanın, zorlamalarla öznel kimi öğelerin sihirli değneğine bağlamanın bir gereği yoktur. Bu açıdan, Küçükaydın’ın mantalitesinin, Kürt ulusal gerçeğini reddedenlerle kesişme halinde olması dikkate değerdir. Oysa, Türkçülerin tüm inkarlarına karşın Kürtler, tarihin derinliklerinden bu güne kadar gelebilmiş, kendilerini bir ulusun tüm özgünlükleriyle ifade edebilmişlerdir. Her ulus gibi tarihli ve köklü olduklarını da, yükselttikleri özgürlük mücadelesiyle göstermişlerdir. Ayı süreci Türk ulusu 20. yüz yıl başlarında göstermiştir

bu hatalara yazısının başından itibaren ısrarla düşmüştür. Türk ve Türkiye adlarının Batılı bir yakıştırma olduğunu iddia ederek de tekrarlamıştır. “Türkler, ülkelerini ve kendilerini Batılının verdiği isimle anmakta bu güne kadar hiçbir sorun görmediler. (Agm) Küçükaydın, Türk adının, Batılıların bilinçlerine, hangi nesnel varlıklardan yansıdığını atlayarak bu söyleme sarılması ilginçtir. Makalesini de bu tür söylemler üzerine kurgulanmıştır. Türk ulusunun var oluşu da buna bağlanmıştır. Bu yaklaşımda, öznellik öylesine sinmiş ki, tarih bile bir öznel fenomenler seremonisinin kurgusundan ibaret hale gelmektedir. Oysa, Batılıların, Türklere, “Türk” adını vermesi ve egemenlikleri altındaki Anadolu’ya “Türkiye” demeleri, Türkler için ne bir ayıp nede bir yanlıştır. Tersine, Selçukludan, Osmanlıya kadar sultanlar geçidinin reddetmeye çalıştığı Türk ve Türkiye adı yerine, “Selatin-i Rum” “Diyarı Rum” diye kendilerini ve ele geçirmiş oldukları toprakları adlandırma istekleri, Roma imparatorluğunun azametini ve etkisini sahiplenme, devamı oldukları iddiasını güçlendirme eğilimlerinden kaynaklanıyorsa da, sonuçta bunu içselleştirmeyen batının tepkisiyle, adları gerçek etnik adlarının dışına çıkmadığının görülmesi, hiçte kötü bir sonuç değildir. Tarihin içinde çıkıp gelirken kader birliği içinde olan, Türk etnik topluluk bireyleri için memnuniyetle kabullenilecek bir sonuçtur.

Bu anlamda, Türklüğü, Batılıların bilincinde tesadüfen oluşan bir kavram olarak görmek, en az Sümerlerin ve Hittler’in Türk olduğunu iddia etmek kadar komiktir. Küçükaydın, bu makalesinde olduğu gibi diğer makalelerinde de aynı öznel dayanaklar üstünde kurgular ve senaryolar geliştirdiğine dikkat çekmek gerekmektedir; Demir’in siyasal geçmişinde yer alan duraklardan biri olan, Troçkizmin derin genetik izlerinin, makalelerinde böylesi bir tecelli yolu bulduğunu söylemekte yanlış olmayacaktır. Aynı mantığı, “ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması gerekir.” (Adı geçen makale. Agm) diyerek tekrarlaması, ulus konusunu zıvanadan çıkarmaya yetmiştir. Bu iddia, tüm ulusların tarihini öznel iradelerin ipoteği altına sokar. Buna göre, Kürt ulusu ve özgürlük hareketi de, bir öznel tercihin eseri olur çıkar. Bu var edici öznel olgu, zaman zaman aşrı Kürtlerin, zaman zaman kökü dışarıda olan kışkırtıcılara ait olabilir, gibi sonuçlara varır. Bu eğri mantığı uzatırsak, Kürt özgürlük hareketinin “ülkemizi bölmek isteyen dış güçlerin ve onların maşası olan içteki aldatılmışların hareketi olarak” yorumlaması önünde hiçbir engel kalmaz. Nitekim benim kaygım da, Demir Küçükaydın’ın Kürdistan durağında ekmeği kalmayınca, varacağı yerin burası olacağıdır.

Olayları bu ölçüde komik bir öznelliğe indirgemenin bir kırılma anında nelere dönüşeceğini kestirmek mümkün olmaz. İşte Yalçın Küçük örneğinin, sosyalizmden ırkçı milliyetçiliğe uzanan seyri, herkese ibret olsa gerek.

Bu bölümün son satırları çok iyimser bir yaklaşım üzerine görüşlerimi içerecek.

Denilebilir ki, Küçükaydın, Türklüğün “hafıza kaybından kastı, Türklüğün farklı ırklar birleşiminden türemesi ve Türklerinde bunu kabullenmemesine bir göndermedir” bu iyimser yaklaşımın makalede hiçbir izine rastlamak mümkün değildir. Evet, Türkler tek başına bir etnik yapıdan gelen saf bir ırkın ulusu değildir. Tersine öylesine Türkleşmiş, Balkanlılar, Kafkaslılar, Arnavutlar Boşnaklar vb vardır ki, saf Türk ırkından gelenlere rahmet okuturlar. Ancak makalesinin konusu bu değil. Sonuçta tarihin birlikte sürükleyip getirdiği, ortak ruhi şekillenmesiyle, kader birliğiyle özgünleşmiş bir ulusal topluluk var ortada, bunun Küçükaydın tarafından inkarı ve yanlış ulus kavrayışıyla inanılmaz bir tarzda tahkiri bulunmaktadır. Tekrarla bakın ne diyor;

“Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış, yaşayan Rumluk ve Ermenilikten başka bir şey değildir”,

“hasta ve şizofrenik bir karakter”,

“Türkler bir ulus olarak bu şizofrenik ruh hastası durumunda”,

Bu tabirlerin Türklüğün farklı etnik kaynaklardan oluşması ve bu gerçeğin unutulmasıyla ne ilgisi olabilir ki. Küçükaydın, makalesinde ulus olgusunu farklı etnik kaynaklardan gelmesi dolaysıyla ele almıyor, bunu hatırlatmıyor. Zira tüm uluslar böyledir. Tarih sahnesine ulus olarak ortaya ilk çıkan batılılar içinde bu gerçektir, Fransızlar, İtalyanlar, İngilizler, Almanlar her biri ulus olarak farklı onlarca etnik topluluğun tarih içinde gelişip güçlenen birliğinin bir ürünü olarak kapitalizmin şafağında doğmuşlardır. Türk ulusu bunu kimi etnik yapılarla gerçekleştirdi ancak önemli bir kısmıyla da yapamadı. Küçükaydın’ın sorunu bu bilinmezi keşfetmek değildir. O makalesinde, tarihsel bir kategori olan ulus ve ulusal gelişimi, nesnel verilerinden kopararak öznel etkilerle, çıkar istençleriyle oluşmuş bir sanal olgu olarak ele almıştır. Sorunda, kavrayış yetmezliği de buradan gelmektedir. Ulusları hiç bir öznel olgu, öznel güç, çıkar ilişkisi oluşturamaz, bunun bilinmesi gerek.




Türk etnik topluluğu ve Selâtin-i Rum

Türk ulusunun tarih sahnesine çıkışı için, hiç bir siyasi ya da ideolojik karara gerek yoktur. Bunlar birer sonuç olarak istesek de istemesek de, koşulları olgunlaşınca birileri tarafından ortaya atılacaktır. Bir ulus, tarih sahnesine kendi üyelerinin ifadeleriyle tanımlamaya başlamışsa, bunun anlamı, böylesi var oluş için, yeterli dinamiklere sahip hale gelinmiş demektir. Bu dinamiğin, hızlanışı ya da yavaşlamasıyla ilgili binlerce etmenden bahsetmek, bunlar arasında Yahudi sermayesinin, Beyaz Türklerin vb fantezilerin oynadığı rollerden bahsetmek mümkündür. Ancak bunların tümü, var olan nesnel gerçeğin yarattığı temel dinamiğin etrafından bir ayrıntıdan öteye geçmez. Bu Kürt ulusal gerçeği içinde tamamıyla geçerli bir tezdir. Dolayısıyla Tarih sahnesine çıkışı, böylesi bir kaçınılmazlık içinde olan bir fenomeni, birilerinin oyunu olarak lanse etmek, Demir Küçkaydın’ın yazısının en zayıf halkası olarak belirmiştir.

Ezilen bir ulusal topluluk kimlik hakları uğruna mücadele eden bir Arap devrimcisi olarak, Türk ulusunun tarihsel kökü ve varlığıyla ilgili savunuyu, bir Türk’e karşı yapma durumunda olmam çok ilginçtir. Bunu seve seve yapacağımı da ilan etmek isterim. Ulusal değerlerime saygıyı talep ettiğim kadar, ezen ulusun değerlerine de saygı duyduğumu göstermek isterim. Özgürlük ve demokrasinin, farklılıkların kabulü ve saygınlığı çerçevesinde ikame edilebileceğine inanan bu satırların yazarı, siyasal ahlak kurallarıyla ilgili doğruları uğruna bunu yerine getirmede taksirat yapmayacağını tekrar ederim.

Buradan Batılıların Türk adını, kendini Türk ulusu mensubu sayan etnik topluluğa verdiği iddiasının, bir tarih bilgisi eksikliği olarak gördüğümü yenileyeceğim. 725 yıllarıında dikildiği varsayılan Tonyokuk yazıtlarında (Orhun dikili taşları) Törük, Türük olarak anılan topluluğun Türkler olduğu artık tartışılmayan bir tarih bilgisidir (Türk etnik kökü açısında dikili taşlar ve yazıtlar konusu çok geniş bir konudur. “Sayısı 250 kadar olan” Tonyukuk yazıtları öncesi ve sonrası yazıtlardan da bahsetmek yanlış değildir. Bunlar üzerine, Yazımın ilk nüshalarını üşenmeden gözden geçirip konuyla ilgili aydınlatıcı makalelerini göndererek bu makalemin ana yönüne derinlik katan Sayın Ayşe Hür’ün “Tarihi Aydınlatan Bengü Taş’lar, Orta Asya’daki Türk yazıtları, Toplumsal Tarih dergisi, Şubat 2003, s110” yazısı geniş kapsamıyla ilgililere önemli bir referanstır).

Batılılar, batılı olmazdan önce, henüz barbarlıktan sıyrılanları pek az olduğu bir tarih kesitinde, arka arkaya kurulan Arap devletlerinde (Emevi, Abbasi), bu günkü ses düzeneğiyle Türk, Türk-i, Etrak olarak belli bir ortak tarih ve olaylar sürecini yaşamış belli bir coğrafya hattı ya da sürüklenişi içinde olan topluluklara verilen ad olarak, zamanla artan oranda bahsedilmiştir. Bu dönemlerin yoğun yazılı tarihi içinde sıkça Türklerden söz edilmiştir. Özellikle Abbasi döneminde, askeriye işleriyle ilgili olduğu kadar yüksek devlet mevkilerinde de aynı isimle anılan etkin bir topluluk olarak belirtilmiştir.

Türkler bölgemizde, 1071 tarihinden önce kararlı bir siyasi topluluk olmasa da, bunun için gerekli temel unsurları üzerinde taşıyan bir etkinlik yer edinmiştir. Geçmiş tarihleri içinde şehirleşme konusunda önemli bir başarı göstermemiş olsalar da, göçebe bir toplumsal yaşam sürecinde takılı kalmış olsalar da, Arap Emevi imparatorluğunu yıkan Arap Abbasi devleti içinde yoğun olarak, önemli askeri güç ve kitleleriyle yer aldıkları tarihlenmiştir. Bu sürecin ardından Karahanlı devleti (İslam’ı, devlet olarak ilk kez kabul eden Türkler, Abdulkerim Saltuk Buğra Han devri, 932-955 yılları) ve sonrası gelen etnik temeli ve kökenli Türk devlet ve hanlıklarının kuruluşundan bahsetmek, Türk etnik yapısının tarih seyrinde önemli duraklar olarak belirmiştir. Burada belirtmeye çalıştığım Türk adının, kendi tarih ve kökeni itibariyle Orta Asya’dan itibaren bu etnik yapının adı olarak kullanıldığı, batılıların bu adı kendi kurgularından hareketle üretmedikleridir. Batılılar, Selçuklu ve Osmanlı sultanlarının, kendilerine Rum, İslam, Farisi, Arap gibi etnik, coğrafi, geçmiş imparatorluklarla ilgili adlar vermesine karşın, ısrarla bu topluluğu gerçek etnik adıyla (Türk olarak) çağırma ısrarında olması, bu adı batılıların ürettiği anlamına hiç gelmiyor.

Batılılar, Selçuklunun, Osmanlının, kendini Roma saltanatı olarak görme azametinden kaynaklanan Rum adına daha yatkın olmasına tepki ve ayrı dinden olmalarını belirgin etmek üzere onları, Türk olarak görmüş ve öyle çağırıp tarihlemiştir. İsimlendirmelerde tercihlerin farklı nedenleri bulunabilir. Örneğin, Bizans (Bizantion) adı, Doğu Roma imparatorluğunun kurulduğu yerin adı olmasına rağmen. “16. yüzyıldaki, Alman hümanistlerinin, Hieronymus Wolff’un, taktığı ve hala tartışılan bir isim” olmasına rağmen imparatorluk adı olarak bu güne dek anılmıştır. Rum da, sanıldığı gibi etnik yapı, ya da Yunanlıların etnik adı değildir, Roma imparatorluğunun tebaasıdır. Bu tür isimlendirmeler belli bir kökten gelir ve her zaman istenilen olmayabilir. Batılıların Türk tanımlamasına sarılmalarında ise, topraklarına zorla yerleşen bu toplulukların yabancılıklarını ifade etmek içindir. Bunun için ne yerliliklerini çağrıştırabilecek bir coğrafi ad ne de, bu topraklardaki yerli bir etnik adla çağırmayı tercih etmemişlerdir. Bu da anlaşılır bir şeydir.

Selçukludan, Osmanlıya ana etnik yapının Türk olmasına rağmen, yayılmacı bir imparatorluk olarak dinamik bir saltanatın bu kadar farklı milleti hükümranlığı altına alırken, kendini tek bir etnik yapının saltanatı olarak sunmaması da, etnik yapısı Türk olan sultanların normal bir davranışı olarak görülmelidir. Bunu bilinçli ya da bilinçsiz yapmalarının hiçbir önemi yoktur. Unutulmamalı ki bu satırlarda bizler tarihi bu günün jargonlarıyla okuma çabasındayız. Bunu bilinçlice de yapmadıkları açıktır. Bilinçli olan davranış, Roma mirasına sahip çıkma eğilimi ve fethedilen geniş toprakları, ancak bu isimle tanımlama durumunda olmalarıdır (bu topraklar, tarihsel olarak da bu isimle tanımlanmıştır). Zaten kendi etnik yapılarıyla ilgili, o günün kültürel varoluşlarını belirleyen kıstaslar itibariyle de, başka türlü davranmaları mümkün değildi (İslam ve Anadolu kültür birikimleri etkisini de bunlar arasında saymak gerek). Bunun da ötesinde Türk etnik adlandırmasına aşağılayıcı bir yaklaşım sergiledikleri bilinen bir gerçektir. Ancak bunların tümü var olan ve 9.yüzyıldan itibaren Anadolu’nun fethine, Selçukludan Osmanlıya uzanan bir tarih kesitinin siyasal yapılanmalarında Türk etnik yapısının temel bir kök ve dayanak olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Selçukludan, Osmanlıya selatinin, Türk adını reddiyelerine ve aşağılamalarına rağmen, etnik kökleri, temel dayanak olduğu açıktır.

Tarihi, bu günün ulusçuluğu, Türkçülüğü, ırkçılığı vb 18-19 yüz yıl kavramlarıyla okuma komikliğinde değilsek, ortaçağların verileriyle bu tür tabloları irdelersek, her şeye rağmen tüm imparatorluklarda, dayanılan bir etnik kökün olduğu ve bunun bir şekilde, sürekli korunup kollandığı görülür.

Milliyetçi eğilimlerle tarih yazımında tartışmalı olmasına karşın İlber Ortaylı’nın, belirlemeleri dikkate değerdir “Nasıl eski Roma’da Latince hâkimse, Bizans’ta Helen dili hâkimdir ve Osmanlı’da bu kesinlikle Türkçedir ve etnik olarak da Türklüğe, kültürel bakımdan Türkleşmeye dikkat edilir. Eyalet askerleri yani yeniçeriler, sipahiler, ve cebeciler çeşitli milletlerden devşiriliyor. Ama onlara Türkçe öğretiliyor, onlar İslamlaştırılıyor ve onların geçmişle bağları kopuyor. Ordu bu nedenledir ki, etnik özelliğini Türk tarihinde en uzun zaman boyu koruyan müessesedir. Bu güne kadar bu özelliği devam etmiştir ve bunun da bir ölçekte bilincindedir. İşte bu imparatorluk yapısı içinde bir temel unsurun bulunması gerekir. Bu temel faktör, imparatorluğu sürükleyen ana unsur, her imparatorlukta belli bir gruptur. Bizim imparatorluk içindeyse bunun büyük ölçekte Türk kökenli unsur olduğunu söylemek mümkündür.” (İber Ortaylı, “Son İmparatorluk Osmanlı”, s.49 Timaş Yayınları, 6. baskı, Ocak 2007)

Bu yaklaşma kimi haklı verilere dayanarak itiraz eder yaklaşımlar da vardır. Emre Kongar gibi ulusalcı çevreler, “İstanbul’u alan Fatih,hemen ardından, Vezir-i Azam Çandıralı’nın da kellesini almış ve devşirme vezir Mahmut Paşa’yı Vezir-i Azam yapmıştır.Böylece Türk soylularıyla (Asilzadeleriyle) ilişkisi kesiliyor, halktan kopuk, devşirme bürokrasisi dönemi başlıyordu… Devşirme bürokrasi…toplumsal etnik ve benzeri köke sahip değillerdir” (Emre kongar, 21.yüzyılda Türkiye,s:17) Bu belirlemelere rağmen İlber Otaylı’lın dile getirdiği imparatorluğun temel dayanağının Türk etnik yapısı olduğu gerçeğini inkar mümkün değildir. Bu gibi günümüzün ulusalcı verileri, Atatürk’ün Osmanlıya olan tepkici yaklaşımından hareketle ve Selçuklu-Osmanlı döneminin Türk uluslaşma sürecinin gecikmesinde önemli rolleri olan kendi etnik yapılarına olumsuz yaklaşımların tarihsel köklerine gönderme sınırını aşmamaktadır.

Küçükaydın’ın tezatlıklarla dolu ısrarlı önermeleri ise, Türklüğün, tarihi, köksel varlıkları, ortak bir yaşam çizelgesinde kader birliği yapmış, belli ve ayrımı olan özellikleriyle bir topluluğun zemini üzerinde var olmasını ilga edecek önermeler olmaktan çok uzaktır. Türklük, birilerinin kafasında çakan bir kurgunun ya da isimlendirmenin eseri değildir. Beğeniriz ya da beğenmeyiz, eleştirir ya da onaylarız ama sonuçta bu kök üzerinde bir var oluşu inkâr etme durumunda olamayız. Bilimsel ahlaka olduğu kadar siyasal ahlaka da uygun olan budur. Bu noktada Resmi tarihin ahlaksızlığını hatırlatmakta yarar vardır. Anadolu’nun uygar ulusal ve yerli toplumlarını, bunların başında da Kürtleri, Ermenileri Arapları, Süryanileri ve diğerlerini Tarihsizleştirme çabasında, resmi tarihin işlediği kıyım, insan aklına ziyan girişimler ve yazımlar, gerçekte Türk ulusunun anlında hala kara bir leke olarak durmaktadır. Bu gün ortaya çıkan ve biz farklı etnik topluluk mensuplarının cevaplamak zorunda kaldığı bu aşırı tepkilerin temel kışkırtıcısını da aynı Resmi tarih olduğunu belirtiriz. Resmi tarih, düşünceye yaptığı zalim ve insafsızca baskıları sürdürdükçe, bu türden dengesiz tepkilere muhatap olması kaçınılmazdır.

Bu satırların yazarı, Türk uluslaşma sürecinde işlenen öznel hatalar üzerine, eleştirileri çok olmuştur (Cumhuriyetin tek uluslu kuruluşu ve uzantıları üzerine eleştiriler). Ancak hiçbir zaman böylesi yavan ve kaynağı belli olmayan kin dolu öznel yaklaşımlara prim vermemiştir. Ve bu satırlarda görüldüğü gibi, Türk ulusu gerçekliğine ve değerlerine bu türden saldırılara karşı tutum takınmayı, demokratlığının ahlaki bir sonucu olarak görmüştür. Ayrıca bu satırların yazarı Türk değildir, Kürt de değil. Arap’tır. Ezilen bir etnik topluluk üyesidir ve ulusal kimlik hakları için ülkemizin egemenlerine karşı mücadele etmektedir. 30 yıllık siyasal mücadele sürecinde, solun bu ölçüde anlamsız düzey düşüklüğüne de ilk kez tanık olmaktadır.

Siyasi geçmişin bu güne taşınan izleri


Küçükaydın’ın bu çelişkili yaklaşımına kaynaklık eden tezler, çok gerilerde kalmış iddiaların sahiplerine aittir. Genç kuşağın okuma-öğrenme alanının tarihi arka planında kalan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “fetih” tezleri, bu açıdan dikkat çekicidir. Demir Küçükaydın’ın bilinçaltında derin izleri olan yaklaşımların, bu karışıklık ve zıtlıklarda açığa çıktığından bahsetmek yanlış olmayacaktır.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, en özet anlatımıyla, tüm uygarlıkların bir barbar güç tarafından fethedilerek tarihe karıştığını iddia eder. Bu barbar gücün kendi güçlü ortaklaşacılığıyla ve fethettiği uygarlıktan aldıklarıyla yarattığı bileşkeler sonucu, yeni bir uygarlığın kurulduğunu söyler. Avrupa’daki örneklerin yanı sıra, İstanbul’un Fethi’ni de bu kapsamda irdeler (bu açıdan 12 Mart 1970 faşist askeri darbesini “Ordu kılıcını indirdi” diyerek tarihi bir olumlamayla alkışlar). Bu iddianın uygar Avrupa’nın Amerika fethindeki barbarlığını nasıl izah edeceği belli olmasa da, Osmanlının, Bizans’ı fethederek, yeni bir çağı ve yeni bir uygarlığa giriş olduğunu belirlemekte zorlanmaz. Bu yaklaşımın, Anadolu’nun uygar ulusları üzerine çöken 600 yıllık Osmanlı karabasanını bir uygarlık çeşidi görmesi ayrı bir tartışma konusudur. Bu iddianın boynuna, Anadolu’nun uygar ulusları üzerine yüzyıllardır çökmüş olan karanlıkların, baskı ve kıyımların vebalini koyarak, Küçükaydın’ın yazısındaki yerini belirlemeye çalışalım.

Bilinçaltının, Kıvılcımcı “Fetih” tezi, Türklere, ancak Bizans fethiyle, yani bir öznel girişimin eylemiyle tarih sahnesine kararlı bir siyasi topluluk olarak çıkma vizesi verir. Bu eylemin tarihi arka planı, bu eylemin gerçekleşmesi yönünde etnik topluluğun ne türden nesnel talepleri olduğu gerçeği göz ardı edilir. Tarihin, birbirine bağlı zincir halkaları olduğu gerçeği yerine, her halka kendi kendine öznelce oluşmuş bir süreç olarak kavranması önerilir. Oysa, İstanbul fethi bile, geçmiş Selçuklu ve kuruluş dönemi Osmanlı sürecinin önemli birikimlerinin yanı sıra, Bizans’ın içinde bulunduğu çöküşe ait tüm verilerin toplamı sonucu gündeme gelmiştir. Öznel girişim olarak Fatih’in topları, fetih kararı, gemilerin karadan taşınması vb. nesnel verilerin yanında, küçük bir ayrıntıdan ibaret olarak kalır.

Orhun yazıtları bile tek başını bir örnek olarak, diliyle alfabesiyle bir etnik var oluşun taşıdığı değerler Türk unsuru için verilebilecek en etkin öznel itimden çok daha büyük öneme sahiptir. Bu tarihi var oluşu, tarihsiz saymak, köksüz bir zorlama olarak suni ilan etmek, 19.yy sonu ve cumhuriyet dönemi Türk uluslaşma sürecini izah etmesi mümkün değildir. Zaaflarına rağmen, Müslüman Arap, Bizans, ve Anadolu’nun uygar tüm uluslarının ezici kültür etkilerinden etkilenmesine rağmen, bir Türk kültür varlığının yaşamını sürdürmesi ve sonunda, uygun koşullar bulunca kendini ifade etmesi, ezen de olsa, bir ulusal devlet kurmasının inkarcılıkla izahı mümkün olamaz.

Zaten, Demir Küçükaydın bunu izah edemediği için, “Türk ulusunu birilerinin arzuları, ihtiyaçları yarattı” diye ikide bir, karşıt önermeler yapma durumunda kalmıştır. Kıvılcımcı, izler gibi, Troçkist izlerin çekiç darbeleri arasında biçimlenmiş siyasal yönelimlerin varabileceği yer ancak buraya kadar olacağı bellidir. Bunu okuyucunun takdirine sunuyorum.

Buradan kimi okuyucu yorumlarının üzerinde durdukları tespitlere yöneleceğim. Evet, Konu, Marksist-Leninist ya da Stallinist çizgide takılı kalarak irdelenecek bir konu olmanın çok ötesindedir, ancak, bu çizginin bence sıkıntısı kimilerinin söylediği kadar değildir. “ulus bir köken değil bir kimliktir” demek ise çok eksiktir. Bir kimlik olduğu doğrudur. Ancak bu kimlik bir “köken”in tarih içindeki evrimi, yerleşimi ve ekonomik saiklerinin, önceden bilinmemesine karşın, bu günden geriye dönüp baktığımızda anlaşılan verileri üzerinde, bir kimlik haline gelmiştir. Ulusun bir kimlik olabilmesi için, bu nesnel veriler olmalıdır. Bu gün ülkemizde yaşanmakta olan kimlik bunalımının temelinde de bu ayrı kökenden gelmiş olmanın bire bir etkisi ve sonuçları yaşanmaktadır. Yoksa cumhuriyet dönemi, uluslaşma sürecini kaçırmış olmasına rağmen, Türk etnik yapısı, tüm Anadolu’yu tek bir ulusal kimliğe büründürme sıkıntısı yaşamazdı. Bu yaklaşım Demir’in düştüğü hataya düşmektedir, tarihi olguları öznel verilerle açıklama hatasıdır.

Bunun için sorun, kimin sandığı gibi alışkanlık edinilmiş “argüman”lara takılma ya da “bir çeşit kimlik krizine girme” durumu hiç değildir.

Bu yaklaşım ülkemizde kimlik bunalımını reddetmeye kadar uzanır ve kimlik krizini öznel bir girişim, belki de “kökü dışardan bir kışkırtma” olarak tanımlama durumunda olur. Bu bize, her mesnetsiz uç yaklaşımın altında, farklı koşullarda tersi iddiaları savunma durumuna düşme tehlikesi barındırdığını gösterir. Kaygım odur ki, Demir’in Türklük üzerine yaklaşımı, bu tehlikeyi taşımaktadır. Demir, şu an bulunduğu Kürdistan durağından kopunca, bu tehlike daha iyi anlaşılacaktır; Yalçın Küçük’ü kimse unutmasın. Bu noktada, Küçükaydın’ın siyasal süreci, artık şahsi bir veri olmaktan çıkarak, konunun merkezine oturur.




Hegelci “tarihsiz uluslar” ve Küçükaydın


Bu tehlike, bir ölçüye kadar miadı dolmuş bir Troçkist tezden kaynaklanır. Tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağı, ancak dünya çapında bir devrimle gerçek kurtuluşun (komünizmin) olabileceği, bunun için tüm ulusal tezlerin birer karşı devrimci tez olduğu inancıdır. Bu yaklaşım, zaman zaman Hegelci okumalara dönülerek, Engelsin, Hegelci “tarihsiz uluslar” üzerine yaptığı olumlayıcı yaklaşımlarla desteklenerek daha da derin bir ulus karşıtlığına dönüşür. “Orta Avrupa'da demokratik devrimin 1848-49'da uğradı­ğı başarısızlığı analiz ederken, Engels, bu başarısızlığı yığın­lar halinde Avusturya ve Rus ordularına yazılan, Macaristan, Polonya, Avusturya ve İtalya'daki liberal devrimi ezmek için gerici güçlerce kullanılan Güney Slav uluslarının (Çek­ler, Slovaklar, Hırvatlar, Sırplar, Romenler, Slovenler, Dalmaçyalılar, Moravyalılar, Ruthenyalılar v.b.) oynadıkları kar­şı devrimci role bağlar.” (Michael Löwy, Marksistler ve Ulusal Sorun, Birikim, sayı: 23, yıl:1977)

Ulusların, o günün tarihsel konjonktürleriyle açıklanacak tutumları, ulus karşıtı siyasal, felsefi bir ilke haline gelir. M. Löwy’nin makalesinde bu konu şöyle dile gelir; “Engels'e göre, «Hegel'in dediği gibi, bu ulus kalıntı­ları tarihin akışı tarafından insafsızca ezilmişlerdir; bu ulu­sal safra, yalnız varlığıyla bile büyük bir tarihî devrim kar­şısında bir tehlike olduğu için, her zaman karşı devrimin bağ­naz temsilcisi olacak, büsbütün yok oluncaya ya da ulusal özelliklerini iyice yitirinceye kadar da öyle kalacaktır.” (Agm) Burada okuyucunun Hegel’in dile getirdiği ve Engels’in onayladığı “tarihsiz uluslar” belirlemesine dikkat çekeceğim. Demir küçükaydın’ın, ısrarla Türk ulusunun tarihsizliğine gönderdiği vurgunun altında bu teorik kaynak yatıyor gibidir. M. Löwy’in makalesindeki verilere dayandığı söylenebilir. Bu kurguların, bir adım ötesi ise, Kürtlerin de “ Tarihsiz uluslar” kategorisinde sayılması vardır. Ancak bunu Kürdistan durağını terk ettiği an yapacaktır. Bunu daha iyi anlamak için, Troçki’nin ulusal sorun algılayışına kısaca aynı makaledeki kaynaklardan değinelim.

Michael Löwy, “Tarihsiz ulusar” söylemini, makalesinde eleştirmektedir. Ancak çözümlediği örneklerden, Troçki’nin önermesini olumlamaktadır. Bu olumlama, gerçekte “tarihsiz uluslar” önermesine karşı bir görüş değildir, tersine son tahlilde aynı anlayışın, aynı madalyonun diğer yüzüdür. O da, ulusların kaderlerini tayin hakkının, bir kültürel, bir psikolojik haktan öteye geçmemesi gerektiği noktasına takılı kalmasıyla belirmektedir.

Troçki, Lenin’in “eklektik” diye tanımladığı ulusal soruna yaklaşımı, M. Löwy’nin makalesinde şöyle yer bulur; “Troçki…yöntemsel açıdan, ekonomizmi reddeder gibiydi: evet, Marksistler ekonomik alanın genişleyebileceği kadar genişlemesinden yanaydılar, ama işçi hareketini böl­mek, dağıtmak ve zayıflatmak pahasına değil. İşçi hareketi­nin «çağdaş toplumun en önemli üretici gücü» olduğunu söy­lerken Troçki'nin ne demek istediği biraz karışıktı; ama yap­tığı şey, politik ölçütün ezici önemini doğrulamaktı. Gelgelelim, her iki yazısının sonunda da üretici güçlerin genişlemesine engel olan ulus-devleti yıkmak için, «ekonomik ge­lişmeyi merkezîleştirme gerekleri» ne döner. Bu «gerekler» Troçki'nin aynı ölçüde tanıdığı «ulusların kaderlerini belirle­me hakkı» ile nasıl bağdaşacaktı? Troçki bu ikilemden onu gerisin geri ekonomizme götüren bir teorik perende ile kur­tulmuştur: «devlet temelde ekonomik bir örgüttür ve eko­nomik gelişmenin gereklerine uymak zorundadır.» Böylece ekonomiyle ilişkisini kesen ve devletin eski sınırlarından kur­tulan ulus, «kültürel gelişme» alanında kaderini belirleme hakkını elde ederken, ulus-devlet «Avrupa Birleşik Devletler Cumhuriyetleri» içinde eriyecektir.” (Agm)

Yani, “gerçek anlamda bir ulus, gelecekte ancak «kültürel, ideolojik ve psikolojik bir olgu» olarak yaşayabilecekti” (Agm). Böylece ulus olgusunun tarihsel gerçekliği, kendi doğal gelişimi ve ihtiyaçlarıyla kavranan bir olgu olma yerine öznel çabaların “devrimci” dinamikleriyle, bir an önce bir biçimde (Birleşik Avrupa devletler cumhuriyeti, içinde de olabilir, tüm ulusal sınırların yok olduğu dünya devrimi sürecinde de olabilir) öznel girişimlerle tasfiyesi gereken bir olgu haline gelir. Bu yaklaşım, Hegelci, tarihsiz ulus belirlemesiyle, tam bir kesişme içindedir.

Küçükaydın, makalesinde, Türk ulusu tarihinin olmaması, kimi öznel çıkar ilişkisinin ürünü olduğu yönündeki ısrarlı vurgusunun varmak istediği yer, bu ulusçu eğilimin doğuşundan itibaren karşı-devrimci olduğunu göstermektir. Bu yaklaşımın tarihin her kesitinde doğru olmadığını ispatlamaya hiç gerek yoktur. Osmanlıdan çıkıp geldiği haliyle cumhuriyeti kuran Türk ulusunun tutumunun karşı-devrimci görmek pek olası değildir. Ancak konu bu değildir. Konu ulus olgusuna yaklaşımdır. Bir kez, genelleme içinde ulus olgusuna böylesi bir toptancı yaklaşım, kaçınılmaz olarak, her türden ulusal özgürlükçü mücadeleyi ve onun bu gün içinde geçerli devlet kurma hakkını yadsımaya kadar gider ki, Troçkist tezin esası budur. Bu da, Hegelci “tarihsiz uluslar” söyleminin genelleştirilmiş haliyle, tam bu noktada kesişir. Özgün koşullarda söylenmiş, tarih tarafından da doğrulanmamış bir söylemin, genetik uzantılarının bu gün için kullanılır olması ne kadar ciddidir, okuyucunun kararına bırakılacak bir konudur.

Benim okumalarım tehlikenin de burada başladığına işaret etmektedir. Çok demokrat, çok genel kapsayıcı, hatta enternasyonalist görünme adı altında, halkların, ezilen ulusların var olma hakları ve kaderlerini tayin hakkını, ütopik vaatler, kullanma tarihi bitmiş önermeler uğruna tıkamaktır, yolunu bir biçimde kesmektir. Tanımlamalarda sık sık işlenen hatalar, ulus gibi tarihsel bir kategoriyi, öznel kurgularla yapılandırıla bilir bir konuma indirger. Böyle olunca da, ulusu var eden olarak görülen özneye, onu bir hamlede de ortadan kaldırma gücün de verilmiş olur. Yani, “Türk ulusu, Alman emperyalistlerinin çıkarları için oluşturduğu suni bir olgu” ise, bir başka çıkar çevresi yada öznel müdahale bu olguyu yok edebilir de. Bu saçma yaklaşımın ulus olgusunun tarihsel gerçekliğini kavramadığını burada ayrıca tartışmaya bile gerek yoktur. Bu nedenle tekrarla, Türk ulusunun varlığını öznel bir zemine oturtmak, ciddiye alınacak bir iddia değildir diyorum.

Sonuç:

Sonuç olarak, diyebilirim ki, ezen ulus gerçekliği doğru kavranmaksızın, ezilen ulus gerçekliğini, haklarını, özgürlüğünü ve bu uğurdaki mücadeleyi doğru kavramanın olanağı yoktur. Bu yaklaşım hakkıyla yapılmazsa, ezilen ulus haklarına samimi bir yaklaşım yapmak olanaksızdır. Bunun için Türklüğün varlığını, tarihteki yerini ve köklerini tanımlarken, bilimsel olmak gerek, tepkici, duygusal davranışların, sağlıklı sonuçlara alınamaz. Türkçülükle ve bunun milliyetçilik, ulusalcılık olarak tanımlanan figürleriyle, başarılı bir mücadele için bu zorunludur. Ezilen ulusların haklarını kazanmanın yolu da buradan geçer. Ülkemizde, Arap ulusal kimlik davasının mücadelesini verme iddiasında olan bu satırların yazarı, bu ilkelere sadakatle bağlı olma ısrarında, Küçükaydın’ın, “Türklük Nedir” makalesini eleştirme gereği duymuştur.

Şimdilik, Demir Küçükaydın, “maksadını aşan, ya da bulunduğu Kürdistan durağının özgünlüğü sonucu olarak aceleye gelmiş bir yorum” yapmıştır demekle yetineceğim. Bu acelecilik, makalesini bir aydın makalesi olmaktan çıkarmış, farklı yönlere götürmüştür. Ama inancım odur ki, Kürt siyasetinin uzmanları olarak özgürlük mücadelesini idare edenler, bu geçici yol arkadaşlarının kurgularıyla oyalanmayacak kadar işlerini iyi biliyorlardır. Doğu Perinçek, Yalçın Küçük gibiler, hangi nedenlerle gelip gittilerse, aynı içsel amaçları taşıyanların da, gitmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu örnek, Demir Küçükaydın’ı da kapsıyor diye verilmemiştir. Bu satırlardan, düşüncelerimi bu ölçekte dile getirmekle yetiniyorum.

Osmanlı Aklı
ve
1877 Meclis-i Mebusan-ı





Bedreddin Mahir

Bedreddin.mahir@gmail.com

17 Ağustos 2007


Tarihçi İlber Ortaylı, “Osmanlı bu gün devam ediyor. Tarihte süreklilik vardır, bu unutulmamalı. Ne kadar kırsan da devam eder.” (Tarihin sınırlarına yolculuk, s:118). Bu görüşe araştırmacı yazar, Emre Kongar’da “Türkiye cumhuriyeti, altı yüz yıllık Osmanlı imparatorluğunun bir ürünü olarak düşünülebilir. Atatürk (1881-1938) tarafından eski düzene karşı bir tepki olarak kurulan Cumhuriyet, yaklaşık yüz yıl sonra bile, imparatorluğun kimi niteliklerini yapısında taşımaktadır” der (21.yüzyılda Türkiye, s;49). Bu tespitler yerinde ve doğrudur. Tarihin içinden çıkıp geldiği haliyle Osmanlı, Kurumsal olduğu kadar akıl olarak da içimizdedir.

Bu makalemde Osmanlının kurumsal, yapısal ve dil olarak aramızda ne kadar yaşadığı konusuna değinmeyeceğim. “Osmanlıca ve Alfabe” başlığını taşıyan makalemde buna nispeten değindim. Bundan sonra da değinmeye devam edeceğim. Ancak, bu makalede kısaca Osmanlı Aklı’nın içimizdeki yaşamından bir kesit vermekle yetineceğim. Bunun için geçmişten ve bu günden vereceğim iki anekdotla, 1877 Osmanlı parlamentosunda dile gelen Osmanlı aklının bu gün de nasıl kendini gösterdiğine tartışmaya açacağım.

Yıllar önce uzun uzadıya yazdığım “Osmanlı Aklı” broşürümde yaptığım aktarmalar bu günkü konum için bilgi verici niteliktedir.

Konu örnekleri;


Birincisi; Özellikle Fatih’le birlikte başlayan kardeş katli ve yüksek bürokratların fiziki tasfiyesi süreci, Osmanlının devlet içi kadro sorunlarında ve hakim ailenin imparatorluk egemenliğindeki sorunlarını çözümde temel bir yöntem olarak hakimiyetini belirteceğim. Bu aynı zamanda iç karışıklıklarda karşıt boyların, aşiretlerin tasfiyesine uzandığının hikayelerini hatırlatacağım. Bu amansız sürecin çarpıcı bir olayında, Osmanlı aklının küçük çocukların katlinde bile “tüm düşmanlarımız geçmişte çocuktu, büyüdüler ve bize düşman oldular” ilkesinin bir doğrama atölyesi olarak çalıştığı görülür. Tarih boyunca “Katli vaciptir” söylemi, Osmanlı tuğrası gibi, farklılıklar arası ilişkinin temelini oluşturmuştur.

Dönem celali isyanları dönemidir. On binlerce insanı öldürüp kuyulara doldurmasından dolayı Kuyucu lakabını kazanmış Murad Paşa, celali isyanlarını bastırmakla görevlendirilir. Kuyucu, “Haftada bir hatim indiren, Nakşibendi tarikat şeyhlerinin dizinden ayrılmayan, elinde tespihi düşmeyen, beş vakit namazını kaçırmayan, Allah korkusu olan bir adamdı” (Ragıp Şevki Yeşim, Hayat tarih mecmuası yıl 1967, sayı 4, s:19) Böylesi bir Osmanlı Paşası, esirler dahil düşman gördüğü her insanın kafasını keserek, kesik başlardan duvarlar örmekle de ünlüdür. Ancak Yeniçerileri cellatlarının dahi, esir yığınları içinde bir çocuğun kafasını kesmekte gösterdikleri çekinceye karşı tepkisini, çocuğu tutup silkeleyerek bir çukurun eşiğine getirir “Çukurun başına gelince, Paşa çocuğu kuvvetle silkeledi yere yıktı, sonra yavrunun başını şiddetle burdu, sıktı, bedbaht çocuğun kısa süren çırpınmasına dizini dayayarak mani olduktan sonra, küçük cesedini kaldırıp çukura attı.” Olayı şiddetle izleyenlere, son söz olarak, “tüm düşmanlarımız geçmişte çocuktu, büyüdüler ve bize düşman oldular” diyerek çadırına çekildiği belirtilir. (Adı geçen mecmua, s:20)

Bu aktarımın gerçekliği ve ortaçağ dönemindeki yerini uzun uzadıya tartışmak mümkün. Ancak Osmanlı aklı, tüm süreci boyunca bu tür işlevleriyle anılan bir akıl olarak var olduğu tartışma götürmez tarihi bir gerçektir. Hatırlatmak içinde, “ 1606’da sultan I.Ahmed (1603-1617), Sadrazam Derviş Paşa’yı çadır ipi ile boğdurup kımıldadığını görünce de kendi hançeriyle başını kopardıktan sonra Kuyucu Murad Paşa’ya mührü verdi(ğini)” (Agm, s:19) belirtmekle yetineceğim.

İkincisi; Burada kanlı bir şeylerden bahsetmeyeceğim. Bilimden söz edeceğim. Aktaran ünlü milliyetçi bilim adamı Taha Akyol.

Taha Akyol, Osmanlının kanlı tarihini de iyi bilenlerdendir. Bunun ötesinde sosyolog olmasının verdiği çözümlemelerle de, köşe yazıları, birçokları gibi, bu satırların yazarı tarafından da önemle izlemektedir. Taha Akyol’un, Osmanlı değerlendirmelerinin satır aralarından sızan, ama bir dönemi açıklaması açısından çok önemli bir cümlesi vardır. O da, “hiç kargaşalı göçebe ve durgun köylü toplumundan bilim çıkmamıştır” (Taha Akyol, Bilim ve yanılgı, Milliyet Yayınları 2. baskı, s: 29)

Akyol, bu aklı iyi tanımlamak için de, hiç çekinmeden, Adnan Adıvar gibi derin bir solcunun Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitapevi. İstanbul, 1991, sf: 201-202 kitabından şu aktarmayı yaparak, Osmanlı aklının ilimle ilgisine açık bir gönderme yapmıştır. “III. Mustafa(1754-1757), döneminde yapılması istenen asker ıslahatlar için Baron de Tott’dan bir mühendislik okulu açması istenmiştir. Osmanlı bilginleri kendilerinin yetersiz görülmesi ve yabancı birinin görevlendirilmesine içerlenerek itiraz etmişler. Padişahta Barondan en seçkin bilginleri imtihan etmesini istemiş. Baron; “Bu imtihandan, kısaca bir üçgenin üç açısının toplamının ne olduğunu sordum; içlerinden en cesuru bana ‘Üçgenine göre’ cevabını verince, imtihanı daha fazla uzatmaya hacet kalmadığı anlaşıldı…” (Taha Akyol, Age. s:22)

Benimde bunlara bir şey eklememe gerek kalmadı.

Amma Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Hallaçoğlu’nun, Osmanlı aklının içimizde hala yaşadığına ve yaşamaya devam edeceğine dair sunduğu tespit okuyucunun ilgisine sunulacak kadar dikkat çekicidir. Hallaçoğlu buyurur ki, “Osmanlının 600 yıllık ayakta kalabilme başarısını kardeş katline borçludur, yoksa Osmanlının mülkü kardeşler arasında pay edilerek kısa sürede parçalanırdı” (29 Ocak 1999, atv, Siyaset Meydanı programı)

Bir büyük kurumun başındaki kişinin, “bilimsel” (!) çözümlemesi ancak bu kadar olur. Bu yaklaşım 5 milyon Km kareden geriye kalan toprağın gerekçesini nasıl açıklar, anlaşılır gibi değil. Başka milletlerin topraklarının zor ve zorbalıkla ele geçirilmesi karşısında, süren kararlı direnme ve özgür olma iradesinin rolü bu kanlı söylemde nasıl yer bulur, hiç belli değildir.

Buna en iyi cevabı Atatürk’ün vereceği çoğu kimsenin aklına gelmez ama ben aktarayım. 7 Şubat 1923, Balıkesir Zağnos Paşa camiinde verdiği “İlk ve son hutbesinde”, “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar, sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin arkasında serserilik etmiş ve kendi anayurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir” (Aktaran, Cemal Kutay, Türkçe İbadet, Show kitap, 7. baskı, s:154)


Üçüncüsü; I.Meşrutiyet, 23 Aralık 1876 da ilan edildi. Dönem Meşrutiyet dönem.Meclis-i Meb’usan 19 martta 1877’de açıldı. Osmanlının tarumar olmaya başladığı bir dönem. Kafkas cephesi, tuna cephesi, 93 harbi, ardı ardına gelen hezimetler ve Balkanlarda coğrafyanın derinden değişimi. Ama o akıl olduğu gibi, Osmanlı Aklı olarak devam ediyordu.

Mutlakıyet ısrarı, çöküşün derin ve sarsıcı etkilerine rağmen, Osmanlı Aklı için özgürlük diye bir şeyi tanımamaya devamda tecelli ediyordu. O gün, Osmanlı mozaiği içinde Araplar dil özgürlüğü istiyorlar. Kendi ana dilleriyle Osmanlı parlamentosunda kendilerini ifade etmek istiyorlar ama o akıl, bütün yıkımlarına rağmen özgürlüğe yabancıydı ve keskin bir dille reddediyordu. Uluslar özgürlüklerini bir kırılmanın dayatmasıyla elde edebiliyorlardı. Özgürlük, bir kurtuluş savaşıyla Osmanlıya dayatıldıkça sonucu alınan bir özlem, bir ihtiyaç haline geliyordu. O akıl bunu hiç kavramaya yanaşmıyordu.

1877 meclisi açıldığında Arapların dil özgürlüğü konusunda mütevazı talepleri ilk yankılanan talepler arasındaydı. Ortak bir meclis, halkın iradesiyle seçilmiş temsilciler, devlet resmi dili egemen etnik dil, istenen ana dille konuşma hakkı, Mecliste anadil dışında bir dil dayatmasının olmaması. Ama O akıl, buna olanak tanımıyor.

Hikayeyi, tarihçimiz İlber Ortaylı’dan kısaca aktaralım, “Arap dilinin (Arapçanın, bn.) yönetimde ve siyasal hayatta kullanılması ve kabulü sorunu ilk defa 1877 Martında açılan Osmanlı parlamentosunda (Meclis-i Meb’usan, bn.) gürültülü biçimde ortaya çıktı denilebilir. Kuşkusuz parlamentonun müzakere ve yazışma dili yalnızca Türkçeydi. Ancak mebuslar ‘İntihap kanunu’nu müzakere ederken kanun tasarısında yer alan mebus adaylarının Türkçe bilme zorunluluğu maddesine ön planda ve hatta sadece Arap mebuslar itiraz ettiler. Onlara göre Türkçe bilmek zorunluluğu aranmamalıydı. Meclis reisi Ahmet Vefik Paşa bu itirazları kısaca kendine özgü üslupla cevapladı. ‘Aklınız varsa dört yıla kadar Türkçe öğrenirsiniz” (Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi’inden aktaran İlber Ortaylı, Osmanlı Barışı, Timaş yayınevi, 3. baskı, s;174)



Yorum;

130 yıl sonra, Osmanlı aramızda yaşamaya devam ediyor. Bir yandan seçim meydanlarında il il, ilçe ilçe dolaşarak elinde idam urganıyla, “asmak için ip bulamıyorlarsa işte ip” diye çığırından çıkan bir vahşetle, popülizm yapanlar, yakın dönemde, “ asmayıp ta besleyeli mi” diyenlerin ve bunların tarih içindeki genetik akıl köklerinin, Kuyucu Murat Paşalara kadar uzanan zuhuru aynı çizgide devam ettiği görülmektedir. Osmanlı aklıdır bu. İçlerinde olan, devamı oldukları akıldır bu.

Ama bilinmeli ki, artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Önceki yazılarımda da belirttim, bir kez Suçlukludan, Osmanlıya oradan Cumhuriyete kadar, günümüze dek, uzanan baskıcı tek boyutlu siyasal sistem kırılmıştır. Bu kırılmanın anlaşılması için daha uzun bir süre geçmesi gerekiyor gibidir. Resmi olarak belirginleşmesi için, yerine getirilmesi gereken çok işler var. Ama fiilen kırıldı ve sonuçlarını seçimlerle birlikte gördük. Seçim sonuçlarıyla ilgili yazıda da, hakların ikamesi için yapılacaklar belirlendi.

Kırılmanın ardından ortaya çıkan siyasal tablo, bu bilinçaltının tarihi ezberlerini bozmuştur. Sorunlar, zor ve zorbalıkla çözülebilir olmaktan çıkmıştır. Dün Osmanlıdan ana dili için özgürlük isteyene gösterilen zorbalık, ulusal özgürlükle sonuçlanmıştır. Kardeş katliyle gasp edilmiş toprakların korunabileceğini sananlar, Büyük Kurumların başında olabilirler ama, ne ulusların özgürlüklerini, ne de topraklarının özgürlüklerini önleyebilirler. Osmanlının kardeş katli, gerekli koşullar oluşunca hangi toprak parçasını koruyabildi ki. Kardeş katlinden kala kala Cem Sultan’ın acıklı hikayesi kaldı.

Bu akıl, özgürlükler karşısında içimizde olmaya devam ettikçe, özgürlüklerin sınırı daha da çok genişleyecektir.

Bu gün sorun, temelde Kürt sorunudur. Kürt ulusunun özgürlük sorunudur. Diğer etnik toplulukların sorunu olduğu kadar. 130 yıl sonra açılan 2007 meclisinde, talepler nitelikçe aynıdır, karşı duranların aklıda aynı. Bu karşıtlık böyle devam ederse, uyarım o ki, özgürlük dün olduğu gibi bu günde ezilen ulus ve ulusal topluluklar için dil sınırında kalmayacak kadar, geniş bir yelpazede olacaktır.

Aklı başında olanlar, dönsün 130 yıl önce, hangi siyasal konjonktürden geçilmiş onu okusun, tarih bilgilerini tazelesin ve bu günle karşılaştırsın. Görecekler ki, koşullar çok benziyor, taleplerde. Sonuçların farklı olması ise, O akıla karşı, bir kırma hareketinin yükseltilmesiyle mümkündür. Yeni meclisin ya da başkanının, “Aklınız varsa dört yıla kadar Kürtçe konuşmayı öğrenin” deme basireti gösterip gösteremeyeceği, sonucun değişip değişmeyeceğini de gösterecektir.


Son söz;

Osmanlıcılığın kendini yeniden gösterdiği bir süreçteyiz. İdeolojilerin çökmesi, biline gelen siyasi-ekonomik medreselerin iflası, var olan bir biçimde ayakta kalan eski dayanaklara yaslanmayı getirdi. Dindir bu. Dine yönelen yoğun isteğin kaynaklarından biri de, böylesi boşluklarda oluştu. Hiçbir ciddi toplumsal siyasal ekonomik kültürel hukuki çağdaş önerisi olmayan din sustukça, boşluğu dolduracak tek alternatif olarak belirdi. Gerçek bu değildir. Ancak konjonktür bun sonuca geçit verdi. Osmanlı harabelerinin sanal yükselişi de böyle başladı. Osmanlının çimentosu dindir hatırlatması yapıldı. Oysa Osmanlının tarih içinde kaç tür çimentosu vardı, saymakla bitmez.

Ulusalcı-milliyetçi sığlıklardan daha çok AKP, bu hattı temsil eder gibidir. Kürtleri diğer etnik yapıları kapsamanın aracı olarak din elinden gelini ardına koymadan kendini pazarlamaktadır.

AKP’de kendini ifade eden İslami yükselişin çağrıştırdığı, Osmanlılık gibi farklı etnik yapıların İslam dini çimentosuyla ancak tutunabileceği yönündeki olumlayıcı yaklaşımların mumu yatsıya kadardır. Bunlara sözüm, tarihten ders alınacaksa, işte ders burada durmaktadır. 130 yıl önceki durumu görün ve aynı hataya düşmeyin. Aradığınız çimento özgürlük ve demokrasi damarlarının asil kanında mevcuttur, başka yerde değil.

Satırlarımı sonlarken, burada geçen sıkıcı örneklemeler ve kanlı davranışların tek sorumlusunun egemen güçler olduğunun bilinmesini isterim. Hiçbir zaman bir egemen etnik yapının ya da ezen ulusun, toptancı yöntemle suçlanamayacağını ısrarla belirtirim. Türk ulusu bu açıdan münezzehtir. Her ulus gibi Türk ulus da, egemenlerinin açtığı yaraları saracak aydın kuşaklar yaratmaya muktedirdir. Bu gibi olumsuz örneklerin ağır töhmetinden, kendi tutum ve duruşlarıyla kurtulacağına inancım tamdır. O zaman, özgürlük ve demokrasi herkes için, bir barış coğrafyasında ikame edilmiş olacaktır.

Hiç yorum yok: