HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

28 Ekim 2008 Salı

KAPİTALİZM ve LİBERALLER

Yener Orkunoğulu
Kapitalizmin anavatanında yaşanan kriz, liberal teorilerin çöküşünü ortaya koymaktadır. Liberal teoriler bizzat kapitalizmin kendisi tarafından çökertilmiştir. Ama hala kapitalizmi savunan liberaller var Türkiye’de.
Liberalizm hakkında yaygın ön-yargılardan biri şudur: Liberalizm devletin müdahalesini istemez. Oysa liberalizm devletsiz yapamaz. Devletsiz bir kapitalizm, hakemi olmayan bir futbol maçına benzer. Hakemsiz bir maçta, bir faul durumunda futbolcular birbirleriyle yumruklaşabilirler.
Kapitalizme kendini teslim eden liberal düşünürler büyük bir körlük içindedirler.
Ünlü Alman Filozofu Hegel (1770-1831) , ‘Felsefe Tarihi’ adlı eserinde eski Yunan doğa filozofu Thales üzerine bir anekdot anlatır. Thales, sık sık gözlerini gökyüzüne çevirerek yıldızları inceler. Sürekli yıldızlara baktığından, bir keresinde önündeki çukuru göremez ve çukura düşer. Bu durumu gören halk Thales’in üstüne güler. Thales halkın ağzına düşer: Önündeki çukuru göremiyor, yıldızları nasıl inceleyecek. Hegel ekler: Çukurda olan biri, çukura tekrar düşemez ve yıldızları da göremez.Hegel’in anlattığı bu anekdot bana nedense kapitalizmi savunan liberal düşünürleri çağrıştırıyor. Liberal düşünürler, çukura düşmüş insana benzerler. Yıldızları göremezler.
İdeolojik çukura (liberalizme) saplanmış olan düşünürler ne kapitalist sistemin krizlerinin gerçek nedenini kavrayabilirler, ne de yeni bir toplumsal düzenin (sosyalizmin) gerekli olduğunu görebilirler. Liberallerin ufku, çukura düşen insanın görebildiği kadardır.
Kimi burjuva ekonomistlerine göre, kapitalizmin ekonomik krizleri, menecerlerin uyguladığı yanlış para politikalarının sonucu olarak ortaya çıkar. Kimileri krizleri, petrol fiyatlarının sürekli yükselip inmesine bağlar. Kimileri de beklenmedik politik olayları sorumlu tutar.
Burjuva toplumunun krizi karşısında, politika, ekonomi, felsefe, sanat vb. alanında genel olarak iki tür anlayış gündeme gelir. Bir başka deyişle, iki tür düşünsel savunma (apoletik) biçimi ortaya çıkar: Doğrudan veya dolaylı savunma.
Doğrudan savunma ideolojisi, kapitalizmi doğrudan savunur. Kapitalizmin en iyi sistem olduğunu, alternatifinin olmadığını ileri sürer. Kapitalizmde yaşanan sorunları (işsizlik, yoksulluk vb.) görmezlikten gelir veya önemsemez. Kapitalizmde ortaya çıkan ekonomik krizlerin nedenini sistem içinde değil, sistem dışında arar. Krizleri yönetim hatası, menecerlerin yanlışlığı vb. gibi faktörlere bağlar.
Kapitalist sistemi, gelişmenin ve tarihin sonu olarak değerlendirir. Bu tip anlayışlarının bir amacı vardır: Kapitalizmin çelişkilerini örtbas etmeye girişmek. Kapitalizmin ömrünü uzatmak.
Dolaylı savunma ideolojisi ise başka bir strateji izler: Kapitalizm altında yaşanan sorunları, acıları ve çelişkileri gizleme gereği duymaz. Ancak bu sorunların kapitalizmden değil, insanın varoluş koşullarından ve insanın değişmez doğasından kaynaklandığını iddia eder. Böylesi bir anlayış, yaşanan sorunlardan, insanı ve toplumu sorumlu tutar, sistemi ve koşulları değil.
Dolaylı savunanlar çelişkili bir konum sergiler: Bir yanda sisteme karşı ahlaki ve düşünsel muhalefetini sürdürmek ister. Ama sistemi aşmadan; öte yanda kapitalist sistemin nimetlerinden vazgeçmeden yaşamak ister. Dolaylı savunmanın sosyal fonksiyonu şudur: Bir yanda tüm acılara ve çelişkilere isyan eden aydınların ruh haline tercüman olmak, diğer yanda bu acıların giderilmesini kapitalizmden bağımsız ele almak. Lukacs’ın deyişiyle, kapitalizmi dolaylı savunan görüşler, entelektüelleri gerici burjuvazinin girdabına çekmeyi amaçlamaktadır.
Sosyalizm projesi her zamankinden daha acil hale gelmiştir. Bu satırların yazarı bu yılın başında ‘Marksizmin Güncelliği’ ve ‘Marks’ın önemi’ başlıklı yazılarında en ön gördüğümüz gibi Marx’a ilginin artmakta olduğunu duyurmuştu. Marx yeniden gündeme geliyor. Marx’ın kitaplarına ilgi yüzde 40 arttığı söyleniyor. 21 yüzyılın sosyalizmi gelişme eğilimi içine girmiştir. Bu durum sevindirici bir gelişmedir.

26 Ekim 2008 Pazar

NEREYE KADAR

Mihrac Ural
26 Ekim 2008


Türkiye Cumhuriyeti düşünce çeşitliliğini kapsamaktan acizdir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin düşünce düşmanlığı sabıkası bilinen bir gerçektir; bu Cumhuriyette farklı olmak bir ayağı mezarda olmak gibidir.

Osmanlıdan çıkıp geldiği haliyle farklı bir yaşam planı üzerine kurulacağı iddiasında olan Cumhuriyet, aslına dönmekte gecikmedi. Ortak ülkemiz birimizin ülkesi olma dayatmasına yöneldi. Düşünceyi tek partide tutsak etmekten, II. dünya savaşının arifesine uygun bir faşizanlıkla azınlıkların, farklılıkların fiili tasfiyesine koşuldu. Hatay’ın ilhakı, 6 -7 Eylül 1955 olayları birbirini takip eden tek boyutlu bir aklın Osmanlı bilinçaltından gelip, Cumhuriyetin rahmeti altında yaşayanlara saplanmış bir mızrak gibi kendini gösterdi. O günden bu güne, düşünceye vurulan zincirin seyri seferi kıyımlar, baskı ve kovuşturmalar, sürgünler, tehcir ve tenkillerle sürmüştür.

Farkı olmak yasaktı. Kimse farklı olmayacaktı, farklılık gerekirse de kendileri bunu temsil edecekti. Bir başka tarihsel bilinçaltı algısıdır bu. Bu akıldan düşünce farklılıklarını, diyaloglarını, sentezlerini algılamayı, barışa ait bir şeyi beklemek ikna edici bir siyasal tutum olmaktan çıkmıştır. Ciddi bir kırılma olmadan da bu aklın bu algıların değişimini beklemek mızrağı çuvala sığdırmak kadar gibidir.

Siyasette tek boyutluluğu aşamayan farklılıkları içselleştiremeyenler hangi söylemler ardında saklı olursa olsunlar, toplumsal ilerlemenin özü olan düşünce özgürlüğüne karşı yasaklarıyla çıkacaklardır. Türkiye, AKP’nin rahmeti altında bu gerçekle karşı karşıya kalmıştır.

****************************************

24 Ekim 2008 itibariyle Türkiye blogger girişlerini yasakladı. AYRI VARLIK blogumuz da Türkiye’den izlenemez oldu.

MGK toplantısı ardından gelen bu yasak kararını aynı anda ülke çapında ağır bir operasyon ve kovuşturma süreci takip etti. Ölü, diri aranan bulunan, eski yeni öne çıkmış herkesin üzerine bir kez daha gidildi.

Bütün bu olanlar Aktütün hadisesi sonrasında gündeme gelmesi, esasında ne ilk ne de sondu. Türkiye Cumhuriyeti’nin düşünce düşmanlığı sabıkası bilinen bir gerçektir; bu Cumhuriyette farklı olmak bir ayağı mezarda olmak gibidir. Bu düşmanlığını zaman zaman takrir-i sükun yasalarıyla, zaman zaman varlık vergileriyle, 6-7 Eylül olayları, ilhak ve işgallerle ve de sınır ötesi operasyonlarla göstermiştir.

Üzerinde hüküm sürdüğü toprakları yaşama ilk kez açmamış olanların, hırsız fenerinin soluk ışığıyla, insanlık tarihine güneş ışını gibi uygarlık bahşeden halkları yönetmesinin handikapları sık sık böyle nüksedip duruyor. Bir kompleks gibidir bir sendromdur bu. Üzerinde egemen olunan toprakların yerlileri özgürlük isterken taşınan korkularla ülke yönetmektir bu. Bu tedirginliğin tetiklediği korkularla siyaset yapmayı denemek sonu bir iç savaşa dönecek riskli bir maceranın bataklığına saplanma anlamına gelir. Düşünce özgürlüğüne saldırı bunun tafsilatıdır.


Dünden Bugüne

Osmanlıdan çıkıp geldiği haliyle farklı bir yaşam planı üzerine kurulacağı iddiasında olan Cumhuriyet, aslına dönmekte gecikmedi. Ortak ülkemiz birimizin ülkesi olma dayatmasına yöneldi. Düşünceyi tek partide tutsak etmekten, II. dünya savaşının arifesine uygun bir faşizanlıkla azınlıkların, farklılıkların fiili tasfiyesine koşuldu. Hatay’ın ilhakı, 6 -7 Eylül 1955 olayları birbirini takip eden tek boyutlu bir aklın Osmanlı bilinçaltından gelip, Cumhuriyetin rahmeti altında yaşayanlara saplanmış bir mızrak gibi kendini gösterdi. O günden bu güne, düşünceye vurulan zincirin seyri seferi kıyımlar, baskı ve kovuşturmalar, sürgünler, tehcir ve tenkillerle sürmüştür.

Farkı olmak yasaktı. Kimse farklı olmayacaktı, farklılık gerekirse de kendileri bunu temsil edecekti. Bir başka tarihsel bilinçaltı algısıdır bu. Bu akıldan düşünce farklılıklarını, diyaloglarını, sentezlerini algılamayı, barışa ait bir şeyi beklemek ikna edici bir siyasal tutum olmaktan çıkmıştır. Ciddi bir kırılma olmadan da bu aklın bu algıların değişimini beklemek mızrağı çuvala sığdırmak kadar gibidir.

21. yy da iletişim gelişmeleri farklı bir boyut kazanmıştır. Önceki yüz yıla aitmiş gibi görünen kimi özgürlük hareketlerinin bilgi çağının bir parçası olarak kendini ifade etmesi gündeme gelmiştir, bir ulusal sınır bir ulusçu teklikten çıkmış genel kapsayıcı bir demokratik hareket olmuştur. Eksikliklerine rağmen gerçeklerin kayalarına çarparak yontulup tek boyutlu olmaktan çıkmıştır. Bunu en azından düşünsel olarak içselleştirmeye yönelmiştir. Bu yanıyla, ortak ülkemizin özgürlük hareketini farklılıklarımızın birlikteliği içinde algılamak yanlış değildir. Bu yanıyla da düşünceye milliyetçi duyguların esiri olarak sınır koymanın geçerli olmayacağı açıktır. Bir süre bu etkilerin sokaklardaki yansımalarına bakıp kalıcı olduğu düşünülmemelidir. Önceki yüz yılda çok kolayca bir iç savaşa dönüşebilecek bu günkü verilerin farklı etnik toplumların sağduyusuyla dizginlenmesini başka bir şeyle izah etmek güçtür; “birbirimizden kız alıp vermişiz” hikayeleri bu noktada ayrıntı bile değildir.

Bu aynı zamanda bir ulusal özgürlük çabasının “21. yy dışı, ilkel milliyetçi bir kalkışma” olmadığına da önemli bir göndermedir. Sınırları, ulusal ve ülkesel yasaları ve etkinlikleri aşmanın başka bir anlamı yoktur. Kürt özgürlük hareketi bu yanıyla bölücü ve milliyetçi bir hareket değildir. Bir insan hakları hareketidir, bir kolektif kimlik mücadelesi, sosyal-siyasal bir duruşu hareketidir. Bu hareketin oluşturduğu atmosfer ortak ülkemizin en önemli demokrasi dinamiği olarak da tecelli etmektedir. Bu açıdan düşünceye saldıranların gerekçesi olarak işaret edilmesi normal olduğu kadar, yalanların en komiğidir de.

Dün “sol iktidarı ele geçirmek üzereydi”, “biz gelmeseydik komünizm gelecekti” diye yapılan, bu gün “Kürtler geliyor” diye yapılmaktadır. Gerçekte ise düşünceye karşı saldırı, belli bir akıl türünün bu topraklarda konumlanışının kendine özgü dışavurumundan ibarettir; barış içinde bir arada yaşamayı içselleştirmemenin, tek boyutluluğu dayatmanın da doğal sonucu bu davranıştır. Bu ise siyasette at gözlüğüyle yürüme gibi bir sonuç üretmektedir. Sosyal, siyasal sorunlarımızı çözüme güvenlik açısından, savaş ve askeri açıdan yaklaşmanın onanmaz duruşu buradan gelmektedir.

Yasaklar tarihte hiçbir toplumu ileri götürmemiştir. Yasakların başladığı yer gerilemenin de başladığı yerdir. Bu süreci besleyen nesnel nedenleri ortadan kaldırmadıkça öznel dinamiklerin artmasın önlemek mümkün değildir; yasakları yasakların izlemesi, güvenlik önlemlerini artan kovuşturmaların takip etmesi çatışmaları savaşların izlemesi de bundandır. Bu süreci ortak ülkemizde derinleştirenler, egemenlikleri tek boyutlu sürdürmek isteyenlerden başkası değildir: bir bölücülük varsayımı gerçek ise o da bunların işidir. Bölücülük, farklılıkları güç olarak algılama yerine onları yok etmeye yönelmenin siyasal sonuçlarıdır. Bunun her düşünceye karşı tepkili ve yasakçı olarak yansıması kaçınılmazdır. İnternet ortamını kovuşturmaya yönelik akılda bunun tezahürüdür.

Türkiye Cumhuriyeti düşünce çeşitliliğini kapsamaktan acizdir.

Düşünceye saldırı belli bir tarihin içinden çıkıp gelen tüm siyasal yönelimlerin temel işlevi gibidir. Bu akıl, sadece belli tarihi kesitlerde öne çıkan sorunların düşüncesini kırma gibi bir eğilim içinde de değildir. Saldırısını toptancı yöntemlerle ve korkuların gerginlikleriyle yapmaktadır. Dün komünistler geliyor heyulasına karşı gösterilen tepkide Kürtler de azınlıklarda mağdur edilirken, bu gün Kürtlere karşı saldırıların yanı sıra ortak ülkemizin tüm özgürlük ve demokrasi hareketlerine karşı bir saldırı olarak yürümektedir. Bilgi çağının insanlığa, toplumlara ve bireye kattığı iletişim gücünün yaratıcı etkinliğine uzanan bu saldırılar gerçekte bilimsel verilerin sosyal siyasal ilişkilerdeki işlevlerini sınırlamaya yönelik akıllara ziyan bir saldırı olarak belirmektedir. Bu aynı zamanda bilimsel ve teknik gelişmelerin açtığı ufuklara karşı egemenlerin tutumunu izah eden bir belirtidir.

Bilgi çağının araçlarını da düşünceye saldırı amacıyla yasaklar kapsamına almak anlamsız olduğu kadar olduğu kadar, işlevsizdir. Bir yeni uygarlığın bir yeni sistemin bir yenilenmenin aracı olarak bilgi çağının iletişim araçlarını durdurmak eski toplumun boyunu çok aşan bir tavırdır. Bu araçları ulusal ölçekte güvenlik önlemi kapsamında ele alarak onlara getirilen yasakla engellenmesi mümkün değildir. Bu araçların kitle iletişiminde yarattığı devrimle oluşan, birbirine alternatif o kadar çok etkinlik bulunmaktadır ki, bir yerden kapanan kapıları bin bir yerden açmak bir PC tuşuna tıklamak kadar kolaydır. Bu nedenle düşünce özgürlüğüne net ortamında yasak koymak aptalların işi değilse, kaybetmişlerin işi olduğu kesindir.

Sonsuz ihtimallerin yarattığı olanaklarla mücadele ancak daha iyi daha ileri bir düşünceyle olabilir. Bu konuda kendine güvenmeyenlerin hiçbir çabası başarı şansına sahip değildir. İnternet ortamının bin bir aracıyla, halkına ev ev, büro büro, kişi kişi ulaşılabildiği bir dünyada tarihin tekerleğini tersine çevirmenin olanağı yoktur:

Bu çağın düşünce özgürlüğünü sınırlayabilecek, yasaklayabilecek bir kudret, ne kapitalist sistemlerinin ne de ulusal devlet üzerinde kurulu egemenliklerinin hiç bir aparatında mevcut değildir. Bu güç artık topluma ilerleme düşünceleri sunanların bunun küresel ölçekte sentezleyebilenlerin elindedir. Ve sonuç almak ne kadar gecikse de, mutlaka başarıya ulaşacaktır.

AKP–Ordu İttifakı

Siyasette tek boyutluluğu aşamayan farklılıkları içselleştiremeyenler hangi söylemler ardında saklı olursa olsunlar, toplumsal ilerlemenin özü olan düşünce özgürlüğüne karşı yasaklarıyla çıkacaklardır. Türkiye, AKP’nin rahmeti altında bu gerçekle karşı karşıya kalmıştır.

AKP artık Orduyla el ele yasakların baskı ve kıyımların iktidarıdır. Ne evrensel insan hakları yasa ve kurumlarının ne de bu türden toplulukların bir unsuru olma çabasındadır. Hiçbir zaman da bu çabalarda olmamıştır. Olan her güçsüzün iktidar yürüyüşünde halkı kazanmak için yaptığı manipülasyonlardır. İlk eğirlimde bu maske düşmüştür. İlk kırılmada da çirkin bir askeri kıyım aygıtının yürütme organı olmaya adaydır. Ülkemizdeki gelişmeler AKP’nin siyasal işlevinin nereden nereye nasıl geldiğine de önemli veriler sunmaktadır. Din bezirganlığı ise, bilenen tarihi süreciyle tanrının görünmemesinden kaynaklanan prestijini halkın geleneksel eğilimlerini yönlendirme amacı taşımaktan başka bir anlamı yoktur.

AKP’nin iktidarını pekiştirme sürecinde Orduyla girdiği ortak paydada farklılıklara karşı bir kıyım anlamı taşıması ve bunun farklı düşünceleri iletişim araçlarında da takip edecek bir boyut alması, bir sonun başlangıcına işaret olarak algılanmalıdır. Bu ülke, bu hikayeyi 1950-60 sürecinde, 1970-80 sürecinde bir biçimde yaşadı. Şimdi sahnelenen ise önceki yaşanmış hikayelerin kırılmasından çok farklı bir boyut alacak gibidir. Ortak ülkemizde ortaya çıkacak tüm olumsuz sonuçların sorumluları da kendileri olacaktır.

Bu meyanda sık sık yerel seçimleri yaptığımız vurgu ve son düello tanımlaması yerli yerine oturmaktadır. Yerel seçim düellosu gerçekte ülkemizin çok önemli bir dönemeci olacaktır. Düne kadar bu dönemeci başarıyla kat edeceği sanısında olan AKP-Ordu ittifakı artık sonuçtan hiçte emin değildir. Devletin tüm bütçesini bu kirli amaç için harcasalar da artık bu senaryolar tutmayacaktır.

Bu düelloda özgürlük ve demokrasi güçleri özellikle de Kürt halkı hepimiz adına dik duracaktır. Yerel seçim sonuçları, ne türden bir başarısızlık olursa olsun iktidarın pompaladığı söylemlerin inandırıcılığına bir darbe olarak tecelli edecektir. Ordu geri dönüşü olmayan yaralarıyla, yalan ve abartmalarıyla bu savaşı askeri açıdan bile kazanamayacak çapsızlıkta olduğunu gösterdi. AKP ise iktidarını pekiştirdikçe, ülkemiz sorunlarına yaklaşımdaki ikircimlikleri açığa çıktı, Fırat’ın ötesi ile berisi arasındaki siyasi aldatmacalarının orduyla aynı ray üzerinde bir tek boyutlu milliyetçilik olduğu anlaşıldı.

Anadolu mozaiğini ortak bir amaç ve çıkar birliği içinde yönetmekten aciz olanların egemen oldukları bir ülkede yaşam, farklı arayışları ve düşünce farklılıklarının farklı eylemlere yönelmesini gündeme getirmesi kaçınılmaz olmuştur. Bu dağılmayı halkların lehine toplamak ise halkların ortak çıkarlarını temsi eden sosyal ve siyasal yönelimlerle mümkündür. AKP hiçbir zaman bu yerde olmadı ve olmayacaktır. Düşünceye ve onun araçlarına yönelin son saldırıları bu kapsam içinde ele almamız gerekiyor.

MGK toplantısı ardından ortaya çıkan gelişmeler, bir kez daha bu ülkede bu sistem var oldukça, seçilmişlerin değil atanmışların baskı ve diktaları karar sahibi olmaya devam edecektir. Bloglarımızın ülke içinde izlenmesine gelen yasaklar, bu ülkede verili sistem altında hiçbir iktidarın, evrensel bilgi ve düşünce sentezleri ve onların araçlarıyla ortak yaşanmayacağı mesajı verilmiş olunmaktadır.

AYRI VARLIK blogu kapanır, www.ayrivarlik.com açılır.

20 Ekim 2008 Pazartesi

SOSYALİSTLER VE SİYASET

Yener Orkunoğlu
Toplumsal değişiklikler, toplumsal güçlerin toplumsal eylemleri sonucu olur. Bu toplumsal eylem alanlarından biri siyaset alanıdır. Lenin‘in deyişiyle, ‚siyaset, aritmetikten çok matematiğe, cebirden çok yüksek matemetiğe’ dayanır. Biz sosyalistler son otuz yılda siyaseti, basit aritmetiğe ve cebire indirgedik. Siyasetin yüksek matematik olduğunu unuttuk. Siyaset biliminde sınıfta kaldık.
Sosyalistler olarak 30 yıldan fazladır politika yapıyoruz. Ama hangi mevzileri kazandık ? Dahası kazanılan mevzileri de sağa bıraktık. Düşünün 30 yıldan fazla politika yapacaksın, ama toplumda hiçbir mevzi kazanamayacaksın ! Olacak iş mi bu?
Şimdi kalkıp bazıları şöyle itiraz edebilir: Ya haksızlık ediyorsun. Devlet sosyalistlere hiç göz açtırmadı. 12 Eylül darbesi sola çok büyük bir darbe vurdu. Solu çökertti. Sosyalist sistemin çökmesi de sosyalist hareketi olumsuz etkiledi.
Bu itirazları reddetmiyorum. Bu itirazlar doğrudur. Ancak, solun bugünkü acınacak durumunu yalnızca devletin baskısı ile izah etmek, ucuz bir açıklamadır. Çünkü, sol, acınacak duruma düşmesinde kendi sorumluluğunu görmemektedir.
Türkiye gibi haksızlıkların ayyuka çıktığı bir ülkede sosyalistler güç olamıyorlarsa, suç, yalnızca devletin mi ? Şapkayı önümüze koyup düşünelim. Kendi hatalarımızı ve sorumluluğumuzu görelim.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın güzel bir sözü var: ‘Hayat şüphesiz, tüm cemiyetindir. Fakat mesuliyetleri yalnız münevverindir. Yükünü kaderin ve tesadüfün ayırdığı paya göre hep beraber taşırız. Fakat tarih karşısında hesabını münevver verir.‘(A. Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi)
Bu görüşe katılıyorum. Türkiye’nin demokratikleşememesinin sorumlusu, büyük ölçüde sosyalistler aydınlardır. Sosyalistler, bağımsız bir ideolojiye sahip olamadılar. Bağımsız bir politika yürütemediler. Politikada, kararlı ve inatçı olamadılar.
Doğru çizgisi olan kişiler veya örgütler olmadı mı ? Olmuştur. Ancak sosyalist harekete damgasını vurabilecek güce ulaşamadılar.
Siyaset güç sorunudur. Siyasette güç olmak üç şeyi gerektir: 1- Doğru hedef. 2- Doğru ittifaklar.
3- Uygun mücadele yöntemleri.
Ancak bu üçünü aynı anda başarabilenler gerçek siyasal güce ulaşabilirler. Doğru bir politika yürütmeden de siyasal güç olabilirsiniz. Ama güç doğru siyasete dayanmazsa uzun vadede erir gidersiniz.
Siyasette güç olmak ise, doğru hedefler için en geniş ittifak oluşturmayı gerektirir. Oysa Sosyalist örgütler ya her türlü ittifakı reddettiler, yada ittifak uğruna burjuva partilerin kuyruğuna takıldılar.
Politika bir sanattır. Bu sanatın özü, doğru hedef için en geniş ittifaklar kurabilmektir. Politikanın yüzde 99‘u ittifak kurmaya dayanır.
Toplumdaki tüm muhalefet hareketlerini desteklemek ve bu hareketlere öncülük etmek kolay değil. Muhalefet hareketlerini kazanmadan öncülük yapılamaz. Sosyalistler, muhalefet hareketlerine kendi sosyalist ideolojilerini veya sosyalist programlarını dayatamazlar. Dayattın mı, onları kazanamazsın, ittifak tabanını daraltırsın.
Sol, ideolojik mücadele ile politik ittifakı birbirine karıştırdı. İdeolojik ayrılıklar niçin politik ittifakları dışlasın ?

Alevileri veya Kürt Ulusal Hareketi’ni idelojik olarak eleştirebiliriz. Bazı Alevi kuruluşlarının laiklik anlayışı bize göre yanlıştır diye, Alevilerin mücadelesini desteklemeyecek miyiz ?
Sosyalistler, Kürt Ulusal Hareketi’ne ve Alevi hareketine destek olmazsa, toplumsal muhalafetlere nasıl öncülük edebilirler ?

17 Ekim 2008 Cuma

BİLİM VE TEKNİK OKUMAK



Mihrac Ural
mircihan@gmail.com

15 Ekim 2008


Makaleme son bulgulardan biriyle başlayacağım.

"Güney Afrika'da yeraltında, oksijensiz olarak, tümüyle kendi başına yaşayan bir bakteri bulundu.

Latince desulforudis audaxviator, ingilizce adının çevirisiyle cesur seyyah olarak adlandırılan bu bakteri enerjisini su, hidrojen ve sülfattan sağlıyor. Bakterinin oksijensiz yaşayabilmesi nedeniyle başka gezegenlerde olası yaşam hakkında ipuçları verebileceği düşünülüyor. Bilinen en yalnız canlı türü Johannesburg yakınlarındaki bir altın madeninde, yeryüzünden 2,8 kilometre derinde bulundu. Bakteri kesif bir karanlıkta, başka yaşam türlerinden tümüyle tecrit edilmiş halde ve 60 derece sıcaklıkta yaşıyor."

Canlı yaşam için oksijen şarttı. Ama oksijensiz yaşam bulgusu, evrendeki yaşam algıları için yeni bir açılımdı. Her ne kadar bilinen organik her şey belli verilerin bir araya gelmesiyle inorganik maddelerden oluşturduğu bilimsel varsayımını yıllardır biliyor olsak da; laboratuvarlarda bu deneyler olumlu sonuç vermişlerse de ilk kez oksijensiz yaşayan, hücre bölünmesi yoluyla da kendi kendine üreyen bir canlıyla resmen tanışmış oldu insanlık.

Bilim dünyası bu yeni keşifle ilgilenirken, siyasi mücadele içinde olan bizlerin bu buluşu konu etmemizi gerektiren nedir sorusu sorula bilir. Bu sorunun cevabı yaşamın hür türünün birbiriyle ilgisidir diyeceğim. Ama konu bu değil. Makalemin konusu bilim ve teknik okuma serüvenim ve algılarım üzerine olacak.

KÜÇÜK ADIMLARLA BAŞLIYOR HER ŞEY

Bilim ve teknik yazmak bir uzmanlık işidir. Ama okumak için bu zorunlu değildir. Benim işim siyasal mücadeledir. Ancak on yıllardır bilim ve tekniğin yakın takipçisi olarak siyasetin de bilim ve teknik dışında bir konu olmamasına dayanarak her bilimsel gelişmenin siyasete yansımaları ve anlamı olduğunu söylemeye çalışacağım.

Bilim ve teknik okumalarım, malum Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu (TÜBİTAK) yayınlarının tiryakiliğiyle başlamıştır. Teknik okul geçmişim ve bu okulda bizleri eğiten üstün vasıflı öğretmenlerin etkisiyle bu okumalar bir hobiye dönüştü. Bu serüven bir yandan onlarca bilimsel kitap okumalarıyla birlikte (dergiler de dahil), büyük bilim adamlarının, Nobel ödüllü akademisyenlerin keşif ve bulgularını içeren tezlerini yakından takiple devam etti. Bu eğilimdeki ısrarın bir ucu da çevreyle ilgili, çevreye uyum okumalara dinamik katıyor.

Küçük adımlarla başlıyor her şey, bir de çevreniz öğrenim eğilimli ise onun etkisiyle siz de adımlarınıza adımları katıyorsunuz. Yeğenim ODTÜ mahreçli olunca (şimdi genetik üzerine Amerika’da doktora yapıyor, uluslar arası önemli bilimsel dergilerde makaleleri yayınlanıyor.) kitap ve dergi hediyeleri zindandan sürgüne kadar peşimi bırakmadı. Bir diğeri iktisatçı, bir diğeri de jeofizik alanında, oradan da akıyor. Büyük oğlumun devletler hukuku üzerine başarıyla tamamladığı mastırı birlikte çalıştığımızı da eklemeliyim. Evet çevre diyorum her daim, bilim teknik okumalarım öyle diyor…

Kişiliğimi ve düşünce tarzımı etkince belirleyen bu okumalarda, insanlık bilgi birikiminin doruklarını teşkil eden kimi konularda siyasal düşüncelerimin ataklarını oluşturmaya çalıştım.

Küreselleşme üzerine sık sık makaleler yazmam ve iki farklı küreselleşme ayrımına gidişim de bu serüvene yol açmıştı; küreselleşmenin küresel ölçekte olmak anlamına gelmediğini, farklı bir şeyleri ifade de ettiğini bu süreçte ortaya koyma şansı yakaladım. İki küreselleşme vardı benim için. Biri, tarihe karşı eskiyi korumak üzere direniyordu, o da emperyalistlerin küresel ölçekteki dayatmaları, ekonomi politikaları, talanları, savaşları, baskıları ve saldırılarıydı. Diğeri ise, tüm insanlığı ve evreni kapsayan bir küreselleşmeydi; bilimsel araştırma ve gelişimle insan kolektif aklının keşifleri, teknik ilerlemelerinin bir ürünü olan yeni uygarlıktı.

Bu uygarlık, Batı uygarlığının kanatları altında gelişiyordu. Sanki tarih biçimsel açıdan tekrar ediyordu. Kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altındaki gelişmesi gibi, olumlu küreselleşme de kapitalizmin kanatları altında gelişen yeniyi temsil ediyordu.

Yeterli olgunluğa gelince özgürleşecek ve tarihsel olarak geri dönülmesi mümkün olmayan bir evreye varacak yeni bir uygarlıktı. Tarlayı artık kara sabanla sürmenin tarihsel olarak mümkün olmaması gibi, kapitalist üretim sürecine geri dönülmeyecek bir yeni üretim ilişkisinin olgunlaşması sürecidir bu.

Ben ikincisinden yana oldum. Küreselleşme taraflısı olduğumu bu zemin üzerinde ilan ettim. Bunda bilim ve teknik okumalarımın payı büyüktür. Mütevazi soyutlamalarım ise kimseye yetmese bile kendi bilgi birikimlerime ve içinde yaşadığım kesitteki siyasal duruşuma yeterli olmuştu.

Bu çarpıcı gelişmelere kaynaklık eden nereden başlasam diye düşündüğüm bir dizi temel gelişme ve buna ilişkin okumalarımı belirtmeliyim. Fizik, kimya, biyoloji, teknik, elektronik ve bil cümle bilim alanıyla ilgili okumalar.

İLK VE SON ÜÇ DAKİKA ARASINDA

Sırasıyla olmasa da aktarayım. Bir küçük kitapçıkta bir öykü okudum. “İkili sarmal DNA yapı çözümünün öyküsü” diye. Yazarını bilirsiniz James D. Watson. DNA yapı modeli kaşifleri ve Nobel ödüllülerinden Francis H. Crick ve James D. Watson ikilisinin, ikincisi162 sayfalık bir broşür. Orada genetik maddenin özünün proteinler değil de deoksiribonükleik asit (DNA) molekülü olduğunu okudum; “hayat gizinin anahtarı porteinlerde değil DNA’da”ydı (Age: s:7). DNA bir kalıtsal maddeydi ve bu gerçeği ilk ele alıp keşfedenler Amerikalı araştırmacı O. T. Avery, C. M. Macleod ve M. Mc Carty genlerin yalnızca deoksiribonükleik asitten (DNA) ibarettir dediler. Bu iddiayı da 1952’de yine Amerikalı A.D. Hershey ve Marta Chase deneylerle kanıtladılar. Ama bunun modelini, yapısını tanımlayamadılar. Bu sürece biyolog Max Delbrük yağlı boya tablolarından izlediği Habusburg hanedanlarının kalın ve sarkık alt dudak yapılarından da ilham alarak, “eğer genler birer molekülse, bunların eşleşme özelliği ve böylece yüzyıllar boyunca kararlı biçimde varlığını sürdürebilme yeteneği olmalıydı” sonucuna vardı.

Bu,üst üste atom üzerine atom, molekül üzerine molekülle inşa edilen bilgi birikimleri sonucunda DNA’nın yapısı çözülmüş oldu. “Bir DNA molekülü görülmeyecek kadar küçüktür (eni 2 nanometredir (nm), boyu yaklaşık 10 baz çifti 360 derecelik tam bir dönümü 3.4 nm dir. ). Yapısal biçimi dahice yollarla ortaya çıkartılmıştır, 'çifte sarmal’ ya da ‘ölümsüz sarmal’ (Gen bencildir. S:43).

Bunu İngiliz Francis H. Crick ve Amerikalı James D. Watson keşfettiler (1953) ve Nobel Fizyoloji-Tıp ödülünü, “deoksiribonükleik asit (DNA) molekülü yapısının bulunması üzerine” aldılar (1962).

Bir DNA molekülü, nükleotit diye adlandırılan birimlerden oluşan iki zincirden meydana gelir ve her nükleotitte bir şeker molekülü, bir fosfat gurubu ve azotlu bir organik bağ yer alır. İşte bu zincirin üç boyutlu yapısı genlerin eşlenme mekanizmasını (replikasyon) anlamaya olanak vermiş oldu. Azotlu bazların her zaman belirli bir kurala uygun olarak eşleşme durumları (adenin (A) ile timin (T) ve sitozin (S) ile guanin (G) ) çift sarmalın titizlikle kendini nasıl eşlediğini de açıklıyordu. Bu da “Watson-Crick eşleşme kuralı” olarak bilim alemine geçmiş oldu.

DNA iplikçiklerinin sarmal bir tarzda uzayıp giden molekül bağlarıyla yaşam sırlarına olan insan aklı yolculuğu önemli bir aşama kat ediyordu. “Hayat gizinin potansiyel anahtarıydı o”(Age. S:23) “Hücre bölünmesi sırasında kromozom sayısı iki katına çıktığında kendi kendisinin ikinci bir kopyasını çıkartabilme yeteneği, yani genin kendi kendini çoğaltabilmesi” (Age. s:90), “genlerin ölümsüzlüğü fikri” (Age. S:109) “beden genlerin kendilerini değiştirmeden saklama araçları” olması, esas olanın temel yaşamsal madde DNA olduğunu, yaşamın ise onun yönlendiriciliğinde, onun yaşam kavgasının ihtiyaçlarınca belirlenen bir süreç olduğunu algılarımıza sunuyor.

Bu aşamanın sosyal siyasal ve ekonomik boyutları hızla belirginleşerek ilerlediği bu günümüzde, bu basit bilginin bir devrimcinin ufuklarına ne türden bir genişlik katacağını söylemeye bile gerek yoktu. Irkçıların ve de milliyetçilerin iki yüzlülükleri daha önceki veriler üzerine bu verilerle de bilimsel olarak kanıtlanabilirdi. DNA’nın ne ırkı ne milleti ne de dini var.

Bir bilim adamı olarak Francis H. Crick “Din geçmiş kuşaklara ait bir hata idi; günümüzde ise sürdürülmesi gereksizdi” diyerek, bilim ile düşüncenin her boyutu arasındaki ilişkiye güzel bir gönderme de yapıyordu.

Crick daha sonraları beyin üzerine çalışmalara yöneldi, “insan varlığının temel sorunlarına yanıt arayışı”na yöneldi “Şaşıran Varsayım” kitabını yazdı (TUBİTAK yayınları). O da bize şöyle seslendi: “ ‘siz’, neşeleriniz, üzüntüleriniz, anılarınız, ihtiraslarınız, benlik ve özgür irade duygularınız ile aslında çok sayıda nöron (sinir hücresi bn.) ve bunlarla ilişkili moleküllerin bir arada davranışından ibaretsiniz” (Francis Crick, Şaşırtan Varsayım. s:3 )

Bununla da kalmadı, bize, olağanüstü bir sinir makinesi olan beyni anlamak için onun doğal ayıklanma ile uzun evrim sürecinin sonuç ürünü olduğunu kavramamız gerektiğini, evrimin ise temiz çalışan bir tasarımcı olmadığını, küçük birikimler üzerinde yükselen bir sarmal süreç olarak yükselip genişlediğini anlatıyor. (Age.s:13)

Hareket algılarımızın her zaman doğru olmayabileceğini, milyarlarca yılda doğal ayıklanma ile evrimleşmiş küçük boyuttaki kimyasal mucize olan hücreyi algımıza sunan Crick, bir PC’nin temel çevrim hızı saniyede 10 milyon işleme tekabül ederken, bir nüronun ateşleme hızı saniyede 100 darbe dolayında olduğu dolaysıyla bilgisayarın beynimizden “milyon kat daha hızlı çalıştığı"na dikkat çekiyor (Age. s:194)

Crick, “beynin dilinin temeli nüronlardır” (Age.s:282) diyerek “beynin nasıl çalıştığını gerçek anlamda öğrendiğimizde, algılarımız, düşüncelerimiz ve davranışlarımızın üst düzeyde yaklaşık bir açıklamasını yapacağız. Bu da beynimizin tamamının işleyişini daha doğru ve tutarlı biçimde kavramamıza yardım edecek ve bun günkü bulanık popüler düşünceleri söküp atacak” (Age. s:182) belirlemesi yapmaktadır.

Bir devrimci için bu ayrıntının belki hiçbir önemi yoktu. Ama bilim ve teknik okurken öğrendiğim değişim, mutlak bir iddianın yapılamayacağı, en iddialı akademik varsayımın bile bir başka bilimsel varsayımla altüst olacağı gerçeği siyasal yaşantımda da derin izler bırakıyordu.

Bunun ardından “Hayatın Kökleri” (Mahlon b.Hoagland, TUBİTAK yayınları 7. baskı) küçücük kitapçığı ise DNA serüveninin ezeldeki başlangıçlarını açıklarken verdiği “çorba” tarifi esasında tüm canlı yaşamın ham maddesinin tanımlıyordu: “Deniz suyunda erimiş karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen ve fosfor içeren basit bileşkeler, ultraviyole ışınları ve şimşeklerle sürekli yüz milyonlarca yıl boyunca bombardıman edilerek, bol ve bütün molekülleri içeren bir koyu çorba oluşuyor.” (age.s:39-40)

Bu çorba zamanın inanılmaz ağırlığı altında zincir molekülleri oluşturması, yaşam zincirini, inorganik maddeden organik maddeye geçişi sağladı. Buna tanık kimse olmadığı için süreci tüm ayrıntılarıyla bilmeyebiliriz. Laboratuvar koşullarında da taklit edilen bu senaryo sonucu, pürin ve pirimidin adı verilen organik maddelerinde elde edilmesini sağladı. Bunlar ise genetik molekül DNA’nın yapı taşlarıdır. ( Gen bencildir. S:31)

“Her evrim tek kez yaşanır tekrar edilmez” yasasına dayanarak da gerisin geriye süreçleri yaşayıp bunu bilemeyiz, ama labaratuvar ortamında bu deneyi yapmak mümkündü. Nitekim bilim bunu da başarmıştır.

Yaşam için enerji gerekli. Bunun kaynağı da güneştir. Tüm canlıların canlılık kaynağı, enerjiyi temelde güneş enerjisinin molekülleri (insanlar için) ya da bitkilerden (hayvanlar için) içinde kilitleyip koruyan adenosin trifosfatktır (ATP) Ateş böceği ışını da sağlayan ATP’dir. (age. S:52) Enerji süreklilik için zorunludur. Süreklilik ise tek düze değildir değişimlerin evrimlerin sürecidir de.

Çeşitlenme ise mutasyon ve cinsel birleşmenin eseridir. Biri var olan düzeneğin rastlantılarla bozulup yeni bir düzenek kurması ya da cinsel ilişkiyle yeni bir bileşke kurmasının eseridir. “Evrim, sonsuz genişleyen ‘çeşitliliğin’ tarihidir. “(Age.s:80) Burada da bilincimize, “çeşitliliğin” nedeninde “DNA’nın mutasyonu ve cinsel karışım” (age. S:90) olduğunu bilmeden de olsa Darwin’in ortaya koyduğu evrim teorisini algılamaya kapı açabiliyoruz. “Darwin, varoluşumuzla ilgili zor soruya bir yanıt sağlar; ki bu, şu ana kadar önerilen tek olası yanıttır.” (Gen Bencildir. S:27) “canlı toplum, gerçekte, bütün geçmiş DNA değişikliklerinin ve çevrenin yaptığı bütün geçmiş etkilerin deposudur. Bu topluluk içindeki bireylerin büyük çeşitliliğinin nedenidir. Doğal seçme işte bu çeşitliliği kullanarak topluluğun daha çok gelişmesini sağlar” (Age. S:91)

Çevre tümüyle pasiftir. Çevreye uyum sağlayan çoğalır ve yaşar. Sağlamayanlar dökülür. Kültür bir ölçüde bunun için insanın geliştirdiği bir mekanizma olarak, çevreyle uyumu biyolojik etkenler dışında sağlamak üzere etken olur. Çevreye uyum vardır, çevrenin uydurması yoktur. Evrimin ham maddesi ise çevre değil mutasyondur, cinsel bileşkedir. Evrim tekrarı olmayan yok olması halinde yerine hiçbir şeyin konulması mümkün olmayandır (Age. s.69).

“Bütün canlı yaratıklar kendilerini oluşturan bilgiyi DNA’da biriktirirler. DNA’yı mesajcı RNA’ya kopya ederler, mesajcı RNA’yı proteine tercüme ederler. Dahası DNA’nın mutasyonuyla veya cinsel karışımla değişmesi proteinlerin kalıcı değişimine neden olur. Böylece organizmalar arasında gittikçe artan farklılıklar ortaya çıkar ve sonunda yeni türler doğar.” 60 trilyon hücrenin uyumlu işbirliğine ihtiyaç duyan insanın kaderini doğal çevrenin etkilerinden çok, insanın doğal çevreyle ilişkisi belirleyici olacağı sonucuna varmak güç olmayacaktır.

Evrimi bu boyutta kavramamızı sağlayan bilimsel süreçler doğal olarak insani her yönelimimize de katkı sunuyorlar.

Bir devrimci olarak bu bilimsel verilerin siyasal, sosyal düşüncelerimde oynadığı rolün ne olacağını buradan kestirmek zor değildir.

Okumalar açılıp derinleştikçe çarpıcı kitapların izleri düşünsel bilinçaltımızın oluşumunda da etkilerini gösterir. Ayın konuda kalmak kaydıyla, Richard Dawkins’in “ Gen Bencildir” (TÜBİTAK yayınları 2. basım) kitabının öğrettiği çok şey olmuştur diyeceğim. Bir devrimci olarak doğayı sevmek ve tüm canlı türleri arasında bir eşitlik algısını bilince çıkartmak için, öncelikle siyası mücadele içinde olanların okunmasını tavsiye edeceğim bir kitaptır bu.

Kitabı açar açmaz şu cümleyi görmek müthiş bir etkidir. “Bir türü, diğer bir türden üstün kılacak hiçbir nesnel dayanak yoktur. Şempanze ve insan, kertenkele ve mantar, hepimiz, üç milyar sene kadar önce doğal seçilim olarak tanıdığımız süreç içinde evrimleştik” ( Gen bencildir. s:1)

Dawkins bu sözlerini “Yaşama Darwinci Bir Bakış Cennetten Akan Irmak” adlı Varlık-bilim yayınlarından çıkan kitabında “ yeryüzünde yaşayan tüm canlılar tek bir atadan gelmiştir“ diyerek tekrar etti. (Age.s: 22)

150 -250 bin yol önce yaşadığı varsayılan “Afrikalı Havva” ya da “Mitokondriyal Havva”nın “tüm modern insanların salt dişi soy çizgisiyle kökeni olduğu söylenebilecek, tarihsel olarak bize an yakın kadın olduğudur” (Age. s:60) tezi aynı zamanda spermlerin enerjisini veren (bir kaç tane) mitokondrilerin yalnızca anneden alındığını gösteriyor. Yaşam enerjimizin temelinde bu enerji istasyonunun rol oynadığını (Age. s:52-53) bilince çıkarmakla cinsimizin dişisine nasıl bakmamız gerektiğine ilişkin mesajlar vermektedir.

Bilimsel araştırmalar genlerimizin belirli nitelikleri arasında “bencillik olduğu”nu bunun da benciliğimizin birey davranışlarımızda da yansıması olduğu gerçeğine işaret ediyor. Başka hiçbir türün cesaret edemeyeceği ve yapamayacağı bir şeyi yapmak üzere, bu gerçeği değiştirmek için kültürel aktarımlarla insan olarak yeni kuşaklara vereceğimiz çok şeyin olduğunu bilmek gerekir. “Yaşamınız boyunca ne kadar bilgi ve akıl edinirseniz edinin, bir damlası bile çocuklarınıza genetik yollardan geçmez. Her yeni kuşak sıfırdan başlar. Bir beden genlerin kendilerini değiştirmeden saklama araçlarıdır” ( Gen Bencildir. s:45)

Bilim okumanın işte bu hallerde de siyasal, sosyal algılara, ekonomik düşün arayışlarına sevk etme boyutu olduğunu görmek güç olmayacaktır.

Bu konuyu neden ele aldım: Okumanın ezbercilik olmadığı, aktarmacılık olmaması gerektiği, çıkarsamaların, soyutlamaların okumayı bilgi birikimine çevirdiğini anlatmak için söz konusu ettim. Genç kuşağın okumalarına yön vermek için, okuduğunu sanan bazı ahmakların gerçekte eklektik aktarmalarla kendilerini göstermek istedikleri gibi birikimli olmadıklarını yansıtmaya çalıştım.

Kimisi Stephen Hawking’i ve zamanın kısa tarihinde kara delikleri anıyor, kimisi Hubbel’li ele alıyor, onu bir uzay teleskopu sanıyor. İsim anıyor ama bilince yansıyan algı ne içerik açısından ne de soyutlamaları açısından bir bilgi vermiyor. Bilimle de uğraşıyorum numarası çekiyor. Hiç ilgisi yok. Kitap okuyorlar ama bilgi birikimi yapmıyorlar, çünkü bilimden soyutlamalar yapıp siyasal-sosyal mücadelelerine yön vermiyorlar. Bunun için bilim okumak, bilgi birikimi amacına soyutlamalarla sonuçlar çıkartmaya yönelmedikçe, kağıt üzerindeki mürekkep lekeleriyle uğraşmak anlamından öteye geçmiyor.

Konusu açılmışken kısaca belirteyim:

Kiminin sandığı ve sığlığı gereği isim anarak bilgili olduğu süs verme çabasından mütevellit “Hubble, atmosferin dışına yerleştirilen ilk büyük teleskop” algısı, esasında bilimle ilgili okumalardan hiçbir şey öğrenmemek anlamına geliyor. Zaten çoğu gösterişçinin okuma eylemi de bu gösteri içindir, ötesi için değil. Bilimsel veriler ve faaliyetleri üzerinde tartışmalar iyi mi olur kötü mü olur sınırında ilkokul çocukları düzeyini aşmaz. Üstelik bunu ele alanlar başkalarını da bilimle uğraşmazlar, ilgisizler diye eleştirir, özrü kabahatinden büyük bir eda içinde olurlar.

Hubble deyince çok şey anlamak ve çok önemli soyutlamalara gitmek gerek. Bunlar bir devrimci siyasal mücadele insanı için elbette ki formüllerden, rakamlardan, kareköklerinden, logaritma ve diferansiyel hesaplarından çok farklı bir şey olacaktır: Zaten bunun için soyutlama yöntemi, her okumayı bilgi birikimine çevirme şansı yaratmış olur.

Bu amaçla bilim ve teknik okumalarımdan çıkan soyutlamaları okurlarımla paylaşmak üzere bu konuya benim açımdan nasıl yaklaşılması gerektiğini ortaya koyacağım, farkı da okur algılasın.

.Edwin Powell Hubble (20 Kasım 1889 - 28 Eylül 1953) ABD’li astronom. Hukuk mezunu olup, gök bilimlerine sonradan ilgi duymuştur. Samanyolu galaksisinden ibaret olduğu sanılan evrenimizi, Andromeda bulutsusunu keşif ve bireysel yıldızlarına ayrıştırmayı başararak evrenimizin çok galaksili olduğunu ispatladı (1923).

Işık tayfı incelemeleri ve kızıla kayan renklerin galaksilerin birbirinden uzaklaştığını göstererek genişlemeye devam eden bir evren senaryosunu bilimsel olarak ispat etti. Bu “Hubble sabiti” sayesinde oldu; “birim uzaklık başına belli bir hız artışını veren sayı ( Bu sayı, hız ve uzaklık arasındaki orantılılığın, verilen bir zamanda, bütün gökadalar için aynı olduğu anlamında sabittir; yoksa evren evrimleştikçe sabit değişir)” (Steven Weinberg, İlk Üç dakika, s:27) .

Buradan başlayan veriler evrenimizin yaşını belirleyecek ve evrenimizin gelişim süreçlerini izah edecek, Big Bang teorisinin temellerini oluşturacak açılımların başlangıcını oluşturdu. “Modern evrenbilimin temeli” (Paul Davies, Son Üç Dakika, s:32) böylece atılmış oldu.

Bilim teknik yayınlarının başucu haline getirdiğim kitapları arasında, Steven Weinberg’in “İlk Üç Dakika” adlı kitabında güzel bir anlatımla, “Gökadalar, uzaklıkla orantılı olan bir hızla bizden uzaklaşmaktadırlar… her gökada çifti, aralarındaki uzaklıkla orantılı olarak birbirinden uzaklaşmaktadır… Hubble sabitinin her bir milyon ışık yılı için saniyede 15 km civarında olduğuna inanılmaktadır…” (Age. s:28) diyor ve buradan hareketle “karakteristik genişleme zamanı” tespit edilerek evrenimizin yaşı bulunur. Bulunan sayı 20 milyar yıldır. Ancak evrenimiz daha gençtir zira Hubble sabiti, gökadaların kütle çekim etkisi altında sürekli yavaşlaması nedeniyle sürekli sabit bir hızla birbirinden uzaklaşmamışlardır. Düzeltmelerle sonucu ( Walter Bade ve diğerleri tarafından, Age. s:28) evrenimizin yaşının 13.7 – 14 milyar yıl olduğu tespit edilmiştir.

Hubble sabiti’nin açtığı ufuklarda evrenimizin genişleme özelliklerini kavradığımız gibi, sonunda büzülüp içe çökerek bir kez daha Big bang öncesi anın yoğunluğuna dönüp dönmeyeceğini de öğreniyoruz. “Evrendeki maddenin ortalama yoğunluğu belli bir kritik değerden küçük ya da ona eşit ise evren uzaysal olarak sonsuz olmalıdır. Bu durumda evrenin şimdiki genişlemesi sonsuza dek sürecektir. Öte yandan eğer evrenin yoğunluğu bu kritik değerden büyük ise, o zaman maddenin doğurduğu kütle çekim alanı evreni geriye kendi üstüne kıvırır… Bu durumda kütle çekim alanları evrenin genişlemesini sonunda durdurmaya yetecek güçtedir; öyle ki evren sonunda içe, belirsiz büyük yoğunluklara doğru çökecektir. Kritik yoğunluk Hubble sabitinin karesiyle doğru orantılıdır; bu günün benimsenen değeri olan bir milyon yılda 15 km/s için kritik yoğunluk santimetre küpte 5x10 üs -30 grama eşittir: Bu bin litrelik uzay içinde üç hidrojen atomuna eşdeğerdir.” (Age. s:34)

Bu bilgilere ek, gökadalar arısındaki uzaklaşmanın özgün bir kuvvetle olmadığı, bir tür ilk patlamanın eseri olduğunu öğreniyoruz. Bu bilgilerimize Arno Penzias ve Robert W. Wilson’un 1965’te 3 Kelvinlik (K) kozmik mikrodalga (gürültüsü) arkalan ışınımının kozmik olduğunun keşfedilmesi. Ve bu 3K’nın evrenin her tarafında aynı olmasının bulgulanması, genişlemesi nedeniyle hiçbir zaman ısısal dengeye sahip olmayan bir evreninin bir dönem ısısal dengede olmasına önemli bir kanıt olmuştur. Bu ise, “başlangıçtan beri gelişen olayların akışını buradan çıkartabilme"mizi sağlayacaktır. (Age. s:58) 20. yy’ın en önemli bilimsel keşfi de budur.

“İlk Üç Dakika” kitabı kadar heyecanla okunacak “Son Üç Dakika” kitabından da bilgi birikim edinimlerimize katkı bulunuyor. Kütle çekiminin gökadaların dışa doğru hızla kaçışlarını engelleyen bir faktör olması evrenin geçmişten bu güne daha hızlı bir saçılma, genişleme durumunda olduğunu, gerisin geriye giderek evrenin sıfır boyut ve sonsuz yoğunlukta olduğu, bu yoğunlaşmanın sıfır noktasındaki patlamasıyla evrenin ve maddenin her türünün oluşmaya yöneldiğini gösteriyor. “Büyük patlama madde ve enerji kadar, uzayın da kökenidir. Bu tabloya göre, içinde büyük patlamanın gerçekleştiği, önceden mevcut bir boşluk olmadığını anlamamız çok önemlidir” belirlemesi yapılıyor. (age. s:35)

Buradan da “önce yoktu, zamanın olmadığı yerde ise, alışılmış anlamda nedensellik de olamaz” (Age. s:35) sonucuna vararak “büyük patlamada hiçlikten var olan bir evren büyük çöküşte hiçliğe dönüşüp yok olur” (Age. s:127) belirlemesi, evrensel boyutlarıyla fizik aleminin başını ve sonunu nasıl kavramamız gerektiğine işaret ediyor. Ve sonucu çok güzel olasılıkla kapatıyor: “ Evrenin sınırı olsa bile, düşüncelerin sınır tanımayabileceği olasılığını” vurguluyor (Age. s:157)

“İlk Üç Dakika” ve “Son Üç Dakika” kitabını okumak bir devrimci için evrenle ilgili müthiş soyutlamaları algılamak demektir. Madde kadar karşı maddeyi algılamak, evren kadar sonsuz yoğunluktaki atom büyüklüğünü algılamak demektir. Bu ise siyasal-kültürel sosyal yaşamımızda her olay derinliğine bakma yöntemi kazanmak demektir. Olayın ve olayların içine nüfus etmek, tesadüfleri, olasılıkları, iç bağlantılarını kavramak demektir. Kendi adıma bilim teknik okumalarım bana evrenin her bir unsurunun önemini sosyal ve siyasal yaşamda her verinin önemini algılamayı öğretmiştir.

Hubble sabiti, devrimci hareketin, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin kimi sabitleri gibi algılanmadan, onlarla ölçümler yapmadan, 3K kozmik akalan ışınım algıları tarihsel siyasal mücadelelerin tüm değişkenliklerine karşın başlangıç dengelere sahip olduğu bilincini taşıyor.


En ilkel rakamsal araştırmalardan en uzak kozmik araştırmalara bilim ve teknik okumaları, bir hobi olduğu kadar aklın gelişim dinamiklerine de bir katkıdır. George İfrah’ın elimdeki 8 cildiyle TÜBİTAK yayınlarından “Rakamların Evrensel Tarihi” de, “el, tüm çağların ilk sayım ve hesap makinesi” (Age. C: I, s:12) olduğunun ilginç serüvenini, sayılar bilimini ve bunun toplumların sosyo-kültür yapılarındaki etkilerini, “İnsan zihninin büyük ustalığı” olan sıfırın bulunuşu ve az sayıda şekille sayıları simgeleyerek inanılmaz ölçekteki sayımı en az sayıyla ifade edişin öyküsünü öğreniyoruz. Ondalık sisteminin en yetkin sistem olmasının on parmağımızla ilgili bir marifet olduğunu (Age. s:123), büyük soyutlamaların üreticisi insan aklının tarih serüveninden, siyasal, toplumsal, kültürel yaşamımıza çok önemli bilgileri ve yönlendirmeleri sunduğuna işaret etmektedir. Rakamların evrensel tarihi, tarih içinde gereksinim duyacağımız tüm rakamsal işlemlerin aynı zamanda bir sosyal, kültürel, siyasal işlem olduğuna da önemli bir veri olduğunu anlıyoruz.

Bilim ve teknikten, James Gleick’in “Kaos” kitabı, David Ruelle‘nin “Rastlantı ve Kaos” kitabından fizikçilerin ve matematikçilerin düzenlilikler arayışı karşısında düzensizliğin gaydasını, bilimini ve bunu yaşantımızdaki yerini öğreniyoruz. Patrik değerlendirmeler için birikimlerimiz arasına alıyoruz. “Kelebek etkisi”nin basit bir itimin nasılda zaman ve mekan faktörü içinde dev bir gücün oluşuna gittiğini kaosun ifade ettiği karmaşa algısı öğretiyor.


YABANCILAŞMANIN DİNAMİĞİ

Okumalarım bilginin yabancılaşması gerektiğine götürdü beni. Dikkat ettim, yabancılaşmamış bilgi ilerlemiyor gelişmiyor insanlık malı olmuyor. Tersine tekelleşiyor, kırılıyor, içe bükülerek işlevsizleşiyor. Tüm bilim dünyası birbirinden bağımsız çalışmaların ve bilgi akışlarının yarattığı yabancılaşma (basit bulguların bile ilk sahibinden uzaklaşarak ona yabancılaşarak başka bilgilerle sentezleşerek) dinamikleriyle ilerlemeler keşifler ortaya çıkıyor. Bu konu çok önemli daha öncede yazdım az kişinin dikkatini çekti tekrar aktarayım.
“Yabancılaşma “iş bölümü”nün ürünüdür. İş bölümünün artışı her türlü emeği derinlemesine yabancılaştırır.
“Üretim sürecinde soyut üretim ve dolaysıyla bunun temel ham maddesi olan bilginin de rol oynamaya başladığı küreselleşme çağında yabancılaşma daha da artacak ve daha da dinamik üretici bir rol almış olacaktır. Bu bir olumsuzluk değil, tersine tarihin ilerlemesinin kaçınılmaz etkinliğidir. Yabancılaşma olmadan ciddi bir üretim süreci olamaz demek bu anlamda yanlış değildir.
“Yabancılaşmanın dinamiği, emek gibi bilgiyi de üretimin temel maddesi yapar. Artık sanal üretimin etkin olduğu, değişim değerinin kullanım değeri aleyhine olağanüstü büyüdüğü bir yeni uygarlıkta, kapitalist üretimin emeği yabancılaştıran üretim komplekslerindeki kollektivitelerden, çok daha büyük kolektvitelerin devreye girmesine yol açar. Böylesi büyük ortaklıklarda kimin, nereden, nasıl ve ne kadar kattığına bakılmadan bilginin üst boyutlara varan teatisi gündeme gelir. Burada bilgi sentezleri birer ürün olarak yeryüzünü hatta evreni dolaşırken, üreticisine yabancılaşmış olarak döner. Bilgi yabancılaşması derinleştikçe de paylaşım daha yaygın ve daha ekonomik olur. Bu anlamda yabancılaşma bir olumsuzluktan çok dinamizmdir, devrimci ve ilerici tarih akışının bir unsuru olarak belirir. Yabancılaşma bu yanıyla gerçekte birey yerine toplumları tüm insanlığı buluşturan, dinamik, üretken, zengin mineralli bir havuz gibidir.” (
http://www.mirural.blogspot.com/ Batılı Marjinal Önermeler ve Orijinalitemiz)

Sonuç

Bütün bunlar evrimsel gelişmenin durağan olmadığını, hareketin, emek ve bilginin birikimlerinin birden bire mucizelerle gündeme gelmediğini, üst üste gelen çabaların ekip çalışmalarının, rekabetin kışkırtıcı dinamiklerinin katılımıyla oluştuğunu öğretiyor. Bilim ve teknik okumak, olayı sayılara değil niteliklere bakmayı öğretiyor.

Bilim okumak; emeğe saygıyı, küçük ayrıntıların önemini, hiç bir şeyi hor görmemeyi, tersine önemsemeyi öğretir.

Her çabanın bir yeni başlangıç olduğunu, tek bir çabanın yetersizliğini, üs üste gelen bilgi birikimleri olmadan bir sonucun elde edilemeyeceğini, evrimi, evrimin doğasını, mutasyonu ve bunun sosyal-siyasal yaşamdaki işlevlerini öğretiyor. Bilim okumak, bireye siyasal yolculuğunda başarı şansını yakalamayı, yeni ufuklara açılmayı sağlıyor. Benim açımdan okumalarım beni hep böylesi soyutlamalara götürdü. Bana güç veren, kararlılığımı, sürekliliğimi sağlayan bu kaynaklardan aldığım feyizdir.

Bu okumalarda insan kolektif aklının ürettiği tüm keşiflerin, bulguların, araştırmaların yakın takipçileri olarak ilgi alanımıza, uzmanlık alanımıza, içinde yer aldığımız çalışma alanına ait soyutlamalarla yönlendirmeler yapma olanağı vermektedir.

Bu makalemde, ben gibi yüzlerce devrimcinin önemle ilgili olduğu bilim ve teknik okumalarını yorumlamaya çalıştım. Okumalarım arasında yüzlerce temel konu bulunuyor. Bunlar arasında evrenimizin sırlar perdesi ardında Fizikçi Jon Wheeler’in isim babalığını yaptığı “Kara delik”leri ve içlerinin adı gibi kara olmadığı “zayıf bir ısı ışınımı pırıltısı yaydığını” bulan (1974) Stephen Hawking’i ve “Hawking süreci”ni, Hawking’in yakın dostu ve çalışma arkadaşı birçok ödülü de birlikte paylaştığı Roger Penrose’nin III. Ciltlik Kralın Yeni Usu adlı eserinde evrenbilimi, matematik, yapay zeka zaman modern fizik üzerine algılarımızı genişleten yaklaşımları, onlarca eserde yer alan karşıt maddeleri, süpernovalar, beyaz cüceler, mavi süper devler, atom altı fiziksel varlıklar, kuantumun belirsizlik ve olasılık ilkesi ısı ve ışık gibi elektromanyetik ışınımların doğası bilgi birikimi için irdeledim durdum. Okuduğum her şeyin etkisini yazarak ifade ettim.

Diplomasız alimleri, diplomalı sahtekarları ve tersini tanırken, soyutlamalara yönelmek için uzun geceler hep uykusuz kaldım. Michael Rowan- Robinson’un “Yıldızların Altında” çalışmasının ufuk açıcı evren kılavuzunu izledim. L. Vlasov ve D. Trifonov’un kitabı“107 Kimya Öyküsü” kitabından elementlerin keşfindeki komiklikleri. Siyasal mücadeledeki komikliklerle nasıl benzeştiklerini gördüm. Carl sagan’ın “ Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı”nda uygarlıkların nasıl yükseldiğini, Arap-İslam uygarlığının yükseliş çağında “Avrupa’da karanlık çağların yaşandığı” (Age. s:6), gerçeğini, bilimi ele geçirip kullanan ahlaksızlara bakıp bilimden uzaklaşmamak gerektiğini (Age. s:9), bilimin doğrudan gözlenir başarısı, her zaman akıl yolundan geldiğini (Age. s:24), boş inançların tarihler boyunca iblisten, UFOlara kadar, cadılardan cinlere kadar toplumsal çöküş dönemlerinde pompalanmasının nedenlerini çarpıcı anlatımıyla sunarken, siyasal mücadelemde gerçeklere sıkıca bağlı olmanın başarı için zorunlu olduğunu, bunun bir etik değer olarak algılanması gerektiğini kavrama şansı yakalıyordum.

Makalemi sonlarken bir kez daha bilim ve teknik okumak, yazı ve soyutlamalı amaçları içermiyorsa bilgi birikimine dönüşmeyeceği uyarısını yapmayı gerekli görüyorum.



13 Ekim 2008 Pazartesi

Yunanlıyım, Doğruyum, Çalışkanım...

Baskın Oran

Güpegündüz “BBG Evi”nden gelen 350 PKK’lının saldırısına uğrayan, bugüne kadar taşınamayışının sebebi Genelkurmay tarafından “malî imkansızlık” diye açıklanan Aktütün karakolunun 5. defa basılması çok öğretici:


Gündemde K.Irak’a harekât tezkeresi var, arkasından da DTP davası geliyor. Eskiden her OHAL uzatılışında, pat, hemen kanlı bir baskın olurdu, şimdi de aynı: PKK, bu tezkerenin geçmesini ve DTP’nin kapatılmasını istiyor. Çünkü:

1) Asker karadan K. Irak’a girerse, son apar-topar geri dönme olayında ordunun başına gelmeyenler bu sefer gelecek.


2) Bu hengâmede DTP’nin kapatılması kolaylaşacak. DTP kapatılmalı çünkü “Yumuşama ve demokratikleşme süreçleri hızlandığı zaman PKK tipindeki örgütlerde çözülmeler yaşanır… Ortalama bir PKK militanını dağda tutan ruh hali, ovada yaşanan baskıcı sistemden nemâlanır.” (Ayhan Aktar, Taraf, 06.10.08).

3) Şimdi Genelkurmay bastıracak: “Bize eski yetkilerimizi geri verin!”. Verilirse, birbirine bağlı üç şey gerçekleşecek: a) Doğu’da Kürtler yine OHAL mengenesi altına girerek Ankara’dan iyice kopacak ve PKK’ya yaklaşacak; b) Batı’da Türkler bunun getireceği psikolojiyle Kürtleri linçe hız verecek; c) Sonuçta Türkiye AB’den hızla uzaklaşacak.

Bütün bunlar PKK’yı Kürt halkının tek temsilcisi haline getirebilir. Öyleyse PKK’nın işini kolaylaştırmayalım.
Bölücü olarak İstiklal Marşı ve Andımız

Ama söylemesi kolay. Çünkü PKK yalnız değil. Yanında, DTP’nin kapatılmasını ve Türk-Kürt kavgasının coşmasını isteyen bir koalisyon ortağı var: Kürt kimliğini aşağılayarak Kürt milliyetçiliğini güçlendiren Türk ulusalcılığı.

Bu zihniyet, ulusal simgeleri bile bölücü hale getiriyor. 12 Eylül döneminde İstiklal Marşımızı böyle kullandı. Artık bilmeyen yok ya, varsa, Nurettin Yılmaz’ın “Yakın Tarihin Tanığıyım” kitabından okusun: PKK’yı üreten rahim olan Diyarbakır Askerî Cezaevi’nde bu marşın tümünü ezberleyemeyenler her seferinde feci halde dövüldü. Falakaya yatırıldı. Hayalarına köpekler saldırtıldı. Kubur suyu bardakla ağzından zorla akıtıldı, direnenin başı kubura sokuldu.

Aynı şekilde, “Andımız”ı bağırarak okumayanlar da işkenceden işkence beğendi. B. Trakya’da Türk çocuklarının her sabah bağırtıldığını düşünün: “Varlığım Yunan Varlığına Armağan Olsun!”

Bunları yaşayanın devlete nefret duymaması mümkün mü? Burada amaç Kürtleri Türkleştirmek falan değildi. Açıkça, Kürt olduklarına pişman etmekti.

Yetmedi, birkaç memurun dışında herkesin Kürt olduğu yerlerde Türklüğü öven yazılar her tarafa asıldı, dağa taşa yazıldı. Hâlâ duruyor. Sonuç meydanda: Kürtler her geçen gün Türkiye’den soğuyor. Gümülcine’deki Çukur Kahve’nin alnına “Ne Mutlu Yunanlıyım Diyene!” asıldığını düşünün.

“Atatürk’ün sözlerini asmak niye bölücü olsun?” diyorsanız: Bir yandan bunu yaparken bir yandan da bu insanların anadillerini yasaklarsan, oluyor işte. Org. Kenan Evren bile geçenlerde “Kürtçeyi yasaklayarak hata ettik” dedi (Milliyet, 07.11.07); bari ondan öğrenin.

Ama, hâlâ “Türk etnik bir terim değildir, bütün milletin adıdır” diyorsanız, tek kelimeyle pes!


Bölücü olarak Türk bayrağı

Tek bir bayrağımız var: “Beyaz ay-yıldızlı albayrak”. 85/9034 sayılı “Türk Bayrağı Tüzüğü” md. 9’a göre resmî daireler ve eğitim kurumlarında sürekli çekili durur. İşyerleri ve konut gibi özel yerlere ise şu durumlarda asılabilir: “Milli bayramda, resmî bayramlarda, kurtuluş ve Atatürk’ü anma günlerinde” (md. 17). Bunun hikmeti, bayraktan yararlanarak menfaat sağlamayı önlemek ve “şu astı-bu asmadı”ya engel olmaktır. Ama bir süredir her isteyen her gün penceresinden sarkıtmaya başladı; özel fabrikaların diktiği devasa direkler cabası.
Bunun çok masum gözüken ama çok bölücü bir eylem olduğunun farkında mısınız? Çünkü amaç birlik sağlamak değil, tam tersine Kürtlere “Evine bayrak asmayan vatan hainidir” mesajını vererek kendi içini soğutmak. Bunun sonucu birlik değil, bölünmedir. Çünkü, teneke kutusunda sarı-kırmızı-yeşil renklerini taşıdığı için Türk Patent Enstitüsü tarafından “Cola Kurda”nın yasaklandığı (Radikal, 30.08.08) bir ülke burası. Kürtleri kırmızı-beyazdan soğutmanın bu ülkedeki adı ulusalcılık oldu. B. Trakya’da halkın Yunan bayrağı asmaya başlayıp, asmayan Türkleri hain saydıklarını düşünün.

Bu söylediklerim teorik şeyler değil. Kanlı sonuç veren şeyler. İstiklal Marşımızın son bölücü kullanımı geçen haftaki Altınova olaylarında yaşandı. O.D. adlı 23 yaşında bir genç, arabasıyla Kürt bir bakkalın önüne gelip teybini açtı, bangır bangır İstiklal Marşı çalmaya başladı (F.Karagöz, Taraf, 02.10.08). Apartmandakiler O.D.’yle aralarında daha önceden husumet bulunan M.A.’ya haber verdiler, bu zat da kafadan kontak olacak ki kamyonetiyle kalabalığa daldı. Gerisi iç savaş provası.

O zaman bu gidişi derhal önleyelim.

Bakın, nasıl bir ortam gelişiyor

Ne önlemesi? Buyurun son 15 günden birkaç olay: Bir: Aliağa Kaymakamı, Rojda Bayram isimli bir öğrencinin şiir okuyacağını öğrenince müdüre “Başka isimde öğrenci bulamadınız mı!” diyerek ilkokul açılış programını iptal ettirdi (Taraf, 19.09.08). B. Trakya’da adı Ayşe diye bir ilkokul öğrencisine şiir okutulmasa ne düşünürsünüz?

İki: DTP milletvekilleri geçerken selam durmak yerine arkasını dönen Meclis polisleri sonunda bir de TBMM İdare Amiri Sırrı Sakık’ın resminin üstünü kağıtla kapattılar (N. Durukan, Milliyet, 19.09.08). Aynı şey Syndagma Meydanı’ndaki Yunan Meclisinde olsa, bizim gazetelere ne malzeme çıkardı!

Üç: Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Cüneyd Zapsu’yu kastederek “Erdoğan’ın tüm danışmanlarının Kürt olması tesadüf mü? Türkiye düşmanlarını yanlış yerde arıyor” diye yazan Uğur İpekçi’yi suçsuz buldu (Radikal, 01.10.2008). B. Trakyalı Türkler Yunan Yargıtayı tarafından düşman ilan edilse ne yapardık?

Dört: TSK ve yargı mensupları TBMM’nin açılış oturumuna katılmadılar (Taraf, 02.01.08). Daha önce de Genelkurmay 30 Ağustos kutlama kokteyline DTP milletvekillerini davet etmemişti. Askerler Cumhurbaşkanı Gül’ün yemin törenine katılmamışlardı. Org. Mustafa Muğlalı adının 1943’deki toplu cinayet mahalli Özalp’te bir kışlaya verildiğini hatırlıyorsunuzdur (Milliyet, 13.05.04). Başbakan DTP’li eli sıkmıyor. Bunlar, farkındaysanız, Kürt oylarının boş sayılması demek.

Beş: Hakkari Yüksekova’da belediyenin ilçeye astırdığı ve “Yüksekovalıların Ramazan Bayramı Mübarek Olsun” diyen Kürtçe pankart polis tarafından indirtildi (Radikal, 02.10.08). Hani Kürtçe yasak değildi?

Altı: Ölen PKK’lıların mevlidine katıldı diye 12 DTP’liye “PKK propagandası yapmak”tan 10’ar ay hapis cezası verildi (M. H. Benli, Radikal, 03.10.08).

Sinkaf?

Ve, yedi: Bir gazeteci, Bolu Express’te çıkan “Türk, işte karşında düşmanın!” başlıklı köşe yazısında kimi DTP’lilerin adlarını tek tek sıraladı ve her şehit için DTP’li öldürülmesini istedi. Bolu Cumhuriyet Başsavcılığı bu yazıyı “fikir özgürlüğü” olarak değerlendirdi ve takipsizlik kararı verdi. Mahkeme de bu kararı isabetli buldu (Milliyet, 02.10.08).

Gazeteci Kürt olsa, bu X” harfinden gazetesi kapatılırdı (örnek: Radikal, 22.01.08), Ama benim derdim başka: Bu zat yazısına devamla “… ayrıca, DTP’lilerin anaları da sinkaf edilmelidir” demiş olsa, acaba hakkında o zaman soruşturma açılır mıydı?

Hiç sanmam. Yazdım ya, ANAP Milletvekili Süleyman Sarıbaş Azınlık Raporu çıkınca bendeniz ve Prof. Kaboğlu hakkında Meclis kürsüsünden “Azınlık arayanlar, analarına, babalarının kim olduğunu bir kez daha sormalıdırlar. Ey Türk, titre ve özüne dön. Ne mutlu Türk’üm diyene” (Hürriyet, 27.10.04) diyerek bizi piç, ölmüş analarımızı orospu, ölmüş babalarımızı deyyus ilan etmişti. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de 16.01.2007’de bu sözleri akladı. Bu memlekette ancak kimlerin anasına-babasına sinkaf çekilirse yargıçlarımız mahkumiyet kararı verebilirler, sizlerin tahminine bırakıyorum.

Yahu, Ortaçağ tarihinde okurduk, şaşardık “100 Yıl Savaşları” mı olurmuş diye. Şeyh Sait’ten hesaplayın, bizimki şimdiden 83 yıl oldu. Ha gayret. Bir de anaların Kürtçe ağıtlarını yasaklarsak arayı bir anda kapatma hatta aşma imkanı var.

KAPİTALİZMİN BUNALIMI ve SONUÇLARI

Yener Orkunoğlu
Bunalımlar, kapitalizmin yıkıcı ve akıl-dışı bir sistem olduğunu açık bir şekilde gözler önüne sererler. Çünkü kapitalizmin bunalımları ilk etapta üretici güçlerin yok edilmesi demektir. 1929 yılındaki Dünya Ekonomik bulanımında 30 milyar dolara denk düşen üretici güçler yok edilmişti. Öte yandan kapitalizmin bunalımları (eğer bu bunalımlar devrimci bir yoldan aşılmazsa) faşizm, ırkçılık vb gibi karşı-devrimci gelişmelere yol açabilirler.
Ekonomistlere göre, kapitalizm tarihinin en büyük bunalımını yaşıyor. Bu bunalım 1929 Dünya Ekonomik bunalımından daha kapsamlı ve küresel bir bunalımdır. 1929 bunalımı esas olarak ABD ile sınırlı idi. Ama kapitalizmin bu günkü bunalımı küresel boyutları olan bir bunalımdır. Küresel kapitalizme entegre olmuş tüm ülkeleri etkilemektedir. Bu bunalımın hangi boyutta bir yıkıma neden olduğu yıllar sonra tüm yanlarıyla açığa çıkacaktır.
Kapitalizmin geçirmekte olduğu bunalım, liberal teorilerin çökmesine yol açtı. Liberal teoriler, ‘serbest pazar ekonomisinin’ arz-talep ilkesine göre kendi kendini düzenlediğini ileri sürüyorlardı. Bu iddia pratik açıdan da geçerliliğini yitirmiştir. Federal Almanya Başbakanı Angela Merkel bile pazar ekonomisinin işlemediğini, pazarın kendi kendini düzenleyemediği ilan etmek zorunda kaldı. Devletin ekonomiye müdahale etmesi gerektiğini vurguladı. Adam Smith’in ileri sürdüğü ‘gizli el’ teorisi’ bizzat kapitalizm tarafından tarihin çöplüğüne fırlatılıyor.
Bütün bunlara rağman, burjuvazinin sözcüleri bu bunalımın, kapitalizmin iç doğasından değil de, bankaların yanlış politik izlemlerinden kaynaklandığını ileri sürüyorlar. Doğu ve Afrika (EMEA) Bölgesi Global Varlık Yönetimi Direktörü Gary Dugan şöyle diyor: ’Tam bir küresel felaket yaşandı mali piyasalarda. Nasıl ki otomobilden yakıtını çıkarırsınız, uluslararası piyasalar da tam anlamıyla yakıtsız kalmış gibi oldu. Tam bir güven krizi yaşandı.’ Ama otomobilin yakıtının nasıl olup da boşaldığını sormuyor, sonucu konu ediniyor. Nobel ödülü alan Amerikalı ekonomist Joseph Stiglitz ise, bunalımı esas olarak mali sermaye alanındaki yanlış politikalar indirgiyor. Kapitalizmin kriz üreten doğasını görmezlikten geliyor.
Bunalım dönemleri devletin gerçek sınıfsal karakterini daha bariz bir şekilde ortaya çıkarır. Sermaye ve devlet, bu iki güç emekçilerin karşısına çıkar. Devletin sermaye düzeninin bekçisi olduğu anlaşılır. Bankalar/firmalar, kâr elde ettiklerinde işçi çıkardıklarında devletin sesi çıkmazdı. İşçilerin işyerlerini kaybetmelerine seyirci kalan devlet, şimdi bankaları kurtarmak için harekete geçiyor.
Kapitalizmin doğası gereği, kârlar özelleştirilirken zararlar kamulaştırılır. Bunalımın bedelini, bunalıma neden olanlar değil, bunalımın kurbanı olan emekçiler ödüyor. Kapitalizmin anti-hümanist bir sistem olduğunu bankaları kurtarma girişimi gösteriyor. Amir Samin’in de vurguladığı gibi, patronlar ve burjuva politikacıları medya üzerinden hep şunu seslendirdiler:’Ücretliler, ücretlerin düşürülmesi gerektiğini anlamalıdırlar!’ Ama kimse şimdiye kadar şunu dile getirmedi: ’Kapitalistler kârlarının düşürülmesi gerektiğini anlamalıdırlar!’
ABD hükümetinin 850 milyar dolarlık yardım paketi, devletin sermayinin hizmetimde olduğunu daha belirgin bir şekilde gözler önüne seriyor. Oysa 200 milyar dolar, Asya, Afrika ve Latin Amerikadaki açlık ve yoksulluk sorununu ortadan kaldırılabilirdi.Bankalara yapılan yardım, kaza geçirene kaza yerinde ilk yardıma benzetilebilir. Sakinleştirici bir ilaç vermeye benzer. Ama böylesi bir ilk yardım kazaya uğrayanı ayağa kaldırmaz. Emperyalist devletler, şimdi bir araya gelerek ilkin yangını söndürmeye çalışıyorlar. Yangın sonrası enkazın sonuçlarını dünya emekçilerin sırtına yüklenmeye çalışacaklardır.
Kapitalizmin yaşadığı en büyük bunalım olarak kabul edilen bu bunalımın sonuçları ne olabilir? Bu sonuçları bazı noktalar altında şöyle sıralayabiliriz.
1. Kapitalistler arası rekabet artacaktır. Bu konuda Marx şöyle diyor: ‘İşler yolunda gittiği sürece, rekabet, genel kâr oranının eşitlenmesi halinde gördüğümüz gibi, kapitalist sınıf arasında bir kardeşlik havası estirir ve böylece her biri, ortak yağmadan kendi yatırımı oranında pay alır. Ama sorun, kârın değil de zararın paylaşılması halini alır almaz, herkes kendi payına düşen zararı en aza indirme ve bunu bir başkasının sırtına yükleme çabasına düşer. Kapitalist sınıf için, kayba uğramak kaçınılmazdır. Her kapitalist, bu zararın ne kadarını yüklenmek zorunda kalacağı, yani bunu ne ölçüde paylaşmak durumunda kalacağı, göstereceği güce ve kurnazlığa bağlıdır ve o zaman rekabet, düşman kardeşler arasında bir savaşa dönüşür.’
2. ‘Piyasa ekonomisi’nin kendini düzenlediği masalı artık tarihe karışmıştır. (Gerçek anlamda saf bir pazar ekonomisi olmadığını da burada belirtelim.)
3. Finanz kurumlarına ve bankalar olan güven müthiş derecede sarsılmıştır. Öyle ki, bankalar bile birbirlerine artık güvenmiyorlar.
4. ABD, dünya ekonomisinin tek lokomotif gücü olma özelliğini süreç içinde yitirecektir.
5. Dünya ölçüsünde üretim kapasitesi düşecektir. Nihayet bazı firmalar üretimi durdurmuşlardır.6. İşsizlik artacak, ücretler düşecektir..Ekonomik bunalım ile siyasal mücadelenin yükselmesi arasında otomotik bir ilişki yoktur, ama etkileri ve sonuçları ağır olan bu ekonomik bunalım, sınıf mücadelesinin yükselmesine neden olabilir. 1980’li yıllardan beri, Neo-liberalizm bayrağı altında emekçilere yönelik tek-yanlı bir savaşım yürütülüyordu. Tüm sosyal haklar işçilerinde elinden alınıyordu. Emekçilere karşı yukarıdan yürütülen bu savaşımın tersine döndürülmesi gerekmektedir.
Sosyalizmi insanlığın gündemine sokmak için gerekli olanı kapitalizm kendisi yaratmaktadır. Gerisi, kollektif irade meselesidir.

12 Ekim 2008 Pazar

Batı’lı Marjinal Önermeler ve Orijinalitemiz

Mihrac Ural
-II-

HEGELCİ İZLER

Batı'nın bir güç uygarlığı haline dönüşen haliyle insan kolektif aklının tüm sonuçlarını (teknik ve keşifleri) ilk elden askeri amaçlar için bir araç haline dönüştürmeye devam etmesi bunu göstermektedir. Bilim adamı apoletiyle insanlığı yıkıma götüren bu algılar da her zaman kitleleri, şahısları ve toplumları hücrelerine kadar inceleyen ve varılan sonuçlardan onları nasıl güdüp birer araç haline dönüştürecek teorilerle iştigal etmiştir. Batı kendi insanına olduğu kadar, insanlığın tümüne bu eğilimlerden yararı kadar, zarar taşımıştır.

Bu gidişe felsefe cephesinden bir tutum olarak gelişen Ludwig Witgenstein, Moritz Schlick, Rudolf Carnap ve Hans Reichenbach gibi analatikçilerin önermeleri ya da onlardan sonra gelen ve onları eleştiren Frankfurt Okulu'nun (23 şubat 1923) Theodor Adorno, Max Horkheimer, Jurgen habermans, Herbert Macuse ve Enrich Form ‘dan Habermas’a kadar uzanan iki kuşak çabaları marjinal bir aydın çabası olmanın ötesine geçememiştir. Kendi ülkesinde yer bulamayan sınırlı sayıda aydının fikir jimnastiğini aşamayan bu yaklaşımların, ülkemiz solunu, içindeki bataklıktan çekip çıkartacağını sanmak kendini aldatmaktan ibarettir.

Sosyalist sistemin çöküşüyle, kimlik bunalımına düşen solun geleneksel ithal ideolojilere ilişkin histerik krizleri tutunca, Gramsci’ye sarılmaları, hatıralarımızda hala tazeliğini koruyor.
Sivil toplum sihirli değneğiyle “düzenlenmiş toplum” umutlarından bu gün eser kalmaması, kullanım tarihinin tükendiğinin geç algılanmasıyla ilgilidir.

Ancak, solun ithal düşün akımlarına olan bitip tükenmez şehveti, “Kıpti’nin şecaatini arz ederken sirkatini söylemesi gibi” yetmezliklerini açığa vururken, bir başka gerçeğe de parmak basmaktadır. O da determinist verilere sırt çevirmektir. Malum sol Hegelciliğin “sivil toplum” ve başoyuncusu aydınları, ideolojik tarihin devindiricileri olarak gören yaklaşımları, bu gün pazarlanmakta olan “bireyci teori”ler için bir geçiş aşaması olmuştur. Gramscici “demokratik sosyalizm”in açtığı bu süreçten çıkıp gelmiş haliyle Frankfurt Okulu'nun aptal öğrencileriyle muhatap olmamızın önünde bir şey kalmamıştır.

Hegelci iz üzerinde ülkemize taşınmak istenen düşün akımlarıyla iştigal ettiğini sananlar, gerçekte bir biçimde ilişkili oldukları okumanın arka planını hiç bilmemek gibi bir cehalet içindedirler. Hegelci algıyı tanımlamak için Yener Orkunoğlu'yla sohbetlerimden kısa bir bölüm aktaracağım:

“Hegel’in diyalektiği insan düşünsel alemine önemli bir katkı yaptığı kesindir. Ayakları üstünde ya da başı üstünde doğayı ve toplumu kavramada müthiş bir öğrenim formu getirdiği kesindir. Ancak, bireyin rolü Hegelci düşüncede, kendinden şey olarak belirir, bu bireyi tanrısallaştırsa da toplumsal işlev ve dönüşümdeki yerini oldukça öznel kılar. Bilginin kavramsal olduğu iddiası, kavramsal olanın duyumların, deneyle elde edilmiş sonuçların değil de usun ürünü olduğu belirlemesi, bilgiyi nesnel varlığından koparıp ussal düzleme oturtması, objektif verilerin kararsız, öznel tercihlere tabi olmasıyla sonuçlanan bir özelliğe indirgemiş olur. Buradan var olan gerçekleri ve onun ihtiyaçlarını, tarihin nesnel veriler sonucu gerçekleşen ya da gerçekleşmesi gereken dönüşümlerinde bireyin rolünü ve işlevini, keyfiliğe kadar itelemiş olur. “Felsefe varlığın kendi kendini düşünmesidir” belirlemesi, nesnel varlığın düşüncedeki rolünü yadsımaya, düşüncenin hem madde hem formu olması gibi kendinde bir şey haline gelerek fasit bir daireye oturur. Buradan sadece bilinç için bir madde vardır. Bilinç dışında bir madde yoktur ve varsa bilinçle bilinemezdir sonucuna varılır. Buradan da doğanın ve bilginin artık tamamlanmış olduğuna sonucu çıkarılır. Bu noktada Hegel diyalektiği baş aşağı duracak, hareket ve çelişkinin, zıtların birliğinin kendi içinde, düşünce labirentlerinde kısır bir döngünün tekrarı olması kaçınılmaz olacaktı.” (Mihrac Ural-Yener Orkunoğlu siyasi sohbetler, http://mirural.blogspot.com/ )

Çok karmaşık ve ayrıntılarda büyük farklılıklar arz etse de Hegelci izleri, 19 ve 20. yy felsefe okullarında materyalizme karşı bir savaş cephesi olarak görmek güç değildir. Psikanalizin üstadı Sigesmund Freud’tan (1856-1939) Alferd Adler’e (1870-1937) kadar, birincisinin “cinsel dürtüler” ikincisinin “aşağılık kompleksi” olsun birey olarak bilincinizi eğitin deyip durdular; toplumsal sorunların aşılmasını bu dar açıdan gördüler. Bilinci maddi gerçeğin önüne koydular.
Yeni Kantçı F. Heinemann’ın isim babalığından, Nazi Hedegger, Jean-Paul Sarter (1905-1980), Albert Camus’a (1913-1960) kadar Varoluşçu felsefenin, Descartesçi ünlü “düşünüyorum öyleyse varım” sözünden, “Varlık, başarısızlıkta kanıtlanır” deyişlerinin varmak istediği “insan kendisini nasıl yaparsa öyle olur” bireyciliği tümden aynı kapıya gelip dayanır. O da insanı birey olarak algılamak, onu çevresinin maddi koşullarından tecrit edip, kapitalizm karşısında uysal bir kobay haline çevirmektir.

Küreselleşme çağında iletişim dünyasının devrimleri, kültür etkinliklerinin yaratıcılıkları, medyanın toplumsal etkileri, bilinçaltı Hegelcilikle muzdarip düşün medreselerini az kışkırtmamaktadır. Bu gelişmelerin, Batı'nın yoğun düşün fırtınaları içinde bir köşede oldukça marjinal fikir jimnastikleri masasında yer bulması çok normaldir. Frankfurt Okulu'nun “eleştirel toplum teorisi” de tastamam burada anlam bulur. Postmodernizmin temelleri de burada başlar. Bu tarih süreci içinde kendi coğrafyasına ait dinamiklerle ortaya çıkmış olmasına karşın, kendi iç tartışmasını bitirmemiş, bir varlık olamamış, kendi iç tartışmasını bitirmemiş bu medreselerin öğretilerini kendi orijinalitemize çözüm alternatif olarak sürme uğraşısı, komşular çarşıda görsün kompleksi değilse, aptallıktan başka bir şey değildir.


-III-

FRANKFURT OKULU

Frankfurt Okulu, önceki yoğunlaşmaların ardından 23 Şubat 1923’ta kurulan Frankfurt Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün çalışmalarını ifade eden bir düşün akımıdır. Bu okulun çıkış noktası, olguculara karşı eleştiri ve Marksist tarih algılayışındaki katılığa (determinizme) karşı bir duruş olarak başlamıştır. Max Horkheimer ‘in “eleştirel kuram”ı etrafında psikanalistlerin toplanmasıyla oluşmuş bu okulun iç çelişkileriyle devam eden öğretisi, ikinci kuşak yıldızı Jürgen Habermans’ın saf değiştirmesiyle (1971) sona ermiştir. Bu okulun bu gün devam eden kalıntıları Alex Demiroviç’i ise bizim gibi ülkelerin marjinalleri bile hesaba katmamaktadır.

Bu okulun, “Materyalist ilke olmaksızın, gerçekler kör simgeler haline gelirler ya da özellikle tinsel yaşam, egemen ideolojik güçlerin etkinliği altına girer” (Max Horkheimer) belirlemeleri bol olmasına rağmen, bireyin toplumun bir öğesi olma, gelişim ve değişiminin de bununla doğrudan ilintili olduğunu gözden uzak tutma eğilimi taşımıştır. Bireyi bütünün bir hücresi gibi ela alıp irdelemesi, toplumu bütünsel alışın bir adımı olarak değil, kendinde şeymiş gibi bireyi psikolojik etkilerin psişik verileriyle tanımlamaya yönelmiştir. Buradan politik-psikoloji önermelerine yönelerek bireyin özgürlük olayını bir kendinde şey olarak ele almıştır.

Bu yaklaşım bireyin patolojik hallerinde önemi ve anlamı olsa da sosyal dönüşümler açısından, özgürlüklerin her hangi bir boyutu açısından önemli bir yere sahip değildir. Çünkü birey istisnalar hariç, toplumun özgürlüğü oranında özgür olma anlamında bir toplumsal varlıktır. Doğadan çıkıp gelmiş haliyle insan olmanın anlamı da bir topluluk içinde varlığını sürdürmenin ürünüdür. Birey olarak psikolojik verilirine yol açan etmenlerin kaynağında da temelde bu vardır. Çevresi anlaşılmayan, ekonomik süreçlerdeki konumu bilinmeyen, irade dışı nesnel verileri algılanmamış bireyin, psikolojik süreçlerden kendini özgürleştirmesinin olanağı yoktur. Ruhu geçici olarak özgürleşen bireyin dönüp geleceği yer, yüz yüze olacağı gerçek bir kez daha çevresi ve ekonomik verileri olacaktır. Buda içinde yer aldığı toplumun karşılıklı ilişki ve çelişkileriyle mütalaasını gerekli kılar.

Frankfurt okulunun toplumun “konservatif tutuculuğu”nun çözülmesi savunusu, bir ölçüde bireyin toplumu özgürleştirmesine yönelik sürecin bir unsuru olarak değil de, bireyin toplumdan özgürleşmesi boyutuyla ele alınmıştır. Topluma karşı bireyin alması gereken özgürleşme adımları olarak sunulmuştur. Bu yaklaşım hangi Marksist kaygılardan türemiş olursa olsun, sonuçta birey toplum ilişkisini tersten kavramanın kefaretini bireyi toplum karşısında yalnız bırakmakla ödetmiş olur.

Tam bu noktada kitle iletişim araçları, “kitle kültürü” diye tanımlanan kuşatmadan bireyin özgürleşmesi olayı, toplumu da yasaları dışında bir olgu olarak ele alan ve birey toplum çatışmasını öne çıkararak toplumunda içinde kıstırıldığı ekonomik sistem ve sonuçlarından etkisini kopartan bir yaklaşımdır. Yani toplum da ekonomik sistem dışı bir kendinde şey olarak algılanmış olur. Bu yüzden bu okulun “yabancılaşma” üzerine geliştirdiği tezler, ekonomik verilerinden çıkartılarak sonuçları temel alan bir yaklaşımla bireyin toplumla çatışması haline getirilir. Özgürlük algıları da bireyin topluma karşı bir hareketi olarak oturtulur. Oysa toplumsal süreç, ekonomik verilerin tarih içinde gelişimlerinin karşılıklı iletişim halindeki sonuçlarındandır. Birey de özgünlüklerine rağmen bu sürecin bir unsurudur. Olay, sürünün içinde koyun olayı değildir. Toplumu sürü haline getiren ekonomik sistemlerin içinde bireyin toplumla karşılıklı ilişki ve çelişkileri açısından anlamlıdır. Bu da bireyin siyasal süreçlerde toplumla hareketinin kaynaklarına işaret eder.

Bireyin, kitle iletişim araçları, “kitle kültürü” (Max Horkheimer-Adrono) vb. karşısında duyduğu güçsüzlük, sanayi devrimi sonrası insanının temel sorununu oluşturmuştur. Bunun için de, Erich kahlers Manifesto’yu çağrıştıran bir söylemle, bu tarihsel serüveni “insanların tarihi, insanların yabancılaşmalarının tarihidir” diye tanımlamıştır. (Serol Tober, politik psikoloji notları s:154) Habermans da, “ yabancılaşmış birey”in politikadan uzak duruşunu bir “irrasyonel ilgisizlik” olarak tanımlamıştır. Bu olumsuzlamalar sonuçta, bireyin psikanaliz açısından teslimiyete nasıl düştüğünü anlatmaya yönelir. Ve halka bir daha bireyin kendi özgürlüğünü inşa ederek bundan kurtuluşu önerilerek tamamlanır.

Bu marjinal düşün disiplinleri bu nedenle, toplumsal yasaların tarih sürecindeki rollerini abartılı bulmuş, bireyin kendi özgürlüğünü yeniden yapılandırmayı öne almanın gereği üzerinde durmuştur. Birey özgürlüğünü, modernite rasyonelliğinin boyunduruğu altına alınmış ve “yabancılaşma”nın tutsağı olduğu vurgusu üzerinde yoğunlaşmıştır. Birey ve psikolojisi bu okulun ana yönelimlerini belirlemekle, Horkheimer’in “yardımcı bir bilim dalı” olmanın biraz ötesinde gördüğü Politik-psikolojiyi, onsuz tarihi anlamak bile mümkün değildir gibi sonuçlara kadar götürmüştür.
“Yabancılaşma”nın bu okul literatüründe bireyin “kitle kültürü” karşısındaki tutsak konumunu anlatmak için istihdam edildiğini belirttik. “Yabancılaşma “kendinden uzaklaşma” öncelikle bir Hegelci kavramdır. Bu kritik kavram Marksist söylemde (“işbölümü, emeğin toplumsal özelliğinin yabancılaşma çerçevesinde iktisadi ifadesidir” 1844 el yazmaları) söyleminde ayakları yere bastırılmaya çalışılır. Marksist süreçlerin başlarında önemle yer almasına karşın, kapital ve sonraki yazımlarda izini kaybettirmiştir. Sistemin tıkanıklık kesitlerinde ise yeniden parlatılmış ve öne önemle sürülmüştür. “ (Bkz.“Yabancılaşmanın dinamiği” makalesi.
http://mirural.blogspot.com/ )

Yabancılaşma “iş bölümü”nün ürünüdür. İş bölümünün artışı her türlü emeği derinlemesine yabancılaştırır. Özel mülkiyetin gelişimi, üretimin pazar için bir meta üretimine dönüşümü, soyut emeğin mübadele değeri yarattığı metada emekçinin kendi ürettiğine yabancılaşması gibi süreçler, yabancılaşmanın anlamını ve üretimde taşıdığı dinamiği de ifade eder. Yabancılaşma olmadan ciddi bir üretim süreci olamaz demek bu anlamda yanlış değildir.
Üretim sürecinde soyut üretim ve dolaysıyla bunun temel ham maddesi olan bilginin de rol oynamaya başladığı küreselleşme çağında yabancılaşma daha da artacak ve daha da dinamik üretici bir rol almış olacaktır. Bu bir olumsuzluk değil, tersine tarihin ilerlemesinin kaçınılmaz etkinliğidir.
Yabancılaşmanın dinamiği, emek gibi bilgiyi de üretimin temel maddesi yapar. Artık sanal üretimin etkin olduğu, değişim değerinin kullanım değeri aleyhine olağanüstü büyüdüğü bir yeni uygarlıkta, kapitalist üretimin emeği yabancılaştıran üretim komplekslerindeki kollektivitelerden, çok daha büyük kolektvitelerin devreye girmesine yol açar. Böylesi büyük ortaklıklarda kimin, nereden, nasıl ve ne kadar kattığına bakılmadan bilginin üst boyutlara varan teatisi gündeme gelir. Burada bilgi sentezleri birer ürün olarak yeryüzünü hatta evreni dolaşırken, üreticisine yabancılaşmış olarak döner. Bilgi yabancılaşması derinleştikçe de paylaşım daha yaygın ve daha ekonomik olur. Bu anlamda yabancılaşma bir olumsuzluktan çok dinamizmdir, devrimci ve ilerici tarih akışının bir unsuru olarak belirir. Yabancılaşma bu yanıyla gerçekte birey yerine toplumları tüm insanlığı buluşturan, dinamik, üretken, zengin mineralli bir havuz gibidir.
Sorun elbette determinist bir yalınlıkla her şeyi ekonominin katı kuralları içinde izah etme işgüzarlığı değildir. Basitçe söylemek gerekirse, bilinci belirleyen maddi gerçeğin olduğu, toplumun ve dolaysıyla bireyin bu gerçekler tarafından belirlenmiş eyleminin bir sonuç olduğunu görmektir. Bu okulun öğretilerinden sonuçlar hep tersine işaret etmiştir.
20.yy’ın ilk yarısında esamisi duyulmaya başlayan bu okulun, içinde yaşadığı koşulların bir geçiş süreci olmasından kaynaklı nesnel verileriyle ulaştığı sonuçları, 21.yy’da daha da belirgin olmaya başlayan yeni bir uygarlığın verileri yerine koyarak önermelerde bulunmanın mümkün olamayacağını belirtmeye bile gerek yoktur. O kesitte tüm yönleriyle etkinliğini göstermemiş olan kitle iletişim araçlarının bu gün yarattığı kitle kültürü, tekelci kapitalizmin sultası altındaki varlığına karşın bireyin ve bununla birlikte toplumun özgürleşmesi açısından, bilgi kaynaklarına ulaşım ve bunu tüm insanlıkla paylaşması açısından inanılmaz sonuçlar yaratmıştır. Horkheimer’in “kitle kültürü” algısı gerçekte bir yanılgıdır. 21. yy tüm verileriyle bunu göstermiştir.
Kapitalizmin 16 -17. yy da feodal krallıkların kanatları altında gelişimini tamamlama süreçleri gibi, küresel üretim uygarlığının tekelci-kapitalizmin kanatları altında olgunlaşmasını tamamlaması, onun özgürlükler açısından büyük bir atılımın habercisi olmayacağını göstermez. Tersine bireyin ve toplumun özgürlük atılımları, bu ilişkinin gittikçe kopmasıyla elde edileceğini gösterir. Bu açıdan kitle iletişim araçları ve bunların gelişmeleri, özgürlük süreçleri açısından da yeni bir toplum ve bireyin oluşumunda olumlu rol oynadıklarını iddia etmek yanlış değildir. Tarihsel açıdan olduğu gibi veriler açısından da bu bir gerçektir.
Frankfurt Okulu felsefesinin “eleştirel kuram”ı tarihin bu ilerleme faslını ters yüz etmektedir. Bu noktada tarihin nesnel verileri, iş bölümünün gelişmesi, toplumun büyük bir iş bölümü içinde ekonominin üretim ve gelişimi ikinci plana itilerek, birey kendinde bir unsur olarak ele alınmış olur. Kurtuluş önermeleri de buna göre yapılandırılıyor. Kitle iletişim araçlarının, kitle kültürünün saldırısından kendini kurtarıp özgün kişiliğini koruyabilen ve Aydınlanma Çağı'nın bu “bitmemiş projesini” (Habermans) yeniden tamamlama olanakları yaratması için bireye kaldıramayacağı bir misyon yüklemek, bu okulun tarih ve toplum karşısında olduğu kadar, birey karşısındaki tutarsızlığı ve kaygısını yansıtmaktadır.

Batı'nın bu tür marjinalleri, “İdeolojik olarak yönetilen dünya” tanımlamasından bireyin tutsaklığı dışında bir şey çıkartamıyor. Bireye kurtuluş yolu olarak önerdikleri de bu tutsaklığın zincirini kırmayı önerirken, toplumsal sistemi dönüştürmekten çok rasyonelleşmenin sınırlarını zorlayan eski sisteme yeni bir “rasyonalite” (Habermans) aşılamayı öneriyor. Buna da “yeni yaşam” perspektifi kapsamında, bireye açtığı özgürlük penceresinden toplumun yeniden şekillendirilmesinde izlenecek yola göndermede bulunuyor. İlerlemeyi bir toplumsal sistemin radikalce tasfiye edilerek yerini yenisinin konmasına ilişkin hiçbir önermesı olmadığı gibi, her türden radikal dönüşüme de tepkisini ilan ediyor.

“Eleştirel kuram” kapitalizmin verileri içinde insan özgürleşebilir demektedir. Bize, “toplum kaygılarını terk ederek bireyi kurtarın” söylemini dikte etmektedir. Bireyin üzerine çöken medyatik kültürel etkileri öteleyebilir açılımlarıyla, önemli bir özgürlük alanı sağlanabileceğini belirterek, bunun için bireyin kendine dönmesini önermektedir. Toplum ise, aşılması gereken konservatif bir baskı unsuru olarak içinden çıkılması önerilmektedir.

Bu yaklaşımların kritik noktası, tersi söylense de birey eyleminin toplumsal etkilerdeki rolünün abartılması olarak belirlenebilir. Sırf bu yanıyla bile Frankfurt Okulu, sistem olarak sosyal yapıların değişiminden çok, onların birey eyleminin etkisi altındaki genişlemesinden söz eder; “özgürlük sürecinin bir kendini özgürleştirme ve kendini yaratma süreci gerektirdiği” yaklaşımı, bireyin kültürel bir yenilenmeyle kimlik sahibi olması ve bu kanaldan toplumsal kurum ve kuruluşların örgütlenmesi öngörülür.

Bu marjinal düşünce çevreleri, toplumsal değişimi toplumsuz düşünür, bunu bireyin kendi özgürleşmesinin kanallarında inşa edeceği savunulur. “Kapitalist toplumda meydana gelen çağdaş gelişmeleri” sosyal yaşamı rasyonelleştirdiğini ve kapalı bir toplumsal yapı içinde bireyi tutsak ettiğini belirler. Gelişmenin kapitalizm kanatları altındaki varlığını, yeni bir uygarlığın verisi olarak görmez. Kapitalizmin olumsuzlanmasının önemli birer unsuru olarak kabullenmez. Kapitalizmin bağrından doğup onu tarihe gömecek yeni ve ileri bir varlığın dinamikleri olarak tanılamaz. Sistemi kapalı devre gibi görür ve onun sonsuzluğunu savunma durumuna düşer.

Gerçekler ise çok farklıdır. Kapitalizmin kanatları altında gelişen ve kapitalistlerin yoğun olarak kitlelere karşı kullanmak istedikleri bu çağdaş kitle iletişim araçları ve yarattığı kültür, esasında yoğun olarak yeniyi ve ileriyi temsil eden unsurlardır. Kapitalizmi tarihe gömecek olan dinamikler de bunlardır. Toplumların tarihsel evrimine dikkatlice bakılırsa buharlı araçların bulunması, makineleşmenin güçlenmesi ve saniyi devrimiyle taçlanan süreç feodalizmin bağrından kapitalizmin doğuşunu nasıl temsil ettiyse, bu süreçte çağdaş araçlar eliyle yeni bir uygarlığa doğru gidişi temsil etmektedir. Bunu kitle kültür, dünyayı ideolojik olarak yönetmek, kitle iletişim araçlarının tutsaklığı diye ilan etmek en hafifindin 21. yy gerçeğinden uzak olmaktır. 19 ve 20.yy aklıyla 21. yy' da yaşama çabasıdır.

Tüm çağdaş araçlar, kitlelerin daha çok yararlanabilecekleri ve yaygın bir tarzda birbirlerini algılayabilecekleri araçlardır. Bunları tutucu ve kapitalizme ait ilan etmek; çağı kavramamak, içinde kaybolmaktır. Bireyi toplumsal kurtuluş yerine tercih eden her yaklaşımın handikabı budur. Ağaçtan ormanı görmemektir, parmağın arkasında saklanmaktır.

19.yy ve 20. yy'dan kalma bu medreselerin, felsefenin ağdalı ve komplike kavramlarıyla yaptığı demagoji, tarihin materyalist kavranışını, ekonominin çevreyle sunduğu nesnel verileri, bilgi ve bilimin toplumsal yaşama uygulanma etkinliklerini dışlayan bireyci bir dayatmadır.

Bu okulun “eleştirel kuram”ı, “eleştirel birey teorisi”, “psikolojik tarih”leri, ”özerk sanat”tan, “negatif diyalektik”e, “ iyi toplumdan”, “kültür endüstrisine”, “ yabancılaşma”dan aydınlanma çağının “bitmemiş projesi”ni tamamlamaya kadar uzanan belirlemelerinin, psikanaliz algıları toplumsal dönüşüm yerine bireyin dönüşümünü koyma çabalarından ibarettir. Bu da toplumsal dönüşümün inkarına kadar uzanan birey özgürlüğünün fetişleştirilmesidir. Bu medresenin en önemli isimlerinden Thedor W. Adorno’nun şu sözlerini, bu okulun yerli malı çeyrek aydınları önemle okumalıdır. “Gelişmiş burjuva toplumlarının dışındaki toplumlarda psikoloji olanaksızdır; gelişmiş burjuva toplumlarda ise, psikoloji artık olanaksızdır…” ( Aktara, Serol Teber, politik-Psikoloji notları giriş kısmı.)

Kapitalizmde doğan, ancak kökleşme şansı bulamadan ölen böylesi marjinal düşün akımlarının ülkemize adaptasyonu beyhude bir çabadır diyordum. Bu toprakların orijinalitesi, böylesi artıkları içseleştirmeyecek kadar toplumsal dönüşüm için özgürlük ve demokrasi eğilimi içindedir.


“Eleştirel kuram”larının,”özerk sanat”tan, “negatif diyalektik”e, “Rasyonel ve iyi toplumdan”, “kültür endüstrisine” uzanan, psikanaliz algılarla toplumsal dönüşüm yerine bireyin dönüşümünü koyma çabaları, sonu egemen sistemden çok onun araçlarıyla uğraşmaya takılı kalır.

“Bireyin modern toplumda kültürel baskı altında olduğu” gerçeğini sosyal yapının bütününden çıkarıp fetişleştirerek, “devletin rasyonel genişlemesi”nin yabancılaşmasında tutsak olan bireye, toplumsal kurtuluş yerine kendini kurtarma önerisi yapmaktadır.

Bu okulun epistemolojisinde Hegelci temel etkiler olduğunu belirledik. Bu ise nesnel verilerin hangi mizanla ölçüldüğünü göstermesi açısından önemlidir. Dünyayı kavrarken çevre ve maddi gerçekliklerinden uzaklaşarak, birey üzerine yapılacak kurgular ne bireyi ne de onun aracıyla toplumu iyileştirme şansı yoktur.

Bu marjinal okulların birey üzerinden yürüttüğü çabaların, 19.yy Alman ırkçı düşün sentezleriyle ilginç bir kök birliğini bilmek sanırım konuya başka açında bir açıklık getirir. Devletin biyolojik bir temele dayandırılması, tüm söylemlerin patolojik, psişik olması ve bireyin hastalıklardan kurtarılarak toplumu arındırması için ajite edilmesiyle kesişmesi çok anlamlıdır. Nazi propagandasının temel söylemleri, hastalıktan arınmış toplum, akıllı toplum, sağlıklı bireyin sağlıklı toplumu, güzelliğin, sağlıklı biyolojilerin parametreleri üzerinde yürütülmesi bunu ifade eder. Nazilerin çağdaş araçlara karşı tepkileri ve eskiye, soyluya yeniden bağlanma çağrıları aynı minval üzerinden yürütülür. 1934 Nürnberg Nazi partisi toplantısı filmi “İradenin Zaferi” (yönetmeni, Levi Riefensthal) Cermen ırkı bireylerinden istenen ve onun başarısını yansıtan bu film, bu düşün eğiliminin bir belgeseli gibidir.

Hegel’in “Mutlak Tin”inden, Max Weber’in modern kapitalizm çözümlemelerine ve bunların egemen ideolojiler olarak Nazilerde tecelli eden yaptırımlarına kadar uzanan düşün akımlarının birey merkezli söylemleri, tersi söylense de verili toplumsal sistemi değiştirmekten çok onun içinde ıslahatla ilgili kalınmıştır. Bu nedenle de bir toplumsal sistem değişikliğinden çok Habermans’ın sonuçta Weber’ci eğilimlere yönelerek ulaştığı “rasyonel toplum“ kurmaktan öteye gidilememiştir. Bu ise Bir toplumsal değişim değil, toplum normalleştirmesidir.

Frankfurt Okulu “Eleştiri Kuramı” farklı kökenden gelmiş gibi durmasına karşı bu sürecin halkalarından biridir. Bu okul da “İradenin Zaferi”ni toplumun tarihsel yasalarca kazanması kesin olan zaferinin önüne koyulmuştur. Psikanalistin siyasal önerileri bundan başka hiçbir şey değildir. Nazi propagandasının birey üzerinde yarattığı etkileri incelemelerinde gösterdikleri hassasiyet gerçekte, kendi algılarının birey üzerinde etkisinin sonuç alabileceğine bir kanıt olarak sunulmuştur. Birey tarih bilinçaltının, modern topluma karşı tepkilerini ifade etmek üzere rasyonalize edilmek istenmesi tam bu noktada anlamlandırılır.

Bu adımlar batı Avrupa’nın tarihi, ekonomik ve düşünsel verileri üzerinde fiili olarak yaşama geçirilme çabaları büyük bir trajediyle sonuçlanmışsa (Nazilerin yaptıklarıyla), benzeri girişimlerin ülkemiz gibi çok farklı verilerinde bu girişim birer komediye dönüşür. Okuyucu, Türk Milli Takımı’nın zaman zaman aldığı galibiyetler üzerine dünyanın farklı başkentlerinde birkaç fanatiğin gösterdiği şaklabanlıklara dayanarak “Üçüncü Viyana kuşatması”, “Dinle Avrupa! Bu gelen Türkün ayak sesleri” çığlıklarını aktarıp futboldan mütevellit “Küresel ulus” iddialarında bulunanlar bu komediye düşenlerdir. Bu komediyi uzatıp solun içine düştüğü çıkmazdan “çıkış” için, “Frankfurt Okulu da bu soruya cevap bulmaya çalışmıştı” denilmektedir. Bu çalışmanın, tarihin sosyal yasalarını atlayarak bireyi kendinde varlık görüp onun üzerinden “Sosyal psikoloji, politik psikoloji, kültür teorisi, kimlik ve sonuçta toplumsal hegemonyanın bileşenleri” kapsamında irdelenebileceğini varsaymak (ki bu Frankfurt Okulu'nun determinizme karşı gösterdiği ana eğilimdir) Nazilerin hatasını bir de soldan denemek demektir. Ülkemiz ne nesnel tarihsel yapı ve algıları itibariyle ne de bu günün çöküş ve dağılma verileri itibariyle böylesi bir söyleme marjinal ölçekler de bile yer açma durumunda değildir. Buna Osmanlı İmparatorluğu'na ilişkin algıların Anadolu’nun etnik yapısı ve bu yapıların tarihleriyle bu güne taşınmış ortak bir üst kimliğin olmamasını da eklemek gerek. Ortak ülkemizde bu heterojen yapıya rağmen, tarih algılarını bu günkü çöküşten çıkış için politik psikolojinin işlevine araç etmek isteyenlerin futbol fanatiği üç beş şaklabandan öteye geçmeyeceğini bilmek gerekir.

Bu marjinal okulların her şeyi eleştirme kompleksleri, zaman zaman öyle histerik haller alır ki, “Türkler bir imparatorluk kaybettiler ve bunu asla unutmadılar. Toplumsal bilinçaltında bu olgu sürekli olarak var”, “Halk kültürü” de bundan başka bir şey değildir sonucuna vararak, bu günün toplumsal örgütlenişinde bireyi tutsak ettiğini iddia edecekleri bu kültürel dokuyu hor görerek, eleştiri okları altına alırlar. Osmanlı kültürü denilebilecek bir kültürde bile ikili yan olacağı; birinin saray kültürü diğerinin halkın kendi kültürü olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. Halkın kültüründe bir imparatorluk gururunun hiç olmadığı, tersine ölümün, işkencenin, kıyımın sürgünün Türk etnik topluluğuna da yöneltilmiş olduğu tarih belgeleriyle ve halkın kültüründe dile getirdikleriyle açıktır. Bu noktada Osmanlı'nın halkın bilinçaltındaki yeri bir utanç belgesi gibidir. Anadolu’daki diğer etnik topluluklar açısından ise buraya aktarılmasına gerek olmayacak ölçekte bir insanlık dramı olarak algılandığını belirtmek yeterlidir. Dolaysıyla, Alman halkının tarih algıları ve bunun Nazi etkileri altındaki yönlendirilişini, Osmanlı ve Türkler arasındaki ilişki açısından bire bir uyumlaştırmak çok akıllıca değildir. Nazi deneyinin sonuçlandığı bir felaket koşulunda Osmanlı Türk sürecinin doğmadan ölmüş bir veri olacağı açıktır. Frankfurt Okulu'nun yerli malı aptal öğrencilerinin bu tür taşıma sularla değirmen çevirmelerinin kendini aldatmaktan öte bir anlamı yoktur.

Bir başka tartışma konusu olan Osmanlı -Türk algısının taşıdığı yanlış çözülmelere burada daha fazla girmeyeceğim. Osmanlı'nın ne kadar Türk etnik bilincine dayalı bir imparatorluk olduğu bir kenara, batılı marjinal düşün eğilimlerinin yerli malı öğrencileriyle “halk kültürü”ne karşı göstermekte oldukları bu duruş gerçekte toplumsal örgütlenişimiz için var olan değerlerimize saldırıdan başka bir anlama gelmiyor. Bireyi toplumdan, toplumu tarihsel birikim ve düşünce düzlemlerinden, koparmak, egemen ve mazlumların kültür farklılıklarını birbirine karıştırmak bu okulun becermeye çalıştığı malum abestir.
Bu açıdan ülkemizde siyasal süreç trajedilerinin, böylesi ithal akımlardan kaynaklı bir sol yarattığını söylemek abartılı olmayacaktır. Dünün bu gerçeği bugün tekrar edilmek istenmektedir. Ancak kitle reflekslerinin olumsuzluğu ve ilkelliğine rağmen bunlara geçit vermeyecek duyarlılıklar taşıdığını bilmek, olumlunun etkinliği adına sevindirici bir durumdur.

Kendi coğrafyamızın içseleştirilmiş bilgileri taşımayan ve toplumsal süreçlerinde aktif yer alışları başaramamış olanların uzaktan gazel okumaları, sol açısından çok anlamlı olmayacaktır. Bu noktada solun çöküşüne sağdan yapılan Doğu Perinçekçi milliyetçi dolguyu, sol cenahtan Frankfurt Okulu aptallarının önermeleriyle doldurma çabası, solun toplumu değiştirmeye yönelik eylemine önemli bir katkı olmayacaktır.

Batı, insanlık bilgi birikimine tarihin tanık olduğu en büyük katkıları sağlayan bir uygarlıktır. Bu tartışmasız bir gerçektir. İnsanlığın gelecek yönelimlerine verdiği yönlerle de Batı, yaşamın önemli düşün halkalarının da sahibidir. Demokrasi ve özgürlük bu uygarlığın insanlığa kattığı değerleridir. Buna rağmen, insan yıkımlarına yol açan düşüncelerin de doruğu bu uygarlıktır. Bu ikilinin bir arada oluşu, belki olguların var olma biçimlerinden biridir. Ancak insanlık doğadaki yaşamsal varlığının sürekliliği için, batının bitip tükenmez düşünce akımlarının şiddete yaslanma ihtiyacı duyan teorileri yerine yeni arayışlar içindedir. Küreselleşme çağının nesnel verilerine uygun bu algılar, kapitalizmden soysal ve ekonomik kurtuluş için birer arayış olarak gündeme gelmektedir.
Batı temsil ettiği eski değerler açısından artık yenilenmeci değildir. Onun verileri içinde tutsak olan görüşlerin geleceğimize ilişkin önerebileceği alternatifleri yoktur. Geçmiş yüz yılların düşün disiplinlerinin ise bu amaca hizmet edecek hesaba katılır bir önermeleri bulunmamaktadır. Ancak bu, Batı'nın rahminden insanlık için önemli düşün unsurlarının doğmadığı ve gelişmediği anlamanı da gelmiyor. Bunları doğru bilmek ve içselleştirmek ve kendi orijinalitemizi katkı olarak değerlendirme perspektifleri taşımak gerekmektedir.

Bu yüzden bölgemizin ve ülkemizin aydınlanmasını, kendi özgün geçmişlerinde kalmış, Batı aydınlanmasının bir tekrarı olarak beklemek bile doğru değilken, marjinal felsefi önermeleri ısrarla ve inatla ülkemize ithal etmenin vereceği bir sonuç olamaz. Solun düştüğü boşluğa, bu tür disiplinlerden moloz taşımak, açıkların stabilize programına yeterli olmayacaktır. Kendi coğrafyası ve halkı indinde marjinal kalmış bir düşünceyi cilalayıp ülkemize oturtmak, akıllıların yapacağı iş değildir.

Akademik çalışmalar insanlığın yüz akıdır. Doğayı bilmek ve ondan uyumlu bir yarar sağlamak için zorunludur. Ancak, bilimsel verileri siyasal amaçlarla toplum yönlendirmelerine dayatmak, bilimsel ve doğru bir yaklaşım değildir. Bilim verileri iki kere iki dört olarak toplumsal hareketlerin oluşumuna yansımaz. Bu abesle iştigallerin sabıkalıları her zaman marjinal çevreler olmuştur. Bu çevrelerin çabaları çoğunlukla da egemen sistemin yeniden genişletilmiş üretimin hizmetine koşmaktadır. Toplumu bütünsel kavrama yerine, bireyi kavrama çabalarının her zaman böylesi handikapları olduğu göz önüne alındığında, doğduğu coğrafyada bile toplumsal bir işlev kazanamamıştır. Bu işlevsiz öğretilerin, bir düşün unsuru olarak bilinip öğrenilmesiyle siyasal bir yönlendirici olarak sunulması arasındaki farkı kavramak hayati öneme sahiptir. Biz gibi ülkelerin kendine güvensizlik halleri, ithal düşünce akımlarına olan rağbeti kışkırtırken, toplumsal sorunlarımızı çözmekte tekrar eden kaoslara da neden olduğu bilinmektedir.

Dolaysıyla, bu okullardan araziye uyum mucibince eğitim görmüş olmakla alınan madalyanın, köy korucularının taşıdığı “gazi” madalyasından başka bir anlamı olmayacaktır.

Çağrım odur ki:

Kendi orijinalitemize dönelim. Bölge ve ülkemizin felsefi tarih derinliklerine ilişkin eksikliklerimizi tamamlayalım. Yarına ait birey ve toplum yönelimlerimizi bu orijinaliteden kuralım. Kendi özgün aydınlanmamızı insanlığın tüm bilgi birikimlerinden yararlanarak, ama temeli kedimize ait verilerden oluşan bir programla sorunlarımızı aşmaya çalışalım.