29 Ocak 2011 Cumartesi
BÖLGENİN SON DÜELLOLARI
Mihrac Ural
27 Ocak 2011
Tunus'un Yasemin Devrimi etkisini sürdürüyor. Yemen ve Mısır diktatörlükleri çözülmenin arifesindedir. Tunus'un ünlü şairi Abul Kasım Şabi'nin dizeleri, dün olduğu gibi, bu gün de dilden dile, halkın elinde bir bayrak olarak dalgalanıyor;
“Halk bir kez özgürce yaşamaya karar verince kader de kesinlikle cevap verecektir
Karanlıklar böylece göçecek zincirler böylece kırılacaktır.”
Arap halkı 20. Yüzyılın başında, I. Dünya paylaşım savaşı ardından, insanlığa ulusal kurtuluş mücadelesi yolunu açarak katkısını sundu.
Arapların açtığı ulusal kurtuluş yolundan geçen ülkemizde Cumhuriyet kuruldu, bu bayrak insanlığın elinde "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı" ilkesi haline geldi. 21. Yüzyılda yine Arap halkı, Tunus'ta başlattığı ayaklanmalarla hak arayışında direnmenin, devrimci girişkenliğin tek yol olduğunu gösterdi. Hak verilmiyor alınıyordu.
Arap halkı 20. Yüzyılın ortalarından itibaren, Filistin davasında olduğu gibi insanlığa armağan etmekte olduğu bu örneği olgunlaştırdı; yoktan değil, aniden hiç değil, birikimin kaçınılmaz nitel değişimiyle Tunus örneğini armağan etti.
Lübnan, en gergin alandı. Ancak, direnme güçlerinin de en güçlü olduğu bir alandı. İstedikleri an iktidarı alabilecek güçlerine rağmen, radikal girişime yönelmediler. Güçlünün ağır ateşte pişmesini beklediği koşulları beklediler. İki büyük savaş kazanmış bir direnme hareketinin (2000 ve 2006 yılı savaşları) iktidarı ele geçirmesi hakkı olmasına karşın, Lübnan'ın özgül yapısı gereği (farklı etnik ve inanç mozaiği dolayısıyla), iktidarı Birleşik Vatan Güçleriyle paylaşmayı tercih etti. Ancak dış güçler sürekli müdahale peşindeydi.
Sağcı Hariri güçleri, arkasına dış güçleri alarak yeniden Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) peşinde dolaşıp durdu. Direnme güçleri, bu şeytani girişimlere karşı halk ayaklanmasını hazır bir cevap olarak elinde tutuyordu. Buna rağmen, Hariri gericiliğini demokrasinin kuralları içinde kalınarak, parlamento tercihinin çoğunluğunu kazanıp hükümetten düşürdu. Radikal girişime gerek kalmadı. Bu gelişme barışçıl yanıyla sonun başlangıcıydı, ama son değildi.
Direnme güçleri kimsenin tepkisini çekmemek üzere (uzun erimli direnme planlarının gereksindiği halkın ezici çoğunluğunu kazanma çabasıyla) yumuşak bir geçiş süreci için Necip Mikati hükümetine destek vermeyi tercih etti. Sünni lider Necip Mikati'nin hükümet kurmasına yol açtı (Lübnan anayasası gereği; Cumhurbaşkanı Hıristiyan Maruni, Başbakan Sünni, Meclis başkanı ise Şii olmak zorundadır, diğer inanç ve etnik dokularda yönetimde belirlenmiş hisselerini değerlendirirler).
Bu adım, gerginliğin boşalmasına yol açtı; iki günlük sokak gösterileri, bu gün tamamıyla sona erdi. Gericilerin sokağa saldığı lümpenlerin terörü, direnme güçlerinin milyonları bir işaretle meydana dökebilecekleri gerçeği karşısında geri çekilmek zorunda kaldı.
Şimdi tüm dikkatler Yemen ve Mısır'da.
Yemen, yaman yerdir. Osmanlı bunu çok iyi bilir. Araplar Yemen için "Anadolu mezarlığı" der. Osmanlının fethedemediği tek Arap ülkesidir. Halkı çok inatçı ve direngendir. En küçük sorunların çözümü için, en büyük silahları kullanır. Yemen tarihi bir direnme tarihidir. Hiç bir hüküm Yemen halkının vadiler ve doruklara tünemiş isyankar halkını dizginleyememiştir. Osmanlı kadar, İngilizler, Abdül Nasır'ın en görkemli günlerinde Mısır, sık sık ABD ve yakın zamanda Suudi-Arabistan, boyunun ölçüsünü yeterince alıp bir kenara çekilmiştir.
Yemen halkı, diktatörlüğü yıkarsa Yemen'le kalmayacak; körfezin çadır devletlerini de yıkacaktır. Arap halkının serveti olan, ama küçük aşiretlere kurdurulan kukla devletlerle, emperyalistlerin gasp ettiği petrol, yer altı ve yer üstü servetlerinin de farklı bir şekilde bu halklar arasında pay edilmesinin olanağını yaratacaktır. Bu yüzden Yemen’de halkın zaferi, tüm Arapların zaferi olacaktır.
Mısır'a gelince. Mısır Araplar için "Um el dünya”dır. Dünyanın merkezidir. Mısır'daki her gelişme Araplar kadar, Afrika, Ortadoğu, Asya ve Akdeniz havzasını etkiler. Bu ülkenin dev potansiyelleri, nüfusu, üretkenliği, sanat-edebiyat etkinlikleriyle dünyadaki birçok dengeyi alt üst edecek güçtedir.
Mısır, Siyonist-emperyalist güçlerin kolay kolay terk etmeyecekleri bir ileri karakoldur. Bunun için ilk elden müdahaleler, halkın tepkilerini yumuşatma çabaları hızla kendini göstermeye başladı; Nobel ödüllü, Dünya Atom Enerjisi Kurumu eski Başkanı Muhammed el Baradey’ın gösterilerin başına geçmek üzere yola çıktığı haberleri böylece gündeme geldi, Fransızlar, İngilizler, ABD Mısır’da değişiklikler için hükümete baskı yapmaya başladı.
Mısır'daki gelişmeler, bir başka gerçeği de ortaya çıkardı. Bölgede yükselen halk ayaklanmalarında hiç bir dini çevrenin etkinlik göstermemesi, ayrı bir önem taşımaktadır. Mısır'ın en muhalif kesimleri olan Müslüman Kardeşler Örgütünün "gösterilerle ilişiğimiz yoktur" yönünde beyanda bulunması, dini siyasete alet edenlerin gerçek yüzlerine açığa çıkarmıştır. Bu duruş, dini siyasete alet edenlerin son tahlilde, halkın talepleri karşısındaki egemenlerin yanında olduğunu gösteren korkakça bir tutum olarak belirdiğini gösterdi; bu ise, biat kültürünün halkın davalarına sahip çıkmayacağının beyanıdır.
Mısır halkının diktatörlüğü yıkma da göstereceği performans, mücadelesindeki başarısının olumlu yönde bölgemizi değiştireceği gerçeğine de önemli bir veridir.
Kıssadan hissemize gelince, ülkemizin ötelenen demokratik ve özgürlük taleplerini bir an önce farklılıklarımızın haklarını güvenceye alan çözümlerle barış içinde çözmeyi denememizi gerektiriyor. Bu olmazsa, herkes kendi kaderini kendi eliyle çizmiş olacaktır; şeriatın kestiği el acımaz.
Herkes buna hazır olsun.
***
Bölgemizdeki gelişmeler nereye kadar derinleşebilir?
Mısır düşerse bu bölgenin tarihi değişir. 20. Yüzyıl başlarında büyük Arap devrimi adı altında sömürge olmaktan kurtulan Araplar, insanlığa çağının ilk ulusal kurtuluş mücadelesini armağan etmiştir. 20. Yy. ulusal kurtuluş savaşları bu süreçle başlar. Arapların tarihi kültür birikimleri, İslamla birlikte başlayan uluslaşma bilinçleriyle, 400 yıllık din aldatmacasının, hilafete riayet adı altında süren Osmanlı hükümranlığına son vermiştir.
Ulusal kurtuluş savaşı bir özgürlük savaşıdır, bir birikim, bir kararlılık ve arkasında halkın duruşuyla tartışmasız savunulan dava, o ulusa ait bir değerdir. Bu süreçte kiminle nasıl bir ittifak kurulduğunun hiç bir önemi yoktur. Sonuçta bu ittifak Arapları 22 devlet olarak parçalamış olsa da. Özgürlük, esaretten daha değerlidir.
20. Yüzyılın toplumsal armağanını insanlığa sunan Araplar 21. yüzyılın toplumsal uyanış armağanını da sunmanın onurunu taşıyorlar. Tunus’ta yaşanan "Yasemin Devrimi" bu mesajın adıdır.
Yerküremizin siyasal olaylarını takip eden her okurun, Arapların böylesi bir adımı atacak yeterlilikle siyasal uyanış içinde olan bir ulus olduğunu kestirmesi zor değildir. 60 yıldır süren Arap halkının farklı saha ve siyasal eğilimdeki direnme etkinlikleri, bunun dikkat çeken verisi olarak görülmelidir. En solundan Filistin direnişinin haklı mücadelesi ve en sağında El Kaide örgütünün dünyanın her köşesinde giriştiği terör eylemleri ve ülkelerindeki diktatörlüklere, uğradıkları baskı ve zulme karşı bitip tükenmez kararlılıklarıyla Arap sivil toplum örgütlerinin mücadelesi bunun önemli bir göstergesidir; İntifada öğretisini İsrail siyonizmine karşı geliştirirken de bir halk olarak Araplar insanlık ailesindeki tarihsel misyonunu ortaya koymuştur.
Ne yazık ki ülkemiz okuru büyük çoğunluğunun bu gerçekleri yakından izleme fırsatı olamamıştır. Ülkemiz medyasının sınırları İstanbul’un banliyölerine bile zar zor ulaşabilmektedir. Ancak Arap alemini yakından takip edenler çok iyi bilirler ki bu halk dünyanın en dinamik ve en siyasallaşmış halkıdır.
Bunun nedenleri de ne ırki ne de dini nedenlerdir; bunun temel nedeni, Tel Amrana anlaşmalarından (Hitit-Mısır Kadeş savaşı ve Tel Amrana barışı) bu güne, dış güçlerin bölgemizin yer altı ve yer üstü kaynaklarına yönelik talancı eğilimleridir. Bu eğilimlerin oluşturduğu politikalar, insanlığa ilk uygarlıkları sunan bu bölgeyi ve halklarını, baskılar altında içine kapalı olmaya zorlamış, geri konumda kalmasına, kuşaklar boyu böl-yönet taktikleri altında birbirine kırdırılmıştır. Arap halkı bu müdahaleler karşısında toprağını savunmak zorunda kalmış, kendi bağımsız siyasal tercihlerinin savaşı için ölüp ölüp dirilmişti.
Ülkemizin sığ siyasal algılarının, kocaman Arap ulusunun küçücük İsrail karşısındaki yenilgilerinden, Osmanlıyı arkadan hançerlemesinden söz etmenin ötesinde bir bilgi dağarcığı yoktur.
Bu anlayışlar bölge olaylarının cahilce algılanmasıdır. Araplar Osmanlı tasallutuna karşı, Atatürk’ün Cumhuriyeti kurma mücadelesi gibi bir mücadele vermiştir. Türk ulusunun bile Osmanlıdan kurtuluş için savaş verirken, Arapların, Osmanlı sultası altında kalmasını istemenin anlamsızlığını değerlendirmeye bile gerek yoktur.
İsrail’e karşı savaşta ise Arapların, yeryüzünün tüm emperyalist güçlerine, onların tükenmez lojistik desteklerine karşı savaştıklarını söylemeye bile gerek yoktur. Kıbrıs gibi küçücük bir adayı ele geçirmek için; topu topu 10 bin milis gücüne karşı 750.000 askeriyle ağır kayıplar vererek iki çıkarma yapmayla öğünen ülkemiz egemenlerinin, ekmeğin bile karneye bağlandığı bir koşulda, ancak yarı yarıya işgalden başka bir sonuç alamamış olunması göz önüne alındığında, Arapların Filistin davasındaki 60 yıllık direnmelerine büyük paye biçmek gerekir.
Araplar, 21. Yüzyılın ilk yıllarında insanlığa siyasal uyanışın modern çağın etkinliğiyle ortaya konuşunu anlatmaktadırlar. İletişim teknolojisinin, diktatörlüklerin tüm yasaklarına karşı halkın yararı için bir araç olabileceğini göstermektedirler. Bu araçlarla toplanmakta ve bu araçlarla ayağa kalkabilmektedirler.
Uzun süreden beri bölgemizin Batı yakası kaynamak üzere diye yazıp durdum. Doğu yakası dinginleşirken Batı yakasının ha patladı ha patlayacak olduğunu dile getirdim. Tunus halkı siyasal bir devrime yöneldi. Ancak bu sürecin henüz başında olduğu bilinmelidir. Tunus ordusunun yaptığı açıklama "halkı, devrimi ve güvenliği" sonuna kadar korumaya kararlıyız demesi kansız denilebilecek kadar sakin bir dönüşümün yaşanacağına işaret etmektedir.
Tunus halkı, diktatör Zeynelabidin Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesinin yetersiz olduğunun bilincinde olarak eylemlerine devam etmektedir. Hükümetin istifasını, eski yönetimin yetkililerinin yargılanmasını tek parti egemenliğinin temsilcisi Demokratik Kongre Partisinin ilgasını, genel af ve halkın taleplerinin ikame edilmesi inancıyla hala meydanlarda çıkarlarını ve haklarını savunmaktadır.
Tunus halkının bu dik duruşunu sulandırmak, işlevsiz ve sınırlı kalmasını isteyen çevreler bir yandan terör ve bozgunculukla, diğer yandan uluslararası baskılarla süreci kuşatma çabası vermektedirler. Ancak Tunus halkı, gerek yarım asırı aşan diktatörlük koşullarında ve gerekse son 23 yılın Bin Ali diktatörlüğü altında muhalif siyasal önder yetiştirme sorunlarına karşın, yeni siyasal önderlerini hızla yetkinleştirmeye başlamıştır. Tunus ilk kıvılcım olarak hızla bölgemizi sarmalayan haklı ayaklanmalara esin kaynağı olmaya devam etmektedir. Arapları birbirine bağlayan bin bir bağ, bu süreçte de kendini açıkça ortaya koymuştur. Tunus halkının devam eden mücadelesinin, Arap ülkelerinde sırasını bekleyen diktatörlüklerin devrilmesinde de önemli rol oynamaya devam edeceğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Lübnan'da halk çok farklı bir başarı kazandı. Mısır, Yemen, Ürdün ve Cezayir de sürecin etkilerini ve sarsıntılarını izlemekteyiz.
LÜBNAN'DA DURUM
Henüz Tunus derin bir sessizlik içindeyken, Lübnan kaynama noktasına gelmişti. İktidarda Batı’nın, İsrail'in ve gerici Arap yönetimlerinin desteklediği Saad el Hariri yönetimi hüküm sürüyordu. Ancak Hariri’nin hükmü sınırlı olan koalisyon hükümeti, içinde kaygan çoğunluk barındırıyordu. Koalisyonun muhalefet güçleri (ki, bunlar Lübnan’ın Siyonizm’e ve emperyalizme karşı direnen güçlerinden oluşmaktadır), hükümette sahip oldukları etkin mevkilerde kilit rol oynamaktaydı. Yurtsever Birleşik Hükümet koalisyonunda dengeler böylesi bir dengesizlik arz ediyordu.
İsrail-emperyalist ve gerici Arap etkinlikleri direnme güçlerini ezmek üzere kurguladıkları bir girişimle, ülkeyi iç savaşın eşiğine kadar sürüklemek istediler. Başbakan Refik El Hariri suikastıyla ilgili, BM tarihinde ilk kez şahsa münhasıran kurulan mahkeme bu çabaların en önemli unsuru olmuştu. Özellikle ABD, bu mahkeme aracılığıyla direnme güçlerine baskı yapmakta, hazırlanan ama bir türlü açığa çıkartılmayan iddianamede Refik El Haririnin katledilişini direnme güçlerinin sırtına yıkacağı sinyalleri veriliyordu.
Bu konuda oluşturulan uluslar arası mahkemenin normal bir adli süreç yerine, siyasi bir tutum olarak kendini gösteren işlevi açığa çıkmıştır. Suikastla ilgili olarak önce, Suriye’nin suçlanacağı tehdidinin yapılması ve ardından bundan vazgeçilip direniş örgütü Hizbullah’ın töhmet altına sokulacağı bilgisinin basına sızdırılması ve son olarak, kapalı kapılar ardında yapılan toplantılarla adaletin değil şahsi kinlerin, devletlerarası komploların ittifakını gösteren, yalancı şahitlerin yönlendirilmesiyle iddianamenin oluturulacağının ortaya çıkması, bu mahkemenin adli olmanın ötesinde bir yerde durduğunu göstermiş oldu.
Bu gelişmeler Lübnan’da sarsıcı etkiler yarattı. Hükümetten çekilen direnme güçleri, hükümetin istifasına yol açtı. Yeni hükümet için Lübnan’da takip edilen yol gereği, Cumhurbaşkanının milletvekilleriyle yaptığı danışma turlarından, halkın gerici Saad El Hariri yönetiminden ve onun dış güçlere olan bağımlılığının ülkeyi felakete götüreceğini gösteren sonuçlar çıkmaya başladı.
Hariri yönetimi Lübnan’ı borç bataklığına götüren liberalleri temsil ediyordu. Açlık ve yoksulluğun ülkede aldığı korkunç boyut, Lübnan’ı Lübnan yapan birçok parametrenin de sarsıldığını gösteriyordu. Ülkede kamu servetlerinin hortumlanmasından, İsrail’in çıkarına olacak kimi kararların alınmasına kadar, günlük yaşamın her alanında inanılmaz bir çabanın adım adım ikame edildiğini, Lübnan özgülüne ait çoğulculuğun birbirini yok etmeye kurgulanmış mezhep kavgalarına doğru değiştiğini gösteren gelişmeler ortaya çıkmıştı. En önemlisi de İsrail'i 2006 savaşında dize getiren ve Batılıların bölgemize dayatmak istedikleri egemenlik planı olan Büyük Ortadoğu Projesi'ni(BOP) de tarihe gömen direnme güçlerinin tasfiyesi için özel çabaların verilmesiydi.
Lübnan halkının siyasal temsilcileri bu gidişe en kansız ve en demokratik yollarla son verme kararlılığı gösterdi. Milletvekilleri danışma turlarında Sünni olması anayasal gereklilik olan Başbakanlığa Necip Mikati'yi önerdi (Lübnan'da danışma turları, hükümet kurma teklifinin yapılacağı Başbakan adayını belirler ve Cumhurbaşkanı bunu bir kararnameyle ilan eder. Hükümetin onayı ise normal olarak Parlamentodaki oylamada çoğunluğa bağlı olarak şekillenir).
Necip Mikati, danışma turlarında 68 milletvekilinin onayını alınca, 60 kişinin olurunu alan Hariri karşısında ileri geçerek, sahip olduğu çoğunlukla hükümeti kurma görevini üstlenmiş oldu (Lübnan parlamentosu 128 milletvekilinden oluşur).
Bu gelişme, bağrında bölgemizi yangın alanına çevirecek bir kıvılcım olma ihtimali de taşıyordu. Ancak bölgeyi bilenler gerici güçlerin bölgemizin Batı yakasında bir mantar tabancası sıkacak takatlerinin pek olmadığını da iyi bilirler. Bunu Irak savaşında ve 12 Temmuz 2006 İsrail Lübnan savaşında sonuna kadar tüketmişlerdi.
Saad El Hariri bir kez daha tercih edilerek hükümeti kurma teklifi alsaydı, bu satırların yazarının uzun zamandan beri okurlarına aktardığı sonuç, kızıl kıyametin kopması kaçınılmaz olacaktı. Halkın büyük bir ayaklanmayla iktidarı ele geçirip, gerici güçleri ülkeden defetmesi gündeme gelecekti. Ortaya çıkan tablo en kansız ve en demokratik yollarla da halkın baskısı ve haklı taleplerinin başarılı bir dönüşümü gerçekleştirebileceğini gösterdi.
Lübnan, ne kanlı bir sürece ne de büyük bir patlamaya yönelmedi. Gerici güçler direnen halkın gücü karşısında, bu dipten gelen sessiz dönüşüme karşı geri çekilmeyi yeğledi. İlk gün ve ikinci gün ortaya çıkan sokak arbedesi ise büyük gerginliğin çözülmesinden ibaretti. Bu boşalma, Hariri’nin (26 Ocak 2011) ve önceki Başbakanlardan Hariri yanlısı Fuat El Senyora'nın açıklamalarıyla (27 Ocak 2011) sokaklar aniden sustu ve sokak lümpenleri gerisin geriye çekilmeye mecbur kaldı. Bu arada çok komik bir hadise de canlı yayına yansıdı. Sokaklarda terör estiren Hariri yanlısı lümpenler arasında yer alan, gerici bir gazeteci olan Muhammed Selami, Suriye aleyhine hamasi bir konuşma yapıyordu. O an yapılan bir telefon uyarısıyla Saad El Hariri’nin gazeteciye "ne yapıyorsun Suriye ile yeni barıştık sesini kes" demesi canlı yayına takıldı. Konuşan gazetecinin mikrofondan "başım gözüm üstüne" diyerek susup çekilmesi ise, günün en flaş konusu oldu (ülkemizdeki Hariri yanlısı kimi basın mensuplarının kulağı çınlasın).
Lübnan’da yeni hükümeti Mikati kuracak. Direnen güçlere dayanarak onların tümden olmasa da temel taleplerini yerine getirerek hükümetine onay alma çabası içinde yeni turlarına başlayacaktır. Bu durumda gerici güçlerin baskısı artacak ve gerginlik farklı bir boyut almış olacaktır.
Lübnan, bu adımla bölgenin en gergin ülkesi olmaktan en barışçıl şekilde yeni bir aşamaya geçtiğini gösteriyor. Ancak bu aşamanın kendi gerginlikleri olduğu ve öncekinden hiçte az olmayacak çekişmelerin odağı olacağını burada tekrarla belirtmem gerek.
Lübnan halkı, keskin bir dönüşüm yerine, ara aşamaları, geçiş süreçlerini tercih etti. Bu ara süreçte sorunlarını bir rotaya oturtmaya çalışacağını gösterdi. Ancak saflaşmanın keskinliği ortadan kalkmadı. Direnme güçlerinin hesapları, böylesi ara aşamalar gerektiriyor. Her an çok da kolay bir biçimde iktidarı ele almaları mümkünken bunu yapmadılar. İsrail'in kaçarak Güney Lübnan'ı terk etmesinden bu yana, 25 Mayıs 2000 tarihinden itibaren iktidarı tek başlarına ele alma koşulları olmasına karşın bu yola başvurmayan direnme güçleri, dış güçlere yeni müdahale bahanelerini kışkırtmamak için, ülke çoğunluğunun onayını alarak uzun mücadele sürecinde, silahlarını da koruyarak, iktidarda ortaklıkla yetinmeyi tercih etti.
Bu gün Lübnan'ı dik tutan, direnme çizgisinde koruyan, Kafkaslardan Irak'a, Lübnan’dan Akdeniz’e bölgenin enerji kaynaklarını denetlemek üzere kontrol etmek isteyen emperyalist-Siyonist güçlerin kolunu kanadını kıran güç, halkın direnme iradesi ve onun arkasında duran kararlılığıdır.
CEZAYİR, ÜRDÜN, YEMEN...
Tunus halkının Yasemin devrimi, bölgede sarsıcı etkilerini sürdürüyor. Yemen ayakta, Ürdün ayakta. Cezayir ciddi sarsıntılar içinde. Gençler üstelik en önemli eğitim aşamalarını geçmiş işsiz gençler kendilerini kolayca parlamentoların önünde yakıyor, bu halkın haklı davaları adına ölümü göze almaktan çekinmiyorlar.
Tunus’lu şairin sözleri her yerde bir bayrak olarak dalgalanıyor.
“Eğer ki halk bir gün özgürce yaşamı isterse, kader de buna kesinlikle cevap verecektir.
Ve kesinlikle karanlıklar göçecek, zincirler kırılacaktır.” (Tercüme: Mihrac Ural)
Arap aleminin özgürlük ateşini 20. Yüzyıl ortalarından bu güne taşıyan bu beyitler, şair Ebul Kasım Şabi'nin tüm insanlığa armağanı gibidir.
Bu mesaj Arap ülkelerinde yankılanmaya, halkın ayağa kalkışıyla dile gelmeye devam ediyor.
Cezayir ilk elden, gençlerin kendilerini yakmalarıyla ilgili bir komisyon kurarak sorunları yerinde tespit etme ve karşılamak üzere çalışmaya başladı. Ancak bu yeterli bir çaba değildi ve halkın tepkisi içten içe olgunlaşmaya yönelmektedir. Cezayir’deki kaygılar, ilkel bir dini hareketin gelişmeleri kontrol ederek çok daha baskıcı bir yönetime yönelmesidir. Bunun için Cezayir halkı temkinli tepkilerle süreci kontrol etme eğilimi göstermektedir. İçten içe olgunlaşan tepkilerin bu dengenin çözülmesine bağlı olarak dışa yansıyacağını kestirmek zor değildir.
Ürdün, en zayıf halka. % 60’ı Filistinli olan Ürdün'de hakim olan aile kastı, ne tarihi ne kültürel olarak Ürdün’le bağlantısı olmayan bir iktidar kurmuştur. İngiliz’lerin desteğiyle, Arabistan yarım adasında Kral Hüseyin’in oğlu Ali'nin, egemenliğini Suud ailesi karşısında yitirmesini telafi etmek üzere Irak ve Ürdün diye iki devlet yaratıp Mekke Şerifi lakaplı Hüseyin’in iki oğlunu Faysal ve Abdullah’ı kral ilan ederek desteklemiştir. Posta memurluğundan Irak ve Suriye krallığına gelen Faysal, Suriye’de siyasal çoğulculuk algısı altında ezilerek çekilmiştir. Irak'ta aile efradı ile krallığı devam ettirdiler, o da 14 Temmuz 1958 devrimine kadar sürdü. Ürdün’de ise, İsrail ve İngiliz-ABD desteğiyle ayakta kalan rejim Filistin konusunda Araplara karşı en hain yönetim olarak ayakta tutulmuştur.
Bu topraklarda halkın başına musallat edilen ısmarlama iktidarların en zayıfı Ürdün'de hüküm sürmektedir. Ancak halkı indinde bu zayıflık bölgenin dış güçlerce en çok desteklenen yönetimini de böylece getirmiş olmaktadır. ABD ve İngilizler için Ürdün, bölgenin vazgeçilmez bir ileri mevzisidir (bu günkü Ürdün Kralı II. Abdullah'ın annesi, Kral Hüseyin'in karısı Mariya, İngiliz asıllıdır ve halen İngiliz vatandaşıdır. Annesi Ürdünlü Arap olan Veliaht Hamza ise, bu günkü Kral II. Abdullah tarafından, tahta geçer geçmez azledilmiştir).
İsrail'le ebedi barış anlaşmasının mimarı olan Kral Hüseyin’in ülkesi Ürdün, oğlunun hükmü altında bölgenin en gerici diktatörlüğünü sürdürürken, halkın yükselen tepkisi karşısında en zayıf iktidar olmasına karşı dış desteği en güçlü iktidar olarak yoluna devam edeceği gözlemlenmektedir. Ürdün halkası İsrail halkasının kırılmasıyla düşücek bir özellik arz etmekttedir. Okurun olayları izlerken bilmesi gereken en önemli noktalardan biri de budur.
Yemen de ise halk çok ciddi bir direnmeye koyulmuş gibidir. Yemen, ülkemizde türkülerle bilinen Yemen'dir. "Yemen’e gideni gelir mi sandın" cümlelerinde anlam bulan bir ülkedir. Anadolu gençlerini, kendi gasp ve talanları için, ilgilerinin olmadığı topraklara süren Osmanlıya karşı halkın türküleridir. Yemen, Araplar arasında Osmanlı konusuyla ilgil olarak "Anadolu mezarlığı" diye tanımlanır. Osmanlı'nın fethedemediği Arap ülkesi Yemen'dir. Anadolu gençlerine mezar olan Yemen, gidenin dönemediği Yemen, bu Yemen’dir. "Yemen yamandır".
Yemen’i de ikiye bölerek, 20. Yüzyılın ikinci yarısında birbirine düşman kıldılar. Emperyalistlerin Araplara çektirdiği en büyük acılardan biri de Yemen'de yaşandı. Cemal Abdulnasır'ın prestijini çizen de Yemen’e müdahalesi oldu. Son olarak Suudi Arabistan’ın askeri karizmasını yerle bir eden Husi savaşçıları da bir avuçtur.
Bu Yemen halkı yaman bir yerdedir. Ayaklanmaya en yatkın Arap halkı Yemen halkıdır. İnatta, kararlılıkta, haklarının arkasında durmada, en ısrarcı olan da Yemen’dir.
Yemen halkı bu gün kırk ipte cambazlık yapan yönetimine karşı direnmeye başladı. Tunus rüzgarı Yemen’de çok kanlı bir süreci başlatabilir. Yemen ne Lübnan gibidir ne de Mısır. Yemen’de en küçük soruna bile, eldeki en büyük silahların ortaya çıkmasıyla ve ölüm kusmasıyla çözüm aranır. Aşağısı kurtarmaz.
Yemen halkı, Kuzey ve Güney Yemen'in Ali Abdullah Salih önderliğinde birleşmesinden bu yana, ikircimli politikalarıyla, baskı ve zulmüyle dengesiz olan yönetim karşısında hoşnutsuzluğunu dile getirip durmuştur. Farklı mezhepsel inançlara çektirilen ölümcül çileler ise, hala devam eden silahlı ayaklanmalara neden olmuştur. Bu gün Yemen halkı, yoksulluğa, işsizliğe, kamu servetlerinin hortumlanmasına, farklılıkların ötelenmesine karşı ayağa kalktığını gösteren belirtileri yansıtmaktadır. Meydanlar ayaklanan halkın Ali Abdullah Salih iktidarının ülkelerinden defolup gitmesini talep etmektedir. Suudi Arabistan’ın mali kaynaklarını da yanına alan bu yönetimin, halkına hizmette yaptığı kusurlar artık son aşamasına gelmiş bulunuyor.
Tunus rüzgarlarının fethedeceği en önemli gericilik kalelerinden biri olan Yemen'de devrimi zorlayacak olan, Arap monarşileri ve Suudi Arabistan mali kaynakları olacaktır. Korku dağları bürümüştür. Arap ülkeleri, özellikle akıl almaz petrol servetleri üzerine konmuş küçük aşiretlerin oluşturduğu devletçikler, bir ulusun en zenginlik kaynaklarını aile şirketi olarak gasp ettikleri bir koşulda, gelişen halk hareketlerinin bastırılması için, ellerinden gelen her kirliliği yapmaya çalışacakları açıktır. Yemen gericiliğinin düşmesi körfezin tüm çadırlarını yıkacaktır. Bunun bilincinde olan aşiret devletçiklerinin emperyalist güçlerle birlikte yakın alandaki halk ayaklanmalarının susturulması için kaynak aktaracakları açıktır. Yemen'de Salih iktidarının bunu sonuna kadar istismar edeceği de beklenmelidir.
Yemen'de halk kazanırsa, körfezin petrol servetlerini Arap halkına kazandırır.
Mısır'da halk kazanırsa, tüm Arap alemi 21. Yüzyılı kazanır.
Evet, bu makalenin son halkasını Mısır halkının diktatörlük karşısındaki başarısının etkilerini kısaca belirterek noktalayacağım.
Mısır Araplar için "um el dünya" dır (Yeryüzünün anasıdır, uygarlıklarının kaynağıdır). Mısır, Arapların çağdaşlaşmadaki öncüsü, her açından yoğunluklarının temsilcisidir. Sanat, edebiyat, nüfus, askeri güç, üretim, evrensel ilişkiler, mozaik dokusunun bileşkesi (İslam-Hıristiyan, farklı inançların bir arada yaşayabilme uygarlığı, zenginliği), ulusal uyanışın en kadim temsilcisi, insanlık uygarlıklarının en kadim ve en meşhur olanıdır.
Bu görkemli ülke, bir diktatörlüğün kirli elleri altında, halkın her türden tarihsel birikimlerine karşı bir baskı hükümranlığı altında tutulmuştur. Tüm insani, siyasi, tarihsel değerlerini yitirmiş, içe kapanan bir bataklığa dönüşmüştür. Filistin halkına karşı en acımasız kararlara ortak olan, Gazze’yi aç bırakan bu ülke yönetimdir ki Mısır halkı insanlık indinde ve Arap kardeşleri karşısında büyük bir elemle yöneticilerinin bu duruşlarını izlemektedir. Kamu servetlerinin talan edilişi Mısır'da bir anayasa hükmü gibi işler hale gelmiştir. Açlık ve sefalet, işsizlik ve iflas, uyuşturucu ve kadın ticareti tarihinin en çirkin boyutlarına ulaşmış bulunmaktadır; İslam dininin bile akıl almaz tahrifatları bu siyasetin örtüsü olarak Ezher şeyhlerinin elinde bir araç olmuştur. Mısır bu yanıyla, Arap alemine yaptığı öncülük sıfırlanmış, kararları ciddiye alınmaz bir kukla ülke olarak görülmeye başlamıştır. Irak savaşında takındığı tutum, İsrail'in Gazze saldırısı karşısında gösterdiği insanlık dışı duruşu, alnına bir kara leke olarak sürülmüştür. Mısır yönetimi, halkının iradesini en aymazca çiğneyen bir yönetim olmuştur.
Bu gün Mısır halkı bu makus kaderi değiştirmek için ayağa kalkmıştır. Tunus devriminin rüzgarları Mısır'da haklı bir cevap buldu demek yanlış olmayacaktır.
Bölgemizi kasıp kavuran bu tarihi gelişmelerin en dikkat çeken yönü, hakları uğruna ayaklanan Arap halkının dini alet eden siyasal gericiliğe prim vermemesidir. Tunus'ta olduğu gibi, Yemen ve Mısır'da da irticaya yer bırakılmamıştır. Bu veri gelişmekte olan halk ayaklanmalarının en önemli verilerinden biridir. Mısır'da Müslüman Kardeşler Örgütü "ayaklanmalarla bir ilgimiz yok" diyerek, dini gericiliğin gerçekçi halk davalarında bir rol oynamadığına önemli bir referans olmuştur.
Buradan bir kez daha belirteyim. Ayaklanma, hak arama, direnme, İslam dininin Sünni mezhep yorumunca günah sayılacak kadar onaylanmaz bir tutumdur; hakim olana biat etmek esastır. İslamda direnme çizgisi daha çok muhalif mezheplerin geleneğidir. İslam sükundur, medenileşmenin dile getirdiği yerleşim ve uyumlaşmadır, sevra (ayaklanma, direnme, devrim), dinin ortodoks yorumunda "anarşi" olarak görülür. İslamın en ortodoks algılarının hakim olduğu Mısır'da halk, açlığa, işsizliğe, kamu servetlerinin talan edilmesine dayanamaz hale gelmiştir. Ayağa kalkmıştır.
Mısır, sadece Mısır halkı ya da Araplar için önemli değildir. Dünyanın tüm büyük devletlerinin ilgi odağıdır da. Mısır, Ortadoğu ve Afrika demektir. Mısır merkezli bir güvenlik dairesinin kapsadığı etki alanları yeryüzünün temel sorunlarının yaşandığı alanlardır. Mısır bu açıdan şanslı olduğu kadar, şanssızlığı da bulunmaktadır. Mısır'da diktatörlüğün kırılması bu açıdan karşısında dünyanın tüm güçlerini bulma ihtimali az değildir, bu nedenle başta emperyalist güçler olmak üzere Mısır’da yönetimin radikal yollara girilmeden değişmesinden yana tutum aldıkları gözlemlenmektedir. Bu sürece özelikle ABD, Fransa ve İngiltere’nin doğrudan müdahalesinin olacağı açıktır.
Yarın Cuma 28 Ocak 2011. Nobel ödüllü, Dünya Atom Enerjisi Kurumu eski Başkanı Muhammed El Baradey, Mısır'daki gösterilere katılmak üzere ülkeye döneceğini açıkladı. Cuma namazının ardından beklenen büyük gösterilerin dizginlenmesini isteyen Batılı güçlerin, sürece müdahale etmek, kırılmanın bir solcu askeri darbeyle daha da radikalleşmesini engellemek üzere, yoğun çaba içinde oldukları bilinmektedir.
Bu gelişmeler halkın engellenemez hak arayışlarının daha uzun bir süre, sorunların nedenleri arasında olan bu dış güçlerin müdahalelerine karşı mücadele etmeleri gerekeceğini gösteriyor. Bu açıdan başlayan ama tamamlanmamış uzun erimli bir mücadelenin başlangıcında olduğumuzu ifade etmek yanlış değildir.
Mısır'da diktatörlüğün düşüşü Arap halkına 21. Yüzyılı kazandırır dedim, bu tam anlamıyla gerçekçi bir tespittir. Arap halkı Mısır’la büyür, Mısır’la küçülür. Arap halkının yarım asırdır çözülmeyen haklı davalarının arkasında Mısır'ın düştüğü durumun etkisi çok önemlidir. Bu ülke halkının haklı talepleri etrafında yer alan bir yönetimle, tüm Arapları etkileme gücüne sahip potansiyelde bir ülkedir. Arapların tutumunu birleştirecek en önemli güç de Mısır'dır. Mısır halkının başarısı bu açıdan 21. Yüzyılda tüm halkların da başarısı için önemli bir adım olacaktır.
Kıssadan hisseye gelince:
Ülkemizin bu rüzgarların etkisinde kalmayacağını sananları uyarırım, yanıldıklarını bilmelidirler. Bu rüzgar, haksızlıklara karşı en sessiz kalan, en çaresiz, en olanaksız olduğu sanılan, dolayısıyla ne kadar baskı altında tutulursa o kadar sessizleşeceği sanılan halkın yaratıcı sonucudur. Bu geleneği 20. Yüzyılda olduğu kadar, 21. Yüzyılda da Arap halkının göstermiş olması bu halkın derin kültürel algıları ve tarihiyle uyumludur. Yeryüzünün bu günkü en siyasallaşmış halkının Araplar olduğu tartışma götürmez şeklide entelektüel çevrelerde bilinen bir gerçektir. Bu halkın tarih ortaklığı, inanç ortaklığı ve coğrafi ortaklığıyla ülkemizi etkilemeyeceğini düşünmek yanlıştır.
Bu nedenle ülkesinin iç sorunlarını öncelikle demokratik yollarla da çözmeye yönelmeyen her yönetim, karşısında halkın ayaklanmasını ve bunu ani bir patlamayla kendini ifade etmesini beklemelidir. Yeryüzünün hiç bir güvenlik önlemi ya da silahlı gücü halkın ayağa kalkmış iradesini dizginleyemeyeceğini, engelleyemeyeceğinin bilinmesini bu son bir kaç günde bölgemizde ortaya çıkan olaylarla görmek zor olması gerek.
Ülkemizde halkın devletle ilişkisinde bir biat kültürünün hakim olduğu biliniyor. Ancak halkımızın direnme kültürünün de az olmadığını belirtmeliyim. Osmanlı tarihi ve Anadolu halklarının, özellikle de Kürt halkının son 200 yıl içinde ortaya koyduğu direnme performansı, geleceğin mesajını yeterince yansıtmaktadır.
Ülkemizi ağır kayıplara yöneltmeden, barış içinde sorunlarımızı diyaloglarla çözmek için hepimize düşen görevler vardır; bunun için iktidarlar kendi tarihleriyle yüzleşmekten çekinmemeli, değişimin gelip kapıya dayandığını bilmeli, halkı daha çok oyalayamayacaklarını da anlamaları gerekmektedir.
Bu ülkede daha çok özgürlük ve demokrasinin kanal ve alanlarını anayasal güvencelerle hak sahiplerine teslim etmeden bir adım ilerlemenin olmayacağı bilinmelidir. Bu ülkenin birimizin değil hepimizin olduğuna gerçekten inanıyorsak, bunun gereği olan farklılıklarımızın eşitler olarak haklarının paylaşılmasını da başarmamız gerekmektedir.
27 Ocak 2011
Tunus'un Yasemin Devrimi etkisini sürdürüyor. Yemen ve Mısır diktatörlükleri çözülmenin arifesindedir. Tunus'un ünlü şairi Abul Kasım Şabi'nin dizeleri, dün olduğu gibi, bu gün de dilden dile, halkın elinde bir bayrak olarak dalgalanıyor;
“Halk bir kez özgürce yaşamaya karar verince kader de kesinlikle cevap verecektir
Karanlıklar böylece göçecek zincirler böylece kırılacaktır.”
Arap halkı 20. Yüzyılın başında, I. Dünya paylaşım savaşı ardından, insanlığa ulusal kurtuluş mücadelesi yolunu açarak katkısını sundu.
Arapların açtığı ulusal kurtuluş yolundan geçen ülkemizde Cumhuriyet kuruldu, bu bayrak insanlığın elinde "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı" ilkesi haline geldi. 21. Yüzyılda yine Arap halkı, Tunus'ta başlattığı ayaklanmalarla hak arayışında direnmenin, devrimci girişkenliğin tek yol olduğunu gösterdi. Hak verilmiyor alınıyordu.
Arap halkı 20. Yüzyılın ortalarından itibaren, Filistin davasında olduğu gibi insanlığa armağan etmekte olduğu bu örneği olgunlaştırdı; yoktan değil, aniden hiç değil, birikimin kaçınılmaz nitel değişimiyle Tunus örneğini armağan etti.
Lübnan, en gergin alandı. Ancak, direnme güçlerinin de en güçlü olduğu bir alandı. İstedikleri an iktidarı alabilecek güçlerine rağmen, radikal girişime yönelmediler. Güçlünün ağır ateşte pişmesini beklediği koşulları beklediler. İki büyük savaş kazanmış bir direnme hareketinin (2000 ve 2006 yılı savaşları) iktidarı ele geçirmesi hakkı olmasına karşın, Lübnan'ın özgül yapısı gereği (farklı etnik ve inanç mozaiği dolayısıyla), iktidarı Birleşik Vatan Güçleriyle paylaşmayı tercih etti. Ancak dış güçler sürekli müdahale peşindeydi.
Sağcı Hariri güçleri, arkasına dış güçleri alarak yeniden Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) peşinde dolaşıp durdu. Direnme güçleri, bu şeytani girişimlere karşı halk ayaklanmasını hazır bir cevap olarak elinde tutuyordu. Buna rağmen, Hariri gericiliğini demokrasinin kuralları içinde kalınarak, parlamento tercihinin çoğunluğunu kazanıp hükümetten düşürdu. Radikal girişime gerek kalmadı. Bu gelişme barışçıl yanıyla sonun başlangıcıydı, ama son değildi.
Direnme güçleri kimsenin tepkisini çekmemek üzere (uzun erimli direnme planlarının gereksindiği halkın ezici çoğunluğunu kazanma çabasıyla) yumuşak bir geçiş süreci için Necip Mikati hükümetine destek vermeyi tercih etti. Sünni lider Necip Mikati'nin hükümet kurmasına yol açtı (Lübnan anayasası gereği; Cumhurbaşkanı Hıristiyan Maruni, Başbakan Sünni, Meclis başkanı ise Şii olmak zorundadır, diğer inanç ve etnik dokularda yönetimde belirlenmiş hisselerini değerlendirirler).
Bu adım, gerginliğin boşalmasına yol açtı; iki günlük sokak gösterileri, bu gün tamamıyla sona erdi. Gericilerin sokağa saldığı lümpenlerin terörü, direnme güçlerinin milyonları bir işaretle meydana dökebilecekleri gerçeği karşısında geri çekilmek zorunda kaldı.
Şimdi tüm dikkatler Yemen ve Mısır'da.
Yemen, yaman yerdir. Osmanlı bunu çok iyi bilir. Araplar Yemen için "Anadolu mezarlığı" der. Osmanlının fethedemediği tek Arap ülkesidir. Halkı çok inatçı ve direngendir. En küçük sorunların çözümü için, en büyük silahları kullanır. Yemen tarihi bir direnme tarihidir. Hiç bir hüküm Yemen halkının vadiler ve doruklara tünemiş isyankar halkını dizginleyememiştir. Osmanlı kadar, İngilizler, Abdül Nasır'ın en görkemli günlerinde Mısır, sık sık ABD ve yakın zamanda Suudi-Arabistan, boyunun ölçüsünü yeterince alıp bir kenara çekilmiştir.
Yemen halkı, diktatörlüğü yıkarsa Yemen'le kalmayacak; körfezin çadır devletlerini de yıkacaktır. Arap halkının serveti olan, ama küçük aşiretlere kurdurulan kukla devletlerle, emperyalistlerin gasp ettiği petrol, yer altı ve yer üstü servetlerinin de farklı bir şekilde bu halklar arasında pay edilmesinin olanağını yaratacaktır. Bu yüzden Yemen’de halkın zaferi, tüm Arapların zaferi olacaktır.
Mısır'a gelince. Mısır Araplar için "Um el dünya”dır. Dünyanın merkezidir. Mısır'daki her gelişme Araplar kadar, Afrika, Ortadoğu, Asya ve Akdeniz havzasını etkiler. Bu ülkenin dev potansiyelleri, nüfusu, üretkenliği, sanat-edebiyat etkinlikleriyle dünyadaki birçok dengeyi alt üst edecek güçtedir.
Mısır, Siyonist-emperyalist güçlerin kolay kolay terk etmeyecekleri bir ileri karakoldur. Bunun için ilk elden müdahaleler, halkın tepkilerini yumuşatma çabaları hızla kendini göstermeye başladı; Nobel ödüllü, Dünya Atom Enerjisi Kurumu eski Başkanı Muhammed el Baradey’ın gösterilerin başına geçmek üzere yola çıktığı haberleri böylece gündeme geldi, Fransızlar, İngilizler, ABD Mısır’da değişiklikler için hükümete baskı yapmaya başladı.
Mısır'daki gelişmeler, bir başka gerçeği de ortaya çıkardı. Bölgede yükselen halk ayaklanmalarında hiç bir dini çevrenin etkinlik göstermemesi, ayrı bir önem taşımaktadır. Mısır'ın en muhalif kesimleri olan Müslüman Kardeşler Örgütünün "gösterilerle ilişiğimiz yoktur" yönünde beyanda bulunması, dini siyasete alet edenlerin gerçek yüzlerine açığa çıkarmıştır. Bu duruş, dini siyasete alet edenlerin son tahlilde, halkın talepleri karşısındaki egemenlerin yanında olduğunu gösteren korkakça bir tutum olarak belirdiğini gösterdi; bu ise, biat kültürünün halkın davalarına sahip çıkmayacağının beyanıdır.
Mısır halkının diktatörlüğü yıkma da göstereceği performans, mücadelesindeki başarısının olumlu yönde bölgemizi değiştireceği gerçeğine de önemli bir veridir.
Kıssadan hissemize gelince, ülkemizin ötelenen demokratik ve özgürlük taleplerini bir an önce farklılıklarımızın haklarını güvenceye alan çözümlerle barış içinde çözmeyi denememizi gerektiriyor. Bu olmazsa, herkes kendi kaderini kendi eliyle çizmiş olacaktır; şeriatın kestiği el acımaz.
Herkes buna hazır olsun.
***
Bölgemizdeki gelişmeler nereye kadar derinleşebilir?
Mısır düşerse bu bölgenin tarihi değişir. 20. Yüzyıl başlarında büyük Arap devrimi adı altında sömürge olmaktan kurtulan Araplar, insanlığa çağının ilk ulusal kurtuluş mücadelesini armağan etmiştir. 20. Yy. ulusal kurtuluş savaşları bu süreçle başlar. Arapların tarihi kültür birikimleri, İslamla birlikte başlayan uluslaşma bilinçleriyle, 400 yıllık din aldatmacasının, hilafete riayet adı altında süren Osmanlı hükümranlığına son vermiştir.
Ulusal kurtuluş savaşı bir özgürlük savaşıdır, bir birikim, bir kararlılık ve arkasında halkın duruşuyla tartışmasız savunulan dava, o ulusa ait bir değerdir. Bu süreçte kiminle nasıl bir ittifak kurulduğunun hiç bir önemi yoktur. Sonuçta bu ittifak Arapları 22 devlet olarak parçalamış olsa da. Özgürlük, esaretten daha değerlidir.
20. Yüzyılın toplumsal armağanını insanlığa sunan Araplar 21. yüzyılın toplumsal uyanış armağanını da sunmanın onurunu taşıyorlar. Tunus’ta yaşanan "Yasemin Devrimi" bu mesajın adıdır.
Yerküremizin siyasal olaylarını takip eden her okurun, Arapların böylesi bir adımı atacak yeterlilikle siyasal uyanış içinde olan bir ulus olduğunu kestirmesi zor değildir. 60 yıldır süren Arap halkının farklı saha ve siyasal eğilimdeki direnme etkinlikleri, bunun dikkat çeken verisi olarak görülmelidir. En solundan Filistin direnişinin haklı mücadelesi ve en sağında El Kaide örgütünün dünyanın her köşesinde giriştiği terör eylemleri ve ülkelerindeki diktatörlüklere, uğradıkları baskı ve zulme karşı bitip tükenmez kararlılıklarıyla Arap sivil toplum örgütlerinin mücadelesi bunun önemli bir göstergesidir; İntifada öğretisini İsrail siyonizmine karşı geliştirirken de bir halk olarak Araplar insanlık ailesindeki tarihsel misyonunu ortaya koymuştur.
Ne yazık ki ülkemiz okuru büyük çoğunluğunun bu gerçekleri yakından izleme fırsatı olamamıştır. Ülkemiz medyasının sınırları İstanbul’un banliyölerine bile zar zor ulaşabilmektedir. Ancak Arap alemini yakından takip edenler çok iyi bilirler ki bu halk dünyanın en dinamik ve en siyasallaşmış halkıdır.
Bunun nedenleri de ne ırki ne de dini nedenlerdir; bunun temel nedeni, Tel Amrana anlaşmalarından (Hitit-Mısır Kadeş savaşı ve Tel Amrana barışı) bu güne, dış güçlerin bölgemizin yer altı ve yer üstü kaynaklarına yönelik talancı eğilimleridir. Bu eğilimlerin oluşturduğu politikalar, insanlığa ilk uygarlıkları sunan bu bölgeyi ve halklarını, baskılar altında içine kapalı olmaya zorlamış, geri konumda kalmasına, kuşaklar boyu böl-yönet taktikleri altında birbirine kırdırılmıştır. Arap halkı bu müdahaleler karşısında toprağını savunmak zorunda kalmış, kendi bağımsız siyasal tercihlerinin savaşı için ölüp ölüp dirilmişti.
Ülkemizin sığ siyasal algılarının, kocaman Arap ulusunun küçücük İsrail karşısındaki yenilgilerinden, Osmanlıyı arkadan hançerlemesinden söz etmenin ötesinde bir bilgi dağarcığı yoktur.
Bu anlayışlar bölge olaylarının cahilce algılanmasıdır. Araplar Osmanlı tasallutuna karşı, Atatürk’ün Cumhuriyeti kurma mücadelesi gibi bir mücadele vermiştir. Türk ulusunun bile Osmanlıdan kurtuluş için savaş verirken, Arapların, Osmanlı sultası altında kalmasını istemenin anlamsızlığını değerlendirmeye bile gerek yoktur.
İsrail’e karşı savaşta ise Arapların, yeryüzünün tüm emperyalist güçlerine, onların tükenmez lojistik desteklerine karşı savaştıklarını söylemeye bile gerek yoktur. Kıbrıs gibi küçücük bir adayı ele geçirmek için; topu topu 10 bin milis gücüne karşı 750.000 askeriyle ağır kayıplar vererek iki çıkarma yapmayla öğünen ülkemiz egemenlerinin, ekmeğin bile karneye bağlandığı bir koşulda, ancak yarı yarıya işgalden başka bir sonuç alamamış olunması göz önüne alındığında, Arapların Filistin davasındaki 60 yıllık direnmelerine büyük paye biçmek gerekir.
Araplar, 21. Yüzyılın ilk yıllarında insanlığa siyasal uyanışın modern çağın etkinliğiyle ortaya konuşunu anlatmaktadırlar. İletişim teknolojisinin, diktatörlüklerin tüm yasaklarına karşı halkın yararı için bir araç olabileceğini göstermektedirler. Bu araçlarla toplanmakta ve bu araçlarla ayağa kalkabilmektedirler.
Uzun süreden beri bölgemizin Batı yakası kaynamak üzere diye yazıp durdum. Doğu yakası dinginleşirken Batı yakasının ha patladı ha patlayacak olduğunu dile getirdim. Tunus halkı siyasal bir devrime yöneldi. Ancak bu sürecin henüz başında olduğu bilinmelidir. Tunus ordusunun yaptığı açıklama "halkı, devrimi ve güvenliği" sonuna kadar korumaya kararlıyız demesi kansız denilebilecek kadar sakin bir dönüşümün yaşanacağına işaret etmektedir.
Tunus halkı, diktatör Zeynelabidin Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesinin yetersiz olduğunun bilincinde olarak eylemlerine devam etmektedir. Hükümetin istifasını, eski yönetimin yetkililerinin yargılanmasını tek parti egemenliğinin temsilcisi Demokratik Kongre Partisinin ilgasını, genel af ve halkın taleplerinin ikame edilmesi inancıyla hala meydanlarda çıkarlarını ve haklarını savunmaktadır.
Tunus halkının bu dik duruşunu sulandırmak, işlevsiz ve sınırlı kalmasını isteyen çevreler bir yandan terör ve bozgunculukla, diğer yandan uluslararası baskılarla süreci kuşatma çabası vermektedirler. Ancak Tunus halkı, gerek yarım asırı aşan diktatörlük koşullarında ve gerekse son 23 yılın Bin Ali diktatörlüğü altında muhalif siyasal önder yetiştirme sorunlarına karşın, yeni siyasal önderlerini hızla yetkinleştirmeye başlamıştır. Tunus ilk kıvılcım olarak hızla bölgemizi sarmalayan haklı ayaklanmalara esin kaynağı olmaya devam etmektedir. Arapları birbirine bağlayan bin bir bağ, bu süreçte de kendini açıkça ortaya koymuştur. Tunus halkının devam eden mücadelesinin, Arap ülkelerinde sırasını bekleyen diktatörlüklerin devrilmesinde de önemli rol oynamaya devam edeceğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Lübnan'da halk çok farklı bir başarı kazandı. Mısır, Yemen, Ürdün ve Cezayir de sürecin etkilerini ve sarsıntılarını izlemekteyiz.
LÜBNAN'DA DURUM
Henüz Tunus derin bir sessizlik içindeyken, Lübnan kaynama noktasına gelmişti. İktidarda Batı’nın, İsrail'in ve gerici Arap yönetimlerinin desteklediği Saad el Hariri yönetimi hüküm sürüyordu. Ancak Hariri’nin hükmü sınırlı olan koalisyon hükümeti, içinde kaygan çoğunluk barındırıyordu. Koalisyonun muhalefet güçleri (ki, bunlar Lübnan’ın Siyonizm’e ve emperyalizme karşı direnen güçlerinden oluşmaktadır), hükümette sahip oldukları etkin mevkilerde kilit rol oynamaktaydı. Yurtsever Birleşik Hükümet koalisyonunda dengeler böylesi bir dengesizlik arz ediyordu.
İsrail-emperyalist ve gerici Arap etkinlikleri direnme güçlerini ezmek üzere kurguladıkları bir girişimle, ülkeyi iç savaşın eşiğine kadar sürüklemek istediler. Başbakan Refik El Hariri suikastıyla ilgili, BM tarihinde ilk kez şahsa münhasıran kurulan mahkeme bu çabaların en önemli unsuru olmuştu. Özellikle ABD, bu mahkeme aracılığıyla direnme güçlerine baskı yapmakta, hazırlanan ama bir türlü açığa çıkartılmayan iddianamede Refik El Haririnin katledilişini direnme güçlerinin sırtına yıkacağı sinyalleri veriliyordu.
Bu konuda oluşturulan uluslar arası mahkemenin normal bir adli süreç yerine, siyasi bir tutum olarak kendini gösteren işlevi açığa çıkmıştır. Suikastla ilgili olarak önce, Suriye’nin suçlanacağı tehdidinin yapılması ve ardından bundan vazgeçilip direniş örgütü Hizbullah’ın töhmet altına sokulacağı bilgisinin basına sızdırılması ve son olarak, kapalı kapılar ardında yapılan toplantılarla adaletin değil şahsi kinlerin, devletlerarası komploların ittifakını gösteren, yalancı şahitlerin yönlendirilmesiyle iddianamenin oluturulacağının ortaya çıkması, bu mahkemenin adli olmanın ötesinde bir yerde durduğunu göstermiş oldu.
Bu gelişmeler Lübnan’da sarsıcı etkiler yarattı. Hükümetten çekilen direnme güçleri, hükümetin istifasına yol açtı. Yeni hükümet için Lübnan’da takip edilen yol gereği, Cumhurbaşkanının milletvekilleriyle yaptığı danışma turlarından, halkın gerici Saad El Hariri yönetiminden ve onun dış güçlere olan bağımlılığının ülkeyi felakete götüreceğini gösteren sonuçlar çıkmaya başladı.
Hariri yönetimi Lübnan’ı borç bataklığına götüren liberalleri temsil ediyordu. Açlık ve yoksulluğun ülkede aldığı korkunç boyut, Lübnan’ı Lübnan yapan birçok parametrenin de sarsıldığını gösteriyordu. Ülkede kamu servetlerinin hortumlanmasından, İsrail’in çıkarına olacak kimi kararların alınmasına kadar, günlük yaşamın her alanında inanılmaz bir çabanın adım adım ikame edildiğini, Lübnan özgülüne ait çoğulculuğun birbirini yok etmeye kurgulanmış mezhep kavgalarına doğru değiştiğini gösteren gelişmeler ortaya çıkmıştı. En önemlisi de İsrail'i 2006 savaşında dize getiren ve Batılıların bölgemize dayatmak istedikleri egemenlik planı olan Büyük Ortadoğu Projesi'ni(BOP) de tarihe gömen direnme güçlerinin tasfiyesi için özel çabaların verilmesiydi.
Lübnan halkının siyasal temsilcileri bu gidişe en kansız ve en demokratik yollarla son verme kararlılığı gösterdi. Milletvekilleri danışma turlarında Sünni olması anayasal gereklilik olan Başbakanlığa Necip Mikati'yi önerdi (Lübnan'da danışma turları, hükümet kurma teklifinin yapılacağı Başbakan adayını belirler ve Cumhurbaşkanı bunu bir kararnameyle ilan eder. Hükümetin onayı ise normal olarak Parlamentodaki oylamada çoğunluğa bağlı olarak şekillenir).
Necip Mikati, danışma turlarında 68 milletvekilinin onayını alınca, 60 kişinin olurunu alan Hariri karşısında ileri geçerek, sahip olduğu çoğunlukla hükümeti kurma görevini üstlenmiş oldu (Lübnan parlamentosu 128 milletvekilinden oluşur).
Bu gelişme, bağrında bölgemizi yangın alanına çevirecek bir kıvılcım olma ihtimali de taşıyordu. Ancak bölgeyi bilenler gerici güçlerin bölgemizin Batı yakasında bir mantar tabancası sıkacak takatlerinin pek olmadığını da iyi bilirler. Bunu Irak savaşında ve 12 Temmuz 2006 İsrail Lübnan savaşında sonuna kadar tüketmişlerdi.
Saad El Hariri bir kez daha tercih edilerek hükümeti kurma teklifi alsaydı, bu satırların yazarının uzun zamandan beri okurlarına aktardığı sonuç, kızıl kıyametin kopması kaçınılmaz olacaktı. Halkın büyük bir ayaklanmayla iktidarı ele geçirip, gerici güçleri ülkeden defetmesi gündeme gelecekti. Ortaya çıkan tablo en kansız ve en demokratik yollarla da halkın baskısı ve haklı taleplerinin başarılı bir dönüşümü gerçekleştirebileceğini gösterdi.
Lübnan, ne kanlı bir sürece ne de büyük bir patlamaya yönelmedi. Gerici güçler direnen halkın gücü karşısında, bu dipten gelen sessiz dönüşüme karşı geri çekilmeyi yeğledi. İlk gün ve ikinci gün ortaya çıkan sokak arbedesi ise büyük gerginliğin çözülmesinden ibaretti. Bu boşalma, Hariri’nin (26 Ocak 2011) ve önceki Başbakanlardan Hariri yanlısı Fuat El Senyora'nın açıklamalarıyla (27 Ocak 2011) sokaklar aniden sustu ve sokak lümpenleri gerisin geriye çekilmeye mecbur kaldı. Bu arada çok komik bir hadise de canlı yayına yansıdı. Sokaklarda terör estiren Hariri yanlısı lümpenler arasında yer alan, gerici bir gazeteci olan Muhammed Selami, Suriye aleyhine hamasi bir konuşma yapıyordu. O an yapılan bir telefon uyarısıyla Saad El Hariri’nin gazeteciye "ne yapıyorsun Suriye ile yeni barıştık sesini kes" demesi canlı yayına takıldı. Konuşan gazetecinin mikrofondan "başım gözüm üstüne" diyerek susup çekilmesi ise, günün en flaş konusu oldu (ülkemizdeki Hariri yanlısı kimi basın mensuplarının kulağı çınlasın).
Lübnan’da yeni hükümeti Mikati kuracak. Direnen güçlere dayanarak onların tümden olmasa da temel taleplerini yerine getirerek hükümetine onay alma çabası içinde yeni turlarına başlayacaktır. Bu durumda gerici güçlerin baskısı artacak ve gerginlik farklı bir boyut almış olacaktır.
Lübnan, bu adımla bölgenin en gergin ülkesi olmaktan en barışçıl şekilde yeni bir aşamaya geçtiğini gösteriyor. Ancak bu aşamanın kendi gerginlikleri olduğu ve öncekinden hiçte az olmayacak çekişmelerin odağı olacağını burada tekrarla belirtmem gerek.
Lübnan halkı, keskin bir dönüşüm yerine, ara aşamaları, geçiş süreçlerini tercih etti. Bu ara süreçte sorunlarını bir rotaya oturtmaya çalışacağını gösterdi. Ancak saflaşmanın keskinliği ortadan kalkmadı. Direnme güçlerinin hesapları, böylesi ara aşamalar gerektiriyor. Her an çok da kolay bir biçimde iktidarı ele almaları mümkünken bunu yapmadılar. İsrail'in kaçarak Güney Lübnan'ı terk etmesinden bu yana, 25 Mayıs 2000 tarihinden itibaren iktidarı tek başlarına ele alma koşulları olmasına karşın bu yola başvurmayan direnme güçleri, dış güçlere yeni müdahale bahanelerini kışkırtmamak için, ülke çoğunluğunun onayını alarak uzun mücadele sürecinde, silahlarını da koruyarak, iktidarda ortaklıkla yetinmeyi tercih etti.
Bu gün Lübnan'ı dik tutan, direnme çizgisinde koruyan, Kafkaslardan Irak'a, Lübnan’dan Akdeniz’e bölgenin enerji kaynaklarını denetlemek üzere kontrol etmek isteyen emperyalist-Siyonist güçlerin kolunu kanadını kıran güç, halkın direnme iradesi ve onun arkasında duran kararlılığıdır.
CEZAYİR, ÜRDÜN, YEMEN...
Tunus halkının Yasemin devrimi, bölgede sarsıcı etkilerini sürdürüyor. Yemen ayakta, Ürdün ayakta. Cezayir ciddi sarsıntılar içinde. Gençler üstelik en önemli eğitim aşamalarını geçmiş işsiz gençler kendilerini kolayca parlamentoların önünde yakıyor, bu halkın haklı davaları adına ölümü göze almaktan çekinmiyorlar.
Tunus’lu şairin sözleri her yerde bir bayrak olarak dalgalanıyor.
“Eğer ki halk bir gün özgürce yaşamı isterse, kader de buna kesinlikle cevap verecektir.
Ve kesinlikle karanlıklar göçecek, zincirler kırılacaktır.” (Tercüme: Mihrac Ural)
Arap aleminin özgürlük ateşini 20. Yüzyıl ortalarından bu güne taşıyan bu beyitler, şair Ebul Kasım Şabi'nin tüm insanlığa armağanı gibidir.
Bu mesaj Arap ülkelerinde yankılanmaya, halkın ayağa kalkışıyla dile gelmeye devam ediyor.
Cezayir ilk elden, gençlerin kendilerini yakmalarıyla ilgili bir komisyon kurarak sorunları yerinde tespit etme ve karşılamak üzere çalışmaya başladı. Ancak bu yeterli bir çaba değildi ve halkın tepkisi içten içe olgunlaşmaya yönelmektedir. Cezayir’deki kaygılar, ilkel bir dini hareketin gelişmeleri kontrol ederek çok daha baskıcı bir yönetime yönelmesidir. Bunun için Cezayir halkı temkinli tepkilerle süreci kontrol etme eğilimi göstermektedir. İçten içe olgunlaşan tepkilerin bu dengenin çözülmesine bağlı olarak dışa yansıyacağını kestirmek zor değildir.
Ürdün, en zayıf halka. % 60’ı Filistinli olan Ürdün'de hakim olan aile kastı, ne tarihi ne kültürel olarak Ürdün’le bağlantısı olmayan bir iktidar kurmuştur. İngiliz’lerin desteğiyle, Arabistan yarım adasında Kral Hüseyin’in oğlu Ali'nin, egemenliğini Suud ailesi karşısında yitirmesini telafi etmek üzere Irak ve Ürdün diye iki devlet yaratıp Mekke Şerifi lakaplı Hüseyin’in iki oğlunu Faysal ve Abdullah’ı kral ilan ederek desteklemiştir. Posta memurluğundan Irak ve Suriye krallığına gelen Faysal, Suriye’de siyasal çoğulculuk algısı altında ezilerek çekilmiştir. Irak'ta aile efradı ile krallığı devam ettirdiler, o da 14 Temmuz 1958 devrimine kadar sürdü. Ürdün’de ise, İsrail ve İngiliz-ABD desteğiyle ayakta kalan rejim Filistin konusunda Araplara karşı en hain yönetim olarak ayakta tutulmuştur.
Bu topraklarda halkın başına musallat edilen ısmarlama iktidarların en zayıfı Ürdün'de hüküm sürmektedir. Ancak halkı indinde bu zayıflık bölgenin dış güçlerce en çok desteklenen yönetimini de böylece getirmiş olmaktadır. ABD ve İngilizler için Ürdün, bölgenin vazgeçilmez bir ileri mevzisidir (bu günkü Ürdün Kralı II. Abdullah'ın annesi, Kral Hüseyin'in karısı Mariya, İngiliz asıllıdır ve halen İngiliz vatandaşıdır. Annesi Ürdünlü Arap olan Veliaht Hamza ise, bu günkü Kral II. Abdullah tarafından, tahta geçer geçmez azledilmiştir).
İsrail'le ebedi barış anlaşmasının mimarı olan Kral Hüseyin’in ülkesi Ürdün, oğlunun hükmü altında bölgenin en gerici diktatörlüğünü sürdürürken, halkın yükselen tepkisi karşısında en zayıf iktidar olmasına karşı dış desteği en güçlü iktidar olarak yoluna devam edeceği gözlemlenmektedir. Ürdün halkası İsrail halkasının kırılmasıyla düşücek bir özellik arz etmekttedir. Okurun olayları izlerken bilmesi gereken en önemli noktalardan biri de budur.
Yemen de ise halk çok ciddi bir direnmeye koyulmuş gibidir. Yemen, ülkemizde türkülerle bilinen Yemen'dir. "Yemen’e gideni gelir mi sandın" cümlelerinde anlam bulan bir ülkedir. Anadolu gençlerini, kendi gasp ve talanları için, ilgilerinin olmadığı topraklara süren Osmanlıya karşı halkın türküleridir. Yemen, Araplar arasında Osmanlı konusuyla ilgil olarak "Anadolu mezarlığı" diye tanımlanır. Osmanlı'nın fethedemediği Arap ülkesi Yemen'dir. Anadolu gençlerine mezar olan Yemen, gidenin dönemediği Yemen, bu Yemen’dir. "Yemen yamandır".
Yemen’i de ikiye bölerek, 20. Yüzyılın ikinci yarısında birbirine düşman kıldılar. Emperyalistlerin Araplara çektirdiği en büyük acılardan biri de Yemen'de yaşandı. Cemal Abdulnasır'ın prestijini çizen de Yemen’e müdahalesi oldu. Son olarak Suudi Arabistan’ın askeri karizmasını yerle bir eden Husi savaşçıları da bir avuçtur.
Bu Yemen halkı yaman bir yerdedir. Ayaklanmaya en yatkın Arap halkı Yemen halkıdır. İnatta, kararlılıkta, haklarının arkasında durmada, en ısrarcı olan da Yemen’dir.
Yemen halkı bu gün kırk ipte cambazlık yapan yönetimine karşı direnmeye başladı. Tunus rüzgarı Yemen’de çok kanlı bir süreci başlatabilir. Yemen ne Lübnan gibidir ne de Mısır. Yemen’de en küçük soruna bile, eldeki en büyük silahların ortaya çıkmasıyla ve ölüm kusmasıyla çözüm aranır. Aşağısı kurtarmaz.
Yemen halkı, Kuzey ve Güney Yemen'in Ali Abdullah Salih önderliğinde birleşmesinden bu yana, ikircimli politikalarıyla, baskı ve zulmüyle dengesiz olan yönetim karşısında hoşnutsuzluğunu dile getirip durmuştur. Farklı mezhepsel inançlara çektirilen ölümcül çileler ise, hala devam eden silahlı ayaklanmalara neden olmuştur. Bu gün Yemen halkı, yoksulluğa, işsizliğe, kamu servetlerinin hortumlanmasına, farklılıkların ötelenmesine karşı ayağa kalktığını gösteren belirtileri yansıtmaktadır. Meydanlar ayaklanan halkın Ali Abdullah Salih iktidarının ülkelerinden defolup gitmesini talep etmektedir. Suudi Arabistan’ın mali kaynaklarını da yanına alan bu yönetimin, halkına hizmette yaptığı kusurlar artık son aşamasına gelmiş bulunuyor.
Tunus rüzgarlarının fethedeceği en önemli gericilik kalelerinden biri olan Yemen'de devrimi zorlayacak olan, Arap monarşileri ve Suudi Arabistan mali kaynakları olacaktır. Korku dağları bürümüştür. Arap ülkeleri, özellikle akıl almaz petrol servetleri üzerine konmuş küçük aşiretlerin oluşturduğu devletçikler, bir ulusun en zenginlik kaynaklarını aile şirketi olarak gasp ettikleri bir koşulda, gelişen halk hareketlerinin bastırılması için, ellerinden gelen her kirliliği yapmaya çalışacakları açıktır. Yemen gericiliğinin düşmesi körfezin tüm çadırlarını yıkacaktır. Bunun bilincinde olan aşiret devletçiklerinin emperyalist güçlerle birlikte yakın alandaki halk ayaklanmalarının susturulması için kaynak aktaracakları açıktır. Yemen'de Salih iktidarının bunu sonuna kadar istismar edeceği de beklenmelidir.
Yemen'de halk kazanırsa, körfezin petrol servetlerini Arap halkına kazandırır.
Mısır'da halk kazanırsa, tüm Arap alemi 21. Yüzyılı kazanır.
Evet, bu makalenin son halkasını Mısır halkının diktatörlük karşısındaki başarısının etkilerini kısaca belirterek noktalayacağım.
Mısır Araplar için "um el dünya" dır (Yeryüzünün anasıdır, uygarlıklarının kaynağıdır). Mısır, Arapların çağdaşlaşmadaki öncüsü, her açından yoğunluklarının temsilcisidir. Sanat, edebiyat, nüfus, askeri güç, üretim, evrensel ilişkiler, mozaik dokusunun bileşkesi (İslam-Hıristiyan, farklı inançların bir arada yaşayabilme uygarlığı, zenginliği), ulusal uyanışın en kadim temsilcisi, insanlık uygarlıklarının en kadim ve en meşhur olanıdır.
Bu görkemli ülke, bir diktatörlüğün kirli elleri altında, halkın her türden tarihsel birikimlerine karşı bir baskı hükümranlığı altında tutulmuştur. Tüm insani, siyasi, tarihsel değerlerini yitirmiş, içe kapanan bir bataklığa dönüşmüştür. Filistin halkına karşı en acımasız kararlara ortak olan, Gazze’yi aç bırakan bu ülke yönetimdir ki Mısır halkı insanlık indinde ve Arap kardeşleri karşısında büyük bir elemle yöneticilerinin bu duruşlarını izlemektedir. Kamu servetlerinin talan edilişi Mısır'da bir anayasa hükmü gibi işler hale gelmiştir. Açlık ve sefalet, işsizlik ve iflas, uyuşturucu ve kadın ticareti tarihinin en çirkin boyutlarına ulaşmış bulunmaktadır; İslam dininin bile akıl almaz tahrifatları bu siyasetin örtüsü olarak Ezher şeyhlerinin elinde bir araç olmuştur. Mısır bu yanıyla, Arap alemine yaptığı öncülük sıfırlanmış, kararları ciddiye alınmaz bir kukla ülke olarak görülmeye başlamıştır. Irak savaşında takındığı tutum, İsrail'in Gazze saldırısı karşısında gösterdiği insanlık dışı duruşu, alnına bir kara leke olarak sürülmüştür. Mısır yönetimi, halkının iradesini en aymazca çiğneyen bir yönetim olmuştur.
Bu gün Mısır halkı bu makus kaderi değiştirmek için ayağa kalkmıştır. Tunus devriminin rüzgarları Mısır'da haklı bir cevap buldu demek yanlış olmayacaktır.
Bölgemizi kasıp kavuran bu tarihi gelişmelerin en dikkat çeken yönü, hakları uğruna ayaklanan Arap halkının dini alet eden siyasal gericiliğe prim vermemesidir. Tunus'ta olduğu gibi, Yemen ve Mısır'da da irticaya yer bırakılmamıştır. Bu veri gelişmekte olan halk ayaklanmalarının en önemli verilerinden biridir. Mısır'da Müslüman Kardeşler Örgütü "ayaklanmalarla bir ilgimiz yok" diyerek, dini gericiliğin gerçekçi halk davalarında bir rol oynamadığına önemli bir referans olmuştur.
Buradan bir kez daha belirteyim. Ayaklanma, hak arama, direnme, İslam dininin Sünni mezhep yorumunca günah sayılacak kadar onaylanmaz bir tutumdur; hakim olana biat etmek esastır. İslamda direnme çizgisi daha çok muhalif mezheplerin geleneğidir. İslam sükundur, medenileşmenin dile getirdiği yerleşim ve uyumlaşmadır, sevra (ayaklanma, direnme, devrim), dinin ortodoks yorumunda "anarşi" olarak görülür. İslamın en ortodoks algılarının hakim olduğu Mısır'da halk, açlığa, işsizliğe, kamu servetlerinin talan edilmesine dayanamaz hale gelmiştir. Ayağa kalkmıştır.
Mısır, sadece Mısır halkı ya da Araplar için önemli değildir. Dünyanın tüm büyük devletlerinin ilgi odağıdır da. Mısır, Ortadoğu ve Afrika demektir. Mısır merkezli bir güvenlik dairesinin kapsadığı etki alanları yeryüzünün temel sorunlarının yaşandığı alanlardır. Mısır bu açıdan şanslı olduğu kadar, şanssızlığı da bulunmaktadır. Mısır'da diktatörlüğün kırılması bu açıdan karşısında dünyanın tüm güçlerini bulma ihtimali az değildir, bu nedenle başta emperyalist güçler olmak üzere Mısır’da yönetimin radikal yollara girilmeden değişmesinden yana tutum aldıkları gözlemlenmektedir. Bu sürece özelikle ABD, Fransa ve İngiltere’nin doğrudan müdahalesinin olacağı açıktır.
Yarın Cuma 28 Ocak 2011. Nobel ödüllü, Dünya Atom Enerjisi Kurumu eski Başkanı Muhammed El Baradey, Mısır'daki gösterilere katılmak üzere ülkeye döneceğini açıkladı. Cuma namazının ardından beklenen büyük gösterilerin dizginlenmesini isteyen Batılı güçlerin, sürece müdahale etmek, kırılmanın bir solcu askeri darbeyle daha da radikalleşmesini engellemek üzere, yoğun çaba içinde oldukları bilinmektedir.
Bu gelişmeler halkın engellenemez hak arayışlarının daha uzun bir süre, sorunların nedenleri arasında olan bu dış güçlerin müdahalelerine karşı mücadele etmeleri gerekeceğini gösteriyor. Bu açıdan başlayan ama tamamlanmamış uzun erimli bir mücadelenin başlangıcında olduğumuzu ifade etmek yanlış değildir.
Mısır'da diktatörlüğün düşüşü Arap halkına 21. Yüzyılı kazandırır dedim, bu tam anlamıyla gerçekçi bir tespittir. Arap halkı Mısır’la büyür, Mısır’la küçülür. Arap halkının yarım asırdır çözülmeyen haklı davalarının arkasında Mısır'ın düştüğü durumun etkisi çok önemlidir. Bu ülke halkının haklı talepleri etrafında yer alan bir yönetimle, tüm Arapları etkileme gücüne sahip potansiyelde bir ülkedir. Arapların tutumunu birleştirecek en önemli güç de Mısır'dır. Mısır halkının başarısı bu açıdan 21. Yüzyılda tüm halkların da başarısı için önemli bir adım olacaktır.
Kıssadan hisseye gelince:
Ülkemizin bu rüzgarların etkisinde kalmayacağını sananları uyarırım, yanıldıklarını bilmelidirler. Bu rüzgar, haksızlıklara karşı en sessiz kalan, en çaresiz, en olanaksız olduğu sanılan, dolayısıyla ne kadar baskı altında tutulursa o kadar sessizleşeceği sanılan halkın yaratıcı sonucudur. Bu geleneği 20. Yüzyılda olduğu kadar, 21. Yüzyılda da Arap halkının göstermiş olması bu halkın derin kültürel algıları ve tarihiyle uyumludur. Yeryüzünün bu günkü en siyasallaşmış halkının Araplar olduğu tartışma götürmez şeklide entelektüel çevrelerde bilinen bir gerçektir. Bu halkın tarih ortaklığı, inanç ortaklığı ve coğrafi ortaklığıyla ülkemizi etkilemeyeceğini düşünmek yanlıştır.
Bu nedenle ülkesinin iç sorunlarını öncelikle demokratik yollarla da çözmeye yönelmeyen her yönetim, karşısında halkın ayaklanmasını ve bunu ani bir patlamayla kendini ifade etmesini beklemelidir. Yeryüzünün hiç bir güvenlik önlemi ya da silahlı gücü halkın ayağa kalkmış iradesini dizginleyemeyeceğini, engelleyemeyeceğinin bilinmesini bu son bir kaç günde bölgemizde ortaya çıkan olaylarla görmek zor olması gerek.
Ülkemizde halkın devletle ilişkisinde bir biat kültürünün hakim olduğu biliniyor. Ancak halkımızın direnme kültürünün de az olmadığını belirtmeliyim. Osmanlı tarihi ve Anadolu halklarının, özellikle de Kürt halkının son 200 yıl içinde ortaya koyduğu direnme performansı, geleceğin mesajını yeterince yansıtmaktadır.
Ülkemizi ağır kayıplara yöneltmeden, barış içinde sorunlarımızı diyaloglarla çözmek için hepimize düşen görevler vardır; bunun için iktidarlar kendi tarihleriyle yüzleşmekten çekinmemeli, değişimin gelip kapıya dayandığını bilmeli, halkı daha çok oyalayamayacaklarını da anlamaları gerekmektedir.
Bu ülkede daha çok özgürlük ve demokrasinin kanal ve alanlarını anayasal güvencelerle hak sahiplerine teslim etmeden bir adım ilerlemenin olmayacağı bilinmelidir. Bu ülkenin birimizin değil hepimizin olduğuna gerçekten inanıyorsak, bunun gereği olan farklılıklarımızın eşitler olarak haklarının paylaşılmasını da başarmamız gerekmektedir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder