7 Ocak 2009 Çarşamba
OBAMA'NIN GAZZE SINAVI
Mihrac Ural
mircihan@gmail.com
7 Ocak 2009
Obama’nın ölüm sessizliği sürüyor; “Amerika’da tek başkan var o konuşur” diye buyurmuş. Çok ilkeli, çok anayasal, kurumsal, kanuni bir başkan şu Obama. Ama biraz tecrübesiz gibi. Böylesi vecizeleri sözleri söylemeden önce danışmanlarına dönüp sorması gerekirdi. Zira, Bombay olayları hala tazeliğini koruyor. Geçen aybaşında İslami bir dinci terör örgütünün (1 Aralık 2008), 6 Amerikalının ölümüyle sonuçlanan otel baskını dolaysıyla ettiği sözler akıllarda duruyor. O gün Obama ağzını açtı, susmak bilmedi. Teröre karşı mücadele edeceğini, peşine düşeceğini söyleyerek; sivillerin ölümüne neden olan bu eylemlere son vermek için etkin olacağından dem vurmuştu. Dünya bu açıklamalardan pek de hoşnut olmuştu. Bir terör olayıydı ve her türden teröre karşı gelmek gerekiyordu. Obama henüz başkanlık koltuğuna oturmamıştı; ama -aktivitesi başkanlık seçimi öncesi tanınan- kredileri artıran açıklamalarda bulunuyor ve tutarlılık gösteriyordu.
Aynı Obama 27 gün sonra İsrail Gazze’ye ölüm yağdırmaya başlayınca aniden ölüm sessizliğine büründü. “Amerika’nın tek başkanı var, o konuşur” diye buyurdu. İşte buraya kadardı. Beklenen sık sık işaret edilen kaygılar boşuna değildi. Obama ya da başkası ve her kim olursa olsun ABD’nin Siyonist İsrail’le var olan stratejik iç içe durumunun dayattığı ahlaksızlığı aşma durumunda olamıyordu.
Obama ilk sınavında katliam makinelerinin yanında olduğunu gösterdi. Onun İsrail’e karşı ağzını bile açmayacak kadar bir korkak olduğu görüldü. Korkakların ise bildikleri bir ahlaktan söz etmek çok güçtür. Bu anlamda, Obama’nın Amerikan yüksek çıkarlarının insan cesetleri üzerinde yükseldiğini öğrenmeye başladığından söz etmek abartılı olmasa gerek. Unutmamak gerekir ki, Obama Amerika’nın yüksek çıkarları için çalışacağına yemin etmiş bir başkandır.
Yalancının mumu da burada söner. Obama ne siyahın ahıdır ne de beyazın insan haklarıdır; o, Amerika’nın çıkar dengelerinin sözcüsüdür. Ne ilerisi ne de gerisidir.
Hatırlayalım neler yazmıştık.
“ABD’nin emperyalist siyasetlerine karşı”ydılar. Ama “ABD, dünyanın en özgür en demokratik ülkesiydi, Kendini yenileyebilen kapitalizmin de temsilcisiydi”. Kraldan çok kralcı olan bu söylemler, bir seçim ortamındaki söylemlerin gerçek olduğu sanısına dayanıyordu. Değişim için, “Yes we can” diyorlar…
Şimdi sınav ABD’nin global ihtiyaçlarını kendi iç dinamikleriyle karşılayıp karşılamayacağı üzerinedir.
Bu dev ekonominin çarkları, başka halkların kaynaklarına ve değerlerine el uzatmadan, kıyım ve yıkım yapmadan dönebilecek miydi?
Obama “devrimi” ABD nesnel gerçekliğini aşıp, insanlığın değerlerini talan etmek üzere askeri, mali dayatmalara yönelmeyi
engelleyebilecek miydi?
Bu umutları yatsıya kadar taşıyacak ve göreceğiz.
Obama’yı ABD başkanlığa getiren haklı umutlar, Obama için çift ağızlı bir testeredir; ileri giderken Obama’yı ve temsil ettiği sistemi kesecek geri gelirken de insanlığa ağır bedeller ödetecektir. Tam bu noktada siyahın da beyaz gibi, nesnel veriler değişmedikçe farklı işlevlere sahip olmayacağı görülecektir.” (Mihrac Ural, “Obamacı umut tacirleri” makalesi. http://www.mirural.blogspot.com )
Bunlara yeni bir şey eklemeye gerek var mı?
Obama 20 Ocak 2009’da resmen bakanlık koltuğuna oturacak.
29 Ocak 2009 ve sonrası ne Amerika değişecek ne de onun çıkarları. Ne Obama Amerika’yı insanlık için kabul edilebilir bir çizgiye çekebilecek ne de Siyonist İsrail’le olan ortaklığını başkalarıyla değiştirecektir.
Amerika, Batı’nın bir dönem gelenekselleştirmeye, kurum, kuruluşlarla korumaya ve yasalarla ikame etmeye çalışıp insanlığa uyum çağrısında bulunduğu hak ve hukukla ilgili hiçbir ahlaki değeri taşımıyor. Bugün çifte standart tüm Batı’nın temel perspektifidir. Tüm göreliliğine rağmen, hiçbir ahlak değeri Batı uygarlığını artık bir silah sektörü, bir ölüm sektörü olduğu gerçeğinden ve onu koruyarak yaşam bulduğu noktadan geri getiremez. Batı ahlaki açıdan bir mevtadır.
Batı’nın merhum vicdanı bugün Gazze’de insanlığı inanılmaz bir vahşetle katlederken dayattığı ölüm felsefesine karşı yaşam için tek yol, direnmenin yolu olmuştur. Filistin halkının da insanlık adına yerine getirdiği budur. Bu, aynı zamanda direnen halkların örgütlü etkinliklerinden başka bir yerde hak kazanımının mümkün olmadığına da önemli bir işarettir. Bu dengede yükselen ahlaki değerler direnme çizgisinde insanlığı buluştururken, ahlaki çürüme ölüm denklemlerini temsil ediyor.
Batı bir uygarlıktır. Çok doğal olarak eski uygarlıkların içinden çıkıp geldiği gibi kendi uygarlığının da ahlak anlayışını ortaya koyacaktır. Bunun arkasında durup, yeryüzünde ulaşabildiği yere kadar bunu yaygınlaştırmaya çalışacaktır: bu çabanın bir yanı öznel ise diğer yanı ve ağırlıklı olanı nesneldir. Yani Batı uygarlığının ahlak düzlemleri, üretim ilişkisinin yarattığı sosyal ilişkilerin kaçınılmaz sonucudur. Batı kendi gelişim süreci içindeki özgün kesitlerde de iradeci ve nesnel etkilerle farklılaştırma durumunda olacaktır.
Feodalizme karşı mücadelesinde kapitalizm (Batı uygarlığının üretim ilişkisi anlamında), ulusun doğum sancıları için kapsayıcılığı yüksekti. Belli bir coğrafi alan içinde yer alan insan kitlelerini tarihten gelen ortaklıklarıyla birlikte bir ulusa dönüştürürken ortaya koyduğu ahlakın kapsayıcılığı, emperyalist aşamasında farklı bir ahlak düzlemine ulaşmıştır. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet esprisi gereği rekabet ve tekilciğin nesnel bir gelişme sonucu vardığı boyut, aynı zamanda Batı uygarlığının farklılaşan ahlak verilerini de oluşturmuştur (Bunlar temelde aynı nedenle mülkiyet ilişkilerinin biçimine bağlı olsa da).
Batı uygarlığının ( 500 yıla yakın gelişim sürecinde) bu gün vardığı noktada, özetle burjuva ahlak denilen bir hareketli ahlak düzlemi yarattığından söz etmek yanlış değildir. Bu süreçte Ampirist ahlak ekolleri içinde yer alan Egoist, Altruist ( İngiliz Jeremie Bentham ve Staurt Mill) , Dayanışmacılık (Leon Bourgeois), biyolojik ve doğacı ahlak ( Lemarck, Darwin ve Spencer), üstün insan, kayıtsız birey ahlakı (Guyau ve Nietzsche), Egzistaniyalist ( Varoluşçu: Sarter, Jaspers, Heidegger) gibi felsefi ahlak önermeleri de gündeme gelmiştir. Ancak, bir bütün olarak burjuva ahlakının zaman içinde gösterdiği değişimlerin oluşturduğu bütünlükte birer marjinal unsur olan yaklaşımlar, geneli tanımlamakta yetersiz olmuştur. Bu noktada kapitalizmi yadsımak ve sosyalizmin ikamesi üzerine geliştirilen ahlak anlayışı ise, bu kapsamın dışında olması itibariyle konumuz dışındadır.
Özetle, burjuva ahlak üretim araçları üzerinde, özel mülkiyet ve rekabetin sınırsızlığıyla kesişen bir sonuç olarak belirmiştir. Bu zemin üzerinde yükselen ahlak dokusu ve sistemi doğal olarak çıkarcıdır. Bireyciliğin toplumun en küçük birimini güçlendirerek toplumu güçlendirmek istediği yönündeki manipülasyona da sadık değildir. Bu çıkar toplumu derin bir ahlaki çürümeye terk ettiği gibi, hiçbir zaman bireyin lehine olmamıştır. Bu ahlak parametreleri, kolektif aklın geliştirmekte olduğu küreselleşmeye karşı bir duruşu da ifade eder. Küreselleşmeyi global baskı ve dayatma siyaseti olarak algılar; dünyaya hakim olma, dünyanın tüm kaynaklarını ele geçirme ve bunun için küresel ölçekte kıyım, yıkım, savaş, işgal, baskın, istila yapmak olarak ikame eder.
Batı’nın bu ahlak düzlemi, kaçınılmaz olarak çıkarlar dünyasının temel unsurlarınca örülüdür. Böylesi bir ahlak, -sosyal varlık olarak insanın- ulus topluluk gibi insan birimlerinin hak ve hukuklarına da bu açıdan yaklaşır. Çıkarı varsa, dünya ölçeğindeki çıkarlarıyla uyumlu ise bununla olumlu açıdan ilgilidir. Sovyetleri çökertmek için ekonomik, askeri olduğu kadar böylesi ahlaki değerler açısından da baskı altında tutmaktan kaçınmaz. En küçük bir insan hakkı ihlalini dünyanın temel meselesi yapabilir. Çin için de çıkarları çatıştığı her ülke, ulus topluluk örgüt içinde aynıyla böyle davranır. Bu açıdan “Ortadoğu’ya demokrasiyi yaymak üzere” Irak devleti yıkılır, istila ve işgal edilir. Bombay’da 6 Amerikalının ölümü üzerine, teröre karşı dünyayı ayağa kaldırmaktan çekinilmez.
Bu ahlak, bu temel parametreler üzerinde her yıl 1000 Filistinliyi katleden ölüm makinesi Siyonist-Nazi olan İsrail’e göz yumar. Filistin topraklarının gaspına, Mısır’a, Irak’a, Suriye’ye, Ürdün’e, Lübnan’a saldırıp topraklarını işgal eder ve çıkarları kesiştiği için Batı buna ses bile çıkarmaz. Bütün milletlerin topluluğu olduğu var sayılan BM Güvenlik Konseyinde bir kararın çıkması bile mümkün olmaz. Çıksa bile yaşama geçirilmez.
İşte bu ahlak, bugün bir kez daha Gazze’de, tüm insanlığın gözleri önünde çirkin bir ahlaksızlık olduğunu kanıtlayan duruşla tarihe tescil edilmektedir. Obama’nın ve tüm Batılı liderlerin hükümetleri adına ortaya konan ölüm sessizliği, bu ahlakın bir ürünüdür. İsrail Gazze’de 12 gün içinde 650 Filistinliyi katletti. Bir oranlama yapılırsa, Siyonist İsrail’in günlük insan katletme hızının, Nazileri fersah fersah geçtiği görülür. Bunu Batı uygarlığının dünya egemenliği koşullarında yapması ise, bu uygarlığın ahlaki açıdan ulaştığı algı değerlerinin nasıl bir çürüme içinde olduğunu göstermeye yeterli olacaktır. Obama bu uygarlığın oğludur, onun kılıcıyla egemenlik sürecektir. Bugün ortayla koyduğu sessizlik bir tutumdur. Bu tutum ise selefinin tutumundan hiç de farklı değildir.
Bu ahlakın, insanlığa yeni bir ahlak standardı getirme iddiasında olan sosyalistleri de zaman zaman kötü etkilediği görülmüştür. Soldaki Siyonistlerin hikayesi burada başlar, taşeroncu kesimin oluşumu da.
Ülkemiz solundaki Siyonistler, bu ahlaksızlığı pazarlama çabasındadır. Gazze olaylarına yaklaşımda gösterilen ikircimli tutum, Batı ahlakının sol kesimde yaptığı tahribatlara da bir gösterge gibidir. Halkların kardeşliği, barış etkinlikleri denilen ve Gazze savaşında hiçbir etkinlikleri hatta sesleri dahi çıkmayan Siyonist aromalı İsrail sol etkinliklerini bir veri sayarak, zalimle mazlumu eşitlemeye çalışmaktadırlar.
İsrail İşçi Partisi’nin iktidarda ve Savunma Bakanı Uhde Barak’ın olduğunu, yani savaşı sevk ve idare edenin bir İşçi Partili olduğu gerçeğini unutarak, “barış etkinlikleri” ya da “halkların dayanışması” umudu adı altında sunmaya çalıştıkları güçler, Gazze’de işlenen ahlaksızlığın lanetlenmesini ertelemeyecek kadar marjinaldir. Barış etkinliklerinin hiçbir girişimini küçümsemeden, Gazze katliamı karşısında hüküm süren mezar sessizliğine dikkat çekmek çok şeyi anlatmaya yetecektir.
Soldaki Siyonistler esasında marjinal bile değildir. Kendi seslerini bile duymayacak kadar gerçeklerden uzaktır. Onlar sadece Siyonizm’in tarihi boyunca bilinen oyun girdaplarına kapılmış sıradan şeylerdir.
Bugün Gazze’de olanlar karşısında Batı’nın marjinal algıları, “ölü ölüyü kaldırmaz” ünlü Arap vecizesinde ifadesini bulan bir durum sergilemektedir. Solun bu ölü kesimlerinin Siyonistlerle buluşması, Obama’nın Siyonist İsrail katliamları karşısındaki sessizliğiyle aynı konumdadır. Her iki tarafın da ahlaki ölümü sonucu, dik durabilecek bir söylemleri olmayacaktır.
mircihan@gmail.com
7 Ocak 2009
Obama’nın ölüm sessizliği sürüyor; “Amerika’da tek başkan var o konuşur” diye buyurmuş. Çok ilkeli, çok anayasal, kurumsal, kanuni bir başkan şu Obama. Ama biraz tecrübesiz gibi. Böylesi vecizeleri sözleri söylemeden önce danışmanlarına dönüp sorması gerekirdi. Zira, Bombay olayları hala tazeliğini koruyor. Geçen aybaşında İslami bir dinci terör örgütünün (1 Aralık 2008), 6 Amerikalının ölümüyle sonuçlanan otel baskını dolaysıyla ettiği sözler akıllarda duruyor. O gün Obama ağzını açtı, susmak bilmedi. Teröre karşı mücadele edeceğini, peşine düşeceğini söyleyerek; sivillerin ölümüne neden olan bu eylemlere son vermek için etkin olacağından dem vurmuştu. Dünya bu açıklamalardan pek de hoşnut olmuştu. Bir terör olayıydı ve her türden teröre karşı gelmek gerekiyordu. Obama henüz başkanlık koltuğuna oturmamıştı; ama -aktivitesi başkanlık seçimi öncesi tanınan- kredileri artıran açıklamalarda bulunuyor ve tutarlılık gösteriyordu.
Aynı Obama 27 gün sonra İsrail Gazze’ye ölüm yağdırmaya başlayınca aniden ölüm sessizliğine büründü. “Amerika’nın tek başkanı var, o konuşur” diye buyurdu. İşte buraya kadardı. Beklenen sık sık işaret edilen kaygılar boşuna değildi. Obama ya da başkası ve her kim olursa olsun ABD’nin Siyonist İsrail’le var olan stratejik iç içe durumunun dayattığı ahlaksızlığı aşma durumunda olamıyordu.
Obama ilk sınavında katliam makinelerinin yanında olduğunu gösterdi. Onun İsrail’e karşı ağzını bile açmayacak kadar bir korkak olduğu görüldü. Korkakların ise bildikleri bir ahlaktan söz etmek çok güçtür. Bu anlamda, Obama’nın Amerikan yüksek çıkarlarının insan cesetleri üzerinde yükseldiğini öğrenmeye başladığından söz etmek abartılı olmasa gerek. Unutmamak gerekir ki, Obama Amerika’nın yüksek çıkarları için çalışacağına yemin etmiş bir başkandır.
Yalancının mumu da burada söner. Obama ne siyahın ahıdır ne de beyazın insan haklarıdır; o, Amerika’nın çıkar dengelerinin sözcüsüdür. Ne ilerisi ne de gerisidir.
Hatırlayalım neler yazmıştık.
“ABD’nin emperyalist siyasetlerine karşı”ydılar. Ama “ABD, dünyanın en özgür en demokratik ülkesiydi, Kendini yenileyebilen kapitalizmin de temsilcisiydi”. Kraldan çok kralcı olan bu söylemler, bir seçim ortamındaki söylemlerin gerçek olduğu sanısına dayanıyordu. Değişim için, “Yes we can” diyorlar…
Şimdi sınav ABD’nin global ihtiyaçlarını kendi iç dinamikleriyle karşılayıp karşılamayacağı üzerinedir.
Bu dev ekonominin çarkları, başka halkların kaynaklarına ve değerlerine el uzatmadan, kıyım ve yıkım yapmadan dönebilecek miydi?
Obama “devrimi” ABD nesnel gerçekliğini aşıp, insanlığın değerlerini talan etmek üzere askeri, mali dayatmalara yönelmeyi
engelleyebilecek miydi?
Bu umutları yatsıya kadar taşıyacak ve göreceğiz.
Obama’yı ABD başkanlığa getiren haklı umutlar, Obama için çift ağızlı bir testeredir; ileri giderken Obama’yı ve temsil ettiği sistemi kesecek geri gelirken de insanlığa ağır bedeller ödetecektir. Tam bu noktada siyahın da beyaz gibi, nesnel veriler değişmedikçe farklı işlevlere sahip olmayacağı görülecektir.” (Mihrac Ural, “Obamacı umut tacirleri” makalesi. http://www.mirural.blogspot.com )
Bunlara yeni bir şey eklemeye gerek var mı?
Obama 20 Ocak 2009’da resmen bakanlık koltuğuna oturacak.
29 Ocak 2009 ve sonrası ne Amerika değişecek ne de onun çıkarları. Ne Obama Amerika’yı insanlık için kabul edilebilir bir çizgiye çekebilecek ne de Siyonist İsrail’le olan ortaklığını başkalarıyla değiştirecektir.
Amerika, Batı’nın bir dönem gelenekselleştirmeye, kurum, kuruluşlarla korumaya ve yasalarla ikame etmeye çalışıp insanlığa uyum çağrısında bulunduğu hak ve hukukla ilgili hiçbir ahlaki değeri taşımıyor. Bugün çifte standart tüm Batı’nın temel perspektifidir. Tüm göreliliğine rağmen, hiçbir ahlak değeri Batı uygarlığını artık bir silah sektörü, bir ölüm sektörü olduğu gerçeğinden ve onu koruyarak yaşam bulduğu noktadan geri getiremez. Batı ahlaki açıdan bir mevtadır.
Batı’nın merhum vicdanı bugün Gazze’de insanlığı inanılmaz bir vahşetle katlederken dayattığı ölüm felsefesine karşı yaşam için tek yol, direnmenin yolu olmuştur. Filistin halkının da insanlık adına yerine getirdiği budur. Bu, aynı zamanda direnen halkların örgütlü etkinliklerinden başka bir yerde hak kazanımının mümkün olmadığına da önemli bir işarettir. Bu dengede yükselen ahlaki değerler direnme çizgisinde insanlığı buluştururken, ahlaki çürüme ölüm denklemlerini temsil ediyor.
Batı bir uygarlıktır. Çok doğal olarak eski uygarlıkların içinden çıkıp geldiği gibi kendi uygarlığının da ahlak anlayışını ortaya koyacaktır. Bunun arkasında durup, yeryüzünde ulaşabildiği yere kadar bunu yaygınlaştırmaya çalışacaktır: bu çabanın bir yanı öznel ise diğer yanı ve ağırlıklı olanı nesneldir. Yani Batı uygarlığının ahlak düzlemleri, üretim ilişkisinin yarattığı sosyal ilişkilerin kaçınılmaz sonucudur. Batı kendi gelişim süreci içindeki özgün kesitlerde de iradeci ve nesnel etkilerle farklılaştırma durumunda olacaktır.
Feodalizme karşı mücadelesinde kapitalizm (Batı uygarlığının üretim ilişkisi anlamında), ulusun doğum sancıları için kapsayıcılığı yüksekti. Belli bir coğrafi alan içinde yer alan insan kitlelerini tarihten gelen ortaklıklarıyla birlikte bir ulusa dönüştürürken ortaya koyduğu ahlakın kapsayıcılığı, emperyalist aşamasında farklı bir ahlak düzlemine ulaşmıştır. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet esprisi gereği rekabet ve tekilciğin nesnel bir gelişme sonucu vardığı boyut, aynı zamanda Batı uygarlığının farklılaşan ahlak verilerini de oluşturmuştur (Bunlar temelde aynı nedenle mülkiyet ilişkilerinin biçimine bağlı olsa da).
Batı uygarlığının ( 500 yıla yakın gelişim sürecinde) bu gün vardığı noktada, özetle burjuva ahlak denilen bir hareketli ahlak düzlemi yarattığından söz etmek yanlış değildir. Bu süreçte Ampirist ahlak ekolleri içinde yer alan Egoist, Altruist ( İngiliz Jeremie Bentham ve Staurt Mill) , Dayanışmacılık (Leon Bourgeois), biyolojik ve doğacı ahlak ( Lemarck, Darwin ve Spencer), üstün insan, kayıtsız birey ahlakı (Guyau ve Nietzsche), Egzistaniyalist ( Varoluşçu: Sarter, Jaspers, Heidegger) gibi felsefi ahlak önermeleri de gündeme gelmiştir. Ancak, bir bütün olarak burjuva ahlakının zaman içinde gösterdiği değişimlerin oluşturduğu bütünlükte birer marjinal unsur olan yaklaşımlar, geneli tanımlamakta yetersiz olmuştur. Bu noktada kapitalizmi yadsımak ve sosyalizmin ikamesi üzerine geliştirilen ahlak anlayışı ise, bu kapsamın dışında olması itibariyle konumuz dışındadır.
Özetle, burjuva ahlak üretim araçları üzerinde, özel mülkiyet ve rekabetin sınırsızlığıyla kesişen bir sonuç olarak belirmiştir. Bu zemin üzerinde yükselen ahlak dokusu ve sistemi doğal olarak çıkarcıdır. Bireyciliğin toplumun en küçük birimini güçlendirerek toplumu güçlendirmek istediği yönündeki manipülasyona da sadık değildir. Bu çıkar toplumu derin bir ahlaki çürümeye terk ettiği gibi, hiçbir zaman bireyin lehine olmamıştır. Bu ahlak parametreleri, kolektif aklın geliştirmekte olduğu küreselleşmeye karşı bir duruşu da ifade eder. Küreselleşmeyi global baskı ve dayatma siyaseti olarak algılar; dünyaya hakim olma, dünyanın tüm kaynaklarını ele geçirme ve bunun için küresel ölçekte kıyım, yıkım, savaş, işgal, baskın, istila yapmak olarak ikame eder.
Batı’nın bu ahlak düzlemi, kaçınılmaz olarak çıkarlar dünyasının temel unsurlarınca örülüdür. Böylesi bir ahlak, -sosyal varlık olarak insanın- ulus topluluk gibi insan birimlerinin hak ve hukuklarına da bu açıdan yaklaşır. Çıkarı varsa, dünya ölçeğindeki çıkarlarıyla uyumlu ise bununla olumlu açıdan ilgilidir. Sovyetleri çökertmek için ekonomik, askeri olduğu kadar böylesi ahlaki değerler açısından da baskı altında tutmaktan kaçınmaz. En küçük bir insan hakkı ihlalini dünyanın temel meselesi yapabilir. Çin için de çıkarları çatıştığı her ülke, ulus topluluk örgüt içinde aynıyla böyle davranır. Bu açıdan “Ortadoğu’ya demokrasiyi yaymak üzere” Irak devleti yıkılır, istila ve işgal edilir. Bombay’da 6 Amerikalının ölümü üzerine, teröre karşı dünyayı ayağa kaldırmaktan çekinilmez.
Bu ahlak, bu temel parametreler üzerinde her yıl 1000 Filistinliyi katleden ölüm makinesi Siyonist-Nazi olan İsrail’e göz yumar. Filistin topraklarının gaspına, Mısır’a, Irak’a, Suriye’ye, Ürdün’e, Lübnan’a saldırıp topraklarını işgal eder ve çıkarları kesiştiği için Batı buna ses bile çıkarmaz. Bütün milletlerin topluluğu olduğu var sayılan BM Güvenlik Konseyinde bir kararın çıkması bile mümkün olmaz. Çıksa bile yaşama geçirilmez.
İşte bu ahlak, bugün bir kez daha Gazze’de, tüm insanlığın gözleri önünde çirkin bir ahlaksızlık olduğunu kanıtlayan duruşla tarihe tescil edilmektedir. Obama’nın ve tüm Batılı liderlerin hükümetleri adına ortaya konan ölüm sessizliği, bu ahlakın bir ürünüdür. İsrail Gazze’de 12 gün içinde 650 Filistinliyi katletti. Bir oranlama yapılırsa, Siyonist İsrail’in günlük insan katletme hızının, Nazileri fersah fersah geçtiği görülür. Bunu Batı uygarlığının dünya egemenliği koşullarında yapması ise, bu uygarlığın ahlaki açıdan ulaştığı algı değerlerinin nasıl bir çürüme içinde olduğunu göstermeye yeterli olacaktır. Obama bu uygarlığın oğludur, onun kılıcıyla egemenlik sürecektir. Bugün ortayla koyduğu sessizlik bir tutumdur. Bu tutum ise selefinin tutumundan hiç de farklı değildir.
Bu ahlakın, insanlığa yeni bir ahlak standardı getirme iddiasında olan sosyalistleri de zaman zaman kötü etkilediği görülmüştür. Soldaki Siyonistlerin hikayesi burada başlar, taşeroncu kesimin oluşumu da.
Ülkemiz solundaki Siyonistler, bu ahlaksızlığı pazarlama çabasındadır. Gazze olaylarına yaklaşımda gösterilen ikircimli tutum, Batı ahlakının sol kesimde yaptığı tahribatlara da bir gösterge gibidir. Halkların kardeşliği, barış etkinlikleri denilen ve Gazze savaşında hiçbir etkinlikleri hatta sesleri dahi çıkmayan Siyonist aromalı İsrail sol etkinliklerini bir veri sayarak, zalimle mazlumu eşitlemeye çalışmaktadırlar.
İsrail İşçi Partisi’nin iktidarda ve Savunma Bakanı Uhde Barak’ın olduğunu, yani savaşı sevk ve idare edenin bir İşçi Partili olduğu gerçeğini unutarak, “barış etkinlikleri” ya da “halkların dayanışması” umudu adı altında sunmaya çalıştıkları güçler, Gazze’de işlenen ahlaksızlığın lanetlenmesini ertelemeyecek kadar marjinaldir. Barış etkinliklerinin hiçbir girişimini küçümsemeden, Gazze katliamı karşısında hüküm süren mezar sessizliğine dikkat çekmek çok şeyi anlatmaya yetecektir.
Soldaki Siyonistler esasında marjinal bile değildir. Kendi seslerini bile duymayacak kadar gerçeklerden uzaktır. Onlar sadece Siyonizm’in tarihi boyunca bilinen oyun girdaplarına kapılmış sıradan şeylerdir.
Bugün Gazze’de olanlar karşısında Batı’nın marjinal algıları, “ölü ölüyü kaldırmaz” ünlü Arap vecizesinde ifadesini bulan bir durum sergilemektedir. Solun bu ölü kesimlerinin Siyonistlerle buluşması, Obama’nın Siyonist İsrail katliamları karşısındaki sessizliğiyle aynı konumdadır. Her iki tarafın da ahlaki ölümü sonucu, dik durabilecek bir söylemleri olmayacaktır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder