12 Şubat 2009 Perşembe
İSRAİL SEÇİMLERİ VE FAY HATTI
Mihrac Ural
11 Şubat 2009
İsrail devleti 1948 de kuruluşundan bu yana, bu gün yapılacak olanla birlikte 28 seçime gitti (10 Şubat 2009). 4 hükümet dışında süresini tamamlayan yok. 31 hükümet kurulmuş 60 yıl içinde. 120 üyeli parlamentosu (Knesset) her defasında irili ufaklı partilerin anahtar rol oynadığı, dolaysıyla her zaman aşırıların elinde tutsak bir ülke olagelmiştir.
Başbakanlarının ezici bir çoğunluğu asker kökenlidir. En kitlesel partileri Filistin’in İngiliz mandası döneminde bir terör örgütü olan çetelerin uzantısıdır. Birinci kuşaktan eli kanlı olmayan lideri yoktur. Bu güne kadar hüküm süren bu dinazorlardan Ş. Perez Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturmaktadır. Bitkisel hayatta yüreği atmaya devam s eden Sabra ve Şatilla kasabı Ariel Şaron, LİKUD partisinden kopup, bu gün seçimleri bir milletvekili farkla kazanan KADİMA partisini kurarken, İngiliz mandası döneminin eli kanlı terör örgütü İRGUN şebekesinin uzantılarıyla bunu yapmıştır. 60 yıl önceki terör militanları 21. yy da yeni partiyi sağın en kıdemli partisinden koparak, seçim kazanacak bir parti kurabiliyorlar. Ve bu patinin başında olan Tizipi Livni ise bu örgütün “askeri operasyonlar şefi” Eytan Livni ve aynı örgüttün askeri militanlarından Sarah Rozanberg’in (şarkılara konu olan, hamile kadın rolündeki banka soyguncusu ünlü “Küçük Sarah”) kızıdır. Bu kanlı örgütün genetik mirasçısı olarak seçim öncesi Gazze halkının kanıyla ellerini yıkaması ilginç bir tesadüf gibi dursa da İsrail siyonizminin mantık dokularında oldukça doğal bir durumdur. Livni aynı zamanda İsrail istihbarat teşkilatı MOSAD’ın da bir elamanıdır. Bu çok dikkat çekici bir akıl türü ve algı sistematiğidir.
İsrail seçimleri yine koalisyon hükümetlere rehin bir siyasal süreç açmış oldu. KADİMA 28, LİKUD 27, EVİMİZ İSRAİL PARTİSİ 13, İŞÇİ PARTİSİ 13 olmak üzere dağılan milletvekilleri hiçbir partiye diğer iki partinin onayını almadan bir hükümet kurma şansı bırakmıyor. Seçimleri kazanan sağ güçler oldu.
Bu ülkede Sol, sağdan çok daha eli kanlı bir siyasal örgütlenmeydi. İşçi partisi Filistin-İsrail çatışmalarının her anında, Arap-İsrail savaşlarını her kesitinde en saldırgan ve en kanlı kıyımların mimarıydı. Solun İsrail toplumuna kendini ispat etme sorunu vardı ve bunu sağ güçlerle rekabet halinde yapıyordu. Bu gelenek bu seçimlerde de kendini gösterdi. Bu açıdan ülkemizin sol saflardaki Siyonistlerinin Filistin davasında İsrail solunu aklama çırpınışları gerçekte kendini aldatmaktan başka bir şey değildi; kimi “barış gönüllüleri”, askere gitmemek için çırpınan “Vicdani Retçiler” olayı ise gerçekçi bir kitle hareketi olmanın çok uzağındadır.
İsrail’de sol bir mevtadır. Kürt hareketi karşısında ülkemizdeki sola çok benzerdir. Musalla taşında bile değil, uzun zaman toprak altındadır. Sivil etkinlikler ise dengelerde hesabı yapılmayacak kadar marjinaldir. Bu yüzden de stratejik siyasal yönelimler yapılırken, hesaba katılacak bir değerde bulunmamaktadır.
Başkalarının topraklarını işgal etmiş bir gaspçının tedirginliğini hiçbir zaman üzerinden atamayan İsrail’in tüm hücrelerinde saldırganlık virüsü egemenlik sürüyor. Siyasal tablosu da bu virüse mahkum olarak şekillenmektedir. İsrail’in tek algısı Filistinlilerle her türden bağı, ilişkiyi yok edecek bir etnik devletin inşası bunun en açık göstergesidir. Etnik devlet ikamesi için temel alınan askeri yolların ölüm, yıkım ve kıyımları kadar, Irkçı ayrımcılık duvarını Çin Seddi gibi inşa ederek yerine getiriyordu; bu duvarla, yakın alanlardaki Filistin köyleri ve şehirleri birer ada olarak hem İsrail’den hem de Filistin toplumundan yalıtma amacı taşıyarak inşası sürdürülmektedir. Bu politikayı İsrail’in tüm siyasal eğilimleri sırasıyla sonuna kadar destekleyip, fiili olarak uygulamakta tereddüt etmemektedir.
Sol bu politikaların baş rol oyuncularındandır. Gerekçe de güvenlikti; oysa bu duvar İsrail’in hiçbir güvenliğini yerine getirmemiştir. Tersine artan eylemlere dinamik getirmiş onları artan oranda kışkırtmıştır. Filistin direniş örgütlerinin saldırılarını engellemede ise hiçbir etkinliği olmamıştır. Zaten sorun bu da değildi. Tek amaç İsrail’i etnik bir devlet haline getirmek, bunun için de İsrail içindeki Arapları bir biçimde yok etmekti.
Bu yanıyla, İsrail seçimleri tarihinin hiçbir döneminde ne dünya barışı için ne Filistin davası için aşacağı bir siyasi iradeye geçit vermiyordu. Seçimler bir madalyonun iki yüzündeki figürler gibi, kim gelirse aynıydı. Sağı da solu da Siyonist bir Nazi’likti. Bu açıdan seçimlerden bir değişiklik beklemek hiçbir veriyle akılılık olamazdı.
Bu gerçeği anlamak için burada uzun uzun bilançolar dökmenin anlamı yok. Ülkemiz solundaki Siyonistlerin bu gerçeği anlamaları için önerilebilecek tek şey, kuruluşundan bu yana İsrail’in topraklarını nasıl genişlettiğini gösteren bir haritaya bakmak yeterlidir.
BİR SÜRÜKLENİŞİN YANILGISI; “YAŞAMAK İÇİN ÖLDÜRMEK”
İsrail seçimlerinin sonucu çok bilinmeyenli denklemler içinde tartışılabilir ama bunun ne bölgemiz için ne dünyamız barışı için ne de acıyı iliklerine kadar yaşayan Filistin halkı için bir anlamı yoktur. Bu açıdan İsrail seçimlerinin sonuçları, ilgili hiçbir tarafın siyasal yönelimlerine hesaba katılır bir etki yapacağı düşünülmemektedir. Filistinliler açısından ise, her seçim sonucu yeni bir kanlı sürecin artan ölüm ve yıkımın başlangıcı olarak görülmektedir.
Seçim sonucu ortaya çıkan denklemlerin kuracağı her hangi bir hükümetin programının temelinde “Filistin halkı en kestirme yoldan nasıl yok edilir” düşüncesi yer alacaktır. İsrail seçim sonuçlarından çıkan siyasal tabloda, kilit partisi olarak çıkan Evimiz İsrail Partisi lideri Liberman bir yana, LİKUD ve KADİMA arasında süren rekabetin merkezinde, geçmişini kanıt göstererek gelecekte ne kadar Filistinlinin tasfiye edileceği yer almaktadır. Sağ kesimler bu rekabet ve tartışmaları yapıp dururken, İsrail solu adına İşçi partisinin elleri Gazze çocuklarının, kadınlarının, yaşlılarının ve masum gençlerinin kanına bulanmış haliyle, olası bir koalisyonda kendine verilecek bir yerin beklentisi içindedir.
İsrail seçimleri hiçbir boyutuyla İsrail politikalarında bir değişimi getiremez. İsrail’in her seçimi bölgemiz için yeni felaketlerin başlangıcı işaret olmuştur.
İsrail toplumu, 60 yıllık devletli yaşam sürecinde dengelerini bulamamıştır. Gerçek bir devlet olmamanın sancılarıyla, korkuları ve kaygılarıyla daha çok kanlı süreçlerin açılmasına yönelik politikaları desteklemeyi tercih etmiştir.
Nazi Almanya’sının toplum psikolojisine benzer bir konjonktürden geçen İsrail toplumu, kimlik bunalımı içinde bulunan bir ülkedir. Nazi toplum psikolojisi, alternatifsiz bir sürükleniş psikolojisi olarak İsrail toplumu üzerine çökmüştür. Bu yanılgı kendi kendini üreten süreçleri tetikleyerek ayakta kalmaktadır. Emperyalist kültür mayasıyla harmanlanmış Siyonist ideoloji bu psikolojiyi diri tutmak için bitmeyen savaş ortamlarını tek yaşam yolu olarak dayatmaktadır. Öyle ki bu politikalar İsrail’i, bölgemiz ortak yaşamının dışına hızla itmeye başlamaktadır; bir dönem bölgemizde haçlıların kurduğu ve onlarla birlikte göçüp giden prensliklerin kaderine doğru sürüklendiği görülmektedir.
İsrail’in kaosu, tarihleri, kültürleri hatta dilleri farklı insan kitlelerini Yahudi dini adı altında başka halkların topraklarını gasp ederek bir devlet kurmanın oturmamış dengeleridir. İsrail devleti bölgede tarihsiz ve talihsiz bir yama olarak konumlandırılmış haliyle savaş dışında hiçbir yöntemle kendi iç dokusunu bir arada tutma şansına sahip görülmemektedir: bu yüzden barışı sağlayacak gerçekçi önermeler, İsrail’in verili siyasal ortamında üretilme şansına sahip olamamaktadır;
İsrail toplumu bölgede yaşamak için katletmeye inanmaktadır. Bu eğilimin inanç kaynaklarından da beslendiği bilinmektedir. Tevrat’ın “tanrının seçilmiş halkı” aldatmacası, bu günün insan aklıyla algılanması mümkün olmayan emirlerle yönlendiriliyor.
Şu ayetleri, tanrı sözü olarak okumak bile çok zor:
"Yakalananın bedeni delik deşik edilecek.
Ele geçen kılıçtan geçirilecek.
YAVRULARI GÖZLERİNİN ÖNÜNDE PARÇALANACAK.
Evleri yağmalanacak,
KADINLARIN IRZINA GEÇİLECEK." (İşaya: 15-16)
“Hem yiğidi, hem kızı.
EMZİKTEKİ ÇOCUKLA AK SAÇLI ADAMI,
Dışarıdan kılıç ve içeriden dehşet telef edecek.
Hasımlarından öç alacağım. Ve benden nefret edenlere ödeyeceğim.” (Tesniye, 32/25)
“Onları tamamen yok edeceksin, onlarla ahdetmeyeceksin, onlara acımayacaksın.”
(Tesniye: 7/1-3)
“Ve yayları gençleri yere çalacak ve rahmin semeresine acımayacaklar, gözleri çocukları esirgemeyecek.” (İşaya: 13/15-1)
“Mülklerini alacağımız milletlerin yüksek dağlar üzerinde, ve tepeler üzerinde, ve her yeşil ağaç altında ilahlarına ibadet ettikleri bütün yerleri mutlaka harap edeceksiniz.” (Tesniye: 11/23-25)
HATA NERDE BAŞLADI, SUÇLU KİM?
II. Dünya savaşının batılıların sırtına yıktığı kefaretleri, Filistin halkının sırtına yıkma gibi bir hoyratlıkla başlayan bölge sorunlarımız, aynı zamanda bu konun her boy ve soydan tartışması için sorulacak suçlu kim sorusuna da en gerçekçi cevabı veriyor.
Suçsuz bellidir, o da Filistin halkıdır.
Tarihte ilk kez bu toprakları yaşama açan, onu anavatan haline getiren Filistin halkı ilgisinin bulunmadığı bir kefaretin kurbanı edilmiştir. Buna emperyalist çıkarlar deyelim ya da başka bir şey, Filistin halkının uğradığı tecavüzü, ölümü ve kendi toprakları üzerinde mülteci hallerine düşüşünün acısını izah etmeye yetmez. Çünkü bu tecavüz bitip tükenmeyen tekrarlarıyla, her yeni kuşağa biçtiği ölümle cehennemi bir yaşam türüne çevirmiştir. Böyle bir yaşamın dayatıldığı yerde, intihar eylemleri gibi sorgulamak abes hale gelir. “Yaşamak için öldürme”yi planlayanlar, ölmemek için direnmenin her türüne katlanmayı da bilmek zorundadırlar.
Suçlulara gelince. Suçlular kendi kefaretlerini başkasına yıkma ve bu yolla çıkarlarını koruyarak bir taşla iki kuş vurma çabasında olanlardır. Dünyanın dört bir köşesinden getirilip, Filistin halkının topraklarına konumlandırılan, silahlandırılıp Filistin halkını katletmeyi bir yaşam biçimi haline getirenler de bu suçlu kategorisinin baş aktörleridir. Suçlular istilacılardır, yayılmacılardır, kıyım ve yıkımı sürdürmeyi yaşam haline getirenlerdir. Siyonizm İsrail devleti eliyle böylesi bir terör örgütü olarak destekçisi emperyalistlerle birlikte suçlu koltuğundadır
Oysa bu topraklarda binlerce yıldır Yahudiler yaşamasına rağmen insanlık böylesi bir sorunla karşı karşı kalmamıştı. Ne zaman Batılıların emperyalist çıkarlarıyla II. Dünya savaşında Yahudi katliamlarının kefaretiyle birleştiyse, o zaman insanlık bu belayla yüz yüze kaldı.
Bu bela emperyalist güçlerin çıkarları ve dünya üzerinde kurulu olan güçler dengesinin bir soncu olarak sürmektedir. Ancak bu ebedi değildir. Bölge halkları, Arap coğrafyası ve nüfusunun okyanusunda böylesi bir sorunun sonsuza kadar sürmesi mümkün değildir.
İsrail, bu ortamda Nazi yöntemleriyle yaşayan bir devlet haline geldi. Bu anlamda toplumunun desteğini ne kadar alırsa alsın, kimse bunun hesaplarıyla uğraşmayacaktır. Soruna toptancı, köklü bakma durumunda olacaktır: bunun kefaretini de İsrail’e ödetmeyi planlayacaktır; rüzgar ekenlere fırtına biçmesidir bu. Tarihin tüm tecrübelerinde, böylesi siyasal duruşların bir noktadan itibaren kendini katledecek sonuçlara gittiği bilinmektedir.
Arap-İsrail sorunu yalıtılmış bir Filistin-İsrail sorununa indirgenmesi zordur. Birincisinin bir biçimde çözülebileceği düşünülse de ikincisinin hayati öneme sahip kritik, kırılma noktaları çözümsüzlüğünün de nedeni olarak belirmektedir. İsrail Araplarla ikili anlaşmaları dayatırken böl yönet taktiği uygulamasına rağmen, güvenliği karşısında toprak dahil bir çok taviz vererek Filistin sorununu, arap sorunundan koparma çabasındadır. Camp David’le açılan süreçte Mısıra sina topraklarını iade etmiştir, Ürdün’le gizli yapılan ikili anlaşmalarla karşılıklı taviçzler verilmiş uyumlaşmaya gidilmiştir, diğer Arap ülkeleriyle benzer süreçler yükseltilmiştir. Bunu emperyalist ülkelerde destekleyerek İsrail’e bölgede nispi bir rahatlama ve az sayıda düşmanla mücadele şansı yaratılmıştır. Geride kalan direnme hattı ülkeleriyle sürmekte olan sorunlarına bile çözülebilir gözüyle bakılmaktadır; Suriye’nin Golan tepeleri sorunu, Lübnan’ın Şaba mezraları ve hala işgal altında bulunan köyleri zamana bırakılmış birer baskı unsuru ya da yakınlaşma köprüsü olarak görülmüştür.
Ancak Filistin sorununda İsrail bu durumda değildir. Filistin toprakları üzerindeki işgalci konumu, bu sorunda kaybeden taraf olması halinde var oluşunun tehlikeye girmesi anlamına gelir. İsrail tedirgin eden, uykularını da kaçıran budur. Bu riskleri barışçıl yollarla giderebilecek siyasetler üretme kapasitesine sahip olmaması, “yaşamak için öldürmek gerek” gibi insanlık dışı bir yönelime sürüklenmesini getirmektedir. Hiçbir haklı gerekçesi olmayan bu vehmin arkasından giderek tehlikeyi gerçekçi hale getirmektedir.
İsrail-Filistin sorunda sayılabilecek binlerce unsur vardır. Filistinlilerin devlet kurma hakkından, Kudüs’ün kimin başkenti olacağına kadar, sınırların belirlenmesinden güvenlik sorununa kadar, limanların kaderinden, hava alanlarının uluslar arası ilişkilere açılmasına kadar sayılabilecek sorunlar bulunmaktadır. Ancak bütün bunlar bir yana mülteciler konusu bir yanadır. Ve sorunun temel kırılma noktası fay hattı da buradadır. Makalemizin kantar topuzu da bu sorundur.
Bu sorun Filistinli mülteciler sorunudur.
FİLİSTİN DAVASININ GERÇEK FAY HATTI
MÜLTECİ SORUNU
Tüm dünya, İsrail seçimlerini izledi. Siyonistlerin medya dünyasındaki etkinliklerinin sihirli değneği bu olağanüstü ilgiyi kamçıladı durdu. Bu ilginin vehimleriyle pazarlanmak istenenler bir yana, bölgemiz için İsrail, Nazi yöntemli bir terör devleti olma özelliğinde değişim olmayacağı bellidir. İsrail bölgemizde barıştan yana değildir, savaş onun yaşaması için biçilmiş tanrısal bir elbisedir. Bu akıl sistemiyle kurgulanmış ilişkiler barış için hiç bir özverinin gündeme gelmesine olanak vermemektedir. Araplar zirvelerinde tüm liderlerinin onayıyla Barış için hazır olduklarını ilan ettikleri Beyrut zirvesine, İsrail aynı anda, Arap liderlere hakaret edercesine zirve oturumu esnasında, Filistin’de Cenin kampında toplu kıyım yaparak cevap veriyordu (26 Mart 2002)
Bu ölçekler içinde karmaşık olan bir sorunu daha iyi kavramak için, sorunu basitleştirecek bir noktaya taşıyacağım. Basitleştirme olayı, kırılma noktasını, en zayıfı halkasını, taviz verilmesi imkansız görünen noktasını ortaya komamla ilgilidir. Filistin-İsrail sorununun derinliğinde mültecilerin geri dönüş haklarıyla ilgili sorundur. Bu sorun 1948’de İsrail devletinin işgalci karakterde kuruluşuyla birlikte başlamış ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu bu kanunsuzluğa karşı tutumunu, 11 Aralık 1948’de aldığı 149 nolu kararla resmileştirmiştir Kararın 11. paragrafında şu ifadelere yer verilmektedir: “Genel Kurul, mültecilerin kendi iradeleri ile olabilecek en uygun zamanda evlerine dönmeleri ve komşularıyla barış içinde yaşamalarına izin verilmesi gerektiği, dönmek istemeyenlerin zarar gören veya tamamen yitirilen mülklerinin bedelinin uluslararası hukuk ve adalet çerçevesinde, hükümetler ya da sorumlu otoriteler tarafından ödenmesi gerektiğine karar vermişti”
.
Bu kararla dönme seçeneğini kullanmak isteyen mülteciye işgalci devletin izin verme mecburiyetini kararlaştırmıştır. Buna uymayanların BM Güvenlik konseyinin zorla uygulatma dahil, olası kararlarına maruz kalacağı bilinmektedir. İsrail bu karar dahil BM kararlarını her zaman en çok ihlal edin ülke olarak bu güne kadar gelmiştir: ancak ihlal ettiği tüm kararlar bir yana Mültecilerin geri dönüşüyle ilgili alınan bu kararı ihlal etmesi bir yanadır. Bu karar kantarın topuzunun kaçacağı bir karardır. İsrail için olmak ya da olmamak çapında bir karardır.
Buna kırılma noktası deyin, fay hattı deyin sorunun en derin yerinde, tüm tartışmaların dönüp geleceği ve dayanacağı yerde tek bir konu var. O da, Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkıdır.
Bütün olay burada düğümleniyor. Tam bu noktada, Filistin-İsrail sorunu bir Arap-İsrail sorunu olarak pekişiyor; 1948’de 1 400 000 Filistinli sürgüne zorlandı, mülteci duruma düştü. Mülteci Filistinlilerin bu günkü sayıları 5 000 000’a ulaştı. Bu insanlar ağırlıklı olarak, tüm sorunlarıyla birlikte Filistin’e komşu olan Suriye, Lübnan, Ürdün, Mısır, Irak öncelikli olmak üzere, dünya her köşesine yayılmış bulunmaktadırlar.
Bulundukları ülkede vatandaşlık hakkı başta olmak üzere, birçok medeni haktan da yoksun olan mültecilerin yaşamı, insan hakları açısından kabul edilmez ihlallerle doludur.
Bu sorunun çözümü, bölge barışı kapsamında ilgili ülkeleri zorunlu olarak kapsar. İsrail’in böl yönet taktiğiyle, ikili anlaşmalara sığınarak mülteci sorununu dışlama çabaları ise bölge barışına her zaman bir darbe olmuştur.
Bu sorun tek başına Filistinlilerin de sorunu değildir. Dolaysıyla bu sorun, kabul edilebilir bir çözüme kavuşmadıkça bu bölgede kimse huzur aramasın, boşuna havanda su dövmesin.
Bu sorunu “var olmak ya da yok olmak” sınırında algılayan İsrail, yakıp yıkmayı, katletmeyi bir yaşam biçimi olarak dayatmaktadır. Bölge barışı, bu irade yenilgiye uğramadıkça gerçekleşme şansına sahip değildir.
Bölge barışına yönelik birçok anlaşma, konferans ve zirve yapılmıştır. Hiç birinden sonuç çıkmamıştır. Her anlaşmanın her bir maddesi yeni bir anlaşmayı gerektirmiştir. İnanılmaz bir diplomasi cambazlıklarıyla uzatmalar yapılmış, sulandırılmış ve fiili olarak bir adım ilerleme gerçekleşmemiştir. İsrail verdiği tavizin sınırların tam bu noktada sona erdirmiştir, her şeye evet mültecilerin geri dönüşüne hayır demiştir.
Bütün bu oyalamaların, güvenilmez garantörlerin davranışlarını besleyen Filistinli mültecilerin geri dönüş haklarıdır. Bu hakkın adı bile anılmak istenmemektedir. Bu gün 5 000 000 nüfuslarıyla, 48 Arapları denen İsrail devletinin hükmü altında yaşayanlarıyla demografik bir devrim anlamına gelecek mültecilerin dönüşü, bölgemizin ve dünyamızın barışını tehdit eden Filistin sorunun hiçbir şiddet türüne başvurmadan çözme şansını gündeme getirebilir. Kaygıda buradadır.
İsrail için bunun sonuçları dehşet vericidir. Bu nedenle uzun bir süredir, Bush yönetiminin de vurgusunu ısrarla yaptığı “yan yana yaşayacak Filistin ve İsrail etnik devletleri” tanımlaması buraya işaret etmektedir. Tabi ki bu önerme öncelikle 48 Araplarını İsrail’den göçe zorlamayı içerdiği dikkatten kaçmamaktadır. Bu şeytani denklem, geride kalan Filistinlilerinde sürgün edilmesi için kurgulanmıştır. Filistin devletini bu kurgulara bağlayan Siyonistler hiçbir zaman Filistinlileri söz ettikleri hakları bile verme amacı taşımamaktadır.
Filistin mültecileri sorunu bu noktada bölgemizin tüm sorunlarının merkezine gelip oturmaktadır. Kırılma noktası budur, bununla birlikte onlarca sorun var ancak kırıma noktası budur, fay hattı budur.
İsrail bunu, maruz kaldığı en büyük tehlike olarak algılamakta. Bu nedenle ne pahasına olursa olsun reddetmekte. Kendi toplumunu da bunu karşı şerbetli yapmak üzere sürekli savaşan bir askeri toplum atmosferine sokmaktadır. Bu yüzden yaşamak için öldürmek gibi bir saplantıyla, bölge ve dünya barışını anlamsızca tehdit etmekte yönelmiştir. En iyi Arap ölü Arap’tır söylemi, Tevrat’ın kutsal bir ayet haline gelmektedir.
Bu verilerin ışığı altında İsrail’in son seçimleri, ortaya hiçbir yenilik getirmeyecek bir geviş getirme olayıdır demek abartılı olmayacaktır. Bölgenin, dünyanın insanlığın barış umutları, her defasında yeniden İsrail devletinin terörü altında şehit düşmekten kurtulamamıştır.
Bu bir umutsuzluk değil, olguları doğru kavramak için çözümlemedir. Elimiz kolumuz da bağlı değildir. Ama birilerinin elini kolunu mutlaka bağlamamız gerektiğine bir işarettir.
Barış istiyorsak, bölge, dünya ve insanlık adına süren kıyımları ve yıkımları durdurmak istiyorsak birilerinin eli kolu bağlanmalıdır, diyorum. Bu da İsrail’in silahsızlandırılmasından geçer diyorum. Bu talep ne kadar gerçekçidir tartışmayacağım. Dünya güçler dengesi uygun olunca bunun mümkün olduğunu biliyorum. II. Dünya savaşı arifesinde silahlanmanın nelere yol açtığını ve savaş sonrası kimlerin nasıl silahsızlandırıldıklarını da çok iyi biliyorum. Bunun koşulları nasıl oluşur bu gün için bu da önemli değildir. Bunu bilmek, sağlıklı olarak kavramak bin milin ilk adımıdır. O dengelere kadarda yapılacak çok şey vardır. Küçük kazanımları bile dışlamadan, emperyalistlerin ve Siyonistlerin bölgemizde ikame etmeye çalıştıkları planlara karşı direnerek durmak gerektiğini tekrar edeceğim. ABD’nin “Büyük Orta-doğu Projesi (BOP)” 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşında halkın direniş örgütlerinin başarısıyla, İsrail saldırganlığını yenilgiye uğratmasıyla yıkılıp gitmesi bu sürede yapılması gerekenin ne olduğunu yeterince açık etmiştir.
Direnmek ve direnmeye destek olmak, bölgede zalime karşı mazlumdan yana olmaktır, haksıza karşı haklıdan yana olmaktır. Saldırganların silahtan arındırılması ise bu süreçte döşenecek yolların ürünü olacaktır.
Silahsızlandırma uygun koşullar içinde her toplum için çok yararlıda olabilir. Almanya ve Japonya’nın silahsızlandırılmasının ürünlerini, bu gün büyük sanayi ülkeleri olarak nasıl topladıklarını biliyoruz. İsrail’i silahsızlandıracak yollardan biri dünya güçler dengesinin değişimi ise diğeri bir bölge savaşında ilk düzenli ordular tarafından yenilgiye uğratılmasıdır. Bu ihtimal de artık eskisi kadar zayıf değildir. Son Lübnan ve Gazze savaşları İsrail için askeri açıdan çok şeyin eskisi gibi olmadığına işaret etmektedir.
Bu verileri savaşsız bir barışa çevirmek hepimizin umudu olsa da, bu umudu her defasında Amerika-İsrail terörü şehit etmiştir. Denenmişi umut edinmek baştan kaybetmek demektir.
Bu çözümlemelerde İsrail seçim sonuçları bir teferruattan ibarettir.
11 Şubat 2009
İsrail devleti 1948 de kuruluşundan bu yana, bu gün yapılacak olanla birlikte 28 seçime gitti (10 Şubat 2009). 4 hükümet dışında süresini tamamlayan yok. 31 hükümet kurulmuş 60 yıl içinde. 120 üyeli parlamentosu (Knesset) her defasında irili ufaklı partilerin anahtar rol oynadığı, dolaysıyla her zaman aşırıların elinde tutsak bir ülke olagelmiştir.
Başbakanlarının ezici bir çoğunluğu asker kökenlidir. En kitlesel partileri Filistin’in İngiliz mandası döneminde bir terör örgütü olan çetelerin uzantısıdır. Birinci kuşaktan eli kanlı olmayan lideri yoktur. Bu güne kadar hüküm süren bu dinazorlardan Ş. Perez Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturmaktadır. Bitkisel hayatta yüreği atmaya devam s eden Sabra ve Şatilla kasabı Ariel Şaron, LİKUD partisinden kopup, bu gün seçimleri bir milletvekili farkla kazanan KADİMA partisini kurarken, İngiliz mandası döneminin eli kanlı terör örgütü İRGUN şebekesinin uzantılarıyla bunu yapmıştır. 60 yıl önceki terör militanları 21. yy da yeni partiyi sağın en kıdemli partisinden koparak, seçim kazanacak bir parti kurabiliyorlar. Ve bu patinin başında olan Tizipi Livni ise bu örgütün “askeri operasyonlar şefi” Eytan Livni ve aynı örgüttün askeri militanlarından Sarah Rozanberg’in (şarkılara konu olan, hamile kadın rolündeki banka soyguncusu ünlü “Küçük Sarah”) kızıdır. Bu kanlı örgütün genetik mirasçısı olarak seçim öncesi Gazze halkının kanıyla ellerini yıkaması ilginç bir tesadüf gibi dursa da İsrail siyonizminin mantık dokularında oldukça doğal bir durumdur. Livni aynı zamanda İsrail istihbarat teşkilatı MOSAD’ın da bir elamanıdır. Bu çok dikkat çekici bir akıl türü ve algı sistematiğidir.
İsrail seçimleri yine koalisyon hükümetlere rehin bir siyasal süreç açmış oldu. KADİMA 28, LİKUD 27, EVİMİZ İSRAİL PARTİSİ 13, İŞÇİ PARTİSİ 13 olmak üzere dağılan milletvekilleri hiçbir partiye diğer iki partinin onayını almadan bir hükümet kurma şansı bırakmıyor. Seçimleri kazanan sağ güçler oldu.
Bu ülkede Sol, sağdan çok daha eli kanlı bir siyasal örgütlenmeydi. İşçi partisi Filistin-İsrail çatışmalarının her anında, Arap-İsrail savaşlarını her kesitinde en saldırgan ve en kanlı kıyımların mimarıydı. Solun İsrail toplumuna kendini ispat etme sorunu vardı ve bunu sağ güçlerle rekabet halinde yapıyordu. Bu gelenek bu seçimlerde de kendini gösterdi. Bu açıdan ülkemizin sol saflardaki Siyonistlerinin Filistin davasında İsrail solunu aklama çırpınışları gerçekte kendini aldatmaktan başka bir şey değildi; kimi “barış gönüllüleri”, askere gitmemek için çırpınan “Vicdani Retçiler” olayı ise gerçekçi bir kitle hareketi olmanın çok uzağındadır.
İsrail’de sol bir mevtadır. Kürt hareketi karşısında ülkemizdeki sola çok benzerdir. Musalla taşında bile değil, uzun zaman toprak altındadır. Sivil etkinlikler ise dengelerde hesabı yapılmayacak kadar marjinaldir. Bu yüzden de stratejik siyasal yönelimler yapılırken, hesaba katılacak bir değerde bulunmamaktadır.
Başkalarının topraklarını işgal etmiş bir gaspçının tedirginliğini hiçbir zaman üzerinden atamayan İsrail’in tüm hücrelerinde saldırganlık virüsü egemenlik sürüyor. Siyasal tablosu da bu virüse mahkum olarak şekillenmektedir. İsrail’in tek algısı Filistinlilerle her türden bağı, ilişkiyi yok edecek bir etnik devletin inşası bunun en açık göstergesidir. Etnik devlet ikamesi için temel alınan askeri yolların ölüm, yıkım ve kıyımları kadar, Irkçı ayrımcılık duvarını Çin Seddi gibi inşa ederek yerine getiriyordu; bu duvarla, yakın alanlardaki Filistin köyleri ve şehirleri birer ada olarak hem İsrail’den hem de Filistin toplumundan yalıtma amacı taşıyarak inşası sürdürülmektedir. Bu politikayı İsrail’in tüm siyasal eğilimleri sırasıyla sonuna kadar destekleyip, fiili olarak uygulamakta tereddüt etmemektedir.
Sol bu politikaların baş rol oyuncularındandır. Gerekçe de güvenlikti; oysa bu duvar İsrail’in hiçbir güvenliğini yerine getirmemiştir. Tersine artan eylemlere dinamik getirmiş onları artan oranda kışkırtmıştır. Filistin direniş örgütlerinin saldırılarını engellemede ise hiçbir etkinliği olmamıştır. Zaten sorun bu da değildi. Tek amaç İsrail’i etnik bir devlet haline getirmek, bunun için de İsrail içindeki Arapları bir biçimde yok etmekti.
Bu yanıyla, İsrail seçimleri tarihinin hiçbir döneminde ne dünya barışı için ne Filistin davası için aşacağı bir siyasi iradeye geçit vermiyordu. Seçimler bir madalyonun iki yüzündeki figürler gibi, kim gelirse aynıydı. Sağı da solu da Siyonist bir Nazi’likti. Bu açıdan seçimlerden bir değişiklik beklemek hiçbir veriyle akılılık olamazdı.
Bu gerçeği anlamak için burada uzun uzun bilançolar dökmenin anlamı yok. Ülkemiz solundaki Siyonistlerin bu gerçeği anlamaları için önerilebilecek tek şey, kuruluşundan bu yana İsrail’in topraklarını nasıl genişlettiğini gösteren bir haritaya bakmak yeterlidir.
BİR SÜRÜKLENİŞİN YANILGISI; “YAŞAMAK İÇİN ÖLDÜRMEK”
İsrail seçimlerinin sonucu çok bilinmeyenli denklemler içinde tartışılabilir ama bunun ne bölgemiz için ne dünyamız barışı için ne de acıyı iliklerine kadar yaşayan Filistin halkı için bir anlamı yoktur. Bu açıdan İsrail seçimlerinin sonuçları, ilgili hiçbir tarafın siyasal yönelimlerine hesaba katılır bir etki yapacağı düşünülmemektedir. Filistinliler açısından ise, her seçim sonucu yeni bir kanlı sürecin artan ölüm ve yıkımın başlangıcı olarak görülmektedir.
Seçim sonucu ortaya çıkan denklemlerin kuracağı her hangi bir hükümetin programının temelinde “Filistin halkı en kestirme yoldan nasıl yok edilir” düşüncesi yer alacaktır. İsrail seçim sonuçlarından çıkan siyasal tabloda, kilit partisi olarak çıkan Evimiz İsrail Partisi lideri Liberman bir yana, LİKUD ve KADİMA arasında süren rekabetin merkezinde, geçmişini kanıt göstererek gelecekte ne kadar Filistinlinin tasfiye edileceği yer almaktadır. Sağ kesimler bu rekabet ve tartışmaları yapıp dururken, İsrail solu adına İşçi partisinin elleri Gazze çocuklarının, kadınlarının, yaşlılarının ve masum gençlerinin kanına bulanmış haliyle, olası bir koalisyonda kendine verilecek bir yerin beklentisi içindedir.
İsrail seçimleri hiçbir boyutuyla İsrail politikalarında bir değişimi getiremez. İsrail’in her seçimi bölgemiz için yeni felaketlerin başlangıcı işaret olmuştur.
İsrail toplumu, 60 yıllık devletli yaşam sürecinde dengelerini bulamamıştır. Gerçek bir devlet olmamanın sancılarıyla, korkuları ve kaygılarıyla daha çok kanlı süreçlerin açılmasına yönelik politikaları desteklemeyi tercih etmiştir.
Nazi Almanya’sının toplum psikolojisine benzer bir konjonktürden geçen İsrail toplumu, kimlik bunalımı içinde bulunan bir ülkedir. Nazi toplum psikolojisi, alternatifsiz bir sürükleniş psikolojisi olarak İsrail toplumu üzerine çökmüştür. Bu yanılgı kendi kendini üreten süreçleri tetikleyerek ayakta kalmaktadır. Emperyalist kültür mayasıyla harmanlanmış Siyonist ideoloji bu psikolojiyi diri tutmak için bitmeyen savaş ortamlarını tek yaşam yolu olarak dayatmaktadır. Öyle ki bu politikalar İsrail’i, bölgemiz ortak yaşamının dışına hızla itmeye başlamaktadır; bir dönem bölgemizde haçlıların kurduğu ve onlarla birlikte göçüp giden prensliklerin kaderine doğru sürüklendiği görülmektedir.
İsrail’in kaosu, tarihleri, kültürleri hatta dilleri farklı insan kitlelerini Yahudi dini adı altında başka halkların topraklarını gasp ederek bir devlet kurmanın oturmamış dengeleridir. İsrail devleti bölgede tarihsiz ve talihsiz bir yama olarak konumlandırılmış haliyle savaş dışında hiçbir yöntemle kendi iç dokusunu bir arada tutma şansına sahip görülmemektedir: bu yüzden barışı sağlayacak gerçekçi önermeler, İsrail’in verili siyasal ortamında üretilme şansına sahip olamamaktadır;
İsrail toplumu bölgede yaşamak için katletmeye inanmaktadır. Bu eğilimin inanç kaynaklarından da beslendiği bilinmektedir. Tevrat’ın “tanrının seçilmiş halkı” aldatmacası, bu günün insan aklıyla algılanması mümkün olmayan emirlerle yönlendiriliyor.
Şu ayetleri, tanrı sözü olarak okumak bile çok zor:
"Yakalananın bedeni delik deşik edilecek.
Ele geçen kılıçtan geçirilecek.
YAVRULARI GÖZLERİNİN ÖNÜNDE PARÇALANACAK.
Evleri yağmalanacak,
KADINLARIN IRZINA GEÇİLECEK." (İşaya: 15-16)
“Hem yiğidi, hem kızı.
EMZİKTEKİ ÇOCUKLA AK SAÇLI ADAMI,
Dışarıdan kılıç ve içeriden dehşet telef edecek.
Hasımlarından öç alacağım. Ve benden nefret edenlere ödeyeceğim.” (Tesniye, 32/25)
“Onları tamamen yok edeceksin, onlarla ahdetmeyeceksin, onlara acımayacaksın.”
(Tesniye: 7/1-3)
“Ve yayları gençleri yere çalacak ve rahmin semeresine acımayacaklar, gözleri çocukları esirgemeyecek.” (İşaya: 13/15-1)
“Mülklerini alacağımız milletlerin yüksek dağlar üzerinde, ve tepeler üzerinde, ve her yeşil ağaç altında ilahlarına ibadet ettikleri bütün yerleri mutlaka harap edeceksiniz.” (Tesniye: 11/23-25)
HATA NERDE BAŞLADI, SUÇLU KİM?
II. Dünya savaşının batılıların sırtına yıktığı kefaretleri, Filistin halkının sırtına yıkma gibi bir hoyratlıkla başlayan bölge sorunlarımız, aynı zamanda bu konun her boy ve soydan tartışması için sorulacak suçlu kim sorusuna da en gerçekçi cevabı veriyor.
Suçsuz bellidir, o da Filistin halkıdır.
Tarihte ilk kez bu toprakları yaşama açan, onu anavatan haline getiren Filistin halkı ilgisinin bulunmadığı bir kefaretin kurbanı edilmiştir. Buna emperyalist çıkarlar deyelim ya da başka bir şey, Filistin halkının uğradığı tecavüzü, ölümü ve kendi toprakları üzerinde mülteci hallerine düşüşünün acısını izah etmeye yetmez. Çünkü bu tecavüz bitip tükenmeyen tekrarlarıyla, her yeni kuşağa biçtiği ölümle cehennemi bir yaşam türüne çevirmiştir. Böyle bir yaşamın dayatıldığı yerde, intihar eylemleri gibi sorgulamak abes hale gelir. “Yaşamak için öldürme”yi planlayanlar, ölmemek için direnmenin her türüne katlanmayı da bilmek zorundadırlar.
Suçlulara gelince. Suçlular kendi kefaretlerini başkasına yıkma ve bu yolla çıkarlarını koruyarak bir taşla iki kuş vurma çabasında olanlardır. Dünyanın dört bir köşesinden getirilip, Filistin halkının topraklarına konumlandırılan, silahlandırılıp Filistin halkını katletmeyi bir yaşam biçimi haline getirenler de bu suçlu kategorisinin baş aktörleridir. Suçlular istilacılardır, yayılmacılardır, kıyım ve yıkımı sürdürmeyi yaşam haline getirenlerdir. Siyonizm İsrail devleti eliyle böylesi bir terör örgütü olarak destekçisi emperyalistlerle birlikte suçlu koltuğundadır
Oysa bu topraklarda binlerce yıldır Yahudiler yaşamasına rağmen insanlık böylesi bir sorunla karşı karşı kalmamıştı. Ne zaman Batılıların emperyalist çıkarlarıyla II. Dünya savaşında Yahudi katliamlarının kefaretiyle birleştiyse, o zaman insanlık bu belayla yüz yüze kaldı.
Bu bela emperyalist güçlerin çıkarları ve dünya üzerinde kurulu olan güçler dengesinin bir soncu olarak sürmektedir. Ancak bu ebedi değildir. Bölge halkları, Arap coğrafyası ve nüfusunun okyanusunda böylesi bir sorunun sonsuza kadar sürmesi mümkün değildir.
İsrail, bu ortamda Nazi yöntemleriyle yaşayan bir devlet haline geldi. Bu anlamda toplumunun desteğini ne kadar alırsa alsın, kimse bunun hesaplarıyla uğraşmayacaktır. Soruna toptancı, köklü bakma durumunda olacaktır: bunun kefaretini de İsrail’e ödetmeyi planlayacaktır; rüzgar ekenlere fırtına biçmesidir bu. Tarihin tüm tecrübelerinde, böylesi siyasal duruşların bir noktadan itibaren kendini katledecek sonuçlara gittiği bilinmektedir.
Arap-İsrail sorunu yalıtılmış bir Filistin-İsrail sorununa indirgenmesi zordur. Birincisinin bir biçimde çözülebileceği düşünülse de ikincisinin hayati öneme sahip kritik, kırılma noktaları çözümsüzlüğünün de nedeni olarak belirmektedir. İsrail Araplarla ikili anlaşmaları dayatırken böl yönet taktiği uygulamasına rağmen, güvenliği karşısında toprak dahil bir çok taviz vererek Filistin sorununu, arap sorunundan koparma çabasındadır. Camp David’le açılan süreçte Mısıra sina topraklarını iade etmiştir, Ürdün’le gizli yapılan ikili anlaşmalarla karşılıklı taviçzler verilmiş uyumlaşmaya gidilmiştir, diğer Arap ülkeleriyle benzer süreçler yükseltilmiştir. Bunu emperyalist ülkelerde destekleyerek İsrail’e bölgede nispi bir rahatlama ve az sayıda düşmanla mücadele şansı yaratılmıştır. Geride kalan direnme hattı ülkeleriyle sürmekte olan sorunlarına bile çözülebilir gözüyle bakılmaktadır; Suriye’nin Golan tepeleri sorunu, Lübnan’ın Şaba mezraları ve hala işgal altında bulunan köyleri zamana bırakılmış birer baskı unsuru ya da yakınlaşma köprüsü olarak görülmüştür.
Ancak Filistin sorununda İsrail bu durumda değildir. Filistin toprakları üzerindeki işgalci konumu, bu sorunda kaybeden taraf olması halinde var oluşunun tehlikeye girmesi anlamına gelir. İsrail tedirgin eden, uykularını da kaçıran budur. Bu riskleri barışçıl yollarla giderebilecek siyasetler üretme kapasitesine sahip olmaması, “yaşamak için öldürmek gerek” gibi insanlık dışı bir yönelime sürüklenmesini getirmektedir. Hiçbir haklı gerekçesi olmayan bu vehmin arkasından giderek tehlikeyi gerçekçi hale getirmektedir.
İsrail-Filistin sorunda sayılabilecek binlerce unsur vardır. Filistinlilerin devlet kurma hakkından, Kudüs’ün kimin başkenti olacağına kadar, sınırların belirlenmesinden güvenlik sorununa kadar, limanların kaderinden, hava alanlarının uluslar arası ilişkilere açılmasına kadar sayılabilecek sorunlar bulunmaktadır. Ancak bütün bunlar bir yana mülteciler konusu bir yanadır. Ve sorunun temel kırılma noktası fay hattı da buradadır. Makalemizin kantar topuzu da bu sorundur.
Bu sorun Filistinli mülteciler sorunudur.
FİLİSTİN DAVASININ GERÇEK FAY HATTI
MÜLTECİ SORUNU
Tüm dünya, İsrail seçimlerini izledi. Siyonistlerin medya dünyasındaki etkinliklerinin sihirli değneği bu olağanüstü ilgiyi kamçıladı durdu. Bu ilginin vehimleriyle pazarlanmak istenenler bir yana, bölgemiz için İsrail, Nazi yöntemli bir terör devleti olma özelliğinde değişim olmayacağı bellidir. İsrail bölgemizde barıştan yana değildir, savaş onun yaşaması için biçilmiş tanrısal bir elbisedir. Bu akıl sistemiyle kurgulanmış ilişkiler barış için hiç bir özverinin gündeme gelmesine olanak vermemektedir. Araplar zirvelerinde tüm liderlerinin onayıyla Barış için hazır olduklarını ilan ettikleri Beyrut zirvesine, İsrail aynı anda, Arap liderlere hakaret edercesine zirve oturumu esnasında, Filistin’de Cenin kampında toplu kıyım yaparak cevap veriyordu (26 Mart 2002)
Bu ölçekler içinde karmaşık olan bir sorunu daha iyi kavramak için, sorunu basitleştirecek bir noktaya taşıyacağım. Basitleştirme olayı, kırılma noktasını, en zayıfı halkasını, taviz verilmesi imkansız görünen noktasını ortaya komamla ilgilidir. Filistin-İsrail sorununun derinliğinde mültecilerin geri dönüş haklarıyla ilgili sorundur. Bu sorun 1948’de İsrail devletinin işgalci karakterde kuruluşuyla birlikte başlamış ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu bu kanunsuzluğa karşı tutumunu, 11 Aralık 1948’de aldığı 149 nolu kararla resmileştirmiştir Kararın 11. paragrafında şu ifadelere yer verilmektedir: “Genel Kurul, mültecilerin kendi iradeleri ile olabilecek en uygun zamanda evlerine dönmeleri ve komşularıyla barış içinde yaşamalarına izin verilmesi gerektiği, dönmek istemeyenlerin zarar gören veya tamamen yitirilen mülklerinin bedelinin uluslararası hukuk ve adalet çerçevesinde, hükümetler ya da sorumlu otoriteler tarafından ödenmesi gerektiğine karar vermişti”
.
Bu kararla dönme seçeneğini kullanmak isteyen mülteciye işgalci devletin izin verme mecburiyetini kararlaştırmıştır. Buna uymayanların BM Güvenlik konseyinin zorla uygulatma dahil, olası kararlarına maruz kalacağı bilinmektedir. İsrail bu karar dahil BM kararlarını her zaman en çok ihlal edin ülke olarak bu güne kadar gelmiştir: ancak ihlal ettiği tüm kararlar bir yana Mültecilerin geri dönüşüyle ilgili alınan bu kararı ihlal etmesi bir yanadır. Bu karar kantarın topuzunun kaçacağı bir karardır. İsrail için olmak ya da olmamak çapında bir karardır.
Buna kırılma noktası deyin, fay hattı deyin sorunun en derin yerinde, tüm tartışmaların dönüp geleceği ve dayanacağı yerde tek bir konu var. O da, Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkıdır.
Bütün olay burada düğümleniyor. Tam bu noktada, Filistin-İsrail sorunu bir Arap-İsrail sorunu olarak pekişiyor; 1948’de 1 400 000 Filistinli sürgüne zorlandı, mülteci duruma düştü. Mülteci Filistinlilerin bu günkü sayıları 5 000 000’a ulaştı. Bu insanlar ağırlıklı olarak, tüm sorunlarıyla birlikte Filistin’e komşu olan Suriye, Lübnan, Ürdün, Mısır, Irak öncelikli olmak üzere, dünya her köşesine yayılmış bulunmaktadırlar.
Bulundukları ülkede vatandaşlık hakkı başta olmak üzere, birçok medeni haktan da yoksun olan mültecilerin yaşamı, insan hakları açısından kabul edilmez ihlallerle doludur.
Bu sorunun çözümü, bölge barışı kapsamında ilgili ülkeleri zorunlu olarak kapsar. İsrail’in böl yönet taktiğiyle, ikili anlaşmalara sığınarak mülteci sorununu dışlama çabaları ise bölge barışına her zaman bir darbe olmuştur.
Bu sorun tek başına Filistinlilerin de sorunu değildir. Dolaysıyla bu sorun, kabul edilebilir bir çözüme kavuşmadıkça bu bölgede kimse huzur aramasın, boşuna havanda su dövmesin.
Bu sorunu “var olmak ya da yok olmak” sınırında algılayan İsrail, yakıp yıkmayı, katletmeyi bir yaşam biçimi olarak dayatmaktadır. Bölge barışı, bu irade yenilgiye uğramadıkça gerçekleşme şansına sahip değildir.
Bölge barışına yönelik birçok anlaşma, konferans ve zirve yapılmıştır. Hiç birinden sonuç çıkmamıştır. Her anlaşmanın her bir maddesi yeni bir anlaşmayı gerektirmiştir. İnanılmaz bir diplomasi cambazlıklarıyla uzatmalar yapılmış, sulandırılmış ve fiili olarak bir adım ilerleme gerçekleşmemiştir. İsrail verdiği tavizin sınırların tam bu noktada sona erdirmiştir, her şeye evet mültecilerin geri dönüşüne hayır demiştir.
Bütün bu oyalamaların, güvenilmez garantörlerin davranışlarını besleyen Filistinli mültecilerin geri dönüş haklarıdır. Bu hakkın adı bile anılmak istenmemektedir. Bu gün 5 000 000 nüfuslarıyla, 48 Arapları denen İsrail devletinin hükmü altında yaşayanlarıyla demografik bir devrim anlamına gelecek mültecilerin dönüşü, bölgemizin ve dünyamızın barışını tehdit eden Filistin sorunun hiçbir şiddet türüne başvurmadan çözme şansını gündeme getirebilir. Kaygıda buradadır.
İsrail için bunun sonuçları dehşet vericidir. Bu nedenle uzun bir süredir, Bush yönetiminin de vurgusunu ısrarla yaptığı “yan yana yaşayacak Filistin ve İsrail etnik devletleri” tanımlaması buraya işaret etmektedir. Tabi ki bu önerme öncelikle 48 Araplarını İsrail’den göçe zorlamayı içerdiği dikkatten kaçmamaktadır. Bu şeytani denklem, geride kalan Filistinlilerinde sürgün edilmesi için kurgulanmıştır. Filistin devletini bu kurgulara bağlayan Siyonistler hiçbir zaman Filistinlileri söz ettikleri hakları bile verme amacı taşımamaktadır.
Filistin mültecileri sorunu bu noktada bölgemizin tüm sorunlarının merkezine gelip oturmaktadır. Kırılma noktası budur, bununla birlikte onlarca sorun var ancak kırıma noktası budur, fay hattı budur.
İsrail bunu, maruz kaldığı en büyük tehlike olarak algılamakta. Bu nedenle ne pahasına olursa olsun reddetmekte. Kendi toplumunu da bunu karşı şerbetli yapmak üzere sürekli savaşan bir askeri toplum atmosferine sokmaktadır. Bu yüzden yaşamak için öldürmek gibi bir saplantıyla, bölge ve dünya barışını anlamsızca tehdit etmekte yönelmiştir. En iyi Arap ölü Arap’tır söylemi, Tevrat’ın kutsal bir ayet haline gelmektedir.
Bu verilerin ışığı altında İsrail’in son seçimleri, ortaya hiçbir yenilik getirmeyecek bir geviş getirme olayıdır demek abartılı olmayacaktır. Bölgenin, dünyanın insanlığın barış umutları, her defasında yeniden İsrail devletinin terörü altında şehit düşmekten kurtulamamıştır.
Bu bir umutsuzluk değil, olguları doğru kavramak için çözümlemedir. Elimiz kolumuz da bağlı değildir. Ama birilerinin elini kolunu mutlaka bağlamamız gerektiğine bir işarettir.
Barış istiyorsak, bölge, dünya ve insanlık adına süren kıyımları ve yıkımları durdurmak istiyorsak birilerinin eli kolu bağlanmalıdır, diyorum. Bu da İsrail’in silahsızlandırılmasından geçer diyorum. Bu talep ne kadar gerçekçidir tartışmayacağım. Dünya güçler dengesi uygun olunca bunun mümkün olduğunu biliyorum. II. Dünya savaşı arifesinde silahlanmanın nelere yol açtığını ve savaş sonrası kimlerin nasıl silahsızlandırıldıklarını da çok iyi biliyorum. Bunun koşulları nasıl oluşur bu gün için bu da önemli değildir. Bunu bilmek, sağlıklı olarak kavramak bin milin ilk adımıdır. O dengelere kadarda yapılacak çok şey vardır. Küçük kazanımları bile dışlamadan, emperyalistlerin ve Siyonistlerin bölgemizde ikame etmeye çalıştıkları planlara karşı direnerek durmak gerektiğini tekrar edeceğim. ABD’nin “Büyük Orta-doğu Projesi (BOP)” 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşında halkın direniş örgütlerinin başarısıyla, İsrail saldırganlığını yenilgiye uğratmasıyla yıkılıp gitmesi bu sürede yapılması gerekenin ne olduğunu yeterince açık etmiştir.
Direnmek ve direnmeye destek olmak, bölgede zalime karşı mazlumdan yana olmaktır, haksıza karşı haklıdan yana olmaktır. Saldırganların silahtan arındırılması ise bu süreçte döşenecek yolların ürünü olacaktır.
Silahsızlandırma uygun koşullar içinde her toplum için çok yararlıda olabilir. Almanya ve Japonya’nın silahsızlandırılmasının ürünlerini, bu gün büyük sanayi ülkeleri olarak nasıl topladıklarını biliyoruz. İsrail’i silahsızlandıracak yollardan biri dünya güçler dengesinin değişimi ise diğeri bir bölge savaşında ilk düzenli ordular tarafından yenilgiye uğratılmasıdır. Bu ihtimal de artık eskisi kadar zayıf değildir. Son Lübnan ve Gazze savaşları İsrail için askeri açıdan çok şeyin eskisi gibi olmadığına işaret etmektedir.
Bu verileri savaşsız bir barışa çevirmek hepimizin umudu olsa da, bu umudu her defasında Amerika-İsrail terörü şehit etmiştir. Denenmişi umut edinmek baştan kaybetmek demektir.
Bu çözümlemelerde İsrail seçim sonuçları bir teferruattan ibarettir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder