HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

6 Temmuz 2008 Pazar

LOZAN TARTIŞMALARI VE FARKLI GERÇEKLER


MİHRAC URAL


mircihan@gmail.com

6 Temmuz 2008


Hiç birimizin yönü Kabe’ye dönük değil
tüm namazlarımız batıl olacak kaygısındayım.
Bağlantı telleri kesik bir coğrafyadır bu ülke; ne aynı aidiyetin topluluğu içi bağlantılara sahip ne de farklıların böylesi bir bağı var.
Baskın hoca’nın çağrı çabaları ve Kemal Burkay’ın sitemi aynı noktada kesişmektedir. Hepimiz bu hengamede aynı bataklıkta yerimizde sayıyor gibiyiz. La hayata limen tünadi dedikleri gibi (hayatın olmadığı yerde kime sesleniyorsun ki)
Anadolu, geçmiş görkemli tarihine ve uygarlıkların beşiği olmasına karşın son bin yıldır karanlıkların en reziline mahkum olmuştur. Bu mahkumiyetin en amansız denklemleri, tarihsel açıdan olduğu kadar, kültürel, sanatsal ve de özellikle siyasal açıdan mirasız bir yaşam sürecini ikame etmiştir.
Sorunumuzda budur, egemen olan akıl sistematiğinin yarattığı tarihsiz ve talihsiz, mirassız ve her defasından sıfırdan başlamak zorunda kalan siyasal yaşamımız, coğrafyamızın mozaiğini birbirinden koparan, iletişimsiz ve birbirine karşı sorumsuz kılmıştır. Bunun adı kaosutur. Kimlik bunalımlarımızın da kaynağı budur. Düşünsel farklılıklarımızın çözüm çatışmalarına kadar uzanan algılayış eksiklikleri de buradandır. Bu sorunu çözmeyen bu ülke, bu bataklıkta daha birkaç kuşak tüketmeye adaydır.


Baskın Oran ve Kemal Burkay arasında pozitif bir tartışma sürüyor. Konu Lozan Anlaşması’nın 39. maddesi. Tarafların dile getirdikleri uyarıcı söylemler dikkate değer. Ancak bu söylemlerin dile getirdiği, üzerinde durulması gereken çok anlamlı ve daha derin anlamlar bulunmaktadır.

Baskın Oran’ın söyledikleri;
”Yargıçlara yüklendik de, ya bizim Kürtlere ne demeli? Şunu söylemek istiyorum:Yukarıda da belirttim: Ben bu Lozan 39/4 ile Anayasa 90/5 konusunu bin defa yazdım. Yetmedi, Kürt arkadaşlarıma ve onların avukatlarına yüz bin defa söyledim. Olmuyor! Kürtçe konuşma yüzünden savcı dava açtığında şimdiye kadar Allah
için tek bir tanesinin bile bunları dile getirdiğini duymadım! Sebebi nedir, anlamaktan acizim. Yani, bu bilimsel verilere kulak vermeleri için benim Kürtçe anlatmam mı gerekiyor?”
Kemal Burkay’ın cevaben söyledikleri ise;
“Baskın Hoca genelleme yapmasaydı ben de kendisine katılırdım. Gerçekten de tüm yazılanlara, söylenenlere rağmen ”Kürt arkadaşların ve avukatların” birçoğu bile bu maddeden habersiz gibidir ve savunmalarında buna yer vermiyorlar.


Ama Baskın Hoca genelleme yapmakla Kürtlere bir bütün olarak haksızlık ediyor. O Lozan üstüne yazmadan önce de Kürt aydın ve avukatlarının en azından bir bölümü Lozan’ın söz konusu maddelerinin farkında idiler ve onu savunmalarında da dile getirmekte idiler. Ben kendi payıma, daha 1960’lı -70’li yıllarda Lozan’ı hem kendi kişisel savunmalarımda hem de avukatlık yaptığım siyasi davalarda dile getirdim.” (http://www.kurdistan.nu/)


Bir Türk aydını ve bir Kürt aydını karşılıklı olarak uyarıda ve hatırlatmalarda bulunuyorlar. Her ikisi de Lozan anlaşmasındaki 39. maddede dile gelen “Türkiye vatandaşlarından hiç birinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde, gerek din, basın veya her türlü yayın hususunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt koyamayacaktır.


Resmi dil mevcut olmakla birlikte, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için uygun kolaylıklar gösterilecektir” (Lozan Anlaşması 39. madde son iki paragrafı) haklarından söz etmektedirler.
Ancak kimsenin kimseyi, dinlemediğini, duymadığını ya da hatırlayamadığından şikayet ediyorlar.
Çok haklı olsalar da başlangıç noktaları yanlış diyeceğim. Ancak bundan önce bende Arap devrimcileri ve aydınları adına biri Kürt diğeri Türk olan aydınlar dışında kalanların bu konuda çok önemli çabalar verildiğini, yazılar yazıp, bildiriler dağıtığını ve buna ilgisiz kaldıklarını belirteceğim.
Dikkat edin, Türkiye’de eskiden bir tek Türk vardı, zorlaya zorlaya şimdi de Kürtler oldu. Arapların ise esamisi yok. Hatay diye bir yer ve oranın Arap dokusu ve davası yok, Mersin, Adana, Hatay ve Güney Doğu Toros Dağlarının güney sırtları ve ovalarında Urfa’dan Siirt ve Mardin’e kadar bu coğrafyada yaşamını sürdüren Araplarla ilgili bir uyarı yok. Bunu anımsayanda dile getirende yok haklılarda. Bu dava onların değil Arapların davasıdır. Ama aydın olmak illa ezilen bir ulusal topluluğun kanlı süreçlerden geçip uyarı mı yapması gerekiyor.
Bende bu satırlardan her iki değerli insana bir Arap devrimcisi olarak, sesimin duyulmamasından şikayetçi olduğumu haykıracağım.


On yıllarını özgürlük ve demokrasi mücadelesine adamış biri olarak, Lozan anlaşmasının 39. maddesi ve diğerleriyle ilgili, aynı konuda yazdıklarıma, bu konuyu sık sık dile getirişlerime, çırpınarak ele alışlarıma rağmen sağır sultan hesabı kimsenin duymadığından yakınmam mümkündür. 19 Mayıs 1995’te kaleme aldığım ve THKP-C(Acilciler) Merkez Komitesi adına yayınlanan bildiride, Lozan anlaşması ve 39. maddesiyle ilgili dile gelenler, Baskın Oran’ın talebinden daha fazlasını, Kemal Burkay’ın dile getirdiklerini ise farklı bir aidiyetten, Arap devrimci ve aydınları adına dile gelişi tanımlayan bir tarih belgesidir. Bu bildiride, “T.C her konuda olduğu gibi, uluslar arası anlaşmalarda da ilkesizdir. Bu ilkesizliği, göklere çıkardıkları Lozan anlaşmasının uygulanmasında gösteriyorlar; onlar Sevr anlaşmasını öcü olarak gösterebilirler, düşünce yasaklarını Sevr heyulasıyla vatandaşlara dayatabilirler, ancak Lozan’larıyla ne kadar tutarlı oldukları tartışma konusu olursa, yalanlarını gizleme şansları hiç kalmaz. İşte bugün siyasal gündemde görülmesi gereken önemli gerçeklerden biri de budur…

Lozan’ı göklere çıkartanlar, bu mutlak hükümlere bugüne kadar uymama ısrarları uluslararası anlaşmaları ikiyüzlüce, ikircimlice ele almayı biricik yol seçmelerindendir. Bugün tartışma konusu yapılan “Anti Terör Yasası”yla ilgili 8. Madde sorunu da, Lozan’la düşülen çelişkili tutumla ilgilidir; T.C yöneticilerinin 70 yıl önce mutlak hükümlere bağlayıp kabul ettikleri, Türkiye vatandaşlarının her türlü dille basın-yayın ve toplantı yapma hürriyetlerini uygulamamaktan başka bir şey değildir. Uluslararası hukuka göre “Anti Terör Yasası”nın 8. Maddesi, Lozan anlaşmasının 39. maddesinin 4. paragrafında zikrolunan hükmün lafzına ve özüne karşıdır. Lozan anlaşmasında herkese istediği dille siyasal ve sosyal ilişkilerini düzenleme özgürlüğü tanınıyor; “Anti Terör Yasası”nın 8. Maddesiyle de bu özgürlüğe “bölücülük” damgası vurularak yasak getiriliyor. İşte ikircimlilik budur ve bu tutum T.C’nin mayasında, anayasa ve teşkilatlarında egemen bir var oluş içindedir.

Sevr mi? Lozan mı? tartışması bu noktada anlamsızdır. Lozan’ı göklere çıkartanlar önce şereflice ve adam gibi, uluslararası ilişki kurallarına uygun olarak anlaşmayı hayata geçirmeleri gerekmektedir. Bu noktada Lozan’larını çiğneyenlerin, Sevr’i halka bir öcü olarak tanıtmalarının hiçbir inandırıcı yanı olamaz.” ( “Sevr’mi Lozan’mı tartışması yerine, siz önce Lozan’ı uygulayın” başlıklı bildiri. Bu bildiri, yazımla aynı anda http://mirural.blogspot.com/ blogunda yayınlanmaktadır )


Diyeceğim o ki, Baskın Oran bu uyarılarını özelikle Türk aydınlarına anlatmalıdır, Burkaya’da bu konuyu sadece Kürtler ele almadığını bilecek kadar geniş bir iletişim bilgisine sahip olmalıdır. “Bu yazıdan da belli ki biz Baskın Hoca’yı iyi kötü izliyor ve okuyoruz. Ama acaba Baskın Hoca Kürt aydın ve yazarlarını yeterince izliyor mu?” (http://www.kurdistan.nu/) Diyen Burkay’a, Arap devrimcilerinin de herkesi izleyip okuduğunu ve onların da başkalarını okuyup izlemesini salık vereceğiz. Nesnel verilerin tüm olumsuzluğuna karşı bu iletişimi öznel çabalarla kuramasak, birbirimize daha çok çağrı yapar çileden çıkacak kadarda bekler dururuz.


Tartışmaya tam buradan Arap aydınları ve devrimcileri adına katılmak istiyoruz.
Baskın Oran da Kemal Burkay da haklıdır. Bu ülkede ekimse kimseyi dinlemiyor, bilmiyor tanımıyor, ciddiye almıyor ve ilgili olmak istemiyor. Öyle ki, beklediği fırsat eline geçse iktidar olup diğerini yok etmenin planların kurguluyor.


Herkes tek başına enal-hak olarak, evreni yaratmadan önceki tanrı edasıyla gök kubbede yüzüyor. Sorunda tam bu noktada anlamlı hale geliyor. Birbirimizi binlerce kez uyarsak da, Baskın Oran gibi mizahi sıkıntısı dil yetmezliği olsa ya da sonsuz sayıda dili, ana dilimiz gibi bilsek de, üzerinde yükseldiğimiz nesnel veriler yeterli değilse, uygun değilse yapacağımız diyalog sağırlar diyalogundan başka bir anlamı olmayacaktır. Cahili olduğumuz gerçek budur. Üzerinde konuştuğumuz ve kısır yönelimlerimizi şekillendiren ve sonunda birbirimizi dinlememekle suçlamaya kadar götüren gerçek budur.


Öncelikle, üzerinde konuştuğumuz zeminin cahili olduğumuzu bilince çıkartmalıyız. Öznel eğilimlerimiz ne kadar görkemli ve yerinde olsa da ayaklarımız yere basmıyor. Ülkemizi ve siyasal tarihini, birikimlerini ve kurumlaşmalarını, eksiklerini ve bundan kaynaklanan hedeflerimizi bilmiyoruz ve bunun için de hiç çaba sarf etmiyoruz. Bunun sonucu da sürekli birbirimizi anlamamakla suçluyor, farklılıklarımızı görmüyor, anlaşmak için illa ortak bir dil arayışı içinde olmaya çalışıyoruz.


Oysa anlaşmak için ne ortak bir dile ne ortak bir aidiyete mensup olmamız gerekmiyor.
On yılların birikim ve deneyleriyle aklın yolunun bin bir olduğuna inandım. Aklın yolu birdir diyenlerin çok sıkıntılı olduklarını da yeterince gördüm. Beni mazur görsünler, Baskın hoca bu hallerdedir, bir başka açıdan, cevabıyla Burkay da aynı yerdedir.

Söyleyeceklerine yeni bir şey eklemeyeceğim, ancak aynı zemin içinde kalındıkça, hedef ve yönelimlerimiz özgürlük ve demokrasi mücadelemizin içeriğine ilişkin etkin, radikal çabalar içermedikçe, aynı fasit daire takılı kalacağımızı, kimsenin kimseyi duymadığı, hatırlatamadığı ve tanımadığı süreçlerden kurtulamayacağımızı belirteceğim. Ülkemizin üzerinde oturduğu zemin, bunu gerekli ve zorunlu kılmaktadır.


Bu zemin, yaşantımızın her kesitinde karşımıza tüm acımasızlığıyla çıkan, insan yakan ve yıkıp çökerten, göçerten, tutsak, tehcir ve tenkil eden, toplumun dengesizliklerinden beslenerek engellenmesi mümkün olmayan bir güç haline gelen, tarihin tüm süreçlerinde de kendini koruyacak siyasal bir sistem, askeri bir güvence ve sivil kadrolar bulup, bir kanser hücresi gibi yaşam alanlarımızda çoğalan akıl sistematiğidir.


Bu zemini kimse sınıfsal konumuyla, inançsal konumuyla da sınıflandırmasın. Sonuçta bir biçimde bir sınıfa ya da inanç sistemine hizmet etse de bu aklın ne millet ne din ne de sınıf aidiyeti vardır. Bu akıl sistematiğinin bir zemini ve bunun bekası için inanılmaz esnek ve saldırgan kendini ortaya koyuş tarzı vardır. Her tarihi kesitte jargon farklı olsa da işlevi ve amaçları birdir; bu akıl “devletun bakası için kardeşkanı helaldir” diyen akıldır, “bu ülkeye komünizm gerekliyse onu da biz getiririz” diyen aklın da ta kendisidir.


Böylesi bir akıl dokusu ortamında, sorun kimin kimi uyardığı ya da bu konuda kimin önce ne söylediği de değildir. Zira bu ülkede, bu akıl sistematiğinin mevcudiyetiyle, hiçbir yasa, hiç bir kurum, hiçbir tarihi birikim süreklilik arz edemez; kendisi dışında bir devamlılık doğasına aykırıdır. Farklılıklara karşı duruşu ayniyle öyledir.


Bu yüzden ne bir tarihsel veriyi sağlıklı olarak kavramak ve bunu kuşaktan kuşağa miras bırakarak ilerletmek ve yaygınlaştırmak mümkün değildir. Bu akılla bağlantı telleri kesik bir coğrafyadır bu ülke; ne aynı aidiyetin topluluğu içi bağlantılara sahip ne de farklıların böylesi bir bağı var.

Baskın hoca’nın çağrı çabaları ve Kemal Burkay’ın sitemi aynı noktada kesişmektedir. Hepimiz bu hengamede aynı bataklıkta yerimizde sayıyor gibiyiz. La hayata limen tünadi dedikleri gibi (hayatın olmadığı yerde kime sesleniyorsun ki)


Anadolu, geçmiş görkemli tarihine ve uygarlıkların beşiği olmasına karşın son bin yıldır karanlıkların en reziline mahkum olmuştur. Bu mahkumiyetin en amansız denklemleri, tarihsel açıdan olduğu kadar, kültürel, sanatsal ve de özellikle siyasal açıdan mirasız bir yaşam sürecini ikame etmiştir.


Sorunumuzda budur, egemen olan akıl sistematiğinin yarattığı tarihsiz ve talihsiz, mirassız ve her defasından sıfırdan başlamak zorunda kalan siyasal yaşamımız, coğrafyamızın mozaiğini birbirinden koparan, iletişimsiz ve birbirine karşı sorumsuz kılmıştır. Bunun adı kaosutur. Kimlik bunalımlarımızın da kaynağı budur. Düşünsel farklılıklarımızın çözüm çatışmalarına kadar uzanan algılayış eksiklikleri de buradandır. Bu sorunu çözmeyen bu ülke, bu bataklıkta daha birkaç kuşak tüketmeye adaydır.

Mirasız bir ülkede yaşıyoruz. Hiçbir halka bir sonrakine bağlanamıyor. Beslenme zinciri değil kırılma, koparılma, halkalarının yalıtılmışlıkları içinde devam eden beyhude bir süreç yaşanıyor. Ülkenin düşünsel gelişim ve ilerlemesini sağlayacak, uygar uluslar arasında kendi orijinalitesiyle varlığını güçlendirecek bir miras devamlılığı yoktur. Tarih boyunca başkentleri bile değişmiş, alfabesi, resmi dili değişip durmuş. İki kuşak süren bir siyasal yapılaması olmamış, farklılığı olan tek bir kurum ya da kuruluşun yaşaması mümkün olmamış.

Sevan Aşıkyan’ın bu sürece ilişkin yaptığı özetlemeler önem taşıyor.

“Bu toplum sanki cilalı taş devrinden çıkıyormuş gibi bina yapmayı ve şehir yaşamını 1950"lerden sonra sıfırdan öğrendi.

Şahıs putlaştırılmasına dayanan kült, Türkiye"ye bugün bile altından kalkamadığı bir manevi, kültürel ve siyasal yıkım getirdi.

Biz İkinci Mahmut'tan beri bir yandan "Batı'ya mecburuz" diyoruz, diğer yandan da "Batı düşmandır, emperyalisttir, kâfirdir, bizi sömürür" diye düşünüyoruz. Cumhuriyetin bilinçaltında yatan derin bir yaranın ifadesidir bunlar. 1920"lerden beri böyle acayip bir zihniyetin makasına sıkıştı Türkiye.
Microsoft çağında Latin alfabesi kullanmak büyük nimet ama... Bunun Türkiye"de okuryazarlığı artırdığı doğru değil. Harf devriminde amaç, Batılılaşmak değil, eski yazıyı yasaklayarak Türkiye"nin geçmişiyle bağlarını koparmaktır. Bu ülkenin dokuz yüz yıllık kültürel geçmişiyle bağları, halka on beş gün süre verilerek tek bir hamlede koparıldı ve sıfırdan başlayan bir toplum haline getirildi. Elli sene boyunca üniversite dahil hiçbir yerde insanlara eski yazı öğretilmedi. Bir toplumun kendi geçmişi hakkında tam ve mutlak bir cehalete indirgenmesidir bu.

Türkiye "Benim totaliter geçmişim yücedir, tartışılamaz" dedi. Oysa diktatörlüğü reddetmeden demokrasiye geçmek mümkün değildir. Nitekim Tek Parti Dönemi"nin ruhu darbelerle hep geri geldi. İttihatçı totaliter ruhtan kurtulamıyoruz. (Neşe düzelin, Sevan Aşıkyan’la röportajı, Taraf gazetesi 24 Haziran)

Çok değerli Tarih araştırmacısı, yazar Ayşe Hür bir dizi yazısında bu akıl sistematiğini ve bu topraklarda yaşayan halkın makus tarihi kaderini berrak bir dille aktarıp durmuştur, “Cumhuriyetin Amele Evlatları” makalesinde bu aklın, emekçiler cephesinde yaratılmak istenen siyasal-sosyal-kültürel değerlerin, aydınların ve kadroların üzerine üzerine nasıl yüründüğünü dile getirirken, 1 Mayısın kutlamalarının kaygılı beklenişini ve sırat köprüsü haline gelişini vurguluyor. “Cumhuriyet ilan edildiğinde, işçiler hak ve özgürlüklerinin gelişeceğini düşünmüşlerdi ancak yanıldıklarını kısa sürede anladılar. Çünkü CHP’nin Altı Ok’undaki ‘Halkçılık’ ilkesi ile tarif edilen ‘sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” ideali, işçi örgütlenmelerinin ve grev hakkının önünde büyük bir engel olacaktı.

1930’lardaki millileştirme hareketleriyle birlikte Türk sanayisinde yabancı sermayenin yerini ulusal sermayenin almış olması, CHP’yi sendikalaşmaya yada greve sebep olabilecek bir ortamın veya herhangi bir çıkar çatışmasının olmayacağına inandırmıştı. Başka bir deyişle, işçi örgütlenmelerine veya grevlerine gerek yoktu, bu yüzden de engellemek en doğru hareketti.

Ceza Kanunu’ndaki 141 ve 142. maddelerin ağırlaştırılmasıyla işçi önderlerine ve solculara göz açtırmadı.
‘Mayıs 1 Nedir?’ başlıklı risalenin dağıtılması, cemiyet yöneticilerinin Ankara İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilmesine yetti. Mahkeme 12 Ağustos 1925 tarihli kararıyla 38 kişilik bir grubu “komünistlik teşkilat ve propagandası yapmak suretiyle dahili emniyeti ihlal ve binnetice hükümet şeklini değiştirmeye matuf fiil ve hareketlerde bulunmak” suçunu işledikleri için 7 yıldan 15 yıla kadar kürek cezalarına çarptırdı. En ağır cezalar başlarına gelecekleri hissedip, mahkemeden önce yurtdışına kaçmayı akıl eden Şefik Hüsnü, Nazım Hikmet ve Hasan Ali’ye verilmişti.
1 Mayıs 1977’deki kutlamalar ise tarihe ‘Kanlı 1 Mayıs’ olarak geçti, çünkü karanlık güçlerin açtığı ateş sonucu 34 kişi ya ezilerek ya da kurşunlanarak öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Bunu sokağa çıkma yasağı ile engellenen 1979 kutlaması ile sıkıyönetim ilan edilen tam yasaklı 1980 kutlaması izledi. 12 Eylül cuntasının ilk işi 1 Mayıs’ı tatil günü olmaktan çıkarmak oldu. Bundan sonraki yıllar, yasaklar, polisle çatışmalar, ölümler ve yaralanmalarla geçti. 1 Mayıs 2007’de yaşananlar demokrasinin bu topraklara uğramaya henüz niyeti olmadığını göstermişti.
(Ayşe Hür; Cumhuriyet’in amele evlatları makalesi! )
Bu verilerin cehennemi süreçlerinde, kim neyi nereye kadar kime aktarması mümkündür.

Bu tarihsizlik ve talihsizlik sürecinde sol en az sağ kadar mirasızdır. Bu güne kadar, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin devamlılık arz eden hiçbir müessesesi yoktur. Ne bir sol parti ne bir kurum ne bir kuruluş iki kuşak ayakta kalmamıştır. Yazınsal birikimi bir hiçtir. Bu etkinliklerden yoksun olarak iletişim için kurulu olan ve ayakta duran hiçbir mekanizması bulunmamaktadır. Kadrosuzdur ve tarih bilincinin sınırları birkaç on yıl gerisinden fazla değildir. Tek tek aydın çabaları ise bir çiçekle bahar getirme çabası gibidir.

Sivas katliamı üzerine yazdığım makalede, üzerine gidilmesi gereken temel sorun bu akıldır dedim ve şöyle tanımlamaya çalıştım “Bu ülkenin akıl serüveni tarihinde tamamlanmamış birikimlerin, algılanmamış insani erdem ve değerlerin, farklılıkları içseleştirmeyi beceremeyecek kadar sığası dar yönelimlerin akıl sistemleri hakim olagelmiştir…

Bu, Orta Asya’dan bir kısrak başı gibi gelip batıya uzanan göçebeliğin genetik izleridir. Başka halkların emeklerini gasp ve talan ederek, tarihte ilk kez yaşama açtıkları toprağı üretimsiz ilhak edip anavatan haline getirdiklerini sananların, farklılıklara karşı refleksleridir. Oturmamış toplumsal akıl melekelerinin kaygı ve korkusundan oluşan tepkilerin, sıradan olaylara karşı tehafütüdür (üşüşmesidir). Aydınlanmasını, yaşadığı uygarlığın verileriyle gerçekleştirememiş, modernizasyon zıplamalarını oturtamamış bir toplumun, kararsızlığı ve kaosudur.” ( Sivas katliamı, toplumsal dengesizliğimizin kimlik kartıdır. Bkz.
http://mirural.blogspot.com/ )


Kurumları, kuruluşlarıyla, kadroları ve uzmanlarıyla yapılaşmamış, bunları koruyacak yasal ve anayasal güvenceleri oluşmamış, her defasında yeniden sıfırlanmış siyasal süreçlerin olayları ve olguları, verileri ve olasılıkları inceden inceye, akademik boyutta takip etmesi mümkün değildir. Bu çabaların sonuçlarını halka aktarmak ise hiç mümkün değildir.

Kurulu demokratik ortamın güvenli ağlarıyla da tarihi içinden çıkıp gelmiş kararlı, sistemli örgütsel dokuların oluşmadığı bir ülkede, aydınların bu yaman iletişimsiz hallerini anlamak güç olmasa gerek.

Demokratik devleti, bu coğrafyanın mozaik dokusunu göz önüne alan ikamesi gerçekleşmeden, olumlu olsa da devam etmesi gerekli olsa da, bu tür tıkanmaları aşmak mümkün olmayacaktır.

Bu aklın yarattığı zemin üzerinde çok doğaldır ki, Baskın Oran ile Kemal Burkay’ın diyalogu sağırlar diyalogu olacaktır. Biz THKP-C(Acilcilerin) Lozan anlaşması ve 39. maddesi üzerine kadim söylem ve yazıları, bilinmezler ve anılmazlar arasında olmaya devam edecektir

Hiç birimizin yönü Kabe’ye dönük değil, tüm namazlarımız batıl olacak kaygısındayım.

Gerçekçi hedeflerimizi belirlemeden, ortak ülkemizde halkalarımızın çıkarları için başarılı bir sonuç elde edemeyeceğiz, Ayrıntılarda boğulup birbirimizi duyamayacak, tanımayacak ve izleyemeyeceğiz.


Hiç yorum yok: