HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

3 Nisan 2008 Perşembe


Devletçilik ve devrimcilik


Bedreddin Mahir
bedreddin.mahir@gmail.com

22 kasım 2002





Milliyetçi solcuları, önceki makalem olan “solcular nasıl milliyetçi oldular” da izah etmeye çalıştım. Bu makalemde bu eğilimin temel söylemleri üzerine eleştirilerimi yönlendireceğim. Ve bu süreçte kendi anlayışımızı, daha detaylı olarak anlatma fırsatını değerlendirmiş olacağım.

Milliyetçi solcuların hayati söylemleri olan bağımsızlık sorununu önceki makalede ifade etmiştim. Bu satırların yazarının da, uğruna zindanlar yattığı, işkenceler gördüğü ve hala sürgün yaşamında bulunduğu değerlerin başında bağımsızlık uğrana mücadele gelmektedir. Ancak bu mücadelenin değişen dünya koşulları içinde kazanılabilmesi yönünde yürütülecek mücadele, artık eski kıstaslarla yürütülemeyeceği görülmektedir. Eski kıstasların, artık bağımsızlığa değil, daha çok bağımlılığa hizmet edeceğini vurgulamıştım. Bunun nedenlerini de özetle vermiş, bağımsızlığı, özgürlük olarak kavramadan ve bunu küreselleşme içinde kendi orijinalitemizle yer alarak, etkileyen ve etkilenen ve konumu eşitlerin ortaklığında belirlenmiş bir yer alış olmadıkça, bağımsızlığın gerçek olmayacağını ifade etmiştim. Ayrıca, çağdaş tarihin hiçbir kesitinde bağımsız olamayan ülkemizin, Avrupa birliğine katılışına karşı çıkmakla bağımsız olmak bir yana, içine düştüğü bağımlılık ilişkilerinin topluma çok daha acı bir süreç olarak dayatacağını anlatmıştım.

Buna eklenecek en önemli belirleme, ulusal devletler çağının fiili olarak tüm ağırlığıyla devam etmesine rağmen, tarihsel olarak bittiğini ilan etmek olacaktır. Bunun anlamı ise, ilerleyen zaman içinde özgürlük kazanımlarımızın gerçek bir çağdaşlık boyutu almasıyla, ulusal devlet içindeki sorunlarımızın ters orantılı önem gerilemesine maruz kalacağı gerçeğidir. Bu sonuçlar, elbette birden bire oluşmayacaktır, binlerce unsurun içsel ve dışsal dengelerin zaman içinde gerçekleştireceği bir gelişmedir bu. Ama bu gelişme başlamıştır ve derinleşerek devam etmekte olduğu tespit edilmelidir. Ulusal kapsamdaki sorunlar, bu süreçte kaçınılmaz olarak tali olmaya, önemsizleşip marjinal olmaya başlarlar. Dolaysıyla ulusal devlette daha çok anlam bulun klasik bağımsızlık, bu tarihsel evrimle birlikte yerini çok daha anlamlı ve kapsamlı olan özgürlük istencinin ikamesine terk eder. Ebette, biri diğerinin yerini mutlak anlamda almaz ama, özgürlük ikamesi bağımsızlık istencini içermeye başlar. Ulusal sınırlarda, tek ulusa ya da ulus sınırları içindeki etnik unsurlara ait olan özgürlük istençleri bir nitel aşama kat ederek
evrensel bir boyut alır. Ve bu noktadan itibaren bağımsızlık istemlerini de kapsamaya başlar, bireyin özgürlük istemi ulusal kurum ve kuruluşlarla çatışmaya düştükçe, bağımsızlaşma mücadelesi kendini artan oranda özgürlük talep ve mücadelesinde ifade etmeye başlar. Gerçekte de, bağımsızlığın tarih içindeki evrimini ele aldığımızda, bir feodal beyliğin merkezi krallık devletinden bağımsız olma istenci kapitalizm çağıyla birlikte bir ulusun bağımsızlık istenciyle yer değiştirmesi gibi, bireyin özgürlüğünde anlam bulan bağımsızlığı, ulus bağımsızlığının yerini almaya başlaması da bunu ifade eder.

Bu tarihsel bir gelişmedir. Siyasi bir tercih değildir. Ne bir ideolojinin siyasal programının bir ürünü ne de, özgün bir durumun konjonktürsel ifadesidir. Tarihin geri dönülmesi mümkün olmayan, yüz yılların evrimi içinde gelişip olgunlaşan, kendine özgü dinamikleriyle de, ileri doğru giden ekonomik-sosyal ilişkilerin kendini siyasal düzlemde ifade etmesi hadisesidir.

Bağımsızlık, toplumsal varlık olarak bireyin, toplumu ilerletmeye ve en etkin sosyal sonuçları kazanmaya yönelmiş özgürlüğünde ifadesini bulan bir muhteva kazanmıştır. Var oldukça hiçbir ulusal devlet klasik anlamda bir bağımsızlık kazanamaz, bireyin özgürlüğünde ifadesini bulan bağımsızlık, toplumu ileriye götürecek gerçek bağımsızlığı tanımlamaktadır. Uğruna mücadele edilmesi gereken bağımsızlık ta tastamam budur. Bunun gereği de, bağımsızlık algılayışımıza, çağın içeriğini vererek devrimci iddiamızı sürdürmek olacaktır.

Anlatımlarıma, bir örnekle açıklık kazandıracağım. Sık sık tekrar ettiğim basit bir örnektir bu. Ama, düşüncelerimi bu örnekle daha iyi anlatma olanağım olacak. Örnekte iki iletişim türünü karşılaştıracağım. Birincisi malum posta iletişimi, diğeri, bilgisayar iletişimi. Bilindiği gibi, toplum olarak posta sistemiyle ilgili onlarca sorunumuz olmuştur, olmaya da devam etmektedir; pul fiyatlarının yüksekliği, kimi vergilerin posta ihtiyaçlarımızın içine sokularak artırılması, telefon faturaları, ek vergileri, posta işçileri sorunu, adil olmayan posta idare işleri vb. Bu sorunlarla ilgili programlarımız ve müdahalelerimiz, sendikal ve siyasal faaliyetlerimiz, diğer sosyal siyasal sorunlarımız içinde önemli bir yer kapsamaktadır. Bu sorunlarımız, bilgi sayar iletişim kanallarının getirdiği yeni sistemle yavaş yavaş önemini kaybetmeye, kavramlar ve deyimler değişerek eski içeriklerinden farklılaşmaya, yerini yeni sorunlara ve söylemlere terk etmeye başladığı görülür. Böylesi bir süreçte, posta iletişimi nedeniyle karşı karşıya kaldığımız tüm sorunları, bilgi sayar sistemine doğru hızla adım atan birey ve toplumun sorunları olmaktan da uzaklaşmaya başlar., ikincil olur, marjinal kalırlar. Dolaysıyla uğruna mücadele edilecek zorunluluklar arasından, gelişmelerle doğru orantılı olarak çıkmaya başlarlar. Mücadelemiz yeni dönemde eski kavramları taşımaya devam etse de, artık içerikleri değişmiş olarak yerlerini almaya başlarlar. Bilgisayar iletişiminin rahatlığı, hızı, ucuzluğu ve kalitesi, posta iletişimini ve sorunlarını arka plana itmiş olur. İşte böyle bir şey, bağımsızlık ta bir soyut değer olarak, yeni dönem içinde yeni anlamlar kazanarak gündemde olacaktır, muhtevası genişleyecek ve daha anlamlı olacaktır. Ulus mefhumu ve sınırları içinde kalan tüm sorunlar, zaman içinde aynı akıbete uğrar. Buna sizler hukuk sisteminin ulusal olmaktan uluslar arası olmasıyla gündeme gelecek değişimleri ekleyebilirsiniz ya da, ticaret sistemi, gümrük sistemi, ulaşım sistemi hatta ulusal liglerde ifadesini bulan ulusal takımlarımızın bile, yerlerini küresel takımlar alarak, eski ulusal ölçekli sorunlar aşılarak geride bırakılmış olacaktır (şimdilik her takımın 5 yabancı futbolcu alabilmesini sağlayan kararla ulusal çerçeve aşılmış oluyor. Ardından yeni kararlarla bu süreç küresel sisteme tam uyum sağlayacak ölçeklere kadar ilerler). Bu yüzden saydığımız eskiler ve onlardan kaynaklanacak sorunlar onlarla birlikte, geri plana itilmiş olacaktır. Ulus ötesi yapılanmalar hızla çağı belirleme yönünde geliştikçe, ulusal ölçekli unsurlar ve sorunları geri planda kalırlar. Bu sürece müdahale etme ve hızlandırma yönündeki mücadele, bir devrimci mücadele olarak kendini gösterir. Bunun yolu da daha çok özgürlükten ve demokrasiden geçer.

Verdiğim örneklerden bağımsızlık sorunu için yapılacak çıkarsamalar, bağımsızlık soyut kavramının her dönemde taşıdığı farklı bir anlam ve içerik bulunduğudur. Bu anlam ve içerikleri sadece ulus kategorisine indirgemek, bu çağın gerekleri itibariyle darlık ve ilkeliktir. Bu gün bağımsızlık, insan özgürlüğü ve demokratik kazanımlarıyla daha derin bir anlam kazanmıştır. Ulus ötesi sorunlar, ulusal sorunları tali palan itecek bir boyut kazanmıştır. Dolaysıyla, özgürlük ulusal bağımsızlığın beklentilerini de içeren bir yoğunluk kazanarak kendini ifade etmektedir. Ulus ölçekli bağımsızlık artık yetersiz ve topluma kazandıracağı çok şeyi olmayan bir konumdadır. Küresel ekonomide yer alış, ulusa ait tarihi bir çok söylemi de aşmamıza olanak vermiştir. Bu sıçrama kendi içinde, çözülmemiş bir dizi sorunu da aşarak çözme şansı vermiştir. Kıbrıs sorununda tıkanmaya yol açan eğilimlerin ulusalcı eğilimler olmasına karşın, Avrupa Birliğine katılmakla Türkiye-Yunanistan-Kıbrıs arasında milliyetçiliği körükleyen, ulusal bağımsızlık adı altında çözümsüzlüğü, en iyi çözüm yapan tüm ilkel anlayışların aşılması bunu ifade eder. Bu, çağımızın bağımsızlık anlayışının, bireysel özgürlüğün kazınılması anlamına yükselmesiyle, ulusal bağımsızlık gibi sorunları içselleştirip aşması olayıdır.

Bu makaleye gelince, milliyetçi solcuların ekonomik söylemlerini değerlendireceğim ve buradan devrimcilik algılayışlarının nasıl bir boş inanca dönüştürüldüğünü anlatacağım.

Milliyetçi solcuların tek ekonomik program dayanakları devletçiliktir. Ellerinde halkın yararına ülkenin gelişmesi yararına, tek satırlık başka bir söylemleri bulunmamaktadır. Bu programın gerçekleşmesi de, devlet iktidarının bir gece ansızın yada bir biçimde “ele geçirilmesi” ardından ilan edilecek olan kamulaştırmayla gerçekleşeceği yönündedir. Kamulaştırmayla tüm temel sektörler devlet malı olarak işletilerek topluma değer aktarımı yapılacaktır. Dış borçlar ödenmeyecek yada bir siyasi kararla “ötelenecek” ve bütçe dengelerindeki fazlalık, ülke içi gereksinimlere aktarılacaktır. Ancak bu devletçi söylemler, soğuk savaş dönemini aşamamış, kısır bilinç önermeleri olarak öylesine büyük mantık ve denenmiş hatalarla, handikaplar içermektedir ki, bir ülkeyi değil kalkındırmak, emperyalistlere artan oranda kölelik ilişkisine düşürmekten başka bir sonuç üretemez.

Bunu anlamak için sondan başlayarak konuyu irdelemeye çalışalım. Öncelikle bilinmesi gereken şey, dünya üretim mekanizmalarının artık birbirine binlerce bağla bağlı bir tek organizma haline geldiğidir. Sermaye ilişkisi açısından olduğu kadar, son dönemlerde bilgi ve teknoloji açısından da, dünya bir birinden koparılması mümkün olmayan bir globalleşme aşamasına girmiştir. Geri dönüşü olmayan bu ilerleme, tüm insanlık adına yararları olan etkilerini ortaya koymuştur. Başlıklar halinde bu gelişmeleri tasnif edecek olursak, şunu görürüz; “a. Endüstri toplumundan bilgi toplumuna, b. İş gücü ağırlıklı teknolojiden, yüksek teknolojiye, c. Ulusal ekonomiden, Küresel ekonomiye, d. Merkezi yönetimden yerel yönetime, e. Temsilci demokrasiden katılımcı demokrasiye, f. Hiyerarşiden şebekeye geçiş” bu gelişmeyi anlatır. Bu unsurlara eklenebilecek bir çok unsur daha bulunabilir, ancak bu unsurlar, büyük dönüşümün geniş yaşam alını içinde ifade ettiği, dünyamızın eski sistemlerden koparak, nitelikçe yeni bir sisteme doğru gidişidir. Bu ölçüler çerçevesinde ülkelerin konumu üzerinde fikir sahibi olmak mümkündür.

Bir ülke, kendi dinamiklerini geliştirirken ve güçlenme çabası verirken, dünyada ortaya çıkan gelişmelerden kaçınmaktan çok, bu gelişmenin aktif bir dişlisi olma yönünde çaba sarf etme yükümlülüğü altında bulunmayı, toplumsal gelişimi için zorunlu görür. Bilindiği gibi, bir ülkenin ekonomik gücü, iki temel etmene bağlıdır, ya tarihsel gelişimiyle, kendi ekonomik sürecini ve dengelerini, sermaye birikimi, teknoloji ve bilim ihtiyaçlarını diğerleriyle rekabet edecek düzeyde geliştirmiştir olmasını ya da, başkalarından aldığı teknoloji ve bilimi iç dinamiklerini doğru kullanarak ikame edip, dünya ekonomileri içinde önemli bir düzey yakalamış olmalıdır. Bu tablo dışında kalan ülkeler, genellikle borçlu, üretim düzeyleri düşük, bilim ve teknoloji üretimi olmayan ve bundan nasip alacak bir yapılanması bulunmayan ülke kategorisi içindedirler. Bu gibi ülkeler, uluslar arası finans kurumlarına öylesine bağımlı hale gelirler ki, toplumları sürekli bir bunalım içinde siyasi iradesi güçsüz, yönlendirilmiş ve ülke kaynaklarını hiçbir zaman rasyonel kullanma şansı olmamış durumda olurlar. Anti demokratik yönetimlerin kaynağını bu zeminde bulduğu ülkeler, kuşaklar boyu sürecek çıkışsızlık içinde kıvranarak takatlerini tüketirler.

Zaman zaman bu tür ülkelerde gelişen milliyetçi eğilimler, ister soldan gelsin ister sağdan gelsin bağımsızlık adına devletçi, içe kapanmış bir ekonomik süreç başlatma girişiminde olurlar. Bu girişimlerin dünyadaki tüm örnekleri, rasyonel kullanılmayan iç dinamikler ve çarpık yapılanmalar nedeniyle, yeniden uluslar arası finans kurumlarına bağımlılık ağına düşmüştür. Oysa, ülke ekonomisini yeniden yapılandıracak ölçekte bir sermaye birikimlerinin olmaması, bilgi ve teknoloji üretiminin gerçekleşmesinin önündeki tek seçenek, devletçilik değildir. Bu açmazın çağımızdaki tek çıkış kanalı küreselleşme içinde yer almaktır. Bunun pratik ekonomik anlamı ise, güçlü bir siyasi iradenin ülke kaynaklarını doğru ve akılcı tarzda değerlendiren, yeniden yapılanması için ihtiyaç duyduğu mali, bilgi ve teknoloji ithalini iktisadi bir hamle için değerlendirerek ülkesini küresel ekonominin orijinal bir dişlisini haline getirip, etkilenen ve etkileyen gerçekçi konumunun bağımsızlığını yarattığı etkiyle fiili hale getirmektir.

Küresel ilişkide, eşitler arasında bir unsur olarak yer almak, mali, bilgi ve teknik borçlanmayla çelişmez. Tersine, bu verileri rasyonel kullanarak borcunu reddetmeyen, ötelemeyen geri verebilecek bir atılımı sağlayan yönetimler gerçek anlamda ülkelerini kalkındırır ve bağımsızlıklarını sağlarlar. Zira her ne nedenle olursa olsun ödenmeyen borç, sonuçta köleliği, tıkanıklığı, anti demokratik siyasal süreçleri getirir. Bilinmeli ki, çağımızda borç klasik anlamda ele alınamayacak bir işlev kazanmıştır. Küreselleşme süreci, borcun dünya üretim mekanizmalarını bir birine bağlayan, önemli denge unsurlarından biri olduğunu gösteriyor. Bunu mali borçlar açısından olduğu kadar, diğer üretim girdilerinin borçlanılması açısından söylemek yanlış değildir. Ulus kimliğini tarihe ayak uydurarak, kendiliğinden yada yeni bir oluşum olarak alınan bir kararla aşan kurumlar (her türden iktisadi faaliyet unsuru olan kurumlar) ülke sorunların, ulusal sınırlar içinde çözme ilkelliğinde takılı kalmadan, çözülebileceğini göstermektedirler. Ülke kaynakları, insan unsurunun da içinde olduğu bir bütün olarak değerlendirildiği bir koşulda, uluslar arası ekonomik alanda etkin olabilecek bir yeniden yapılanmayı yaratan ciddi siyasi irade bunu sağlamakta güçlük çekmez. Zira dünya ekonomisi içinde her şeyi olan ve her şeyi üreten ve her kese satan ve hiç kimsenin, hiçbir olanağına ihtiyacı olmayan bir ülke yoktur ve olmayacaktır. Dünyanın en güçlü ekonomileri, borç, dış sermaye, dıştan gelen yatırımlarla güçlüdür. Önemli olan, borcu ödemek dahil daha çok üretimi yaparak IMF dahil, çağını doldurmuş hiçbir emperyalist kuruma mahkum olmamaktır.

Dünya ve kaynakları bir bütündür ve bütünün parçaları olarak hangi gelişme düzeyinde olursa olsun tüm ülkeler diğerlerine göre ihtiyaç duyulan bir konumdadır, diğerleriyle organik bağlarla bağlıdır. Dünya nüfusu hızla artmakta, çevre kirliliği yoğunlaşmakta olması bile, kayda değer bir ekonomisi olmayan ülke ve kaynaklarının, insanlığın ortak çıkarları içinde üstlenecekleri görevler vardır. Bu, tüm ülkelerin artan oranda birbirlerine bağlanmaları anlamına gelir ki, çağımızın ana eğilimi bu yöndedir. Bu açıdan ülke kaynaklarını doğru değerlendiren bir yönetim, çağımızın küreselleşme açılımından yararlanarak, eşitler arasında bir unsur olma fırsatını kendi orijinalitesiyle yakalaması mümkündür. Emperyalistlerin varlığı ve kar hırslarının vahşeti, “yeni dünya düzeni” adı altında yürütmeye çalıştıkları emperyalist politikaları, Savaş mekanizmaları ve merhametsiz saldırganlıkları, insanlığı ortak bir değerler manzumesinde yeniden örgütleyen tarihi sürecin küreselleşmede ifadesini bulan etkinliği karşısında gittikçe gerileyen, güçsüzleşen bir etkiden öteye geçmeyecektir. Zaten emperyalist sistemin gelip dayandığı tek kutuplu süreç, tarihin tüm verilerince doğrulanabilen, sonun başlangıcı olarak beliriyor. Bu yüzden zaman zaman, tanık olduğumuz ciddi dünya sosyal-siyasal krizleri gündeme gelmektedir. Ancak çağın ana gelişim yönü, emperyalist sistemin aşılması yününde yeni ilişkilerde tanımlanmaktadır. Bu sistemde, dünyanın tüm ülkelerine ve insanlığına eşitler arasında yer alma fırsatı tanımaktadır. Sorun, açılımı başarıp başaramamada, ülke kaynaklarını, bilgi ve teknolojiyle kaynaştırıp, kaynaştıramamaktadır, yeniden yapılanarak etkileyen ve etkilenen bir dünya dişlisi olup olamamaktadır.

Devletçilik örneği bu gün için geri gelmeyecek şekilde çökmüş bir deneydir. Bu günün dünyasında içe kapanmış, kendi kendine yeten bir ekonomi olmayacağı gibi, böylesi bir girişimin bir adımlık takati de olmaz. Bu yolu deneyen tüm örnekler, ağır borçlar altında ülkelerinin birkaç kuşağını rehin altında bırakmış ve bağımsızlıklarını yitirmiş bulunmaktadırlar Ülkemiz bunlar arsındadır. Böyle olunca hiçbir siyasi irade kendini dünya dışına itecek bir kapalı programla halkını temsil etme gibi sonu hüsranla bitecek bir maceraya girişmekle vatansever olmaz. Bizim gibi ülkeler için durum çok daha kritik yanlar taşıyor, mali kaynakları zayıf, teknoloji ve bilgi üretemeyen bir ülke olarak bütün bunlara bağımlı olmanın sakilerini göz önüne almadan, söylenecek her hangi bir ekonomik söylem yalnızca aldatıcı bir yalan yada bilgisizlik olur. Bilgisizlikte ısrar edilerek, böylesi bir adımı atmak ise, ülkeyi, dünya ekonomik kıskaçları altında bir daha çıkılması mümkün olmayan bir kapana sürüklemek demektir. Bu, ülkeyi piyon gibi, Batılıların sık sık tekrar ettikleri “tek ihraç ürününüz askerleriniz” olan bir ülke onursuzluğuna düşürür, emperyalistlere bağımlı köle bir ülke statüsü kazandırır. Bu yüzden devletçilik söylemi sanal alemde bile kurgulansa, dünya ekonomisinin kendi düzeneklerinin kayalarına başını çarpmak durumunda olacaktır. “teknolojisiz, mali kaynaksız bir ekonomi kuracağım” diyenlere üretimsiz, bilgi ve teknolojisiz, pazarsız ve rekabetsiz bir gezeğen bulmaları gerektiğini bildirmek isteriz.

Bu tespitin ardından ülkemizde kurulu bir ekonomik sistem olduğu hatırlanmalı. Bu sistem tüm temel girdileri ve kimi ham maddeleri de dışardan gelmektedir. Bilgi ve teknoloji ve mali kaynak almamak, yada alınanın karşılığını vermemek ya da “ötelemek” bu sitemin tüm girdilerine Çin setti çekmek demektir. Hiçbir dünya ülkesi karşılığını belli bir düzen içinde almadığı değerlerini, bir başka ülkeye hibe etmez. Borçlu ülke, borcunu ödemeyeceğini ilan etmesi ise ya bir iflas ilanıdır ya da bir karşı koyuştur. İflas ilanı, ülkenin kaynaklarını ve gelirlerini uluslar arası finans kurumlarının yönetimine bırakmaya kadar uzanan, bir tür sömürgeciliğe düşmek demektir. Borç ödememe şeklindeki karşı koyuş ise, alternatif kaynağı ve dayanağı bulamayacağı için çok daha vahim şeyler yaratır. Soğuk savaş döneminin iki kutup çatışmasında, nispeten anlamı olduğu sanılan böylesi siyasi tutumların, bu günün dünyasında esamisi dahi olamaz. Dünya ekonomi mekanizmalarının bir bütün olduğu globalleşmede, hiçbir ülke dayanağı ne olursa olsun her hangi bir ekonomik sistemi yürütemez. Kaldı ki, verili dünya konjonktüründe henüz farklı ve egemen bir üretim ilişkisi de mevcut değildir. Başlayan ve gelişen yeni tür tarihi bir örgütlenme olarak küreselleşme, kapitalizmin bağrında doğmuş ve kapitalizmi zamana yayılmış evrimci bir tarzda tasfiye etmektedir. Tıpkı feodalizmin bağrından doğan kapitalizmin feodalizmi tasfiye ettiği süreç gibi, köklü ve kendi yapılanmasını, kurum ve kuruluşlarını geri dönülmeyecek ölçekte yerleştirerek ilerlemektedir. Ulus sınırlarını aşan ama, aynı zamanda insanlığın ortak değerlerini ve dayanışmasını içinde barındıran her oluşum bunu yansıtmaktadır. Bu yüzden uluslar arası ilişkide eski keskinliklerin arka yüzünde bir o kadar keskin bir teslimiyetçilik yattığı bilinmelidir. Devletçi ekonominin de açmazı buradadır.

Ayrıca bilinmelidir ki, devletçi ekonomide zarar etme kaygısı ve dolaysıyla maliyet ve kalite sorunu da yoktur. Bu günkü devletçi ekonomi, insanı ve değerlerini, değişen ve gelişen arzularını hiç dikkate almayan bir üretim süreci takip eder. Devlet halktan aldığı vergilerle, yer altı ve üstü kaynaklarından elde edilen gelirlerle zarar etme kaygısı taşımadan sürdüreceği ekonomik girişimler, kısa bir dönem sonra inanılmaz maliyetleri, kalitesizliği, yönetim aksaklıklarını, gereksiz idari şişmeleri beraberinde getirecektir. Özellikle çoğulcu demokrasinin amaçlandığı bir ülkede bu, daha da vahim sonuçlarla karşı karşıya kalır. Her yönetim değişimi ardından gelen kadro değişimi ve hiçbir ekonomik kaygı göstermeyen popülist yaklaşımlarla şişirilecek olan çalışan sayısı hızla sürekli bir bunalımın habercisi olur. İşsizlik sorunu çözüldüğü sanılan bu atılımlarda, gizli işsizlik kabarmaya, üreten kesimlerden alınan değerler ise üretmeyenlere haksızca aktarılarak adaletsizliği de körükler. Maliyeti yüksek devlet söyleminin ifade ettiği gerçekte budur. Oysa bilişim çağı her türden üretimin maliyetini inanılmaz ölçeklerde düşüren sonuçlar yaratmış bulunmaktadır. Bu sonuçların yaşama geçmesi önünde ise tekelci ilkel kapitalizmin engelleyici konumu ve böylesine çağ dışı devletçi ekonomik dayatmalar bulunmaktadır. Emperyalist çağın kapitalizmi tekelcilik, bilgiyi ve teknolojiyi kendi hantal sisteminin yeniden yapılanmasında takatsiz olması nedeniyle toplum hizmetine sunmaktan kaçınarak ya da başka kanallardan ulaşmasını engelleyerek ilkelleşmektedir. Bu onunun tarih içinde, bilişim çağıyla belirlenmekte olan yeni yerine bir işarettir. Bu noktanın anlaşılması çok önemlidir ve devletçi ekonomi alternatifinin, yalnızca kapitalizm olduğu sanısına kapılanların yanıldıkları ve tarihsel gelişmeleri görmediklerine de önemli bir göstergedir. Yeniden bir örneklemeye baş vurarak anlatmak istediğim düşünceyi açmaya çalışacağım.

Örneğime geçmeden önce feodalizmin bağrında kapitalizmin doğuşunu hatırlayalım. Dev toprak parçaları üzerinde feodal beylerin hükümranlığı ile gelişen kapitalist tarım işletmeciliğinin üretkenliği, arasındaki çelişkiyi hatırlayalım. Küçük bir sera alanı, birkaç dönüm toprak üzerinde kurulur, teknoloji ve makineleşme sayesinde yüzlerce dönüm toprağın veriminden daha fazla ürün ve daha az maliyetle sürdürülebilir. Ancak feodal mülkiyet sistemi bu gelişmeye karşı, toprakların üzerindeki hakimiyeti dolaysıyla engelleyici olmaya çalışır ve bunun için siyasi nüfusunu da kullanmaktan çekinmez. Bu ise, vergilerden tutun, yüzlerce kanun ve yönetmeliğe kadar uzanan engeller listesini oluşturur. Avrupa bu süreci tüm detayları ve acılarıyla yaşamıştır, orta çağ tarihi bu anlamda bir sınıf mücadeleleri tarihidir. Topraklar üzerindeki feodal mülkiyet, yeni ve çok daha üretken ve toplumsal sonuçları olan gelişmeye karşı engelleyici rol oynar. Küçücük bir toprak parçası makine ve teknikle birleşerek, artık feodallerin dev toprak mülkiyetini, onların başına geçirilmiş bir boyun bağına çevirmiştir. Feodaller ilerleyen zaman içinde altında hiç kalkamayacakları ağır toprak yükü ve ona bağlı binlerce sorunla boğuşurken, kapitalizm daha hafif, teknik ve makine kullanımıyla, daha üretken ve daha az maliyetli ve daha çok toplumsal faydası olan sürece girmiştir. Feodalizm, kapitalizm tarafından içiten içe tasfiye edilmektedir; bunun verileri belirmiştir, geriye bir zaman sorunu kalmış, yerleşme ve kökleşme, kurum ve kuruluşlarıyla egemen olma gündeme gelmiştir. İşte aynen öyle bir şey, bilgi çağında kapitalizmin bağrında gelişmektedir ve kapitalizmin tekelciliğinden kaynaklanan hantallığını ona bir boyun bağı olarak giydirmektedir. Kapitalist bir yönelim olan ve çağını dolduran devletçi ekonomi, ülke için bir boyun bağıdır

Bu gün, endüstri toplumu olarak uygarlığının son dönemine gelen kapitalizm, bilgi toplumuyla aşılmakta olduğu bir sürece girilmiştir. Bilgi üretimi bunun en önemli belirtisidir. Bilgi üretimi tekelci kapitalizm bağrında oluşmaktadır ama onunun tüm sistemlerini inkar eden ve hızla kendi sistemini alttan alta yerleştiren bir gelişme süreci izlemektedir. Verili üretim ilişkileri sistemi olan kapitalizmden nitelikçe farklı bir üretim sistemi olarak adımlarını atmaktadır. Bilgi fabrikada, makineler tarafından üretilen bir kapitalist emtia değildir. Bilgi arz talep dengesine bağlı olarak üretilen bir kapitalist Pazar metası da değildir. Bilgi alınıp satılmaktadır, rekabet içindedir, gelişimi de bir ölçüde bu dinamikten kaynaklanıyor, ama üretim tarzı kapitalist değildir. Tüm toplumlarda kölecilikte, feodalizmde ve kapitalizmde alınıp satılan, rekabet içinde olan üretilmiş değerler vardır ama, her bir toplumda farklı üretim tarzının ürünü olarak gündeme gelirler. Bilgi ilk insanla birlikte üretilmeye başlamıştır. Her toplumsal sistemde bilgi üretimi vardı ve gelişmenin ana kaynağıdır. Ancak bilişim çağında bilgi, farklı bir konumda üretilmektedir. Bilgi üretimi ulusal sınırlar dışına taşmış, yüksek teknolojiyle iç içe insan aklının kollektif ürünü olarak insanlığın mübadelesine sunulmaktadır. Bilgi her evde, her mekanda ve zamanda mübadele edilen, kendi çağının üretim araçları olan bilgisayarlarla tarihin hiçbir üretim ilişkisinde olmayan bir hız ve nitelikte insanlığın hizmetine sunulmaktadır. George Gilder’in cümleleri bu gelişmeyi yeterince iyi şekilde özetler, “Teknoloji, doğası gereği, bütün kontrolü diktatörlerin eline vermemiş, aksine, insanlara yeniden güç kazandırmıştır. Emperyalizm, merkantilizm ve devletçiliğin gücünü yitirişi tüm insanlığa yarar sağlayacaktır. Günümüz bireyi, geçmişte kralların sahip olmadığı bir yaratım ve iletişim gücünü elinde bulunduruyor”. Bu gelişmeler bireyin rolüne olağan üstü bir dinamikte katmaktadır. Daha çok özgürleşen birey daha çok verimli bir toplumsal varlık oluyor. Değişik tür kollektivitelerin, devletçilik vb, yönelimlerin içinde kendini rahatça saklayabilen sorumsuz ve kısır birey artık mihenk taşında kendini gizleyemez hale gelmektedir. Burada güçlenen bireysellik, hiçbir şekilde kendi dar çıkarları için her şeyi tepeleyen, bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler türünden kapitalist liberalizmin bireyciliği değildir, olamaz da. Burada bireysellik, özgürlüğü ve bilgiyi daha çok üretime ve toplum yararına dönüştüren evrensel ölçekte kendini değerlendirebilmenin kollektif çabasıdır. Bu süreçte, imece örtüsü altında kaytarmaca yoktur. İşte ahlakta böyle bir evrim sürecinde kendini bilişim çağında yeniden tanımlama durumunda olmaktadır.

Bunu, hızla yeni bir adım daha takip etmektedir ki, o da, AI ( Artifical Intelligence) yapay zekanın üretilmesidir. Bu bir yanıyla bilgisayarların bilinçlendirilmesi, düşünebilmesi olayıdır. Bu gelişmeler tüm çağlardan farklı bir eğilimi, yeni bir uygarlık adımını temsil etmektedir. Çağımız, Darwin’in natural seleksiyonla (doğal ayıklanma) açtığı yolu, nitelikçe aşacak olan yapay ayıklanma dönemine girmiştir. Bilgi çağının, biyolojik bir devrim çağı olma esprisidir bu. “Fizik, mekanik endüstri çağının metafor ve modellerini geliştirmiştir. Fizik, bir metafor olarak, enerji ağırlıklı, çizgisel, makro, mekanik, kesin kuralları olan ve dışarıdan yönlendirilen bir olgu çağrıştırır.
Günümüzde yaratma sürecinde bulunduğumuz toplumu da biyolojik organizmanın temel yapısını oluşturan kusursuz bir bilgi akışı sistemleri bütünü olarak değerlendiriyoruz. Dahası biyoteknolojide büyük ilerlemelere gebe bir döneme yavaş yavaş yaklaşıyoruz.” (J. Nasibitt-P. Aburdene, Megatrends 2000 s:219 ) Devrimcilik tam bu noktada kendini ifade ediyor. Devrimcilik eskinin bağrında gelişen, onu aşan, yeni bir nitelik olarak kendini ortaya koyan, geri dönülmesi mümkün olmayan, ancak bir başka yeniyle ve ilerlemeyle aşılabilen bütünsel değişimi savunmaktır. Bilgi çağında devrimcilik, global ve kökten değişim için ulusal sınırları aşan, genel kapsayıcı bir program etrafında mücadele etmektir.

Sanal alem hızla kendine yer açarak bilişim çağına özgü eski toplumsal sistemden farklı bir sisteme geçişin işaretlerini vermektedir. Sanal ortamda üretilip gözlemlenmeyen hiçbir şey, çağdaş üretim kapsamına girmemektedir. Sanal ortamın kullanılması öyle bir boyut almış bulunmaktadır ki, gerçekleşmesi ışık yıllarıyla ifade edilebilecek evrensel büyük hadiseler, yıldız patlamaları (Süper Nova) ve ya sıfır hacimli sonsuz madde yoğunluklu kara deliklerin oluşması, bilgisayar ortamında denenebilir ve yaşama ilişkin veriler, ışık yılları öncesi tespit edilebilir olmuştur. Ülkemizin ünlü fizik profesörlerinden Tekin Dereli’nin dediği gibi “Artık bir fizik modelini sınamak için doğada gözlem yapmak ve ya laboratuarda deney yapmak kadar bilgisayar da benzetişim (simulasyon) yapmak da geçerli kabul edilir bir yöntem olmuştur.” (Roger Penrose, Bilgi sayar ve zeka, kitabına ön söz). Bunlar, artık temel kıstasların değiştiğini, üretim ilişkilerinde yeni, nitelikli bir uygarlığın ilk belirtilerinin oluştuğunu göstermesi açısından önem taşımaktadır. Bu aşama, bir ülkenin iktisadi kalkınmasında hangi yeni unsurların dikkate alınacağına da bir işarettir. Bu da, sık sık örneğini tekrar ettiğim iletişim sisteminin değişimini, kapitalist sistem çerçevesinden sıyrılarak, kendine özgü bir düzenleniş içinde ifade eden kurul ve kuruluşunun oluşumuna yol açıyor. Her alanda bu türden nitelik farklılaşmaları gözlenmekte, ilişki ve iletişim, üretim ve tüketim, kural ve kurumlar değişmekte yeniden yapılanma eğilimleri görülmektedir. Doğal olarak bu sürece tekelci kapitalist elbise dar gelmekte, gelişimini ve toplumsal etkisini zayıflatmaktadır. Çatışma bu anlamda eski toplum ile yeni toplum arasında tüm hızıyla ama içten içe ve alttan alta sürmektedir. Tıpkı feodalizmin bağrında kapitalizmin gelişmesiyle oluşan çatışma gibi.

Ayrıca tekelci kapitalist şirketlerin kapsamında değerlendirilebilecek ulus ötesi şirketlerin de, hızla kendi ilkel kabuklarını parçalama yönünde içten gelen dinamikleriyle, yeniden yapılanma çabası vermekle çağa uymaya çalıştığından bahsetmek yanlış olmayacaktır. Endüstri çağından bilgi çağına geçiştir bu. Bu şirketler, bilim ve teknolojinin yarattığı yeni düzenlenişe göre kendini yeniden yapılandırırken tıkandığı, eski sistemin oluşturduğu engellerin olduğu ve bundan kaynaklanın yetmezliklerin dev iflas dalgalarına yol açtığı son ayların güncel iktisadi konularını oluşturmuştu. Bu yeni ile eskinin çatışmasında kendini dışa vuran belirtiler olarak alınması gereken yanları olduğu bilinmelidir. Sadece mali bir sorundan dolayı iflas etme eşiğine gelmiş oldukları, olayı açıklamaya yetmez. Artık üretim sisteminin değişim talepleri, verili kapitalist sisteminin hantallığını, kendini yenilemede acze düşüşünü ve ciddi ahlaki çöküntüleri birlikte üreten, eskimişliğini de yansıtmaktadır. Daha çok bilim, daha çok yüksek teknoloji, daha az emekle daha çok üretim ve bunun topluma sunacağı daha ucuz ve daha kaliteli mal sunumu, kar kaygısıyla düşmanlıkları ve savaşları üreten sisteme karşı insanlığı toparlayan ortak değerler ve barışın ikame edildiği bir çağ başlamaktadır. Ekonomik düzenlemeler bu doğrultuda projeler üretmekle yükümlüdür.

Üretilişinden tüketilişine kadar, yarattığı toplumsal etkilerden, kurum ve kuruluşlara kadar bilene gelen eski tüm ilişkiler dışında, yepyeni bir sistemi beraberinde getiren bilgi üretimi, tekelci kapitalist mülkiyet tarafından dizginlemesi ya da ona verili yapısıyla ayak uydurması mümkün olmayan bir süreç başlamış bulunmaktadır. Bilgi üretimi ulus ölçeklerini aşmıştır, kapitalizmin fabrika sistemiyle değil, bilgi birikim düzlemleri ve ona ait ortamlarda üretilmektedir. Şimdi hala egemen tekelci mülkiyet sisteminin kıskacı altında, sistemlerinin bir hizmet aracı olarak kısırlaştırılan bilgi ve üretimi hızla bu zincirleri parçalamaya yönelmektedir. Kapitalizmin içinde bulunduğu aşama bu tür üretimin gelişmesini sonuna kadar taşıyamaz niteliktedir. Farklı bir niteliktir ve tekelci kapitalist bünyeyle sürtüşme ve çatışma halindedir.

Devletçi ekonomi taraftarları bu gerçeklerden habersizdir. Çağın içinde yaşayıp, soyut bilgi olarak bilseler de bunun pratik anlam ve faaliyeti konusunda hiçbir önermeleri yoktur. Evet bilişim çağı henüz tüm yönleriyle yeni bir ekonomik sistem ortaya koymamıştır, bunun verileri belirmeye başlamış, kendine özgü sisteminin ilk adımlarını atmış, ancak tüm özellikleriyle ortaya konabilecek bir sistem olgunluğuna henüz varmamıştır. Buna rağmen ana eğilimler ortaya çıkmıştır, bilişim çağı kendini küreselleşmede ve ona ait ilişkilerde ifade etmiştir. Bu noktada çağı yakalamak ve onun eğilimleri doğrultusunda siyasi-ekonomik-toplumsal-kültürel programlar üretmek, projeler oluşturmak gibi toplumsal görev ve yükümlülükler gündeme gelmiştir. İşte somut alternatifimiz de buradadır. Bunun için ısrarla kararlı bir siyasi iradeden, çağı yakalamış bilgi ve teknolojiyi toplumsal bir eğitim perspektifi yönünde işlevlendirmiş, daha çok üretim ve daha az tüketimi hedeflemiş ve bunların olmasa olmaz koşulu demokrasi ve özgürlüğü tüm kurum ve kuruluşlarıyla ikame etmeyi görev olarak belirlemiştir. Devletçilik bu noktada sığıdır. Kendini tarihi bir kategori olan ulus sınırlarına hapseder. Ülkenin dünyadaki konumunu temel alan değil, dünyayı ülkesinin dar sınırlarına sığdırmaya çalışan boş bir çabaya yönelir, takatleri tüketir, kuşaklar boyu altından kalkılması mümkün olmayan yükümlülüklerin altına geçirir. Bu eğilimlerin toplumsal bilinç altlarında büyük korku psikozu bulunmaktadır. Dış dünyaya açılmayı başaramama kaygısıyla dizginleyen, ulusal sınırları aşmayı kopma ve dağılma olarak algılayan, ülke insanına geleneksel üsten bakmanın yarattığı yalnızlık ve ülke kaynaklarına ve dinamiklerine güvensizlikle ifade edilebilecek bu korku içine kapanmayı daha da derenleştiren bir etkidir. Oysa bilgi çağında ekonomiler birilerinin kazanması karşısında diğerlerinin kaybetmesi tarzındaki emperyalist sistemden hızla sıyrılmakta, her kesin kazandığı global bir dünya ekonomisine doğru gidilmektedir. Dünyanın ekonomik verileri, bu yönde önemli göstergeler sunmaktadır. Her kesin kazandığı, açılımların ve aktif katılımlarla tüm ülkelerin önemli roller oynamaya başladığı bir dünya ekonomi çarkları içinde yer alan, kendi orijinalitesini korumuş bir ülke ekonomisi yaratmak, kazanmak için önemli bir adımdır. Bu konuda solcular milliyetçi olup sağcılaşırken, tarihsel yapıları itibariyle muhafazakar, sağcı olanlar ise, değişeme yetişebilmek için hızla dönüşüme ayak uydurma çabasında oldukları gözlemlenmektedir. Sağın bu yeni siyasal manevrası, kitleler nezdinde sol güçleri sıfırlamaktadır. Sağ güçler değişimi yakalayarak onu durdurmaya çalışmaktadırlar. Bu yüzden değişimle bağlantıları yüzeyseldir, derinliği olmadığı içinde halkın çıkarlarını uzun vadede temsil etmekten uzaktırlar. Yüzeysel de olsa, her defasında tekrar eden gerçek, halkın ağır ekonomik bunalım altında denize düşenin yılana sarılması gibi, sağ güçlere sarılması gerçeği bulunmaktadır. Solun gerçek anlamda çağı yakalayan devrimci bir çizgide olmaması, milliyetçi eğilimlere saplanması halkın desteğini artan oranda kaybetmesine neden olmuştur. 3. Kasım. 2002 seçimlerin gösterdiği sonuçlarda, bu tablonun oynadığı inkar edilmez bir rol vardır. Devletçiliği aşmayan milliyetçi solcuların ekonomik sistemleri, ülkeyi artan oranda sağ güçlere teslim etmekte olduğu gerçeği, ülkeyi iktisadi bunalım yangınları içine sürükleyecek, denenmiş ve eskimiş devletçilik eğilimleriyle de halkın çıkarlarını temsil etmekten de uzaktır.

Bu aklın yaptırımları yalnızca ülkeyi yangın yerine çevirmekle kalmaz. Kalkındıracağı ülkede önce üretime darbe vurur, yokluk başlar, ulus sınırlarına hapsoldukça iç kaynakları süratle tüketir ve temel yaşam emtialarında başlayan yokluk hızla diğer alanlara ve sektörlere yansımaya başlar. Bu ise, kaçakçılığın, mafyavari pazarlama yöntemlerinin yeşerdiği bataklık anlamına gelir; insanlar diktatörlükler altında belki de tüm direnme ve ayaklanma yetilerini kaybedebilirler ama, yaşamlarını idame etmek için gereksinim duyduklarını elde etmek üzere ölüm dahil, her şeyi göze alırlar, kaçakçılık bunu anlatır. Bu satırlardan tek tek yüz kalem malın nasıl ortadan kalkıp, hangi mafyavari kanallarla ülkeye gireceğini dünya ve geçmiş ülke deneylerinden vermek zor değildir. Ancak sorun analojiden çıkarsama değil, bu yöntemle,sistem dengelerinin nasıl sarsıldığını kavramaktır. Devletçilik, Batıda merkantilist dönemle başlayıp, 19.yy kadar süren, çağımızda 1929 bunalımıyla ve daha çok geri ülkelere ve ulusal kurutuluş savaşlarını yeni kazanmış, sosyalist sitem destekli ekonomilerde 20. Yy’ın son çeyreğine kadar değişik biçimlerde gündeme gelmiş bir siyasal tercih olarak var olmuştur. 21. Yy küreselleşme çağında bu önermeler kendine güvenmeyen, ülke kaynaklarına güvenmeyen, egemen tekelci talan sistemiyle baş edemeyeceği kanısında olanların soyut söylemlerini aşmamaktadır; bu, çağı alamamanın sonucu, çağa uygun proje üretememektir.

Devletçi ekonominin pratik tarihine baktığımızda ise, tablo çok daha çirkin ve sancılıdır. Tüm deneyler, devlet denetiminde olan sektörlerin bir talan sektörü, hortumlanmaya uyarlanmış ve halkın birikimlerini karşılıksız tüketme anlamana geldiğini göstermektedir. Bu olumsuzluğun kaynağını hiçbir ahlaki eğilime mal etmek mümkün değildir. Sorun ahlaksal boyuttun çok ilerisinde nesnel bir yerdedir. Verili ekonomik ve siyasal sistem, bağrında doğası gereği bu türden olumsuzlukları taşıyacaktır. Toplumcu hiçbir ahlak tutarlılığı bu sistemin dişlileri içinde, kollektif bir tutum ortaklığında kendini göstermez. Bu tür ahlaki tutumlar bireysel bazda bulunsa da, toplumu sayısal değerlerle yönetmek mümkün değildir. Ahlakı üreten ekonomik durumdur, ekonominin ürettiği olumsuzlukla ekonomi düzeltilemez. En iyi birey, kollektif davranış içinde işlev görür, kolektif işlevin olumsuzluğu ise doğrudan doğruya üretim ilişkileriyle ilgilidir. Yarın sandalyesini başkasına devredecek olma psikozuyla işleyen, idari devletçi iktisadın ahlakı da, “dün dündür, bu gün bu gündür” tarzında çalışır. Bu yüzden üretimin tarihsel süreklilik çizgisi böylesi bir sistemde baştan yitirilmiş olur, bir sonraki döneme hiçbir birikim bırakma durumunda olmaz; geride bırakılacak birikim olsa olsa, çürük bir siyasal ahlak manzumesinden başka bir şey olmaz. Böylesi bir görevde olan kişi istediği kadar yüksek toplumsal ahlak içinde olursa olsun, birey olarak tek başına hiçbir şey yapamayacağı gibi, sistemin işlerliğinde binlerce kişinin yer aldığı çarklarda toplumsal ahlakın kollektif bir ortak değer ile yönlendirici olmasını sağlayamaz.

Hırsızlık, üretim düşüklüğü, amortisman sorumsuzluğu, göstermelik başarılar ve sonrasında hiçbir sorumluluk taşınmayan, yerinde saymalar, devletçi ekonominin kaderi olarak kendini göstermeye başlar. Bu, maliyetlerin artışına, siyasi nedenlerle personel şişkinliklerine, ayrımcılığa, mafya tipi “beni kolla, seni kollayım” mantığı idari dönengece gider. Ekonomide başlayan açmazlar, dünyanın ekonomik entegrasyonu koşullarında, zayıf ülkenin güçlü ülkeye yamanmasını zorunlu kılar, borçlar borçları takip eder, geride kalmışsa, siyasi bağımsızlıktan ne varsa alıp götürmeye başlar. Bu çöküşte olan bir ülkede, teknoloji ve bilgi pazarlamacılığının egemen olduğu dünyamızda, sermaye yanı sıra teknoloji ve bilgi borçlanmasını da eklediğimizde sonuç, anti-demokratik, baskıcı, diktatör yönetimlere kadar uzanır. Halkın artan tepkilerine karşı bilinen diktatörlükler, kıymeti kendinden menkul haliyle kendini göstermeye başlar, üstelik halk adına halka karşı.

Devletçi iktisat, belki tarihinin en geniş ve en derin uygulamasını Sovyetler Birliğinde gerçekleştirdi. Devletçi ekonomi, üstelik Marksizm’in en sert evlatları tarafından sosyalizm olarak inşa edilmeye çalışıldı. Feodal bir topulum, ağır bedeller pahasına bir sanayi topulumu haline de getirildi. Ama sonuçta, ideolojik propagandanın tarihte eşine ender rastlanan türüne rağmen, kapitalizmin sistem çerçevesini aşamadı. Siyasi kararlarla ikame edilmeye çalışılan toplumsal mülkiyet, üretici güçleri, bilimi ve teknolojiyi “gürbüzce” ve nitelik sıçramalarla geliştiremedi. Marksın beklediği özel mülkiyet yerine toplumsal mülkiyetin konmasıyla gerçekleşecek nitelik değişim gerçekleşmedi. Devrim, olgunlaşmamış verilerde, babanın ve annenin ortak genlerini taşıyan bir çocuğun doğumuna ebelik etmekten başka bir şey yapamadı. Zor bir doğum yaptırdı ancak, bu doğum siyasal bir adımdan öteye geçemedi, geçemezdi de. Zira Üretici güçleri ve dolaysıyla üretim ilişkilerini, farklı bir boyuta götürebilecek tarihi bir olgunluğa sahip değildi. Olan zorlamaydı ve bu zorlama çok önemli sonuçlar üretmesine karşın, tarihi aşamaya yetmedi. Tersine, ulusal süreçlerini bu arada tamamlayamamış ülkelerde, aşırı milliyetçi hareketlerin doğması dahi engellenemedi. Kafkaslarda patlak veren milliyetçi hareketler bunu anlatır. Ulusal ölçeklerin aşılması bir yana henüz tamamlanmamış olduğu açığa çıktı. Evet bu güne gelirken geçmişin üzerinden kazandığımız deneylerle geliyoruz. Geçmişe sahip çıkmak hatalarını anladığımız ölçüde hakkımızdır. Hatalarını anlayamadığımız ve aşamadığımız geçmiş, bizi ilerletmeyeceği gerçeğinden hareketle reddedilmesi gereken bir geçmiş olur. Milliyetçi solcular bu konudaki sancılarını, bu çerçevede anlamak güç değildir. Anlaşılmayan hata tekrar edilir, ilki trajedi ise ikincisi komedi olur.

Bu kısmı akıllara takılabilecek bir soruyla bitirebilirim. Anlattığım ve eleştirilerimde, ilkel diye ilan ettiğim, halkın çıkarlarını temsil etmez diye belirlediğim tekelci kapitalist ve devletçi ekonomi sistemlerine karşı pratik, anlaşılabilir, somut olarak ne önermekte olduğum sorula bilir. Bunu izah etmeye çalıştım, ama çok beylik bir cümleyle alternatifimin ne olduğu soruluyorsa onu da şöyle cevaplayabilirim, toplumun gelişimini engelleyen, yeni algılayıp ikame etmekten alı koyan sisteme karşı, özgürlüğü, daha çok özgürlüğü ve demokrasiyi ikame etmeliyiz diyorum. Eleştirilerimin ifade ettiği şey, kendi kendine yeterli bir iktisadi sitem önerisi olmaktan çok, verili sistemin yetmezliğini gösterip bundan çıkış kanallarının ne olduğuna işaret etmek olarak özetlenebilir. Bu da sunulabilecek en önemli alternatiftir; demokrasi ve özgürlük. Bu günün verilerinde bilişim çağını yakalamanın dayanacağı en önemli temel, özgürlük ve demokrasinin kalıcı ve genişleyici şekilde yerleştirilmesidir. Yeni çağın olanaklarından, yerleşme eğilimindeki sisteminden, kurum ve kuruluşlarından yararlanabilmek ve bu gelişmeleri ülkemizde ikame etmek içi tek alternatifimiz özgür kuşakları yaratacak özgürlüklerdir ve demokratik insan ve toplum ihtiyaçları için demokrasi ortamına ihtiyacımız vardır. Özgürlük olmadan çağdaş uygarlık içinde yer alınamaz diyorum.

Hiç yorum yok: