HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

3 Nisan 2008 Perşembe

ORDU ve ÜLKÜ



Ordu ve Ülkü

“Politikanın hoyrat biçimi olan savaşı önlemenin en doğru yolu bizzat politikanın anlamını ve yönünü değiştirmektir” C.V. Clausewitz

Osmanlı’nın genlerinden doğan TC. ordusu üzerinde yükseldiği toprakların değerlerini taşımamaktadır. Tek boyutlu bir etnik yaklaşım içindedir. Ülkemizin farklılıklarını içselleştirmemiştir. Karar yetkisinde ülkemizin renklerine yer verilmemiştir.
‘Hasta adam’ sağlığına kavuştuğu ölçüler içinde ve midesinin hazmedeceği oranda genetik olarak nükseden ilhaklarına Hatay’ı alarak devam etmekte bir sakınca görmemiştir. . Osmanlı mantığı, cumhuriyetin ruhunda devam eden bir virüs olarak kendini her fırsatta gösterdi. TC’nin üzerinde kurulduğu Misak-i Milli toprakları tek bir milletin toprağı değildi. Bir etnik dokunun anavatanı değildir. Başka ulusal gerçekliklerin de ortak olduğu bir topraktır. Bu devletin bu gerçekler üzerine bindirilen Ordusu, bu anlamıyla ‘Anavatansız bir ordudur”. Misak-ı Milli ülküsü de aynı anlamda bir vehimden ibarettir. Böylesi ülküsüz bir ülkü üzerine kurulu ordunun, değil sınır ötesi operasyona ya da savaşa girişmesi, bir mahalle kavgasından başarılı çıkması düşünülemez.
Bedreddin mahir


Bedreddin.mahir@gmail.com

1 Kasım 2007

Ordular ve Ülküler
Tüm ordular, bir imparatorluğun, bir ulusun, bir ülkenin tarih içindeki yaşam seremonisinin özeti bilinçaltı gibidir. Ordunun ülküsü varlığının temeli olduğu kadar gücüdür de. Bu ülkünün gerçekliği, derinliği, o ordunun gerçekliği, başarısı ve insicamının temel kaynağıdır. Gerçekçi stratejik bilinç taşıyan bir ordu bunu, gerçekçi kaynaklardan alarak beslenir. Her siyasal yapılanma, her devlet, her ne çağda olursa olsun ordu kurabilir. Bu ordu çok güçlü de görülebilir. Ancak stratejik bilinci, ülküsü gerçekçi unsurlarca oluşmamışsa, bir vehim ise, bileşkesinin tecanüsü geçici ve sahte ise, o ordunun elindeki güç yeryüzünün en büyük gücü de olsa, ilk ciddi çatışmada kendini gösterecek ve başarısızlığıyla dağılıp gidecektir.

Orduların stratejik bilincini, ülküsünü oluşturan etmenlerin içinde binlerce unsur bulunur. Bu tarihsel stratejik bilinç yüzyılları devşire devşire ilerler. İstikrarlıdır; kökleri büyük oranda toprağa ve o toprakları yaşama ilk kez açmış ve yeniden açmaya devam etmiş yerli halklara, onların sosyal ilişki araçları arasındaki en önemeli unsuru ise anadile dayalıdır. Orduların stratejik bilincini tarih serüveni içinde daha ileri süreçleri taşıyacak gerçekçi yapı budur. Diğer unsurlar ise birer teferruat olarak kalır.
Teferruattan teferruata da fark vardır elbette. Mali gücün oynadığı rol gibi. Orduların tarihinde mali güçle ilgili yapılan çözümlemeler de haklıdır.
İspanyol kaptanların dediği gibi ‘Zafer, en son escudo kimdeyse ondadır” ya da Napolyon’a atfedilen ‘ordular midesi üzerinde yürür’ tabirinde anlam bulan mali gücün önemi gibidir; ve haklı olarak, “Tarihte, yokluk ve düzensizliğin mahvettiği orduların sayısı düşmanlarca mahvedilenlerden çok fazladır” denebilir. (Paul Kennedy, Büyük güçlerin Yükselişi ve Çöküşleri s:85. Türkiye İş Bankası kültür yayınları, 2. baskı) Ancak yeryüzünün hiçbir mali kaynağı, belli bir ideal, kanaat, amaç, etrafında stratejik bir bilinç taşımamış bir orduyu kalıcı bir zafere götüremez. Bu durumda, -varsa- savaş meydanlarında kazanılmış bir zafer o da büyük bir hezimetin ilk günü sayılacaktır.

Bu ilke ister ilkel çağların köleci imparatorluklarında, ister feodal çağların sınırsız din savaşlarında, ister ulus oluşumu ve sonrası ordularda olsun, ülküsüz bir ordu, ülküsü gerçekçi olmayan bir ordu hiçbir mali olanağı ayakta tutamaz. Mali olanakta orduların gücü ve kararlılığıyla ilgili çok önemli bir unsur olsa da teferruat sınıfından bir malzeme olarak görülmelidir.
Ordulara güç veren etmenler teferruatlar değildir. Hiç bir maddi kaynak, silah, teknoloji, lojistik güç, büyük eğitimlerden geçmek, sayıca üstün olmak, güç için yeterli değildir. Gücün kaynağı ve ana zemini, doğru siyasettir. Savaş, siyasetin başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Bu savaşı yürütecek olan ordu da, doğru bir siyasi temel üzerinde kurumlaşmamış ve doğru siyasi bir hedef üzerine yola çıkmamışsa, diğer tüm etmenler bir teferruat olarak kalmaya mahkumdur. Orduların kuruluş amaçları, ilkeleri, stratejileri yani ülküleri, toprağına bağlılıktan ve o toprağı ilk kez yaşama açmış ve açmaya devam eden halktan almamış ve o halkın ideallerini bütünsel olarak temsil etmiyorsa, en küçük bir sorunda tıkanıp kalmaya, sonuçta da çözülmeye mahkumdur. Savaşta ve barışta orduları güçlü ya da güçsüz kılan bu etmenlerdir. Ülküsü, kendi insan kaynaklarına ve bileşkelerine sağlıklı olarak dayalı olan ordular, söz konusu toplulukların, yaşadığı toprakları ve güvenliğini sağlamada çok daha etkendir. Bu ordular girdiği haklı her savaşı kazanırlar. Ve aynı zamanda bu stratejik bilinç, orduların ana yönelimini belirler; amaçlar, yapılanma, kısa ve uzun hedefleri belirler. Gerisi teferruat kalır, ne kadar önem taşısalar da!?
Bu açıdan her ordu, kuruluşundan itibaren, her yeniden yapılanmasında üzerinde önemle durulan değerleri vardır. Bu değerler, genellikle tarihsel kararlılığı olan verilerdir: Topraktır, ülkedir ve mütecanis olan ortak bir tarihi serüvenden çıkıp gelmiş, ortak acı ve iyi gün yaşamış bir biçim altında toplumsal olarak örgütlenmiş halktır, ulustur. Tarihin her döneminde Ordular bu bilinçle kendi doğrultularını belirlerler. Roma ordusu, Bizans ordusu, İngiliz, Fransız ordusu ve tüm dünya ordularının durumu budur.
Ancak kimi ordular vardır ki, tarihsel bilinçleri, ülküleri, inançları oldukça yapaydır!.. Verileri sahtedir. Gerçekleri yansıtmakta yetersizdirler ya da doğrulardan çok arzu edilen dar çıkarların ifadesidir. Yani teferruatlar üzerinde kurgulanmış ve kurumsallaştırılmıştır. Bu tür ordular, ilk büyük kapışmada, ilk büyük krizde, ilk sarsıntıda çözülüp gitme durumunda kalacaktır.
Stratejik bilinç, gerçeklere dayanmalıdır, kökleri olmalıdır. Ordular bu bilincin gerçekliğini toprağa bağlı halkın kesintisiz ve iradevi, gönüllü desteğiyle hissederek kendi gücüne ve ülküsüne inanma ve onunla tutarlı olma durumunda olmalıdır. Bu ister ilkel devletlerin orduları, ister feodal imparatorlukların isterse çağdaş ulusal devlet orduları ya da ülkeleri açısından bir ortak bölen olarak belirmektedir.
Feodal çağlardan kapitalist çağlara, modern ulusların oluşumuna yöneldikçe parçalanıp giden imparatorluk ordularının ya da ulus adı altında örgütlendiği sanılan zoraki birleşmelerle ortaya çıkmış çok uluslu devlet ordularının parçalanmasında bu etken temel rol oynamıştır. Stratejik bilinç, kararlılık oluşmamıştır. Geçici bir döneme ait kalmıştır ve dönem değişince de anlamı ve işlevi yok olmuştur. Roma ordularının stratejik bilinci, inancı ve ülküsü, Roma’yı ve sömürgelerini korumaktı; ancak orada kalınmayıp tüm dünyaya yayılmaya başlanınca gerçeklerinden koptukça, ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir. Bizans’ta öyle olmuştur. Ülküsünün gerçekliğinde ayakları yere basmasından çıkıp, Tüm dünyaya yayılmaya başlayınca gerçeklerinden kopmuş ve ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir.
Kimi ordular ülküsüzdür, sür git talan ve ileri doğru önüne gelen milletleri ve servetlerini gasp üzerine kurulmuştur. Böylesi orduların stratejik bilinci, fütuhatlar üzerine kurgulanmıştır. Fütuhatta başarı varsa bu ordular da vardır, tıkandığı yerde ise çözülme başlar. İlk büyük tıkanışta, ilk büyük yenilgide gerisin geriye giderek dağılır. Çünkü ne hükmü altına aldığı toprağın gerçek sahibi olan bir halk kitlesinin amaç ve çıkarları üzerinde yükselmiştir ne de bunun doğal sonucu ilgili halkı korumak için bir stratejik bilince sahiptir. Anavatansızdır, sürekli bir başkenti yoktur, vardığı yerde ikinci bir talan seferi için konaklamıştır. Bu tür ordular arasında bilenen ve bizi ilgilendiren en önemli örnek Osmanlı ordularıdır.


Osmanlı ve Ordusu

Osmanlı imparatorluğu, bütünsel yapısıyla, mülkiyet ilişkisi, vergi sistem, medenileşme perspektifi itibariyle de ordusunun bir ülküsü yoktu. Savunacağı ve kararlıca tutunmak durumunda olduğu ne bir anavatan ne bir etnik bileşkesi belli bir kararlığa sahip yerleşik bir halkın ideallerini temsil ediyordu. Aynı çağları paylaştığı diğer imparatorlukların, medenileşme trendleri, mülkiyet ilişkileri yeni bir uygarlığa geçit verecek özellikleri karşısında hiçbir kararlı yerleşim verisine sahip olmayan Osmanlı, orduları açısından da bu istikrarsızlığı gösteriyordu. Nitekim I. Viyana kuşatması (27 Eylül 1529) ve orta Avrupa’nın “Akıncı talanlarıyla alt üst edilmesi” Osmanlının, Kanuni döneminde doruğunun arifelerine kadar taşınmasıydı. Ama bu büyük tıkanmanın da başlangıcı gibiydi. Aynı yüzyılın sonlarında Osmanlı artık fütuhat için hantal bir genişleme içinde, iç sorunlarını denetlemek gibi gerçeklerle yüz yüze kalmıştı. Fütuhat ve sonuçları hükmü altındaki toprakları denetlemekte yetersiz kalan Osmanlı orduları da tıkanmıştı. Bu dönemin sonu II. Viyana kuşatmasıyla (14 Temmuz 1683) belirginlik kazanmıştır. II. Kuşatma fethedilenin yeniden fethedilmesi gibi, boşlukları kapatacak cinsten bir adım değildi. Buradan geriye dönülüp bakılınca Osmanlı Ordusunun, ne bir anavatan ne de o vatanın yerli halkının korunması adına giriştiği hiçbir kararlı stratejik bilinç taşıyan bir ülkü sahibi olmadığı kolayca görülür.
Amaçları kendilerine ait olmayan toprakları ve milletleri askeri baskı ile hükmü altına alıp servetlerini talan etme hedef ve duygusu dışında hiçbir kalıcı perspektifi olmayan bir ordu, gerçekte ‘ölümcül bir virüsle yaşamaktadır’ demek yanlış olmayacaktır. Böylesine bilinçsiz bilinç kuşatması içinde olan bir ordunun anavatan ya da belli bir toprak ya da belli bir etnik topluluğa aidiyet duyması, onun gerçekçi çıkarlarını ve umutlarını temsil etmesi diye bir şey olamaz.. Ülküsüz her ordu kimliksizdir. Binlerce yıl hüküm sürse de, durumu budur.
Osmanlı ordusu, belki tarihin bu kesitinden bakınca daha iyi anlaşılan bir tespitle, denebilir ki, kimliksiz ordudur. Aynı imparatorluğun dört başkent değiştiren seremonisinde, ordusunun da kimliksiz olması doğaldır. Söğüt’ten Bursa’ya, Edirne’den İstanbul’a giden süreç, ülkü birliği oluşturmamış bir ülke üzerinde kurulu tek boyutlu anti demokratik devlet hükmü altında, Ankara yerine yeni bir başkente taşınmak, ülkü birliği olmayan bir ordunun maceracı girişimlerin sonucunda tehlikeler yaşaması mümkündür.
Osmanlı sürecinde, var olanı korumak ve yeniden fethetmek gibi sonuçsuz bir kaos içinde Mondoros Mütarekesi’ne(30 Ekim 1918) gelinir. Uzun bir dönem gibidir. Ancak bu çözülme ile Sevr anlaşmasına kadar gelip dayanması konusunda anlatılması gereken ‘önemli’ nedenler vardır. Sevr Anlaşması’nı (10 Mayıs 1920) Türk ulusunun bilincinde bugüne kadar önemli bir kompleks haline getiren de, Orduların ülküleriyle ilgili konumuzun tam merkezinde yer almaktadır. Sevr ile Lozan anlaşması (24 Temmuz 1923) arasındaki fark, Türk ulusunu resmi tarih yazıcılarının abartmasına rağmen nitelik olmaktan çok nicelik olarak belirlemek gerek. 5 milyon kilometre kareyi denetleyen bir Osmanlı’dan geriye bu ölçekte küçülen bir toprak parçasının birkaç bin kilometre karelik farklılıklar taşıyan iki anlaşma arasındaki olayı, böylesine abartmanın ciddi hiçbir gerçekçi yanı yoktur. Sonuç gerçek bir anavatan ve üzerinde yaşayan gerçek bir yerli halkın olup olmamasıdır. İmparatorluklar da, devletler de ve onlarını en önemli tahakküm araçları olan ordularda bu temel kaynak üzerinde gerçekçi varoluşlarını tanımlarlar.
Buradan bakınca, Lozan ile Sevr arasında farkın büyük olmadığı görülür. Özellikle bugün ülkemizde yaşamakta olduğumuz ve doğrudan doğruya Lozan sonucu oluşan Misak-i Milli sınırlarının yeniden tartışılır hale geldiği ve bu sınır içindeki dokunun ne ülkü birliği açısından ne de ulus bileşkesi, dokuları açısından bir tecanüs içinde olmadığı gerçeğinin, Kürt ulusal özgürlük hareketinin ortaya çıktığı bir kesitte, tüm çıplaklığıyla belirmiş olması çok daha anlamlıdır. Buna Hatay Davası, ve diğer etnik sorunları da eklediğimiz de, gerçekte I. Dünya savaşının kapanmamış dosyalarının yeniden gündeme geleceğini ve bu temel üzerinde Devlet ve ordunun stratejik bilinç açısından taşıdığı değerlerin tartışma götürür konumlarıyla karşı karşıya kalacağımız açıktır.



Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve konumuz olan ordusu, Osmanlı aklı ve mirası üzerinde ve bunların devamı olarak kurulmuştur. Ancak kuruluşa giden kopuşta, geçmiş ile yeni Türkiye Cumhuriyeti arasındaki farkın kavranması açısından yeni devlet kendini farklı tanımlama ihtiyacı hissetmiştir. Atatürk Osmanlıyı genel olarak değerlendirirken haklı olarak şunları belirtiyor. “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)
Atatürk’ün ortaya koyduğu bu sarih ibare, bir Osmanlı değerlendirmesi olarak çok anlamlıdır. Osmanlı orduları üzerinde yaptığımız belirleme içinde, bir Osmanlı Paşasından gelmiş olması itibariyle de yerine oturmuştur. Bu cümlede geçen “sabanlarına sarılmışlar, varlıklarını korumuşlar” ibaresiyle kendi topraklarında yeril halklar olarak milletlerin varlıklarının nasıl korunacağına önemli bir göndermedir. “bizim milletimiz fetihlerin arkasından serserilik etmiş anayurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir” belirlemesiyle, Osmanlı tarihinin ana eksenini, yayılmacı, talan ve gaspçı özeliklerin belirterek, Ordularının ne türden bir ülküsüzlük içinde olduğu ve yenilmesinin tarihi bir kaçınılmazlık olduğunu vurgulamıştır. Bu anlamıyla yukarda anavatansız ordular tanımlamamız bir abartma sayılamaz.



Türkiye Cumhuriyeti ve Ordusu
Geçmişe yapılan bu göndermeler üzerinde “Türkiye Cumhuriyeti’nin, farklı bir plan üzerinde kurulması tasarlanmıştır”. Bunu anlamının bazı belirgin söylemleri ve zamanlamalarına dikkat çekmek gerek.
Kurtuluş savaşının tüm şiddetiyle sürdüğü bir kesitte (Ekim 1921), Atatürk Fransız diplomat Franklin Bouillon’e, “Mösyö Bouillon, milli yeminimizin özü tam bağımsızlıktır. Yani siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kısacası her hususta bağımsızlık! Türk milleti kanını tam bağımsızlığı sağlamak için akıtıyor” (Nutuk’tan aktaran Age. s,136) ..Diyerek ayrıldığı özel toplantıdan, verdiği talimat gereği, Dışişleri Bakanı olarak Yusuf Kemal Tengirşek, “Evet Mösyö Bouillon, Milli Mücadele toprak için yapılmıyor (abç), Osmanlı topraklarının dörtte üçünü oralardaki halkın iradesine bıraktık. Biz istiklal için mücadele ediyoruz...” sözleriyle devam eder (Y.K Tengirşek’ten aktaran T. Özakman, Şu Çılgın Türkler s,136).( Aynı yöndeki bilgileri, farklı bir kaynaktan, Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım cilt 3. Sayfa 221 de izlemek mümkün).
Cumhuriyetin kuruluş planını en öz ve en kısa özeti işte bu cümlededir, “Milli mücadele toprak için yapılmıyor”. Bu cümle, basit bir diplomasi oyunu için söylenmemiştir. O günün şartlarını içinde, yakın tarih okumalarına sahip herkes, bu cümlenin samimiyetini teslim edecektir. Üreten, talana ve fetihlere bel bağlamayan, başka ülkelerin ve milletlerin emekleriyle ürettikleri değerleri kılıç zoruyla gasp etmeyen, kendi ürettiğiyle yaşayan “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle çağdaş bir cumhuriyet kuruluş planı, tas tamam bu şekilde belirlenmiştir. Ancak bu söylemler, içinden çıkılıp gelinen Osmanlı mirasına galebe çalacak güçte ve derinlikte bir dayanak sahibi değildi. İradeler, tecrübeler, özelikle son Osmanlı paşalarının yaşadıkları travmalar, Orta Doğu’ndan Kuzey Afrika’ya, Balkanlardan Anadolu’ya kadar İmparatorluğun her alanında tanık oldukları gerçekler, Osmanlı diye bir birlikteliğin, bir ülkü birliğiyle mütecanis bir dokunun olmadığını gösteriyordu. Bu noktadan gerisin geriye varılan yerde yapılacak olan şey, elde kalanla yetinip, yeni bir yaşam planıyla tarihte bir varlık olma mücadelesiydi. Bu Türk ulusu için olduğu kadar kurulacak devlet ve ordu içinde geçerliydi.
Ancak veriler geride kalan toprakların da gerçekçi bir anavatan olup olmadığı noktasında tartışma götürür bir yapı arz etmekteydi. Anadolu, kurulacak yeni devletin resmi olarak tek etnik yapılı, tek boyutlu bir ulusala devlet olmasına, ordusunun amaç ve stratejik hedeflerine, ülküsüne uygun değildi.
Buna rağmen söylem ve amaçlarda cumhuriyetin kuruluş planı, ne toprak fethini ne de servet gaspını içeriyordu. Cumhuriyet, Osmanlı’dan arta kalan topraklarda bir millete vatan oluşturmak amacı ve yurtta sulh cihanda sulh ilkesiyle, kendisi için üreten ve başkasından bir talebi olmayan bir ilke üzerine yükseliyordu.
Türk milleti, Osmanlı’dan çıkışta, büyük bir kaçış psikolojisi altında Cumhuriyetini kurma mücadelesi verdi. Bu mücadeleyi yürütenler, geçmişin yapılanması ve sisteminde aktif rol alan kadrolardı; ancak dünya dengesinin farklılaştığı ve varoluşun sürdürülebilir eski dinamiklerinin kalmadığı bir ortamda geçmişten kaçışa, cumhuriyetle sonuçlanacak yeniden yapılanmaya yönelmek durumunda kaldılar. Bu bir ilerlemeydi. İlerlemenin en önemli yanı, Milleti fetihler arkasında sürüklemek yerine, yurt edinilmeye çalışılan topraklarda üretime yönelmeye, kendine yeterliliği, kendi milli emeklerinin ürünü olan sonuçlarla yaşamaya karar kılmaktı. Cumhuriyet bu yanıyla, başka milletlerin topraklarını ve servetlerini fetih ve gasplarla elde tutmaya karşı bir gelişmeydi; bu, kendisine ait olmayan yüklerden bir kurtuluş savaşıydı. Atatürk’ün, Osmanlıya ve onun her türden mirasına karşı, modern ulus örgütlenmesinin gerektirdiği yenilenme ve yeniden yapılanma adımlarını bir devrim girişimi olarak atmış olmasının nedeni budur. Yeni devlet başkalarının toprak ve servetlerini gasp ederek yaşama kolaylığını ve onursuzluğunu reddederek, Cumhuriyet girişimiyle kendi milli emeğinin üretimiyle yaşamayı seçmiştir. Bu yüzden, sahiplerine geçmiş olan Osmanlının topraklarını, hiçbir zaman milli topraklar olarak görmemiştir. Misak-ı Milli toprakları tabiri bir ölçüye kadar bunu, denetim dışı kalan topraklara karşı hiçbir manevi yükümlülüğün kalmadığını ifade ediyordu ( Bu her ne kadar Misak-ı Milli sınırlarının tartışma götürür ulusal sınırlar olduğu gerçeğini ortadan kaldırmasa da!).
Cumhuriyet dönemi ve sonrası sorunlara kaynaklık edecek olan gerçek te, işte tam burada doğmuştur. Zira Cumhuriyet kuruluş perspektifini, kalıcı bir dengeye kavuşturacak olan sonuna kadar ilerletmeyi başaramamıştır; Osmanlı’nın fütuhatı ve gasplarından miras kalan toprakların ve o toprakların gerçek sahipleri olan milletlerin konumu olduğu gibi sürmüştür.
Cumhuriyet korkular ve kaçışlar üzerinde kurulmuştu. Bu korkular gerçek korkulardı. Temeli vardı ve hala devam etmekteydi. Cumhuriyet tek uluslu bir devlet modeli olarak, tarihinin her döneminde çok milletli Anadolu toprakları üzerinde kuruldu. Toplumsal barış böylece doğmadan katlediliyordu. Osmanlı’dan alınan akıl sistemi mirası, cumhuriyeti vatandaşlarına karşı ön yargılı kılmıştı.
‘‘Türkiye Cumhuriyeti kuruluşuyla birlikte, Anadolu’nun tek ulusçu bir yapılanmaya boyun eğemeyeceğini görmüştür. Kürt isyanı bunun tecellisiydi. Henüz Kurtuluş savaşından yeni çıkılmıştı. Emperyalistlerin işgali Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez, Abaza, tatar, Boşnak, Sünni, Alevi.. Kısacası tüm Anadolu birlikte kan dökerken, işgal altında olmayan şehirlerde de mitingler yapılıyordu” (Kurtuluş savaşı Günlüğü, 3. cilt. 148 den aktaran T. Özakman, Şu Çılgın Türkler s:448)

Ortak kan dökülmüştü ama ne anayasal ne de yasal ve kurumsal bir ortaklık oluşmamıştı. Atatürk’ün açık ifadelerle dile getirdiği farklı etnik yapıların özelikle de Kürtlerin haklarına ilişkin hiçbir adım atılmadı. Kürt isyanları (Cemil Çeto, Milli Aşireti isyanları (Mayıs ve sonrası1920), Koçgiri (Mart-Haziran 1921), Şeyh Said,(13 Şubat 1925), Dersim (Ağustos 1938), Genel Kurmay resmi belgelerinde 1924-1938 yılları arasında, 17 Kürt “ayaklanması” olduğu belirtilir) mesnetsiz suçlamalarla, Anadolu’nun gerçeklerine dikkat çeken anlamları görmezden gelindi. Türkiye Cumhuriyeti tek ulus tek millet tek bayrak olarak, konjonktürün de yardımıyla yoluna devam etti. Bu süreçte hasta adam sağlığına kavuştuğu ölçüler ve midesinin hazmedeceği oranda, genetik olarak nükseden ilhaklarına Hatay’ı almakla devam etmekte bir sakınca görmedi. Osmanlı mantığı, cumhuriyetin ruhunda devam eden bir virüs olarak kendini her fırsatta gösterdi.


Ancak yeni devletin kaygı ve korkuları sürdü durdu. Bu kaygıları hafifletmek üzere de, Anadolu’nun, tek uluslu bir anavatan toprağı olduğunun, tarihsel olarak kanıtlamak için trajik-komik girişimler yapıldı. Tüm dünya dillerinin Türk dilinden türediği iddiası “Güneş dil teorisi”yle yapıldı. Anadolu’nun geçmiş medeniyetleri, Sümerler ve Hititler’e, Sümer Türkleri ve Hitit Türkleri diye yeni bir nüfus cüzdanı belgesi kazandırıldı. Ancak bu çabalar gerçekleri değiştirmedi. 1000 yıllık Anadolu hükümranlığına rağmen, yerli etnik dokuları asimile edememiş, içselleştirip kaynaştıramamış, onlardan daha ileri bir uygarlıklarla kendi merkezine çekememiş olanların, tarihsel olarak kaçırdıkları uluslaşma sürecinin bugün gelip dayandığı noktada, mütecanis olmayan, kimlik bunalımlarıyla kavrulan, kendi etnik dokusunu dahi uluslaşma sürecinde yeterince hazmedememiş olan bir kaos olarak belirmiştir. Etnik Türk topluluğunun unsurlarının kendini tanımlarken müslüman ya da alevi gibi tanımlamalara sığınması, Türk ulus üst kimliğinin, diğer etnik dokulara da ait bir üst kimlik olarak dayatılmasının ne kadar geçersiz bir konumda olduğunu anlatmaya yeterlidir.
Bu ahval ve şerait altında Türk ordusunun yapısı ve ülküsü de şekillenmiştir. Atatürk bunu şöyle ifade eder; " Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin ordusu istilalar yapmak veya saltanatlar yıkmak veya saltanatlar kurmak için şunun bunun elinde ihtiras âleti olmaktan uzaktır.
Ordu, insanca ve bağımsız yaşamaktan başka gayesi olmayan milletle aynı ideale sahip olmaktan gurur duyan ve yalnız onun emrine bağlı ve sadık öz evlatlarından oluşmuş saygıdeğer ve kuvvetli bir heyettir. ( 1922 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)
Bizim askeri politikamız bir savunma politikası olmalıdır. ( 1923 ) (Arı İnan, Gazi M.Kemal Atatürk'ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları
Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının vazifesi "Misak-ı Milli" (Milli Ant) hükümlerini sağlamaktır. (1922 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:III)
Bu cümlelerle Atatürk Cumhuriyetin Osmanlıdan kopma eğilimiyle ilgili kuruluş planına uygun bir ordu stratejik bilinci, ülküsü belirlemesine gönderme yaptığı açıktır. Ancak bu belirlemelere hiçbir zaman sadık kalmamış; bir yakın tarihi bulunmakta ve üzerinde yükseldiği bu değerlerin tartışma götürür özelikleri olduğu söylenebilir.
Zamanın Cemiyet-i Akvamı (Bugünkü Birleşmiş Miletler Cemiyete kurumunun öncülü), onayıyla;
Anayasası, yasa ve kurumlarıyla kurulu bulunan Hatay Devleti’ni, halk meclisinin açılış yaptığı gün, 4 Temmuz 1938, Albay Şükrü Kanatlı komutanlığında istila ve ilhak eden ordu, Atatürk’ün “Bizim askeri politikamız bir savunma politikası olmalıdır” dediği ordudur ve kendi döneminde yapılmış bir “ülkü“ ihlalidir.
Bunu 1974 Kıbrıs istilası takip etmiştir. Kıbrıs halkının iradesine karşı yapılmış bu askeri istila, Ordunun gerçekte belli bir sınırın “Misak-i Milli”nin savunulması olgusu olmaktan çok, Osmanlı mantık ve genetik güdülerinin etkisi altında, fırsatını bulduğunda ganimete çullanmayı kaçırmayan bir davranış olarak sergilemektedir. Kıbrıs savaşı, toplam askeri gücü 10 000 milisi geçmeyen ama yerlisi olduğu, anavatanı olduğu toprakları savunmada sonuna kadar direnebilen bir halka karşı tecavüz olarak gündeme gelmiştir. İki çıkartma yapmak zorunda kalan ordu, başarısızlıklarıyla ve Askeri sanat açısından yetersizlikleriyle (kendi fırkateynlerini-Kocatepe- vurmak gibi), ülkede çekilen ekonomik sıkıntılarla bu girişimin söz konusu ülküyle tutarsızlığına tanık olunmuştur. Kıbrıs sorunun bugüne kadar ülkemiz sırtına yıktığı inanılmaz mali ve siyasi yüklerin ise fatura olarak ödetilmeye devam eden bir kefaret olduğu açıktır.
Bu ordu, 84 yıllık tarihi boyunca, içinden çıkıp geldiği Osmanlı geleneğinin bir uzantısı olarak iç sorunların çözümünde, barış yerine kıyım ve yıkımın edatı olarak işlev görmüştür. Cumhuriyet döneminin tüm siyasal sorunlarında halkın iradesine karşı yaptığı faşist askeri darbeler yanı sıra, Kürt isyanlarında insan aklına ziyan kıyımlara girişmiştir. Son dönem Kürt ulusu özgürlük hareketi mücadelesi süresince ortaya çıkan veriler ise, büyük savaş meydanlarındakini aratmayacak ölçekler içindeydi. Günümüzün önemli tarih araştırmacısı ve yazar Ayşe Hür bu dönemin bilançosunu özetle şöyle vermektedir;
“PKK’nın 1984 Eruh baskınından 1999’da Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesine kadarki dönemde, Avrupa'nın en büyük, dünyanın 6. büyük ordusuna sahip olan Türkiye, 20 bin civarındaki PKK üyesini etkisiz hale getirmek için 300 bin askerini ve 67 bin korucuyu seferber etti. 14 ilde 1987-2002 arasında “Olağanüstü Hal” (OHAL) ve sıkıyönetimler ilan edildi. Bunlar tam 57 kez uzatıldı. 24 kez sınır ötesi operasyon yapıldı. 14 yılda 96 milyar dolar harcandı. (Dışişleri Bakanlığı adına Büyükelçi Uluç Özülker’in açıklaması, 14 Kasım 1998, Hürriyet). Bazıları bu rakamın 400 milyar dolar olduğunu söyledi. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e göre 5.555’i güvenlik gücü 5.302’si sivil halktan olmak üzere 10.857 şehit verildi, bir o kadar kişi yaralandı. 23 bin 938 PKK üyesi ya da sempatizanı öldürüldü, 11.746’sı sağ ele geçirildi.” (Ayşe Hür. Mustafa Kemal ve Kürt sorunu makalesi)
Ordunun sicili temiz değildir, kimliği net olmayıp. açıklanan ülküsüne de bağlı değildir. Bunun sorumlusu, elbette ki bireyler değildir. Kuruluş’un ilk yapılanmasındaki yanlışlarla başlayıp süren ve bir sistem haline dönüşerek üzerinde hükümranlık sürdüğü toprakları ve halkları yeterince özümsememiş, farklılıklarını algılayamamış, etnik, kültürel, dinsel, mezhepsel bir renk panoraması olduğunu bilince çıkartamamış ve bunun sonucu gerçekliği tartışma götürür ülkülerin peşinde her fırsatta maceralara atılma hatasına düşen ordunun gerçekçi bir ülkü, stratejik bilinç taşıdığı iddia edilemez. Böylesi bir ordunun eli kandan, işlevleri maceralardan kurtulmaz. Bunu anlamak için, Türk ordusunun en belirgin ülküsü olan misak-i milli’nin (milli yemin) üzerinde kısaca durmak yeterli olacaktır.
Misak-ı Milli ülkü olabilir mi?

Misakı milli, Osmanlı mebusanı Meclisi’nin 28 Ocak 1920 tarihinde yapılan gizi oturumunda karar bağlanmış, 17 Şubatta yabancı parlamento ve basına açıklanma kararı alınan, barış kabul görüşmeleri andı, sınırı olarak belirlenebilecek 6 maddeden oluşmuş bir hedef listesidir. Bu misak gerçekte bir Osmanlı artığıdır ve hala başkalarına ait toprak ve egemenlik haklarından kendini sorumlu görme çabası gösteren ayakları yere basmayın bir taleptir. Ancak Türkiye cumhuriyetinin kuruluş felsefesinde, kurtuluş savaşı boyunca da adından sıkça söz edilen, tutarlılığı olmayan, arkasında durulmayan bir belgedir. Bir ülkü haline getirilen bu belgenin gerçekte doğumuyla birlikte işlevsizliğini bir makalesinde dile getiren Ayşe Hür’ün şu satırları dikkat çekicidir;
“Misak-ı Milli belgesi ise, son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ında, tutanaklara bile geçmeyen bir gizli oturumda, Mustafa Kemal'den habersiz, aralarında onun önderliğine şiddetle itiraz eden mebusların da bulunduğu bir grup Osmanlı mebusu tarafından kabul edilen bir yemin metnidir. Metnin aslı değil, müsveddesi arşivlerdedir ve 5. maddenin ve bazı kelimelerin üzeri karalanmış olduğundan tam olarak okunamamıştır. Bu konuların uzmanı olan Sina Akşin'e göre yeminde, Mondros Mütarekesi sırasında işgal altında bulunan ve Arapların çoğunlukta olduğu Osmanlı topraklarının; Kars-Batum-Ardahan sancağının ve Batı Trakya'nın geleceğinin bölge halklarının oyuyla belirlenmesi kabul edildikten sonra, işgal altında olmayan ve Osmanlı İslam çoğunluğunun bulunduğu toprakların bölünmezliğinin ilan edilmesi gayet çelişkili bir durumdur. Nitekim ileriki yıllarda Batı Trakya, Musul, Kerkük, Batum gibi Misak-ı Milli sınırları içinde bulunan yerlerin kavgasız gürültüsüz terk edilmesi, buna karşılık Misak-ı Milli'ye dahil olmayan Iğdır'ın elde tutulması bu belgenin dokunulmaz bir metin olmadığını gösterir.”
Bir ordu düşünün, belli bir milli yemini kendine amaç, ülkü, stratejik bilinç olarak belirlemiş ancak bu yemin daha doğmadan madde madde delinerek tutarsızlaştırılmıştır. Böylesi bir tutarsızlık ülkü olmaya devam ederse, hangi orduya güç verebilir ki?! Böyle bir ordunun vehimler üzerine kurulan ideallerinin gücü ne olur? Bunun yanı sıra, Misak-i millinin en son haliyle elde kalan topraklardaki verileri, böylesi bir andın hiçte tutarlı olmadığını gösterir özellikler taşımaktadır.
84 yıl sonraki haliyle Osmanlıdan çıkıp gelmiş Türkiye Cumhuriyetinin hüküm sürdüğü alanlarda, ulusal devlet olarak örgütlenmiş gücü ve bunun en önemli kurumu ordusunun taşıdığı ülkü bir vehim olarak önümüzde durmaktadır. Bu devletin ordusunun ülküsünün aksine, bu topraklarda tek ulus yoktur, tek milli bilinç ve ülkü ortaklığı bulunmamaktadır. Ne tarihsel olarak uluslaşma süreci, egemen etnik dokunun içselleştirme olanakları içinde tamamlanmış ne de diğer etnik dokular, sıradan bir azınlık statüsünde görülebilecek kadar marjinal bırakılabilmiştir. Anadolu tüm çabalara rağmen Türkleştirilememiştir. Bir tek etnik yapının adıyla anılabilecek üst kimlik altında toparlanılamamıştır. Bu anlamda, tarihsel süreç içinde, onlarca etnik yapısı olan Almanlar, İngilizler, İtalyanlar, Fransızlar gibi bir üst kimlik altında bir olunmamıştır. 20. yüzyılın başlarında Cumhuriyetle birlikte yapılan atak ise geç kalmış, bu atakla yapılan ısrar ise, ilerleyen zaman içinde farklılıkların derinleşmesine yol açmıştır. Baskılar, kovuşturmalar, sürgünler, tehcirler ise daha da etkin isyanları tetiklemiş ulusal bilinç eğilimlerini artan oranda güçlendirerek, farklılıkların derin ayrılıklara tırmanmasına yol açmıştır.
Bu sürecin belirgin özelliği olarak Kürt ulusal hareketinin özgürlük mücadelesi, bir terör hadisesi, bir güvenlik sorunu olarak görülmesi mümkün olmayan özellikleriyle ülkemizde var olan kimlik bunalımının, kimlik haklarında ifadesini bulan özgürlük mücadelesi olarak kendini kabul ettirmiştir. Bu hareket Kürt ulusunun mutlak çoğunluğunu etkin olarak yönlendirebilmektedir. Tüm engellere karşın Devletin denetimi altında yapılan her seçimde kendi Kürt bölgesinde mutlak çoğunluğu elde etmiştir. Yasal, yasal olmayan barışçıl ve silahlı güçleriyle bilinebilen tüm ulusal özgürlük hareketlerinin bir benzeri olarak, varolan gerçekçi verilerin ürünüdür. Bu gücü “terör” olarak görmek ya da göstermek abesle iştigaldir. Bu güç tüm diriliğiyle Kürt ulusunun tarihte var mücadelesinin bir dinamiği olarak görülmelidir.
On yılların savaş politikalarına, özel harp dairelerinin devlet olanaklarının tümünü arkasına alan lojistiklerine karşın PKK’nın engellenemez yükselişi ve ağırlığı, bu hareketin Kürt ulusunun derinliklerinden, onu temsilen gündemde olduğunu ve yeryüzünün hiçbir askeri gücüyle yok edilmesinin mümkün olmadığını göstermeye yeterlidir. Bu yeterlilik aynı zamanda, Anadolu toprakları üzerinde hüküm süren Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve ordusunun benimsediği amaç ve ülkünün önemli bir yanlış üzerinde kurgulandığına da kesin bir kanıttır.



MİSAK-I MİLLİ TOPRAKLARI,

TEK BİR MİLLETİN TOPRAĞI DEĞİLDİR !

Bu gerçekler bizi bir kez daha Ordunun üzerinde yükseldiği ülkünün ayakları yere basmayan bir ülkü olduğunu göstermektedir. Misaki milli toprakları bir milletin toprağı değildir. Bir etnik dokunun anavatanı değildir. Başka ulus gerçeğinin de ortak olduğu bir topraktır. Bu yüzden bu topraklar adına bu renkler taşınmadan, bu bütünün amaç ve çıkarları gözetilmedin, bu ortak ruha cevap olabilecek bir siyasal ortaklığın oluşturulmadan, söz konusu ülkünün vehimden başka bir şey olması düşünülemez! ..
Lafı hiçbir biçimde sulandırmadan belirlemeliyiz ki, ülkemiz birimizin değil hepimizin olmalıdır. Bunun anayasal yasal ve kurumsal güvencelerle ikamesi sağlanmalıdır. Ancak bunun ayakları yere basmadan, tek boyutlu tek renkli amaç ve ülkülerin ülkemiz gerçeğini temsil etmesi mümkün değildir. Türk Ordusu, Türkün ordusu olabilir, subay ve üst kademeleri “saf yedi batın” Türk’te olabilir, tarihçi İlber Ortaylı’nın belirttiği gibi Osmanlı’dan bu yana en kararlı kurumun Ordu kurumu olmasında bu çizginin, özelliğin hâkimiyetinin de rolü olabilir. Ancak bu gerçek ise, bu ordu ülkemizin farklılıklarını temsil etmekten uzak olduğu sonucu doğar. Yapısında ülkenin tüm unsurlarını barındırıyor ise, durum daha da olumsuzdur. Bünyesi ile ülküsü zıt bir kurum olarak ilk ciddi krizde sancılar içine düşecek anlamına gelir. Ve her iki halde de bu ordu, ülkemizin bütünlüğünü temsil edemez. Böylesi bir durumda Ordunun ülküsü de ayakları yere basmayan bir ülkü olur. Nitekim ordunun amaçları, hedefleri ve ortaya koyduğu tutum Osmanlı’dan bu yana değişmeyen işgalci orduların yerli halka karşı ölüm kıyım ve yıkım dayatan bir işlevde devam etmektedir.
Buradan hareketle, ordunun Kürt sorununa yaklaşımını, Kürt halkına reva gördüğü tutumu ve Kürdün anavatan topraklarına karşı gösterdiği refleksleri anlamak güç değildir. Bu refleks bir hırsız refleksidir. Kendine ait olmayan değerleri sahiplenme çabasının cahil inadı sonucu gösterdiği şiddetli tepkidir. Bu refleksi Osmanlı’nın balkan savaşı sonrası, Ortadoğu savaşları sonrası reflekslerine benzetmek yanlış olmayacaktır. Orda da kendine ait olmayan, ama her vesileyle “elden çıkan vatan toprağı“ diye terennüm edilen iştah refleksleri gündeme gelmiştir. Ama gerçekler, toprakların, anavatanların sahiplerine, özgürlük mücadelesi sonucu kavuştuğunu göstermektedir. Osmanlı’dan çıkıp gelmiş haliyle Cumhuriyet 100 yıl sonra aynı yanlış içinde, ülküsüz ordularıyla toprağın sahibi halklara karşı haksız bir savaş yürütmekle iştigal etmektedir. Bugün Kuzey Irak Kürdistan’ına yapılması istenen sınır ötesi operasyon bu haksızlığı ve çelişkiyi bağrında taşıyor.
Sınır ötesi operasyon gerçekte ne söz konusu olan Ordunun ülküsüyle (Misak-i Millinin korunması ve yurtta sulh, cihanda sulh) ne de doğru belirlenmiş siyasetin amaçlarıyla oluşturulmamıştır. Bu açıdan ordu gerçek güç kaynakları üzerinde yükselen bir ordu olmamanın zaaflarıyla, bu maceraya atılmaktadır demek yanlış olmayacaktır.
Ordu üzerinde yükseldiği toprakların değerlerini taşımamaktadır. Tek boyutlu bir etnik yaklaşım içindedir. Ülkemizin farklılıklarını içselleştirmemiştir. Karar yetkisinde ülkemizin renklerine yer verilmemiştir. Bu ordu ne toprağı ne de halkaları temsil etme genişliğinde değildir. Bu nedenle güçsüzdür. Yeryüzünün tüm silah ve teknolojilerini kullansa da, bir işgal kuvvetinden öte bir karşılık bulmayacaktır. ABD ordularının Irakta olmalarından farklı algılanmayacaktır. Medyanın yaygarası ise, bu gerçeği örtecek güç ve azmi orduya vermeyecektir. Kaynakları kurumuş bir ülküyle savaşa giden her ordu yenilmeye mahkumdur. Haklı temeller üzerinde yükselmeyen, arkasında toprağın ve halkın durmadığı, dışardan icazet alınmakla gösterilmek istenen askeri girişimlerin ömrü kısadır ve haksız oldukları içinde orduları kemirecek prestij kaybından, iç bölünmeye kadar uzanacak bir maceradan ibarettir.

MARATHON SAVAŞI
Savaşları sayılara, maliyelere, tekniğe indirme alışkanlığında olanlar, çağdaş tarihte Marathon savaşının tekrar etmesini güç görebilirler, ancak böylesine karmaşık dengeler içinde, TC . ordusunun Pers ordusu olmadığı gerçeğini hesaba katarak, Kürt halkı varlığına yönelen bu haksız savaşı, ikinci Marathon savaşına dönüştürecek bir iradeye ve haklılığı sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Arkasında kimlik bunalımlarının en kaosunu, “stratejik belirsizliklerin” en tehlikelisini, sınırları tamamen askeri verilerle oluşmuş en zayıf ve en kararsız koşullar içinde TC. ordusunun ne bir askeri zafer kazanması ne de bunun siyasal bir sonuca dönüştürebilmesi mümkün değildir. Böylesine ahmakça bir girişimin boğazına kadar bataklığa girmesi, belki elde edilebilecek en ehveni şer sonuç olacaktır. Bunun için herkesin zararına işleyecek bu çılgınlığa dur demek, tarihi kinlerin ve düşmanlıkların önünü kesmek demektir. Bölgemizin bir barış coğrafyası olma şansı böylesi şaşkınlıkların engellenmesine bağlı olduğu açıktır.
Bugün ordu sınır ötesi operasyona gösterdiği tüm hazırlıklar ve bunun için halklarımızın sırtından kesilen vergiler, bu anlamıyla bir kez daha boşa harcanacak ve sonu fiyaskoyla bitecek kof bir böbürlenmenin, sonuçsuz bir girişimin, on yılardır fasit bir daire de devam eden çözümsüzlüğün tekrarı olacaktır. Bu politika, hoyrat bir savaşa aracılık etmektedir. Öncelikle değişmesi gereken, acilen durdurulması gereken de budur. “savaş politikanın başka araçlarla yürütülmesidir” diyen C.V. Clausewitz, “ Politikanın hoyrat biçimi olan savaşı önlemenin en doğru yolu bizzat politikanın anlamını ve yönünü değiştirmektir.” (Savaş Üzerine s.339) diyerek, ülkemizin içinde bulunduğu gerçeklerle ilgili algılanacak belirlemelerde yapmıştır.
Politik yönelimleriyle, ordularını haksız savaşlara sürenlerin, öncelikle ordularının ülkülerinden emin olmaları gerekmektedir. Bugünkü iktidarın, Ordu ile arasında var olan kararsız dengenin, sonuçta ordunun karizmasını çizecek bir maceraya yeşil ışık yakmasından elde edeceği kazanç, bir ülkenin farklılıklarını kanlı bir iç savaşa kadar götürebileceği tehlikesi taşıdığını bilmesi gerekmektedir. Bu hoyratlıkta ısrarın kefareti kimseye rahmet dağıtmayacaktır.
Ordu ise, bu ülküyle, bu ideallerle, bu tarihi bilinç ve amaçlarla bir mahalle kavgası bile vermekten acizdir. “Doğruları” vehimdir, yanlışlar üzerinde kaimdir. Kimliksizdir ve ülkemizi tüm farklılıklarıyla temsil etmekten uzaktır. Bu yüzden ülkemizin herhangi bir rengine karşı girişeceği serserice organize edilen girişimler, ağır bedeller ödemeye mahkum olacaktır.
Sözlerimi bu gelişmelerin ne türden bir tehlike arz ettiğini iyi bilen ve yaşayan Atatürk’ün şu çarpıcı cümlesiyle bitirmeyi yeterli görüyorum.“Vatan içerisinde yenilginin sonucu son derece kötüdür, tehlikelidir. Bu gerçeği doğrulayan yakın ve uzak tarihi örnekler çoktur”. ( 1924 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)

Hiç yorum yok: