2 Mart 2009 Pazartesi
ESKİYEN AKILLAR ESKİMEYEN TEHLİKELER
Mihrac Ural
Kuyerel grupta yayınlanan tartışmalarda, yazıma yorum yapan bir okura cevabımdır.
Sayın Aytaç Erdoğdu,
“Yeni Osmanlıcılık mı? Pan-İslamizm mi?” makalem üzerine bir yorum yapmışsınız. Ellerinize sağlık. Olumlu yanları olan yorumunuzun olumsuz tespitleri olduğu üzerinde dikkatinizi çekeceğim. Üzerine yorum yaptığınız yazım, 23 Ocak 2009’da yazdığım “Yeni Osmanlıcılık ve Handikapları” adlı makalemin devamı olarak da ele alabilirisiniz. (Bkz. http://mirural.blogspot.com/ ) Bunu da gözden geçirip alta sizlere ileteceğim görüşlerimle birlikte daha sağlıklı bir bölge analizi ve tehlikeleri hakkında bilgi edinmiş olacaksınız.
Bir zevat yazıma gecikmiş bir eleştiri yazmıştı. Ona kısaca cevap verdim
Konumuz bölgedeki tehlikeli eğilimlerle ilgiliydi ve bunun ülkemizdeki boyutunu tanımlama çabasıydı.
Bir Osmanlı tartışması değildi. Bu kapsamdaki eleştiri mübadelesinden de anlaşıldı ki, Osmanlı algıları da çok sığdı. Tartışma okura yayarlı olması için, eleştirilerin bir kelime dizisi olmaktan, bir bilgi dizisi haline gelmesi gerektiğine inanıyorum. Bu amaçla zaman zaman yazılarım uzun oluyor. Size cavap yazım da öyle oldu. Mesajım iyi okura iyi bilgi iletmektir.
Konunun esası şudur:
Bölgemizde yüz yılık bir süre içinde (20.Yy.) kesilmeden ortaya konan bir emperyalist müdahale bulunuyor. Bu müdahale 500 yılı aşkın süre bölgede nispi bir istikrar kuran Osmanlı’nın yeniden, bir biçimde kurgulanmasına ilişkindir. Bu önerme Türkiye’ye sürekli olarak, emperyalist güçlerle dayatıldı; önceleri Almanlar, sonra ABD ve NATO bu rolleri bin bir yol ve yöntemle Türkiye’ye dayattı. Ülkemiz her defasında da maceraya sürükledi ve zararlı çıktı. Bu konuyu “Davos’taki Söz Düellosu ve Bölgemiz saflaşması” (bkz. Ag. link) uzunca anlatmaya çalıştım. Türkiye zorla dayatılan bu rolü, ülkemiz bölge halkları üzerinde dayatmakta acze düştü; Bağdat paktı, SENTO girişimleri bunun ifadesiydi. Ülkemizi aldatan “Alt Emperyalizmin” böbürlenmesinin altı boştu. Bölge halkları da 400 yıl Osmanlı hükmüne ve onun genetik mirasçılarına karşı çok duyarlıydılar. Türkiye’nin yaptığı ve yapacağı her adıma şüpheyle bakıyor, emperyalist kuklalığı olarak karşılıyorlardı. Bunu derinleştiren kimi tutumlarıyla da ülkemiz yönetimleri, bölge halklarının düşmanı rollerine erken soyunmuşlardı. Bölgede gündeme gelen her olayda ABD uşağı rollerini askeri, istihbarat ve müdahaleci olarak oynamakta bir beis görmüyordu. Bundan on yıl önce düşmanlık güdülmeyen bir tek komşumuz bile yoktu; “Türkün Türk’ten başka dostu yoktu”. Ülkemizin böylesi çirkin duruşları, bölge halklarını Türkiye’nin her tutuna kuşkuyla bakılmasına yol açıyordu.
Türkiye Cumhuriyete Osmanlıdan çok farklı bir planla kurulmuştu. Kendi üretecek ve kendi tüketecekti, fetihler ardından serserilik etmeyecekti. Atatürk’ün bu belirlenmesi “Cihanda sulh yurtta sulh” olarak bir siyasal söylemle kendini ifade ediyordu. Siyasi kararlar ve siyasi biçimlenişler çok erken değişmesine karşın genetik olarak yer edinmiş akılların değişmesi çok zordu. Cumhuriyeti kuranların Osmanlı artığı olmasıyla birleşen bu durum “Osmanlı Aklı” diyebileceğimiz bir akıl sisteminin Cumhuriyet sürecinde de zaman zaman nüksetmesini gündeme getiriyordu.
Osmanlı aklı bir bataklık akıldı. Cumhuriyet bunu kurutamamıştı. Atatürk’te bile derin izleri vardı. Hasta adam iyileştikçe saldırganlaşması, işgal ve ilhak siyasetlerine dönmesi gündeme geliyordu. 1939 Hatay ilhakı bunun çok açık bir göstergesiydi. Ardından gelen 6-7 Eylül 1955 olayları, Kıbrıs ve hala sürmekte olan Kürt melesi bu genlerin ne kadar tetikte beklediğini gösterdi. Emperyalistlerde bunu çok iyi biliyor ve Türkiye’nin bölgedeki kukla rolleri için “yeni Osmanlıcılık” önerilerini, özellikle II. Dünya savaşı sonrası kesintisiz dayatıyordu. Bu amaçla CHP’nin tek partili dönemi dahil sonraki dönemlerde de bu amaçla hazırlıklar yapıldı kanunlar, kurumlar, sivil toplum etkinlikleri yapıldı. “Dinler arası diyalog”cular komünizmle mücadele dernekleri gibi, kaynakları okyanus ötesine uzanan hareketler yoğunlaşmıştı.
Bu sürçte din, dini eğitim de alıp başını gitmişti. Ama bölgemiz için din temelinde yapılacak bir şey yoktu. %95 İslam olan bölgede özelikle de “yeşil kuşak” girişiminin Sovyetlerin çöküşüyle anlamsız olduğu ve El Kaide gibi terör örgütlerinin sahibini vurduğu bir koşulda, etnik bileşkeler üzerinde çalışmanın önemi ön plana çıkıyordu.
Bölgemizde kirli birliklerin kuruluşu daha çok etnik bileşkelerle sağlanabiliyordu. Farslar, Türkler, Kürtler Araplar, Ermeniler, Yahudiler, bölgemizde dini temelden çok Milli ya da etnik çıkarlar etrafında bileşkelere eğilimlidirler. Bu noktada yönetimlerin halkları aldatmada tercih edecekleri yolda bu oluyordu. Emperyalistler için ise, sonuçta kendilerini vurmayacak lose ve her an dağıtılabilir birlikleri çıkarlarına daha uygun görüyorlardı.
Bölgemizde, önemli oranda Hıristiyan nüfusun da kaygıları açısından İslamik olmayan böylesi birlikler daha kabul edilebilir birliklerdi. Bu açıdan İslam’ın değil etnik çıkarlar etrafında toplanma aldatmacası daha çok işlevseldi. Bu gerçeği herkesten önce emperyalistler kavramış ve bu nedenle ey uygun model olan Osmanlıyı bir biçimde “yeni Osmanlı” olarak ortaya koyuyorlardı.
Bu, basit bir gözlemle bölge olaylarını iyi takip eden herkesin varacağı bir sonuçtu. Makalelerimde bunları formüle ettim. Ve tehlike buradadır dedim ve bu tehlikeyi bölge halklarımızın derin tarihi tecrübelerine dayanarak kof bir tehlike olarak gördüğümü açıkladım. Ancak kof olması ülkemiz yönetimlerince maceracı tarzda arkasından sürüklenmelerini ve dolaysıyla halklarımızın başına bin bir senaryo örmeleri önünde de bir engel olmayabilir dedim.
Tekrarla, bölgemiz için bu önerme eskiye dayalı ve hala devam eden bir önermedir. Osmanlı akılının genetik mirasçıları, ülkemizi maceraya sürüklemek için, halkın milliyetçi duygularını da körükleyerek böylesi kirli senaryoları ikame etme eğilimleri olabilir dedim. Tehlikede budur. Bu tehlike, ortak ülkemiz ve halklarımızın başı üzerinde bir demokles kılıcı gibi sallanıyor diye de ifade ettim. Bu kirli amaçlar için, önemli gelişmelerin olduğunu bir tarihi kesitten geçtiğimizi belirttim.
Devlet dini yerine bu kez halkın dini kullanılmak isteniyordu: AKP’nin alttan gelen yükselişi bu açıdan çok hassas dengeler yaratmıştır. Buradan hareketle, yeni Osmanlıcılık, ortak ülkemizin başına musallat olan bir tehlikedir diye vurgumu tekrar ediyorum. Pan-İslamizm böylesi bir içeriğe sahip değildir. Tarihi boyunca da olmamıştır dedim. Bunu da her dini hareketin belli bir gericilik eğilimi içinde olduğu gerçeğini unutmadan belirttim.
Buna şunları da ekledim. Din, tarih boyunca bir üst kimlik oluşturamamıştır. İslam ümmeti denilen ümmet, Emevilerin, Abbasilerin, Selçukluların ve Osmanlıların en güçlü dönemlerinde bile bunu başaramamıştır. Hz. Muhhamed bile bunu başaramamıştır, birleştirme yönündeki başarısı dinden çok Arap etnik topluluğu sınırlarında kalmıştır. Dolaysıyla pan-İslamizm tehlikedir diyen kişiye yanılıyorsun dedim. Bu yanılgı bilgisizlikten ise önemli değil, yaşlı olmasına rağmen öğrenmek için zaman bulabilir. Bu yanılgı bilinçli ise çok tehlikeli bir yaklaşımdır dedim. Bu yanılgı, halkın çıkarları için ve halkın etkin desteğiyle emperyalizme, Siyonizm’e karşı başarılı mücadele eden ve yükseliş içinde olan direnme güçlerini tehlike olarak tanımlamış olur. Bunu da kabul edilmez bir tutum olarak gördüğümü açıkladım. 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşında Hizbullah başarısının bölgemiz kaderinde oynadığı önemli rolü de örnek verdim. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) yerle bir olmuştur dedim. Bu bile, dini referanslı da olsa halka dayanan ve halkın çıkarları için önemli direneler gösteren hareketlerin tarih indinde, en azından bu kesitte oynadıkların önemli roller olduğunu gösterir belirlemesi yaptım. Buna rağmen dini, bir ideolojik siyasal hareket olarak ele alınma tehlikesinin gerici karakterini göz ününden çıkarmamak gerek dedim.
Konumuz budur. Okuyucu için özet mahiyetinde bir kez daha bu satırlarda tekrar ettim. Tekrar ediyorum, tehlike Pan-İslamizm de değil, yeni Osmanlıcılıktadır. Devletin dini iflas etmiştir, halkın dini bölgemizde önemli direnme hatları açmışken ülkemiz açısından tersi bir pozisyonda seyretmektedir. Yeni Osmanlıcılık aldatmacasının riski de burada büyüyor. Yerel seçimler bu açıdan önemle gözlenmelidir derim.
Bu noktada olması gereken bir tartışmayı, ilgisiz bir Osmanlı izahatına çevirmenin kıymeti itibarı yoktur. Ortaokul bilgisiyle, ansiklopedi ya da her hangi bir arama motoru kanalıyla, “Osmanlı” maddesine bakmak, bir ton bilgi almak için yeterlidir. Biz bu tartışmaları 1970’li yıllarda geride bıraktık. Bilmeyenler için söylemiyorum…
Hal böyle iken,
İyi eleştiri için, eleştirilecek yazının iyi okunması gerekirdi. Bu bile yapılmamış. Bu da belli bir düzey gerektirir…
Ben yazımda “Bu dönem boyunca Balkanlar ve Anadolu sürekli bir kaynama
içindedir.” Diyorum.
Zevat,
“Osmanlı için Balkanlar hep kaynayan kazandı! Anadolu ve Ortadoğu değil miydi? ” diye sorarak, beni tekrar ediyor…
Ben, “Osmanlının batıya yönelik sefer ve talan girişimleri, her ortaçağ imparatorluğu gibi servetlerle ilgilidir.” Diyorum.
Zevat,
“Osmanlı Avrupa’ya talan seferleri yapmış...
Orta doğuya misafirliğe mi gitmişti?” diye sorarak, beni tekrar ediyor...
Ben din istismarından, Napolyon’dan söz ediyorum (ki, bununla Mısır seferlerine işaret ediyorum). Napolyon’unun “din değiştirmiş gizli bir Müslüman olduğu” yönünde yaptırdığı propagandaya dikkat çekiyorum,
Zevat,
Demagojiyle, sanki Osmanlıya karşı Arap bölgesinde sorun yoktu diyen var gibi, “Mısır’daki kaynamadan, Kavalalı M. Ali paşa”dan söz ediyor.
Ben, her yazımda “Yeni Osmanlıcılık kof olduğu kadar zalim bir milliyetçiliktir. Onun da ötesinde şovenizmdir.” Diyerek, bunun ülkemiz açısından bir macera olduğunu belirtiyorum.
Zevat,
“Yeni Pan İslamizm Ortadoğuda geçmezmiş...
Sanki yeni Osmanlıcılık denilen geçecek...” Diyor.
Yani hep arkadan nal topluyor.
Bu zevat kelimelerle oynar, her bir yazısı arasında üç farklı görüş değiştirir. Önceki yazısında, Türkiye’nin orta-doğudaki girişimleriyle ilgili, “…yeni Osmanlıcılık değil, yeni Pan-İslamizm denilebilir.” (“Yeni Osmanlıcılık mı?” yazısı) diyerek, farklı telden esiyor.
Diyeceğim o ki, Bazı insanlar alışkanlıklarını yaşlansalar da terk edemiyorlar. Bu insanlar okuduklarıyla bilgi birikimi yapamayanlardır. Bilgi birikimi okumakla değil, okuduğunu soyutlayıp yazmakla gerçekleşir. Ezberle, aktarmacılıkla, bulunduğu ve etkilendiğin yerdeki görüşlerle, bukellemun gibi renk değişimleriyle bilgi birikimi sahibi olunmaz. Bu nedenle, eleştiri için eleştiri yapanlara çok rastlarız.
Bu, Osmanlının talancığına yaptığım göndermeye karşılık Zevatın, Osmanlının az talandan dolayı gelişemediği iddiasında da kendini gösterir. Sorunu az talan çok talan olarak algılamış yetersiz adam. Oysa Osmanlı yeryüzünün tüm servetlerini talan etse de yapısı gereği, mülkiyet ilişkisi, üretim ilişkisi gereği, gelişmesi, kapitalizme kadar uzanması mümkün değildi. Nitekim Osmanlı hiçte az talan yapan bir imparatorluk değildi. Osmanlı, çağının tüm imparatorluklarından çok daha fazla talan ve merkezi düzlemde servet biriktirmişti. Kanuni’nin hazinesi inanılmaz fazlalıklarıyla meşhur, dolup taşıyordu. Osmanlı üretim ilişkisi, mülkiyet tarzı nedeniyle bu servetleri tarihsel bir üst gelişme aşamasına yönlendirecek nesnel zeminlere sahip olmadığı için tüketmekle kaldı, ilerleyemedi. Zevatın bunu bilmesi için bilgi birikimi eksiklerini gidermesi gereklidir. Bu yaştan sonra bu iş zor olur ya…
Konumuz ortak ülkemiz açısından beliren kimi tehlikelerle ilgili soyutlama yapmaktı. Bunu ortaya koydum. Yeni Osmanlıcılık tehlikesi bir yanıyla milliyetçi-ulusalcı diğer yanıyla gerici güçler tarafından tırmandırılan ve şehvetle öne sürülmek istenen bir yönelim halini alıyor, kimse bu tehlikeyi örtecek Pan-İslamizm diye uydurma bir tehlike iddiasında bulunmasın dedim.
Zevat ise tersini söylüyor, “Türkiye’nin Ortadoğuda etkinliğini artırma ve giderek yayılma politikasına… yeni Osmanlıcılık değil, yeni Pan-İslamizm denilebilir.” (“Yeni Osmanlıcılık mı?” yazısı)
Bu konuda da karasız olduğunu sonraki yazısında anladığımız zevatın, eleştiri yapmak için koşuşturmasını samimi bulmadığımı ifade edeceğim.
Üç kıtada hüküm süren bir imparatorluğu “Osmanlı temelinde bir Balkan devletidir” diye tanımlamak, emperyalistlerin çıkarları için bu gün öne sürülen “yeni Osmanlıcılık” tezlerini tehlike olarak görmeme çabasından kaynaklanıyor derim. Oysa çıkar sahipleri işlerini iyi biliyorlar, çoklu etnik yapısıyla Osmanlı, Siyonist İsrail devlet başkanı Ş. Perez’in bile cazibe merkezinde bulunduğunun bilinmesi gerek; o da “Orta-doğululuk” tezidir. Zevat, bunları bilmez, ülkemiz, bölgemiz değil hep batı merkezdir deyip durdu on yıllardır, keramet orada…
Yazıma müdahalenize gelince,
Yukarıdaki sözlerimi teyit edin şu satırlarınız önemli "Osmanli-Halifelik murisi Lider İslam ülke rolünü üstlenmek üzere çeşitli sun’i senaryolarla hazır.”
Tehlike budur. Bu tehlike, öncelikle ortak ülkemiz açısından ciddidir. AKP’nin yönelimleri de, ulusalcıların, milliyetçilerin de bu yöne kayma çabalarına tanıklık ediyoruz. Ancak bölge halkları bu tehlikeye, son 60 yıllık siyasal deney ve mücadele süreçlerinin birikimiyle, prim vermeyecektir diyorum. Sizin bölge halkları için olumsuz düşüncelerinize bu açıdan katılmadığımı belirtmeliyim.
Evet ipek yoldur bu, her şeyin bir ederi var, alınır satılır sanırsınız ama bu bölgeye haçlılardan tutun, Moğol istilalarına, Selçuklu-Osmanlıdan Fransızlara kadar çok işgalci geldi. Satın alma ve satmayı onlar da denedi ve kışkırttı. Satın aldıkları ve satıcı insanları da buldular, ama halklar bütün işgalcileri uzun zaman içine yayılmış olsa da geldikleri yere gönderdi.
Hani nerede Haçlılar, hani nerede Osmanlılar, Fransızlar hepsi kuyruklarını toplayıp gittiler. Bu nasıl gerçekleşti. Halkların bir biçimde süren direnişleri olmaksızın gerçekleşmesi mümkün müydü? Elbette değildi ve yeryüzünün hiçbir işgalcisi vakit geldi diye pılısını pırtısını toplayıp gitmemiştir. Bu açıdan umutsuzluğunuzu anlamam mümkün değildir.
Bu konuda Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın doğu üzerine yaptığı yaklaşımlarına nispeten onay verebilirim. Daha da ötesine geçip Dr. Hikmet Çözümlemelerinde barbarlık ve uygarlık ilişkisine yaklaşımında önemli ön gürüler olduğunu belirtebilirim. Ancak bölge olaylarını ve halklarının siyasal reflekslerini çok olumsuz değerlendirmenize katılmam mümkün değildir.
30 yıldır bölgeyi yakinen takip ediyorum. Bu kesitin tüm olaylarını bire bir yaşadım. Bu gözlemlere de dayanarak, bölge halklarının öyle kolay bir eğrilme ve üzerine binilip güdülme durumunda olmadığını belirteceğim. Bölgemiz, denenmesine rağmen, yeryüzünün hiçbir kudretinin baş edemediği kararlı siyasi duruşları olanların bölgesidir diyeceğim.
Bölge tarihi ve halklarının mücadelesi konusunda, ilgili olanları ve başta solcuları daha iyi araştırmaya davet ediyorum.. Bölgemize bitip tükenmeden yönelen saldırıların en önemli nedenlerinden biri de bu sağlam iradenin kırılmak istenmesidir. Bu irade olmasaydı bu direnmelerden bahsetmemiz de mümkün olmazdı. Bölgeyi ayakta tutan da budur; Haçlılardan Moğollara, Osmanlıdan Fransız-İngiliz işgalcilerine kadar, bu irade karşısında kuyruğunu toplayıp gitmeyen hiçbir dış güç kalmamıştır.
Emperyalistlerin huzuru kaçıran, bölgeyi küçük şehir devletlerine çevirme projelerini yerle bir eden de bu iradedir. Bunlar dün de bu gün de aynı saflaşmanın unsurları olarak yerlerini almaktadır. Bu saflaşma gerici güçlerle, direnme güçleri arasında bir saflaşmadır, yerimizi ve eylemimizi ortaya koymamız bu bölgeden oluşumuzun bir sorumluluğudur. Bundan hiç birimiz kaçınamaz.
Buna rağmen bilmeniz gereken önemli bir nokta da bu bölgenin tarihler boyunca var olan ve her kesitte farklı isimler alan saflaşmasıdır. Dün haçlılara karşı savaşta ve direnmede, halkına güvenmeyenler, onları alınır satılır görenler yine vardı. Ama sonuç ne oldu, direnenler kazandı. Uzun da sürse yabancı egemenliği sona erdi. Bu günde durum bu minvalde devam ediyor.
Bölgemizde saflaşma bu gün itibariyle, emperyalist, Siyonist ve Arap gericiliğinin oluşturduğu mihverle, bölgenin ilerici yönetimleri, ilerici, devrimci direnme örgütleri, İslami referanslı halk hareketleri ve direnme güçlerin oluşturduğu cepheden oluşmaktadır. Bölgemizin irili ufaklı tüm sorunlarında bu saflaşma vardır. Savaşın her bir mevzisinde bu saflaşmanın karşı karşıya geliyor. Bölgemizin önemli bir alanı ortak ülkemizdir ve bizler bu ülkenin devrimci güçleri olarak da bu saflaşmanın ayrılmaz bir parçasıyız. En azından bizler kendimizi öyle görüyor ve bu yönelimde açık net tutum takınarak fiilen olayın içinde olmamız gerektiğini belirtiyoruz. Bu algımızla da geçmiş tarihlerde işgalcilere ve zalimlere karşı mücadele edenlerin temsilcileri olarak bu gün bizlerde direnip gelecek kuşaklara miras bırakma çabası veriyoruz. Bunu bölgemizin tüm devrimci direnme güçleri de aynıyla sürdürmektedir.
Bu çabaların son on yıl içinde ortayla koyduğu başarı direnme çizgisinin başarısı olarak kaydolmuştur. Bölgemizde halka inanmayanların emperyalizme bağlanma çabalarıyla oluşan ılımlılar cephesi siyasal her boyutuyla iflas etmiştir. Bu iflas, Lübnan savaşında direnenlerle, Gazze savaşında direnenlerin eseri olmuştur. Dün Irak işgaliyle bölgenin her devletini şehir devletleri haline getirecek bir tarzda bölmek isteyenler, bunu nispeten Irakta başarma eğilimi gösterseler de Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de bu oyunu oynayamadılar. 12 Temmuz 2006 savaşında ABD tüm kurmalarıyla bu iş sonuçlandı dedikleri anda İsrail’in, Hizbullah karşısında aldığı ağır yenilgiyle birlikte hayalleri de yerle bir olmuştu. Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP)’nin çöküşü bölgeyi büyük bir karanlık dönemin çöküşünden kurtarmıştı. Bu bölgenin halkları böylesi direnme güçleriyle bunu başarmıştı. Umutların bittiği yerde bu halklar olanaksızmış gibi görüleni başararak bu bölgenin siyasal iradesinde dik durmayı başaranları temsil etmiştir. Yani iddianızın tersine alınıp satılmayanlar bu bölgeye sahip çıkanlardır.
Yazınızda
“Ne pan; ne faşizan bunlar yıllar öncede kaldı…”
Diyorsun, bu bir yanıyla doğrudur ama bir başka yanıyla da yanlıştır. Bu bölgede geride kaldı sandığınız çok şey yeniden pişirilip gündeme gelebilmektedir sık sık. Unutmayın ki, I. Dünya savaşının kapanmamış dosyaları kaldıkça da böyle olacak. Siz eski diye unutun getirip önünüze koyacaklar ve size acı bir biçimde hatırlatacaklar. I. Dünya savaşının kapanmamış toprak, güvenlik ve su sorunları bu bölgeyi daha yüz yıl meşgul edebilir. Tavsiyem “eskidi”, geçti diyerek hiçbir şeyi çöpe atmayınız, gözleyiniz. Bölgede sorumlu bir siyaset yapmak isteyenler bunu izlemek zorundadır. Direnmenin, mücadelenin kararlılık kadar istikrarlı bir izlenme gereği olduğunu bilmenizi isterim.
Yeni Osmanlıcılık II. Dünya savaşı ardından bitip tükenmez bir biçimde, ülkemizi bölge halkları üzerine salmak için önerilmiştir. Özellikle devletin dini alet ederek bu yapılmıştır. Ancak bölgemiz halkları bu oyunu her defasında bozdu. Türkiye’nin emperyalistlere maşalık yaptığını gördü ve girişimlerine engel oldu. Ancak bu önerme bu kez alttan gelen bir dalgayla yükseltilmek isteniyor: yani kapıdan kovulan pencereden girmeye çalışıyor. Halkın dini reflekslerini, devletin dini haline getirip yeni Osmanlıcılığı, AKP yönetimi gibi, pazarlamak isteyenler önceki tecrübe ve bozgunların ardından önemli mesafeler kat etikleri görülmektedir. Bu tehlike eskidi diye onu görmezden gelmek, bölgemizin siyası olaylarını algılamamaktır.
Bu tehlikeyi bölge halkları bozacaktır. Bu kesin bir veridir ama ülkemiz tüm kefaretini ödemek zorunda kalacaktır. Bu yanıyla tehlike öncelikle bize yönelmiştir. Bölgemize karşı kurgulanan kirli işlere karşı öncelikle ülkemizde karşı koyabildiğimiz oranda bölgemizi de korumuş olacağız. Bu açıdan bölgenin halklarının kader birliğini kavramak ve bunu hafife almamak gereklidir derim.
Bölgemizle ilgili gözlemlerimize dayanarak esas tehlike, Pan-İslamizm değil yeni Osmanlıcılıktır derken de bu sorumluluğu gösterdim. Mesele tehlikenin adı değil içeriğini duşa vurmaktı. Bunu yaptık. Bu ise eskidi diye geçiştirilecek bir vakıa değildir. Bunu da uzun uzun önceki yazımda ve bu yazımın başında dile getirdim.
buradan bir kez daha bilmeyenlerin dikkatini çekerek, yeni Osmanlıcılık, Siyonist İsrail tarafından da “Ortadoğuculuk” olarak onaylanmakta ve bunun için yeni planlar içinde ABD, Türkiye, İsrail hattında, kirli ve karanlık işlerin stratejistleri hazırlık yapmaktadırlar. Bu girişimlerin belirgin olan yanlarından biri “uyumlaştırma” çabalarıdır. Tüm ülkelerin ve inançların birbirine uyumlaştırılması, gümrük tavizlerinden, kültürel mübadeleye, ekonomik serbestlikten yazınsal, sanatsal ortaklaşmalara kadar uzanan bir tayf üzerinde çalışılmaktadır. Sınırları bile kaldırıp, mali açıdan güçlü olanın zayıf olan üzerinde tahakkümünü sağlama girişimleri, siyasal yönlendirmeyle sonuçlanacak müdahaleler planlanmaktadır.
Bütün bunlar emperyalistlerin bölgede enerji kaynakları ve yolları için ön gördükleri yaptırımlardan ibarettir. Siz hala eskidi bunlar eskidi deyip durun atı alan Üsküdar’ı geçiyor. Sol güçlerin bir mevta olması da işte bu eskitmeler ve sorumsuzluklar yüzündendir diye bilmeniz için söylüyorum.
Bu yüzden, önermeleriniz bana örgütsüzlüğü, kaderciliği, sorumluluklara sırt çevirmeyi öneriyor gibi gelmektedir.
Diyorsunuz ki,
"Osmanlı-Halifelik murisi-Lider İslam ülke" rolünü
üstlenmek üzere çeşitli sun'i senaryolarla hazır.
Bu görevi de Iran - Irak - Afgan - Arap -kurt
bütün etnisitelerdeki değişik Müslüman guruplara
"son moderatör çıkışı" dahil ağabey olma havasında
yapacak şekilde hazırlanıyor...”Diyorsunuz.
Burada da toptancı davranmışsınız. Aynı şeyleri tekrar etmeyeceğim. Müslüman grupları bile bu bölgede eskisi gibi aynı çizgide ve aynı tarzda tasnif edemezsiniz. Dini ideolojik bir örgütsel çaba olarak değildi bir referans olarak ele alıp halkla iç içe geçmiş ve halkın çıkarlarını savunan direnme örgütlerini, dini terör örgütleriyle bir arada değerlendiremezsiniz. Bölgede halklarımız için bir ortak yönelim oluşturmak üzere ele alınması gereken kıstaslar toptancı kıstaslar olamaz. Bu algılarınız 20. Yüz yıldan kalmadır diyeceğim ve dünyanın iki kamp arasında bölünmüş dönemlerinin kıstaslarını aşamamıştır diyeceğim. Bu bölge, Allahsızların Partisiyle (komünist partisi), Allahın partisini (Hizbullah) direnme çizgisinde bir araya getiren bir dönemden geçmektedir. Algı ve gözlemlerimizin çatısını yükseltmemiz gerekmektedir.
Sonuç olarak yaklaşan bir tehlike var bunu dikkat ediniz. Bu tehlikenin kaynağı emperyalist güçler ve yerli ortaklarıdır. Yeni Osmanlıcılık bu tehlikenin adıdır diyorum. Buna dikkat edelim. Bu tehlike öncelikle ortak ülkemizin başı üzerinde bir kılıç gibi sallanmaktadır, diyerek sözlerimi bağlıyorum.
Başarı dileklerimle, baki selamlar. Mihrac Ural
Kuyerel grupta yayınlanan tartışmalarda, yazıma yorum yapan bir okura cevabımdır.
Sayın Aytaç Erdoğdu,
“Yeni Osmanlıcılık mı? Pan-İslamizm mi?” makalem üzerine bir yorum yapmışsınız. Ellerinize sağlık. Olumlu yanları olan yorumunuzun olumsuz tespitleri olduğu üzerinde dikkatinizi çekeceğim. Üzerine yorum yaptığınız yazım, 23 Ocak 2009’da yazdığım “Yeni Osmanlıcılık ve Handikapları” adlı makalemin devamı olarak da ele alabilirisiniz. (Bkz. http://mirural.blogspot.com/ ) Bunu da gözden geçirip alta sizlere ileteceğim görüşlerimle birlikte daha sağlıklı bir bölge analizi ve tehlikeleri hakkında bilgi edinmiş olacaksınız.
Bir zevat yazıma gecikmiş bir eleştiri yazmıştı. Ona kısaca cevap verdim
Konumuz bölgedeki tehlikeli eğilimlerle ilgiliydi ve bunun ülkemizdeki boyutunu tanımlama çabasıydı.
Bir Osmanlı tartışması değildi. Bu kapsamdaki eleştiri mübadelesinden de anlaşıldı ki, Osmanlı algıları da çok sığdı. Tartışma okura yayarlı olması için, eleştirilerin bir kelime dizisi olmaktan, bir bilgi dizisi haline gelmesi gerektiğine inanıyorum. Bu amaçla zaman zaman yazılarım uzun oluyor. Size cavap yazım da öyle oldu. Mesajım iyi okura iyi bilgi iletmektir.
Konunun esası şudur:
Bölgemizde yüz yılık bir süre içinde (20.Yy.) kesilmeden ortaya konan bir emperyalist müdahale bulunuyor. Bu müdahale 500 yılı aşkın süre bölgede nispi bir istikrar kuran Osmanlı’nın yeniden, bir biçimde kurgulanmasına ilişkindir. Bu önerme Türkiye’ye sürekli olarak, emperyalist güçlerle dayatıldı; önceleri Almanlar, sonra ABD ve NATO bu rolleri bin bir yol ve yöntemle Türkiye’ye dayattı. Ülkemiz her defasında da maceraya sürükledi ve zararlı çıktı. Bu konuyu “Davos’taki Söz Düellosu ve Bölgemiz saflaşması” (bkz. Ag. link) uzunca anlatmaya çalıştım. Türkiye zorla dayatılan bu rolü, ülkemiz bölge halkları üzerinde dayatmakta acze düştü; Bağdat paktı, SENTO girişimleri bunun ifadesiydi. Ülkemizi aldatan “Alt Emperyalizmin” böbürlenmesinin altı boştu. Bölge halkları da 400 yıl Osmanlı hükmüne ve onun genetik mirasçılarına karşı çok duyarlıydılar. Türkiye’nin yaptığı ve yapacağı her adıma şüpheyle bakıyor, emperyalist kuklalığı olarak karşılıyorlardı. Bunu derinleştiren kimi tutumlarıyla da ülkemiz yönetimleri, bölge halklarının düşmanı rollerine erken soyunmuşlardı. Bölgede gündeme gelen her olayda ABD uşağı rollerini askeri, istihbarat ve müdahaleci olarak oynamakta bir beis görmüyordu. Bundan on yıl önce düşmanlık güdülmeyen bir tek komşumuz bile yoktu; “Türkün Türk’ten başka dostu yoktu”. Ülkemizin böylesi çirkin duruşları, bölge halklarını Türkiye’nin her tutuna kuşkuyla bakılmasına yol açıyordu.
Türkiye Cumhuriyete Osmanlıdan çok farklı bir planla kurulmuştu. Kendi üretecek ve kendi tüketecekti, fetihler ardından serserilik etmeyecekti. Atatürk’ün bu belirlenmesi “Cihanda sulh yurtta sulh” olarak bir siyasal söylemle kendini ifade ediyordu. Siyasi kararlar ve siyasi biçimlenişler çok erken değişmesine karşın genetik olarak yer edinmiş akılların değişmesi çok zordu. Cumhuriyeti kuranların Osmanlı artığı olmasıyla birleşen bu durum “Osmanlı Aklı” diyebileceğimiz bir akıl sisteminin Cumhuriyet sürecinde de zaman zaman nüksetmesini gündeme getiriyordu.
Osmanlı aklı bir bataklık akıldı. Cumhuriyet bunu kurutamamıştı. Atatürk’te bile derin izleri vardı. Hasta adam iyileştikçe saldırganlaşması, işgal ve ilhak siyasetlerine dönmesi gündeme geliyordu. 1939 Hatay ilhakı bunun çok açık bir göstergesiydi. Ardından gelen 6-7 Eylül 1955 olayları, Kıbrıs ve hala sürmekte olan Kürt melesi bu genlerin ne kadar tetikte beklediğini gösterdi. Emperyalistlerde bunu çok iyi biliyor ve Türkiye’nin bölgedeki kukla rolleri için “yeni Osmanlıcılık” önerilerini, özellikle II. Dünya savaşı sonrası kesintisiz dayatıyordu. Bu amaçla CHP’nin tek partili dönemi dahil sonraki dönemlerde de bu amaçla hazırlıklar yapıldı kanunlar, kurumlar, sivil toplum etkinlikleri yapıldı. “Dinler arası diyalog”cular komünizmle mücadele dernekleri gibi, kaynakları okyanus ötesine uzanan hareketler yoğunlaşmıştı.
Bu sürçte din, dini eğitim de alıp başını gitmişti. Ama bölgemiz için din temelinde yapılacak bir şey yoktu. %95 İslam olan bölgede özelikle de “yeşil kuşak” girişiminin Sovyetlerin çöküşüyle anlamsız olduğu ve El Kaide gibi terör örgütlerinin sahibini vurduğu bir koşulda, etnik bileşkeler üzerinde çalışmanın önemi ön plana çıkıyordu.
Bölgemizde kirli birliklerin kuruluşu daha çok etnik bileşkelerle sağlanabiliyordu. Farslar, Türkler, Kürtler Araplar, Ermeniler, Yahudiler, bölgemizde dini temelden çok Milli ya da etnik çıkarlar etrafında bileşkelere eğilimlidirler. Bu noktada yönetimlerin halkları aldatmada tercih edecekleri yolda bu oluyordu. Emperyalistler için ise, sonuçta kendilerini vurmayacak lose ve her an dağıtılabilir birlikleri çıkarlarına daha uygun görüyorlardı.
Bölgemizde, önemli oranda Hıristiyan nüfusun da kaygıları açısından İslamik olmayan böylesi birlikler daha kabul edilebilir birliklerdi. Bu açıdan İslam’ın değil etnik çıkarlar etrafında toplanma aldatmacası daha çok işlevseldi. Bu gerçeği herkesten önce emperyalistler kavramış ve bu nedenle ey uygun model olan Osmanlıyı bir biçimde “yeni Osmanlı” olarak ortaya koyuyorlardı.
Bu, basit bir gözlemle bölge olaylarını iyi takip eden herkesin varacağı bir sonuçtu. Makalelerimde bunları formüle ettim. Ve tehlike buradadır dedim ve bu tehlikeyi bölge halklarımızın derin tarihi tecrübelerine dayanarak kof bir tehlike olarak gördüğümü açıkladım. Ancak kof olması ülkemiz yönetimlerince maceracı tarzda arkasından sürüklenmelerini ve dolaysıyla halklarımızın başına bin bir senaryo örmeleri önünde de bir engel olmayabilir dedim.
Tekrarla, bölgemiz için bu önerme eskiye dayalı ve hala devam eden bir önermedir. Osmanlı akılının genetik mirasçıları, ülkemizi maceraya sürüklemek için, halkın milliyetçi duygularını da körükleyerek böylesi kirli senaryoları ikame etme eğilimleri olabilir dedim. Tehlikede budur. Bu tehlike, ortak ülkemiz ve halklarımızın başı üzerinde bir demokles kılıcı gibi sallanıyor diye de ifade ettim. Bu kirli amaçlar için, önemli gelişmelerin olduğunu bir tarihi kesitten geçtiğimizi belirttim.
Devlet dini yerine bu kez halkın dini kullanılmak isteniyordu: AKP’nin alttan gelen yükselişi bu açıdan çok hassas dengeler yaratmıştır. Buradan hareketle, yeni Osmanlıcılık, ortak ülkemizin başına musallat olan bir tehlikedir diye vurgumu tekrar ediyorum. Pan-İslamizm böylesi bir içeriğe sahip değildir. Tarihi boyunca da olmamıştır dedim. Bunu da her dini hareketin belli bir gericilik eğilimi içinde olduğu gerçeğini unutmadan belirttim.
Buna şunları da ekledim. Din, tarih boyunca bir üst kimlik oluşturamamıştır. İslam ümmeti denilen ümmet, Emevilerin, Abbasilerin, Selçukluların ve Osmanlıların en güçlü dönemlerinde bile bunu başaramamıştır. Hz. Muhhamed bile bunu başaramamıştır, birleştirme yönündeki başarısı dinden çok Arap etnik topluluğu sınırlarında kalmıştır. Dolaysıyla pan-İslamizm tehlikedir diyen kişiye yanılıyorsun dedim. Bu yanılgı bilgisizlikten ise önemli değil, yaşlı olmasına rağmen öğrenmek için zaman bulabilir. Bu yanılgı bilinçli ise çok tehlikeli bir yaklaşımdır dedim. Bu yanılgı, halkın çıkarları için ve halkın etkin desteğiyle emperyalizme, Siyonizm’e karşı başarılı mücadele eden ve yükseliş içinde olan direnme güçlerini tehlike olarak tanımlamış olur. Bunu da kabul edilmez bir tutum olarak gördüğümü açıkladım. 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşında Hizbullah başarısının bölgemiz kaderinde oynadığı önemli rolü de örnek verdim. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) yerle bir olmuştur dedim. Bu bile, dini referanslı da olsa halka dayanan ve halkın çıkarları için önemli direneler gösteren hareketlerin tarih indinde, en azından bu kesitte oynadıkların önemli roller olduğunu gösterir belirlemesi yaptım. Buna rağmen dini, bir ideolojik siyasal hareket olarak ele alınma tehlikesinin gerici karakterini göz ününden çıkarmamak gerek dedim.
Konumuz budur. Okuyucu için özet mahiyetinde bir kez daha bu satırlarda tekrar ettim. Tekrar ediyorum, tehlike Pan-İslamizm de değil, yeni Osmanlıcılıktadır. Devletin dini iflas etmiştir, halkın dini bölgemizde önemli direnme hatları açmışken ülkemiz açısından tersi bir pozisyonda seyretmektedir. Yeni Osmanlıcılık aldatmacasının riski de burada büyüyor. Yerel seçimler bu açıdan önemle gözlenmelidir derim.
Bu noktada olması gereken bir tartışmayı, ilgisiz bir Osmanlı izahatına çevirmenin kıymeti itibarı yoktur. Ortaokul bilgisiyle, ansiklopedi ya da her hangi bir arama motoru kanalıyla, “Osmanlı” maddesine bakmak, bir ton bilgi almak için yeterlidir. Biz bu tartışmaları 1970’li yıllarda geride bıraktık. Bilmeyenler için söylemiyorum…
Hal böyle iken,
İyi eleştiri için, eleştirilecek yazının iyi okunması gerekirdi. Bu bile yapılmamış. Bu da belli bir düzey gerektirir…
Ben yazımda “Bu dönem boyunca Balkanlar ve Anadolu sürekli bir kaynama
içindedir.” Diyorum.
Zevat,
“Osmanlı için Balkanlar hep kaynayan kazandı! Anadolu ve Ortadoğu değil miydi? ” diye sorarak, beni tekrar ediyor…
Ben, “Osmanlının batıya yönelik sefer ve talan girişimleri, her ortaçağ imparatorluğu gibi servetlerle ilgilidir.” Diyorum.
Zevat,
“Osmanlı Avrupa’ya talan seferleri yapmış...
Orta doğuya misafirliğe mi gitmişti?” diye sorarak, beni tekrar ediyor...
Ben din istismarından, Napolyon’dan söz ediyorum (ki, bununla Mısır seferlerine işaret ediyorum). Napolyon’unun “din değiştirmiş gizli bir Müslüman olduğu” yönünde yaptırdığı propagandaya dikkat çekiyorum,
Zevat,
Demagojiyle, sanki Osmanlıya karşı Arap bölgesinde sorun yoktu diyen var gibi, “Mısır’daki kaynamadan, Kavalalı M. Ali paşa”dan söz ediyor.
Ben, her yazımda “Yeni Osmanlıcılık kof olduğu kadar zalim bir milliyetçiliktir. Onun da ötesinde şovenizmdir.” Diyerek, bunun ülkemiz açısından bir macera olduğunu belirtiyorum.
Zevat,
“Yeni Pan İslamizm Ortadoğuda geçmezmiş...
Sanki yeni Osmanlıcılık denilen geçecek...” Diyor.
Yani hep arkadan nal topluyor.
Bu zevat kelimelerle oynar, her bir yazısı arasında üç farklı görüş değiştirir. Önceki yazısında, Türkiye’nin orta-doğudaki girişimleriyle ilgili, “…yeni Osmanlıcılık değil, yeni Pan-İslamizm denilebilir.” (“Yeni Osmanlıcılık mı?” yazısı) diyerek, farklı telden esiyor.
Diyeceğim o ki, Bazı insanlar alışkanlıklarını yaşlansalar da terk edemiyorlar. Bu insanlar okuduklarıyla bilgi birikimi yapamayanlardır. Bilgi birikimi okumakla değil, okuduğunu soyutlayıp yazmakla gerçekleşir. Ezberle, aktarmacılıkla, bulunduğu ve etkilendiğin yerdeki görüşlerle, bukellemun gibi renk değişimleriyle bilgi birikimi sahibi olunmaz. Bu nedenle, eleştiri için eleştiri yapanlara çok rastlarız.
Bu, Osmanlının talancığına yaptığım göndermeye karşılık Zevatın, Osmanlının az talandan dolayı gelişemediği iddiasında da kendini gösterir. Sorunu az talan çok talan olarak algılamış yetersiz adam. Oysa Osmanlı yeryüzünün tüm servetlerini talan etse de yapısı gereği, mülkiyet ilişkisi, üretim ilişkisi gereği, gelişmesi, kapitalizme kadar uzanması mümkün değildi. Nitekim Osmanlı hiçte az talan yapan bir imparatorluk değildi. Osmanlı, çağının tüm imparatorluklarından çok daha fazla talan ve merkezi düzlemde servet biriktirmişti. Kanuni’nin hazinesi inanılmaz fazlalıklarıyla meşhur, dolup taşıyordu. Osmanlı üretim ilişkisi, mülkiyet tarzı nedeniyle bu servetleri tarihsel bir üst gelişme aşamasına yönlendirecek nesnel zeminlere sahip olmadığı için tüketmekle kaldı, ilerleyemedi. Zevatın bunu bilmesi için bilgi birikimi eksiklerini gidermesi gereklidir. Bu yaştan sonra bu iş zor olur ya…
Konumuz ortak ülkemiz açısından beliren kimi tehlikelerle ilgili soyutlama yapmaktı. Bunu ortaya koydum. Yeni Osmanlıcılık tehlikesi bir yanıyla milliyetçi-ulusalcı diğer yanıyla gerici güçler tarafından tırmandırılan ve şehvetle öne sürülmek istenen bir yönelim halini alıyor, kimse bu tehlikeyi örtecek Pan-İslamizm diye uydurma bir tehlike iddiasında bulunmasın dedim.
Zevat ise tersini söylüyor, “Türkiye’nin Ortadoğuda etkinliğini artırma ve giderek yayılma politikasına… yeni Osmanlıcılık değil, yeni Pan-İslamizm denilebilir.” (“Yeni Osmanlıcılık mı?” yazısı)
Bu konuda da karasız olduğunu sonraki yazısında anladığımız zevatın, eleştiri yapmak için koşuşturmasını samimi bulmadığımı ifade edeceğim.
Üç kıtada hüküm süren bir imparatorluğu “Osmanlı temelinde bir Balkan devletidir” diye tanımlamak, emperyalistlerin çıkarları için bu gün öne sürülen “yeni Osmanlıcılık” tezlerini tehlike olarak görmeme çabasından kaynaklanıyor derim. Oysa çıkar sahipleri işlerini iyi biliyorlar, çoklu etnik yapısıyla Osmanlı, Siyonist İsrail devlet başkanı Ş. Perez’in bile cazibe merkezinde bulunduğunun bilinmesi gerek; o da “Orta-doğululuk” tezidir. Zevat, bunları bilmez, ülkemiz, bölgemiz değil hep batı merkezdir deyip durdu on yıllardır, keramet orada…
Yazıma müdahalenize gelince,
Yukarıdaki sözlerimi teyit edin şu satırlarınız önemli "Osmanli-Halifelik murisi Lider İslam ülke rolünü üstlenmek üzere çeşitli sun’i senaryolarla hazır.”
Tehlike budur. Bu tehlike, öncelikle ortak ülkemiz açısından ciddidir. AKP’nin yönelimleri de, ulusalcıların, milliyetçilerin de bu yöne kayma çabalarına tanıklık ediyoruz. Ancak bölge halkları bu tehlikeye, son 60 yıllık siyasal deney ve mücadele süreçlerinin birikimiyle, prim vermeyecektir diyorum. Sizin bölge halkları için olumsuz düşüncelerinize bu açıdan katılmadığımı belirtmeliyim.
Evet ipek yoldur bu, her şeyin bir ederi var, alınır satılır sanırsınız ama bu bölgeye haçlılardan tutun, Moğol istilalarına, Selçuklu-Osmanlıdan Fransızlara kadar çok işgalci geldi. Satın alma ve satmayı onlar da denedi ve kışkırttı. Satın aldıkları ve satıcı insanları da buldular, ama halklar bütün işgalcileri uzun zaman içine yayılmış olsa da geldikleri yere gönderdi.
Hani nerede Haçlılar, hani nerede Osmanlılar, Fransızlar hepsi kuyruklarını toplayıp gittiler. Bu nasıl gerçekleşti. Halkların bir biçimde süren direnişleri olmaksızın gerçekleşmesi mümkün müydü? Elbette değildi ve yeryüzünün hiçbir işgalcisi vakit geldi diye pılısını pırtısını toplayıp gitmemiştir. Bu açıdan umutsuzluğunuzu anlamam mümkün değildir.
Bu konuda Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın doğu üzerine yaptığı yaklaşımlarına nispeten onay verebilirim. Daha da ötesine geçip Dr. Hikmet Çözümlemelerinde barbarlık ve uygarlık ilişkisine yaklaşımında önemli ön gürüler olduğunu belirtebilirim. Ancak bölge olaylarını ve halklarının siyasal reflekslerini çok olumsuz değerlendirmenize katılmam mümkün değildir.
30 yıldır bölgeyi yakinen takip ediyorum. Bu kesitin tüm olaylarını bire bir yaşadım. Bu gözlemlere de dayanarak, bölge halklarının öyle kolay bir eğrilme ve üzerine binilip güdülme durumunda olmadığını belirteceğim. Bölgemiz, denenmesine rağmen, yeryüzünün hiçbir kudretinin baş edemediği kararlı siyasi duruşları olanların bölgesidir diyeceğim.
Bölge tarihi ve halklarının mücadelesi konusunda, ilgili olanları ve başta solcuları daha iyi araştırmaya davet ediyorum.. Bölgemize bitip tükenmeden yönelen saldırıların en önemli nedenlerinden biri de bu sağlam iradenin kırılmak istenmesidir. Bu irade olmasaydı bu direnmelerden bahsetmemiz de mümkün olmazdı. Bölgeyi ayakta tutan da budur; Haçlılardan Moğollara, Osmanlıdan Fransız-İngiliz işgalcilerine kadar, bu irade karşısında kuyruğunu toplayıp gitmeyen hiçbir dış güç kalmamıştır.
Emperyalistlerin huzuru kaçıran, bölgeyi küçük şehir devletlerine çevirme projelerini yerle bir eden de bu iradedir. Bunlar dün de bu gün de aynı saflaşmanın unsurları olarak yerlerini almaktadır. Bu saflaşma gerici güçlerle, direnme güçleri arasında bir saflaşmadır, yerimizi ve eylemimizi ortaya koymamız bu bölgeden oluşumuzun bir sorumluluğudur. Bundan hiç birimiz kaçınamaz.
Buna rağmen bilmeniz gereken önemli bir nokta da bu bölgenin tarihler boyunca var olan ve her kesitte farklı isimler alan saflaşmasıdır. Dün haçlılara karşı savaşta ve direnmede, halkına güvenmeyenler, onları alınır satılır görenler yine vardı. Ama sonuç ne oldu, direnenler kazandı. Uzun da sürse yabancı egemenliği sona erdi. Bu günde durum bu minvalde devam ediyor.
Bölgemizde saflaşma bu gün itibariyle, emperyalist, Siyonist ve Arap gericiliğinin oluşturduğu mihverle, bölgenin ilerici yönetimleri, ilerici, devrimci direnme örgütleri, İslami referanslı halk hareketleri ve direnme güçlerin oluşturduğu cepheden oluşmaktadır. Bölgemizin irili ufaklı tüm sorunlarında bu saflaşma vardır. Savaşın her bir mevzisinde bu saflaşmanın karşı karşıya geliyor. Bölgemizin önemli bir alanı ortak ülkemizdir ve bizler bu ülkenin devrimci güçleri olarak da bu saflaşmanın ayrılmaz bir parçasıyız. En azından bizler kendimizi öyle görüyor ve bu yönelimde açık net tutum takınarak fiilen olayın içinde olmamız gerektiğini belirtiyoruz. Bu algımızla da geçmiş tarihlerde işgalcilere ve zalimlere karşı mücadele edenlerin temsilcileri olarak bu gün bizlerde direnip gelecek kuşaklara miras bırakma çabası veriyoruz. Bunu bölgemizin tüm devrimci direnme güçleri de aynıyla sürdürmektedir.
Bu çabaların son on yıl içinde ortayla koyduğu başarı direnme çizgisinin başarısı olarak kaydolmuştur. Bölgemizde halka inanmayanların emperyalizme bağlanma çabalarıyla oluşan ılımlılar cephesi siyasal her boyutuyla iflas etmiştir. Bu iflas, Lübnan savaşında direnenlerle, Gazze savaşında direnenlerin eseri olmuştur. Dün Irak işgaliyle bölgenin her devletini şehir devletleri haline getirecek bir tarzda bölmek isteyenler, bunu nispeten Irakta başarma eğilimi gösterseler de Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de bu oyunu oynayamadılar. 12 Temmuz 2006 savaşında ABD tüm kurmalarıyla bu iş sonuçlandı dedikleri anda İsrail’in, Hizbullah karşısında aldığı ağır yenilgiyle birlikte hayalleri de yerle bir olmuştu. Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP)’nin çöküşü bölgeyi büyük bir karanlık dönemin çöküşünden kurtarmıştı. Bu bölgenin halkları böylesi direnme güçleriyle bunu başarmıştı. Umutların bittiği yerde bu halklar olanaksızmış gibi görüleni başararak bu bölgenin siyasal iradesinde dik durmayı başaranları temsil etmiştir. Yani iddianızın tersine alınıp satılmayanlar bu bölgeye sahip çıkanlardır.
Yazınızda
“Ne pan; ne faşizan bunlar yıllar öncede kaldı…”
Diyorsun, bu bir yanıyla doğrudur ama bir başka yanıyla da yanlıştır. Bu bölgede geride kaldı sandığınız çok şey yeniden pişirilip gündeme gelebilmektedir sık sık. Unutmayın ki, I. Dünya savaşının kapanmamış dosyaları kaldıkça da böyle olacak. Siz eski diye unutun getirip önünüze koyacaklar ve size acı bir biçimde hatırlatacaklar. I. Dünya savaşının kapanmamış toprak, güvenlik ve su sorunları bu bölgeyi daha yüz yıl meşgul edebilir. Tavsiyem “eskidi”, geçti diyerek hiçbir şeyi çöpe atmayınız, gözleyiniz. Bölgede sorumlu bir siyaset yapmak isteyenler bunu izlemek zorundadır. Direnmenin, mücadelenin kararlılık kadar istikrarlı bir izlenme gereği olduğunu bilmenizi isterim.
Yeni Osmanlıcılık II. Dünya savaşı ardından bitip tükenmez bir biçimde, ülkemizi bölge halkları üzerine salmak için önerilmiştir. Özellikle devletin dini alet ederek bu yapılmıştır. Ancak bölgemiz halkları bu oyunu her defasında bozdu. Türkiye’nin emperyalistlere maşalık yaptığını gördü ve girişimlerine engel oldu. Ancak bu önerme bu kez alttan gelen bir dalgayla yükseltilmek isteniyor: yani kapıdan kovulan pencereden girmeye çalışıyor. Halkın dini reflekslerini, devletin dini haline getirip yeni Osmanlıcılığı, AKP yönetimi gibi, pazarlamak isteyenler önceki tecrübe ve bozgunların ardından önemli mesafeler kat etikleri görülmektedir. Bu tehlike eskidi diye onu görmezden gelmek, bölgemizin siyası olaylarını algılamamaktır.
Bu tehlikeyi bölge halkları bozacaktır. Bu kesin bir veridir ama ülkemiz tüm kefaretini ödemek zorunda kalacaktır. Bu yanıyla tehlike öncelikle bize yönelmiştir. Bölgemize karşı kurgulanan kirli işlere karşı öncelikle ülkemizde karşı koyabildiğimiz oranda bölgemizi de korumuş olacağız. Bu açıdan bölgenin halklarının kader birliğini kavramak ve bunu hafife almamak gereklidir derim.
Bölgemizle ilgili gözlemlerimize dayanarak esas tehlike, Pan-İslamizm değil yeni Osmanlıcılıktır derken de bu sorumluluğu gösterdim. Mesele tehlikenin adı değil içeriğini duşa vurmaktı. Bunu yaptık. Bu ise eskidi diye geçiştirilecek bir vakıa değildir. Bunu da uzun uzun önceki yazımda ve bu yazımın başında dile getirdim.
buradan bir kez daha bilmeyenlerin dikkatini çekerek, yeni Osmanlıcılık, Siyonist İsrail tarafından da “Ortadoğuculuk” olarak onaylanmakta ve bunun için yeni planlar içinde ABD, Türkiye, İsrail hattında, kirli ve karanlık işlerin stratejistleri hazırlık yapmaktadırlar. Bu girişimlerin belirgin olan yanlarından biri “uyumlaştırma” çabalarıdır. Tüm ülkelerin ve inançların birbirine uyumlaştırılması, gümrük tavizlerinden, kültürel mübadeleye, ekonomik serbestlikten yazınsal, sanatsal ortaklaşmalara kadar uzanan bir tayf üzerinde çalışılmaktadır. Sınırları bile kaldırıp, mali açıdan güçlü olanın zayıf olan üzerinde tahakkümünü sağlama girişimleri, siyasal yönlendirmeyle sonuçlanacak müdahaleler planlanmaktadır.
Bütün bunlar emperyalistlerin bölgede enerji kaynakları ve yolları için ön gördükleri yaptırımlardan ibarettir. Siz hala eskidi bunlar eskidi deyip durun atı alan Üsküdar’ı geçiyor. Sol güçlerin bir mevta olması da işte bu eskitmeler ve sorumsuzluklar yüzündendir diye bilmeniz için söylüyorum.
Bu yüzden, önermeleriniz bana örgütsüzlüğü, kaderciliği, sorumluluklara sırt çevirmeyi öneriyor gibi gelmektedir.
Diyorsunuz ki,
"Osmanlı-Halifelik murisi-Lider İslam ülke" rolünü
üstlenmek üzere çeşitli sun'i senaryolarla hazır.
Bu görevi de Iran - Irak - Afgan - Arap -kurt
bütün etnisitelerdeki değişik Müslüman guruplara
"son moderatör çıkışı" dahil ağabey olma havasında
yapacak şekilde hazırlanıyor...”Diyorsunuz.
Burada da toptancı davranmışsınız. Aynı şeyleri tekrar etmeyeceğim. Müslüman grupları bile bu bölgede eskisi gibi aynı çizgide ve aynı tarzda tasnif edemezsiniz. Dini ideolojik bir örgütsel çaba olarak değildi bir referans olarak ele alıp halkla iç içe geçmiş ve halkın çıkarlarını savunan direnme örgütlerini, dini terör örgütleriyle bir arada değerlendiremezsiniz. Bölgede halklarımız için bir ortak yönelim oluşturmak üzere ele alınması gereken kıstaslar toptancı kıstaslar olamaz. Bu algılarınız 20. Yüz yıldan kalmadır diyeceğim ve dünyanın iki kamp arasında bölünmüş dönemlerinin kıstaslarını aşamamıştır diyeceğim. Bu bölge, Allahsızların Partisiyle (komünist partisi), Allahın partisini (Hizbullah) direnme çizgisinde bir araya getiren bir dönemden geçmektedir. Algı ve gözlemlerimizin çatısını yükseltmemiz gerekmektedir.
Sonuç olarak yaklaşan bir tehlike var bunu dikkat ediniz. Bu tehlikenin kaynağı emperyalist güçler ve yerli ortaklarıdır. Yeni Osmanlıcılık bu tehlikenin adıdır diyorum. Buna dikkat edelim. Bu tehlike öncelikle ortak ülkemizin başı üzerinde bir kılıç gibi sallanmaktadır, diyerek sözlerimi bağlıyorum.
Başarı dileklerimle, baki selamlar. Mihrac Ural
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder