6 Temmuz 2008
Hiç birimizin yönü Kabe’ye dönük değil
tüm namazlarımız batıl olacak kaygısındayım.
Bağlantı telleri kesik bir coğrafyadır bu ülke; ne aynı aidiyetin topluluğu içi bağlantılara sahip ne de farklıların böylesi bir bağı var.
Baskın hoca’nın çağrı çabaları ve Kemal Burkay’ın sitemi aynı noktada kesişmektedir. Hepimiz bu hengamede aynı bataklıkta yerimizde sayıyor gibiyiz. La hayata limen tünadi dedikleri gibi (hayatın olmadığı yerde kime sesleniyorsun ki)
Anadolu, geçmiş görkemli tarihine ve uygarlıkların beşiği olmasına karşın son bin yıldır karanlıkların en reziline mahkum olmuştur. Bu mahkumiyetin en amansız denklemleri, tarihsel açıdan olduğu kadar, kültürel, sanatsal ve de özellikle siyasal açıdan mirasız bir yaşam sürecini ikame etmiştir.
Sorunumuzda budur, egemen olan akıl sistematiğinin yarattığı tarihsiz ve talihsiz, mirassız ve her defasından sıfırdan başlamak zorunda kalan siyasal yaşamımız, coğrafyamızın mozaiğini birbirinden koparan, iletişimsiz ve birbirine karşı sorumsuz kılmıştır. Bunun adı kaosutur. Kimlik bunalımlarımızın da kaynağı budur. Düşünsel farklılıklarımızın çözüm çatışmalarına kadar uzanan algılayış eksiklikleri de buradandır. Bu sorunu çözmeyen bu ülke, bu bataklıkta daha birkaç kuşak tüketmeye adaydır.
Baskın Oran ve Kemal Burkay arasında pozitif bir tartışma sürüyor. Konu Lozan Anlaşması’nın 39. maddesi. Tarafların dile getirdikleri uyarıcı söylemler dikkate değer. Ancak bu söylemlerin dile getirdiği, üzerinde durulması gereken çok anlamlı ve daha derin anlamlar bulunmaktadır.
Baskın Oran’ın söyledikleri;
”Yargıçlara yüklendik de, ya bizim Kürtlere ne demeli? Şunu söylemek istiyorum:Yukarıda da belirttim: Ben bu Lozan 39/4 ile Anayasa 90/5 konusunu bin defa yazdım. Yetmedi, Kürt arkadaşlarıma ve onların avukatlarına yüz bin defa söyledim. Olmuyor! Kürtçe konuşma yüzünden savcı dava açtığında şimdiye kadar Allah
için tek bir tanesinin bile bunları dile getirdiğini duymadım! Sebebi nedir, anlamaktan acizim. Yani, bu bilimsel verilere kulak vermeleri için benim Kürtçe anlatmam mı gerekiyor?”
Kemal Burkay’ın cevaben söyledikleri ise;
“Baskın Hoca genelleme yapmasaydı ben de kendisine katılırdım. Gerçekten de tüm yazılanlara, söylenenlere rağmen ”Kürt arkadaşların ve avukatların” birçoğu bile bu maddeden habersiz gibidir ve savunmalarında buna yer vermiyorlar.
Ama Baskın Hoca genelleme yapmakla Kürtlere bir bütün olarak haksızlık ediyor. O Lozan üstüne yazmadan önce de Kürt aydın ve avukatlarının en azından bir bölümü Lozan’ın söz konusu maddelerinin farkında idiler ve onu savunmalarında da dile getirmekte idiler. Ben kendi payıma, daha 1960’lı -70’li yıllarda Lozan’ı hem kendi kişisel savunmalarımda hem de avukatlık yaptığım siyasi davalarda dile getirdim.” (
Bir Türk aydını ve bir Kürt aydını karşılıklı olarak uyarıda ve hatırlatmalarda bulunuyorlar. Her ikisi de Lozan anlaşmasındaki 39. maddede dile gelen “Türkiye vatandaşlarından hiç birinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde, gerek din, basın veya her türlü yayın hususunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt koyamayacaktır.
Resmi dil mevcut olmakla birlikte, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için uygun kolaylıklar gösterilecektir” (Lozan Anlaşması 39. madde son iki paragrafı) haklarından söz etmektedirler.
Ancak kimsenin kimseyi, dinlemediğini, duymadığını ya da hatırlayamadığından şikayet ediyorlar.
Çok haklı olsalar da başlangıç noktaları yanlış diyeceğim. Ancak bundan önce bende Arap devrimcileri ve aydınları adına biri Kürt diğeri Türk olan aydınlar dışında kalanların bu konuda çok önemli çabalar verildiğini, yazılar yazıp, bildiriler dağıtığını ve buna ilgisiz kaldıklarını belirteceğim.
Dikkat edin, Türkiye’de eskiden bir tek Türk vardı, zorlaya zorlaya şimdi de Kürtler oldu. Arapların ise esamisi yok. Hatay diye bir yer ve oranın Arap dokusu ve davası yok, Mersin, Adana, Hatay ve Güney Doğu Toros Dağlarının güney sırtları ve ovalarında Urfa’dan Siirt ve Mardin’e kadar bu coğrafyada yaşamını sürdüren Araplarla ilgili bir uyarı yok. Bunu anımsayanda dile getirende yok haklılarda. Bu dava onların değil Arapların davasıdır. Ama aydın olmak illa ezilen bir ulusal topluluğun kanlı süreçlerden geçip uyarı mı yapması gerekiyor.
Bende bu satırlardan her iki değerli insana bir Arap devrimcisi olarak, sesimin duyulmamasından şikayetçi olduğumu haykıracağım.
On yıllarını özgürlük ve demokrasi mücadelesine adamış biri olarak, Lozan anlaşmasının 39. maddesi ve diğerleriyle ilgili, aynı konuda yazdıklarıma, bu konuyu sık sık dile getirişlerime, çırpınarak ele alışlarıma rağmen sağır sultan hesabı kimsenin duymadığından yakınmam mümkündür. 19 Mayıs 1995’te kaleme aldığım ve THKP-C(Acilciler) Merkez Komitesi adına yayınlanan bildiride, Lozan anlaşması ve 39. maddesiyle ilgili dile gelenler, Baskın Oran’ın talebinden daha fazlasını, Kemal Burkay’ın dile getirdiklerini ise farklı bir aidiyetten, Arap devrimci ve aydınları adına dile gelişi tanımlayan bir tarih belgesidir. Bu bildiride, “T.C her konuda olduğu gibi, uluslar arası anlaşmalarda da ilkesizdir. Bu ilkesizliği, göklere çıkardıkları Lozan anlaşmasının uygulanmasında gösteriyorlar; onlar Sevr anlaşmasını öcü olarak gösterebilirler, düşünce yasaklarını Sevr heyulasıyla vatandaşlara dayatabilirler, ancak Lozan’larıyla ne kadar tutarlı oldukları tartışma konusu olursa, yalanlarını gizleme şansları hiç kalmaz. İşte bugün siyasal gündemde görülmesi gereken önemli gerçeklerden biri de budur…
Lozan’ı göklere çıkartanlar, bu mutlak hükümlere bugüne kadar uymama ısrarları uluslararası anlaşmaları ikiyüzlüce, ikircimlice ele almayı biricik yol seçmelerindendir. Bugün tartışma konusu yapılan “Anti Terör Yasası”yla ilgili 8. Madde sorunu da, Lozan’la düşülen çelişkili tutumla ilgilidir; T.C yöneticilerinin 70 yıl önce mutlak hükümlere bağlayıp kabul ettikleri, Türkiye vatandaşlarının her türlü dille basın-yayın ve toplantı yapma hürriyetlerini uygulamamaktan başka bir şey değildir. Uluslararası hukuka göre “Anti Terör Yasası”nın 8. Maddesi, Lozan anlaşmasının 39. maddesinin 4. paragrafında zikrolunan hükmün lafzına ve özüne karşıdır. Lozan anlaşmasında herkese istediği dille siyasal ve sosyal ilişkilerini düzenleme özgürlüğü tanınıyor; “Anti Terör Yasası”nın 8. Maddesiyle de bu özgürlüğe “bölücülük” damgası vurularak yasak getiriliyor. İşte ikircimlilik budur ve bu tutum T.C’nin mayasında, anayasa ve teşkilatlarında egemen bir var oluş içindedir.
Sevr mi? Lozan mı? tartışması bu noktada anlamsızdır. Lozan’ı göklere çıkartanlar önce şereflice ve adam gibi, uluslararası ilişki kurallarına uygun olarak anlaşmayı hayata geçirmeleri gerekmektedir. Bu noktada Lozan’larını çiğneyenlerin, Sevr’i halka bir öcü olarak tanıtmalarının hiçbir inandırıcı yanı olamaz.” ( “Sevr’mi Lozan’mı tartışması yerine, siz önce Lozan’ı uygulayın” başlıklı bildiri. Bu bildiri, yazımla aynı anda
Diyeceğim o ki, Baskın Oran bu uyarılarını özelikle Türk aydınlarına anlatmalıdır, Burkaya’da bu konuyu sadece Kürtler ele almadığını bilecek kadar geniş bir iletişim bilgisine sahip olmalıdır. “Bu yazıdan da belli ki biz Baskın Hoca’yı iyi kötü izliyor ve okuyoruz. Ama acaba Baskın Hoca Kürt aydın ve yazarlarını yeterince izliyor mu?” (http://www.kurdistan.nu/) Diyen Burkay’a, Arap devrimcilerinin de herkesi izleyip okuduğunu ve onların da başkalarını okuyup izlemesini salık vereceğiz. Nesnel verilerin tüm olumsuzluğuna karşı bu iletişimi öznel çabalarla kuramasak, birbirimize daha çok çağrı yapar çileden çıkacak kadarda bekler dururuz.
Tartışmaya tam buradan Arap aydınları ve devrimcileri adına katılmak istiyoruz.
Baskın Oran da Kemal Burkay da haklıdır. Bu ülkede ekimse kimseyi dinlemiyor, bilmiyor tanımıyor, ciddiye almıyor ve ilgili olmak istemiyor. Öyle ki, beklediği fırsat eline geçse iktidar olup diğerini yok etmenin planların kurguluyor.
Herkes tek başına enal-hak olarak, evreni yaratmadan önceki tanrı edasıyla gök kubbede yüzüyor. Sorunda tam bu noktada anlamlı hale geliyor. Birbirimizi binlerce kez uyarsak da, Baskın Oran gibi mizahi sıkıntısı dil yetmezliği olsa ya da sonsuz sayıda dili, ana dilimiz gibi bilsek de, üzerinde yükseldiğimiz nesnel veriler yeterli değilse, uygun değilse yapacağımız diyalog sağırlar diyalogundan başka bir anlamı olmayacaktır. Cahili olduğumuz gerçek budur. Üzerinde konuştuğumuz ve kısır yönelimlerimizi şekillendiren ve sonunda birbirimizi dinlememekle suçlamaya kadar götüren gerçek budur.
Öncelikle, üzerinde konuştuğumuz zeminin cahili olduğumuzu bilince çıkartmalıyız. Öznel eğilimlerimiz ne kadar görkemli ve yerinde olsa da ayaklarımız yere basmıyor. Ülkemizi ve siyasal tarihini, birikimlerini ve kurumlaşmalarını, eksiklerini ve bundan kaynaklanan hedeflerimizi bilmiyoruz ve bunun için de hiç çaba sarf etmiyoruz. Bunun sonucu da sürekli birbirimizi anlamamakla suçluyor, farklılıklarımızı görmüyor, anlaşmak için illa ortak bir dil arayışı içinde olmaya çalışıyoruz.
Oysa anlaşmak için ne ortak bir dile ne ortak bir aidiyete mensup olmamız gerekmiyor.
On yılların birikim ve deneyleriyle aklın yolunun bin bir olduğuna inandım. Aklın yolu birdir diyenlerin çok sıkıntılı olduklarını da yeterince gördüm. Beni mazur görsünler, Baskın hoca bu hallerdedir, bir başka açıdan, cevabıyla Burkay da aynı yerdedir.
Söyleyeceklerine yeni bir şey eklemeyeceğim, ancak aynı zemin içinde kalındıkça, hedef ve yönelimlerimiz özgürlük ve demokrasi mücadelemizin içeriğine ilişkin etkin, radikal çabalar içermedikçe, aynı fasit daire takılı kalacağımızı, kimsenin kimseyi duymadığı, hatırlatamadığı ve tanımadığı süreçlerden kurtulamayacağımızı belirteceğim. Ülkemizin üzerinde oturduğu zemin, bunu gerekli ve zorunlu kılmaktadır.
Bu zemin, yaşantımızın her kesitinde karşımıza tüm acımasızlığıyla çıkan, insan yakan ve yıkıp çökerten, göçerten, tutsak, tehcir ve tenkil eden, toplumun dengesizliklerinden beslenerek engellenmesi mümkün olmayan bir güç haline gelen, tarihin tüm süreçlerinde de kendini koruyacak siyasal bir sistem, askeri bir güvence ve sivil kadrolar bulup, bir kanser hücresi gibi yaşam alanlarımızda çoğalan akıl sistematiğidir.
Bu zemini kimse sınıfsal konumuyla, inançsal konumuyla da sınıflandırmasın. Sonuçta bir biçimde bir sınıfa ya da inanç sistemine hizmet etse de bu aklın ne millet ne din ne de sınıf aidiyeti vardır. Bu akıl sistematiğinin bir zemini ve bunun bekası için inanılmaz esnek ve saldırgan kendini ortaya koyuş tarzı vardır. Her tarihi kesitte jargon farklı olsa da işlevi ve amaçları birdir; bu akıl “devletun bakası için kardeşkanı helaldir” diyen akıldır, “bu ülkeye komünizm gerekliyse onu da biz getiririz” diyen aklın da ta kendisidir.
Böylesi bir akıl dokusu ortamında, sorun kimin kimi uyardığı ya da bu konuda kimin önce ne söylediği de değildir. Zira bu ülkede, bu akıl sistematiğinin mevcudiyetiyle, hiçbir yasa, hiç bir kurum, hiçbir tarihi birikim süreklilik arz edemez; kendisi dışında bir devamlılık doğasına aykırıdır. Farklılıklara karşı duruşu ayniyle öyledir.
Bu yüzden ne bir tarihsel veriyi sağlıklı olarak kavramak ve bunu kuşaktan kuşağa miras bırakarak ilerletmek ve yaygınlaştırmak mümkün değildir. Bu akılla bağlantı telleri kesik bir coğrafyadır bu ülke; ne aynı aidiyetin topluluğu içi bağlantılara sahip ne de farklıların böylesi bir bağı var.
Baskın hoca’nın çağrı çabaları ve Kemal Burkay’ın sitemi aynı noktada kesişmektedir. Hepimiz bu hengamede aynı bataklıkta yerimizde sayıyor gibiyiz. La hayata limen tünadi dedikleri gibi (hayatın olmadığı yerde kime sesleniyorsun ki)
Anadolu, geçmiş görkemli tarihine ve uygarlıkların beşiği olmasına karşın son bin yıldır karanlıkların en reziline mahkum olmuştur. Bu mahkumiyetin en amansız denklemleri, tarihsel açıdan olduğu kadar, kültürel, sanatsal ve de özellikle siyasal açıdan mirasız bir yaşam sürecini ikame etmiştir.
Sorunumuzda budur, egemen olan akıl sistematiğinin yarattığı tarihsiz ve talihsiz, mirassız ve her defasından sıfırdan başlamak zorunda kalan siyasal yaşamımız, coğrafyamızın mozaiğini birbirinden koparan, iletişimsiz ve birbirine karşı sorumsuz kılmıştır. Bunun adı kaosutur. Kimlik bunalımlarımızın da kaynağı budur. Düşünsel farklılıklarımızın çözüm çatışmalarına kadar uzanan algılayış eksiklikleri de buradandır. Bu sorunu çözmeyen bu ülke, bu bataklıkta daha birkaç kuşak tüketmeye adaydır.
Mirasız bir ülkede yaşıyoruz. Hiçbir halka bir sonrakine bağlanamıyor. Beslenme zinciri değil kırılma, koparılma, halkalarının yalıtılmışlıkları içinde devam eden beyhude bir süreç yaşanıyor. Ülkenin düşünsel gelişim ve ilerlemesini sağlayacak, uygar uluslar arasında kendi orijinalitesiyle varlığını güçlendirecek bir miras devamlılığı yoktur. Tarih boyunca başkentleri bile değişmiş, alfabesi, resmi dili değişip durmuş. İki kuşak süren bir siyasal yapılaması olmamış, farklılığı olan tek bir kurum ya da kuruluşun yaşaması mümkün olmamış.
Sevan Aşıkyan’ın bu sürece ilişkin yaptığı özetlemeler önem taşıyor.
“Bu toplum sanki cilalı taş devrinden çıkıyormuş gibi bina yapmayı ve şehir yaşamını 1950"lerden sonra sıfırdan öğrendi.
Şahıs putlaştırılmasına dayanan kült, Türkiye"ye bugün bile altından kalkamadığı bir manevi, kültürel ve siyasal yıkım getirdi.
Biz İkinci Mahmut'tan beri bir yandan "Batı'ya mecburuz" diyoruz, diğer yandan da "Batı düşmandır, emperyalisttir, kâfirdir, bizi sömürür" diye düşünüyoruz. Cumhuriyetin bilinçaltında yatan derin bir yaranın ifadesidir bunlar. 1920"lerden beri böyle acayip bir zihniyetin makasına sıkıştı Türkiye.
Microsoft çağında Latin alfabesi kullanmak büyük nimet ama... Bunun Türkiye"de okuryazarlığı artırdığı doğru değil. Harf devriminde amaç, Batılılaşmak değil, eski yazıyı yasaklayarak Türkiye"nin geçmişiyle bağlarını koparmaktır. Bu ülkenin dokuz yüz yıllık kültürel geçmişiyle bağları, halka on beş gün süre verilerek tek bir hamlede koparıldı ve sıfırdan başlayan bir toplum haline getirildi. Elli sene boyunca üniversite dahil hiçbir yerde insanlara eski yazı öğretilmedi. Bir toplumun kendi geçmişi hakkında tam ve mutlak bir cehalete indirgenmesidir bu.
Türkiye "Benim totaliter geçmişim yücedir, tartışılamaz" dedi. Oysa diktatörlüğü reddetmeden demokrasiye geçmek mümkün değildir. Nitekim Tek Parti Dönemi"nin ruhu darbelerle hep geri geldi. İttihatçı totaliter ruhtan kurtulamıyoruz. (Neşe düzelin, Sevan Aşıkyan’la röportajı, Taraf gazetesi 24 Haziran)
Çok değerli Tarih araştırmacısı, yazar Ayşe Hür bir dizi yazısında bu akıl sistematiğini ve bu topraklarda yaşayan halkın makus tarihi kaderini berrak bir dille aktarıp durmuştur, “Cumhuriyetin Amele Evlatları” makalesinde bu aklın, emekçiler cephesinde yaratılmak istenen siyasal-sosyal-kültürel değerlerin, aydınların ve kadroların üzerine üzerine nasıl yüründüğünü dile getirirken, 1 Mayısın kutlamalarının kaygılı beklenişini ve sırat köprüsü haline gelişini vurguluyor. “Cumhuriyet ilan edildiğinde, işçiler hak ve özgürlüklerinin gelişeceğini düşünmüşlerdi ancak yanıldıklarını kısa sürede anladılar. Çünkü CHP’nin Altı Ok’undaki ‘Halkçılık’ ilkesi ile tarif edilen ‘sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” ideali, işçi örgütlenmelerinin ve grev hakkının önünde büyük bir engel olacaktı.
1930’lardaki millileştirme hareketleriyle birlikte Türk sanayisinde yabancı sermayenin yerini ulusal sermayenin almış olması, CHP’yi sendikalaşmaya yada greve sebep olabilecek bir ortamın veya herhangi bir çıkar çatışmasının olmayacağına inandırmıştı. Başka bir deyişle, işçi örgütlenmelerine veya grevlerine gerek yoktu, bu yüzden de engellemek en doğru hareketti.
Ceza Kanunu’ndaki 141 ve 142. maddelerin ağırlaştırılmasıyla işçi önderlerine ve solculara göz açtırmadı.
‘Mayıs 1 Nedir?’ başlıklı risalenin dağıtılması, cemiyet yöneticilerinin Ankara İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilmesine yetti. Mahkeme 12 Ağustos 1925 tarihli kararıyla 38 kişilik bir grubu “komünistlik teşkilat ve propagandası yapmak suretiyle dahili emniyeti ihlal ve binnetice hükümet şeklini değiştirmeye matuf fiil ve hareketlerde bulunmak” suçunu işledikleri için 7 yıldan 15 yıla kadar kürek cezalarına çarptırdı. En ağır cezalar başlarına gelecekleri hissedip, mahkemeden önce yurtdışına kaçmayı akıl eden Şefik Hüsnü, Nazım Hikmet ve Hasan Ali’ye verilmişti.
1 Mayıs 1977’deki kutlamalar ise tarihe ‘Kanlı 1 Mayıs’ olarak geçti, çünkü karanlık güçlerin açtığı ateş sonucu 34 kişi ya ezilerek ya da kurşunlanarak öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Bunu sokağa çıkma yasağı ile engellenen 1979 kutlaması ile sıkıyönetim ilan edilen tam yasaklı 1980 kutlaması izledi. 12 Eylül cuntasının ilk işi 1 Mayıs’ı tatil günü olmaktan çıkarmak oldu. Bundan sonraki yıllar, yasaklar, polisle çatışmalar, ölümler ve yaralanmalarla geçti. 1 Mayıs 2007’de yaşananlar demokrasinin bu topraklara uğramaya henüz niyeti olmadığını göstermişti. (Ayşe Hür; Cumhuriyet’in amele evlatları makalesi! )
Bu verilerin cehennemi süreçlerinde, kim neyi nereye kadar kime aktarması mümkündür.
Bu tarihsizlik ve talihsizlik sürecinde sol en az sağ kadar mirasızdır. Bu güne kadar, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin devamlılık arz eden hiçbir müessesesi yoktur. Ne bir sol parti ne bir kurum ne bir kuruluş iki kuşak ayakta kalmamıştır. Yazınsal birikimi bir hiçtir. Bu etkinliklerden yoksun olarak iletişim için kurulu olan ve ayakta duran hiçbir mekanizması bulunmamaktadır. Kadrosuzdur ve tarih bilincinin sınırları birkaç on yıl gerisinden fazla değildir. Tek tek aydın çabaları ise bir çiçekle bahar getirme çabası gibidir.
Sivas katliamı üzerine yazdığım makalede, üzerine gidilmesi gereken temel sorun bu akıldır dedim ve şöyle tanımlamaya çalıştım “Bu ülkenin akıl serüveni tarihinde tamamlanmamış birikimlerin, algılanmamış insani erdem ve değerlerin, farklılıkları içseleştirmeyi beceremeyecek kadar sığası dar yönelimlerin akıl sistemleri hakim olagelmiştir…
Bu, Orta Asya’dan bir kısrak başı gibi gelip batıya uzanan göçebeliğin genetik izleridir. Başka halkların emeklerini gasp ve talan ederek, tarihte ilk kez yaşama açtıkları toprağı üretimsiz ilhak edip anavatan haline getirdiklerini sananların, farklılıklara karşı refleksleridir. Oturmamış toplumsal akıl melekelerinin kaygı ve korkusundan oluşan tepkilerin, sıradan olaylara karşı tehafütüdür (üşüşmesidir). Aydınlanmasını, yaşadığı uygarlığın verileriyle gerçekleştirememiş, modernizasyon zıplamalarını oturtamamış bir toplumun, kararsızlığı ve kaosudur.” ( Sivas katliamı, toplumsal dengesizliğimizin kimlik kartıdır. Bkz. http://mirural.blogspot.com/
Kurumları, kuruluşlarıyla, kadroları ve uzmanlarıyla yapılaşmamış, bunları koruyacak yasal ve anayasal güvenceleri oluşmamış, her defasında yeniden sıfırlanmış siyasal süreçlerin olayları ve olguları, verileri ve olasılıkları inceden inceye, akademik boyutta takip etmesi mümkün değildir. Bu çabaların sonuçlarını halka aktarmak ise hiç mümkün değildir.
Kurulu demokratik ortamın güvenli ağlarıyla da tarihi içinden çıkıp gelmiş kararlı, sistemli örgütsel dokuların oluşmadığı bir ülkede, aydınların bu yaman iletişimsiz hallerini anlamak güç olmasa gerek.
Demokratik devleti, bu coğrafyanın mozaik dokusunu göz önüne alan ikamesi gerçekleşmeden, olumlu olsa da devam etmesi gerekli olsa da, bu tür tıkanmaları aşmak mümkün olmayacaktır.
Bu aklın yarattığı zemin üzerinde çok doğaldır ki, Baskın Oran ile Kemal Burkay’ın diyalogu sağırlar diyalogu olacaktır. Biz THKP-C(Acilcilerin) Lozan anlaşması ve 39. maddesi üzerine kadim söylem ve yazıları, bilinmezler ve anılmazlar arasında olmaya devam edecektir
Hiç birimizin yönü Kabe’ye dönük değil, tüm namazlarımız batıl olacak kaygısındayım.
Gerçekçi hedeflerimizi belirlemeden, ortak ülkemizde halkalarımızın çıkarları için başarılı bir sonuç elde edemeyeceğiz, Ayrıntılarda boğulup birbirimizi duyamayacak, tanımayacak ve izleyemeyeceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder