HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

29 Ocak 2011 Cumartesi

BÖLGENİN SON DÜELLOLARI

Mihrac Ural


27 Ocak 2011



Tunus'un Yasemin Devrimi etkisini sürdürüyor. Yemen ve Mısır diktatörlükleri çözülmenin arifesindedir. Tunus'un ünlü şairi Abul Kasım Şabi'nin dizeleri, dün olduğu gibi, bu gün de dilden dile, halkın elinde bir bayrak olarak dalgalanıyor;



“Halk bir kez özgürce yaşamaya karar verince kader de kesinlikle cevap verecektir

Karanlıklar böylece göçecek zincirler böylece kırılacaktır.”


Arap halkı 20. Yüzyılın başında, I. Dünya paylaşım savaşı ardından, insanlığa ulusal kurtuluş mücadelesi yolunu açarak katkısını sundu.



Arapların açtığı ulusal kurtuluş yolundan geçen ülkemizde Cumhuriyet kuruldu, bu bayrak insanlığın elinde "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı" ilkesi haline geldi. 21. Yüzyılda yine Arap halkı, Tunus'ta başlattığı ayaklanmalarla hak arayışında direnmenin, devrimci girişkenliğin tek yol olduğunu gösterdi. Hak verilmiyor alınıyordu.



Arap halkı 20. Yüzyılın ortalarından itibaren, Filistin davasında olduğu gibi insanlığa armağan etmekte olduğu bu örneği olgunlaştırdı; yoktan değil, aniden hiç değil, birikimin kaçınılmaz nitel değişimiyle Tunus örneğini armağan etti.



Lübnan, en gergin alandı. Ancak, direnme güçlerinin de en güçlü olduğu bir alandı. İstedikleri an iktidarı alabilecek güçlerine rağmen, radikal girişime yönelmediler. Güçlünün ağır ateşte pişmesini beklediği koşulları beklediler. İki büyük savaş kazanmış bir direnme hareketinin (2000 ve 2006 yılı savaşları) iktidarı ele geçirmesi hakkı olmasına karşın, Lübnan'ın özgül yapısı gereği (farklı etnik ve inanç mozaiği dolayısıyla), iktidarı Birleşik Vatan Güçleriyle paylaşmayı tercih etti. Ancak dış güçler sürekli müdahale peşindeydi.


Sağcı Hariri güçleri, arkasına dış güçleri alarak yeniden Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) peşinde dolaşıp durdu. Direnme güçleri, bu şeytani girişimlere karşı halk ayaklanmasını hazır bir cevap olarak elinde tutuyordu. Buna rağmen, Hariri gericiliğini demokrasinin kuralları içinde kalınarak, parlamento tercihinin çoğunluğunu kazanıp hükümetten düşürdu. Radikal girişime gerek kalmadı. Bu gelişme barışçıl yanıyla sonun başlangıcıydı, ama son değildi.



Direnme güçleri kimsenin tepkisini çekmemek üzere (uzun erimli direnme planlarının gereksindiği halkın ezici çoğunluğunu kazanma çabasıyla) yumuşak bir geçiş süreci için Necip Mikati hükümetine destek vermeyi tercih etti. Sünni lider Necip Mikati'nin hükümet kurmasına yol açtı (Lübnan anayasası gereği; Cumhurbaşkanı Hıristiyan Maruni, Başbakan Sünni, Meclis başkanı ise Şii olmak zorundadır, diğer inanç ve etnik dokularda yönetimde belirlenmiş hisselerini değerlendirirler).



Bu adım, gerginliğin boşalmasına yol açtı; iki günlük sokak gösterileri, bu gün tamamıyla sona erdi. Gericilerin sokağa saldığı lümpenlerin terörü, direnme güçlerinin milyonları bir işaretle meydana dökebilecekleri gerçeği karşısında geri çekilmek zorunda kaldı.



Şimdi tüm dikkatler Yemen ve Mısır'da.



Yemen, yaman yerdir. Osmanlı bunu çok iyi bilir. Araplar Yemen için "Anadolu mezarlığı" der. Osmanlının fethedemediği tek Arap ülkesidir. Halkı çok inatçı ve direngendir. En küçük sorunların çözümü için, en büyük silahları kullanır. Yemen tarihi bir direnme tarihidir. Hiç bir hüküm Yemen halkının vadiler ve doruklara tünemiş isyankar halkını dizginleyememiştir. Osmanlı kadar, İngilizler, Abdül Nasır'ın en görkemli günlerinde Mısır, sık sık ABD ve yakın zamanda Suudi-Arabistan, boyunun ölçüsünü yeterince alıp bir kenara çekilmiştir.



Yemen halkı, diktatörlüğü yıkarsa Yemen'le kalmayacak; körfezin çadır devletlerini de yıkacaktır. Arap halkının serveti olan, ama küçük aşiretlere kurdurulan kukla devletlerle, emperyalistlerin gasp ettiği petrol, yer altı ve yer üstü servetlerinin de farklı bir şekilde bu halklar arasında pay edilmesinin olanağını yaratacaktır. Bu yüzden Yemen’de halkın zaferi, tüm Arapların zaferi olacaktır.



Mısır'a gelince. Mısır Araplar için "Um el dünya”dır. Dünyanın merkezidir. Mısır'daki her gelişme Araplar kadar, Afrika, Ortadoğu, Asya ve Akdeniz havzasını etkiler. Bu ülkenin dev potansiyelleri, nüfusu, üretkenliği, sanat-edebiyat etkinlikleriyle dünyadaki birçok dengeyi alt üst edecek güçtedir.



Mısır, Siyonist-emperyalist güçlerin kolay kolay terk etmeyecekleri bir ileri karakoldur. Bunun için ilk elden müdahaleler, halkın tepkilerini yumuşatma çabaları hızla kendini göstermeye başladı; Nobel ödüllü, Dünya Atom Enerjisi Kurumu eski Başkanı Muhammed el Baradey’ın gösterilerin başına geçmek üzere yola çıktığı haberleri böylece gündeme geldi, Fransızlar, İngilizler, ABD Mısır’da değişiklikler için hükümete baskı yapmaya başladı.



Mısır'daki gelişmeler, bir başka gerçeği de ortaya çıkardı. Bölgede yükselen halk ayaklanmalarında hiç bir dini çevrenin etkinlik göstermemesi, ayrı bir önem taşımaktadır. Mısır'ın en muhalif kesimleri olan Müslüman Kardeşler Örgütünün "gösterilerle ilişiğimiz yoktur" yönünde beyanda bulunması, dini siyasete alet edenlerin gerçek yüzlerine açığa çıkarmıştır. Bu duruş, dini siyasete alet edenlerin son tahlilde, halkın talepleri karşısındaki egemenlerin yanında olduğunu gösteren korkakça bir tutum olarak belirdiğini gösterdi; bu ise, biat kültürünün halkın davalarına sahip çıkmayacağının beyanıdır.



Mısır halkının diktatörlüğü yıkma da göstereceği performans, mücadelesindeki başarısının olumlu yönde bölgemizi değiştireceği gerçeğine de önemli bir veridir.




Kıssadan hissemize gelince, ülkemizin ötelenen demokratik ve özgürlük taleplerini bir an önce farklılıklarımızın haklarını güvenceye alan çözümlerle barış içinde çözmeyi denememizi gerektiriyor. Bu olmazsa, herkes kendi kaderini kendi eliyle çizmiş olacaktır; şeriatın kestiği el acımaz.


Herkes buna hazır olsun.


***


Bölgemizdeki gelişmeler nereye kadar derinleşebilir?


Mısır düşerse bu bölgenin tarihi değişir. 20. Yüzyıl başlarında büyük Arap devrimi adı altında sömürge olmaktan kurtulan Araplar, insanlığa çağının ilk ulusal kurtuluş mücadelesini armağan etmiştir. 20. Yy. ulusal kurtuluş savaşları bu süreçle başlar. Arapların tarihi kültür birikimleri, İslamla birlikte başlayan uluslaşma bilinçleriyle, 400 yıllık din aldatmacasının, hilafete riayet adı altında süren Osmanlı hükümranlığına son vermiştir.


Ulusal kurtuluş savaşı bir özgürlük savaşıdır, bir birikim, bir kararlılık ve arkasında halkın duruşuyla tartışmasız savunulan dava, o ulusa ait bir değerdir. Bu süreçte kiminle nasıl bir ittifak kurulduğunun hiç bir önemi yoktur. Sonuçta bu ittifak Arapları 22 devlet olarak parçalamış olsa da. Özgürlük, esaretten daha değerlidir.


20. Yüzyılın toplumsal armağanını insanlığa sunan Araplar 21. yüzyılın toplumsal uyanış armağanını da sunmanın onurunu taşıyorlar. Tunus’ta yaşanan "Yasemin Devrimi" bu mesajın adıdır.


Yerküremizin siyasal olaylarını takip eden her okurun, Arapların böylesi bir adımı atacak yeterlilikle siyasal uyanış içinde olan bir ulus olduğunu kestirmesi zor değildir. 60 yıldır süren Arap halkının farklı saha ve siyasal eğilimdeki direnme etkinlikleri, bunun dikkat çeken verisi olarak görülmelidir. En solundan Filistin direnişinin haklı mücadelesi ve en sağında El Kaide örgütünün dünyanın her köşesinde giriştiği terör eylemleri ve ülkelerindeki diktatörlüklere, uğradıkları baskı ve zulme karşı bitip tükenmez kararlılıklarıyla Arap sivil toplum örgütlerinin mücadelesi bunun önemli bir göstergesidir; İntifada öğretisini İsrail siyonizmine karşı geliştirirken de bir halk olarak Araplar insanlık ailesindeki tarihsel misyonunu ortaya koymuştur.


Ne yazık ki ülkemiz okuru büyük çoğunluğunun bu gerçekleri yakından izleme fırsatı olamamıştır. Ülkemiz medyasının sınırları İstanbul’un banliyölerine bile zar zor ulaşabilmektedir. Ancak Arap alemini yakından takip edenler çok iyi bilirler ki bu halk dünyanın en dinamik ve en siyasallaşmış halkıdır.


Bunun nedenleri de ne ırki ne de dini nedenlerdir; bunun temel nedeni, Tel Amrana anlaşmalarından (Hitit-Mısır Kadeş savaşı ve Tel Amrana barışı) bu güne, dış güçlerin bölgemizin yer altı ve yer üstü kaynaklarına yönelik talancı eğilimleridir. Bu eğilimlerin oluşturduğu politikalar, insanlığa ilk uygarlıkları sunan bu bölgeyi ve halklarını, baskılar altında içine kapalı olmaya zorlamış, geri konumda kalmasına, kuşaklar boyu böl-yönet taktikleri altında birbirine kırdırılmıştır. Arap halkı bu müdahaleler karşısında toprağını savunmak zorunda kalmış, kendi bağımsız siyasal tercihlerinin savaşı için ölüp ölüp dirilmişti.


Ülkemizin sığ siyasal algılarının, kocaman Arap ulusunun küçücük İsrail karşısındaki yenilgilerinden, Osmanlıyı arkadan hançerlemesinden söz etmenin ötesinde bir bilgi dağarcığı yoktur.


Bu anlayışlar bölge olaylarının cahilce algılanmasıdır. Araplar Osmanlı tasallutuna karşı, Atatürk’ün Cumhuriyeti kurma mücadelesi gibi bir mücadele vermiştir. Türk ulusunun bile Osmanlıdan kurtuluş için savaş verirken, Arapların, Osmanlı sultası altında kalmasını istemenin anlamsızlığını değerlendirmeye bile gerek yoktur.


İsrail’e karşı savaşta ise Arapların, yeryüzünün tüm emperyalist güçlerine, onların tükenmez lojistik desteklerine karşı savaştıklarını söylemeye bile gerek yoktur. Kıbrıs gibi küçücük bir adayı ele geçirmek için; topu topu 10 bin milis gücüne karşı 750.000 askeriyle ağır kayıplar vererek iki çıkarma yapmayla öğünen ülkemiz egemenlerinin, ekmeğin bile karneye bağlandığı bir koşulda, ancak yarı yarıya işgalden başka bir sonuç alamamış olunması göz önüne alındığında, Arapların Filistin davasındaki 60 yıllık direnmelerine büyük paye biçmek gerekir.


Araplar, 21. Yüzyılın ilk yıllarında insanlığa siyasal uyanışın modern çağın etkinliğiyle ortaya konuşunu anlatmaktadırlar. İletişim teknolojisinin, diktatörlüklerin tüm yasaklarına karşı halkın yararı için bir araç olabileceğini göstermektedirler. Bu araçlarla toplanmakta ve bu araçlarla ayağa kalkabilmektedirler.


Uzun süreden beri bölgemizin Batı yakası kaynamak üzere diye yazıp durdum. Doğu yakası dinginleşirken Batı yakasının ha patladı ha patlayacak olduğunu dile getirdim. Tunus halkı siyasal bir devrime yöneldi. Ancak bu sürecin henüz başında olduğu bilinmelidir. Tunus ordusunun yaptığı açıklama "halkı, devrimi ve güvenliği" sonuna kadar korumaya kararlıyız demesi kansız denilebilecek kadar sakin bir dönüşümün yaşanacağına işaret etmektedir.


Tunus halkı, diktatör Zeynelabidin Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesinin yetersiz olduğunun bilincinde olarak eylemlerine devam etmektedir. Hükümetin istifasını, eski yönetimin yetkililerinin yargılanmasını tek parti egemenliğinin temsilcisi Demokratik Kongre Partisinin ilgasını, genel af ve halkın taleplerinin ikame edilmesi inancıyla hala meydanlarda çıkarlarını ve haklarını savunmaktadır.


Tunus halkının bu dik duruşunu sulandırmak, işlevsiz ve sınırlı kalmasını isteyen çevreler bir yandan terör ve bozgunculukla, diğer yandan uluslararası baskılarla süreci kuşatma çabası vermektedirler. Ancak Tunus halkı, gerek yarım asırı aşan diktatörlük koşullarında ve gerekse son 23 yılın Bin Ali diktatörlüğü altında muhalif siyasal önder yetiştirme sorunlarına karşın, yeni siyasal önderlerini hızla yetkinleştirmeye başlamıştır. Tunus ilk kıvılcım olarak hızla bölgemizi sarmalayan haklı ayaklanmalara esin kaynağı olmaya devam etmektedir. Arapları birbirine bağlayan bin bir bağ, bu süreçte de kendini açıkça ortaya koymuştur. Tunus halkının devam eden mücadelesinin, Arap ülkelerinde sırasını bekleyen diktatörlüklerin devrilmesinde de önemli rol oynamaya devam edeceğini söylemek yanlış olmayacaktır.


Lübnan'da halk çok farklı bir başarı kazandı. Mısır, Yemen, Ürdün ve Cezayir de sürecin etkilerini ve sarsıntılarını izlemekteyiz.


LÜBNAN'DA DURUM


Henüz Tunus derin bir sessizlik içindeyken, Lübnan kaynama noktasına gelmişti. İktidarda Batı’nın, İsrail'in ve gerici Arap yönetimlerinin desteklediği Saad el Hariri yönetimi hüküm sürüyordu. Ancak Hariri’nin hükmü sınırlı olan koalisyon hükümeti, içinde kaygan çoğunluk barındırıyordu. Koalisyonun muhalefet güçleri (ki, bunlar Lübnan’ın Siyonizm’e ve emperyalizme karşı direnen güçlerinden oluşmaktadır), hükümette sahip oldukları etkin mevkilerde kilit rol oynamaktaydı. Yurtsever Birleşik Hükümet koalisyonunda dengeler böylesi bir dengesizlik arz ediyordu.


İsrail-emperyalist ve gerici Arap etkinlikleri direnme güçlerini ezmek üzere kurguladıkları bir girişimle, ülkeyi iç savaşın eşiğine kadar sürüklemek istediler. Başbakan Refik El Hariri suikastıyla ilgili, BM tarihinde ilk kez şahsa münhasıran kurulan mahkeme bu çabaların en önemli unsuru olmuştu. Özellikle ABD, bu mahkeme aracılığıyla direnme güçlerine baskı yapmakta, hazırlanan ama bir türlü açığa çıkartılmayan iddianamede Refik El Haririnin katledilişini direnme güçlerinin sırtına yıkacağı sinyalleri veriliyordu.


Bu konuda oluşturulan uluslar arası mahkemenin normal bir adli süreç yerine, siyasi bir tutum olarak kendini gösteren işlevi açığa çıkmıştır. Suikastla ilgili olarak önce, Suriye’nin suçlanacağı tehdidinin yapılması ve ardından bundan vazgeçilip direniş örgütü Hizbullah’ın töhmet altına sokulacağı bilgisinin basına sızdırılması ve son olarak, kapalı kapılar ardında yapılan toplantılarla adaletin değil şahsi kinlerin, devletlerarası komploların ittifakını gösteren, yalancı şahitlerin yönlendirilmesiyle iddianamenin oluturulacağının ortaya çıkması, bu mahkemenin adli olmanın ötesinde bir yerde durduğunu göstermiş oldu.


Bu gelişmeler Lübnan’da sarsıcı etkiler yarattı. Hükümetten çekilen direnme güçleri, hükümetin istifasına yol açtı. Yeni hükümet için Lübnan’da takip edilen yol gereği, Cumhurbaşkanının milletvekilleriyle yaptığı danışma turlarından, halkın gerici Saad El Hariri yönetiminden ve onun dış güçlere olan bağımlılığının ülkeyi felakete götüreceğini gösteren sonuçlar çıkmaya başladı.


Hariri yönetimi Lübnan’ı borç bataklığına götüren liberalleri temsil ediyordu. Açlık ve yoksulluğun ülkede aldığı korkunç boyut, Lübnan’ı Lübnan yapan birçok parametrenin de sarsıldığını gösteriyordu. Ülkede kamu servetlerinin hortumlanmasından, İsrail’in çıkarına olacak kimi kararların alınmasına kadar, günlük yaşamın her alanında inanılmaz bir çabanın adım adım ikame edildiğini, Lübnan özgülüne ait çoğulculuğun birbirini yok etmeye kurgulanmış mezhep kavgalarına doğru değiştiğini gösteren gelişmeler ortaya çıkmıştı. En önemlisi de İsrail'i 2006 savaşında dize getiren ve Batılıların bölgemize dayatmak istedikleri egemenlik planı olan Büyük Ortadoğu Projesi'ni(BOP) de tarihe gömen direnme güçlerinin tasfiyesi için özel çabaların verilmesiydi.


Lübnan halkının siyasal temsilcileri bu gidişe en kansız ve en demokratik yollarla son verme kararlılığı gösterdi. Milletvekilleri danışma turlarında Sünni olması anayasal gereklilik olan Başbakanlığa Necip Mikati'yi önerdi (Lübnan'da danışma turları, hükümet kurma teklifinin yapılacağı Başbakan adayını belirler ve Cumhurbaşkanı bunu bir kararnameyle ilan eder. Hükümetin onayı ise normal olarak Parlamentodaki oylamada çoğunluğa bağlı olarak şekillenir).


Necip Mikati, danışma turlarında 68 milletvekilinin onayını alınca, 60 kişinin olurunu alan Hariri karşısında ileri geçerek, sahip olduğu çoğunlukla hükümeti kurma görevini üstlenmiş oldu (Lübnan parlamentosu 128 milletvekilinden oluşur).


Bu gelişme, bağrında bölgemizi yangın alanına çevirecek bir kıvılcım olma ihtimali de taşıyordu. Ancak bölgeyi bilenler gerici güçlerin bölgemizin Batı yakasında bir mantar tabancası sıkacak takatlerinin pek olmadığını da iyi bilirler. Bunu Irak savaşında ve 12 Temmuz 2006 İsrail Lübnan savaşında sonuna kadar tüketmişlerdi.


Saad El Hariri bir kez daha tercih edilerek hükümeti kurma teklifi alsaydı, bu satırların yazarının uzun zamandan beri okurlarına aktardığı sonuç, kızıl kıyametin kopması kaçınılmaz olacaktı. Halkın büyük bir ayaklanmayla iktidarı ele geçirip, gerici güçleri ülkeden defetmesi gündeme gelecekti. Ortaya çıkan tablo en kansız ve en demokratik yollarla da halkın baskısı ve haklı taleplerinin başarılı bir dönüşümü gerçekleştirebileceğini gösterdi.


Lübnan, ne kanlı bir sürece ne de büyük bir patlamaya yönelmedi. Gerici güçler direnen halkın gücü karşısında, bu dipten gelen sessiz dönüşüme karşı geri çekilmeyi yeğledi. İlk gün ve ikinci gün ortaya çıkan sokak arbedesi ise büyük gerginliğin çözülmesinden ibaretti. Bu boşalma, Hariri’nin (26 Ocak 2011) ve önceki Başbakanlardan Hariri yanlısı Fuat El Senyora'nın açıklamalarıyla (27 Ocak 2011) sokaklar aniden sustu ve sokak lümpenleri gerisin geriye çekilmeye mecbur kaldı. Bu arada çok komik bir hadise de canlı yayına yansıdı. Sokaklarda terör estiren Hariri yanlısı lümpenler arasında yer alan, gerici bir gazeteci olan Muhammed Selami, Suriye aleyhine hamasi bir konuşma yapıyordu. O an yapılan bir telefon uyarısıyla Saad El Hariri’nin gazeteciye "ne yapıyorsun Suriye ile yeni barıştık sesini kes" demesi canlı yayına takıldı. Konuşan gazetecinin mikrofondan "başım gözüm üstüne" diyerek susup çekilmesi ise, günün en flaş konusu oldu (ülkemizdeki Hariri yanlısı kimi basın mensuplarının kulağı çınlasın).


Lübnan’da yeni hükümeti Mikati kuracak. Direnen güçlere dayanarak onların tümden olmasa da temel taleplerini yerine getirerek hükümetine onay alma çabası içinde yeni turlarına başlayacaktır. Bu durumda gerici güçlerin baskısı artacak ve gerginlik farklı bir boyut almış olacaktır.


Lübnan, bu adımla bölgenin en gergin ülkesi olmaktan en barışçıl şekilde yeni bir aşamaya geçtiğini gösteriyor. Ancak bu aşamanın kendi gerginlikleri olduğu ve öncekinden hiçte az olmayacak çekişmelerin odağı olacağını burada tekrarla belirtmem gerek.


Lübnan halkı, keskin bir dönüşüm yerine, ara aşamaları, geçiş süreçlerini tercih etti. Bu ara süreçte sorunlarını bir rotaya oturtmaya çalışacağını gösterdi. Ancak saflaşmanın keskinliği ortadan kalkmadı. Direnme güçlerinin hesapları, böylesi ara aşamalar gerektiriyor. Her an çok da kolay bir biçimde iktidarı ele almaları mümkünken bunu yapmadılar. İsrail'in kaçarak Güney Lübnan'ı terk etmesinden bu yana, 25 Mayıs 2000 tarihinden itibaren iktidarı tek başlarına ele alma koşulları olmasına karşın bu yola başvurmayan direnme güçleri, dış güçlere yeni müdahale bahanelerini kışkırtmamak için, ülke çoğunluğunun onayını alarak uzun mücadele sürecinde, silahlarını da koruyarak, iktidarda ortaklıkla yetinmeyi tercih etti.


Bu gün Lübnan'ı dik tutan, direnme çizgisinde koruyan, Kafkaslardan Irak'a, Lübnan’dan Akdeniz’e bölgenin enerji kaynaklarını denetlemek üzere kontrol etmek isteyen emperyalist-Siyonist güçlerin kolunu kanadını kıran güç, halkın direnme iradesi ve onun arkasında duran kararlılığıdır.



CEZAYİR, ÜRDÜN, YEMEN...




Tunus halkının Yasemin devrimi, bölgede sarsıcı etkilerini sürdürüyor. Yemen ayakta, Ürdün ayakta. Cezayir ciddi sarsıntılar içinde. Gençler üstelik en önemli eğitim aşamalarını geçmiş işsiz gençler kendilerini kolayca parlamentoların önünde yakıyor, bu halkın haklı davaları adına ölümü göze almaktan çekinmiyorlar.


Tunus’lu şairin sözleri her yerde bir bayrak olarak dalgalanıyor.

Eğer ki halk bir gün özgürce yaşamı isterse, kader de buna kesinlikle cevap verecektir.

Ve kesinlikle karanlıklar göçecek, zincirler kırılacaktır.”
(Tercüme: Mihrac Ural)

Arap aleminin özgürlük ateşini 20. Yüzyıl ortalarından bu güne taşıyan bu beyitler, şair Ebul Kasım Şabi'nin tüm insanlığa armağanı gibidir.

Bu mesaj Arap ülkelerinde yankılanmaya, halkın ayağa kalkışıyla dile gelmeye devam ediyor.


Cezayir ilk elden, gençlerin kendilerini yakmalarıyla ilgili bir komisyon kurarak sorunları yerinde tespit etme ve karşılamak üzere çalışmaya başladı. Ancak bu yeterli bir çaba değildi ve halkın tepkisi içten içe olgunlaşmaya yönelmektedir. Cezayir’deki kaygılar, ilkel bir dini hareketin gelişmeleri kontrol ederek çok daha baskıcı bir yönetime yönelmesidir. Bunun için Cezayir halkı temkinli tepkilerle süreci kontrol etme eğilimi göstermektedir. İçten içe olgunlaşan tepkilerin bu dengenin çözülmesine bağlı olarak dışa yansıyacağını kestirmek zor değildir.


Ürdün, en zayıf halka. % 60’ı Filistinli olan Ürdün'de hakim olan aile kastı, ne tarihi ne kültürel olarak Ürdün’le bağlantısı olmayan bir iktidar kurmuştur. İngiliz’lerin desteğiyle, Arabistan yarım adasında Kral Hüseyin’in oğlu Ali'nin, egemenliğini Suud ailesi karşısında yitirmesini telafi etmek üzere Irak ve Ürdün diye iki devlet yaratıp Mekke Şerifi lakaplı Hüseyin’in iki oğlunu Faysal ve Abdullah’ı kral ilan ederek desteklemiştir. Posta memurluğundan Irak ve Suriye krallığına gelen Faysal, Suriye’de siyasal çoğulculuk algısı altında ezilerek çekilmiştir. Irak'ta aile efradı ile krallığı devam ettirdiler, o da 14 Temmuz 1958 devrimine kadar sürdü. Ürdün’de ise, İsrail ve İngiliz-ABD desteğiyle ayakta kalan rejim Filistin konusunda Araplara karşı en hain yönetim olarak ayakta tutulmuştur.


Bu topraklarda halkın başına musallat edilen ısmarlama iktidarların en zayıfı Ürdün'de hüküm sürmektedir. Ancak halkı indinde bu zayıflık bölgenin dış güçlerce en çok desteklenen yönetimini de böylece getirmiş olmaktadır. ABD ve İngilizler için Ürdün, bölgenin vazgeçilmez bir ileri mevzisidir (bu günkü Ürdün Kralı II. Abdullah'ın annesi, Kral Hüseyin'in karısı Mariya, İngiliz asıllıdır ve halen İngiliz vatandaşıdır. Annesi Ürdünlü Arap olan Veliaht Hamza ise, bu günkü Kral II. Abdullah tarafından, tahta geçer geçmez azledilmiştir).


İsrail'le ebedi barış anlaşmasının mimarı olan Kral Hüseyin’in ülkesi Ürdün, oğlunun hükmü altında bölgenin en gerici diktatörlüğünü sürdürürken, halkın yükselen tepkisi karşısında en zayıf iktidar olmasına karşı dış desteği en güçlü iktidar olarak yoluna devam edeceği gözlemlenmektedir. Ürdün halkası İsrail halkasının kırılmasıyla düşücek bir özellik arz etmekttedir. Okurun olayları izlerken bilmesi gereken en önemli noktalardan biri de budur.


Yemen de ise halk çok ciddi bir direnmeye koyulmuş gibidir. Yemen, ülkemizde türkülerle bilinen Yemen'dir. "Yemen’e gideni gelir mi sandın" cümlelerinde anlam bulan bir ülkedir. Anadolu gençlerini, kendi gasp ve talanları için, ilgilerinin olmadığı topraklara süren Osmanlıya karşı halkın türküleridir. Yemen, Araplar arasında Osmanlı konusuyla ilgil olarak "Anadolu mezarlığı" diye tanımlanır. Osmanlı'nın fethedemediği Arap ülkesi Yemen'dir. Anadolu gençlerine mezar olan Yemen, gidenin dönemediği Yemen, bu Yemen’dir. "Yemen yamandır".


Yemen’i de ikiye bölerek, 20. Yüzyılın ikinci yarısında birbirine düşman kıldılar. Emperyalistlerin Araplara çektirdiği en büyük acılardan biri de Yemen'de yaşandı. Cemal Abdulnasır'ın prestijini çizen de Yemen’e müdahalesi oldu. Son olarak Suudi Arabistan’ın askeri karizmasını yerle bir eden Husi savaşçıları da bir avuçtur.


Bu Yemen halkı yaman bir yerdedir. Ayaklanmaya en yatkın Arap halkı Yemen halkıdır. İnatta, kararlılıkta, haklarının arkasında durmada, en ısrarcı olan da Yemen’dir.


Yemen halkı bu gün kırk ipte cambazlık yapan yönetimine karşı direnmeye başladı. Tunus rüzgarı Yemen’de çok kanlı bir süreci başlatabilir. Yemen ne Lübnan gibidir ne de Mısır. Yemen’de en küçük soruna bile, eldeki en büyük silahların ortaya çıkmasıyla ve ölüm kusmasıyla çözüm aranır. Aşağısı kurtarmaz.


Yemen halkı, Kuzey ve Güney Yemen'in Ali Abdullah Salih önderliğinde birleşmesinden bu yana, ikircimli politikalarıyla, baskı ve zulmüyle dengesiz olan yönetim karşısında hoşnutsuzluğunu dile getirip durmuştur. Farklı mezhepsel inançlara çektirilen ölümcül çileler ise, hala devam eden silahlı ayaklanmalara neden olmuştur. Bu gün Yemen halkı, yoksulluğa, işsizliğe, kamu servetlerinin hortumlanmasına, farklılıkların ötelenmesine karşı ayağa kalktığını gösteren belirtileri yansıtmaktadır. Meydanlar ayaklanan halkın Ali Abdullah Salih iktidarının ülkelerinden defolup gitmesini talep etmektedir. Suudi Arabistan’ın mali kaynaklarını da yanına alan bu yönetimin, halkına hizmette yaptığı kusurlar artık son aşamasına gelmiş bulunuyor.


Tunus rüzgarlarının fethedeceği en önemli gericilik kalelerinden biri olan Yemen'de devrimi zorlayacak olan, Arap monarşileri ve Suudi Arabistan mali kaynakları olacaktır. Korku dağları bürümüştür. Arap ülkeleri, özellikle akıl almaz petrol servetleri üzerine konmuş küçük aşiretlerin oluşturduğu devletçikler, bir ulusun en zenginlik kaynaklarını aile şirketi olarak gasp ettikleri bir koşulda, gelişen halk hareketlerinin bastırılması için, ellerinden gelen her kirliliği yapmaya çalışacakları açıktır. Yemen gericiliğinin düşmesi körfezin tüm çadırlarını yıkacaktır. Bunun bilincinde olan aşiret devletçiklerinin emperyalist güçlerle birlikte yakın alandaki halk ayaklanmalarının susturulması için kaynak aktaracakları açıktır. Yemen'de Salih iktidarının bunu sonuna kadar istismar edeceği de beklenmelidir.


Yemen'de halk kazanırsa, körfezin petrol servetlerini Arap halkına kazandırır.


Mısır'da halk kazanırsa, tüm Arap alemi 21. Yüzyılı kazanır.



Evet, bu makalenin son halkasını Mısır halkının diktatörlük karşısındaki başarısının etkilerini kısaca belirterek noktalayacağım.


Mısır Araplar için "um el dünya" dır (Yeryüzünün anasıdır, uygarlıklarının kaynağıdır). Mısır, Arapların çağdaşlaşmadaki öncüsü, her açından yoğunluklarının temsilcisidir. Sanat, edebiyat, nüfus, askeri güç, üretim, evrensel ilişkiler, mozaik dokusunun bileşkesi (İslam-Hıristiyan, farklı inançların bir arada yaşayabilme uygarlığı, zenginliği), ulusal uyanışın en kadim temsilcisi, insanlık uygarlıklarının en kadim ve en meşhur olanıdır.


Bu görkemli ülke, bir diktatörlüğün kirli elleri altında, halkın her türden tarihsel birikimlerine karşı bir baskı hükümranlığı altında tutulmuştur. Tüm insani, siyasi, tarihsel değerlerini yitirmiş, içe kapanan bir bataklığa dönüşmüştür. Filistin halkına karşı en acımasız kararlara ortak olan, Gazze’yi aç bırakan bu ülke yönetimdir ki Mısır halkı insanlık indinde ve Arap kardeşleri karşısında büyük bir elemle yöneticilerinin bu duruşlarını izlemektedir. Kamu servetlerinin talan edilişi Mısır'da bir anayasa hükmü gibi işler hale gelmiştir. Açlık ve sefalet, işsizlik ve iflas, uyuşturucu ve kadın ticareti tarihinin en çirkin boyutlarına ulaşmış bulunmaktadır; İslam dininin bile akıl almaz tahrifatları bu siyasetin örtüsü olarak Ezher şeyhlerinin elinde bir araç olmuştur. Mısır bu yanıyla, Arap alemine yaptığı öncülük sıfırlanmış, kararları ciddiye alınmaz bir kukla ülke olarak görülmeye başlamıştır. Irak savaşında takındığı tutum, İsrail'in Gazze saldırısı karşısında gösterdiği insanlık dışı duruşu, alnına bir kara leke olarak sürülmüştür. Mısır yönetimi, halkının iradesini en aymazca çiğneyen bir yönetim olmuştur.


Bu gün Mısır halkı bu makus kaderi değiştirmek için ayağa kalkmıştır. Tunus devriminin rüzgarları Mısır'da haklı bir cevap buldu demek yanlış olmayacaktır.


Bölgemizi kasıp kavuran bu tarihi gelişmelerin en dikkat çeken yönü, hakları uğruna ayaklanan Arap halkının dini alet eden siyasal gericiliğe prim vermemesidir. Tunus'ta olduğu gibi, Yemen ve Mısır'da da irticaya yer bırakılmamıştır. Bu veri gelişmekte olan halk ayaklanmalarının en önemli verilerinden biridir. Mısır'da Müslüman Kardeşler Örgütü "ayaklanmalarla bir ilgimiz yok" diyerek, dini gericiliğin gerçekçi halk davalarında bir rol oynamadığına önemli bir referans olmuştur.


Buradan bir kez daha belirteyim. Ayaklanma, hak arama, direnme, İslam dininin Sünni mezhep yorumunca günah sayılacak kadar onaylanmaz bir tutumdur; hakim olana biat etmek esastır. İslamda direnme çizgisi daha çok muhalif mezheplerin geleneğidir. İslam sükundur, medenileşmenin dile getirdiği yerleşim ve uyumlaşmadır, sevra (ayaklanma, direnme, devrim), dinin ortodoks yorumunda "anarşi" olarak görülür. İslamın en ortodoks algılarının hakim olduğu Mısır'da halk, açlığa, işsizliğe, kamu servetlerinin talan edilmesine dayanamaz hale gelmiştir. Ayağa kalkmıştır.


Mısır, sadece Mısır halkı ya da Araplar için önemli değildir. Dünyanın tüm büyük devletlerinin ilgi odağıdır da. Mısır, Ortadoğu ve Afrika demektir. Mısır merkezli bir güvenlik dairesinin kapsadığı etki alanları yeryüzünün temel sorunlarının yaşandığı alanlardır. Mısır bu açıdan şanslı olduğu kadar, şanssızlığı da bulunmaktadır. Mısır'da diktatörlüğün kırılması bu açıdan karşısında dünyanın tüm güçlerini bulma ihtimali az değildir, bu nedenle başta emperyalist güçler olmak üzere Mısır’da yönetimin radikal yollara girilmeden değişmesinden yana tutum aldıkları gözlemlenmektedir. Bu sürece özelikle ABD, Fransa ve İngiltere’nin doğrudan müdahalesinin olacağı açıktır.


Yarın Cuma 28 Ocak 2011. Nobel ödüllü, Dünya Atom Enerjisi Kurumu eski Başkanı Muhammed El Baradey, Mısır'daki gösterilere katılmak üzere ülkeye döneceğini açıkladı. Cuma namazının ardından beklenen büyük gösterilerin dizginlenmesini isteyen Batılı güçlerin, sürece müdahale etmek, kırılmanın bir solcu askeri darbeyle daha da radikalleşmesini engellemek üzere, yoğun çaba içinde oldukları bilinmektedir.


Bu gelişmeler halkın engellenemez hak arayışlarının daha uzun bir süre, sorunların nedenleri arasında olan bu dış güçlerin müdahalelerine karşı mücadele etmeleri gerekeceğini gösteriyor. Bu açıdan başlayan ama tamamlanmamış uzun erimli bir mücadelenin başlangıcında olduğumuzu ifade etmek yanlış değildir.


Mısır'da diktatörlüğün düşüşü Arap halkına 21. Yüzyılı kazandırır dedim, bu tam anlamıyla gerçekçi bir tespittir. Arap halkı Mısır’la büyür, Mısır’la küçülür. Arap halkının yarım asırdır çözülmeyen haklı davalarının arkasında Mısır'ın düştüğü durumun etkisi çok önemlidir. Bu ülke halkının haklı talepleri etrafında yer alan bir yönetimle, tüm Arapları etkileme gücüne sahip potansiyelde bir ülkedir. Arapların tutumunu birleştirecek en önemli güç de Mısır'dır. Mısır halkının başarısı bu açıdan 21. Yüzyılda tüm halkların da başarısı için önemli bir adım olacaktır.



Kıssadan hisseye gelince:


Ülkemizin bu rüzgarların etkisinde kalmayacağını sananları uyarırım, yanıldıklarını bilmelidirler. Bu rüzgar, haksızlıklara karşı en sessiz kalan, en çaresiz, en olanaksız olduğu sanılan, dolayısıyla ne kadar baskı altında tutulursa o kadar sessizleşeceği sanılan halkın yaratıcı sonucudur. Bu geleneği 20. Yüzyılda olduğu kadar, 21. Yüzyılda da Arap halkının göstermiş olması bu halkın derin kültürel algıları ve tarihiyle uyumludur. Yeryüzünün bu günkü en siyasallaşmış halkının Araplar olduğu tartışma götürmez şeklide entelektüel çevrelerde bilinen bir gerçektir. Bu halkın tarih ortaklığı, inanç ortaklığı ve coğrafi ortaklığıyla ülkemizi etkilemeyeceğini düşünmek yanlıştır.


Bu nedenle ülkesinin iç sorunlarını öncelikle demokratik yollarla da çözmeye yönelmeyen her yönetim, karşısında halkın ayaklanmasını ve bunu ani bir patlamayla kendini ifade etmesini beklemelidir. Yeryüzünün hiç bir güvenlik önlemi ya da silahlı gücü halkın ayağa kalkmış iradesini dizginleyemeyeceğini, engelleyemeyeceğinin bilinmesini bu son bir kaç günde bölgemizde ortaya çıkan olaylarla görmek zor olması gerek.


Ülkemizde halkın devletle ilişkisinde bir biat kültürünün hakim olduğu biliniyor. Ancak halkımızın direnme kültürünün de az olmadığını belirtmeliyim. Osmanlı tarihi ve Anadolu halklarının, özellikle de Kürt halkının son 200 yıl içinde ortaya koyduğu direnme performansı, geleceğin mesajını yeterince yansıtmaktadır.


Ülkemizi ağır kayıplara yöneltmeden, barış içinde sorunlarımızı diyaloglarla çözmek için hepimize düşen görevler vardır; bunun için iktidarlar kendi tarihleriyle yüzleşmekten çekinmemeli, değişimin gelip kapıya dayandığını bilmeli, halkı daha çok oyalayamayacaklarını da anlamaları gerekmektedir.


Bu ülkede daha çok özgürlük ve demokrasinin kanal ve alanlarını anayasal güvencelerle hak sahiplerine teslim etmeden bir adım ilerlemenin olmayacağı bilinmelidir. Bu ülkenin birimizin değil hepimizin olduğuna gerçekten inanıyorsak, bunun gereği olan farklılıklarımızın eşitler olarak haklarının paylaşılmasını da başarmamız gerekmektedir.

Hiç yorum yok: