HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

28 Kasım 2010 Pazar

Dersimlileşme ya da Kara Gün'ü ak güne çevirmenin yolu...

Mihrac Ural’ın notu: Değerli dostum Celalettin Can, bu önemli makalesiyle, Dersim’in acı anısını bir kez daha bilincimize çıkarıyoruz. Kürt halkına dünden bu güne dek süren acımasız tasfiye ve asimile girişimlerinin barbarlığı, ülkemiz barışı ve kimyasını derinden bozduğunu bu gün daha da açık olarak görüyoruz; bir halkın var oluşunu şiddetle çözmek isteyenlerin iflasını da.

Tekrarla yazdım ve belirttim, yeryüzünün tüm ekseri güçlerini bir araya toplasalar da var olan ev davası arkasında duran bir halkın gerçeğini kimse yenilgiye uğratamaz. Artık bu yanılgıları ve bunun sonucu ortayla çıkan tarihsel acıları aşmak gerek, kara günü ak güne çevirmek için diyalogu öğrenmek ve bunu, toplumsal barışın gereksindi kadar, ucu açık bir af algısıyla hayata geçirmek gerek.

Celalettin Can dostumun makalesini birlikte okuyalım…



"(...)

Yolverin kanatlı atlara
Sürgünden dönen çocuklara
Ateşler yakın doruklarda
Geçit vardır yarınlara

Dağılsak da göç yollarında
Yarın bizim bütün dünya"

M. Mungan


Celalettin Can


26 Kasım 2010



Her halkın tatlı günleri olduğu gibi acı ile andığı kara günleri vardır. Biz Dersimlilerin başta gelen Kara Gün’ü 17 Kasım’dır. Seyit Rıza ve yol arkadaşlarının asıldığı, onların şahsında Dersimliliğin ve Dersim Kürtlüğünün toprağın derinliklerine gömülmek istendiği gündür 17 Kasım.

Yoğun bir duygusal ortam yaşıyoruz. Çünkü ilk kez kamusal alanda Cumhuriyet tarihinin “karanlık” bir döneminde katledilen, sürgün edilen, eşya gibi dağıtılan, yaşları küçültülerek idam edilen atalarımızın aziz hatıralarının bize yüklediği sorumluluğu derinliklerimizde hissediyoruz ve hissettirmek istiyoruz.

Dersimliler çok acı gördüler, vahşetin en ağırını yaşadılar. Yıllar boyu unutamadıkları, ama anlatamadıkları bir zulme tanıklık ettiler. Dağları, ormanları, insanları, hayvanları yakıldı. Çığlıklar yükseldi her bir köyünden, vadisinden, deresinden, mağarasından, dağından. Tanrının, Hızır’ın, Munzur ve Düzgün Baba’ların çaresizlik içinde izledikleri bir büyük felaketti söz konusu olan. Öyle korkunç şeyler yaşandı ki bu topraklarda, on yıllar sonra bile anlatıldığında, anlatan da dinleyen de utandı. Vahşetin kararını verenler suçlarını biliyordu, yaşanmışlıkların yasının tutulmasını, konuşulmasını bile yasakladılar.

***

Bugün biz bu büyük zulmün mağdurlarının torunları söz aldığımız her kürsüden, ulusal ve uluslararası toplumun mahşeri vicdanına sesleniyoruz!

Süngülenenlerin,kurşunlananların, zehirli gazla mağaralarda toplu katledilenlerin, evleri yıkılanların, uçaklardan bombalananların, yakılanların, ve daha bir çok vahşi uygulamalara maruz kalanların çocukları ve torunlarıyız. Sesleniyoruz!

Dağlarda aç ve açıkta yürütülenlerin, kara trenlere doldurularak bilmedikleri uzak topraklara sürgün edilenlerin aileleriyiz. Sesleniyoruz!

Sürgünde bir daha asla göremeyecekleri Dersim topraklarına hasretlik içinde “gözü arkada” kahrede kahrede ölenlerin torunlarıyız. Sesleniyoruz!

Haksız hukuksuz idam edilen Seyit Rızalarımızın, atalarımızın torunlarıyız, onların acısıyla yüklü çocuklarıyız. Sesleniyoruz!

Gelin herkesin bildiğini “sır” olmaktan çıkaralım. Dersim 38 üzerine on yıllardır herkesin birbirine fısıldayarak konuştuğu bir büyük dramla, bir büyük vahşetle bir büyük insanlık suçuyla yüzleşelim.

Yüzleşelim ki, suç dolu geçmişin kara sayfasını kapatalım,geleceğin beyaz sayfasını açalım.

Yüzleşelim ki, bu utanç verici geçmişi gerçek boyutlarıyla bilelim, bildikçe “suçlu kim? fail kim?” bunu açığa çıkaralım, toplumsal yaralarımız adalet duygusuyla saralım, eşitlikler, özgürlükler ve kardeşlikler Türkiye’sini kuralım ve bu Türkiye’de bir daha aynı şeyler yaşanmasın.

***

Bu sorunla ilgili olan herkese bir çağrımız var.

Soykırımın yaşandığı yıllarda Dersim’de kamu görevlisi olanların torunlarına çağrımız var. Konuşulması yasaklanan bu vahşetin tanıklık yapmanın zamanı gelmedi mi?

Dersim’de asker, komutan,gazeteci olarak “görev” yapanlara, onların çocuklarına,torunlarına çağrımız var: bildiğiniz ve size anlatılan bütün bu zalimce uygulamaları artık kamuya anlatmanın zamanı gelmedi mi?

Bir çağrı da Dersim’de “görev” yapan askerlerin “görevden dönerken” yanında getirdikleri çocukları evlat edinen ailelerin, bu çocukları asıl ailelerine iletmeleri bir insanlık görevi değil midir?

Bir çağrımız da batının ücra köylerinde yaşayan ailelere.. 1938’de köyünüze sürgün gelen Dersimlilerin yaşadıkları dramı, güçlükle sürdürdükleri yaşam savaşını, kendi dil ve inancını yaşayamayan ezik hallerini, hastalıklarını, ölümlerini anlatmayacak mısınız?

Bir çağrımız da o yılların Elazığ Adliyesindeki memurların torunlarına.. Aile içinde size anlatılanlar elbette İhsan Sabri Çağlayangil’in anlattıklarından daha fazladır. Her söz, her eylem çok anlamlıdır. Bunları anlatmanın vakti gelmedi mi?

Son çağrılarmızdan biri Genelkurmay Başkanlığına.. Türkiye Cumhuriyeti Ordusu, kayıt tutma geleneği olan bir ordudur. Dersim katliamı ile ilgili kayıtları topluma açın. Hep beraber bu kanlı tarihle yüzleşelim.

Bu çağrımız hükümete. İskan Umum Müdürlüğünün arşivlerini açın.. Kimlerin hangi illere sürüldüğünü bu halkın bilmesini sağlayın. Bunu yapabilirsiniz.

Bir çağrımızda T.C. Devleti’ne.Cumhuriyet Devleti, Dersim halkının yaralarını adalet duygusuyla sarmalıdır. Bunun için en evvel Seyit Rıza ve arkadaşlarının mezarlarının yerini göstermelidir.Öldürülenlerin, sürgünlerin, kayıpların,evlatlık alınanların sayısını, adlarını ve akıbetlerini açıklamalıdır.Bu insanlık suçunun bütün boyutlarıyla ve resmen kabul etmelidir. Dersim halkından özür dilemelidir.Dersimlilerin, kendi kurmanci dili/Kürt kimliği, Kızılbaş/alevi inancına dayalı kültürel kimliğini kabul etmeli, özgürce yaşamalarının önünü açmalıdır.Munzur barajı gibi geçmiş uygulamaları çağrıştıran, Dersim coğrafyasını, insanal ve bitkisel yaşam koşullarını yok etmeye aday uygulamalardan vazgeçmelidir.

Görüleceği gibi öyle büyük mali külfeti yoktur taleplerimizin.

Tek külfet, eskisi gibi tekçi, inkarcı, gerçeği yok sayıcı militarist/faşizan düşünce ve davranış kalıplarından vazgeçmeniz ve gerçekle yüzleşmenin başlangıçta muktedir ruh dünyanızda yaratacağı huzursuzluktur.

***

Son çağrımızda kendimize, Dersimlilere ve Dersim halkına.

Üzerimizdeki devletin ceberut “Tunç Eli”lik kabuğunu silkinip atmak, asimilasyonu aşmak, Dersimlileşmeyi geliştirmek zorundayız.

Birliğimizi, dirliğimizi, bütünlüğümüzü sağlamak; her birimizin ve her örgütümüzün Dersimlileşmenin modern Ağdat ocağı olmasını sağlamak; bizi birbirine düşürmek isteyenlere, “içimizdeki” zehirli cangıllara inat; Dersimlilerin kardeşleşmesini halkların kardeşleşmesi tutkusu ile karşılamak zorundayız geleceğimizi.

Dersimlileşmenin yada Kara Gün'ü ak güne çevirmenin modern Ağdat yolu da bu değil mi?

celalettincan@gmail.com/GÜNLÜK

GECEM YOK Kİ ESKİ DERDİMLE YATAM

Mustafa Köse

26 Kasım 2010

Mkose1955@hotmail.com

Azeri türküsünden bir dize. Gerek melodisi gerekse sözleri hoşuma gider. Ancak başlıktaki sözler bir başka anlamlıdır. Yaşamın dinamiğini anlatıyor. Gündelik sorunları en iyi şekilde ifade ediyor. Aynı zamanda devinimin hızını da gösteriyor.

Şuan tam bunu yaşıyoruz. Her gün, bir gün sonra eskiyor. Sorunlar ve umutlar bir birini kovalıyor. Dün, emin olduklarımızdan bir gün sonra artık emin olamıyoruz. Ezberlerimizin miadı günlerle ölçülebiliyor.

Tükettiklerimiz de böyle. Markaların ömrü çok kıssa oluyor. Aldığımız her ürün, yenilik açısından kıssa süreli oluyor. İnsanlar bu hıza nasıl yetişecek bilemiyor.

Küreselleşmeyi yaratan nedenlerden bir tanesi hızdır. Dolaşımın hızı ve sınır tanımayan özelliği dünyanın yeni bir durumdur. Bu durum yeni sorunlar yaratırken aynı zamanda yeni fırsatlar da doğurmaktadır.

Değişimin niteliği ve hızı bütün dünyayı etkilemektedir. Bizim gibi ülkeleri daha fazla etkilemektedir. Çünkü bizim gibi ülkelerde sorunlar ‘’kabadır’’.Medeni ülkelerin kolay çözdüğü sorunlar burada zor aşılıyor. Böyle olduğundan, değişimin hızı kafaları karıştırıyor. Sanki her şey ‘’acayip’’ görünüyor. Oysa bunda şaşılacak bir durum yok. Tüm bunlar ‘’hayata dair şeylerin, rejimin önünde seyretmesinden’’kaynaklanıyor. Siyasetin ‘’hayatın gerisinde’’ kalmasından tüm bunlar oluyor. Böylece‘’yeni ve değişimler’’sancılı oluyor. Klasik düşünceler, statikolar ve eski yapılar ‘’şaşırtacak’’şekilde çatırdıyor.

İyi yol almamıza rağmen ‘’sistemdeki kırılmalar’’yeterli değil. Henüz karmaşık olmayan sorunları çözemiyoruz. Taşıyamadığımız meselelerde bile zor mesafe alıyoruz. Oysa birkaç başlık bile temel sorunlardan arınmamızı sağlar. Kürt sorunu, alevi ve diğer inanç guruplarının taleplerinin karşılanması inanılmaz oranda bizi rahatlatacaktır. Vesayetçi rejimde büyük gedik açacaktır. Yeni ve sivil bir anayasa yapmak daha kolay olacaktır. Çağdaş bir demokrasi ölçüsüne erişmek daha mümkün olacaktır.

Genel seçimlere az kaldı. Öyle görünüyor ki siyasi aktörler yine hayatın gerisinde kalmayı tercih edecek. Güçlü partiler (AKP-CHP-MHP) seçim öncesi ciddi bir adım atmayı göze alacaklarını sanmıyorum. Çünkü anti demokratik yasalardan hepsi bir çeşit besleniyor. Yeni şeylerden korkuyorlar. ‘’Bel altı’’ siyasetten medet umuyorlar. Ancak güzel lafa gelince onlara diyecek olmuyor. Bu ‘’uyduruk siyasi tarzı’’ an fazla seçime kadar götürebilecekler. Aslında bu, inanılmaz zaman kaybıdır. Zira belirttiğim gibi her şey çok hızlı gelişiyor. Kaybedeceğimiz günler bile bizi gerilerde tutmaya yetebilir. Kayıplarımız çok fazla olabilir.

Şuan beklemenin anlamı yok. Hayatta ‘’aktör olmak, müdahale etmek’’ için yapılacaklar vardır. Karşımıza çıkan her olayda yeni ve değişimin taraftarı olmaktır. Aklın, vicdanın ve adaletin yanında durmaktır. Çevremizin veya yakınlarımızın göstereceği tepkilerden ürkmeden dik durmayı bilmektir. Yapılmak istenenlerin, kimin tarafından yapıldığını değil, olanların ‘’niteliğini’’ve nelere yarayacağını anlatmaktır. Demokrasimizi bir adım ilerletecek her girişimin önemini göstermektir. Tek kalınsa bile yanlışın karşısında durmaktır. Sesi yükseltmektir.

BU SÜRECİN KIBLESİ DEĞİŞMİŞTİR

Hasip Yiğitoğlu

26 Kasım 2010

Toplumsal dönüşüm sürecinin devamlılığını anlamamak için dünyaya yeni gelmiş olmalıyız.Yada hiç yaşamamış.

Her günümüz ayrı geçiyor.Yeni gerçekliklerle yüzleşiyoruz.

Değişim,yenileşme,dönüşüm olgusu kabul edelim etmeyelim,hayatın doğal gerçeğidir.Bu realiteyi anlamak için tarihin gerilerine gitmeye de gerek yok.

Yakın tarihlerde yaşananları okuyabilirsek, değişim dinamiklerinin kısa zaman içinde yaşamımızı,değer yargılarımızı,taleplerimizi nasıl değiştirdiğini görebiliriz.

Ancak ve maalesef değişim süreçlerini tarihin her döneminde,kimileri hoş karşılamamış,karşı çıkmışlar,reddetmişlerdir.Dönüşümün kaçınılmazlığı karşısında ciddi şoklar yaşamışlar,muhafazakar,tutucu duruşlarıyla insanlığa pahalı bedeller ödetmişlerdir.

Türkiye insanı bedel ödeyen toplumların başında olanlardandır.

Yüz yılı aşkın zamandır değişim ve yenileşme zihniyetinin dinamikleri en acımasız biçimde uygulamalarla karşı karşıya kalmışlardır.

Adeta,kırımlarla ifade edilebilecek saldırılara ve eylemlere maruz kalmışlardır.

Kürt,Alevi realitesinin inkarının sonuçları on binlerce insanımızın yaşamını kaybetmesine neden olmuştur.Ne varki,genel bir anlayış içinde bugün toplumsal yaşamımızın en temel realitesi olmuştur.

Daha dün kadar yakın zamanda Abdullah Öcalan a bey diyenler yargılanmış hapis cezalarına çarptırılmış,ancak bugün devletin her kademesi hemen hemen her gün Abdullah Öcalan la görüşmeler yapmaktadır.

Bu dönüşüm zorunluluğunun bir sonucu değilmidir ?

Bu kaçınılmaz dönüşümü halen algılayamayan kimileri değişim dinamiklerinin önünde eskisi kadar tutunamayacaklardır.

Dönüşüm bir kere başlamıştır.

Dönüşümü kontrol altına almak isteyenlerin gayretleri sadece ülkeye zarar verecektir.

Bu sürecin kıblesi değişmiştir.

Otoriter modernleşme anlayışı iflas etmiştir.

Dönüşümün kıblesi kaçınılmaz olarak çağdaş İleri demokrasidir.

23 Kasım 2010 Salı

ŞEHİTLER

THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması
24 Kasım 2010 / No: 23






ŞEHİTLER
GELECEĞİ KAZANMAK İÇİN SUNDUĞUMUZ
EN BÜYÜK ÖZVERİMİZDİR


Onlar bize özverinin ucu açık sınırlarını öğrettiler. Bize kalan görevler, onların özverileri karşısında anılmayacak kadar küçük, ihmal edilmeyecek kadar da yerine getirmesi gerekenlerdir.

THKP-C(Acilciler), şahitlerinin açtığı özveri yolunda, halklarımızın haklı davaları uğruna mücadeleyi kararlıca sürdürecektir


***

Demokrasi mücadelesi bir insanlık mücadelesidir. Özgürlük için, bu mücadelede büyük bedeller ödenir. Ödenen bedeller karşılığını aynı kuşata almasa da gelecek bu yolla kurulup, kazanılır.

THKP-C(Acilciler) tarihsel bir direnme örgütü olarak, halklarının demokrasi ve özgürlüğü için mücadelenin ön safında tüm gücüyle yer aldı. Geleceğin kurulması ve kazanılması için mücadele etti, Buna bu günde tüm gücüyle devam etmektedir.
Demokrasi ve özgürlük mücadelesi, kolektif örgüt kimliğiyle yükselir; siyasal doğruları arkasında durularak sunulan özverili çabalar bunu ifade eder. Bu çabalara kaynaklık eden siyasal yönelimler, uğruna şehit olunacak kadar kararlı olmanın da kaynağını oluşturur; bu nedenle oluşumundan bu güne THKP-C(Acilciler) örgütü, siyasal yönelim ve önermeleri halkımızın çıkarlarını merkezine alan çağdaş, adil ve barışçıl bir yaşam düzeni amacı üzerine oturtulmuştur.

Amaçlar insani merkezli oldukça araçlar da insani olmakla yükümlüdür. Örgütümüz bunu ilke edinmiştir. Bunun istisnası savunma hakkının kullanılmasıdır. Saldırılara karşı savunma, direnmenin tüm gerekleriyle yapılmak durumundadır. Demokrasi ve özgürlüğün gasp edildiği yerde ise direnme, insan doğasının en haklı refleksidir. Örgütümüz bu haklı duruşu kararlıca özverilerle almıştır.

12 Eylül öncesi dönemde devletle birlikte sivil faşist güçlerin saldırılarına karşı duruş,12 Eylül dönemiyle birlikte darbeci askeri faşist diktatörlüğe karşı direniş bu çerçevede ortaya çıkmıştır. Devlet elindeki askeri ve güvenlik teşkilatlarıyla halka kanlı kıyım saldırıları yaptıkça, devrimci hareketin direnmesi ve savunma çabaları da o ölçüde gündeme gelmiştir.

Örgütümüz inanç ve kararlılıkla bu süreçlerden alnının akıyla çıkmış bir direnme örgütü olarak yerini almıştır. Bu uğurda şehitler vermiştir.

Bu mücadele, sınırlarını bölgemizin ve dünyanın en önemli sorunu Filistin halkının direnme mücadelesine kadar boyutlandırarak, enternasyonalist görevlere kadar uzanmıştır. Filistin halkının direnişine katılarak gösterilen bu duruş, ABD-İsrail siyonizmi ve bölge gericiliğinin saldırılarına karşı, bölgenin devrimci güçleriyle omuz omuza yer alarak, şehitler de vererek tecelli etmiştir.

Şehitlerimiz bu sürecin tüm kesitlerinde özverilerimizin, onurlu direnişimizin, halkımıza karşı sorumluluğumuzun omuzlarımıza bindirdiği bir yükümlülüğü temsil etmiştir. Merkez Komite üyesi Hanna Maptunoğlu yoldaş gibi önderler, örgütün her düzeyindeki militanlarla bir eşit olarak bu mücadelenin şehidi olmuştur.

Amacı insanlık erdemleriyle belirlenmiş bir mücadelenin yaşama dair bakışı salt siyasi olmanın çok ötesindedir. Örgütümüz, mücadelede şehit olma olayına asla bir siyasi gereklilik olarak bakmamıştır. Bunu haklı mücadelenin istenmeyen bir sonucu olarak görmüştür. Örgütsel amacımız yaşama dairdir. Yaşamın prangalarına karşı bir özgürlük mücadelesidir. Yaşamın kurtuluşudur. Bu algı, ölümü üretenlere karşı yaşamı savunmaktır. Bu yanıyla şehit olmak yaşam için sunulabilecek en değerli özveridir. Böylesin özveriden çekinmeyenler, bir taraftan kolektif siyasal kimliğimizi inşa ederken, diğer taraftan uğruna şehit oldukları davanın başarısına bir adım daha yaklaşmamıza olanak sağlarlar. Bu davanın, halkın hak davası olması ise bir bayrak yarışı gibi kuşaktan kuşa taşınması anlamına gelir. Örgütümüz bunu bilince çıkarmış, bu sürecin temel bir parçası olarak görevlerini yerine getirme kararlılığı göstermiştir.

Şehitler bu bayrağı kedilerinden sonrakilere hakkıyla taşımış, mücadele sürecinin onurlu yıldızları olmuştur.Ruhları şad olsun.

Onlar bize özverinin ucu açık sınırlarını öğrettiler. Bize kalan görevler, onların özverileri karşısında anılmayacak kadar küçük, ihmal edilmeyecek kadar da yerine getirmesi gerekenlerdir.

THKP-C(Acilciler), şahitlerinin açtığı özveri yolunda, halklarımızın haklı davaları uğruna mücadeleyi kararlıca sürdürecektir.

THKP-C(Acilciler)
Genel sekreteri
Mihrac Ural
24 Kasım 2010

ĞADİR BAYRAMI

ARAP ALEVİLERİN
ĞADİR BAYRAMI KUTLU OLSUN



Bu gün Ğadir bayramı, kimse elini bir işe sürmesin, bırakın iş yapmayı, insanlık üretin, insanlık için düşünün, hepimize gerekli olan budur...



Mihrac Ural

23 Kasım 2010

23 Ekim 2010 (18 Zulhicce 1431) bu gün, İslam aleminin ve özel olarak Arap Alevilerinin en kutsal günlerinden biridir.

Bu gün Hz Muhammed veda haccı (son hac) dönüşünde (H:10 / M 632) Ğadir Hum bölgesinde, Hz. Ali’nin elini tutar, havaya kaldırır ve tüm Müslümanlara seslenerek “Allahumma men kintu veliyah fa haza Ali mevlah, Allahumma vali men vallah ve adi men adah” (Allahım ben kimin velisi isem, Ali onların mevasıdır. Allahım onunla olanların yanında ol, düşmanlarının da düşmanı ol) Der. Bu ilanla, Hz. Ali’nin Hz Muhammed’den sonra Müslümanların halifesi olduğu tespit edilmiş olur. HZ. Ali artık “Emir el Müminin”dir. Bu ilan Kuran ayetlerinden yapılan aktarmalarla da Tanrının, Peygamber Mahammed’e verdiği bir emrin sonucu gerçekleştiği ifade edilir.

Bu ilan gerçek anlamda bir çığır açma olayı idi. Onaylayanlara ve ret edenlere rağmen bu ilan İslam tarihinin bu güne kadar süren en önemli hadiselerinden biri sayılır; İnananlara göre bu karar İslam mesajının yol haritasıdır, İslamın gerçek manasına tanrısal, açık bir işarettir; bu güne kadar süren, yarında sürecek olan bir hak yoludur.

İnanmayanlar açısından ise durum farklıdır. Böylesi bir ilan egemenlikleri önünde önemli bir engeldi. Bu ilanı görmemezlikten gelmek ya da buna inananlara karşı savaşmak gerekirdi.

Ğadir Hum ilanına inanmayıp karşı gelenler iki farklı eğilimden oluşuyor.

Birincisi; peygamber tanrının mesajını iletmekle yükümlü bir kuldur. Tanrısal kalıcı bir hüküm veremez. Ölümünden sonra şura ile karar verilir, miras yoluyla Müslümanların halifesi olunmaz. Ğadir Hum’da yapılan ilan tartışmalıdır, Müslümanların bölünmemesi için ısrarlı olmamak gerek. Ali (Allahın razı olduğu bir kuludur, Allahın yüzünü kerametli kıldığı ender bir insandır. Kerrem Allah-u Vechu)

İkincisi; Ğadir Hum’u ilanın toptan inkar edenlerdir.

Bu eğilim, başlangıçta İslam öncesi hakim olan aile ve çevrelerin eski inançların oluşturduğu mahalle baskısı altında İslama karşı içten huzursuz olanlarla başladı. Bu çevreler açısından İslam, daha ileri ve adil bir insanı yaşam sistemi, bir inanç olarak değil de bir devlet, bir hükümranlık alanı, ideolojisi, gücü olarak algılanır. Dünyevi, maddi çıkar merkezli imparatorluk kuruluş eğilimleri de bu çevrelerde başlar (Emeviler). Bu eğilim, İslama kılıç zoruyla katılmasının ve yakın akrabalarını İslama karşı her savaşta kaybetmiş olmasının acısını taşır. Peygamber İslam mesajını vermeye b.aşladığı andan itibaren en acımasız saldırıları Mekelilerin başında olan amcazadelerinden görmüştür; Mekkenin egemen güçleri olarak, Ebu cehil, Ebu Süfyan ve oğlu Muaviye, Müslümanlara kesilmeyen kanlı baskınlar sürdürmüştür.

İslamın zaferle sonuçlanan ilk muharebesi Bedir savaşıdır (Tarih; H.17 Ramazan 2 / M; 13 Mart 624) Ebu Cehil bu savaşta çocuklarıyla birlikte katledilince, İntikam çılgınlığını da başlatan Emevi çevreleri olmuştur. Bu savaşta Muaviye’nin annesi, Ebu Süfyan’ın karısı Hind, amcasını kardeşini ve çocuğunu kaybetmiş intikam içinde yaralı bir yılan gibiydi.

Mekeliler, 1 yıl sonra intikam almak için Müslümanlara karşı sefere çıkarlar ve iki güç Uhud dağı eteklerinde karşı karşıya gelir. Uhud muharebesi, (tarih: H:3 Şavval 3 / M: 23 Mart 625) Hz. Hamza’nın şehit olduğu muharebedir. Bu savaşta özgürlük vadiyle, Hz. Hamza’yı katletmesi için Hind tarafından özel olarak kiralanan Cabir bin Mutim’in kölesi “Vahşi” adındaki zenci de yer almıştır. Bu savaşta Cahiliye Arapların başında Ebu süfyan (Muaviyenin babası) ve Halid Bin velid yer alıyordu. Vahşi, saklandığı kayanın arkasından bulduğu ilk fırsatta Hz Hamza’yı şehit etmiştir. Hind’in “savaş yerinde Şehit yatan Hamza’nın göğsünü açıp, ciğerini çiğ çiğ yediği” söylenir.

Kin bu ilkel kabilelerde kültürün bir parçası olarak süren bir gerçektir (Kırk yıl sonra intikam alan biri, “çok erken oldu” dermiş). Bu ilkellik bin yılların içinde şekillenmiştir. Bu yüzden yeni kültür, din, inanç da olsa, eskiyi kısa bir süreçte alt etmesi mümkün değildir.

Eski egemenler, İslama girmekle ne eski kültürlerini ne de eski ekonomik güçlerini kaybetmişti, sorunun özü de buradadır). Bu çevreler İslamdaki iktidar mücadelesinde, geçmişten gelen egemenliklerinin devamında ısrarlı olan çevrelerdir. Emeviler (Bini Ümeyye) bu kolun en önemli unsurlarıdır. Hz. Muhammedin İslam mesajına karşı en kanlı savaşları bu çevreler vermişti. Peygamberin ölümünden sonra iktidarı bir kez daha ele geçirmişlerdi, sırtlarında İslam gömleği olsa da eki inanç ve kültürlerinin bilinçaltı kuşatmasıyla bir kez daha egemen konuma gelmişlerdi. İslamda hilafeti babadan oğla saltanat gibi geçirende bunlar olmuştur (Muaviye’den Yezid’e)

Dolaysıyla Ğadir Hum ilanını tanımamayı, onun arkasında duranlara karşı barbarca davranmayı, İslamla süren savaşlarının yeni düzlemdeki devamı olarak gördüler. İslama karşısındaki yakın geçmişin yenilgilerinin intikamını almaya giriştiler. Bu nedenle, Tanrının emriyle Peygamberin Ğadir Hum’da Hz. Ali‘yle ilgili yaptığı İnananların mevlası Alidir ilanını gelecek iktidarlarına yönelik İslamın devam eden bir savaşı olarak gördüler. Bu yüzden en acımasız kıyım ve ölüm saldırısını bu yolun yolcularına ve özellikle Ehlibeytin masum imamlarına ve taraftarı Alevileri yöneltirler. Bu gelenek onların izcileri tarafından da sürdürüldü. Akıl almaz fetvalar İslam adına, İslamın özü, manası, gerçeği, insanlık mesajının taşıyıcılarına karşı yöneltilmiş oldu. Cami hutbelerinde Hz. Ali’ye ağır hakaretleri ikame eden, Kerbela’da Peygamberin torunu Hz.Hüseyn’i şehit eden, kafasını kesip mızrağa diken, Şam sokaklarına yalın ayak ibreti alem diye süründüren bunlardır. Bu yöntemin çok daha acımasız türleri ve fetvaları Alevilere reva görende bunlardır. “Müslüman Müslümanın kardeşidir” insani ilkesini çiğneyen dar çıkarların mahkumları da bunlar ve bu güne kadar süren ardıllarıdır.

Ğadir Hum ilanına yandaş olmayanların bu iki eğilimde, İslamda dünyasal, dar maddi çıkarların egemenliklerine hadis, icma, kıyas gibi araçlarla kan taşıdılar güç vermeye çalıştılar. İslamın gerçek mesajı ise Ehlibeyt ve yandaşlarınca korunmasına karşı, egemenlik alanı dışı zulme mahkum kaldı.

Ğadir Hum ilanına inananlar da iki farklı eğilimdedir.

Birincisi; Şiilerdir. Ehlibeytin yolunda, inanç ritüeli olarak da Sünnilerle aynı biçim içinde ibadet eden bu kesim Ğadir Hum ilanını sadece zahiri yanıyla ele alır. Olayı dünyasal bir iktidar olayı olar görür. Bu nedenle Kerbela’da Hz.Hüseyn’in katledilmesini, bu güne dek süren bir dünyasal intikam zemininde algılar. Hüseyn katledilmiştir katledenler İslamı katletmiştir refleksi gösterirler.

Şiilik bir ölçüye kadar Arap İslam yayılmacılığı karşısında Fars refleksinin tercihi, farklılığının bir ifadesi olarak yer alır. Fıkıh, farz ve öğretinin sisteminde farklılığına karşı genel İslam tanımı içinde mütalaa edilen bir konumda yerini belirler.

Ğadır Hum ilanı Şiilikte önemli olsa da Kerbelanın dünyasal etki ve sonuçları daha çok önemsenir.

Şiilikten oldukça farklı olan Anadolu Aleviliğinde Ğadir Hum ilanına ilişkin açık bir algı, literatür bulunmamaktadır.

İkincisi; Arap Aleviliği (Nusayriler de denilen bu kesim için bu tabiri kulanmayı yerinde bulmuyorum. Hz. Alinin söz konusu olduğu bu yolan düşün yöneliminde Muhammed bin Nusayr’in saygıyla bilinen önemi ne olursa olsun bu yolun yolcularına yalnızca Alevi denilmelidir kanısındayım). Bu kesim, kendi aralarında, kendilerini mezhebin kurucusu büyük şeyhi Hüseyn Bin Hamdan El Hasibi ( kaddes allahu sırru) adına atfen, Hasibiler olarak tanımlarlar.

Bu yol bütünüyle batini ve felsefi bir yoldur. Bu kesimde Ğadir Hum ilanı algısı çok güçlüdür ve her şeyin başlangıcını buradan görür ve buradan geliştirir. Bu gün bayramların en büyüğü olarak içselleştirilir.

Tanrının Peygamberi aracılığıyla dile gelen Ğadir hum ilanı, tüm tartışmaları sona erdiren bir açıklama olduğuna inanırlar; hilafet Hz. Ali’nindir, Hz. Ali Emir El müminindir. İnançta MANA Ali’dir.

Felsefi boyutta bu ilan, doğadaki maddi manevi her varlığın bir özü olduğu ve bu özün hareketiyle yönelimlerini belirlediği saptamasına dayanır. Batini yanıyla bu ilana verilen anlam, her düşüncenin özü, manası onun gerçek var oluşunu izah eder. İslamın insani mesaj olarak taşıdığı anlam Hz. Ali’de ve onun ardılları olan Ehlibeyt’in yolunda olduğuna işaret eder. İslamın özü aynı zamanda inancın manasıdır. İnancı anlamak için manasına ulaşmak gerek. İslam’ın manası da Ğadir Hum mevkiinde Hz Muhammed’in yüz bini aşkın Müslüman’ın şahit olduğu ilanla Hz. Ali’dir

Bu adım İslamın mesajına yol göstermiştir. Hilafet olayında bu ilan inananların İslamdaki insanı öze, gerçek manaya tutunmalarına bir çağrıdır. Hz. Ali’yi Aleviler indinde MANA yapan da budur.

İnsanlığın geçtiği büyük uygarlıkların son doruğunu temsi eden üçlemede Ali, Muhammed, Selman aynı zamanda insanlık düşün evriminin de dorukları olarak tasnif edilirler. Buna felsefi, tarihi belirlemeye şahadet etmeyi, "Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden âbduhu ve Resuluhu." Kelime-i şahadeti kadar önemserler.

Ğadir Hum ilanı, kimi İslam alemi mezheplerince yok sayılmaya, üzeri örtülmeye çalışılması, gerçekte 1400 yıldır süren acımasız Alevi kıyımın bir parçası olarak devam etmektedir.

İnancı dünyasal çıkarların mihverine itenler, bu yanlış yönelime karşı çıkan Peygamberin Ehlibeyt’ini düşman ilan etme nedeni de budur. Oysa inanç, insan merkezli olmaksızın onun erdemlerini ve onursal var oluşunu korumaksızın, ne tanrısal bir mesaj ne de doğruluk yönelimi olabilir. Bu nedenle her düşünce formu gibi inancın da bir manada kendini ifade etmesi gerek. İslamda MANA Hz. Ali’dir; bu da Ğadir Hum’da tanrının peygamber Muhammed’e verdiği bir emirle ilan edilmiştir.

Ebu Süfyan ve Karısı Hind bilindiği gibi İsalama karşı en büyük direnişi gösteren Beni Ümeyya (Emevi) egemenleriydi. İslam güçlenip Mekke fethedileceği açık olunca, göstermelik bir U dönüşüyle bunlarda İslam olduklarını kelime-i şahadet getirerek İslamın engellenemeyen ileri atılımına katıldılar. Oysa eski çok tanrılı inançları ve egemenlikleri tamamıyla dünyasal ve maddi değerler üzerine kurulmuştu. Kültürel algıları bu kapsamda tarihsel geçmişe dayanan çok köklü bir dokusu vardı. Peygamberin erken ölümü ise, bu kültürel dokunun kendi algılarıyla İslamı da kendi çıkarlarına bir araç olarak kullanmaya yönlendirmesi kaçınılmazdı. Halife Osman zamanında Emevilerin sık sık ve ısrarla eski dine dönme yönünde kulis çalışmaları ise tarihçiler tarafından tespit edilmiş vakalar arasındaydı (Ebu Süfyan, amcası oğlu olan Halife Osman’a "Ey Ümeyye Oğulları! Hilafeti tıpkı bir top gibi birbirinize pas verin. Ebu Süfyan'ın yemin ettiği şeye andolsun ki ne cennet vardır, ne de cehennem." Tarih-i Taberi, c. ıo, s. 58; Müruc'üz-Zeheb, c. 2, s. 343. Dediği rivayet edilir).

Beyt ül Mal’in (İslam maliyesi), Halife Osman zamanında yakın çevre arasında haksızca dağıtımı, iktidarı paylaşmada Emevilerin eski kültür algılarıyla çalışmaları bu konuda önemli bir belirtidir) Ebu Süfyaan ve Hind’in oğlu Muaviye, Emevi soyu açısından bu rolü, vali olarak gönderildiği Şam’da, Halife Osman’ın katledilmesi üzerine yürüttüğü çirkin oyunlarla zorlanmadan oynamaya başladı (Osmanın kanlı gömleğinin Emevi camii kapısına aylarca asılı tutulmasıyla, Hz Ali düşmanlığının kışkırtılması olayı, Hz. Hasan’ın aldatılması ve zehirletilmesi olayı gibi).

İslamın insanı mesajı bu süreçle birlikte ters yüz edilerek, Irkçı, milliyetçi, dünyasal çıkarların hükümranlığı için kullanılmaya başlandı. Amaç bir imparatorluk kurma haline geldi. Fütuhat başka milletlerin kıyımı ve emekleriyle ürettikleri servetlerini talana dönüştü. Bunun içinde uyduruk Hadislerle her şey şer-i hale getirildi. Bu kanaldan yeni bir şeriat islamın insan özüne aykırı olarak şekillendi.

Bunun karşısında duran gerçek müminler ise acımasızca doğrandı. Bu nedenle de peygamberin Ehlibeyti, torun ve yakınları bu kıyımın en önemli hedefi oldu. Ehlibeytin yolundan giden Aleviler bu aşamadan sonra, her türden suçlamaya maruz kalarak ölüm takibatlarına, toplu kıyımlara uğradı.

Bu algı İslamın bölünmesinde önemli bir rol oynadı. İslamı, insani mesaj olan özünden çıkaran dünyasal çıkarların hükümranları, kapı kullarının uydurma hadislerinden türettikleri “Sünnet”i şeriat ilan edip, İnananları böldüler. Baskı ve zorla mahkum ettiklerini, hakimlerin uydurmalarına esir ettiler, insanlık dışı fetvalarla da kardeşi kardeşe kırdırdılar. Bu tarihi sürecin en kanlı hedefi de Ehlibeyt oldu.

Ehlibeyt, İnancın MANASIDIR. Batınıdır, gerçeğin içeriği ve özüdür. Bu yüzden dünyasal çıkar imparatorlarının hedefi oldular zehirletildiler, kanlı kıyımla öldürüldüler. Şehitlerin en ulusu Hz. Hüsey Kerbela’da bunun için katledildi (Arap Alevilerine göre o ölmedi, her bir Alevi’de inanç ve düşün olarak yaşamaya devam ediyor; o tanrı katına Hz. İsa gibi yükseltildi. Kuran’da Hz. İse ile ilgili ayet aynıyla Hz. Hüseyn için geçerli olduğu belirtilir; Nisa Süresi 157. Ayet )

Bu gelişmeler, tanrının bir sınavı olarak ilgili tüm gerçek Müslümanları kapsadı. Acılar çekildi, kovuşturmalara düşüldü, zehirlendi, kafalar kesilip top niyetine oyun aracı oldu. Buna rağmen dünden bu güne, İslamın insanlığa yönelik mesajına bağlı olanlar Ğadir Hum’u unutmadı, bu günün ipine sıkıca sarılıp birlik olmanın, hak yolunda yürümenin izini sürdü.

Ğadir Hum bir bayramdır, hakka gidişin yol haritasıdır. Bu gerçeğin şahitleri Sadece Aleviler değildir. Dört mezhepten biri olan Hambeli Mezhebinin kurucusu İmam Ahmet Bin Hambel’in meşhur Hadis kitabı Müsned; C.4;S372’de Zeyd Bin Erkam’ın bizzat Hz. Muhammed’in ağzından Hz. Ali’nin Müslümanların mevlası ilan edildiğini duyduğunu ve bunu tekrarla kendisine soran Ebü’-Tüfeyl’in sorusu üzerine” Evet Resul Allahtan duydum” diyerek cevap verdiğini aktarır. Ğadir Hum’daki ilan, onlarca sahabe tarafından da teyit ediğini yazar.

Bu konuda İmam Ahmet bin Hanbel şunları yazıyor; "O gün otuz ashap ayağa kalkıp Gadir Hum hadisini kendi kulaklarıyla işittiklerine tanıklık ettiler." (Müsned C.1 S;119 Hadis 633)

Ayrıca Gadir Hum olayına, Ehl-i Sünnet tarihçileri, hadis ve tefsir yazarları da önemle işaret eder.

Ayrıca, İslamın insanı mesajı, ehlibeyt ve Hz Ali’nin en sadık takipçisi, sosyal adaletin en kadim temsilcisi Abuzer El Ğifari de Ğadir Hum hadisesinin canlı tanığıdır; “ Gören şu gözlerimi, duyan şu kulaklarımı mezarda yiyecek kurtlar hakkı için yemin ederim ki Hz. Muhammed’in ağzından, hz. Ali’yi “tüm Müslümanların mevlası” olduğunu ilan edişinin tanığıyım” der.

Ğadir Hum ilanının tanrısal bir emir olmasına gelince farklı kaynaklarca teyit edilen şu belirlemeleri görürüz.

Hz. Muhammed son haccını eda etmeye gidişi bir tanrı emri olarak gerçekleştiği belirtilir. Allah Resulüne, ilan etmesini istediği bir gerçeğin duyulmasını ister ve bunun için peygamberini veda haccı yapmaya yönlendirir. Bunun için vahiy gelir ve ayet iner; "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen mesajı ilet. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini ulaştırmış olamazsın. (Hiçbir şeyden korkma) Allah seni insanlara karşı koruyacaktır" (Maide 67) Bu ayetle bir sırrın açıklanacağına dair işaret verilir.

Ezanlar okunur ve Veda haccına gidiş ilan edilir. Müslümanlar akın akın veda haccına katılmak üzere gelir. Yüz bini aşkın (114 000) Müslümanın toplandığı rivayet edilir.

Hac farzı eda edilip dönülünce, Ğadir Hum vadisi mevkiinde mola verilir. Bu molada Hz. Muhammed, Hz. Ali’nin elini yükseğe kaldırıp müminlerin mevlası (sorumlusu) olduğunu ilan eder. Bu ilan yapılır yapılmaz, vahi gelir ve Allah, Peygamberin görevini tamamlayıp son emrini böylece yerine getirmesi üzerine şu meşhur ayeti indirir; "Bugün dininizi tamamladım, size nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslam'ı seçtim." (Maide 3)

İslam dininin tamamlandığı ilanı, Ğadir Hum’da Hz. Ali‘nin Emir el Müminin (İnananların mevlası) ilan edilmesiyle gerçekleştiğine işaret edilir. Bu nedenle bu gün, Tüm inananların, İslam aleminin ve özelikle Alevilerin en kutsal günü sayılır..

Bu gün Arap Alevileri için inancın MANA günüdür, özünün ilan edildiği gündür, sırların en büyüğünün inananlarla paylaşıldığı gündür. Batini derinlikte bu gün, insanlık için düşünme ve emek verme günüdür. Düşüncenin tarihsel evrimi içinde oluşturduğu dorukların (kubbe) Muhammediye kesitindeki “Mana”nın ilanı olarak görülür. Bu yüzden bu günün arifesinden itibaren (dün ve bu gün) hiçbir iş yapılmaz; sadece insanlık için düşünülür, insanlık üretilmeye çalışılır. İnancın insanlık mesajı bilince çıkarılır.

Bu satırların yazarı, inanan inanmayan tüm insanlık için, doğruya gidişin bin bir yolu içinde kendi özgünlüğüyle yer alan, insan erdemini esas alan, bizden olan ve bizim için olan tüm değerlere sahip çıkmayı görev sayar. Bu yanıyla İnsanlık bilgi birikim hazinesinin önemli bir unsuru olan Aleviliği önemle dikkate alır ve onun talibi olduğunu ilan eder.

Bu münasebetle, insanlığa ve insanlık barışına adanmış hikmet yollarından biri olan Alevilerin Ğadir Bayramını kutluyorum.

Kim nerede ve ne olursa olsun, herkesi İnsanlık ailesinin gerçek ve haklı bir üyesi olmak için insani erdemlere bağlı kalmaya davet ediyorum. İnsanlık üretmeye koşun diyorum…


Not: Yararlandığım kaynak, Abdülhüseyn Şerefüddin El Musevi “EL MÜRACAAT”, Velayet Yayıncılık.

22 Kasım 2010 Pazartesi

BÖLGE SİYASETİNDE KÜRTLERİN İLK SINAVI

Mihrac Ural

22 Kasım 2010

Kürtlerin adı da var sanı da. Daha da ötesi, yerlisi oldukları ülkenin sınırlarını aşan, bölge siyasetinde ağırlık koyan etkinlikleri de belirmeye başladı. Kürtlerin bölge siyasetinde ağırlıklarını koydukları ilk sınav, 9 aydır ABD dahil bölgenin tüm etkin güçlerinin müdahalesine rağmen kurulamayan Irak hükümetinin kuruluşuyla ilgili başarılı girişimle verildi. Irak siyasal liderlerini akıllı çözüm önerileriyle Erbil’de toplayan Mesut Barzani (8 Kasım 2010), Dünyanın yakından izlediği, bölgemizin önemle takip ettiği Irak’ın da kör düğümü olan Hükümet soruna çözüm için ilk kılıç darbesini indirdi; Cumhurbaşkanlığı (Celal Talabani), Meclis Başkanlığı (İyad Allawi), Başbakan (Nureddin El Malki) seçimini sağlayıp 1 ay içinde hükümetin kuruluşu için her tarafın tatmin edildiği bir program ortaya koydu.

Kürtler artık bu bölgenin denkleminde bir ağırlıktır ve herkesin eşitçe kazanacağı bir çözümde, olumlu girişimleriyle asli bir taraf olarak aramızdadır. Doğal olanda budur.

Bu bölgenin yerlileri olarak, bölge sorunlarımızda yabancının karışmayacağı bir ortamın inşası için bu adımların önemi de tartışmasızdır. Bölgede Araplar, Farslar, Kürtler ve Türkler birer asli unsur olarak aralarındaki sorunların çözümünde kendi nesnel koşullarının ürettiği sorunları, bu nesnel koşulların dolaysız sonucu olan öznel girişmeleriyle çözmenin yollarını bulacaklardır.

Artık Kürtler var…

Köprülerin altından çok sular aktı. Akmaya da devam ediyor. Halkının arkasında durduğu özverileriyle de destekleme kararlılığı gösterdiği bölgemizin bu yerli halkı bölgemiz sorunlarında yani ev içi sorunlarımızda onunda söyleyecek sözü, yapacağı katkısı var. Buna hepimiz alışacak bundan da hepimiz yararlanmaya çalışacağız. Çünkü Kürtlerin olmadığı bir Ortadoğu kaosların bölgesi olmaya devam edecek demektir.

IRAK HÜKÜMET SORUNU

Irakta seçimler 7 Mart 2010 tarihinde yapıldı. Seçimlere katılan hiçbir liste tek başına hükümet kurabilecek çoğunluk sağlayamadı; iki liste birleşse bile bu çoğunluk sağlanamıyor.

Aradan geçen 9 ay boyu yapılan tüm girişimler hükümet kuruluşuyla sonuçlanamadı. Dünyada bir başka örneği olmayan böylesi bir durum aynı zamanda ırak’ın içine düşürüldüğü çıkmazında bir göstergesi olarak ortaya çıkmaktadır. Irak işgaline yol açan tarihin en büyük yalanı, aynı zamanda “Irak’a demokrasi getirme” iddiasının da o üçlüde bir yalan olduğunu göstermektedir.

Irak parlamentosu 325 milletvekillidir. Bu parlamentoda, listelere göre sandalye dağılımı son seçimlerle şekillendi. Listelerin dağılımı ise şudur:

1. “El Irakiye listesi (Kaimet El Irakiya); İyad Allawi (Şii) liderliğinde. Laik, eski Baasçı Sünni, Kürt (HEDBA partisi yaklaşık 20 Milletvekili gücünde) ve Şiilerce desteklenir. 91 Milletvekiline sahiptir. ABD, Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye tarafından desteklenmektedir.

2. Kanun Devleti listesi (Kaimet Devletül Kanun); Nuri el Maliki liderliğinde. Şii (Ayetullah Sistani ve çevresi) 89. Milletvekiline sahiptir. Yoğun İran etkisi, nispi Suriye etkisi. ABD, bu güçten İran etkisi nedeniyle umudunu kesmiş gibi.

3. Irak Ulusal İttifakı (İttifak el Kavmi el Iraki) ; Muktada el Sadr ve Ammar El Hakim liderliğinde. Şii. Toplam 70 Milletvekiline sahip ( 42 Sadır, 28 Hakim) İran, Suriye etkisi. ABD’ye karşı radikal tutum takınır.

4. Kürt İttifakı; Mesut Barzani ve Celal Talabani liderliğinde (KDP ve YNK, Goran Hareketi; Komala İslami ve Yekgırtu İslami Hareketi) 57. Milletvekili. ABD etkinliği yoğun, ABD’nin çekilmesiyle birlikte kararsızlık içinde ancak daha çok İran’a yatkın.

Tavafuk Cephesi; Cevat Bolani liderliğinde (Irak İçişleri Bakanı) 6 Milletvekiline sahip. Geride kalanlar ise Türkmen, Asuri ve Yezidilerden oluşuyor. ” ( “Ortadoğu Gebe” 7 Ekim 2010 Makale. http://mirural.blogspot.com/)

Irak parlamentosunda hükümet kuracak çoğunluk ise 163 Milletvekiline sahip olmayı gerektirir.

Bu tablo Irak’ı Ortadoğu’nun dış etkilere en açık ülkesi haline getirmeye yetti. Bunu durumu, önceki yazılarımda Lübnan’a benzettim. Bölgemizde mezhep ve etnik dokulara göre siyasal gruplara bölümlenmiş ikinci ülkesi olarak Irak, artık bölge içi ve dışı güçlerin etkisi altında kendi siyasal kaderini çizmeye ya da bulmaya çalışmak zorunda kalacaktır. Bağımsızlık denilen 20.yy algısı, 21.Yüz yılda Irak için, artık alt üst olmuş durumdadır. Lübnan da büyük savaş ardından ( I.Dünya savaşı), tarihindeki bölünme üzerine böylesi siyasi bir kantonik bölümlenmeye sürüklenmiştir. 19.yy dan da öncelere giden Lübnan’a dış müdahale, İngiliz, Osmanlı, Rus, Fransız ve son olarak ABD müdahaleleri yanı sıra bölge içinden Mısır, Suriye ve son dönemlerde Suudi Arabistan müdahaleleri, Siyasetin kaderini belirleyen ana etmen haline gelmiştir; Müslümanlar ve Hıristiyanlar diye iki temel bölümlenme, kendi içinde de bir dizi mezhepsel bölünmeyle Taif Anlaşmasının (22 Ekim 1989) oluşturduğu yarı anayasa da istikrar bulmuştur. Bir gergin dengeler istikrarı olan bu durum Lübnan’ın bitip tükenmez iç savaşları ve dış müdahalelerinin kaynağı olmuştur.

Bu kader, ABD işgaliyle birlikte (20 Mart - 9 Nisan 2003) Irak için de aynıyla yazılmış oldu. Irak Lübnan gibi siyasal kantonlara etnik ve mezhepsel temelde ayrılmış oldu.

Saddam diktatörlüğü yıkılıp gitmiştir. Bölgemizin başına olmadık belaları yarat, insanlık dışı cürümlerin faili, Kürt halkına karşı jenositlerin uygulayıcısı, Arap ırkçılığıyla ülkesinin demografik dokusunu alt üs eden böylesi bir diktatörlüğün yıkılması geç bile kalmıştır. Kimin yıktığı ya da kimin yıkacağı konusu ayrı bir sorun. Her zaman öznel niyetlere bağlı gelişmeler vuku bulmaz, kimi sorunların çözümü hiçte arzu edilmeyen ve yeni belaları getirecek güçlerce de çözülebilir. Buda bir gerçek olarak yerini alıp sorunlar yumağına eklenir; ancak sonuçta, bölgemiz bu güne kadar süren tüm belaların kaynağında yatan bir diktatörlükten kurtulduğu açıktır.

Irak artık eski ırak değil. Her siyasal öbeği, her mezhebi, her etnik dokusu bölge ve dünya güçleri içinde kendi müttefikleriyle siyasal arenanın içinde gergin bir güç dengesi oluşturmuş bulunmaktadır.

ABD, geride kalan son askeri gücünden 50 000 askeri çekmesine karşın, özel bir askeri güç olan 56.000 Blackwater adlı suç makinesi “askerlerle” siyasetin merkezinde olmaya devam etmektedir. Özellikle kimi zayıf güçler ya da geçmişin tedirginliğini üzerinden atamamış etnik topluluklar, ABD’nin varlığını kendi varlık güvencesi olarak görmekte ve ABD’nin yoğun bir askeri güç olarak Irak’ta daha uzun süre kalmasını istemektedirler. İç siyasette güç dengeleri için gündemde olan bu talep bölge ülkelerince ve Irak halkı tarafından olumlu görülmemektedir.

Her şeye rağmen dünden farklı bir Irak’la karşı karşıya olduğumuz gerçeği bizi bölge yorum ve değerlendirmelerinde doğal olarak yeni ölçülere yöneltecekti. Irakta bir biçimde bir güç odağına bağlı o5lmayan bir siyasal var oluş uzun bir süre sahneye çıkmakta zorlanacak gibidir. Buna rağmen, bölge siyasetinde binyıllardır adı anılmayan Kürtler gibi güçler de siyasal sahnenin orta yerinde rollerini oynamaya başlamıştır.

Irak bu tablonun ağır yükü altında 7 Mart 2010 de yapılan seçimler üzerinde 9 ay geçmesini rağmen hükümet kuramamış olması, öncelikle üzerinde durulması gereken en önemli olaydır.

Seçimler üzerinde bu ölçüde zaman geçmesine karşın hükümetin kurulmaması, dış güçlerin etkisi bir yana öncelikle Irak siyasal güçler dengesinin başa baş durumuna bir işarettir. Gerçekten de karmaşık dokusuna rağmen Irak’ta Kürt siyasal güçleri dışında Şii zemin üzerinde olan siyasal eğilimler (Kanun Devleti listesi ve Irak Ulusal İttifakı, toplam 159 milletvekili) ve diğerlerinden oluşan (İyad Allawi önderliğinde El Irakıya listesi, Sünniler, Laikler, eski Baasçılar ve Baasçı Kürtler HEDBA vb, toplam 91 milletvekili) iki temel gücün rekabeti sürmektedir. Bu rekabet bile başlı başına, eski rejim artığı Baasçıların gücüne ve toplumdaki laik kesimlerin köklü duruşlarını ifade etmektedir.

Her şeye rağmen bu iki güç kendi başlarına hükümet kuracak sayısal çoğunluğa sahip değildir. Aranan 163 milletvekilliği bir araya getirilememektedir. ABD, Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır gibi ülkeler, Sünni etkinliğini içinde barındıran, İyad Allawi’nin liderliğini yaptığı El Irakiye listesi ne yoğun destek verdikleri bilinmektedir. Bu liste Baasçılarıda ihtiva etmesi dolaysıyla Suriye’nin de ilgilendiği, dirsek temasının yoğun olduğu, desteğini de verme eğiliminde bulunduğu bir siyasal oluşumdur.

Diğer yanda ise Nureddin El Malki’nin Kanun Devleti Listesi, destekçileri olan Ammar El hakim ve Muktada El sadır önderliğindeki Şii ittifakı İran’ın desteğini ve önemli oranda Suriye’nin de desteğini almaktadır. Bu destek bölgede yükselen güçlerin desteği anlamına geliyor. Bu açıdan diğerlerinin desteğinden daha yerleşik, daha yerli ve güçlü olduğu hissedilmektedir.

Kürtler bu iki temel güç arasında bir denge unsurudur. Yerel güçlerin desteğini alan Şii ittifakıyla yakınlaşması ise uzun erimli bakışın bölgede komşularıyla yaşam dayanışmasının ABD gibi geçici güçlerin yanında olmaktan daha çok tercih edileceğini gösteren duruşlar sergilemektedir. Her ne kadar Kürtler arasında Talabani ve Barzani’nin tercihleri arasında da nüans farklılıklar olsa da. Özellikle ABD’nin, Irak Cumhurbaşkanlığı makamında Talabani’nin durmasını istememesi, Kürtlerde bu eğilimi daha da güçlendirmiştir.

Bu tasnifte ortaya çıkan üç temel güç bulunmaktadır. Üçüncü güç olan Kürtler, Irak’ta herhangi bir ülkedeki üçüncü güç ya da seçimlerden çıkan bir ara güç, anahtar güç olarak ele alınamazlar. Çünkü Kürtler, ayrıca özerk bir bölgenin ve bu bölgenin ekonomik kaynaklarıyla birlikte özgün bir yere ve çok boyutlu ağırlığa sahiptir. Öyle ki, iç siyasi istikrarını Irak bütününe göre çok sağlam oluşturmuş, genç ve yeni bir kuşağın dinamizmiyle, sadece Irak sahasında değil, bölgede de önemli bir cazibe merkezi haline gelen Irak Kürdistan bölgesi Irak siyasi etkinliklerine daha iyi bir zeminde rol oynama şansını artırmaktadır.

IRAK’TA KÜRTLERİN SİYASAL AĞIRLIĞI

Irak’ta Kürtler işgal öncesi dönemin en ağır kefaretini ödeyen topluluğudur. 20.yy Irak tarihi bir ölçüde Kürtlerin çektiği acımasız kıyımların da tarihidir. Bu tarih Ülkemizin tarihinde Kürtlerin çektiklerinden çok farklı değildir.

Irakta Saddam Baas diktatörlüğünün Arap ırkçılığına kadar uzanan sindirme, asimile etme, baskı ve zorbalığı, Şiiler maruz kaldığı baskıları çok katlayan bir durumdur; Şiiler daha çok, İran-Irak savaşı sonrasına denk düşen mezalim yaşamıştır.

Bölgemizde hakim olan tek ulusçu ilkel zihniyet, Kürtlerin bu ülkelerde çektiği acıları görmemezlikten gelerek, hakları olan kazanımları da fazla bularak olaylara yaklaşım yaptıkları bilinmektedir. Bu milliyetçi algılar, Saddam diktatörlüğünün yıkılması ardından açığa çıkan Kürt etkinliğini çok fazla bulmaktadırlar; “Kürtler haklarından çok fazlasını aldılar” yönünde milliyetçi refleks yorumları ortaya çıkmıştır.

Oysa Kürtler, bölgedeki 30 milyonu aşkın nüfusuyla, tarihte ilk kez yaşama, ziraata açtığı ve anavatan haline getirdiği bu topraklarda diğer milletler gibi kendi bağımsız ve özgür devlet sahibi olmalıydılar. Bu da onların ana sütü gibi haklarıdır. Kürtler ortak yaşam, barış ve kardeşlik adına haklarından feragat etmekte özverili davranarak gerçekten uygar bir ulus olduğunu ortaya koymaktadır. Bu satırların yazarı Arap orijinlidir, Kürtlerle ilgili bakış açısı bölgemizde uzun yıllar süren gözlem ve deneylerinin ışığında, her türden milliyetçiliğin bölge halklarının en büyük düşmanı olduğu algısından ortayla çıkan doğrularını oluşturmaktadır.

Kürtler haklarını tümüyle almamıştır. Buna rağmen siyasetin orta yerinde diğer her taraf gibi yoğun ve güçlü bir etkinlik olarak belirmiştir. Bu gücün ve etkinin kaynağında dünüyle bu günüyle doğrular arkasında dik duruş yatmaktadır. Özveri ve bedel ödeme yatmaktadır.

Bu gün Kürtlerin Irak siyasetinde anahtar rolü oynamalarına yol açan üstelik bunun de ötesine geçmelerine zemin hazırlayan da bu sağlam alt yapıdır.

Kürdistan, Kürt siyasetinin bölgemizin her köşesinde, her Kürt siyasi eğilimi için en önemli ve en zengin alt yapıdır. Bu zeminin ulusal bileşke sağlamlığı kadar, ekonomik potansiyellerinin gücüyle de yakında ilintilidir.

Kürdistan, bir kara alandır. Denizlere açık değildir. Kürtlerin makus kaderlerinde bunun rolü çok büyüktür. Ama bir kara ülkesi olarak, toprakları komşuları tarafından haksızca gasp edilmiş olmasına karşın her devlet içinde hesaba katılan bir potansiyel güç olarak varlığını sürdürmüştür; ayrıca Kürdistan’ın coğrafi konumu, Kürtler için tüm komşularıyla yoğun iletişim ve geçiş alanı olması anlamında da ayrıca bir zenginlik olarak değerlendirilebilir. Nitekim bu rol Kürtler özgür oldukça daha belirgin olmaktadır.

Bu açıdan Kürt siyasetinin gücü Kürdistan’dan geliyor demek yanlış değildir.
Bu güçlü alt yapının, Saddam diktatörlüğüne karşı savaşın her aşamasında, sadece Kürtler için değil Araplar ve İranlı içinde bir sığınak, bir güvenli limandır. Saddam Diktatörlüğünün yıkılmasında Irak’ın en düzenli gücü olarak Kürtlerin katkısı da az değildir. Bu nedenle, bu gün Irak tüm olumsuz süreçlerine, ABD’nin yıkıcı etkilerine, İsrail’in bin bir oyunla oluşturduğu kapanlara, mezhepsel algıların ilkeli ve yaygın duruşuna karşı varılan konjonktürde Kürtlerin Irak devletindeki kazançları abartılacak türden sayılamaz; Bu tabloda, Irak Cumhurbaşkanlığı (Celal Talabani), Dış İşleri Bakanlığı (Hoşyar Zibari), Genel Kurmay Başkanlığı (Ebubekir Zibari)ve Kürdistan Özerk Bölge Başkanlığını (Mesut Barzani) elinde tutmak kimisinin sandığı gibi ABD işgalinin ucuz kazanımı değildir.

Bu gün Irak siyasal arenasının tüm güçleri bir biçimde Kürt hareketinin ev sahipliğinden yararlanmış ve Kürtlerin bir azınlık olarak taşıdıkları kaygılara karşı saygılı ve duyarlı oldukları açıkça bilinmektedir. Bu algılar Kürtlerin Irak yönetimindeki rol paylaşımını da belirleyen etmenler arasındadır.

Kürtler özgür oldukça kendilerini tanımaya güçlerini ve bunun kaynaklarını keşfetmeye başladılar. Doğal olarak da bu güçlerini kullanırken tecrübe sahibi olmaya başladılar. Bu gelişmeler Kürtleri daha özgür ve bölgemizde ortak paylaşım için daha duyarlı olmaya, daha yapıcı ve kapsayıcı rollerle kendi yerlerini belirleme olanağı yarattı.

Kürtler, Irak devletinin yeniden yapılanması ve ilk hükümetlerinin kuruluşunda, devlet etkinliklerinde aldıkları rollerle bunu hakkıyla yerine getirdiler. Kürtler her şeyi doğru yaptılar demek elbette ki doğru olmaz ve abartmadan öteye geçemez. Ancak Kürtler özgürleştikçe, kendi hatalarından sıyrılıp bu bölgenin bir yerli halkı olarak diğer halklarla ortak karar alma ve eşit paylaşım ilkesiyle ilişkilerini yoğunlaştırdıkça, kendi haklarını da eksiksiz alma yönünde başarı kazanmış olacaktır. Bu ilerleme dış müdahalelerin aşılmasıyla da taçlanacağı açıktır.
Burada teslim edilmesi gereken önemli bir nokta şudur.

Kürtler, on yılların emekleriyle elde ettikleri siyasal güçlerini, sadece kendi dar milli çıkarları için kullanma eğilimi içinde olmadılar. Dünyadaki hiçbir ulusal kurtuluş hareketinde olmadığı kadar milliyetçilikten de uzaktadırlar. Tarihleri boyunca esir olan Kürtlerin, özgürce siyaset yapamadığı, özgürlüğünü kazandıkça da ortak ve eşit davranışıyla milliyetçi bir taasup (tutuculuk) içinde olmadığını göstermiştir.

Kürtler, kendi fırsatlarını en iyi şekilde değerlendirmeyi bildikleri ve bilebilecekleri kadar, bunun bölgemizde bencilce ikame edilemeyeceğini de bilirler. Bunun için de önemli adımlar atabileceğini, atmakta olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu gün Irak hükümetinin oluşumunda oynamakta olduğu rol bununu bir belirtisidir ve makalemin de temel konusudur.

IRAK HÜKÜMETİNİN KURULUŞUNA DOĞRU

Bölgemizin temel sorunları 20.yy sorunlarıdır. Bu sorunların kaynağında bölgemizin tüm dengelerini ve kimyasını bozan I. Dünya savaşı yer almaktadır. Emperyalizm çağı bölgemiz için bir hüsran çağıdır. Kıyım, yıkım ve parçalanma çağıdır; böl-yönet çağıdır.

Bu gün hala bu savaşın kapanmamış dosyalarını, yaraların kapatma mücadelesi içindeyiz.

Bu sorunlar, güvenlik, toprak ve su sorunu olarak sıralamak yanlış olmayacaktır. Her üç konuda da bitip tükenmez med ve cezirler yaşanmış, bölgemizin kuşakları art arda heder edilmiştir. Dış güçlerin bölgemize girişi de bu ortamın kesilmeden süren kaoslarına neden olmuştur.

Tel armandan bu güne uzanan sürecinde kimi durgun dönemleri olsa da bölgemiz, özellikle 20yy la birlikte yıkımların en büyüğüne uğramıştır.

Bu süreci, II. Dünya savaşı ve soğuk savaşın girdapları takip etmiştir. Bölgemizin ulusal özgürlük uyanışına karış amansız bir baskı ve sindirme çabası sürdürülmüştür. Bu amaçla ülkemiz ileri bir karakol haline dönüştürülmüştür. NATO’nun, Bağdat Paktının, CENTO’nun faaliyetleri, Lübnan iç savaşına (1958), Irak devrimine( 14 Temmuz 1958), Arap –İsrail savaşlarına taraf olmuş, bölge halklarına karşı dış güçlerin yanında yer almıştır. Haksız tarafın bir maşalığını yapmıştır.
Bu tarz politikalar, bölgemizde politikanın nasıl olmayacağına önemli bir göstergedir.

Bölge halkları bu politikaların kimin yararına olduğunu iyi bilirler. Bu tür politikalara karşı da kaygı ve tepki beslerler. Bu yüzden Cumhuriyet kuruldu kurulalı, bölgemizin siyasal arenasına sokulmamıştır. Ülkemiz hep kapı dışarı edilmiştir.

Oysa kim ve ne olursanız olun, siyasetiniz herkesin yararına olan bir projeye sahip değilse, bölge siyasi arenasında yerinizde olmayacaktır. Kendi aralarında kanlı bıçaklı olanlar bile, bölge için olumlu bir siyasal önerme sahibi olduklarında, hak ettikleri yeri kazanmakta zorlanmazlar. İşin sırrı da budur; herkesin kazanacağı bir siyasal yönelim içinde olmaktır.

Bu kısa anekdotlar, bölgemizde siyasetin temel dayanaklarını belirlemeye yeterlidir.
Bütün bu anlatımların geleceği yer, Irak ve Kürtlerini bölge politikalarında ortaya koydukları performansla ilgilidir.

Kürtler, 9 aydır hükümet kuramayan ve bölgede ciddi tedirginlik yaratan Iraklı siyaset etkinliklerinin önünü açan bir paketle adım attılar. Barzani Kürt siyasal güçleri adına bu önermeyi Irak’ın önünü açmak, dünyanın yakından kaygıyla izlediği, bölgenin tedirginlikle içinde olduğu bu süreci daha olumsuz sonuçlara yönelmeden aşacak bir paketle sona erdirme adımı atmıştır. Bölge ülkeleri ve müdahil dış güçlerin başaramadıkları sorun Kürtlerin önermeleriyle aşılabilecek bir düzleme girmiştir.

Önerilerini herkesin kazanacağı ve anlaşacağı çizide bir programla ortaya koyarak Erbil toplantısını yaptı (8 Kasım 2010). Üç başkanlığı tespit etti ve bunu diğer güçlerin, bölge ve bölge dışı müdahil güçlerin de kabul etmesini sağladı. Bundan sonrası bir ay içinde Irak hükümetinin şekillenmesi takip edeceği kararını, ortak bir karar olarak aldırdı. 9 aydır süren bir kör düğümü böylece düğüm düğüm çözmeye başladı.

Bu adım, Kürtlerin bölge politikasındaki ağırlıklarını, yeteneklerini ve ilk sınavdaki başarılarını gösterdi. Kürtler özgürleştikçe bölge halklarının yararına ve buradan insanlık barışı için katkı yapabilecek bir rol oynayabileceklerini de açıkça göstermiş oldular.

KISSADAN HİSSE

Bölgemizdeki bu gelişmeler ülkemizin alacağı derslerle doludur. Barış içinde birlikte yaşam özgürlük ve demokrasiye dalyalı olması gereken bir yaşamdır. Bunun sağlandığı yerde, kardeşlik, eşitlik ve adalet olur.

Ortak ülkemizde Kürtlerin özgürlük ihtiyaçları, dar milliyetçi bir ihtiyaç değildir. Tersine Kürtlerin özgürlüğü bölgemizde ve ülkemizde ihtiyaç duyulan, sorunların çözümüyle ilgili bir açılımdır. Ülkemiz bu zenginliğini yasakçı zihniyetle köreltirken, Irak örneğinde Kürtler, önemli tercümelere imza atmaktadır.

Irak’ta ortaya çıkan bu ilerlemeden, ülkemizin yararlanması kıssadan alacağımız hissedir.

Komşularla sıfır sorun adı altında başlatılan politikalar, öncelikle iç farklılıklarımızla sıfır sorun üzerinden yürütülmelidir. Başarının olanağı da buradan geçiyor.

GERÇEKÇİ ROLLER VE DEMOKRASİ -II-

Mıkdat Abuzer

11 Kasım 2010


Veda rumuzlu arkadaş, uzun uzun izahına çalıştığım yaklaşıma karşı, refleks sayacağım "Bir SINIF KAÇKINI, BİR ELVEDA PROLETARYA diyen daha!" diye kestirip atmış.


Birincisi; hiçbir cümlemi bütünsel olarak ele almamış.

İkincisi; uzun yazımdaki bir dizi önermeye ilişkin gerekçeli tek bir cümlelik eleştiri yazmamış

Üçüncüsü; tarihsel örneklerim üzerine bir şey söylememiş.

Dördüncüsü; Marks’tan yaptığı alıntı ile benim algılarım arasındaki çelişkiyi çağrıştıracak bir bilgi vermemiş; farklı bir konu ve tartışma açısından bu (farklılık) mevcut olmasına karşın ortaya koymamış.


Siyasal sohbetimizde ya da tartışmamızda bu gergin söyleme gerek ve yer olmadığı için bir cevap verme durumunda olmayacağım.


Söyleyeceğim ve söylediklerim gerçek anlamda ayakları yere basan bir devrim ve demokrasi mücadelesi üzerine yapılmış önermelerdir. Bu nedenle, arayışım, siyasal sohbetim, tarihçe mutlak olarak ortaya çıkan doğruları inkar etmeden, gelecek için bir önerme yapmaktır. Bunun için bulgularımızı yazılarda sık sık aktarmaya çalışıyoruz. Bunu çok yalın ve ikircimsizce dile getiriyoruz.


Önceki yazımı bu nedenle özet halinde de olsa geniş tutum. Orada devrimci duruş ikircimsizce ortaya konmuş, burjuvazinin demokrasi karşısındaki konumu ve liberal aldatmacanın çapı da eleştirilmiştir. Ama aynı zamanda işçi sınıfının sırtına kaldıramayacağı yükleri yıkmak isteyenler de eleştirilmiştir. Tarihi derslere dayanarak da konu (demokrasi) ortaya konmuştur. Bunlara hiç cevap verilmemiş.


İddialı ve ezber bozan formüllere bir eleştiri getirilmemiş.

Sınıf mücadelesi ihmal edilmemesi gereken, demokrasi ve özgürlük için açabildiği alan ölçeğinde önemle ilgilenilmesi gereken bir mücadeledir, ama devrim yapabilecek bir mücadele olmadığı reformist sınırları aşamayacağını açıkça belirtmeme karşın, yanıt yerine tepki ortaya konmuş.


Tartışma sürecinde en azından Doğu Avrupa ülkelerinde devrim ve sosyalizm sohbetini yapacağımız açıktır. Bir gece ansızın kızıl ordunun II. Dünya savaşı sonucu başarısının ürünü olarak kurulan halk iktidarlarının siyasi kararnamelerle ilan ettikleri toplumsal mülkiyetin, bir başka gece ansızın neden gerisin geriye döndüğünü, neden geri dönüşü mümkün olmayan tarihsel devrimlerin yapılamadığını buna Ekim devriminin de dahil olduğu gerçeğini sohbet edecektik.


Bunun gibi bir dizi konu tartışılabilir. Bunları da devrimci mücadelede öznel olgunun ihmal edilmez rolünü ortaya koyarak, determinist kendiliğindenci yaklaşımların yetersiz olduğu vurgulanarak dile gelecekti. Tarihsel olarak 20.yy başlarında kurulduğu iddia edilen şey gerçekten yeni bir toplumsal üretim tarzı mı yoksa değimli bunları tartışacaktık. Önceki yazımda dile getirdiğim ve Marks’a göre tarihsel geri dönüşü mümkün olmayan devrim diye niteleyebileceğimiz, teknolojideki devrimin üretim ilişkisinde devrime yol açması olayını daha kapsamlı irdeleyecektik.


Sakın inkarcılık diye kestirip atmayın uyarımı bile dikte almadan böylesine peşinatçı bir yaklaşımın neresini Marksizme oturtmak mümkün olur anlamak güç.


Oysa sosyalistlerin öncelikle tartışması gereken budur.


Konumuz demokrasi. Önceki yazımda demokrasiyi net olarak devrimci bir çizgi üzerine oturtarak ve sistem dışı çıkış önerilerimi belirterek, liberallere ve burjuvazinin tarihi tükenmiş önerilerine eleştiri yaparak ortaya koydum. Bunun karşısında arkadaşın dile getirdiği şey malum "inkarcılık" suçlamasına ait bir refleksten öte olmamış.


Bu da bir görüş saygı duymak gerek.


Oysa benim amacım, bir fikir algısını birlikte geliştirmektir. Yoksa birbirimize sert sözler söyleyerek anlamsız ve sığı bir sağır diyalogu değildir. Böylesi kimseye bir şey kazandırmaz.


“Ne söylenirse söylensin, biz bildiğimizi ve 200 yıldır söyleneni tekrar edeceğiz, sana ne, burada bu görüşlere yer yok” deniyorsa, bu ayrı bir hadise. Saygı duyar, tartışmaya devam etme gereği de kalmaz. Birbirimize sert sözler söylemeye de…


Önceki yazımı iyi okursanız, tersine ben sınıf mücadelesini diline pelsenek yapanların, “komünist devrim, sosyalist devrim” diye her satırda bir ton cümle ve slogan atanların, esasında devrimci olamayacaklarını, tarihi örneklerle ortaya koydum (devrimci olmamak, karşı devrimci olmak anlamında değil). Gerçek devrimciliğin ise demokrasi ve özgürlüğü sonuna kadar savunmaktan geçtiğini ve geleceğin yeni üretim ilişkisine yol açmanın ana yöneliminin bu olduğunu izah etmeye çalıştım.


Bu noktada kim devrimci kim reformist olur bunu net ortaya koymak gerek.


Yazımda tarihi örnekler verdim. Ama eleştiren arkadaşlar tersini gösteren bir örnekle cevap vermediler. 200 yıllık işçi sınıfı mücadelesine bakalım dedim, tersini kanıtlayan bir veri var mı onu görelim dedim?


Daha kapsamlı şeyler söylemedim. Sonraya bıraktım.


Yabancılaşma, tarihin en devrimci unsuru olduğunu anlatmadım, mülkiyet ilişkisinin tarihsel seyrinin toplumsal mülkiyete değil daha çok ufalanmış özel mülkiyete doğru olduğunu ve bunun daha yüksek bir sosyal sonuç yarattığından söz etmedim. Bunun gibi bir dizi önermenin tartışılmasını sonraya bıraktım.


Cevap diye Marks’ın Alman İdeolojisi çalışmasından yapılan alıntının neden yapıldığını , konumuzla ilgili hangi örneklemeyi gösterdiğini anlayana helal olsun.


Alıntıyı tekrar aktarayım, birlikte okuyalım.


"Bakalım Marks bu konuda Alman İdeolojisinde neler demiş!


"Şimdiye kadarki bütün devrimlerde faaliyet tarzına hiç dokunulmadı. Sorun bu faaliyetin sadece değişik bir dağıtımıydı, emeğin öteki kişiler arasında yeni bir dağıtımıydı. Oysa komünist devrim, daha önceki faaliyet tarzına karşı yönelir, emeği ortadan kaldırır."(Karl Marks-Alman İdeolojisi)" diye yaptığı alıntının konumuza getireceği somut bir açıklık olduğu kanısında değilim.


Bu alıntıyı yorumlayacak olursak,


Çok soyut bir söylemle "komünist devrim" tanımlaması Marksist termonolojide farklı anlamlarda kullanılmasına karşı, kapitalizme karşı yapılan devrim ve sonrası uzun bir sürecin işlevlerini de içerdiğinden söz etmek yanlış olmayacaktır.


"Emeği ortadan kaldırır" belirlemesi ise bu günün algıları itibariyle oldukça tartışma götürür 19. yüzyıl siyasal sonuçları kapsamındadır. Üretim araçları üzerindeki toplumsal mülkiyetin böylesi bir sonuç yaratacağı beklentisi bana göre hiçte doğru bir beklenti değildir. Bunun birçok nedeni var ve 21. yy kıstaslarıyla uyuşması mümkün olmayan, ikamesi hayal bile olmayan bir önermedir.


Bu konular gerçek anlamda derinlemesine, akademik boyutlu bir tartışmayı gerektiriyor. Yeri geldikçe, sohbet belli bir düzeyin altına düşmedikçe bunları irdelemek mümkün. Doğru hiç birimizin tekelinde değildir: Esasında mutlak doğru da yoktur. Sorularımız var ve her birimiz kendi açısından bunlara cevap aramaktadır.


Veda arkadaş, bu alıntının neresinde Marks’ın “Komünist devrimin öncüsü işçi sınıfıdır” dediğini göstermemiş. Bunun için de dönmüş bir kez daha yazmış, açıklama yapma gereği görmüş. Ama yaptığı açıklamada da “komünist devrimin öncüsü işçi sınıfıdır” belirlemesi bulunmuyor. Bunu çağrıştıran bir yaklaşım bile yok.


Alıntısına yaptığı açıklama da şu:


“Marksın EMEKTEN kasti,ücretli emek,yabancılaşmış emektir.
Nedir bu Ücretli Emeki Yabancılaşmış Emek?
Sermayeyi var eden,sermayenin kendini onun üzerinden olumladığı bir olgudur.
Sermaye,üretim araçlarının özel mülkiyetini kullanarak,emeği,tahakküm altına alır,onu ücretli emek,yabancılaşmış emek haline getirir.
Komünist Devrim , üretim araçlarının özel mülkiyetine son vererek,ücretli emeği,yabancılamış emeği ortadan kaldırır.” Diyor


Konumuz demokrasi olduğu için bu satırlardaki açıklamaları detaylı eleştirmeyeceğim. Ama yukarıda da ipucu verdim, mülkiyet ilişkisinin tarihi seyri toplumsal mülkiyete gitmiyor dedim. Siyasal devrimlerin kararları geri dönüşü olmayan tarihsel devrimler üretmez diye işaret ettim. En önemlisi de emek yabancılaşmasının ortadan kalktığı zaman yaşamın biteceğini belirtmek isterim.


Engels güzel söylüyor “İşbölümü arttıkça yabancılaşma artar” tarih daha da derin işbölümlerine yöneliyor bu nedenle yabancılaşmanın tarihteki rolü devrimcidir. Olumsuz değildir, tersine en olumlu olandır (bu da ezber bozan bir cümle) Bu konuda yazılmış önemli tartışma makaleleri var “Yabancılaşmanın Devrimci Dinamiği” başlığı altındaki makaleyi
http://mirural.blogspot.com/ linkinden arşivden bulup okumak mümkün.


Veda arkadaş, Marks’tan yaptığı alıntıyı neden yaptığını anlamak güç, ama yine tekrarla belirteyim. Kapitalizm üretim araçları özel mülkiyeti üzerine kurulu bir sistemdir. Bu sistemi var eden burjuvazi kadar iş gücünden başka satacak bir şeyi olmayan işçi sınıfıdır. Bu iki zıt olgu olmadan kapitalizm diye bir sistem tarih sahnesine çıkamazdı.


İşçi sınıfı bu özelliğiyle, “komünist devrim” yani tarih sahnesinden kapitalizmi yok edecek bir devrimi nasıl yapar. Önce insafa gelmek gerek. Sonra materyalistçe düşünmek gerek yadsınmanın yadsınması kanunu gereği deyip, Marks’ı anlamak gerek. Böylesi bir devrimi ancak kapitalizme ait tüm verileri ortadan kaldıracak yeni bir üretim ilişkisi, yeni bir uygarlığın ve ona ait temel kitlesel güçlerin işi olduğunu belirlemek gerek.


Arkadaşlar işçi fabrikasının çalışır halde olmasını istiyor, sınıfı iradesi ve refleksinden söz ediyorum. Bir sınıfın var oluş özelliğinin doğal ve kaçınılmaz istencinden söz ediyorum. Birey olarak işçiden değil.
Feodalizmi yıkıp kapitalizmi kuran serfler değildi, kapitalizmi yıkıp daha ileri bir toplumsal formasyona geçişi de İşçi sınıfı yapamaz. Bu iş işçi sınıfının doğasına aykırıdır.


Bu açıdan, II. Enternasyonali, Sarı sendikacılığı anlamak gerek. İşçi sınıfı oralara boşuna koşmadı. Bu bir tarihsel belirlemedir, onlar doğruydu demek değildir. Tersine, onlar kendi burjuvazilerinin kar hırsları peşinde sosyal şoven oldular ve tarih onları mahkum etti. Bolşevikler kararlı insanlar olarak siyasal devrime, öznel öğenin mümkün olan en görkemli özverilerle bir siyasal iktidar kuruluşuna yöneldiler. Bu da bir tarihi belirlemedir ve yerimiz açıkça buradaydı. Ama bu, 21.yy için geçerli bir örnek bir tekrar olamaz. Olmamasının gerekçesi için şahit getirmeye gerek yok.


Yukarıdaki yazımda da dile getirdim, Sosyalizmin sorunu yanlış politikalar, yanlış yöneticiler değildir dedim. Sorun nesnel verilerin yetersizliğidir. Bu yetersizlik üzerine oturtulan siyasal zorlama kaçınılmaz olarak olanlara böylesi sonuçlara yol açmıştır.


Tarih hareket halindeki geçmiş değilse, vakıa budur. O koşulların tüm olumlulukları, insanlığa yaptığı dev entelektüel katkılar ve fiili adamlar bizim geçmişimiz ve onurumuzdur ama bu geleceği kurmaya yetmiyor. Müflisin geçmişini sermaye yapıp övünmesi, yeniden bir yükselişe yol açmıyor. Bunu için tek tek verileri yeniden ele almak ve tartışmak gerek. Geçmişin statüleri, kodlamaları, paradigmaları 21. Yy için çok gerçekçi sonuçlar yaratamaz; aynı şeyi tekrar etme çabası mümkün değildir, mümkün olsa bile komedi olur.


Geçmiş kodlamaların devrimlerinin, çoğunluğu temsil ettiği iddiasında da olsa birer azınlık devrimleri ya da darbeleri olarak gündeme gelmelerini izah etmek gerek. Bu tarihimizle bir yüzleşmedir.

Bu yaklaşımlara şunu eklemek yanlış olmayacaktır; İşçi sınıfı, doğası gereği sisteminin yıkılışına karşı çıkacaktır. Sarı sendikacılıkta açık örneğini gördüğümüz, bu gün yer yüzenin her alanında ezici bir çoğunluk tutumu olarak gündeme gelen, burjuvaziyle omuz omuza fabrikası çalışsın diye özveride olma tutumu İşçi sınıfının tutumudur.


Kimse bunun geçici, koşullar nedeniyle diye düşünmesin, olay sınıfın doğasıyla ilgili bir davranıştır bunu artık anlamak gerek. Serflerin feodal ağalarının yanında gelişen burjuva devrimine karşı duruşları gibi bir duruş sergileyecektir (Hegel’in “tarihsiz uluslar” söylemini tekrar gözden geçirin). Bu cümleler bir inkar değil bilimsel veridir. Sınıfı kendi niteliğinden kaynaklanan davranışlarıyla tarihteki gerçekçi yerine oturtmaktır. Bu yaklaşım Marks’ın 19 yy siyasal sonuçları ve önermeleriyle çelişkiye düşebilir ama felsefi olarak katıksız materyalist bir yaklaşımlardır. Devrimi ve devrimciliği bir yere bağımlı kılmak ise doğru değildir; devrim ve devrimcilik soyut kavramlardır; zaman ve mekanla içi doldurulur kavramlardır. Feodalizme karşı burjuvazi ve işçi sınıfı devrimciydi. Burjuvazi bu gün karşı devrimcidir. İşçi sınıfı haklarını elde edememiş olması nedeniyle hak kazanım mücadelesine devam etmekte ve reform taleplerini ısrarla savunmaktadır. Bu savunu, yeni bir toplumsal sisteme götürmez, sistem içi iyileştirmelere götürür. Bu nedenle geleceği temsilen yeri devrimci güçler, soyut devrim ve devrimcilik kavramlarının içini dolduracaklar. Bunu görmek gerek.


Marks ne tanrı ne de peygamber. Öyle olsa bile içtihat kapısını sonuna kadar açık bırakanlar öncelikle Marksistlerdir. Tefsirlere gelince her halde dincilerden geri kalmamamız gerek; her Müslüman’ın kendi kuran tefsiri, hatta kendi Allah ve peygamber algı çeşitliliği içinde zenginleşirken bunu Marksistlere yasaklamak uygun değildir.


Bu noktada biraz durup düşünelim, proletaryaya elveda diyen kim? Onu birlikte bulalım.


Onu göklere çıkarıp, omzuna yapamayacağı görevleri yükleyerek aylaklarının altını boşaltanlar mı? Yoksa onun sürece katacağı en yoğun katkıyı da değerlendirip tarihi yerine oturtanlar mı?


Buyurun bu soruya cevap verin.


Arkadaşlar, tarihte olması gerekenler olmuştur. Bu öznel öğenin de katkısını sonuna kadar içeren bir yaklaşımdır. Nesnel ve öznel verilerin olgunluğu bir sürecin birbirini tetikleyen unsurlarıdır, birbirinden koparılamaz. Materyalistleri kimse düşüncenin maddeden önce geldiğine ikna edemez. Bu doğru da değildir. Bu algı Marksizmin temelidir.


Yeryüzünün en akıllı beyinleri bir araya gelse de (ki gelmişti) nesnel olgunluğu yeterli olmayan bir düşünceyi ikame edemez. Düşünceye uygun bir sistem kurulamaz. Maddi verileri yadsınmanın yadsınması gereği ortaya çıkan gelişmeler kendi üst yapılarını da olgunlaştırırlar. Öznel girişim (devrimci girişim) bu veriler üzerinde tarihsel rollerini oynar.


Önceki yazımda söylenenler “proletaryaya veda edenlerin” söyledikleri değildir. Önceki yazımda ortaya koyduğum yaklaşımda açıkça liberalizmi eleştiren bir algıdır. Bu algı gerçek bir devrimci mücadelenin en önemli görevlerini önüne kaymaktadır. Hayallerle vakit tüketme işi değildir.


Bu nedenle konumuz olan Demokrasi mücadelesi sorunu mihverinde tartışmalarımızı verilerle, örneklerle, tarihle yerli yerine oturtalım.


Veda arkadaş “demokrasi ve özgürlük soyuttur” cümlem üzerine sert tepki göstermiş.


Ama ilginçtir ki, aynı şeyi tekrar ederek beni eleştirmiş. Dikkatli okur bunu hemen yakalayacaktır.


Önce bu konudaki sözlerimi tekrar aktarıyorum:


“Demokrasi ve özgürlük soyut kavramlardır. Bu kavramlar, her çağda kendine göre anlam kazanır; kölelikten feodalizme geçerken, feodalizmden kapitalizme geçerken hep bir ihtiyaçtır ancak tarihsel kesit farklılığı gereği zaman ve mekan olguları gereği, birbirinde amaç ve yönelim olarak da farklıdırlar.


Şimdi de kapitalizmden yeni bir uygarlığa gidişte, demokrasi ve özgürlüğü sonuna kadar derinleştirme ihtiyacı vardır.”


Bu cümlelerim açıkça, bu soyut kavramların her çağda kendine göre anlamları vardır, içi öyle dolar diyorum. “Tarihsel kesit farklılığı gereği zaman ve mekan olguları gereği, birbirinde amaç ve yönelim olarak da farklıdırlar” diyorum.


Tarihte burjuva demokrasisinin olduğunu ve burjuvazinin devrimci çağı olduğunu dile getiriyorum. Sonra bu dönem bitti diyorum, demokrasi artık ne burjuvazinin ne de liberallere ait bir olgu değildir, diye atını çiziyorum. Demokrasi bu çağın devrimcilerinin omzundadır, diyorum.
Bu kadar somut konuşurken arkadaş neye dayanarak benim bu kavramların boş olduğu anlamına gelen soyut kavramlar dediğimi iddia edebilir ki?...


Buradan anlıyorum ki, Veda arkadaş yazdıklarımı dikkatlice okumamış. Dolaysıyla
“Demokrasi ve Özgürlük soyut kavramlarmış!
Biz Marksistler için soyut değil, somut kavramlardır.
Hangi Sınıf için DEMOKRASİ, Hangi Sınıf için ÖZGÜRLÜK biz bu soruları sorarız!
Bizim için Özgürlük ve Demokrasi, toplumsal sınıflardan bağımsız değildir.” Demesini bir yere oturtmak güç.


Aramızdaki algı farkına gelince bunu inkar edemem.


Üstelik çok derin. Ama önce bir gerçeği teslim etmeli. Öyle afaki, suçlama olmaz. O gerçek demokrasi ve özgürlüğü kendi açımdan ayaklarını yere bastırdığımı bilmelidir; kavramları soyut diye tanımlamak yok saymak, boş saymak olmadığını bilmesi gerek. Zaman ve mekan farklılıklarıyla içleri doldurulmuyor olsaydı dediği doğru olurdu. Ama öyle değil.


Bu örneği Cumhuriyet için de söyleyebiliriz. Roma ve Atina cumhuriyeti de cumhuriyet Türkiye cumhuriyeti de İran cumhuriyeti de. Roma demokrasisi ve Atina demokrasisi gibi…


Aramızdaki farka gelince. Arkadaşa göre Proletarya demokrasisi (diktatörlüğü) Sosyalizm ya da geçiş sürecinin demokrasisidir.


Bu benim için tartışma götürür bir yaklaşımdır ve işçi sınıfı üzerine söylediğim her şeyi bu konuda da tekrar etmemi gerektirir.


İşçi sınıfı, kapitalist sistemin sınıfıdır. Kendi sisteminin dışında, ötesinde bir demokrasi algısı yoktur ve olamaz da. Fikir maddeden önce gelmez. Kendi sistemini aşan bir demokrasi önermesini yapan işçi sınıfı bunu vahi ile almış olabilir ama nesnel dokusundan üretemez.

Bu denendi ve olmadığı da açıkça ortaya çıktı. Şeyh Bedreddin de çok arzuladı ama hiç olmadı.


Tam bu noktada kim materyalist düşünüyor? Kim metafizik? Belli olmuyor mu?



Sonuç;


Ülkemizin devrimci hareketi önünde duran en önemli görev, acil çözüm bekleyen sorunları devrimci bir tarzda aşmak için yapabileceğimiz önermeleri bir siyasal programa çevirebilme yetimizdir.


Diğer yandan ise bu çabaların yeni bir üretim tarzı ya da yeni bir uygarlık kuruluşundaki yerini belirlemektir.


Bu iki sorun için önceki yazımda görüşlerimi ortaya koydum. Evrensel görevlerimiz ile yerel görevlerimiz arasındaki bağı daha çok demokrasi ve özgürlük bağlamında gördüğümü açıkladım. Bunun için illa eleştiri yapan arkadaşların anladığı anlamda bir sosyalist olmak gerekir mi bilmem. Ama bu medresede epey diz çürüten biri olarak, materyalist felsefeye bağlı kalarak, 19. yy dan çok farklı siyasal sonuçlara ulaşmanın Marks’ın ve Marksizmin ruhuna sadık kalınacağına inanıyorum.


Çok somut olması için de ülkemizde Kürt halkının özgürlük mücadelesini ve ülkemiz farklılıklarının (inanç, etnik, çevre, cinsel vb) demokratik taleplerinin sonuna kadar savunulması derinleştirilmesi ile evrensel ölçekte insanlığın yeni bir üretim tarzına, kapitalizmi yadsıyıp onun yerini alacak yeni bir üretim tarzına geçiş için mücadelenin birbiriyle çelişik olmadığını söyleyeceğim.

En yerel ve en basit hatta tarihsel olarak geç kalmış bir demokratik hakkı, burjuva demokrasisinin derinlemesine ve genişlemesine sağlayamayacağını belirtiyorum. Böylesi bir hakkı ancak burjuvaziye ve sistemine karşı geri dönüşü mümkün olmayan tarihsel bir devrimin ikame edebileceğine inanıyorum. Bunu da yalnızca devrimciler yapabilirler; liberallerin aldatıcı reformları ise bu sonucu asla üretemez diyorum.


Bu nedenle ülkemiz demokrasisinin kaderi bir ölçüye kadar farklılıkların bu mücadeleye daha etkince katılmasına bağlıdır diye düşünüyorum. Bunu da burjuva sistem kapsamında gerçekleşebilir olarak görmüyorum. Sistem içinde açılacak alanlar vardır, ama sonuç anlamında bu mümkün değildir.


İşçi sınıfının sınıf mücadelesini, yani kapitalizmin bu temel sınıfının burjuvaziyle olan mücadelesini reformist olarak görsem de demokrasi alanlarının genişletilmesinde yapabileceği katkılar nedeniyle içinde olmanın gerekliliğini ifade ediyorum.


Sözlerimi burada noktalıyorum. Tüm arkadaşlara başarılar diliyorum.

20 Kasım 2010 Cumartesi

MİLLİYETÇİLİK BİZE HEP ZARAR VERDİ

Mustafa Köse

7 Kasım 2010


Milliyetçilik iyi mi? Sanmıyorum. Küresel dünya şartlarında ‘’yükselen değer’’olarak tarif edilmesi doğru mu? Evet, böyle söyleniyor. Lakin ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Ancak milliyetçilik bir dünya gerçeğidir. Tarihte önemli roller oynamış ‘’bir duygu ve çıkarlar yumağıdır’’. Zulme ve sömürüye karşı bazen ilerici olurken, bazen de zulmün ve sömürünün aracı olmuştur. Çoğu zaman da ayak bağıdır. Yapmanız gerekenleri alıkoyar. Bizde olduğu gibi.Çünkü bizde hep böyle olmuştur.

İmparatorluğun Hıristiyan toplulukları birer birer ayrılırken, Osmanlı Müslüman özellik kazandı. Balkanlardan, Kafkaslardan sökülmeye başlamasından itibaren imparatorluk, Türk-Arap devleti haline gelmişti. Bu sürecin başlamasıyla, Türk’ün üstünlüğünü vurgulayan her girişim,Türk-Arap dengesini bozdu. Arap milliyetçiliği,Türk milliyetçiliğinin tepkisiyle adım adım açığa çıktı.İlk aşamada Suriye ve Lübnan da eğitim görmüş bazı Müslüman ile Hıristiyan aydınların öncülüğünde Arapçılık harekatı gelişmeye başladı.Harekatın kökleri arasında Arapların geçmişine dair ve İslam reformcuları ile İslam öncülüğünde Arapların üstün olduğu tezine dayandı.1908’de jön Türkler iktidarı ele geçirince bu çelişki daha da arttı ve çatışma haline geldi. Başta ittihat ve terakki olmak üzere, Osmanlı merkezine hakim Türk seçkinlerin attıkları her adım, Arap milliyetçiliğini körükledi. Osmanlı merkezindeki her ‘’Türkçülük üstünlüğü’’ girişimi Arapçılığı besledi.

Daha sonraları bilindiği gibi bütün Arapça konuşan bölgeleri kaybettik. Bununla beraber hızımızı almadan Anadolu içindeki Başta Ermeniler, Kürtler, Aleviler ve diğer azınlıkları darma dağın ettik. Küçük-büyük demeden Türk olmayan vatandaşları kıyıma uğrattık. Sürgüne gönderdik. Tek din tek ırka bağlı ülke yaratacağız diye ortalığı taru-mar yaptık. Sonda böyle bir ülke kurduğumuzu sandık. Ancak, tüm ırkçı girişimlere rağmen olmadı. Sadece huzurumuzu bozacak düşmanlık tohumlarını atmış olduk. , Ayrıca ve bunun yanında Ticareti ve sanatı iyi bilen, Yahudi, ermeni ve rum vatandaşların kaybı ekonomik olarak pahalıya mal oldu. Batı hayranlığımıza rağmen bundan sonra, batıda hor görüldük. Güvenimizi kaybettik. Dış güçlerin zemin bulacağı ortamı hazırladık.

Olanlar bir çeşit kader değildi. Uluslaşma sürecinde ayrılıkların tabi ki birçok sebebi var. Ancak ayrılmadan daha zengin ve müreffeh olmanın yolları da vardı. ABD 50 eyaletten meydana geliyor. ABD dünyanın süper gücüdür. Fransa, Belçika gibi devletler de birden fazla ulus barındırıyor ama kavga etmiyor.

O ırkçı zihniyetin mirası bu gün hala devam ediyor. Bunu en çok Kürt konusunda yaşıyoruz. 30 yıl içinde 50 bin evladımız öldü. İddialara göre 500 milyar dolara varacak bir mali bedele mal oldu. Türk-Kürt düşmanlığı tehlikeli boyutlara vardı. Barış ve huzur kaynaklarımız kurudu. Her günümüzü korkuyla yaşar hale geldik. Bir milliyetçilik bir başka milliyetçiliği körükledi. Sorunlar çıkmaz hale geldi.

Milliyetçi kesimlerimiz yine de kan dökmek istiyorlar. Savaş devam etsin istiyorlar. Dökülen bu kandan beslenmek istiyorlar. Ancak tarihte görüldü ki, kan kanla temizlenmiyor. Hele ırkçı ve anlamsız bir dava için kan dökmek sadece bir çılgınlıktır. Geriliktir. Açlıktır. Yoksulluktur. Ve nihayetinde bizde, askeri darbedir.

Sakin bir kafayla geriye bakma ve hesap yapma zamanı gelmiş olmalı. Milliyetçilik her süreçte, bize kar mı sağladı, yoksa zarar mı getirdi.

Bunları gözlemlemek için tarihçi veya bilim adamı olmak gerekmiyor. Haritayı açmak ve koca imparatorluktan geriye kalan sınırları görmek yetiyor. Bununla beraber gelir seviyemize, gelişmişlik endeksimiz bir şeyler anlatıyor olmalı. Sonuç itibariyle görülecektir ki milliyetçilik, bize çok pahalıya mal olmuştur.

Artık milliyetçilikten vazgeçme zamanı geldi. Küresel dünya şartlarında bunun saçma olduğu kadar, aynı zamanda ayıp olduğunu kabul etmeliyiz. Bir arada ve ‘’vatandaşlık’’hukuku çerçevesinde sorunlarımızı çözmek şart haline gelmiştir. Daha fazla zarar etmemek, kaybetmemek için aklımızı başımıza toplamalıyız. Irkçı hamasetten uzak, çağdaş bir demokrasi kurmalıyız.

19 Kasım 2010 Cuma

CHP KENDİ TARİHİYLE HESAPLAŞMALIDIR

Hasıp Yiğitoğlu
18 Kasım 2010


Kılıçdarıoğlu nun,Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney in mezar ziyareti bir özeleştiri mi,günah çıkartma mı yada bir oyalamı mıdır.Önümüzdeki günlerde daha iyi anlaşılacaktır.
Farzedelim Kılıçdaroğlu nun niyeti CHP nin kemikleşmiş yapısını değiştirmek ve yerine yeni bir anlayışı geliştirmek olsun.
Doğrusu işi kolay değil.
Açıkçası Kılıçdaroğlu nun niyetinden kendi adıma şüphem yok.
Ancak,CHP sinin temel zihniyet diyasporası ve buna bağlı olarak siyasi,sivil ve askeri kanalları ikna edeceğinden pek emin değilim.
Hele,hele ülkemizin başına musallat olan ve içinde CHP ninde politikasını etkiliyen gerici,otokratik,faşist,emperyal, siyasi oligarşik güçleri hesaba katarsak Kılıçdaroğlu nun niyeti yeterli olmayacağı görünmektedir.
Merhum Bülent Ecevit dersi bu tespitimi doğrulamaktadır.
1977 seçimlerinde, Türkiye de solun nerdeyse tamamı, Komünistler, Sosyalistler, Sosyal Demokratlar, Bağımsız Devrimciler, Kürtler, Aleviler CHP’yi destekleyerek iktidara taşıma çabalarını en üst düzeyde tuttukları akıllardadır.
Ancak siyaset oligarşisi devreye girmiş CHP bir anda soldan kopmuş, solcuları da 12 Eylül faşist cuntasının acımasız can pazarı işkence tezgahlarıyla karşı karşıya bırakmıştır. Sonrası hepimizin malumudur.
CHP adım adım halkçılıktan uzaklaşmış temel anlayış politikası milliyetçilik eksenine iyice oturmuştur.
Onlarca yıl süren kirli savaşın toplumsal yaşamımıza verdiği derin acıları hissetme yerine ERGEKON avukatlığına soyunmuştur.
Kılıçdaroğlu niyet yönünden de olsa ilk yapması gerektiği, mezar ziyaretlerinden önce CHP nin Ergenekon avukatlığından dolayı Türkiye halkından özür dilemesiydi.
CHP kendi tarihiyle mutlaka hesaplaşmalıdır. CHP’nin tarihiyle yüzleşmesi Türkiye’nin en temel sorunudur.
Aksi takdirde hiçbir sövlem ya da etkinlik oyalamadan öte olmayacaktır.
Aklı selim her insanın bildiği gibi CHP si Cumhuriyetin gelişme dinamiklerini tıkayan temel unsurdur.
Genç Cumhuriyeti kısa zamanda Osmanlı zihin aklına mahkum ederek evrensel değerlerden kopartarak toplumu etnik ve inanç yönünden ötekileştirerek yaşanan savaş travmalarına neden olmuştur.
Ahmet Kaya’nın aramızdan fiziki ayrılışının 10.yılında mücadelesi, özverisi önünde saygıyla eğiliyorum.
Merak etme Ahmet,annelerin saçları yıldızlarınla parlıyor şimdi.

SINIF TEMELİ ÜZERİNE OTURMAYAN DEMOKRASİ MÜCADELESİ (-I-)

Mıkdat Abuzer


9 Kasım 2010


Mihrac Ural’ın “SON İTTİHATÇILAR ve CHP” başlıklı yazısını Sosyalist formum makaleler bölümünde yayına verdim

http://www.sosyalistforum.net/makaleler/44353-son-ittihatcilar-ve-chp-2.html#post191004


Güncel bir konu tartışmaya açılsın istedim. CHP üzerine düşünmenin sürece bir katkı olduğuna inanıyorum.


Kimi arkadaşlar bu makaleye esas konusunu da aşarak eleştiri getirdiler. Bu da çok olumlu oldu. Seviyeli yazılarıyla bu sitede tartışmanın okura bilgi birikimi açısından katkı yapacağı açıktı.

Bu sohbetlerin birinci bölümünü Ayrı Varlı blogunda okurlarla paylaşmak için iletiyorum teşekkür ederim.




Veda nikli arkadaş demokrasi konusunda “sınıf temeli” arayışını normal karşılamak gerek.


Ancak, sınıf kavramı ve sınıf mücadelesi algısı uzun bir tartışma konusu olduğunu belirtmeliyim. Buna rağmen özetle şunları söyleyerek konuya giriş yapayım.


Tarihin sınıf mücadelesine bir göz atalım.


Kölecilikten kapitalizme sınıf mücadelesinin hiç bir kesiti yeni bir toplumsal ilişki kuramadığını göreceğiz. Kölecilikte Spartaküs Roma kapıları önünde şaşırıp kaldı. Kölecilikten Feodalizme geçişi köleler yapmadı. Olan kölelerle köle sahipleri arasındaki ilişkinin reorganizasyonundan ibaret kaldı. Neden ?...


Feodalizme gelelim, serflerle feodaller arası sınıf mücadelesi, Münzer hareketlerinde olduğu gibi Krallıkların tahtları önünde diz çöktü, yeni toplumsal düzen yaratamadı, Kapitalizme geçişi serfler yapmadı. Neden?...


Çünkü, bir toplumsal üretim ilişkisinden çıkış ve yeni bir toplumsal üretime geçişi hiç bir zaman eski toplumun temel sınıflarından biri tarafından yapamazdı da ondan.


Bir toplumsal sistemin temel sınıfı, o sistemle birlikte tarihe gömülür. eski sistemin içinden çıkıp gelen yeni sınıflar, kendilerine ait toplumu öylece kurarlar. Diyalektiğin yadsınmanın yadsınması kanunu da budur. Tarihin tüm yeni üretim ilişkileri de öyle kuruldu. Tarihte soyutlama ile ortaya çıkacak kurallar bunu formüle eder. Sosyalizm de bunun dışında olamaz.


Dolaysıyla Kapitalizmin temel sınıfları arasındaki sınıf mücadelesinin son 200 yıllık tarihine baktığımızda, bu kural aynıyla tekrar ettiğini göreceğiz.


Ekim devrimi insan entellektuel birikimlerinin en yüksek dorukları olan sosyalist önderlerce yapılmasına karşın, sonuç değişmemiştir. Siyasal devrim ardından ekonomik yeni uygarlık ya da yeni üretim ilişkisini kuramamıştır. Bunun için gerisin geriye dönülmüştür.


Bu dönüşün nedeni hiç bir şekilde iradevi neden, yanlış uygulama değildir. Tersini iddia etmek Ekim devrimi önderlerinin bilgisini ve çabalarını küçümsemek demektir. Eksik olan, yetersiz alt yapı gelişimi üzerine yeni toplum kurma hayalidir. Bu eğilim, bu gün anlaşıldığı gibi çok ciddi temel eksiklikleri de taşımaktadır (ulusal sorun gibi, çevre, inanç, cinsiyet gibi sosyal konuları içermemesi ya da bunların tümünü bir potada algılamak gibi)


Sınıf mücadelesinin tarihi neyi anlatıyor. Bunu, tarihi iyi irdeleyip çıkarmak gerek.


Kestirmeden ifade edeyim, sınıf mücadelesi ihmal edilmez de olsa, içinde her ilerici gücün yer alması gereken bir sosyal, siyasal olay da olsa, ilgili olduğu sistemde reformdan öteye geçemez, yeni toplum kuramaz, yeni uygarlığa giremez. Tarihte de bunun tersini gösterecek hiçbir sınıf mücadelesi yoktur. Olmamıştır.


İşçi sınıfı ya da mücadelesinin sınırları devrimci değil reformisttir. Tersinin doğru olduğunu tarihin 200 yıllık sürecinde kimse gösteremez, tersi ise örneklerle doludur (İşçi sınıfı demokrasisi bu açıdan kapitalist sistem içinde sınıfın kendi kurumları için bir anlama sahiptir ötesi değil; yeni sistemin demokrasisi nitelikçe farklı olmak zorundadır)


Bunu bilmek gerek. Bunun için feodalizme karşı demokrasiyi kendi sistemi için burjuvazi üstlendi ve tüm ulus güçlerini bayrağı altında topladı. Bu yanıyla işçi sınıfı ve ona ait her şey (parti, kültür, öğütlenme vb her şey) ileri bir topluma ait olamaz, bunların tümü kapitalizmin içinde ve o sisteme ait değerlerdir (burjuvaziyle çatışma halinde olsa da, zıtların birliği esprisi).


Bu nedenle tarihin hiç bir sınıf mücadelesi devrime (yeni toplumsal üretim ilişkisine) yol açmadığını söylemek yanlış değildir (bu cümle kimseyi ürkütmesin, tarihi gerçektir ve devrimci olmak için daha çok ileri gitmek gerektiğine işaret eder ne burjuvazinin demokraside hala bir gücü olduğu saçmalığına ne de yeni türedi liberalizm aldatmacılığına kapılmaktır)


Kimse ne işçi sınıfı ne de mücadelesinin sırtına, kaldıramayacağı yükleri yüklememelidir. Her sınıf ve mücadelesi kendi sistemi içinde anlamlıdır


Bunun için kapitalizmde sınıf mücadelesi ileri bir toplumsal düzene geçiş için gerekli olan daha çok demokrasiye yapacağı katkı kadar önemli ve devrimcilerin içinde yer alması gereklidir. Ötesini zorlamak ise kapitalizm içinde kalmayı önermekten başka bir anlama sahip olamaz. Kapitalizm devirme adına ne kadar yüksek sesle konuşursak konuşalım, sözlerimiz bilimsel bir gerçeğe oturmamışsa, eski sistemin esirleri olarak konuşmuş oluruz, yeni bir toplumsal sisteme geçişi başaramayız. Bu da devrimcilik bu olamaz.


Bilimsel yaklaşım, eski sistemi tarihe karıştıran gelişmelerden ve onu temsil eden güçlerden yana olmaktır. Devrimcilik de budur.


Marksın okuyalım yeniden.


Bir tek örnek vereceğim ki Marks bunu yeterince net irdelemiş ve cevabını vermiştir.


Bu konuda yoruma gerek bırakmayacak bir açıklamayı Marks şu cümlelerle veriyor; “Üretim tarzında devrim, manüfaktürde emek-gücü ile, büyük sanayide emek araçlarıyla başlar. Öyleyse bizim ilk inceleyeceğimiz şey, emek araçlarının, alet olmaktan çıkıp makineye nasıl dönüştüğü ya da makine ile el zanaatı aletleri arasındaki farkların neler olduğu soruları olmalıdır.” ( Karl Marks, Kapital 2. baskı, s: 385-6, Dördüncü Kısım, Onbeşinci Bölüm Makine ve Büyük Sanayi. Sol yayınları)


4. dipnotta ise Marks’ın cümleleri, tartışmalarımıza önemli bir gönderme sayılabilir; “


“Teknoloji, insanın doğayı ele alış biçimini, yaşamını sürdürmek için başvurduğu üretim sürecini açıklayarak, toplumsal ilişkilerin oluşum biçimlerini ve bu ilişkilerden doğan kavramları ve düşünce biçimlerini ortaya koyuyor. Bu maddi temeli hesaba katmayan din tarihleri bile, eleştirici bir tarih sayılamaz. Dinin imgesel yaratıklarının bu dünyadaki özlerini inceleyerek bulmak, aslında, tersinden giderek yaşamın gerçek ilişkilerinden yola çıkarak, bu ilişkilerin kutsallaştırılmış şekillerini bulmaktan çok daha kolaydır. Bu sonuncu yöntem, biricik materyalist ve dolaysıyla biricik bilimsel yöntemdir.” (Age. S.386, 4. dipnot)

Tartıştığımız konuyu tarih bağlamlarıyla soyutlamak için Marksın “18. yüzyılda sanayi devrimini başlatan” diye yorumladığı bu teknolojik dönüşüm kesitinde alet ile makine farkı üzerini söylediği şu cümleleri aktaralım: “ Gerçek anlamıyla bir iş-makinesi daha yakından incelersek, çoğu zaman epeyce değişik şekillerde olmakla birlikte, genel kural olarak, onda, el zanaatları ile manüfaktür işçilerinin kullandıkları aygıt ve aletleri buluruz; ancak şu farkla ki, bunlar, eskiden insan tarafından kullanılan aletler iken, şimdi bir mekanizmanın aletleridir ya da mekanik aletlerdir” ( Age. s:378)


Bu alıntıda her şey açık. Yeni bir üretim tarzı için belli bir teknolojik evrim gereklidir, onun üzerinde siyasal devrim gelir ki o da bu süreçte en olgun haliyle ortaya çıkmış olması gerek. Marks bunun için, feodalizmi temsi eden “emek araçları”dan söz etmiştir ve bir sonraki toplumsal süreci temsi eden “makine araçları”nın gelişimini teknolojik gelişmenin bir üretim tarzı devrimi anlamına geldiğini dile getirmiştir. Bu nedenle de eski ekonomi politik okul mensuplarına karşı eleştiri yapmış, yeni kavramlarla yeni sistemi izaha yönelmiştir.


Bu gün için ise, eskinin içinde (kapitalizm) gelişen elektronik araçların, kapitalizmi temsil eden “makine araçları” yerini alarak teknolojideki devrimler, adım adım (bu gün tüm yönleriyle belirgin olmasa da) kapitalizmi, tekelci kapitalizmi (emperyalizm) tasfiye ederek yeni bir üretim tarzına yöneliyor. Küresel üretime yöneliyor.


Marksın yukarıdaki alıntılarını bu günün verileriyle yeniden yazacak olursak şöyle demek, teşbih yapmak yanlış değildir: “Üretim tarzında devrim, büyük sanayide emek araçları ile küresel üretimde elektronik bilgi ağlarıyla başlar. Öyleyse bizim ilk inceleyeceğimiz şey, elektronik bilgi ağlarının, emek araçları olmaktan çıkıp, sanal üretim unsurlarına nasıl dönüştüğü ve aralarındaki farkların neler olduğu soruları olmalıdır.” (Karl Marks, Kapital 2. baskı, s: 385-6, Dördüncü Kısım, Onbeşinci Bölüm Makine ve Büyük Sanayi. Sol yayınları. Alıntısından teşbih yoluyla oluşturulmuş cümle )


Küresel üretim söylemi, kavram benzerliği nedeniyle yanıltıcı olabilir. Ama emperyalizm hiçbir zaman, doğası gereği olarak küresel üretim yapamaz. O bir ulusa, bir ülkeye aittir ve sınırları içindeki bir üretimidir. Ulusun kapitalizmin şafağında doğması esprisi de bundandır.


Küresel üretim, en küçük bilgi birikimi dahil yer yüzünde sınırsız ve engelsiz üretim sürecine sanal ortamda ( elektronik devrelerin, iletişim teknolojisinin verileriyle), eski sistemde olmayan sanal üretime katılmayı sağlar. Bunun için bilgi ham madde gibi bir işlev görmeye başlar ve kapitalizmin temel üretim formülü değişir.


Bunu bir alıntıyla şöyle ifade etmek mümkün:


“Küresel yeni uygarlığın tarihsel dönüşümlerden biri olan üretim tarzında, sanal üretim temel unsurlarından biri haline geliyor. Sanalda üretilmemiş, sanalda da tüketilip denenmemiş bir ürünü almak artık geride kalıyor. Bu ne anlama geliyor, medresemizde alfabeyi öğrenirken kapitalist üretimi şu formülle ifade ederdik hammadde + üretim araçları + iş gücü = meta Bu gün, bu sistem farklılaşıyor. Meta üretimi için bu formül artık izah edici olmaktan çıkıyor. Evrensel ölçekte bilgi unsuru + elektronik bilgi ağları + sanal üretim ve sanal tüketim süreci açılıyor. Bu süreçten geçmeyen bir üretimin evrensel ölçekte bir etkinliği olmuyor. Üretilen her şeyin mutlaka bir kullanım değeri ve özelliği vardır. Ancak üretilenler arasındaki fark söz konusu ürünün evrensel ölçekteki değişim değerinin etkinliği olacaktır. Bir ürün, her mekan ve uzun zamanda değişim değeri açısından ne kadar etkinse diğer ürünlerle farkı o kadar ileri olacaktır. Bilgi çağının özelliği budur. Somut üretim böylesi bir sürecin verileriyle yeniden biçimlenişi gündemde olacaktır. Bu veriler hala kapitalizmin kanatları altında gelişen verilerdir. Ama kapitalize ilişkiler değildir.”


Tam bu noktada demokrasi ve özgürlük sorununa gelmiş oluruz.


Nasıl ki, burjuvazi kendi yeni sistemini feodalizme karşı ikame ederken yani, emek araçlarından makine araçlarına geçişi başarırken ihtiyaç duyduğu demokrasi ve özgürlük için tüm ulusu bayrağı altında toplayıp başarı sağlamışsa, bu günde yapılması gereken devrimcilerin tüm toplumsal güçleri tarihin ilerlemesine uygun eğilimler içindeki kitleleri ve yapıları ortak bir bölen etrafında daha çok özgürlük ve demokrasi bayrağı altında toplamalıdır.


Daha çok özgürlük ve demokrasi tarihsel olarak burjuvazinin ikame edebileceği bir girişim olmayacağına göre, bunu devrimcilerin yapması, gelişmekte olan yeni uygarlık ve toplumsal üretimin ikamesi için önermesi gereklidir.


Demokrasi ve özgürlük soyut kavramlardır. Bu kavramlar, her çağda kendine göre anlam kazanır; kölelikten feodalizme geçerken, feodalizmden kapitalizme geçerken hep bir ihtiyaçtır ancak tarihsel kesit farklılığı gereği zaman ve mekan olguları gereği, birbirinde amaç ve yönelim olarak da farklıdırlar.


Şimdi de kapitalizmden yeni bir uygarlığa gidişte, demokrasi ve özgürlüğü sonuna kadar derinleştirme ihtiyacı vardır.


İşçi sınıfı, sınıf mücadelesiyle burjuvazinin tıkadığı demokrasi ve özgürlük için katkı yapabilir, ama bu sürecin (yeni uygarlığa geçişin) öncüsü olamaz ve bu süreci inşa edemez. Kavram kodlamalarına takılmadan (sosyalizm gibi) denebilir ki, feodalizmden kapitalizme nasıl ki serfler öncülük yapmadıysa kapitalizmden yeni üretim ilişkisine geçişin öncüsü de işçi sınıfı olmayacaktır; tersini iddia etmek, çok parlak cümlelerle olsa da tarihsel nesnel ve materyalist algıya oturmaz. Bu da bu güne kadar işçi sınıfı merkezli politikaların neden başarısız olduğunu açıklar.


Burada ezber bozulmalıdır. Ama sakin kimse kimseyi inkarcılıkla suçlamasın, sakince düşünce tartışması yapsın. Eski sistemin temel gücü olan bir sınıf, yeni bir üretim sistemi kurabilir mi bunu düşünsün. Bu mümkün değilse, parlak cümlelerle da bunu iddia etmek mümkün olamaz.


Bilişim çağını iyice irdelemek gerek, yeni toplumsal ilişkileri bilişim çağının insan kolektif aklıyla ortaya koyduğu verileri doğru oturtmak gerek.


Kapitalizmi aşacak, onun içinde olgunlaşan, tıpkı kapitalizmin feodalizm içinde olgunlaşması gibi bir seyirle gelişen verileri bilince çıkarmak ve bunlardan yana, bunları tıkayan ve asla demokratik bir dinamiği kalmamış olan burjuvaziye ve liberalliğine dayanmadan, gerçek devrimci demokrasiyi yalnızca devrimcilerin savunacağını bilince çıkarmak gerek.


Kodlara takılmadan, bu günden yeni sınıf tanımı kodları aramadan, gelecek toplumun ancak artan demokrasi ve özgürlükle gelebileceğinin anlaşılması bu sürecin en önemli adımıdır. Bu en küçük yerel demokratik talebin (ilkel gibi gelse de Kürt ulusu özgürlük hareketinin, anadille eğitim özgürlüğü gibi çok yerel taleplerin bile) ikamesiyle, en evrensel olan küresel üretim ilişkisine yükselmeyi amaçlamak gerek.


Bu nedenle demokrasi eski kodların sınıf temeline değil, yeni kodların devrimci zeminine oturtulmuş olur.


Bu ise eskinin kısır ortamından çıkıştır, sonuçsuz bir sınıf mücadelesinde kısır döngü içinde reformizmden öteye geçmeyen çırpınışlar yerine yeni bir uygarlık, yeni bir toplumsal siteme yükseliştir.


Bu nedenle tarihle uyumlu bir ilericilik ve devrimcilik artık sınıf mücadelesinin eski kodlarına hapsolunarak ikame edilemez demek yanlış değildir.



Sözlerimi burada noktalıyorum.


Bu tartışma sürerse konuyu daha geniş açıdan irdeleyen yazıları buraya aktarmam mümkün olabilir.


Başarı dileklerimle.

AHMET KAYA ANISINA... ÖZLEDİK İKİ GÖZÜM

Mihrac Ural


İki gözüm Ahmet Kaya anısına 16 Kasım 2010

Derler ki,

Picasso Paris'e ilk ayak bastığında tren garında piştovunu çekerek üç el ateş eder ve "Parisss Parisss Parisss duy sesimi, ben geldim işte buradayım" diye bağırmaya başlar. Kimse umurunda değildi ve kimse de o mahşeri kalabalıkta bu haykırışla ilgilenmedi. Picasso, Paris gibi sanat merkezindeki değirmenlerin öğütücü etkinliğine karşı bir meydan okuyuş olarak ortaya bir tavır sergilemişti. Koyduğu bu tavrının hep arkasında da kalmıştı. Sonra ülkesini büyük elçi olarak temsil edecek ve dünyanın önünde saygıyla eğildiği resimlerin ressamı olacaktı.

Ben de, Ahmet Kaya'nın benzer bir haykırışına tanık oldum. Onu sizinle paylaşacağım.
Paris'teki ilk buluşmamız ve uzun süre bir arada oluşumuzun üzerinden bir kaç yıl geçmişti. Ortadoğu’dan yola çıkıp Almanya’ya gelmiştik.1992 Kasım ayının son günleri, Frankfurt’ta buluşuyorduk. Hava alanından çıkar çıkmaz Şehir merkezinde bir yerde buluşacaktık. Yılların özlemlerle dolu buluşmasıydı.

Şehrin merkezinde dört yol kavşağı ve insan selinin ortasında bir araya geldik. Caddenin karşıt kaldırımlarındaydık, trafiğinin korkunç akışına bakmadan, Almanya'da olması asla düşünülmeyecek tarzda yolu keserek hızla birbirimize koştuk! Sarıldık sıkıca, sıvazladık sırtlarımızı etkince…

O an ne olduysa, Ahmet aniden geri çekildi. Tedirgin oldum, nedir demeye kalmadan elini beline götürdü, şaşkınlığımı üstümden atamadan, silahını çekip elini havaya kaldırdı; 14’lü Browning. Bir tarakta 14 birde ağızda etti 15 kurşunu o mahşerin ortasında boşalttı.

Karışımda Picasso'nun yaptığını aynıyla yapan, haykırarak sevincini dile getiren bir Ahmet Kaya vardı. Sevincin böylesi ancak ona ait olabilirdi. O sevincini böylesine farklı dile getiren bir dost bir kardeş bir candı.

Dehşete düşmüştük. Çevreden bize ne oluyoruz diye bakanlar az değildi. "İşte biz buradayız. Dünya alem sesimizi duysun biz buradayız direnmeye de devam edeceğiz" diye coşkuyla bağırdı.

Aniden gerginliğim kayboldu. Picasso’yu hatırladım, Ahmet zulme karşı, ülkesinde uğradığı haksızlığa karşı bir direnme duruşu sergilemişti. Bize ve bizim kanalımızla herkese bu insanca mesajını refleksleriyle veriyordu; tıpkı Picasso gibi.

Sonra hep bir aradaydık. Sürekli haberleşip buluşarak, okuduklarımızı tartışarak, gelecek siyasal yönelimler üzerinde sohbetler yaparak güçlenip derinleşerek yürüdük.

O dostluğun erdemiydi, vefanın ikircimsiz algısıydı.

1998 tarihi bölgemiz için ve 12 Eylül rejiminin mağdurları siyasi sürgünler için kasvetli bir tarih. Türkiye Ortadoğu’da savaş arayışının şaşkınlığıyla komşularına saldırıyor. İç sorunlarını komşularının sırtına yıkma, onları sorumlu gösterme gibi, bu gün tüm çıplaklığıyla ortaya çık bir hatanın arkasından yuvarlanıyordu.

Bu karanlık kesitte birilerimiz bölgeden çıkmak zorunda kalmıştı (9 Ekim 1998). Ama 12 Eylül rejiminin paşaları, Ergenekoncu savaş telaları kendini bir adım önde sanmanın dengesizliğiyle ve ısrarla beni teslim almak için baskılara başladı. “Adana Mutabakatı” olarak bilinen (20 Ekim 1998) iki ülke arasında suçluların iadesiyle ilgili güvenlik anlaşması siyasileri içermemesini rağmen bu ısrar sürdü. Olaylar da tazeydi, keskin bir sürecin tırmanışı durdurulmak isteniyordu. Mısır, Türkiye Suriye arasında arabuluculuk yaptı. Mısır, Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek bunun karşılığında Atatürk ödülüyle de taltif edildi.

Bölge her alanda gergin bir süreçten geçiyordu. 1999’da interpolün kırmızı bültenle aradığını açıkladığı siyasiler aranmaya başladı. Bunun üzerine 1999 sonunda tutuklandım. Hiçbir gerekçe öne sürülmedin siyasi mülteci olan bir insan tutuklanıyordu.

Bir yıl güneş yüzü görmeden, tuvaleti başucunda olan bir hücrede yattım. İki ülke arasında bozgunculuk yapmak gerekçesiyle zorunlu ikametim bu hücre olmuştu. Boyun eğmedim doğrularımdan taviz vermedim bunun kefareti ne ise onu çekecektim; ben demokrasi mücadelesinde kararlı olduğum kadar Kürt halkının hakları için bir dost olarak mücadelemde kararlılığımda dik durdum. Bedel bu ise hoş geldi sefa geldi dedim. Alnımın akıyla yattım, anlımın akıyla çıktım. Yurtdışında, Libya, Almanya ve Fransa’dan sonra dördüncü kez bir ülkede siyasi irademin bedelini ödüyordum.
2000 Kasımında serbest bırakıldım. Henüz evime arkadaşlarıma, çocuklarıma yeni kavuşmuştum. Yer sofrasında yemek yiyordum. Telefon çaldı. İki gözüm Ahmet Kaya hattın diğer ucunda "geçmiş olsun iki gözüm diyordu" . Uzaktan dostluk elini, ruhunu, nefesini iletiyordu.

Ben de iki gözüm Ahmet’i hiçbir yerde ve hiçbir zaman yalnız bırakmadım. O hala içimizde, derinliklerimizde tüm canlılığıyla yaşamaya devam ediyor.

Bu yılın Ahmet kaya anısını, her defasında olduğu gibi Gülten Kaya’nın onurlu ve dik duruşunu selamlayarak noktalayacağım. Gülten, Ahmet Kaya’yı her defasında yeniden bizlere, dinleyicilerine halkına kazandırmakla hepimiz adına çok önemli bir sorumluluğu yerine getiriyor.

Gülten, bir kez daha her kahramanın arkasında dev bir kadın olduğunu ortaya koyuyor.


Duygularım:
Ahmet kaya’nın anısına, içimden geldiği gibi 15 Ekim.2002

Neyini Anlatayım

Mihrac Ural


Ben Ahmed’i anlatamam
Duygularım kalem tutamayacak kadar taraflı
Yüreğim hüzünle yaralı
Şair de değilim
Nasıl anlatayım

Yalın kılıç gibi dizili mısraları
mitralyöz ateşine dönüştüren sesini mi
Yoksa Anadolu dervişleri gibi sesiz dururken
fütuhata atılmış uç beyi narası gibi türkü haykırışını mı
Hangi birisini

Aranan “hükümsüz” kimliklerimize
Kod adı takışını
İşkencelerin paslı prangalarını
Zindanların zifiri karanlığında yatırılan aydını
Zulaları, martavalları, erketeleri,
Nöbet gecelerinden kalma yorgun demokratları
Kokusuna doyamadığımız anayı
Hasretlerin boğucu ıstırabını
Mustantık sorgusunda ispiyon yemiş aslanları
Sürgünde lime lime doğranmış hasretleri, vurgunları
Renksiz dostları
Arkadan vuran hançerleri
Cehennem gibi düşmanlıkları anlatmadı mı türküleri
başka ne anlatayım

Sürgünde, hakkın başka türlü gelmeyen rahmetini mi,
Nazımı, Yılmazı, sırada bekleyen bizi mi,
Kuşak kuşak, yaman ayrılıkta toprak olanları mı
zindan çıkışımda uzanan ilk dost eli kimindi
bir ucundan dünyanın
Ben daha neyini anlatayım

Hey, ayaklar altına düşürülen sanat
artık onurunu kim kurtaracak
Unutun mu,
o makus gecedeki haykırışı; kral çırılçıplak
Tabak,çatal, bıçak
Onuncu Yıl Marşı okunacak
Renksiz dostlar,
size hep bir lanet borcum kalacak
Allah aşkına, daha neyi anlatayım