HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

3 Nisan 2008 Perşembe

AYDINLANMA ve MODERNİTE


Aydınlanma ve Modernite

Mihrac Ural

mircihan@gmail.com

5 Aralık 2007

Yener Orkunoğlu’nun kaleme aldığı “Türk ve Kürt Modernleşmesi” makalesini, her zamanki gibi önemle okudum. Basılı yayında da yayınlanan makalelerinin kısa olması, ele aldığı konularla her zaman uyuşmamaktadır. Bu makale ise çok daha kritik bir makale. Konuya giriş için bile okuyucuya tarihsel anlamda ilgili süreçlerin en azından konu için kısa da olsa aktarılması gerekmektedir.
Orkunoğlu önemli bir konuya değinmiş, aydınlanma ile modernleşme arasında fark koyarak, 20. yüzyılın başlarından itibaren kendini daha çok açığa vuran biçimsel değişimlerin iç dokularında, ciddi bir yenileşmenin ve buna ait ekonomik, toplumsal ve siyasal içselleştirmelerin olmadığını, hazmedilmemiş tarih süreçlerin bir taklit olarak gelip kendini çarpıkça dayatmasının bir modernleşme olarak belirdiğini dile getirmiştir. Orkunoğlu’nun makalesinin sınırlarına sığmayan bu belirlemenin devamı olmalıydı; ancak yok. Bir polemikten çok, bir sohbet olarak kavranması gereken bu satırlarım; eksikleri tamamlamadan çok, onlara dikkat çekmeyi içeren ve ana yönelimleri belirleyen bir içerikte olacaktır.

1.
Yeni uygarlık, küresel üretim ve mülkiyet ilişkileriyle, feodalizme karşı kapitalizmin 14-15. yüz yılda oynadığı rolü oynuyor gibidir. Gelişip egemen olması muhkem olan bu yenilenme, bir tarihsel devrim için olgunlukları hızlandırmaktadır. Bu, insanlık için çok ciddi yeni bir aydınlanmanın fırsatını da beraberinde getirecektir. Doğaya bakış ve doğayı yorumlayışta olduğu kadar, yaşama dair tüm normların bir değişim sürecidir bu, tarihsel bir devrim ve dönüşümdür. İnternet iletişiminin PTT’ye yaptığı geri dönülmesi mümkün olmayan bir devrimdir. İnsan hakları algılayışı dahil, bilim ve bilgide de ve onların sonuçlarının insanlık ilişkilerine yansımasında da büyük bir değişimin eşiğidir bu gelişmeler. Doğal olarak bu süreç kendi aydınlanmasını da birlikte ortaya koyacaktır. İşte sorunumuzda tam buradadır. Bunun bilince çıkartılmasında, bu gerçeklerden yana olunmasında, eski uygarlığın her türden siyasal ve sosyal olgularının bu günün gelişimi karşısındaki tıkayıcılığına karşı mücadelesinden yana olma sorunudur.

Makalede, Kürt modernleşmesi için önemli bir tespit var. Türk modernleşmesinin aksaklıklarının tecrübesi üzerinde yükselme eğilimi ihtimalinden söz ediliyor. Bunlar önemli ve açılmalıdır. Kürt modernleşmesinin, Türk tecrübesini tekrar edebileceği kadar, kendine has bir yol seçerek sadece modernleşmesini değil; ama aynı zamanda aydınlanmasının da sorunlarını çözme şansı olduğunu ihtimal dışı tutmamak gerek derim.
Bunun iyi kavranması için öncelikle Batı aydınlanmasının belli bir tarihe ait özgünlüğünün, mutlak olmadığını bilince çıkartmalıyız. Makaledeki vurgular daha çok aydınlanmanın tarihte bir kez olan ve Batı’ya ait olan bir veri olarak alındığı izlenimi bırakmaktadır, her ne kadar tanıdığım Orkunoğlu’nun böylesi bir temel yaklaşımı olmasa da. Aydınlanma hadisesinin illa ki batılı olduğu ve olacağı yaklaşımları bence çok ilkel bir tarih bilincine ve geleceği Batı ulusları tekeline bırakmak demektir. Ki çoğu aydın ve bil cümle sol bu kısırlık içinde gelişmeleri tanımlama çabası içindedir.
Aydınlanma süreçlerinin bölgemiz halkları için batı tarzı olma gerekliliği var sayılıyor. Makalede de bu belirleme ağırlıkta. Evet, Batı’nın ortaya koyduğu bir aydınlanma ve çağı vardır. 18. yüzyıl felsefesini tanımlayan aydınlanma, önceki yüzyıllar üzerinde yükselip sonraki yüzyılların modernleşme sürecini açan aklın özgürleşmesini, dinin insan aklının doğayı ve toplumu eleştirel süzgeçlerinden geçirmesini engelleyen kilise egemenliğine son veren bir çağ olarak insanlık için önemli bir atıldır.



Ancak bu aydınlanmaya yapılan ısrarlı vurgu ve bu çağın kendine özgü aydınlanması olduğu gerçeğinin hiç dile gelmemesi, Batı aydınlanmasını tarihte bir kez yaşanan ve bir daha kimsenin yaşamayı umut etmesi dahi mümkün olmayan bir fenomeni haline getirmektedir. Bu tarz bir sunum yanlıştır diyorum. Bence her büyük tarihi kesitin kendine göre bir aydınlanma sı ve bunun gerekçesi ve bunun sonucu özgün bir modernleşmesi vardır. Bunu anlamak için batılı aydınlanma çağından önceki Yunan ya da İslam aydınlanma çağlarına gönderme yapmak yanlış olmayacaktır. Bu birikimlerdir ki, insan aklının kolektif gelişme düzlemlerini tanımlar. Tarihi her büyük kesitinin kendi aydınlanma birikimleri vardır. Tarihi ilerleten en önemli faktörler arasında da bunlar bulunmaktadır. Bu da her tarihi kesit içinde kolektif insan aklının ürünü olarak gündeme gelmiştir. Elbette ki, bu aydınlanma atılımlarını tırnak içinde batılı aydınlanmayla bire bir algılamamak gerektiği de açıktır. Ancak her bir tarihi süreçte cereyan erden aydınlanmalar bir sonraki için önemli bir veri olmuştur. Bundan sonra da gündeme gelecek aydınlama atılımlarına Batının aydınlanması bir veri olacaktır.

Batı aydınlanmasının geçmişte kalan kökleri, bir sonraki tarihsel kesitlerin aydınlanmasına temel bir veri olsa da, artık onun tekrarını yakalama gibi bir çaba ilerici bir çaba olmaktan uzaktır. Dinin topluma dayattığı tüm algılama düzlemlerinin karşısına dikilen ve doğayı çözümleyerek algılanan aydınlığın, toplumu düzenlemede oynadığı rolle kendini tanımlayan Batı aydınlanmasının bu gün için sadece, gelecek aydınlanma için bir veri olarak rol alacaktır. Gelecek tarihi kesitin aydınlanması içinde özümsenecektir. Ancak batı aydınlanmasını, onu yaşamamış ülkeler, uluslar, halklar için aşılması zorunlu bir halka olarak algılamak çok tutarlı bir yaklaşım olmayacaktır. Tarihsel süreçlerde kimi halkaların içselleştirilmesi bire bir o halkaların yaşanmasıyla olmaktan çok, bir ileri sürecin içinde algılanmasıyla da mümkündür. Böyle olmasaydı, uygarlıkların bir biçimde tüm insanlığın malı haline gelmesinin olanağı olmazdı. Arap-İslam uygarlığının görkemli kesitlerinde Avrupa prensleri El Hamra üniversitesinde eğitim görürdü. Aynı kesit içinde, bu günkü Papa 16. Benediktus’un iddia ettiği gibi, Avrupalılık için temel olarak gösterilen klasik Yunan kültürüyle kaynaşmış Hıristiyanlık, insanlığı inanılmaz bir hurafecilikte ve ilkelliğin derin karanlıklarında ısrarcı bir zulümle tutma çabasındaydı. Buna rağmen, Batı kendi reform ve Rönesans’ını yaratırken, bütün bu değerlere savaş açma durumunda kalmıştır. Sıçramasını, atılımını önceki tarih kesitlerinin aydınlanmalarından yararlanarak, onu veri ve temel alarak kendi aydınlanmasının kanallarını açmış ve bunu başarmıştır.


Kant’ın ifadesiyle, “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapare Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster sözü, şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.”


Bu bir “Aklı kullanma cesareti”dir. Aklı bir bilgi havuzu haline getirme değil, Lessing’in dediği gibi "Aklın kuvveti, hakikate sahip olmada değil, hakikatı araştırmadadır." Hakikatten daha önemli olan bu adım özgürleşmenin diğer adıdır ve tüm aydınlanma çağının temeli ancak köklü bir özgürleşme ardından gelecek bir adımdır.


15. yüzyıl ve ardından gelen süreç, özellikle de “Dinde meydana gelen yenileşme hareketleri, dinsel düşüncenin giderek geriletilmesi ve aydınlanmacılıkla birlikte kuruculuk ve egemenlik gücünü kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Rönesans ve reformlarla başlayan bu gelişmeler, aydınlanmacılıkla doruğuna varmış ve buradan itibaren modernite denilen sürecin oluşumunu hazırlamıştır. Bu süreç aydınlamacılıkta ifadesini bulan köklü bir zihin değişikliği anlamına gelmiştir”

Batının 18. yüz yıl felsefesi olarak tanımlanan aydınlanma çağı ve ardından açılan modernite süreci belli tarihi olguların olgunlaşmasına bağlı olarak şekillendiği açıktır. Bu farklı tarihi süreçlerin kendi verilerinin olgunlaşmasıyla bir başka düzlem ve ortamda yeni aydınlanma ve modernite süreçlerinin açılacağına da önemli bir tarih belirlemesi olarak görülmelidir.
Böylesi bir tarih okuması, bize tüm insan topluluklarının uygun bir ortamda koşulların olgunlaştığı yerde, bir biçimde gelişmekte olan, yeni bir aydınlanmanın unsurları olma çabası verme durumunda olmaları gerektiğine işaret eder. Bu gün ise bu çok daha gerçekçidir. Batı aydınlanması üzerinden yüzyıllar geçti. Batı, kendi dinamikleriyle kurduğu uygarlıkla insanlığa inanılmaz ölçekte değerler kattı. Bütün tarihsel uygarlıklar gibi doğup gelişti ve geri sayım işaretleri verme sürecine girdi. Bunun en önemli belirtisi tüm tarih okumalarının gösterdiği gibi, egemenliği zor araçları ve onlara sarf edilen değerlerle sürdürme durumuna düşmektir. Batı, artık küresel ölçekte gericiliğin, baskının, dayatmanın ve savaşların sürdürülmesi için insanlığa zarar veren bir kaynak haline gelmiştir.



Artık, Batı’nın tüm insani değerleri, aydınlanma değerleri insanlığa zarar veren girişimlerin bir maskesi haline dönüşmüştür. Sanayi Devrimi’nin dinamikleriyle gelişen ve yaygınlaşan kapitalizmin, dünya ölçeğinde pazarları açan nesnel gelişimi, meta ihracından, sermaye ihracına ve bilimsel teknik devrim ve ardından gelen bilgi çağıyla, insan kolektif aklının ortaya koyduğu sonuçlar, artık kapitalist ilişkilerin doğal bir işlerlik içinde sürdürülebilmesine hizmet etmez hale gelmiştir. Bu sonuçlar Batı uygarlığının içinden yeni bir uygarlığın verileri olarak işlev gördükçe, kapitalist ilişkiler kendi zor araçlarıyla sürdürülme eğilimi göstermektedir. Küresel üretim bir gerçek olarak, belli bir merkeze tabi olmada bilginin de üretime, hammadde+üretim araçlar+işgücü gibi bir unsuru olarak katılımıyla, sanal üretim gibi yepyeni ve evrensel aklın ortak etkinliğiyle yapılan ön üretiminin katılımıyla adım adım egemen olma yönünde ilerlediği gözlemlenmektedir. Bir yeni uygarlık sistemi kuracak kadar olgunlaşmamışta olsa bu veriler, hızla gelişmekte ve kapitalist üretime alternatif bir üretim ilişkisi ve mülkiyet ilişkisinin önemli belirtileri olarak ortaya çıkmaktadır. Bu gelişmeler insanlığı önemli bir yeniden sosyal siyasal düzenleniş fırsatı yaratmaktadır. Emperyalist kapitalizm ve merkezleri dünya ölçeğindeki yaygınlığına karşı küresel ölçekte bir üretim olarak farklılaşan bu gelişimin ilerlemesine karşı, yüzyılları kapsayacak enerji kaynaklarının kontrolü, nüfus alanlarının yeniden düzenlenişi gibi “Yaratıcı Anarşi”yle ancak izah edilebilecek cehennemi denklemleri kurgulamakta ve uygulamaktadır.


Yeni uygarlık, küresel üretim ve mülkiyet ilişkileriyle, feodalizme karşı kapitalizmin 14-15. yüzyılda oynadığı rolü oynuyor gibidir. Gelişip egemen olması muhkem olan bu yenilenme, bir tarihsel devrim için olgunlukları hızlandırmaktadır. Bu, insanlık için çok ciddi yeni bir aydınlanmanın fırsatını da beraberinde getirecektir. Doğaya bakış ve doğayı yorumlayışta olduğu kadar, yaşama dair tüm normların bir değişim sürecidir bu, tarihsel bir devrim ve dönüşümdür. İnternet iletişiminin PTT’ye yaptığı geri dönülmesi mümkün olmayan bir devrimdir. İnsan hakları algılayışı dahil, bilim ve bilgide de ve onların sonuçlarının insanlık ilişkilerine yansımasında da büyük bir değişimin eşiğidir bu gelişmeler. Doğal olarak bu süreç kendi aydınlanmasını da birlikte ortaya koyacaktır. İşte sorunumuzda tam buradadır. Bunun bilince çıkartılmasında, bu gerçeklerden yana olunmasında, eski uygarlığın her türden siyasal ve sosyal olgularının bu günün gelişimi karşısındaki tıkayıcılığına karşı mücadelesinden yana olma sorunudur. Yeni uygarlık sürecinin solu, devrimcisi bu gerçeklerin verileriyle perspektiflerini oluşturmasının gerekliliği de, konumuz olmasa da anti parantez olarak burada hatırlatılmalıdır.
Bu gün bu açıdan insanlık eşit oranda olmasa da, önemli oranda, çok geniş bir yelpaze içinde böylesi bir aydınlanmanın yükselişine, kendi orijinalitesinden bir katkı yapma olanağına sahiptir denebilir.


Hüseyn bin Hamdan el Hasibi 900’lü yıllarda yaşamış bir düşünür, hakikati akılla özdeştirmiş ve bunun dorukları olduğunu, tarih içinde evrimleşerek, belli doruklardan geçerek ilerlediğini ifade etmiştir. Bu yaklaşımına dayanarak ta, “akılla çelişen insanın kabul sınırlarında olamaz” demiştir. Bu belirlemeyi Kant’tan yüz yıllar önce yapmıştır. Dile getirdiği doruklarda dini şahsiyetleri ve peygamberleri birer simgesel unsur olarak ele alsa da, aydınlanmanın her uygarlıkta belli bir bütünü temsil ettiğini vurgulamıştır. Rast Başin’in “Doğrunun Yolu” adlı kitabında o çağlarda gördüğü bu evrimin devam etmediğini iddia etmek mümkün değildir.
Bana göre, yazılarımızda bu çağın aydınlanması açısından geri ulusların, halkların, ülkelerin ileri ülkelerden çok daha şanslı olduklarını söylemek abartılı olmayacaktır. Şöyle ki, tarihin ilerlemesine dikkatlice bakacak olursak, göreceğiz ki belli bir yükselişten sonra çöküşe giren uygarlıklar, yeni bir hamleyi kendilerinden çok, onları tarihe gönderecek unsurlar yapmaktadır.


Bu, tarihe gömülecek uygarlığın içinden çıkıp gelse de, eski uygarlığın öncüsü olan, onun tüm etkinliklerini tekelinde tutan ve bu gün emperyalist ülkeler dediğimiz çevreler olmayacaktır. Bunlar yeni uygarlığa karşı direnecektir. Bu gün de gerçek küreselleşmenin karşısında küresel gericiliği dayatan da tas tamam bunlardır. Bu yüzden, Batı uygarlığının gelip dayandığı yerde başlayan gerileme ve çöküşte, bu eski öncü ülke ve ulusların katı birer tutucu oldukları ve insanlığa yeni açılımlar sunamadıklarını tespit etmek gerekir. İnsanlığın, çok yönlü gelişiminin durağan olmaması gerçeğinden hareketle de; yeniçağda büyük bir atılımla bu tıkanmayı kaçınılmaz şekilde aşması beklenmelidir. Bu atılım tarihte de olduğu gibi tutucu güçlere karşı direnen, onlara karşı yeni uygarlığın unsurları içinde yer alanlar yapacaktır. Batıda, ulusun feodallere, kiliseye karşı durması gibi; bu çağlarda ulusların, ülkelerin, halkların emperyalist tutuculuğa karşı durma ihtimali gibi.


Bu anlamda, bu gün için geri sayılabilecek ülkelerin, bu tarihi gelişmeyi doğru algılayabilen gelecek kuşaklarının, bu gün ve ileri çağlarda kendi özgün ve o çağa ait olacak bir aydınlanmaya doğru atılım yapmalarının mümkün olduğunu düşünüyorum. Benim vurgusunu yapmaya çalıştığım aydınlanma da bu alternatifte bulunmaktadır.

İnanıyorum ki, emperyalist çok yönlü baskı, işgal, savaş ve bilcümle baskılara karşı gelişecek uzun erimli mücadelede (ki, şimdilik bir yüzyılı geride bıraktık) yeni bir uygarlık koşulları içinde kendi orijinalitesiyle yer bulabilme şansını yakalayanlar, aynı zamanda o çağların aydınlanmasını yaşayacaklardır.


Bilişim çağının etkinliklerini yaşamsal bir insani sistem haline getirecek olanların, bunun bir üretim ve mülkiyet ilişkisi olarak, batıdan nitelikçe farklı bir tecellisi olarak, ikamesinin yeni bir aydınlanma çağı olarak belirmesinin kaçınılmaz olacağını düşünüyorum; bu nokta genişçe tartışılabilir. Ben sadece, aydınlanmanın bildik batı uygarlığının şafağı gibi, klasik bir yerde ve kıstaslarda başlayıp sona eren bir unsur olmadığını belirtmek istiyorum. Her tarihi kesitinin kendine özgü bir aydınlanma trendi vardır diyorum ve bu mutlaka batı türü bir aydınlanma olmayacaktır derim. Bu açıdan Kürtler, Türkler, Araplar ve tüm geri ulus ve ülkeler için, yeni tarihsel kesitin aydınlanmasında eşit oranda rol oynama şansının hala değerlendirilmesine yönelik ciddi fırsatlar olduğunu düşünüyorum. Bunun için aydınların, bilcümle sivil toplum unsurlarını, çağı bilince çıkarmış siyasal güçlerin oynayacağı büyük roller olduğu vurgusunun yapılmasından yanayım.
2.
Tüm olumsuzluklar, özgürlük için ayağa kalkmış bir ulusun çok daha olumlu bir açılım yapması için birer fırsata da dönüştürülebilir. Dünün beyin göçü diye karşı çıkılan etnik göçmenler -küreselleşme çağında çok önemli bir güç olarak- aidiyetlerinin bu çağda kendi orijinaliteleriyle yer almak için bir unsur olarak işlev görebileceklerdir.

Makalede haklı olarak "Olumsuz öğe ne? İki noktaya dikkat çekmekle yetineceğim. Birincisi, toplumsal gerilik ve aşiret ilişkileri, Kürt modernleşmesi içinde dinsel eğilimlere zemin oluşturmaktadır. İkincisi, Kürt modernleşmesi, sosyal sorunlar yeterince dikkate almamaktadır. Sadece ulusal ve kültürel kimlikle sınırlanmış bir projeyi savunuyormuş gibi izlenim yaratmaktadır." denmektedir.

Kürtlerin tarih içinde yakaladıkları en önemli özgürlük halkasının başka ne tür şansı vardı da reddedildi diye düşünmek gerek. Eleştirsek de, beğenmesek de var olan gerçeklikler içinde Kürtlerin bu verilerle özgürlük için çalışmalarını anlamanın gerekliliğini vurgulayacağım. Eleştiri hakkını koruyarak bunu belirlerken bir gerçeği de gözden kaçırmamak gerek.


Kürt ulusunun önemli handikaplarından birinin, büyük bir tutucu dini potansiyelini de kapsıyor olmasıdır. Bu gün AKP‘nin üzerinden nemalanmak istediği ve özgürlük hareketini tasfiye için kullanmak istediği araçlar arasında bu da yer alıyor. Tabi bu kesimlerin yönlendiricisi, feodal ilişki çevreleri ve ülkede her türden etnik ve inançsal çeşitliliğiyle iç içe geçmiş ekonomik çıkarların en üstünde bulunanlardır. Buna özgürlük hareketini yok etmek için, bu çevrelerin uluslararası bağlantılarını da eklemek gerek.


Bu yığılma karşısında özgürlük hareketinde, “beni öğle yemeğinde yiyeceklerine aynı araçlarla onları kahvaltı yapayım” deme eğilimlerinin geliştireceği kimi ilişkilerin tehlikesini de hesaba katmak gereklidir. Yani dış güçlerle kurulabilecek olası dirsek temaslarını hesaba katmak gerek. Bunlar çağı yakalamada geri ülkelerin, özgürlük arayışında olan ülkelerin en büyük handikaplarıdır. Buna rağmen tersinin olabileceğini düşünmek istiyorum ve bu ihtimalinde yazılarımızda yer almasının çok önemli olduğunu belirliyorum.

İyimser olmak için de çok nedenimiz vardır. Bütün bu olumsuzluklardan olumlu sonuçlar çıkartmak zor değildir. Önemli olan çağı iyi kavramak ve bu çağın küreselleşme bilincini, doğru mücadele yönelimlerine akıtabilmektir. Bunun için çağın gelişme yön ve dinamiklerini bilmek, onları tutmak ve ülke, ulus ve halkla içselleştirebileceği tarzda bununla uyumlaştırmaktır. Bizim kuşağımızın yıllarında başarılamaz ise de, gelecek kuşaklar açısından kesinlikle başarılacaktır.
Tarih bilgimizi yeniden yoklayalım: İstanbul’un fethi bu coğrafyayı çağın gerisinde bırakırken; Batı, bu alandan göç edenlerle birlikte Aydınlanma çağına girmiştir. Benzer bir süreç tüm insanlığın önünde kendi orijinalitesiyle geleceğin aydınlanmasında yer almak etkin olup etkilenebilme fırsatı sunmaktadır. İletişim teknolojisinin bilişim çağında oluşturduğu ortamın, yeryüzünü bir küçük köy haline getirme esprisinin taşıdığı derin anlamı burada kavramak gerekir. Bu şansı, yeniden elimizin tersiyle itmemek için yapılması gereken çok önemli bir görevle karşı karşıyayız derim. Bu ise, makalede bilince çıkan, aydınlanmasız modernleşmeyi gerçek anlamda bir aydınlanma modernleşmesine dönüştürebilir. Bunun için çağın ne kadar kavranabildiği noktası hayati önem taşıyor. Tekrar gibi olsa da, bunun üzerinde yeniden durmak gerekir.

Orkunoğlu’yla bir süre önce, basılı yayınımız Atak dergisinde hala yayınlanmakta olan ve internet sitelerinde de yayınlanan sohbetlerimizde küreselleşmeyi, gelişen ve egemen olması muhkem olan yeni bir uygarlığın, yeni bir üretim ilişkisi ve mülkiyet ilişkisinin zemini olarak belirlemiştim. Bu, postmodernizmin bireyin yeniden algılanışı diye dayatılan bir yenilenme algısından çok farklı bir tarihsel gelişmedir. Küresel üretim ilişkisi, postmodernizmin bireyi yüceltme adına yapılan onu tek tek esir alma çabası değil, tersine bireyi üretim etkinlikleriyle yücelten, üretim etkinliğini nitelikçe büyüyen sosyal sonuçlarıyla onu ve ilişkilerini toplum adına yeniden düzenleyiştir. Yeni uygarlığın üretim ve mülkiyet ilişkisi, emperyalistlerin bireyciliği topluma karşı kışkırtan kof ve sahte övgüsü ardında gizli olan esir edilişinin evrensel ölçekte baskı ve siyası dayatma pervasızlığı anlamında bir küreselleşmesi değildir. Bu insan kolektif aklının kazanımlarıyla, icatları, teknik ve bilgi birikimlerinin yarattığı engellenemez bir tarihi dönüşümün toplamı olan ileri bir uygarlıktır.

Zira bu gelişme, bu tarihi dönüşüm, üretim ilişkilerini artık küresel bir üretim ilişkisi haline getirmektedir. Kapitalist emperyalizm bunu başaramamıştır. Batı uygarlığının kapitalist sistemi, ilişkilerini küreselleştirmesine karşın üretimini küreselleştirememiştir. Batı uygarlığının kapitalist üretim sınırı, ulusal, ülkesel merkezli çıkar tekelleşmesinin, emperyalist çıkar merkezlerinin sınırında sukut etmiştir. Batı uygarlığı kapitalize ilişkiler, tüm dünyada küresel ölçekte yaygındır; ancak küresel bir üretim değildir. Tersine her merkezi öbeğin, bu ulus ya da ülke yada belli bölgesel ölçekler içinde de olsa lokal kalmıştır.

Yeni uygarlığın gelişimi, bilişim çağının, bilgi ve teknik çağın insan kolektif akıl ürünü olan sonuçlarının yarattığı tarihsel dev dönüşümlerle oluşan yeni üretim tarzı, artık ne ülkesel ne ulusal ne de belli sınırlara mahkumdur. Bilginin üretildiği her yerde, çok daha az maliyetle, çok daha küçük alanda ve inanılmaz büyük sosyal sonuçlarıyla yeni mülkiyet ilişkilerini de beraberinde getirerek kendini ortaya koymaktadır. Batı uygarlığı bu son kesitinde bundan çok ciddi tarzda rahatsızdır. Artan tutuculuğu, saldırganlığı, dünyanın tüm enerji kaynaklarına hoyratça saldırışı, işgalleri, savaşları bu gelişmeye karşı direnme adına yapmaktadır. Zira bu hantal yapı, gelişen yeninin dinamikleri karşısında kendini çok güçsüz hissetmektedir. İçgüdüsel bir tepki olarak beliren bu tablo; bir zamanlar kapitalizmin, feodalizmin bağrından gelişip onu yıkması gibidir. Bir üst aşamada tarihin tekerrürüyle karşı karşıyayız. Bu süreçte modernleşmeden çok yeni bir çağın aydınlanması için büyük fırsatlar olduğundan söz etmek, toplum motivasyonu için çok gereklidir.

Kürt özgürlük hareketi ve özgürlük eğilimlerinde olan Araplar ya da diğerleri açısından geçerli olmak üzere söylenebilecek şey, bu çağdaş yenilenmeyi bilince çıkaran siyasal hareketlerin etkinliği altında bir modernleşmeden çok, çağa ait bir aydınlanma atılımı yapma şansına sahip olduklarıdır. Gelişen yeni uygarlığın ilişki ağları içinde kendi orijinalitesiyle yer alabilecekler açısından çok önemli bir süreç olan bu atılım, bir ölçüye kadar özgürlüklerin sınırını ne kadar geliştirebileceklerine bağlı olarak şekillenecektir. Ayşe Hür’ün dediği gibi, küreselleşme çağında “ezilen ulus bir süre sonra başka guruplar için ezen ulusa dönüşebilir” (Ayşe Hür, Kırk katır mı kırk satır mı makalesi) olması, özgürlük hareketleri için çağın doğru algılanmasının ne kadar önemli olduğuna da bir göndermedir.

Bu atılımı boğacak çok yönlü tehlikelerin olduğu kesin. Bunların bir kısmına makalede “toplumsal gerilik ve ve aşiret ilişkileri” diyerek değinilmiş. Bunlara eklenecek birçok temel öğe daha sıralanabilir: coğrafi koşullardan, inanç türlerine; komşuların konumlarından, tarihi süreçlere kadar. Ancak tüm bu olumsuzluklar, özgürlük için ayağa kalkmış bir ulusun çok daha olumlu bir açılım yapması için birer fırsata da dönüştürülebilir. Dünün beyin göçü diye karşı çıkılan etnik göçmenler -küreselleşme çağında çok önemli bir güç olarak- aidiyetlerinin bu çağda kendi orijinaliteleriyle yer almak için bir unsur olarak işlev görebileceklerdir.

3.
ülkemiz solunun hiçbir verisi, özgürlük hareketinin örgütsel ya da eylemsel dayanışmasını kaldırabilecek bir potansiyel ve dinamiğe sahip olmadığını göstermektedir. Sanırım Kürt özgürlük hareketi istese de, onlar kaçacaktır. Gözlemlerime göre, sosyalist güçler ve onların etkinliğindeki her türden siyasal hareket, böyle bir Kürt dayanışma isteğine karşı içgüdüsel olarak karşı durma eğilimi gösterecek; “milliyetçiliğime böyle bir lekeyi bulaştırmayın” diyecektir. Çok iddialı gibi gelen bu sözlerimin yerel seçimlerden sonra çok daha anlamlı olacağını hep birlikte ama büyük bir acıyla izleyeceğiz gibi gelmektedir. Bu yüzden de, bu verilerin ortamında ben artık “ne solcuyum ne de sosyalistim” diyorum.

Makalenin son paragrafı, dikkatimizi başka bir tartışma konusuna yöneltmemiz gerektiğine işaret ediyor. Genellikle makalelerinde değinilen vurgulardan biri, devrimci hareketi, özgürlük hareketini bir biçimde sosyalist harekete bağlama eğilimidir. Bu köprünün kurulmasına kimse itiraz edemez; ancak gerçekçi olduğuna inanmıyorum artık.

Bu önermeyi ayakları havada bırakan çok veri bulunmaktadır. Sosyalist hareketin bu gelişmeleri kavramadaki yetmezlikleri ve içinde bulunduğu çöküş üzerinde durmayacağım.

Dünya genelinde bu konjonktürün egemenliğini benim kadar sizler de biliyorsunuz. Bunun nedenlerini de burada uzunca tartışmayacağım. Zira bana göre, nesnel verilerin ortaya çıkarttığı sonuçlar, bir yanıyla da sosyalist ideolojideki ciddi hatalardan kaynaklanıyor. Buna ilişkin yine Orkunoğlu’yla sohbet iletilerimizde değindim. Marks’ın Grundrisse’sinden yaptığım aktarmalarla teknolojik ilerlemenin, bilimin gelişimi ve üretime aktarılmasıyla beklenen sonuçları, Marks’ın temel olarak ele aldığı konular olmamasına karşın, belirlemelerinde hatalı tespitlere ve isabetsiz belirlemelere varmıştır. Sonraki gelişmelerde, devrimin tek boyutlu bir siyasal devrim olarak kavranması, mülkiyet ilişkilerinin bunun sonucu bir siyasi kararın ilan edildiği kağıda endekslenmesi, Marksizm’in yanlış yorumu olarak ifade edilse de, bir ideolojinin kendi ürününün doğal sonuçları olarak ortaya çıkmıştır. Buna meta üretimi, pazar sorunu ve bir o kadar önemli olan ulusal sorunla ilgili olarak, ideolojinin taşıdığı handikaplardan bahsetmek sadece bir beyin jimnastiği değildir. Bu derin sarsıntılar içinde bir bütün olarak sol, geri dönüşü çok zor bir rota kaybı içindedir. Rotasız, kendini bilmez haldeki bir sosyalist kalıntıya, özgürlük hareketinin bağlayacağı hiçbir umut olmadığına inanıyorum. Tersinin ise çok yararlı olduğu kanısındayım. Bunun için ülkemizde olası tüm özgürlük akımlarının güçlendirilmesinden yana bir politik hat, sosyalizm dahil tüm sol hareket için bir kurtuluş ümidi olacaktır. O da solun ve sosyalist hareketlerin çağın gereklerine uygun, küreselleşme eğilimleri ve aydınlanmasına uygun konuşlanmaları koşuluyla.



Bu gün ülkemizde sosyalist hareket ve bilcümle solun içine düştüğü milliyetçi bataklıkta sürmekte olan debelenmesi, halklarımızı ve çok yönlü örgütlenmelerine tehlikeli mesajlar iletmektedir. Bu gün sol, etkileyen değil etkilenen ve sokağın etkileri altında ezilen bir soldur. Kararsızdır ve milliyetçilikten şovenizme kaymaktadır. Faşistleşmenin bireysel bazda ya da örgütsel tutumlarda ortaya çıkmadığını söylemek ise güçtür. Kendine komünist diyenlerin kadınları da askeri hizmete sevk etme önerisinin ehveni şer anlamı, kimi solcularda, özgürlük hareketini ve Kürt halkını katletmek için gönüllü olarak askere gitmeye kadar uzanabilmektedir. Böylesi bir solun, emekçi kitleler ortamındaki etkinliğini gerçek bir kitlesel tehlike anlamına yorumlamak artık yanlış değildir: Unutmayınız ki, Nazizmi de faşizmi de çağı kavrayamamış yanlış yönlendirmelerin baskısı altındaki halkın özgür demesek de, gönüllü iradesi iktidar yapmıştır.

Bana göre sola endeksli bir öneri doğamadan ölmüş bir öneridir. Bu, solun yok olduğu anlamına gelmiyor, tersine kurtuluşu için solun özgürlük hareketlerine tutunmasının gerekliliğine işaret ediyor. Kaldı ki, ülkemiz solunun hiçbir verisi, özgürlük hareketinin örgütsel ya da eylemsel dayanışmasını kaldırabilecek bir potansiyel ve dinamiğe sahip olmadığını göstermektedir. Sanırım Kürt özgürlük hareketi istese de, onlar kaçacaktır. Gözlemlerime göre, sosyalist güçler ve onların etkinliğindeki her türden siyasal hareket, böyle bir Kürt dayanışma isteğine karşı içgüdüsel olarak karşı durma eğilimi gösterecek; “milliyetçiliğime böyle bir lekeyi bulaştırmayın” diyecektir. Çok iddialı gibi gelen bu sözlerimin yerel seçimlerden sonra çok daha anlamlı olacağını hep birlikte ama büyük bir acıyla izleyeceğiz Bu yüzden de, bu verilerin ortamında ben artık “ne solcuyum ne de sosyalistim” diyorum. Bu kavramların anlamlı yıllarında mücadelemi tanımlamakla onur duyduğum süreçlerden bu güne gelince, küreselleşmeden yana, tarihsel devrimlerden yana, yeniçağın aydınlanmasından yana olduğumu ve kendimi öyle tanımladığımı söylüyorum. Bu çağın Gerçek solculuğun, gerçek devrimciliğin bu temel üzerinde çağı algılamakla tanımlanabileceğini ve yükseleceğini iddia ediyorum.

Bunun için tutuculuğun bir biçimi olarak gördüğüm “sosyalizmin sorunları”yla ilgilenmenin hele bununla ilgili teorik batışlara dalmanın, benim için çok geride kalmış beyhude bir çaba olduğuna inanıyorum. Bu çabacıların “proletarya diktatörlüğü” gibi, Marksizm’in kurucu ve geliştirici önderlerinin olmazsa olmaz saydığı “bilimsel sonuçları” nasıl tahriç (oturtmak, çıkarsamak) edeceklerini merek ediyorum. Proletarya kültürü söylemlerini, fabrikanın ve aletlerin dışına taşmamış tek boyutluluğun kısırlığını, halktan kopukluğunu, çağı yakalamanın tek aracı olarak nasıl sunacaklarını merak ediyorum artık. Diyalektik materyalizmin zıtların birliği ilkesinden kopuk olarak, burjuvaziyi yıkıp kendisi var olmaya devam edecek bir işçi sınıfı sistemi yaratmanın donkişotça bir çaba olup olmadığını sormak durumunda kalacağım. Devletin ve ulusal sorunun bu kapsamda ne anlam taşıdığını, nereye ve nasıl oturtulacağını bilmek istiyorum. Buna benzer binlerce sorunun teorik irdelemeleri, en az geçen yüz yıl boyunca yapıldı durdu. Bunu kısır beyin ilkelliğiyle yeniden, kendileri gibi ufaklıklara yutturma adına yapmaya girişenleri, komedi bile sayamayacağımı ifade etmek istiyorum. Bu çabalar artık birer ayıp haline gelmiştir. Ayrıca, yeni uygarlığın kapitalizmi tarihe gömeceği gerçeğinden yola çıkarak (uzun bir sancılı dönem sonucunda da olsa), salt sınıf mücadelesini kollayan ve sınıf temelli bir sosyal siyasal yaklaşım içinde olmanın darlığına, ileriye bakmaktan çok, en iyimser yaklaşımla, durağanlığa endeksli olunacağını dile getirip dikkat çekmek istiyorum. Bütün bunlar, sosyalizm ideolojisinde, önceki tarihsel süreçlerde de ortaya çıkan düşün akılarının, insan kollektivitesine, dayanışmasına, dengeli ve adil paylaşıma ve bilcümle insani erdemleri gözeten önerme ve gerçekleştirimlerine sahip çıkmanın onları içselleştirerek bu çağın devrimcisi olmayı, özgürlük ve demokrasi savaşçısı olmayı arkasında duracağımız değerler manzumesi olarak görmekle hiçbir çelişmesi olmayacaktır. Artık kendimizi böyle tanımlayarak bu çağı yakalamak için aklımızı kimi saplantılardan özgürleştirebileceğimize inanıyorum. Atı aydınlanmasının ruhu da budur. Bu ruhla yeniçağı algılamadan devrimci de solcu da olunamaz.



Halkın, bilaistisna tüm emekçilerin ana çıkarlarını, özgürlük yönelimlerini ve demokrasi ihtiyaçlarını ihmal etmeksizin ve onların kitlesel gücünün dönüşümcü etkinliğine dayanmayı küçümsemeden mücadelenin yükseltilmesi gereği kesindir. Tarihte tüm atılımlar da öyle olmuştur. Burjuvazi bile aydınlanma çağını ve modernleşme süreçlerini halk kitlesinin omuzları üzerinde yürütmüştür. Bundan sonraki tarihsel kesitlerin aydınlanması da bu zemin üzerinde yükselecektir. Bu zemini sınıf kavgasında dile gelen, tek boyutlu bir sınıfın omzuna dayamak, üstelik bu sınıf kendi var oluş sistemiyle birlikte tarih olacağı gerçeğini bilerek yapmak, ilerlemeyi tıkamaktır. Havanda su dökmek gibidir. Çok ilerici, çok sosyalist bilemedin komünist adı altında çok ilkel bir gericilik konumuna düşmektir. Yanlış yönelimlerin takılacağı zeminler, alışkanlıkların, en yakın ideolojilerin bataklığı olma esprisidir bu. Bir dönem solcuların keskin dinci eğilimlere saplanması gibi. Bu gün milliyetçiliğe düşmeleri de öyledir. Bu gün sol ve sosyalist eğilimler özgürlük atılımlarının gerçek destekçisi olmayı başaramadıkça içine düştükleri bataklıkta tas tamam burası olmaktadır.
Kimse bunu, “kimi sol siyasetlerin hatalarını genelleştirme” olarak algılamasın. Açıkça söylüyorum, hata ideolojinin derinliklerinden gelmektedir. 19. yüzyılın ve 20. yüz yılın sosyalist mefkuresinin oluşumunda, bu günleri kavrayamam, bilimsel teknik devrimin açacağı ufakları doğru belirleyememe durumu söz konusudur. Marksist yönelimlerde bilim ve teknik gelişmeleri üzerinde çok durulmasına karşın, yeni bur uygarlığın böylece gelişeceğine ilişkin hiçbir sağlıklı yaklaşım yapılmamıştır. Söylenen bir siyasal devrimle birlikte, ilan edilen kararnamenin toplumsal mülkiyeti ikame edeceği ve bundan sonra üretici güçlerin gürbüzce gelişeceğidir. Devrimi bir darbe gibi algılamanın sınırlarını aşmamıştır ve bunu “zor devrimin ebesidir” diye ilgisiz bir konjonktürle ilişkilendirmenin ötesine geçilmemiştir. Bana göre bu tez iflas etti. Ve ikinci bir kez sosyalizm adına bu iddianın, artık ortaya atılamayacak kadar ciddiyetten uzak olduğu anlaşıldı. Bu tezin ardından kurulan sosyalizm, ideolojinin temellerinden çıkıp geldiği haliyle başka bir şey üretmesi de söz konusu olamazdı. Bu algılayışla bin kez kurulsa da, kurulmuş olandan başka bir sosyalizm olmayacaktır.

Hata ne uygulamada ne de teferruattadır. Hata, çağın ve yönelimlerinin algılanışından kaynaklanan temel bir hatadır. Yeni bir uygarlığın gelişiminin kavranamamasındandır. Bunun için kurulan ve aynı teorik verilerle kurulacak olan sosyalizm, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkisinden nitelik farklı bir tarz yaratamayacaktır. Yaratamamıştır da. Bu yüzdende sosyalizm, aynı Kapitalizm madalyonunun farklı diğer yüzü gibi durmuştur. Birincisi gerçekçi bir kapitalizm olduğu için de, diğerinin dağılmasına kadar direnebilmiş ve öne çıkmaya devam etmiştir. Üretimin bilimsel tabiriyle, hammadde+üretim araçlar+işgücü = meta üretim sistemini tanımlayan kapitalizmi nitelik olarak değiştirecek bir sosyalist üretim inşa edilememiştir, edemezdi de. Benim bu satırlardan da kısaca izah etmeye çalıştığım küresel üretim ve mülkiyet ilişkisinin ise, bu üretim çizelgesinden nitelik farkı yaratacak bir süreç olduğu iddiasındayım. Evet, yeniçağın aydınlanması ve modernitesinin de buradan yola çıkacağını söyleyerek devrimciliğin, ilericiliğin tarihsel dönüşümlerin unsurları olarak bunun algılanması gerektiğini önermekteyim. Çağı algılayamayanların milliyetçiliğe teslim olmuş dönek devrimciliği ve solculuğu bu sığlıkta görüyorum.

Bu kanaatlerimi sık sık makalelerimde gerekçeleriyle açıklayarak, küresel bir yeni uygarlığın farklı bir zeminde kavranması gerektiğini belirliyorum. Ülkemiz gerçeğinde bunun tecelli ettiği alanın ise büyük bir özgürlük ve demokratik atılımla ifade edileceğini vurguluyorum. Aydınlanmanın ve modernleşmenin sağlam zeminlerde ve ileri bir uygarlık için yeni kuşakların hazır edilmesinde atılımın aklın cesur kullanımı için zorunlu olduğuna inanıyorum. Devrimcilik ve solculuk, sosyal ve ileri yönelimin zemini bu algılayıştadır.
Bu tespitlerimde hiçbir umut kırıcı yan yoktur. Tersine devrimcilerin kendine dürüstçe gerçekleri söylemesinin vereceği önemli bir güç vardır. Bunu Orkunoğlu’nun makalesinde görmek beni de sevindiriyor.


“Kürt Sorununun çözümü, toplumun ve devlet yapısının demokratikleşmesinden geçiyor. Türkiye’nin demokratikleşmesi ise, sadece Kürt halkının çıkarına değil, Türk emekçilerinin de çıkarınadır.”

Evet, hepimiz için, tüm farklılıklarımız ve ayrı varlıklarımız için, üzerinde gerçekten yükselebileceğimiz ortak değerler manzumesi, çok boyutlu demokratik bir yeniden yapılanmadır. Böylesi bir yapılanma içinde, 20. yüzyılda başlayan kırık dökük Türk modernitesi kadar, tekrarından kaygı duyulan Kürt modernitesi ve diğer etnik yapıların bu yöndeki adımları, çağa ait bir aydınlanma atılımına dönüşebilir.

Demokratik bir yeniden yapılanmanın oluşturacağı derin özgürlük dalgasının dinamikleriyle bu aydınlanma, bölgemize olduğu kadar insanlığa da çok şey katabilir. Tersinde inat etmek ise açık ki, bölgemize dayatılmak istenen yaratıcı anarşinin bitip tükenmez kaoslarının ne galip ne mağlup ortamlarında, kuşaklar boyu tüm potansiyellerimizle eritilen birer kobay olmaktan kurtulamayacağız. Yaratıcı anarşinin sırat köprüsünden geçişi, bitmeyen seremonileriyle barışık kılınmak istenen bölge halklarının, cehennem de olsa, sonuca ulaşabilecek takatinin kalacağı çok şüphelidir. Filistin’de başlayan, Irak’ta devam eden, Lübnan’da bir orta oyunu gibi sergilenen, İran, Suriye ve sırada bekleyen ülkemize musallat kılınan bu kara kader, çağı kavramamanın kefareti olarak kaç kuşağımızı yiyeceği belli olmayacaktır.

Demokratik bir cumhuriyet, yeniçağın aydınlanması için ertelenmez bir taleptir. İnançsal, sınıfsal ve etnik yapıların dar sınırları içinde kapana düşmemek için tek yol, kurucularının eşit haklara sahip olduğu, anayasal, yasal ve kurumsal güvencelerle temellenmiş demokratik bir cumhuriyettir.


Bu siyasal sistemin, miadını tamamlamış ve artık mürteci motifler taşıyan batı aydınlanmasından farklı nasıl bir aydınlanma sürecinde işlerlik gösterecektir yönlü bir soruya ise verilecek cevap, tarihin tüm kesitlerinde cereyan eden aydınlanmaların temelini oluşturan aklın özgürleşmesi yönünde, eskinin katılaşmış tutuculaşmış ve artık ilerlemenin karşısında durmaya başlamış düşünce sistemlerine karşı aklın bir kez daha bir üst düzeyde özgürleşmesine hizmet etmesiyle bu işlerliğini yerine getirmiş olacaktır diyebiliriz. Bu da tarih içinde aklın birden çok kez özgürleştiğine bir işaret olduğu kadar bundan sonrada, birçok kez özgürleşme ihtiyacı içinde olacağı ve her defasında öncekinden farklı, insanlık yararına yeni bir özgürlük atılımı, aydınlanma ve modernite sürecinin açılacağını ifade eder. Buradan Batı uygarlığının yerine gelecek uygarlığın aydınlanması ve modernitesine tüm insanlığın, var olan her türlü toplumsal örgütleniş biçimlerine ait orijinalitesiyle katılımı, etkilenen ve etkileyen konumda olmasının fırsatı bir geçekçi fırsat olarak değerlendirilmesi gerektiği ortaya çıkar. Bu fırsatın halklarımız adına kullanılmasının gerekliliğine bu nedenle ısrarla vurgu yapmamız
gerekmektedir.

Hiç yorum yok: