Solcular Nasıl Milliyetçi Oldular
Solcular
nasıl milliyetçi oldular
Bedreddin mahir
Dünya değişti, kimi solcular bu değişime ayak uyduramadılar, kasıldılar, gerilediler, eski söylemlerin içini boşaltan yeni koşullara uygun söylemleri üretemediler, geriledikçe sığınacak eskimiş bir barınakta kendilerini buldular, milliyetçi konuma düştüler. Gelişmenin yarattığı ileri konum kendini küreselleşmede ifade ederken geride kalmanın tek sığınağı milliyetçiliğe denk düşen bir çizgide takılı kaldılar. Bu noktada gittikçe sertleşen tartışmalar, bu tür solcuların söylemlerini, milliyetçi tabloda konuşlandırdı. Buna kimi solcuların, halkçılık yapma adına, tıkanıklıklarını aşma adına yöneldikleri “yeni” söylemleri de ekleyince vatanseverlikten, maske olarak başlayan milliyetçi takının, gerçek bir yüz haline dönüşmesini engelleyemediler. Buna zaman zaman “Ulusal Sol” adını taktılar. Ancak, Ulusal sol artık tek başına bir Ecevit solu değil, legal-illegal geniş yelpazede, kendini küreselleşme karşıtı, Avrupa Birliği karşıtı görüp, Vatan-Millet-Sakarya diyerek tarihi dolmuş kategorileri yeniden keşfeden her kesimi içermektedir. Bu sol, malum Perinçek’in “Aydınlıkçı” solu da değil tek başına, legalize olma çabaları 12 Eylülden çok öncelere kadar uzanan ve legal parti haline gelen, hala illegal olup ta küreselleşme karşıtı olmayı sol adına temel bir unsur sayan tüm kesimleri kapsamaktadır. Milliyetçi solun en önemli alameti farikası, dış sorunlarda küreselleşme karşıtı olmak, iç sorunlarda Kürt ulusal hakları başta olmak üzere Anadolu’nun mozaik yapısının kendini siyasal düzlemde ifade etmesine karşı olmakla belirler.
Bu tabloda bir savrulmadan ziyade, değişimin dışında kalmanın yarattığı konum değişikliği bulunmaktadır. Bunu daha iyi anlamak için önce sol nasıl sol oldu onu doğru değerlendirmek sonra, bu türler nasıl solcu oldu ve hangi değişimi takip edememenin sonucu böylesine milliyetçilik girdabına girdiler ona bakalım.
Sol kavramı Fransız devriminin bir ürünüdür. Fransız ihtilalinin kurucu meclisinde Başkanlık divanının sağında Aristokratlar otururdu, sol tarafında ise halkın temsilcisi Patriyotlar (yurtseverler) otururdu. Bu durum İngiliz parlamentosunda da aynıydı. Halkın temsilcileri, sisteme muhalif olanlar hangi psikolojik itimlerle sol tarafta oturmaktadırlar sorusu konumuz dışındadır. Buna psikologların cevap vermesi gerek. Ancak, kendi ön sezilerimle diyebilirim ki, muhalif olan, haklılığına ve gücüne inananlar karşıtlarını sol taraflarına almaları daha mantıki geliyor. Böylece sağ tarafları daha özgür ve tepkilerini göstermede daha avantajlı kılıyor gibidir. Normal bir meclis toplantısında bu, Başkanlık divanının sol tarafına gelir. Sol siyasal bir deyim olarak öncelikle, feodal toplumdan çıkış için toplumun tüm dinamiklerini daha ileri bir sosyal sisteme yükseltmek için mücadeleyi amaçlamış geniş yelpazeli siyasal yönelimleri ifade eder. Bu nedenle, biraz daha gerilere giderek feodal sisteme karşı ulusun bayraktarlığını yapan burjuvazinin de devrimci, solcu bir dönem geçirdiğinden bahsetmek analojik olarak pek yanlış sayılmaz. Tabi ki, bu noktada devrimci olmak ile solcu olmak arasında her zaman bire bir eşitlikten söz edilemeyeceğini belirtmek gerek.
Fransız devrimi gelip çattığında, feodal sistemi yıkan güçler yeni toplumsal örgütlenmenin şekillenişini homojen bir birliktelik içinde yapmıyorlardı. Bir yanda eski toplumun ayakta kalan tüm dinamikleri son direnişlerini yükseltirken, yeni toplumun kendi içindeki ayrışmanın da çatışmaları yaşanıyordu. Burjuvazi yeni toplumsal örgütlenmeyi kendi çıkarlarına en uygun konumda biçimlendirme çabalarını yürütürken, alttan yükselen halk tehlikesine karşı, eski toplumun güç odaklarıyla dirsek temasını yitirmemeye çalışıyordu. Bu amaçla feodal aristokratların burjuvalaşmış kesimleriyle bloklar oluşturmaya hız veriyordu. Burjuvazi oluşturduğu sistemin yaman bir kar sistemi olmasının, halkta yarattığı tepkilerden korkusu büyük olmasına karşın, yıktığı eski sistemin direnme odaklarından kaygısının fazla olmaması, oluşturduğu gerici bloğa daha da önem vermesini getiriyordu; zira burjuvazi, uzun yüz yıllar içinde ekonominin kendi dinamikleriyle toplumun derinliklerinde oluşturduğu çok boyutlu ağın verdiği geri dönülmesi mümkün olmayan sosyal-siyasal ve ekonomik örgütlenmelerine güveniyordu. Burjuvazi, halkın gelişmeleri daha da ileri götürme çabalarının yarattığı tedirginlik ve yüz yıllar içinden çıkıp gelmiş güç dengesinin güvencesiyle eski toplum etkinliklerini halka karşı kullanmayı daha yaralı görmekteydi. Bu süreç en anlamlı ve en keskin boyutlarını Fransız devrimi ve sonraki dönemin mücadelelerinde, tüm çıplaklığıyla görmek mümkündü. Fransa’da, bir cumhuriyet bir krallığın yer değiştirerek geçirilen 19.yüzyıl, bunun anlatımıdır.
15.-16. yy. merkantilist döneminin ulusal merkezileşme ve güçlenme süreci burjuvaziye, çok önemli mevziler kazandırmıştı. Dağınık, parçalı ve bir biriyle çatışmalı tüm unsurları bir merkez etrafında ulus örgütlenmesi ve ona uygun düşen devlet yapılanması içinde şekillenişi, tarihin ilerleyişine denk düşen kurum ve etkinlikleri, dipten gelen halk tepki ve muhalefetini söndürebilecek dayanaklar yaratmıştı. Bu etkinlikler içinde, başta devletin merkezi yapısı, orduların ve güvenlik kuvvetlerinin merkezileşmesi yanı sıra, ulusal kültür ve kurumları, hukuk ve kurumlaşmaları, siyasal yapı ve kurumları ve bütün bunlara ek, yüz yılların değişim dalgalanmaları içinde yorgun düşen toplum organizmasının her yeniden tepki kalkışımında tükenen güç ve etkinliğini de saymak gerekmektedir. Burjuvazi, yavaş yavaş devrimci etkinliğini yitirdikçe, eski toplumdan arta kalan müttefikleri yanına alarak oluşturduğu gerici blok, halk güçlerini devrimci süreci derinleştirmede daha kararlı ve zaaflarını aşmak üzere daha bilinçlice harekete yöneltmiştir. Fransız meclisinde sol ve sağ güçlerin çatışması bu süreçte, siyasal literatüre yeni kavramlar kazandırıyordu. Sol böylece, halkı temsil eden ancak toplumu daha da ileri demokratik ve özgürlük sürecine yükselten kesimleri temsil ederken, burjuvaziyle yollarının ayrılması derinlik kazandı. Modern zamanların solculuğu da bu temelde kendi kavramsal ifadelerini kazandı. Sol 19. ve 20. Yüz yıla bu temel tanımlamalar çerçevesinde girdi. Bu noktada, bu güne kadar önemle kendini gösteren bir unsuru hatırlatmakta yarar vardır. O da, sağı temsil eden güçler güçlerini ağırlıklı olarak bir örgüt çatısı altında toplarken, sol güçler farklı örgüt çatılarını altında bulunma yönünde gücü zayıf olan konumlanmalar içinde olmuştur. I. Enternasyonal etrafında toparlanma ise, farklılıkları merkezi bir güce dönüştürmekten uzak heterojen bir fikir kulübü gibi kalmıştır. Fransız Proudhoncuların, Blankistlerin, Alman Lassalecilerin, İtalyan, İspanyol ve bir ölçüde İsviçreli Anarşistlerin, İngiliz Sendikalistlerin vb. içinde olduğu tartışmalı ve çatışmalı bir birlikti. 1864-1876 yılları içinde dünya sol güçlerin böylesine büyük ölçekteki birliktelikleri farklı ülkelerin, gelişim farklılıklarından da kaynaklanan sol siyasal güçleri, Paris Komünü deneyinden sonra bir arada bulunma olanakları da bitmiş oluyordu. Farklı isim ve örgütlenmeleriyle sol güçler kendini daha çok bir düşün hareketi olarak, her ülkenin aydınları tarafından hızla ayrışan ve burjuvazinin karşısında zayıflayan örgütsel konumları 19. Yüz yılın sonlarına doğru yeniden örgütlenme sorunuyla karşı karşıya kalmıştı. Burjuvazi bu süreçte ulusal sınırlarını aşacak sermaye birikimleriyle, blokları ve dünyaya emperyalist amaçlarla açılımı hızla güç kazanıyordu. Sol bir kez daha toparlanmayı bu gelişmelerin dinamikleriyle, II. Enternasyonal girişimiyle cevaplamaya çalıştı. II. Enternasyonal nispeten bu eksikliği aşma yönünde adımlar atmış, yükselen toplumsal muhalefetin dinamikleriyle toplumsal rolünü daha bir belirgin oynama fırsatı bulmuştur.
II. Enternasyonal yine içinde farklı uçları taşıyarak 1889 Paris kongresiyle kuruldu. Bu kez sol her ülkede, oldukça deneyimli Sosyal-demokrat partiler önderliğinde çalışmalarına başlamıştı. Dünya sol güçlerinin örgütlenmesi ve burjuvaziye karşı işçi sınıfının mücadelesinin organizesi yönünde çok önemli adımlar ve başarılar sağlanarak, halk kitleleri nezdinde etki kazanıldı. II. Enternasyonalin öncü partisi, Alman Sosyal-demokrat partisinin 1 milyon kayıtlı üyesi, İngiliz İşçi Partisinin 1.5 milyon kayıtlı üyesi olduğu göz önüne alınırsa solun kazandığı saygınlık daha iyi anlaşılır. Marksizm bütünüyle ağırlığını koyan bir ideoloji olarak II. Enternasyonalde yerini alamamış olsa da temel siyasal düşünce sistemi olarak bir eylem kılavuzu görevi görmeye başlamıştı denilebilir. Ancak ciddi eksiklikler, boşluklar, çatışmalar bu dönemde de etkisini gösteriyordu. Burjuvazi tekelci aşamaya, uluslar arası sermaye ihracına girdiği bir dönemde II. Enternasyonalin öncü kitle partileri ulus çerçevesini aşacak bir yönelime giremiyordu. Sosyal-demokrat partiler ulusçu kapsamı aşamamış, gerçek anlamda enternasyonalist olamamıştı. Hala örgütsel işlerlik ulus çapında yürütülen çalışmaların uluslar arası dayanışması gibi, emperyalist politikalar karşısında lokal kalmaktaydı. II. Enternasyonalin merkezi bir yönetimi olmaması, Brüksel’de kurulan “sosyalist büro” dışında, o da, posta ilişkileri görevi gören diyalog bürosundan başka bir şey değildi. Buna emperyalist politikalara karşı uyanmaya başlayan dünyanın tüm ezilen uluslarının direnişinin hiç hesaba katılmaması, Avrupa merkezli olmaktan çıkamayan yaklaşımlar, ırk ayrımcılığı, kültürel ayrımcılığı gündeme alacak bir yaklaşımı dahi olmayan konumuyla II. Enternasyonal her önemli olayda, kendini daha çok milliyetçi bir çizgiye oturtuyordu. Sona doğru gidişte, Marksist enternasyonalist ilkelerden oportünistçe sapma tüm ağırlığıyla kendini hissettirmeye başlamıştı. Milliyetçilik, tarihi boyunca solun en büyük handikabı olduğu, yavaş yavaş belirginleşiyordu. Bu zaaf kendini tüm açıklığıyla I. Dünya savaşı gelip çattığında göstermişti. Solun bu yapısı da hıza gelişen tarihi olayların kendisine yüklediği rolleri bütünlük içinde oynama olanağı vermemişti. Ülkemizde solun milliyetçi konuma düşmesi açısından çok önemli olan bu gelişme, aynıyla tekrar ediyor gibidir. Dış sorunlar büyüyüp açığa çıktıkça, solun içindeki milliyetçi virüste faaliyete geçerek açığa çıkıyordu.
20. Yüzyılın başlarından itibaren, burjuvazi, yeni toplumu, kendi kural ve gereksinimleri yönünde genişlemesine yapılandıran bir seyir izlerken, halk kitleleri ise derinlemesine bir süreç izlemeye yönelmişti. Bu ayrışma çok dinamikti ve iki yüz yılın tanık olduğu tüm gelişmelerin birikimleriyle, yeniden bir şekil kazanarak farklılaşmalara gidiyordu. I. Dünya paylaşım savaşıyla burjuvazi emperyalist politikalarını genişlemesine dünya üzerinde yeniden şekillendirirken dayattığı yaptırımlara karış, II. Enternasyonal geriden gelen, yerinde sayan, ilkellikten çıkmayan milliyetçi politikalarıyla halkları direnme yerine burjuvazinin etkisinde kalan politikalara mahkum olarak, 1914’te toplanması kararlaştırılan Viyana Kongresi yerine dünya savaşına giderek çöktü.
Çöküş, sol kesimin de kararlı bir birlik olmadığını, ayrışmaya açık, bir heterojenlik taşıdığını gösterdi. Bunun açığa çıkması doğal olarak büyük hadiselerin gelip çatmasını bekliyordu. I. Dünya paylaşım savaşı bunun ilanı oldu. Sol, burjuvazinin emperyalist aşamada kazandığı yeni muhtevaya uygun, yeniden tanımlanmaya gideceği yerde bölünerek bunu yapaya yöneliyordu. Solun milliyetçileri, dünya paylaşım savaşında uluslarının emperyalist burjuvazisini destekleyerek sağa düştüler ve solun sağı böylece gündeme geldi. Burjuvazi yine öndeydi. Genişlemesine dünyayı şekillendirirken arkasından bir kesim sol güçleri de yedeklemişti. Ulusun yüksek çıkarları, ulusal güvenlik ihtiyaçları vb. adı altında bu günde duymakta olduğumuz türden şoven, milliyetçi söylemlerle kesişen, solcu aristokratların çıkarları kesişerek 20.yy’lın en büyük ayrışmasına yol açıyordu.
Bu ayrışma 20. Yüzyılın sağ ve sol siyasal tanımlamalarına önemli bir temel teşkil etti ve 21. Yüzyılın arifesine kadar etkinliğini sürdürdü. Detaylara girmeden bu ayrışma üzerinde kısaca durmak, ülkemizde daha da belirgin hale gelmeye başlayan solun ayrışmasına önemli bir ışık tutacaktır.
Bu günün düşünsel kavrayışı çerçevesinde, bu ayrışmanın teorik muhtevası, pratik sonuçlarından çok daha önemli olduğu kanaati taşımaktayım. Zira, ayrışmanın sol tarafında kalanlar, pratik açıdan, yaşam çeşitliliğine daha ileri sonuçlar üretme durumunda olamadılar. Bunun nedenleri bir yana fiili olarak, ne teknolojik nede sosyal açıdan etkin ve derinliği olan, ne özgürlük ne de demokrasinin ikamesini gerçekleştiremediler. Muhalefette kaldıklar ölçüde ifadelendirdikleri ilericilik iktidarda sonuç üretemedi. Buna tüm sosyalist ülke iktidarları dahildir.
Kapitalizm meta ihracından sermaye ihracına geçiyordu. Emperyalistleşiyordu ve dünya pazarlarının yeniden paylaşılması talebi, ekonomik saiklerin sonucu şekillenmeye başlıyordu. Bilim, kültür, sermaye, teknoloji oldukça barbar şekilde burjuvazinin tatmin edilmez kar dürtülerinin esiri olarak, insanlığı savaşların eşiğine getirmişti. Oysa, sol tarihinin her aşamasında, insanı tarihin temel konusu yapmış onun çıkarlarını ön planda tutmuştu. Kapitalizmde bu ölçütlere yer yoktu, çıkarları, piyasalara tekelci hükümranlıkları ve buna bağlı ihtiyaçları esastı. İnsanlık, bu kanlı süreçten payına düşeni, sömürülerek almakla yetinecekti. Sol bu ahlak ilişkisine insani değerleri koyma mücadelesindeydi. Solun, dünyayı sarmalayan burjuva uygarlığının karşısında geliştirmeye çalıştığı insani alternatif önermenin ne ölçüde pratikleşebileceğinden ziyade mantalite açısından, burjuvaziyle temel bir ayrışma içindeydi. Bu ayrışma tarihin en uygun döneminde ortaya çıkarken, doğal olarak solun da ayrışması şeklinde tecelli edecekti. II. Enternasyonalistler, eskimeye doğru yönelen ortak değerlerleri aşamıyordu. Yukarda değindiğimiz gibi, II. Enternasyonalistler, “milli çıkar” diyordu. Yani başka coğrafi alanda, başka bir milli birlik oluşturanlara karşı kendi takımını tutarak, insan ortak paydasını hiçe sayıyordu. Böylece, dünyanın yeniden paylaşılmasına doğru giden süreçte, kendi ulus burjuvalarının tarafında yerlerini belirleyerek insanlığın kıyılmasına evet diyorlardı. Bunun, o günün düşünsel-kültürel ortak değer yargıları açısından anlaşılabilir temelleri vardı. Ama insanlık ortak değerlerinin bu düzeyi aşması gerekti ve bu atılımı yine gerçek sol gerçekleştiriyordu. Komünistler bu onurlu tutumu almakta gecikmedi. II. Enternasyonal bu noktada ayrıştı. Artık kendilerine sosyal demokrat diyen kesimler ilericiliği, solculuğu dar bir alana ulus ölçeklerinde tutmaya yönelmişlerdi. Bu da ulusal solun ilk şekillenişi oldu. Sol bu noktadan itibaren saydamlığını da yitiriyordu. Milli bir şekil alan bu akım, insan hakları, demokrasi ve özgürlükler konusunda genel insanlığı kapsayan bir yönelim yerine, kendi ulusal ölçeğinde takılı kalıyordu. Ancak solun tarihten gelen devrimci, insanlığı kapsayan ve insanlık ortak değerleri etrafında siyasal-sosyal ekonomik programlar geliştiren temsilcileri bu kısırlığı aşacak girişimleri ortaya koymakta gecikmedi.
Bu ayrışmada halkın devrimci çıkarlarını temsil edenler, derinlemesine geliştirmek istedikleri toplumsal ilerlemeyi, daha kapsayıcı bir karakter taşıyan ve gerçek anlamda bir enternasyonal olacak olan, Komünist Enternasyonal örgütlenmesine yönelerek ifade ediyordu. Rus devriminin etkisi dünyayı sarmaya hızla başladığı bir dönemde, 4-7 Mart 1919 Moskova toplantısında III. Enternasyonal, Komünist Enternasyonal olarak kuruldu. Bu kuruluş II. Enternasyonali tamamıyla yok etmedi. Bu güne kadar bu alandaki temel sol ayrımı farklılıklarıyla ifade eden ayrışma olarak varlığını korudu. Komünist Enternasyonal başlangıçta çok düzenli ve çok kapsayıcı bir çalışma içinde oldu. İnsanlık entelektüel gelişimine büyük katkılarıyla, örgütsel ve mücadele dinamikleriyle yenilik getirdi. Ancak bu derinlik ve elde edilen genişlik, temel ihtiyacı olan kaynaklardan, iktisadi, teknolojik, sermaye etkinliği vb. olanaklardan yoksundu. Emperyalist politikalarla tüm sömürgelerin kaynaklarını arkasına almış burjuvazi karşısında, bir halk hareketi olmaktan daha öteye geçmeyen Komünist Enternasyonal, kısırlık içinde tıkalı kalıyordu; 1935’te yapılan 7. Kongreyle, toplantılarına dahi devam edemeyecek bir sürece girmişti. Tek ülkede kurulan sosyalizm ise yeni bir uygarlık, yada üretici güçlerin nitelikçe gelişim farklılığının sosyal sistemini yaratamamıştı. Emperyalist ekonomiler bu alanda ciddi ilerlemeler kaydederken sol, egemen olduğu ülkede daha da sertleşen, sosyal, siyasal yönelimlerle tıkanıyordu. Soyut fedakarlıklar nitelik sıçramalar için yeterli olmuyordu.
II. Dünya savaşı gelip çattığında ise, dengeler toptan bozularak, olumsuzlukları derinleştiriyordu. Nitekim Komünist Enternasyonal uzun zaman işlevsiz kalan konumunu, 1943’te kendini feshederek sonuçlandırıyordu. Böylesi bir sonuçlanma, içinde yine milliyetçi etkiler taşıdığı yada en iyimser deyişle lokal baskılar altında kaldığından söz etmek tarihi bu günün gözleriyle irdeleme gibi riskli bir tahlili içerse de, belirtilmesi gereken bir referans olduğu kanısındayım. Tek ülkede sosyalizm olgusu, ve uygarlık bazında burjuvazinin uygarlığını aşamayan üretim ilişkileri sistemi kapitalizm madalyonunun diğer yüzü gibi kendini konumlandıran bir sosyal örgütlenmeyle sonuçlanması, milliyetçi bir dinamiği harekete geçirdiği kanısındayım. Bu bilinçli yapılmış olmasa da, sonuçta böyle bir sürece yönelme durumunda olduğu iddia edilebilir. Sovyetler Birliğinde sosyalizm, mülkiyeti, siyasi bir kararla devletleştirilmekten başka, hiçbir nitel yenilenmeyle farklı bir uygarlık kuruluşuna yönelmemiştir. Uygarlığın yaşamı ilgilendiren her alanda nitelik farklılıklarıyla kendini başkasından ayırdığı gerçeği bu gelişmelerde yer almıyordu. Kapitalizm uygarlığını yüz yılların evrimi içinde geliştirirken, ortaçağ feodal uygarlıklarının her bir yaşam unsuruna karşı, nitelikçe farklı bir oluşum üreterek koymuştur. Üretim tarzından, tüketim tarzına, imardan bayındırlığa, ulaşım sisteminden iletişime kadar, siyasal kurumlardan sosyal kurumlara ve siyasal örgütlenmelere, hukuktan eğitim sistemine, müzikten resme kadar bile istisna, yaşamın ilgili olduğu her şeyde nitel farklılıkları olan bir yenilik koymuştur, insanlığın önüne. Sovyetlerde bunların hiçbiri olmamıştır. Tarihsel olarak ta olmazdı. Sovyet sistemi, tüm saydıklarımızda idari ve ideolojik farklılıktan başka bir farklılık getirmiyordu. Madalyonun farklı yüzü gibi.
Bu noktayı bir örnekle, okuyucunun algılama alanına daha çok yerleştirmeye çalışacağım. Bu gün bir bilgisayar cihazının iletişim dünyamıza getirdiği sistem ile burjuva uygarlığının insanlığa kazandırdığı bir unsur olan posta sistemi arasındaki farkı göz önüne getirin. Bir nitel değişim derhal kendini gösterecektir; bilgisayarla birlikte, artık ne posta arabaları ve işçileri, ne zarf ne de pul, ne de posta binaları, bunların hepsi eskiye ait kaldı, nitel bir değişimle her şey sanal ortamda gerçekleşebilir oldu. Üstelik, sosyal etkisi çok daha muazzam bir boyut kazandı. Her şey nitel olarak değişti (Bu örnek bize burjuva uygarlığın bağrında yeni bir uygarlığın şekillenmekte olduğunu da göstermesi açısından önem taşıyor. Posta iletişim teşkilatını da, bilgisayar teknolojisiyle oluşan iletişim teşkilatını da insan aklının kollektif emeği yaratmıştır. Bu yaratı, zaman unsuru içinde, her biri, bir farklı uygarlığı temsil eder. Posta teşkilatının burjuvazinin henüz egemen olmadığı, feodalizmin hakim olduğu devirde keşfedilmesi nasıl ki, feodal ilişki sistemini temsil etmediyse, gelecek kuşaklar açısından bilgisayarın açtığı iletişim teşkilatlanması da burjuva sistemi temsil etmeyecektir. Kapitalizm koşullarında doğup büyümesine karşın, bu sistemden kendini özgürleştirerek, yeni bir uygarlığın unsuru olacağı gözlenmektedir). İşte bahsettiğim uygarlık unsurları arasındaki fark ta, böylesi bir farktır. Sovyetlerde sosyalizm böylesi bir nitel farkı yaratamamıştı; yaratmış olsaydı, doğal olarak insanlığa getirmiş olacağı nitel yenilikle, yeni bir uygarlık kuruluşunu ifade edecek ve burjuva uygarlık bu süreç içinde gerileyerek tarihe gömülecekti. Oysa Sovyetlerde sosyalizm, bir siyasal hareket olmaktan çıkamadı, nitelikçe de bir yeni uygarlık kurma atılımı olamadı. İşte komünist enternasyonalin çöküşünün de, diğer etkiler yanı sıra böylesi etkiler altında olduğunu demek yanlış olmayacaktır kanısındayım.
Böylece, bu güne kadar bir daha örgütlü ve bütünsel bir sol olmadan dünya siyasal tablosu şekilleniyordu. II. Enternasyonal gevşek, bağlayıcı olmayan, ulus sınırlarını aşmada kararlı davranmayan yapısıyla varlığını korurken, devrimci sol güç odağı sömürgelerin ulusal kurtuluş hareketlerini merkez alan bir eğilme doğru yöneliyordu. II. Enternasyonalci kalan sosyal demokrat partiler bu gün, bilişim çağında, küreselleşme yönünde gelişen insanlığın yeni tarihsel örgütlenmesine karşı yine emperyalist politikalara destek olan ve demokrasiyi, insan haklarını daha çok Avrupa kapsamında gören bir tutuculuk gösterdiği izlenmektedir. Avrupa Birliğinin bir Hıristiyan kulübü olma izlenimleri taşıması, buna önemli bir gösterge sayılmalıdır. Değişen dünyada hala dar ve tutucu eğilimlerle küreselleşmeye karşı sol saflardan gelen direniş, solun yeni koşullarda nasıl bir sağ konumlanışa düştüğünü gösterir niteliktedir.
Bu noktada kısaca söylenmesi gereken bir iki cümle daha var. O da, bilişim çağının kendini ifade ettiği küreselleşmede yer almanın önemli bir adımı olan Avrupa Topluluğuna (AT) katılımın, olmasa olmaz bir koşul olmadığı gerçeğidir. Ayrıca, AT ye katılım, ülkemizin tek yaşamsal kaynağı olarak ta gösterilemez. Ancak bu çağı yakalamanın, ülkemiz önünde duran en yakın, en kestirme ve güvenli adımı bu kanalda atılır. Kaldı ki, Yaşlı kıtanın kendi geleceğiyle ilgili çok ciddi sorunları bulunmaktadır. Bu çağın daha ileriye götürülmesinde ve yeniden insan ilişkilerinin devlet ve sosyal-siyasal- kültürel vb. alanlarda yapılandırılmasında ciddi açmazları olduğu bilinmektedir. Özellikle önümüzdeki 25 yıllık sürecin olası verileri, soru işaretleriyle doludur. Gerileyen bir tablo çiziyor yaşlı kıta, yaş ortalaması oldukça yükselmiş, dünya üretimini katkısı %30 civarında düşme ihtimali, dünya pazarlarında gerileyecek olan konumu, kendini yenilemede ihtiyaç duyduğu kaynakları yaratma olanaksızlığı vb. sorunlar bu çağın yükümlülüklerini tam anlamıyla yerine getirmekte zorlanacağını göstermektedir. Böylesi gerileyen bir toplulukta ülkemiz arzu edilen hedeflere varmakta çok çileli olacağını kestirmek zor olmayacaktır. Ancak yaşlı kıta, öylesine derin tarihi kökleriyle bir insani değer ortaklığı ve bununu ürünü olan kurumlaşma ve hukuksal atılmalar yapmıştır ki, insan özgürlüğüyle, ortakların dayanışmasıyla ülkemize çağın gerektirdiği tüm katkıları yapabilecek tek alternatif olma özelliğinden hiçbir şey kaybetmemektedir. Genç nüfusu, kaynakları, hakim olacak siyasi iradesiyle kendi orijinalitesini etkin kılacak demokratik ve özgür insanların ortak vatanı olarak Türkiye, yaşlı kıtaya doping görevi görerek, güvenilir bir ortak olduğu ve çağın nimetlerinden hakkı olanı alması gerektiğini gösterebilecektir. Bu bile, zihinlere kazılı olan ve zaman zaman çevre sahibi Avrupalı liderler ağzından dile gelen tepkileri, ürkekliği, karşıtlıkları aşmaya yeterli bir gerekçe oluşturacaktır. II. Enternasyonalci sol çevrelerin milliyetçi mayaları bu denklem içinde sineye çekilmeye mahkumdur.
Yeniden konumuza dönecek olursak, Sovyet devrimiyle birlikte toparlanan dünya solu, emperyalist politikalara karşı tarihin en büyük cephesini oluşturarak, II. Enternasyonaldeki ayrışmanın rasgele bir ayrışma olmadığını ortaya koyan dev bir siyasal hareket yaratmıştı. II. Dünya paylaşım savaşına kadar, iç sorunlarına rağmen, dünya solunu merkezi bir yörüngede faal hale getirdi. Sol tarihte ilk kez, emperyalist aşamada burjuvazinin geliştirdiği dünyayı talan planına karşı halkların tek dayanağı olan bir güç odağı haline gelmiştir. Bütün teorik tartışmalar bir yana, tek ülkede sosyalizm olup olmayacağı, böylesi bir iddianın Rus milliyetçiliği olup olmaması, Sovyetlerde süren tasfiyeler yada köylü bir toplumun sanayi topulumu haline gelmesi için yapıldığı iddia edilebilecek zorlamalar, diğer ülke komünist partilerinin Sovyet uydusu olup olmaması, gizli anlaşmaları, baştan itibaren Nazizme karşı alınamayan sağlıklı tavırlar vb. bir yana, Komünist Enternasyonal, ezilen dünya halklarına bir can simidi olarak, emperyalizme karşı direnişlerinde dinamik vermiş, zaferle sonuçlanan kazanımlara olanak sağlamıştır.
II. Paylaşım savaşı gelip çattığında, dünyamız tam anlamıyla bir ak, bir karaya boyanmıştı. Emperyalist Nazizm ve Faşizm başta Sovyetlerin ağır bedeller ödemesi pahasına yenilmiş insanlık ve özel olarak tüm Avrupa bir felaketten kurtarılmıştı. Bu solun zaferiydi. Emperyalistler bunun bilincinde olarak sosyalist başarıyı bir askeri başarıya düşürmek, siyasal bir hareket kapsamından çıkışını engellemek üzere, global bir plan çerçevesinde soğuk savaşı başlattı. Soğuk savaş yıllarının insanlığı sürüklediği gerginlikler bu gerçeği anlatır. Savaş tehdidi, atom teknolojisinin silah haline çevrilmesi, nükleer savaş tehlikesi ve tehditleri, bir kez daha dünya solunun omuzlarında yükselen “Savaşa Hayır” şiarlarıyla aşılmaya çalışılmıştı. Sol, insanlığa bu açıdan çok önemli yaşamsal kazanımlar sağlamıştı. Burada işaret etmeye çalıştığımız unsur, solun 20. Yüz yılın başından itibaren tarihin çok yönlü gelişmelerine uyumlu olma yününde insanlığı temsil ettiği gerçeğidir. Bu noktada, ayrıntılara düşmeden denebilir ki, sol gerçek bir enternasyonal çizgi üzerinde gücünü mücadeleye katmıştı. İşte, bu günün verileriyle daha da ileri gitmesi gereken bu çizgi, bilişim çağının küreselleşme yönünde gelişen yeni tarihi sosyal örgütlenişine de ayak uydurması gerektiğidir.
Soğuk savaş dönemi siyasal dünyanın her coğrafyası, solcularla sağcıların ayrışmasıyla belirlemeye başlamıştı. Bu ayrışma fantastik bir sanal ayrışma değildi. Gerçekti, ve tüm gerçekliğiyle, yaşamın sürdüğü dünyanın her köşesinde yaşanıyordu. Ve bu günün düşünsel kavrayış düzeyimle iddia edebilirim ki, günümüzde belirmeye başlayan ve solun bir kez daha bölünmesi anlamına gelecek tüm veriler, işte bu verimli mücadeleler, alttan gelen ekonomik-bilimsel, teknolojik, sosyal ve siyasal yoğunlaşma ve dönüşümlerin ifade ettiği bilişim çağının hazırlanışında küçümsenmeyecek role sahiptir.
Bu yüzden, geçmişe ait olmaya başlayan söz konusu mücadeleler, hatta keskinlikler ve tarihin tanık olduğu en büyük özveriler boşa gitmemişti. Özellikle, bu günün siyasal tüm değerlerinin kaynağında geçmiş kendi ağırlığını tüm etkinlikleriyle korumaktadır. Zira yakın geçmişin ayrışması, bilişim çağında da yeni karşıtların doğuşuyla kendini ifade etmeye başlaması, geçmişte kalan mücadele deneyimleriyle daha anlamlı ve derin olacaktır. Sol bu anlamda kendini yeniden tanımlama durumunda kalmıştır. Dünün ayrışmasında solun ifade ettiği ölçütler bu gün geride kalmıştır ve değişmeye cevap vermeyen sol, artık sol olmaktan uzaklaşmıştır. Bir üst aşamada ve farklı boyutta II. Enternasyonal hadisesi gibi bir hadiseyle karşı karşıya bulunuyor gibiyiz. Bilişim çağının solu, artık küreselleşmede anlamını bulan tüm insanlığın ortak değerler etrafında birliğini gören ve savunan güçleri temsil ederken, diğer yanda, emperyalist kozmopolitizminin küçük ulusları birer kukla haline dönüştüren ve “Yeni Dünya Düzeni” adıyla tanımlanan ve yerli milliyetçilerin, geri bıraktırılmış ulusal solucularının da, yurtseverlik maskesiyle bağımsızlık adı altında savunmaya yöneldikleri anlayışlar bulunmaktadır. Zaman zaman, bu ikincilerin kendi aralarındaki sürtüşmeler ise hiçbir zaman emperyalist çıkarların zedelenmesiyle sonuçlanacak derinlik kazanamaz; zira zayıfların milliyetçiliklerinin, ne alternatif bir dünya modeli nede bu modele kaynak teşkil edecek iktisadi birikimleri var ve emperyalistlerin kurduğu sosyal-siyasal-ekonomik ağlardan kurtuluşlarını sağlayacak bir dinamikleri bulunuyor. Tüm veriler, ulusalcı eğilimlerin, yalnızca emperyalist çıkarlar lehine ve onlarla bütünleşme yönünde sonuçlara yönelmekten başka bir çıkış kanalları olmayacağını göstermektedir. Ulusalcı eğilmelerin bağımsızlık söylemleri ise bu noktada kocaman bir yalandan ibarettir. İster sağ milliyetçi, ister sol milliyetçi dünyanın tüm hükümetleri, en çirkin tarzda uluslararası finans kurumlarının kapısında dilencilik yapmakta ve bunun bedelini, ülkenin siyasal-ekonomik karar ve kurumlarını, bu emperyalist kurumların emrine vermeye mahkum olmaktadırlar. Küreselleşmenin açtığı yönelimde sol, ülkeleri ve insanlığı ortak çıkarlar, ortak kazanımlar etrafında kaynaklarını ve etkinliklerini dinamik tarzda kullanmayı hedeflemektedir. Bu hedef, iradeci olmaktan çok, küreselleşmenin ifade ettiği, bilişim çağının objektif koşul ve kurallarının bir ürünü olarak şekillenmektedir. İnsan aklının kollektif ürünü olan bilim ve teknoloji devrimleriyle ortaya çıkan ve etkin olma yönünde önemli bir evrensel süreci başlatan gelişmeler yeni bir uygarlık yönünde insanlığın ulus gibi geride kalan tarihi örgütlenmesi yerine yeni bir tarihsel örgütlenmeyle tüm insanlığın bir ulus gibi örgütlenmesi yönünde gelişmektedir. İletişim teknolojisinin dünyamızı bir küçük köye çevirmiş olması esprisi bunu ifade eder. İşte bu tarihsel yeniden örgütlenme kendi doğasında insanlığın ortak kazanımlarını ve ortak değerlerini esas almaktadır. Sol kendini bu yeni eğilimde belirlerken tarihle uyumlu, insanlığın genel çıkarlarıyla da yükümlü kılmış olmaktadır. Ulusal sol ise bu yükümlülükten kaçma, dar ulus çerçevesinde takılı kalmakla insanlığın ortak değerlerini savunmaktan uzaklaşmaktadır. Bu noktada hiçbir ulusal sol eğilim, bir evrensel insan haklarını dahi tutarlı şekilde savunması düşünülemez, bu eğilimler mensup oldukları ırka ait insanlara öncelik verecekleridir ve kapı komşuları insanların, emperyalist çıkarlar için uğrayacakları kıyımlara karşı sessiz kalacak ya da bu tür cinayetlere, bağımlılıkları gereği ortak olacaklardır.
Bu ayrışmalar ülkemizde de aynıyla cereyan etmektedir. Büyük hadiseler, büyük bölünmeleri de beraber getiriyor dedik. II. Enternasyonalin ayrışmasını, bir paylaşım savaşı, göstermeye yetmişti. Bu gün, ülkemiz solundaki milliyetçiliği de, bilişim çağının küreselleşme değerlerinin açtığı yol ayrımları bunu gösteriyor. Soğuk savaşın ardından gelen ve tüm çabasına rağmen emperyalist “Yeni Dünya Düzeni” programıyla doldurulmayan boşluk, başta ABD tarafından yeni bir dünya imparatorluğu olarak, dev bir askeri ve mali güce dayalı, tüm ulus ve insanlığı tehditlerle, savaşlarla yönlendirmeye uğraşan, insanlığın hiçbir ortak değer yargısı ve erdemini hesaba katmayan ve bunu “tarihin onlara verdiği, kaçırılmaması gereken bir fırsat” olarak değerlendirdikleri bir kaos ortamına dönüştürülmüştür. Bu kaos, gerçekte insan aklının kollektif ürünü olan bilişim çağının dayattığı tarihsel yeniden yapılanma ve insani ortak değerlerle, gerileyen ve artık dünyamızda insanlık yararına hiçbir işlevi kalmamış olan emperyalizm arasındaki sert çatışmayı tanımlamaktadır. Bu çatışma, bir meydan muharebesi olarak belirmemiş olması çok doğaldır. Çünkü bilişim çağının dayattığı değişim, öylesine köklü, kalıcı ve dipten gelmektedir ki, bunu ancak uygarlıkların değişimine tanık olan, geçmiş yüzyılların bu günkü okunuşunda görmek mümkündür. Bir örnekle bunu şöyle ifade etmek mümkün, burjuvazinin kapitalist sistemi oluşturması ve geri dönülmez bir sistem olarak yaşama, kural ve kurumlarıyla yerleşmesini kapsayan yüz yıllar içinde, feodalizmin fark edilmesi ancak çağlar sonra mümkün olacak yok oluşu gibi bir süreç olarak gelişmektedir. Feodalizme ve uygarlıklarına tarihte ne olduysa, burjuvaziye ve uygarlığına da olmakta olan şey de odur. Bu yüzden beylik sözümüz, “emperyalizm, kapitalizmin son aşamasıdır” demek hiçte yanlış olmayacaktır. Bu son, bir uygarlığın sona ermesi ve yeni bir uygarlığın kendini yavaş yavaş kurum ve kurallarıyla yerleştirmesidir. Bu tabloda, ülkemizde her zaman solun en geri kesimlerini oluşturanlar, yine geride kalarak, soldan çıkıp sağcılaştılar diyeceğiz.
Ülkemizde bu sürecin iki önemli ayağı bulunuyor. Birincisi, Atatürk’le başlayıp, Cumhuriyet Halk Partisiyle (CHP) devam eden bir gelenekten gelen. İkincisi, Türkiye Komünist Partisi (TKP) geleneğinden gelen, Marksist-Leninist soldur.
CHP geleneği, bu günde, tüm sol kesimler üzerinde derin izleri olan bir milliyetçi etki olarak sürmektedir. CHP’nin tarihi, başlangıcı her ne kadar Osmanlıdan bir çıkış planına dayanıyorsa da, Osmanlının yaşam tarzı olan, başka milletlerin toprak ve servetlerine yönelik işgalcilik, gaspçılık, ilhakçılık eğilimlerini de, genetik olarak taşıyor gibidir. Bu Osmanlı aklı olarak günümüze kadar, Türkiye cumhuriyetinin yakasını bırakmamış, Avrupa topluluğuna katılımda aynı akılın ciddi engeller yarattığı hala gözlenmektedir. Nitekim, CHP uygun her fırsatta toprak işgal ve ilhakına yönelik iştahlı olduğu görülmüştür. Hatay davası ve Hatay’ın ilhakı, Kıbrıs olayları ve İşgali ve son olarak Musul ve Kerkük sorununda gösterilen ilhakçı eğilimler buna birer örnektir. Bu örneklerde CHP’nin gösterdiği “öncülük”!, sosyal demokrat olma iddiasındaki, devlet kurmuş ve çağdaş uygarlığı hedef almış bir siyasal örgütün ülkede oluşturacağı atmosferi anlama açısında, bilinmesi gereken önemli bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunu Hürriyet gazetesi yazarı Hadi Uluengin, Kıbrıs sorununda geliştirilen milliyetçi rüzgarları anarak, “Ya taksım ya ölüm”le başlayan, “ Ya Kıbrıs ya ölüm, Kara papaz gidecek Mücahit gelecek”le devam eden dolduruşların çocukluk günleri üzerindeki etkilerini dile getirerek, sözlerini şöyle bağlıyor, “AMA benim için en çok belirleyicilik taşıyanı, 1964 yaz aylarında Ada'ya düzenlenen F-104 jetleri operasyonunun ABD tarafından önlenmesini protesto için, o zamanki Hava Kuvvetleri Komutanı'nın adına atfen, ‘‘bombala Tansel, bombala’’ diye hançere yırttığımdır.Yukarıdaki tarihe not koyun, çünkü Türkiye ‘‘sol’’unun yükselişi bu dönemeçte başlar.
‘‘Hıyanet-i vataniye’’ iftirasının tam tersine, aslında ‘‘sol’’un mayasında milli dürtü vardır. Ecevit'in 1974 ‘‘Barış Harekatı’’yla rüzgarı pupadana alması da bunun uzantısıdır” (Hürriyet,14.11.2002). Buna eklenecek pek bir şey kalmıyor, “Sol”un mayasında milli dürtü var”. Bu cümle, yazımızın da özeti gibidir.
Liberallerin, aşırı sağcıların dahi kaçındıkları bu Osmanlı geleneğini pervasızca hayata geçiren CHP’nin, ülkemizin tüm sol kesimlerine derin milliyetçi etkiler yaptığı tartışılmaz bir gerçektir. CHP’den koparak daha sola giden bir siyasal hareket olmamıştır ancak, marksist-leninist sol tabanı ve çoğu militanı dahil, tüm sol kesimler bilinç altındaki yüzlerce unsurun itimiyle her seçimde istisnasız CHP’ye oy vererek kendilerini ifade ederler. Bu sisli ilişki, gerçekte ülkemiz solunun hala kopamadığı ilkel değerlere olan bağlılığın bir göstergesi sayılmalıdır. 3.Kasım seçimlerinde de olan durum budur. Seçimlere katılan Marksist-Leninist kökenli partilerin toplam oyları 328.728’dir, toplam oy oranları ise % 1.03 (İP:162.429 oy ve% 0.51 oran, ÖDP: 106.095, % 0.33, TKP: 60.204,% 0.19). Bu oylara DSP+YTP+BTP’nin toplam 896.865 oyunu ve %2.93 oranını eklediğimizde dahi değişen önemli bir oran olmayacaktır. Solun hiçbir türü gerçek anlamda taraftarının dahi oyunu alamamış olması, solun ne ölçüde geleneksel, merkezci eğilimlerden kopamamış olduğunu göstermesi kadar, ne ölçüde geniş bir cepheden milliyetçi bir kuşatma altında olduğunu da göstermektedir; bu aynı zamanda CHP gibi esası dururken, güçsüz ve marjinal kalmış, ciddi bir fikir dahi taşıma potansiyeli olmayan ve milliyetçiliğe düşmüş Sol’a halkın itibar etmediğini göstermiştir. Bu tablodan anlaşılması gereken şey, sol adına her türden eğilimin CHP’yle iç içe olmasının bir ürünü olarak ne ölçüde oy akıttığıdır. Bu, her seçimde yaklaşık aynı ölçülerde tekrar eder. Ülkemizde milliyetçiliği toprak işgal ve ilhakına kadar götürebilen tek parti olan CHP’nin sol üzerindeki etkisi, konumuz olan solcuların milliyetçi olmaları yönündeki kuşatmayı algılama açısından büyük önem taşımaktadır. Anlaşılan o ki, son seçimlerin yarattığı rüzgarda, CHP’nin bu etkisi daha uzun yıllar sürecek gibidir.
İkincisi; Marksist-Leninist gelenekten gelen solun milliyetçi alt yapısı dış etkiler yan ısıra içsel, ideolojik ve ülke verilerini algılayış eksikliklerinden kaynaklandığı görülür. Bu süreç çeyrek asırlık bir evrim içinde şekillendi. 60’lı, 70’li yıllarının sol güçleri arasında ağırlıklı olarak kırsal alandan kopma devrimci etkinliklere belirmiştir. Şehir kimlikli devrimci güçlerin daha çok merkezci, devletçi bir eksen üzerinde kalmış olmaları, taşralı, kırsal alan kimlikle devrimci etkinlikleri daha kısır ve itilmiş ve gelişmeleri kavramakta zorlanan bir konuma itmiştir. İstanbul-Ankara-İzmir-Adana gibi metropol şehirlerde, kırsal kimliklerini üzerinden atamayan devrimci etkinlikler halkla daha iç içe olmalarına karşın değişim ve gelişimi kavramaktan o kadar uzak olmuşlardır. Ülkemizde tekelci bir kapitalist örgütlenme ve iktisadi egemenlik sürecinde bu kesimler, hala geldikleri köyün kıstaslarıyla, tekelci kapitalizmi komprador burjuvazi olarak değerlendirmeyi, ülkemizi de, köylerinde birer üst yapı kurumu olarak son varlıklarını sürdüren ağalığa bakarak, egemen üretim ilişkileri feodal olan bir ülke olarak tanımlamışlardır (bu yaklaşımlar, örgüt ve mücadele anlayışlarına öylesine ilkel yönlendirmeler yapmıştır ki, İstanbul ya da Ege kırlarında Çin tipi gerilla savaşı verme komikliklerine düşmüşlerdir. Bu gün hala bu eğilimde olan ısrarcılığın sürdüğü bilinmektedir). Bu eğilimler, geçmiş yüz yılın ortalarında patlak veren ulusal kurtuluş hareketlerinin etkisi altında, gerçekçi olmayan, kaynağı belirtilmeyen, soyut bir bağımsızlıkçı söylemle anti-emperyalistlik adı altında bilişim çağının küreselleşme değerlerini komplo olarak değerlendirip reddetmektedirler. Avrupa Birliğine katılımı, ulusal bağımsızlığın gaspı olarak görmekte ve bunu ülke bütünlüğünü parçalayıcı bir girişim gibi göstermektedir; ulusal devletin sonu, bayrak, dil ve sınırların sonu olacak, milletin sonu getirilecek türden ucuz popülist söylemlere de sığınarak, içe kapanmanın dozunu artırmaktadır.
Bu anlayış, on yıllar önce ülkemize biçilen yanlış sosyo-ekonomik tanımların bir mantık uzantısı olarak ta kendini göstermiştir; “Feodalizmden sıyrılması gereken bir ülke” varsa, önce merkantilist bir dönem yaşanmalı, bağımsız bir ulusal toparlanma ve güç oluşturulmalı, bunun için, diğer uluslar karşısında, bağımsızlık korunarak gelişme sağlanmalı türünden, tarihle analojik çıkarsamaları, farklı koşullarda ikame etme çabası görülür. Köyünde yaşadığı çözülmeyi, ulusunun her alanındaki değişimlerle karıştıran bu anlayış, kendi ulusuna ciddi bir güvensizlik ve kaygıyla yaklaşarak yaptığı çıkarsamalar, açılıma, dünya ölçeğindeki gelişimlere, birleşmelere ve ortaklıklara da kaygıyla yaklaşarak içe kapanmaya yönelecek ve bunun siyasi örtülerini de beraberinde oluşturacaktır. Bu noktada sağ eğilimler önce, milliyetçi söylemlerle sol söylemler iç içe kendini göstererek derinleşir ve sonuçta tipik milliyetçi tutum ve davranışlar siyasal eğilimi belirlemeye başlar. Bu konuda en belirgin örnek Aydınlıkçı milliyetçi soluculardır. Bu eğilimin 30 yıllık siyasal tarihi bu aşamaları tüm açıklığıyla tanımlar. Bu gün bu eğilim, ülkücü faşistlerin yerini almış ve çok aşırı militan bir milliyetçi çizgiye gelmiş bulunmaktadır. CHP’nin dahi oldukça gerisinde bir ilkellikle, ırkçılığa varan tutumlara kadar uzanmaktadır. Liderleri Doğu Perinçek’in söylemleri, ırkçı nazizmin Nasyonal-Sosyalizmiyle, temel her konuda örtüştüğü görülmektedir. Bu çizgi emperyalizme karşı sert söylemlerine rağmen içe kapanmış, zayıf bir üçüncü dünya ülkesi olmaya sürükleyen görüşleriyle, emperyalizme kölece bağlı olma ilişkisine mahkum edilmesi kaçınılmaz olur. Aydınlıkçıları, solun önemli bir kesimi daha takip eder. Farklılıklara rağmen solun milliyetçiliğe kayan eğilimlerini, ülkemizdeki Kürt ulusal sorununda gösterdikleri ikircimli tutumda gözlemek mümkündür. Bu kesim demokrasi ve özgürlükleri savunur hatta partilerin adını bile bu söylemlerle belirler, ancak kerameti ve ispatı kendinden menkul olan, ülkemizi tek uluslu yapıya indirgeyen yaklaşımıyla, demokrasi ve özgürlüğü de bu tekliğe ait kılarak sağa savrulur, milliyetçi olur. Bunu, diğer siyasal yaklaşımlarındaki tek boyutluluk takip eder. Bu kesimlerin tümünde, tarihi kavramayan, dünya ve ülkedeki değişimi algılayamayan ve dolayısıyla gelişmelere uygun açılımlar yerine, kendine güvensizliğin en açık tanımı olan ilkelliğe sarılma hatası görülür. Buna da, “emperyalizme karşı bağımsızlığı savunuyoruz” diye maske giydirilir. Bu eğilimler, ülke tarihlerinin istisnasız hiçbir kesitinde bağımsız olmadığını, verili sistemin tüm dokularında bir bağımlılık ilişkisi olduğunu hiç hesaba katmazlar. İçe kapanmakla deve kuşu misali, kimseyi görmemekle, kimse tarafından görülmeyeceklerini sanırlar. Oysa, bu çağda, ulusçu hiçbir tez, mantık sistemi gereği bağımsızlık söyleminde tutarlı olamaz ve bağımsızlığı sağlayamaz. Ulusal kurtuluş savaşlarını zafere kavuşturan büyük devrimci ülkeler dahi, kendilerini yenileştiremedikleri için, soyut bağımsızlıkta takılı kaldıkları için, istisnasız tümü, uluslararası finans kurumlarının pençesi altında, siyasal ve ekonomik bağımsızlıklarını birer birer teslim ettiler. Vietnam’dan Cezayir’e, Kamboçya’dan, Angola’ya bağımsızlık savaşını büyük fedakarlıklarla kazanmış tüm ülkeler, milliyetçilikte takılmaları sonucu bağımsızlıklarını koruyamamışlardır.
Bu gün ulusal sol, emperyalist çıkarları temsil etmektedir. Çünkü, halkının küreselleşme içinde büyük dönüşümlerin, ilerlemelerin dinamikleriyle kaynaşmasına set çekmektedir; sınır telleriyle çerçevelenmiş, ulusal denilen topraklar içinde, egemen sınıflar iktidarının sürmesi için, tek kaynağı ve kredisi olan emperyalistlerin çıkarlarına boyun eğerek, halkını borç bataklığı içinde yalnız bırakarak, dünya ekonomisi ve sosyal-siyasal ilişkilerinin globalleştiği kesitte yalıtılmış ve halkına karşı pervasız bir yönetimi bağımsızlık diye savunmaktadır. Milliyetçi solcular, gerçekte en rezil köleliği tarihin geçmiş bir evresinin ürünü olan ve tarihin yeni evresinde aşılmış olan ulus ve ulusal devlete takılı kalmayı bağımsızlık sanmaktadırlar. Kavram anlamlarının çağlarla birlikte değiştiğinin farkında olmadan, değişen dünyada eski kavramların fetişine sığınarak, yerinde saymayı halkın çıkarlarıyla karıştırmaktadırlar. Milliyetçi eğilimlerin bir sığınağı haline gelen bağımsızlık mevzusunu biraz daha yakından irdelediğimizde, kendi görüşlerimizi de daha iyi anlatabilme olanağı bulacağız.
Bağımsızlık söylemi. Bu söylem, solun en önemli ve en ilkesel mihverini temsil eder. Emperyalizme karşı mücadelenin en sihirli formülüdür. Düne kadar bu tez, bugün de tüm etkinliğiyle vatanseverliğin temel kıstası olmuştur ve bu uğurda, bu satırların yazarının da içinde yer aldığı bir kuşak, devrimci mücadele ve fedakarlıklarının bayrağı olmuştur. Ancak bu gün, bu söylem uğruna mücadele olduğu yerde kalmadı. Bağımsızlık artık, çok farklı kıstasların ürünü ve farklı alanlarda gerçekleşebilir bir talep haline gelmiştir. Dünün koşullarında çok doğru olan dünün anlam ve içeriğindeki bağımsızlık söylemi, olduğu mekanda bırakılırsa, bu gün emperyalizme karşı mücadeleden çok, o görüntü altında, içine kapanmış üçüncü sınıf bir toplumsal yaşama mahkum edilmiş, dolayısıyla zayıf düşürülmüş ve emperyalizm için daha rahat bir lokma olma adaylığına soyunmuş bir ülke konumuna düşülür. Oysa bağımsızlık bu günün verileri içinde, üreten, dinamiklerini ve kaynaklarını bilinçlice kullanıp insanına ekonomik rahatlama, sosyal güvenlik ve siyasal özgürlük veren, borçlarla tüketimini artırmayan tersine üretimine güç katan ve borçlarından derhal sıyrılabilen konumda, dünyanın temel devletler ve insanlar arası ilişkisi olmaya başlayan küreselleşmede yer almaktır. O ortamın düzeyinde olmak ve o ortamın adil ve eşit, her kesin kazandığı, hiçbir ülke yönetiminin, kendi halkı üzerinde hoyratça hüküm sürmediği, başka halklara karşı saygın olduğu bir ortamda bulunmak anlamına gelmektedir. Elbette ki, bu ortam dünyamızda tüm istikrarıyla oturmuşluğuyla mevcut değildir. Ancak bu yöne ciddi bir eğilim ve fiili bir girişim bulunmaktadır. Olumsuz yanları da bağrında taşısa da böylesi bir ortam insanlığı ortak değerler etrafında bir araya getirmekte olduğu bilinmektedir. Avrupa topluluğu bu sürecin ülkemiz açısından en önemli adımıdır. Bu ortamın, anlam ve içeriğini hukuk alanında ortaya koymakta olduğu tabloda görmek aydınlatıcı olduğu kadar diğer alanlarda ki gelişmelere de ışık tutacaktır.
Türkiye bireysel baş vuru hakkını kabul etmekle, küreselleşme yönünde hukuk kapısında önemli bir adım atmıştır. Ulusal hukuk kapsamının yetersizliğini de ifade eden bu adım, hangi saiklerle atılmış olursa olsun ülkemiz insanına farklı bir alternatifi tanıma olanağını verdiği gibi, dar ulusçu kıskaçtan sıyrılarak, dünyalı kimlik taşımanın ifade ettiği güveni de vermiştir. Küreselleşmenin özgürleştirici etiklerinden biride budur. Ülkemiz insanları bu hakkı büyük bir sevinçle karşılamış ve hukukun herkese lazım olacağı gerçeğini hiçbir siyasal ayrım göstermeyen kapsayıcılığıyla değerlendirilmeye başlanmıştır. Bireysel başvuru hakkının kullanılması yönünde her türden, sol ve sağa kesimlerin dört nala koşturmaları, bağımsızlık kavramının artık eski anlamlardan çıktığını da gösteren önemli bir referans olmuştur. Özgürlük bağımsızlıktır, o da evrensel değerler etrafında kazınılabilir gerçeğiyle kesişmiştir. Ulusal hukuk sıkça görüldüğü gibi halkın çıkarlarını korumadığı farklı kesimlerin çıkarlarını koruduğu, her bireysel başvuruda ispatlanmıştır. İnsan ulusal kimliğini kazanmadan önce de insan sonra da insandır. Kendi var oluşunun gereksinimleri, ulus adına egemen olanların gereksinimlerinden daha öncelikledir. Hukuk ta bu gereksinimin adil şekilde karşılanması amacıyla insan tarafından düzenlenmiştir. Tarihi her düzenleme geçicidir ve yerini bir başka tarihi düzenlemeye terk ederek insana hizmet eder. Bu yüzden bağımsızlık bu günün tarihi itibariyle açıkça ve fiili olarak hukuk kapsamında tarihe karışmış bulunmaktadır. Bu noktada eski bağımsızlık kıstaslarıyla, “hukukumuzun bağımsızlığına karışılamaz” söylemleriyle bağımsız olunmayacağı tersine, özgürlüğü engelleyici olunacağı ve bağımlılığı artırıcı konuma düşüleceği görülmüştür. Milliyetçiliğin her türü bu noktada, tutarlı olmak için, ulusal bağımsızlığını savunma adına, iç hukuk süreçlerini benimsemeleri gerekmekte ve ona toz kondurmamaları, aldıkları hükümleri ulusal bağımsızlıklarının ödün vermez bir örneği olarak gösterip, katlanmaları gerekmektedir. Ancak bakıyoruz ki, tersi olmakta ve en solcusundan en sağcısına bireysel özgürlükleri, bağımsızlığı aşmış ve bireysel başvuru hakkının kullanımı çerçevesinde de olsa, küreselleşmede ortak tercih olarak belirmiştir. Erbakan’dan Tayyip Erdoğan’a, demokratından komünistine kadar herkes ulusal hukukun zulmüne karşı, evrensel hukukun rahmetinden medet umarak, başvuru yapmıştır.
Bu basit örnek dahi, bir ülkenin bağımsızlığının artık çeyrek asır önceki dünya kutuplaşması ve güçler dengesinin düzenlenişi içinde arandığı gibi aranmayacağını anlatmaya yeterlidir. Maalesef bu gün, milliyetçilik kimi solculara ihale edilmiş bulunulmaktadır. Bağımsızlık denilen kocaman yalan etrafında milliyetçilik yapmaya soyunan kimi sol kesimler, ilkel milliyetçiler gibi halkı aldatmaya yönelmişlerdir. Bu kesimler, on yıllar boyunca emperyalizmle kölelik ilişkileri içinde bulunan yönetimler altında yaşayan ülkelerinin, bağımlılık ağlarıyla örülü üretim sistemleri sonucu vardıkları düzlemde, yapısal açıdan bu zincirlerini aynı veriler içinde kalarak aşamayacakları gerçeğini göz önüne getirmemektedirler. Bu veriler içinde bağımsızlığı eski söylemlerin ilkeleriyle dile getirmek, ülkeyi daha da zayıf ve yalıtılmış olarak emperyalizme bağlanmaya mahkum etmek demektir. Oysa, küreselleşmenin ifade ettiği ortamda, güçlenen ülke ekonomisi ve etkinlikleriyle, halklarımızı dünya halklarının yüz yıllar önceden oluşturduğu etkin demokratik ve özgürlük haklarının kazanımlarıyla donatmayı, siyasal ve sivil toplum dinamikleriyle kaynaştırmayı, ekonomik ve sosyal bölüşümde adil bir pay kazanmayı, kimsenin ürettiği değeri gasp etmeden, barış içinde kendi halkımızın ve başka halkların onurlu yaşamına güvenceler kazandırmayı sağlamak mümkün olacaktır. Bu süreç doğal olarak düz ve mutlak bir pozitif süreç değildir. Ancak yeni bir tarihi aşama olarak, eskinin tıkanmış, çürümüş ve çözümsüzlüğüyle güvencesiz olmuş sistemine karşı daha ileri ve daha verimli olduğu tartışmasızdır. Sonuç olarak bağımsızlık solculuğun ayrıt edici savunusudur ancak bu eski kıstaslarla sıradan bir milliyetçiliği aşmaz. Bu gün bağımsızlığı tutarlıca savunmak için özgürlüğü ve demokrasiyi savunmak gerek. Özgürlüğü ve demokrasiyi de ulus kumpasından kurtarmak, insanı bir ortak değer olarak yerine getirme mücadelesi vermek demektir. Bu gün bağımsızlık, evrensel özgürlük demektir.
Şimdi de ulusal solcuların en ehven-i şer kesimlerinin, ülke kaynaklarına vehmettiği değerle, kendi çapında bir emperyalist olmayı ve komşularını egemenlik altına alacak bir sanal planın itimiyle, ulusçuluk iddiasında bulunmalarını irdeleyelim. Avrupa Birliği tartışmalarında bu önermelerde örtülmek istenen milliyetçi eğilimler, yine tüm çıplaklığıyla önümüze dikildiği görülmektedir.
Milliyetçi solcular, Avrupa Birliğine katılmayı, sığ bilgileriyle, metropol merkezlerde yaşamalarına rağmen kırsal kimlikleriyle “ülkeyi parçalayacak bir emperyalist komplo” olarak görüp, kendi ülkesinin komşularına emperyalist politikaları dayatmayı arzulayan “Avrupa kapılarında sürünmektense Ortadoğu’nun güçlü ülkesi olarak (komşularına üstünlük kuran, yani emperyalistlerin ülkemize yaptığı gibi, komşu pazarlarına el koyacak, iç işlerine de müdahale edebilecek bir ülke demek isteniyor) rol oynarız” demeyi, onur zedelenmesi yaşamadan dile getirebilmektedir. Gerçektende milliyetçi solun dönüp dolaşıp geleceği en ilerlemiş söylem, “alt emperyalist” bir ülke olma söylemidir. Bu söylemin bilişim çağında üçüncü sınıf verilerini aşmayan olanaklarıyla bir ülkeye yakıştırılacak en komik işlevdir. Süper emperyalistlerin dahi, değişen dünyada, insanlığın geliştirmekte olduğu ortak değerler karşısında gerilemeye mahkum olduğu bir koşuda, bu söylem gerçekleşemeyen hayallerin bir avuntusundan öteye geçemez. Bir ulusu bu tür avuntulara mahkum etmek ise, milliyetçilik bile değildir. Bu olsa olsa bir tür uşaklıktır. Demokrasi ve özgürlük, bu milliyetçi söylemler içinde sadece bir maskedir. Niyetler ve şahsiyetler ne olursa olusun, çağıyla uyumlu olmayan her söylem, çağdışı bir pratik üretir.
Bu akıl sisteminin, insanlık ortak değerleri diye bir kaygısı yoktur. Kişiliğine saygı duyduğum, yakından tanıdığım ve insan olarak sevdiğim bir Eski Tüfek, bütün milliyetçi solcular adına, üstelik HADEP İstanbul 1. Bölge, 1. Sıradan milletvekili adayı olarak televizyon ekranlarından, “demokratik devletle çözülecek ulusal sorun, ülkemizi bölmez tersine genişletir” diyerek, demokrasiden dahi, ülke sınırlarının genişletilmesi hayallerinin kurulmaya devam edildiğini göstermiştir. Eski Tüfek, demokratik devlet içinde çözülecek Kürt sorununun etkisiyle Musul ve Kerkük’ün ilhakının kabul edilebilir bir çözüm olarak gerçekleştirilebileceğini kast ediyor. Bu söylem bana, 1982 Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) kuruluş çalışmalarına, Dev-Yol hareketi temsilcisi olarak katılan Taner Akçam’ın, “demokratik Osmanlı tezi” ile kastedilen, toprakları genişletilmiş Demokratik Türkiye önerisini hatırlattı. Bu öneri yapıldığı sırada, Eski Tüfek, malum tebessümüyle onay vermişti. Bunun üzerine Başkan Apo ile bir kenara çekilip yaptığımız değerlendirmede, sol saflarda milliyetçiliğin ne kadar tehlikeli ve derin köklere sahip olduğunu belirleyip ortak kanaatlerimizi dile getirmiştik. Bu tartışmalarda Başkan Apo’nun, Taner Akçam’ı göstererek; “Yeni bir Küçük Enver hadisesiyle karşı karşıya bulunuyoruz” sözleri, bu gün çok daha anlamlı görünüyor.
Verili dünya koşulları içinde, yüz yılların birikimleriyle oluşan emperyalist güç egemenliği karşısında, milliyetçi solun varacağı tek sonuç, ülkemiz halklarını dünya halklarından yalıtarak, daha da ağırlaştırılmış bir emperyalist köleliğe mahkum etmektir. Kimi solcular, içlerine kapanıp halktan uzaklaştıkça, çağdaş uygarlıktan da uzaklaşarak, işte böylesi bir milliyetçi olup çıktılar.
Bu ayrışmada, şahısların nereden nereye savrularak kendilerini yeniden tanımlamış olmaları, üzerinde fikir beyan ettiğimiz konuda önemli bir ağırlık teşkil etmez. Dün sağda olan kişi, bu gün küreselleşme de anlamını bulan değerleri savunup, içinde yer alarak solcu bir konum kazanması önünde hiçbir engel yoktur. Biz, kavramları tarihsel anlamlarıyla yerli yerlerine oturturken, şahısların birer figüran olduğu gerçeğini gözden kaçırmıyoruz. Terside doğrudur. Dün yaman bir solcu olanın, tarihi doğru kavrayamaması sonucu, milliyetçi solculuk içinde gerici konuma düşmesi de, bunu ifade eder.
14.Kasım.2002
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder