HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

2 Mart 2009 Pazartesi

ESKİYEN AKILLAR ESKİMEYEN TEHLİKELER

Mihrac Ural


Kuyerel grupta yayınlanan tartışmalarda, yazıma yorum yapan bir okura cevabımdır.

Sayın Aytaç Erdoğdu,


Yeni Osmanlıcılık mı? Pan-İslamizm mi?” makalem üzerine bir yorum yapmışsınız. Ellerinize sağlık. Olumlu yanları olan yorumunuzun olumsuz tespitleri olduğu üzerinde dikkatinizi çekeceğim. Üzerine yorum yaptığınız yazım, 23 Ocak 2009’da yazdığım “Yeni Osmanlıcılık ve Handikapları” adlı makalemin devamı olarak da ele alabilirisiniz. (Bkz. http://mirural.blogspot.com/ ) Bunu da gözden geçirip alta sizlere ileteceğim görüşlerimle birlikte daha sağlıklı bir bölge analizi ve tehlikeleri hakkında bilgi edinmiş olacaksınız.

Bir zevat yazıma gecikmiş bir eleştiri yazmıştı. Ona kısaca cevap verdim

Konumuz bölgedeki tehlikeli eğilimlerle ilgiliydi ve bunun ülkemizdeki boyutunu tanımlama çabasıydı.

Bir Osmanlı tartışması değildi. Bu kapsamdaki eleştiri mübadelesinden de anlaşıldı ki, Osmanlı algıları da çok sığdı. Tartışma okura yayarlı olması için, eleştirilerin bir kelime dizisi olmaktan, bir bilgi dizisi haline gelmesi gerektiğine inanıyorum. Bu amaçla zaman zaman yazılarım uzun oluyor. Size cavap yazım da öyle oldu. Mesajım iyi okura iyi bilgi iletmektir.

Konunun esası şudur:

Bölgemizde yüz yılık bir süre içinde (20.Yy.) kesilmeden ortaya konan bir emperyalist müdahale bulunuyor. Bu müdahale 500 yılı aşkın süre bölgede nispi bir istikrar kuran Osmanlı’nın yeniden, bir biçimde kurgulanmasına ilişkindir. Bu önerme Türkiye’ye sürekli olarak, emperyalist güçlerle dayatıldı; önceleri Almanlar, sonra ABD ve NATO bu rolleri bin bir yol ve yöntemle Türkiye’ye dayattı. Ülkemiz her defasında da maceraya sürükledi ve zararlı çıktı. Bu konuyu “Davos’taki Söz Düellosu ve Bölgemiz saflaşması” (bkz. Ag. link) uzunca anlatmaya çalıştım. Türkiye zorla dayatılan bu rolü, ülkemiz bölge halkları üzerinde dayatmakta acze düştü; Bağdat paktı, SENTO girişimleri bunun ifadesiydi. Ülkemizi aldatan “Alt Emperyalizmin” böbürlenmesinin altı boştu. Bölge halkları da 400 yıl Osmanlı hükmüne ve onun genetik mirasçılarına karşı çok duyarlıydılar. Türkiye’nin yaptığı ve yapacağı her adıma şüpheyle bakıyor, emperyalist kuklalığı olarak karşılıyorlardı. Bunu derinleştiren kimi tutumlarıyla da ülkemiz yönetimleri, bölge halklarının düşmanı rollerine erken soyunmuşlardı. Bölgede gündeme gelen her olayda ABD uşağı rollerini askeri, istihbarat ve müdahaleci olarak oynamakta bir beis görmüyordu. Bundan on yıl önce düşmanlık güdülmeyen bir tek komşumuz bile yoktu; “Türkün Türk’ten başka dostu yoktu”. Ülkemizin böylesi çirkin duruşları, bölge halklarını Türkiye’nin her tutuna kuşkuyla bakılmasına yol açıyordu.

Türkiye Cumhuriyete Osmanlıdan çok farklı bir planla kurulmuştu. Kendi üretecek ve kendi tüketecekti, fetihler ardından serserilik etmeyecekti. Atatürk’ün bu belirlenmesi “Cihanda sulh yurtta sulh” olarak bir siyasal söylemle kendini ifade ediyordu. Siyasi kararlar ve siyasi biçimlenişler çok erken değişmesine karşın genetik olarak yer edinmiş akılların değişmesi çok zordu. Cumhuriyeti kuranların Osmanlı artığı olmasıyla birleşen bu durum “Osmanlı Aklı” diyebileceğimiz bir akıl sisteminin Cumhuriyet sürecinde de zaman zaman nüksetmesini gündeme getiriyordu.

Osmanlı aklı bir bataklık akıldı. Cumhuriyet bunu kurutamamıştı. Atatürk’te bile derin izleri vardı. Hasta adam iyileştikçe saldırganlaşması, işgal ve ilhak siyasetlerine dönmesi gündeme geliyordu. 1939 Hatay ilhakı bunun çok açık bir göstergesiydi. Ardından gelen 6-7 Eylül 1955 olayları, Kıbrıs ve hala sürmekte olan Kürt melesi bu genlerin ne kadar tetikte beklediğini gösterdi. Emperyalistlerde bunu çok iyi biliyor ve Türkiye’nin bölgedeki kukla rolleri için “yeni Osmanlıcılık” önerilerini, özellikle II. Dünya savaşı sonrası kesintisiz dayatıyordu. Bu amaçla CHP’nin tek partili dönemi dahil sonraki dönemlerde de bu amaçla hazırlıklar yapıldı kanunlar, kurumlar, sivil toplum etkinlikleri yapıldı. “Dinler arası diyalog”cular komünizmle mücadele dernekleri gibi, kaynakları okyanus ötesine uzanan hareketler yoğunlaşmıştı.

Bu sürçte din, dini eğitim de alıp başını gitmişti. Ama bölgemiz için din temelinde yapılacak bir şey yoktu. %95 İslam olan bölgede özelikle de “yeşil kuşak” girişiminin Sovyetlerin çöküşüyle anlamsız olduğu ve El Kaide gibi terör örgütlerinin sahibini vurduğu bir koşulda, etnik bileşkeler üzerinde çalışmanın önemi ön plana çıkıyordu.

Bölgemizde kirli birliklerin kuruluşu daha çok etnik bileşkelerle sağlanabiliyordu. Farslar, Türkler, Kürtler Araplar, Ermeniler, Yahudiler, bölgemizde dini temelden çok Milli ya da etnik çıkarlar etrafında bileşkelere eğilimlidirler. Bu noktada yönetimlerin halkları aldatmada tercih edecekleri yolda bu oluyordu. Emperyalistler için ise, sonuçta kendilerini vurmayacak lose ve her an dağıtılabilir birlikleri çıkarlarına daha uygun görüyorlardı.

Bölgemizde, önemli oranda Hıristiyan nüfusun da kaygıları açısından İslamik olmayan böylesi birlikler daha kabul edilebilir birliklerdi. Bu açıdan İslam’ın değil etnik çıkarlar etrafında toplanma aldatmacası daha çok işlevseldi. Bu gerçeği herkesten önce emperyalistler kavramış ve bu nedenle ey uygun model olan Osmanlıyı bir biçimde “yeni Osmanlı” olarak ortaya koyuyorlardı.

Bu, basit bir gözlemle bölge olaylarını iyi takip eden herkesin varacağı bir sonuçtu. Makalelerimde bunları formüle ettim. Ve tehlike buradadır dedim ve bu tehlikeyi bölge halklarımızın derin tarihi tecrübelerine dayanarak kof bir tehlike olarak gördüğümü açıkladım. Ancak kof olması ülkemiz yönetimlerince maceracı tarzda arkasından sürüklenmelerini ve dolaysıyla halklarımızın başına bin bir senaryo örmeleri önünde de bir engel olmayabilir dedim.

Tekrarla, bölgemiz için bu önerme eskiye dayalı ve hala devam eden bir önermedir. Osmanlı akılının genetik mirasçıları, ülkemizi maceraya sürüklemek için, halkın milliyetçi duygularını da körükleyerek böylesi kirli senaryoları ikame etme eğilimleri olabilir dedim. Tehlikede budur. Bu tehlike, ortak ülkemiz ve halklarımızın başı üzerinde bir demokles kılıcı gibi sallanıyor diye de ifade ettim. Bu kirli amaçlar için, önemli gelişmelerin olduğunu bir tarihi kesitten geçtiğimizi belirttim.

Devlet dini yerine bu kez halkın dini kullanılmak isteniyordu: AKP’nin alttan gelen yükselişi bu açıdan çok hassas dengeler yaratmıştır. Buradan hareketle, yeni Osmanlıcılık, ortak ülkemizin başına musallat olan bir tehlikedir diye vurgumu tekrar ediyorum. Pan-İslamizm böylesi bir içeriğe sahip değildir. Tarihi boyunca da olmamıştır dedim. Bunu da her dini hareketin belli bir gericilik eğilimi içinde olduğu gerçeğini unutmadan belirttim.

Buna şunları da ekledim. Din, tarih boyunca bir üst kimlik oluşturamamıştır. İslam ümmeti denilen ümmet, Emevilerin, Abbasilerin, Selçukluların ve Osmanlıların en güçlü dönemlerinde bile bunu başaramamıştır. Hz. Muhhamed bile bunu başaramamıştır, birleştirme yönündeki başarısı dinden çok Arap etnik topluluğu sınırlarında kalmıştır. Dolaysıyla pan-İslamizm tehlikedir diyen kişiye yanılıyorsun dedim. Bu yanılgı bilgisizlikten ise önemli değil, yaşlı olmasına rağmen öğrenmek için zaman bulabilir. Bu yanılgı bilinçli ise çok tehlikeli bir yaklaşımdır dedim. Bu yanılgı, halkın çıkarları için ve halkın etkin desteğiyle emperyalizme, Siyonizm’e karşı başarılı mücadele eden ve yükseliş içinde olan direnme güçlerini tehlike olarak tanımlamış olur. Bunu da kabul edilmez bir tutum olarak gördüğümü açıkladım. 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşında Hizbullah başarısının bölgemiz kaderinde oynadığı önemli rolü de örnek verdim. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) yerle bir olmuştur dedim. Bu bile, dini referanslı da olsa halka dayanan ve halkın çıkarları için önemli direneler gösteren hareketlerin tarih indinde, en azından bu kesitte oynadıkların önemli roller olduğunu gösterir belirlemesi yaptım. Buna rağmen dini, bir ideolojik siyasal hareket olarak ele alınma tehlikesinin gerici karakterini göz ününden çıkarmamak gerek dedim.

Konumuz budur. Okuyucu için özet mahiyetinde bir kez daha bu satırlarda tekrar ettim. Tekrar ediyorum, tehlike Pan-İslamizm de değil, yeni Osmanlıcılıktadır. Devletin dini iflas etmiştir, halkın dini bölgemizde önemli direnme hatları açmışken ülkemiz açısından tersi bir pozisyonda seyretmektedir. Yeni Osmanlıcılık aldatmacasının riski de burada büyüyor. Yerel seçimler bu açıdan önemle gözlenmelidir derim.

Bu noktada olması gereken bir tartışmayı, ilgisiz bir Osmanlı izahatına çevirmenin kıymeti itibarı yoktur. Ortaokul bilgisiyle, ansiklopedi ya da her hangi bir arama motoru kanalıyla, “Osmanlı” maddesine bakmak, bir ton bilgi almak için yeterlidir. Biz bu tartışmaları 1970’li yıllarda geride bıraktık. Bilmeyenler için söylemiyorum…

Hal böyle iken,

İyi eleştiri için, eleştirilecek yazının iyi okunması gerekirdi. Bu bile yapılmamış. Bu da belli bir düzey gerektirir…

Ben yazımda “Bu dönem boyunca Balkanlar ve Anadolu sürekli bir kaynama
içindedir.”
Diyorum.

Zevat,
“Osmanlı için Balkanlar hep kaynayan kazandı! Anadolu ve Ortadoğu değil miydi? ” diye sorarak, beni tekrar ediyor…

Ben, “Osmanlının batıya yönelik sefer ve talan girişimleri, her ortaçağ imparatorluğu gibi servetlerle ilgilidir.” Diyorum.

Zevat,

“Osmanlı Avrupa’ya talan seferleri yapmış...
Orta doğuya misafirliğe mi gitmişti?”
diye sorarak, beni tekrar ediyor...

Ben din istismarından, Napolyon’dan söz ediyorum (ki, bununla Mısır seferlerine işaret ediyorum). Napolyon’unun “din değiştirmiş gizli bir Müslüman olduğu” yönünde yaptırdığı propagandaya dikkat çekiyorum,

Zevat,

Demagojiyle, sanki Osmanlıya karşı Arap bölgesinde sorun yoktu diyen var gibi, “Mısır’daki kaynamadan, Kavalalı M. Ali paşa”dan söz ediyor.


Ben, her yazımda “Yeni Osmanlıcılık kof olduğu kadar zalim bir milliyetçiliktir. Onun da ötesinde şovenizmdir.” Diyerek, bunun ülkemiz açısından bir macera olduğunu belirtiyorum.

Zevat,

“Yeni Pan İslamizm Ortadoğuda geçmezmiş...
Sanki yeni Osmanlıcılık denilen geçecek...”
Diyor.

Yani hep arkadan nal topluyor.

Bu zevat kelimelerle oynar, her bir yazısı arasında üç farklı görüş değiştirir. Önceki yazısında, Türkiye’nin orta-doğudaki girişimleriyle ilgili, “…yeni Osmanlıcılık değil, yeni Pan-İslamizm denilebilir.” (“Yeni Osmanlıcılık mı?” yazısı) diyerek, farklı telden esiyor.

Diyeceğim o ki, Bazı insanlar alışkanlıklarını yaşlansalar da terk edemiyorlar. Bu insanlar okuduklarıyla bilgi birikimi yapamayanlardır. Bilgi birikimi okumakla değil, okuduğunu soyutlayıp yazmakla gerçekleşir. Ezberle, aktarmacılıkla, bulunduğu ve etkilendiğin yerdeki görüşlerle, bukellemun gibi renk değişimleriyle bilgi birikimi sahibi olunmaz. Bu nedenle, eleştiri için eleştiri yapanlara çok rastlarız.

Bu, Osmanlının talancığına yaptığım göndermeye karşılık Zevatın, Osmanlının az talandan dolayı gelişemediği iddiasında da kendini gösterir. Sorunu az talan çok talan olarak algılamış yetersiz adam. Oysa Osmanlı yeryüzünün tüm servetlerini talan etse de yapısı gereği, mülkiyet ilişkisi, üretim ilişkisi gereği, gelişmesi, kapitalizme kadar uzanması mümkün değildi. Nitekim Osmanlı hiçte az talan yapan bir imparatorluk değildi. Osmanlı, çağının tüm imparatorluklarından çok daha fazla talan ve merkezi düzlemde servet biriktirmişti. Kanuni’nin hazinesi inanılmaz fazlalıklarıyla meşhur, dolup taşıyordu. Osmanlı üretim ilişkisi, mülkiyet tarzı nedeniyle bu servetleri tarihsel bir üst gelişme aşamasına yönlendirecek nesnel zeminlere sahip olmadığı için tüketmekle kaldı, ilerleyemedi. Zevatın bunu bilmesi için bilgi birikimi eksiklerini gidermesi gereklidir. Bu yaştan sonra bu iş zor olur ya…

Konumuz ortak ülkemiz açısından beliren kimi tehlikelerle ilgili soyutlama yapmaktı. Bunu ortaya koydum. Yeni Osmanlıcılık tehlikesi bir yanıyla milliyetçi-ulusalcı diğer yanıyla gerici güçler tarafından tırmandırılan ve şehvetle öne sürülmek istenen bir yönelim halini alıyor, kimse bu tehlikeyi örtecek Pan-İslamizm diye uydurma bir tehlike iddiasında bulunmasın dedim.

Zevat ise tersini söylüyor, “Türkiye’nin Ortadoğuda etkinliğini artırma ve giderek yayılma politikasına… yeni Osmanlıcılık değil, yeni Pan-İslamizm denilebilir.” (“Yeni Osmanlıcılık mı?” yazısı)

Bu konuda da karasız olduğunu sonraki yazısında anladığımız zevatın, eleştiri yapmak için koşuşturmasını samimi bulmadığımı ifade edeceğim.

Üç kıtada hüküm süren bir imparatorluğu “Osmanlı temelinde bir Balkan devletidir” diye tanımlamak, emperyalistlerin çıkarları için bu gün öne sürülen “yeni Osmanlıcılık” tezlerini tehlike olarak görmeme çabasından kaynaklanıyor derim. Oysa çıkar sahipleri işlerini iyi biliyorlar, çoklu etnik yapısıyla Osmanlı, Siyonist İsrail devlet başkanı Ş. Perez’in bile cazibe merkezinde bulunduğunun bilinmesi gerek; o da “Orta-doğululuk” tezidir. Zevat, bunları bilmez, ülkemiz, bölgemiz değil hep batı merkezdir deyip durdu on yıllardır, keramet orada…

Yazıma müdahalenize gelince,

Yukarıdaki sözlerimi teyit edin şu satırlarınız önemli "Osmanli-Halifelik murisi Lider İslam ülke rolünü üstlenmek üzere çeşitli sun’i senaryolarla hazır.”
Tehlike budur. Bu tehlike, öncelikle ortak ülkemiz açısından ciddidir. AKP’nin yönelimleri de, ulusalcıların, milliyetçilerin de bu yöne kayma çabalarına tanıklık ediyoruz. Ancak bölge halkları bu tehlikeye, son 60 yıllık siyasal deney ve mücadele süreçlerinin birikimiyle, prim vermeyecektir diyorum. Sizin bölge halkları için olumsuz düşüncelerinize bu açıdan katılmadığımı belirtmeliyim.

Evet ipek yoldur bu, her şeyin bir ederi var, alınır satılır sanırsınız ama bu bölgeye haçlılardan tutun, Moğol istilalarına, Selçuklu-Osmanlıdan Fransızlara kadar çok işgalci geldi. Satın alma ve satmayı onlar da denedi ve kışkırttı. Satın aldıkları ve satıcı insanları da buldular, ama halklar bütün işgalcileri uzun zaman içine yayılmış olsa da geldikleri yere gönderdi.

Hani nerede Haçlılar, hani nerede Osmanlılar, Fransızlar hepsi kuyruklarını toplayıp gittiler. Bu nasıl gerçekleşti. Halkların bir biçimde süren direnişleri olmaksızın gerçekleşmesi mümkün müydü? Elbette değildi ve yeryüzünün hiçbir işgalcisi vakit geldi diye pılısını pırtısını toplayıp gitmemiştir. Bu açıdan umutsuzluğunuzu anlamam mümkün değildir.

Bu konuda Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın doğu üzerine yaptığı yaklaşımlarına nispeten onay verebilirim. Daha da ötesine geçip Dr. Hikmet Çözümlemelerinde barbarlık ve uygarlık ilişkisine yaklaşımında önemli ön gürüler olduğunu belirtebilirim. Ancak bölge olaylarını ve halklarının siyasal reflekslerini çok olumsuz değerlendirmenize katılmam mümkün değildir.

30 yıldır bölgeyi yakinen takip ediyorum. Bu kesitin tüm olaylarını bire bir yaşadım. Bu gözlemlere de dayanarak, bölge halklarının öyle kolay bir eğrilme ve üzerine binilip güdülme durumunda olmadığını belirteceğim. Bölgemiz, denenmesine rağmen, yeryüzünün hiçbir kudretinin baş edemediği kararlı siyasi duruşları olanların bölgesidir diyeceğim.

Bölge tarihi ve halklarının mücadelesi konusunda, ilgili olanları ve başta solcuları daha iyi araştırmaya davet ediyorum.. Bölgemize bitip tükenmeden yönelen saldırıların en önemli nedenlerinden biri de bu sağlam iradenin kırılmak istenmesidir. Bu irade olmasaydı bu direnmelerden bahsetmemiz de mümkün olmazdı. Bölgeyi ayakta tutan da budur; Haçlılardan Moğollara, Osmanlıdan Fransız-İngiliz işgalcilerine kadar, bu irade karşısında kuyruğunu toplayıp gitmeyen hiçbir dış güç kalmamıştır.

Emperyalistlerin huzuru kaçıran, bölgeyi küçük şehir devletlerine çevirme projelerini yerle bir eden de bu iradedir. Bunlar dün de bu gün de aynı saflaşmanın unsurları olarak yerlerini almaktadır. Bu saflaşma gerici güçlerle, direnme güçleri arasında bir saflaşmadır, yerimizi ve eylemimizi ortaya koymamız bu bölgeden oluşumuzun bir sorumluluğudur. Bundan hiç birimiz kaçınamaz.

Buna rağmen bilmeniz gereken önemli bir nokta da bu bölgenin tarihler boyunca var olan ve her kesitte farklı isimler alan saflaşmasıdır. Dün haçlılara karşı savaşta ve direnmede, halkına güvenmeyenler, onları alınır satılır görenler yine vardı. Ama sonuç ne oldu, direnenler kazandı. Uzun da sürse yabancı egemenliği sona erdi. Bu günde durum bu minvalde devam ediyor.

Bölgemizde saflaşma bu gün itibariyle, emperyalist, Siyonist ve Arap gericiliğinin oluşturduğu mihverle, bölgenin ilerici yönetimleri, ilerici, devrimci direnme örgütleri, İslami referanslı halk hareketleri ve direnme güçlerin oluşturduğu cepheden oluşmaktadır. Bölgemizin irili ufaklı tüm sorunlarında bu saflaşma vardır. Savaşın her bir mevzisinde bu saflaşmanın karşı karşıya geliyor. Bölgemizin önemli bir alanı ortak ülkemizdir ve bizler bu ülkenin devrimci güçleri olarak da bu saflaşmanın ayrılmaz bir parçasıyız. En azından bizler kendimizi öyle görüyor ve bu yönelimde açık net tutum takınarak fiilen olayın içinde olmamız gerektiğini belirtiyoruz. Bu algımızla da geçmiş tarihlerde işgalcilere ve zalimlere karşı mücadele edenlerin temsilcileri olarak bu gün bizlerde direnip gelecek kuşaklara miras bırakma çabası veriyoruz. Bunu bölgemizin tüm devrimci direnme güçleri de aynıyla sürdürmektedir.

Bu çabaların son on yıl içinde ortayla koyduğu başarı direnme çizgisinin başarısı olarak kaydolmuştur. Bölgemizde halka inanmayanların emperyalizme bağlanma çabalarıyla oluşan ılımlılar cephesi siyasal her boyutuyla iflas etmiştir. Bu iflas, Lübnan savaşında direnenlerle, Gazze savaşında direnenlerin eseri olmuştur. Dün Irak işgaliyle bölgenin her devletini şehir devletleri haline getirecek bir tarzda bölmek isteyenler, bunu nispeten Irakta başarma eğilimi gösterseler de Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de bu oyunu oynayamadılar. 12 Temmuz 2006 savaşında ABD tüm kurmalarıyla bu iş sonuçlandı dedikleri anda İsrail’in, Hizbullah karşısında aldığı ağır yenilgiyle birlikte hayalleri de yerle bir olmuştu. Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP)’nin çöküşü bölgeyi büyük bir karanlık dönemin çöküşünden kurtarmıştı. Bu bölgenin halkları böylesi direnme güçleriyle bunu başarmıştı. Umutların bittiği yerde bu halklar olanaksızmış gibi görüleni başararak bu bölgenin siyasal iradesinde dik durmayı başaranları temsil etmiştir. Yani iddianızın tersine alınıp satılmayanlar bu bölgeye sahip çıkanlardır.

Yazınızda
“Ne pan; ne faşizan bunlar yıllar öncede kaldı…”
Diyorsun, bu bir yanıyla doğrudur ama bir başka yanıyla da yanlıştır. Bu bölgede geride kaldı sandığınız çok şey yeniden pişirilip gündeme gelebilmektedir sık sık. Unutmayın ki, I. Dünya savaşının kapanmamış dosyaları kaldıkça da böyle olacak. Siz eski diye unutun getirip önünüze koyacaklar ve size acı bir biçimde hatırlatacaklar. I. Dünya savaşının kapanmamış toprak, güvenlik ve su sorunları bu bölgeyi daha yüz yıl meşgul edebilir. Tavsiyem “eskidi”, geçti diyerek hiçbir şeyi çöpe atmayınız, gözleyiniz. Bölgede sorumlu bir siyaset yapmak isteyenler bunu izlemek zorundadır. Direnmenin, mücadelenin kararlılık kadar istikrarlı bir izlenme gereği olduğunu bilmenizi isterim.

Yeni Osmanlıcılık II. Dünya savaşı ardından bitip tükenmez bir biçimde, ülkemizi bölge halkları üzerine salmak için önerilmiştir. Özellikle devletin dini alet ederek bu yapılmıştır. Ancak bölgemiz halkları bu oyunu her defasında bozdu. Türkiye’nin emperyalistlere maşalık yaptığını gördü ve girişimlerine engel oldu. Ancak bu önerme bu kez alttan gelen bir dalgayla yükseltilmek isteniyor: yani kapıdan kovulan pencereden girmeye çalışıyor. Halkın dini reflekslerini, devletin dini haline getirip yeni Osmanlıcılığı, AKP yönetimi gibi, pazarlamak isteyenler önceki tecrübe ve bozgunların ardından önemli mesafeler kat etikleri görülmektedir. Bu tehlike eskidi diye onu görmezden gelmek, bölgemizin siyası olaylarını algılamamaktır.
Bu tehlikeyi bölge halkları bozacaktır. Bu kesin bir veridir ama ülkemiz tüm kefaretini ödemek zorunda kalacaktır. Bu yanıyla tehlike öncelikle bize yönelmiştir. Bölgemize karşı kurgulanan kirli işlere karşı öncelikle ülkemizde karşı koyabildiğimiz oranda bölgemizi de korumuş olacağız. Bu açıdan bölgenin halklarının kader birliğini kavramak ve bunu hafife almamak gereklidir derim.
Bölgemizle ilgili gözlemlerimize dayanarak esas tehlike, Pan-İslamizm değil yeni Osmanlıcılıktır derken de bu sorumluluğu gösterdim. Mesele tehlikenin adı değil içeriğini duşa vurmaktı. Bunu yaptık. Bu ise eskidi diye geçiştirilecek bir vakıa değildir. Bunu da uzun uzun önceki yazımda ve bu yazımın başında dile getirdim.
buradan bir kez daha bilmeyenlerin dikkatini çekerek, yeni Osmanlıcılık, Siyonist İsrail tarafından da “Ortadoğuculuk” olarak onaylanmakta ve bunun için yeni planlar içinde ABD, Türkiye, İsrail hattında, kirli ve karanlık işlerin stratejistleri hazırlık yapmaktadırlar. Bu girişimlerin belirgin olan yanlarından biri “uyumlaştırma” çabalarıdır. Tüm ülkelerin ve inançların birbirine uyumlaştırılması, gümrük tavizlerinden, kültürel mübadeleye, ekonomik serbestlikten yazınsal, sanatsal ortaklaşmalara kadar uzanan bir tayf üzerinde çalışılmaktadır. Sınırları bile kaldırıp, mali açıdan güçlü olanın zayıf olan üzerinde tahakkümünü sağlama girişimleri, siyasal yönlendirmeyle sonuçlanacak müdahaleler planlanmaktadır.

Bütün bunlar emperyalistlerin bölgede enerji kaynakları ve yolları için ön gördükleri yaptırımlardan ibarettir. Siz hala eskidi bunlar eskidi deyip durun atı alan Üsküdar’ı geçiyor. Sol güçlerin bir mevta olması da işte bu eskitmeler ve sorumsuzluklar yüzündendir diye bilmeniz için söylüyorum.

Bu yüzden, önermeleriniz bana örgütsüzlüğü, kaderciliği, sorumluluklara sırt çevirmeyi öneriyor gibi gelmektedir.

Diyorsunuz ki,

"Osmanlı-Halifelik murisi-Lider İslam ülke" rolünü
üstlenmek üzere çeşitli sun'i senaryolarla hazır.
Bu görevi de Iran - Irak - Afgan - Arap -kurt
bütün etnisitelerdeki değişik Müslüman guruplara
"son moderatör çıkışı" dahil ağabey olma havasında
yapacak şekilde hazırlanıyor...”Diyorsunuz.


Burada da toptancı davranmışsınız. Aynı şeyleri tekrar etmeyeceğim. Müslüman grupları bile bu bölgede eskisi gibi aynı çizgide ve aynı tarzda tasnif edemezsiniz. Dini ideolojik bir örgütsel çaba olarak değildi bir referans olarak ele alıp halkla iç içe geçmiş ve halkın çıkarlarını savunan direnme örgütlerini, dini terör örgütleriyle bir arada değerlendiremezsiniz. Bölgede halklarımız için bir ortak yönelim oluşturmak üzere ele alınması gereken kıstaslar toptancı kıstaslar olamaz. Bu algılarınız 20. Yüz yıldan kalmadır diyeceğim ve dünyanın iki kamp arasında bölünmüş dönemlerinin kıstaslarını aşamamıştır diyeceğim. Bu bölge, Allahsızların Partisiyle (komünist partisi), Allahın partisini (Hizbullah) direnme çizgisinde bir araya getiren bir dönemden geçmektedir. Algı ve gözlemlerimizin çatısını yükseltmemiz gerekmektedir.

Sonuç olarak yaklaşan bir tehlike var bunu dikkat ediniz. Bu tehlikenin kaynağı emperyalist güçler ve yerli ortaklarıdır. Yeni Osmanlıcılık bu tehlikenin adıdır diyorum. Buna dikkat edelim. Bu tehlike öncelikle ortak ülkemizin başı üzerinde bir kılıç gibi sallanmaktadır, diyerek sözlerimi bağlıyorum.

Başarı dileklerimle, baki selamlar. Mihrac Ural

Hiç yorum yok: