28 Aralık 2008 Pazar
Gazze Kıyımı ve Orta-doğuda geleneksel saflaşma
Mihrac Ural
Mihrac Ural
28 Aralık 2008
Bölgemizin her bir köşesinde ve her dönemde bitip tükenmeyen savaşlar kanlı olaylar hüküm sürmüştür. Bölgemiz insanlığın en önemli uygarlık merkezi olarak doğal servetleriyle emperyalist güçlerin iştahını kabartmış ve tecavüze uğramıştır. Her defasında bu güçler ya kendi kefaretlerinin karşılığı olarak dayattıkları İsrail gibi suni devletlerle bölgede kalıcı maşalar yaratmış ya da bölgenin yerli işbirlikçileri, gericilikle kol kola bu bölgenin zenginliğin talan ederek halkın çıkarlarını gasp etmiştir. Bu gidişe dur diyen ve çıkarlarını savunan halka ise ölüm denklemlerinde kanlı kıyımı reva görmüştür.
Bir tarafta onlar ABD, İsrail ve Arap gericiliği; her biri zaman zaman fiili olarak zaman zaman destekçi olarak önde yada geride olmuştur; ama bölgemize ve halklarımıza dayatılan her ölüm kalım olayında parmakları bulunmuştur.
Diğer tarafta bölgenin mazlum halkları ve onların direnme güçleri yer almıştır. Dün Lübnan’da, bu gün Irak ve Filistin’de, Gazze’de haklı dava ve çıkarları için direnmeye devam ederek, şehit vermektedirler.
Bu gerçeği bizler 1983 Kasımında da yaşadık, Gazzeli şehitlerin İsrail ve Arap gericiliğine karşı direnişte şehit oldukları gibi şehit oldular. Bu gün Gazze’de, İsrail’le birlikte Arap gericiliği ve El fetih’in gerici kurmayları aynı safta direnen güçlere karşı savaşı ölümü, kıyım ve yıkımı dayatmaktadırlar. Bölgeyi anlamak için bu saflaşmayı bilmek gerek. Bu bölgede bu saflaşma kadim bir saflaşmadır bu saflaşmada tarafsız olmak gericiliğin yanında olmak demektir.
Türkiye solu bu konuda açık ve net bir tutumla Gazze’de direnen halkın ve örgütlerin yanında bölgemizin ilerici güçler safında tüm gericiliğe karşı bir mücadelesinin olması gerek. Bu gericilik tüm halklara karşı Türk, Kürt Arap Fars ve diğer etnik topluluklara ölümü dayatmaktadır, tehciri tenkili tecavüzü dayatmaktadır. Gerici güçlerden kimin önde fiili olarak askeriyle savaşıp savaşmadığı hiç önemli değil. Onlar bir biçimde birbiriyle ilintili ve birbirini destekleyerek halka ve çıkarlarına tecavüz etmektedirler.
Bu nedenle tüm ilerici güçler bölge halkları saflarını sıklaştırmak ve direnmek için dayanışmakla yükümlüdür.
Dünüyle bugünüyle Ortadoğu aynı saflaşmanın mücadelesine tanık oluyor; bir yanda ABD İsrail ve Arap gericiliği diğer yanda halkın direnen güçleri.
24-30 Kasım 2008’de Antakya’da Şehitler haftası kutlandı. Kutlamalara hazırlanırken birilerine işaret geldi ve şehit yoldaşlarımızın şahadeti tartışmaya sürülmek istendi. Bunu yapmak isteyen aptallar, Ortadoğu bölgesinin özgünlükleri hakkında cahildiler. Basit bir bölge gerçeğini sıradan bir bölge insanın bile bildiği gerçeği görmezden gelen davranışlar sergiliyorlardı. Ama gerçek bu türlerin bilgisine ihtiyaç duymayacak kadar açık ve her olayda kendini belirgin ediyordu.
Bilinmesi gereken ve bugün Gazze’de bir kez daha açıkça ortaya çıkan gerçek, bu bölgede cereyan eden her çatışmanın, her savaşın her sosyal, siyasal olayın içinde yer alan birbirine karşıt iki saf vardı. Bu saflaşmanın her bir tarafında oluşan tüm biçimsel farklılıklara, isim değişikliklerine önde ya da geride olmaya bakmaksızın nitelik olarak birbiriyle uzlaşmayan iki farklı saf vardı. Bunu bilmek istemeyenler, halkın çıkarlarını savunmada aradıkları gerekçeler gerçekte bu mücadeleden kaçış gerekçeleri olarak belirmiştir. Bu durum Arap saflaşmasında da önemli bir unsurdur. Önce, İsrail’in önde olduğu savaşlarda direnmeyi tercih edenler İsrail’in geride kalıp gericiliği saldığı bir savaşta tarafsızlıklarını ilan edip; haklı güçleri, halkı yalnız bıraktılar. Son Lübnan savaşı bunu çok çarpıcı bir biçimde ele verdi. Aynı şey on yıllar önce Trablus savaşlarında oldu; yoldaşlarımızın şehit olduğu çatışmalarda, gericiliğe karşı bir savaş vardı, bu savaşta önde olanlar kim olursa olsun arkalarında bir bütün olarak Arap gericiliği, İsrail siyonizmi ve ABD bulunuyordu. Bu gün Gazze’de, İsrail’in önde olduğu, Arap gericiliğinin de tam destekle yürütülen savaşta halka ölüm yağdırmaları gibi. Bu saflar hep öyle kaldı öyle devam etmektedir.
Bu gerçekleri algılayamayanlar doğal olarak hiçbir mücadelenin içinde olmayacaktır. Her mücadeleye bir bahane bulup halkın haklarına gerekli desteği vermeyeceklerdir. Dün olan bu günde olmaktadır. Çünkü saflar aynı saflar, davranışlar da algılarda aynıdır.
Bölgemizin her bir köşesinde ve her dönemde bitip tükenmeyen savaşlar kanlı olaylar hüküm sürmüştür. Bölgemiz insanlığın en önemli uygarlık merkezi olarak doğal servetleriyle emperyalist güçlerin iştahını kabartmış ve tecavüze uğramıştır. Her defasında bu güçler ya kendi kefaretlerinin karşılığı olarak dayattıkları İsrail gibi suni devletlerle bölgede kalıcı maşalar yaratmış ya da bölgenin yerli işbirlikçileri, gericilikle kol kola bu bölgenin zenginliğini talan ederek halkın çıkarlarını gasp etmiştir. Bu gidişe dur diyen ve çıkarlarını savunan halka ise ölüm denklemlerinde kanlı kıyımı reva görmüştür.
Bir tarafta onlar ABD, İsrail ve Arap gericiliği; her biri zaman zaman fiili olarak, zaman zaman destekçi olarak önde ya da geride olmuştur. Ama, bölgemize ve halklarımıza dayatılan her ölüm kalım olayında parmakları bulunmuştur.
Diğer tarafta bölgenin mazlum halkları ve onların direnme güçleri yer almıştır. Dün Lübnan’da, bu gün Irak ve Filistin’de, Gazze’de haklı dava ve çıkarları için direnmeye devam ederek, şehit vermektedirler.
Bu gerçeği bizler 1983 Kasımında da yaşadık, Gazeli şehitlerin İsrail ve Arap gericiliğine karşı direnişte şehit oldukları gibi şehit oldular. Bu gün Gazze’de, İsrail’le birlikte Arap gericiliği ve El fetih’in gerici kurmayları aynı safta direnen güçlere karşı savaşı ölümü kıyım ve yıkımı dayatmaktadırlar. Bölgeyi anlamak için bu saflaşmayı bilmek gerek. Bu bölgede bu saflaşma kadim bir saflaşmadır bu saflaşmada tarafsız olmak gericiliğin yanında olmak demektir.
Bu satırlar kaleme alınırken Gazze’de şehit sayısı 300’ü geçmişti. 28 aralık 2008, saat 20.00 itibariyle yaralı sayısı da 1000’i aşmıştı. Bu savaşta, İsrail savaş uçakları Gazze’nin her santimetre karesine ölüm bombaları yağdırıyordu. Bu kirli ve haksız savaş dünyanın her yerinden inanılmaz tepkileri aldı. Ancak Arap gericiliği bilinen tutumuyla kendini bir kez daha ortaya koydu. Bu savaşta temel saflar artık tüm ihtiyatlarıyla sürmekteydi. Arap gericiliği açık ve gizli İsrail’le birlikte olmuştu. Gazze’de direnen halka aynı gerici güçler, her biri kendi rolünü oynayarak saldırıyordu. Bunlar arasında Mısır, Suudi Arabistan kadar El Fetih’in İsrail işbirlikçisi kimi liderleri yer alıyordu.
Gazze’ye saldırı arifesinde bölgede hızlanan lider ziyaretleri bunun bir işareti gibiydi. İsrail dışişleri bakanı Tzipi Livni’nin Mısır ziyareti (26 Aralık) ve yaptığı açık tehditler, Filistin özerk yönetimi başkanı Mahmut Abbas’ın, Gazze’de halkı katledilirken hiçbir şey olmamış gibi Suudi Arabistan ziyaretini gerçekleştirmesi tesadüf değildi.
Arap zirvesi için yapılan acil toplanma çağrısına Mısır yönetiminin gösterdiği tavır ise inanılmaz bir pişkinlik ve teslimiyet olarak belirmişti. Zirveyi aceleye getirilmiş bir çaba olarak yorumlayan Dışişleri Bakanı Ebul Ğays, Mısır’ın katılma eğiliminde olmadığını dile getiriyordu. Bir gün önce İsrail yetkilileriyle nelerin konuşulduğunu buradan anlamak güç değildi. Gazze’nin direnen halkı ve örgütleri ezilene kadar İsrail’e destek olunacaktı. Bu bir karardı ve arkasında Suudi Arabistan ve ABD bulunuyordu. Saflar, yine aynı güçlerden oluşmuş halklar ölümle karşı karşıya kalmıştı. Bu tabloyu Lübnan’a karşı İsrail’in açtığı 12 Temmuz 2006 savaşında da aynıyla görmüştük.
Bunu İsrail’in Birleşmiş Milletlerdeki temsilcisi “Ilımlı Arap ülkelerinin isteğini de göz önüne alarak Gazze’yi, HAMAS’ı vuruyoruz” diyerek, herkesin bildiği gerçeği resmi ağızdan açıkça söylemiştir.
Arap gericiliği bu kıyımın mimarlarındandır. İsrail’e yeşil ışık bu kesimlerden gelmiştir. İsrail bu fırsatı gözlüyordu, temkinliydi de. Ağır bir yenilgiden çıkmış ruhu çökmüştü. Siyasal kaosları artmış toplumun birliği sarsılmıştı. Bunu onarmanın fırsatını kolluyordu ve Lübnan yenilgisini bir biçimde onarma çabası vermekteydi. Zayıf halka Gazze’ydi. Burada alınacak bir askeri başarı yenilmezliğiyle ünlü İsrail ordusuna yeni bir kan taşıyacaktı. Arap gericiliği de direnme hattının başarısını ezmek istiyordu. Gerici safın tüm tarafları için “bu savaş bir biçimde yapılmalıydı”. İsrail tetikçilik yapacaktı.
Suudi Arabistan kralı Abdullah bin Abdulaziz el Suud, veliahdı Sultan bin Abdulaziz el Suud ve karanlık işleriyle bölgemizin her kanlı olayında parmağı olan Prens Bender bin Sultan HAMAS’ın etkinliğinin kırılması için ellerindeki tüm olanakları seferber etmekteydi. Bunun için Mısır ve Ürdün’ün yürüttüğü Şii tehlikesi de önemli bir gerekçe olarak ortaya sürülmüştü. Sünni çoğunluğun etkilenmesi ve Filistin saflarının bölünüp zaafa uğratılması için HAMAS’ın İran ilişkisine sık sık vurgular yapılmaktaydı. Buna “Şii atom bombası tehlikesi” adı altında Pers yayılmacılığı heyulası da üretilmişti. İran’ın bölgede bir süper güç olarak belirmesinin önü kesilmeliydi. Bir taşla birkaç kuş vurmanın yolu, Gazze’deki direniş güçlerinin etkinliğin kırmaktan geçiyordu. Mısır ve diğer Arap gericiliği bunun üzerinde yıllardır çalışmaktaydı da. Gazze’nin 17 aydır kuşatma altında açlık ve karanlıkla boğuşmasından sonuç çıkmayınca, basit savunma silahı olan kısa menzilli el yapımı füzeler yeterli gerekçe olarak öne sürüldü. Savaş böylece komik bir nedenle başlatılmış oldu. Bu Irak’ın işgaline neden olarak gösterilen tarihin en büyük yalanına, “Saddam Irak’ının, her an nükleer ve kimyasal başlıklı silahlarla Avrupa’yı bile vurma kudreti”ne benzer bir gerekçeydi. Irakta hiçbir şeyin bulunamaması ise gecikmiş bir gerçek olarak ortada kalacaktı.
Gazze böylesi bir ortamda direnecekti. Dayandığı yegane kudret direnme hattının artık engellenemez yükselişiydi. Filistin halkının yaşamı zaten bir direnme tarihiydi. Ancak Oslo ilkeler Anlaşması’ndan itibaren (13 Eylül 1993) dengelerin “ılımlılar”ın göreli atılımı, Filistin direnme tarihini sarsan bir yönelim aldı. Liberalizmin de dünya ölçeğinde yükseldiği kesit yaşanıyordu. Silahlara paydos deniliyordu. Artık anlaşmalar, görüşmeler ve barış masalarının hükmü geçiyordu. 10 yıl öylece tüketildi. Öncesi de Madrid Barış Konferansı’nda (1991) başlayan görüşmeleri eklediğimizde uzun bir dönem barış görüşmelerinin beyhude bekleyişiyle tüketilmişti. Irak’a açılan haksız ve zalim savaş ve ardından ABD’nin geliştirdiği Büyük Ortadoğu projesi’yle (BOP) bölgeye demokrasinin yayılacağı sahtekarlığı, direnme hattını kısırlaştırmış sonun başlangıcına gelindiği imajı yaratılmıştı. Ancak gerçek kısa sürede açığa çıktı. Yıkım ve ölümden doğal servetlerin talanından başka bir şey olmayan bu söylemler bir anda yerle bir oldu. Lübnan direndi. Akdeniz’den Kafkaslara açılmak istenen ve amacı enerji kaynaklarını sağlama bağlamak üzere kurgulanan güvenlik hattı kırıldı.
12 Temmuz 2006 savaşı başladığında sonuçtan emin olan ABD, bölgeyi yeniden şekillendirecek atılımın atıldığını açıklıyordu. İsrail’e iş düşmüştü; sonuçta askeri bir zafer kazanılacak ve kapılar ardına kadar açılacaktı. Ama olmadı. İsrail yenildi, hezimete uğradı, sarsıldı. Bununla birlikte Oslo da başlayan teslimiyet çağı da sona erdi.
Barış görüşmelerinin bir aldatmaca ve oyalamaca olduğu tüm çirkinliğiyle belirginleşmişti. Tüm tavizlere karşın Araplar hiçbir sonuç alamamıştı. Barış görüşmeleri İsrail’in bölgede daha çok toprak gaspı ve yeni yerleşim birimlerini kurmakla, insanlık tarihinin en utanç verici ırkçı duvarını örmekten başka bir şey getirmedi. Bu duvar ki, vatanı vatandaşına karşı bir Çin Seddi haline getiriyordu. İsrail’in tek ırkın devleti olması için girişilen bu türden çabalar artık anlaşmalarla hiçbir yere varılamayacağını gösteriyordu. BM kararları ise bir aldatmacaydı. İsrail, ABD desteğiyle Gerici Arap yönetimlerinin göz yummasıyla çöpe atılıp duruyordu. Bölge halkını koruyacak güç kalmamıştı. Direnme bu bataklığa karşı bu toprakların evlatlarının eliyle gelişti.
Yaser Arafat bunun çıkmaz yol olduğunu bilmesine karşın, çevresinin baskıları altında bu yoldan da kazanılabilecekleri elde etme siyaseti gütmüştü. Ancak bu yolun tıkandığı an I. Ve II. İntifadaları yükseltmekten çekinmemiş, ciddi askeri eylemlere de icazet vererek ihtiyatı elden bırakmamıştı. Arafat katledildi. Bir engel olarak görüldü ve katledildi. ( I. İntifada 8 Aralık 1987 - Eylül 1993. II. İntifada Eylül 2000 – Şubat 2005)
Arafat’ı katleden İsrail ve çevresindeki El Fetih’in İsrail işbirlikçileri, teslimiyetçilerdi. Arafat’ın hala açıklanmayan ölüm nedeni, bu gerici safın kendi arasında bir şifre gibiydi. Bu ekip, Filistin halkının seçimle tercih ettiği yeni yönetimi de hazmetmemişti. Direnme adına hiçbir şey istenmiyordu. Halkın seçtiği hükümetin düşürülmesi bu süreçlerin ardından gelmişti. Mahmut Abbas başkanlık yetkisine dayanarak İsmail Heniye (HAMAS) hükümetini azil etmekte gecikmedi. Oysa Mekke ittifakını (8 Şubat 2007), Kahire ittifakını ve Şam uyumlaşmasını çiğneyenler de aynı ekipti. Bunların başında Mahmut Abbas, Muhammed Dahlan gibi sicilli İsrail işbirlikçileri bulunuyordu. Gazze’de Filistin istihbarat merkezi HAMAS tarafından ele geçirilince ortaya çıkan belgeler, bu çirkin gericilerin hangi komplolar içinde olduklarını belgeleriyle kanıtlarıyla ortaya seriyordu. İşte bu gerici ekipler, Lübnan’dan bu güne, Gazze’nin katledilmesine kadar uzanan süreçte hep İsrail ABD ve Arap gericiliğiyle birlikte yürüyenler olmuştu.
Bu ekibin başı Mahmut Abbas’ın 27 Aralık 2008 Gazze’ye saldırılar başladığı an Suudi Arabistan’da, bir gün önce İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin Mısır’da olması bu anlamıyla hiçte tesadüfü değildi. Bu bir işaretti, bir hazırlığın son demiydi. Kanlı kıyım böylece Arap gericiliğinin icazetiyle başlamış oldu.
Ba satırlar yazılırken, Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrullah’ın TV konuşması naklen yayına başlamıştı. Makalemizin konusuyla aynı yönde yorumlar yapmaktaydı. “Filistin örgütlerinin birbirine düşmelerinin nedeni de Arap gericiliği olduğu” verileriyle tek tek sıralanıyordu. Bu lider ki, İsrail’e diz çökerten bir lider olarak, bölgemizin halk direnişinde en önde savaşan ve sözü düşmanları tarafından bile en güvenilir sayılan bir liderdir. İsrail’e karşı savaş kazanmış, halkıyla derin bağlarla bağlı olan ve direniş yolunu yükselten Hizbullah ve lideri, Arap gericiliğinin, Arap halkı saflarında açtığı derin yarıkların artık sona ermesi için, halkın etkin girişimiyle sokaklara dökülerek yönetimlerine karşı ciddi bir baskı oluşturması gerektiğine işaret ediyordu. Bu çağrı yarından itibaren tüm Arap ülkelerinde yankılanacağı da tahmin edilmektedir.
Bunu gerçekleri bilmek bu gün Orta-doğunun tüm devrimcileri açısından olduğu kadar özelde Türkiyeli devrimciler açısından da büyük önem arz etmektedir. Bunun için bölgemiz saflaşmasında tarafsız olunmayacağı gerçeğinin bilince çıkartılması ve bölge halklarıyla saflarımızın sıklaştırılması gereği belirmektedir. Bu konuda devrimci hareketlerin kitlelerin arkasından nal toplamaya devam etmesinin handikapları, solun milliyetçi, ulusalcı bataklıkta çırpınmasının önemli bir payı olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.
Türkiye solu bu konuda açık ve net bir tutumla Gazze’de direnen halkın ve örgütlerin yanında bölgemizin ilerici güçler safında tüm gericiliğe karşı açık ve net mücadele etmelidir. Bu gericilik tüm halklara karşı Türk, Kürt, Arap, Fars ve diğer etnik topluluklara ölümü dayatmaktadır, tehciri tenkili tecavüzü dayatmaktadır. Gerici güçlerden kimin önde fiili olarak askeriyle savaşıp savaşmadığı hiç önemli değil. Onlar bir biçimde birbiriyle ilintili ve birbirini destekleyerek halka ve çıkarlarına tecavüz etmektedirler.
Bu nedenle tüm ilerici güçler bölge halkları saflarını sıklaştırmak ve direnmek için dayanışmayla yükümlüdür.
Mihrac Ural
28 Aralık 2008
Bölgemizin her bir köşesinde ve her dönemde bitip tükenmeyen savaşlar kanlı olaylar hüküm sürmüştür. Bölgemiz insanlığın en önemli uygarlık merkezi olarak doğal servetleriyle emperyalist güçlerin iştahını kabartmış ve tecavüze uğramıştır. Her defasında bu güçler ya kendi kefaretlerinin karşılığı olarak dayattıkları İsrail gibi suni devletlerle bölgede kalıcı maşalar yaratmış ya da bölgenin yerli işbirlikçileri, gericilikle kol kola bu bölgenin zenginliğin talan ederek halkın çıkarlarını gasp etmiştir. Bu gidişe dur diyen ve çıkarlarını savunan halka ise ölüm denklemlerinde kanlı kıyımı reva görmüştür.
Bir tarafta onlar ABD, İsrail ve Arap gericiliği; her biri zaman zaman fiili olarak zaman zaman destekçi olarak önde yada geride olmuştur; ama bölgemize ve halklarımıza dayatılan her ölüm kalım olayında parmakları bulunmuştur.
Diğer tarafta bölgenin mazlum halkları ve onların direnme güçleri yer almıştır. Dün Lübnan’da, bu gün Irak ve Filistin’de, Gazze’de haklı dava ve çıkarları için direnmeye devam ederek, şehit vermektedirler.
Bu gerçeği bizler 1983 Kasımında da yaşadık, Gazzeli şehitlerin İsrail ve Arap gericiliğine karşı direnişte şehit oldukları gibi şehit oldular. Bu gün Gazze’de, İsrail’le birlikte Arap gericiliği ve El fetih’in gerici kurmayları aynı safta direnen güçlere karşı savaşı ölümü, kıyım ve yıkımı dayatmaktadırlar. Bölgeyi anlamak için bu saflaşmayı bilmek gerek. Bu bölgede bu saflaşma kadim bir saflaşmadır bu saflaşmada tarafsız olmak gericiliğin yanında olmak demektir.
Türkiye solu bu konuda açık ve net bir tutumla Gazze’de direnen halkın ve örgütlerin yanında bölgemizin ilerici güçler safında tüm gericiliğe karşı bir mücadelesinin olması gerek. Bu gericilik tüm halklara karşı Türk, Kürt Arap Fars ve diğer etnik topluluklara ölümü dayatmaktadır, tehciri tenkili tecavüzü dayatmaktadır. Gerici güçlerden kimin önde fiili olarak askeriyle savaşıp savaşmadığı hiç önemli değil. Onlar bir biçimde birbiriyle ilintili ve birbirini destekleyerek halka ve çıkarlarına tecavüz etmektedirler.
Bu nedenle tüm ilerici güçler bölge halkları saflarını sıklaştırmak ve direnmek için dayanışmakla yükümlüdür.
Dünüyle bugünüyle Ortadoğu aynı saflaşmanın mücadelesine tanık oluyor; bir yanda ABD İsrail ve Arap gericiliği diğer yanda halkın direnen güçleri.
24-30 Kasım 2008’de Antakya’da Şehitler haftası kutlandı. Kutlamalara hazırlanırken birilerine işaret geldi ve şehit yoldaşlarımızın şahadeti tartışmaya sürülmek istendi. Bunu yapmak isteyen aptallar, Ortadoğu bölgesinin özgünlükleri hakkında cahildiler. Basit bir bölge gerçeğini sıradan bir bölge insanın bile bildiği gerçeği görmezden gelen davranışlar sergiliyorlardı. Ama gerçek bu türlerin bilgisine ihtiyaç duymayacak kadar açık ve her olayda kendini belirgin ediyordu.
Bilinmesi gereken ve bugün Gazze’de bir kez daha açıkça ortaya çıkan gerçek, bu bölgede cereyan eden her çatışmanın, her savaşın her sosyal, siyasal olayın içinde yer alan birbirine karşıt iki saf vardı. Bu saflaşmanın her bir tarafında oluşan tüm biçimsel farklılıklara, isim değişikliklerine önde ya da geride olmaya bakmaksızın nitelik olarak birbiriyle uzlaşmayan iki farklı saf vardı. Bunu bilmek istemeyenler, halkın çıkarlarını savunmada aradıkları gerekçeler gerçekte bu mücadeleden kaçış gerekçeleri olarak belirmiştir. Bu durum Arap saflaşmasında da önemli bir unsurdur. Önce, İsrail’in önde olduğu savaşlarda direnmeyi tercih edenler İsrail’in geride kalıp gericiliği saldığı bir savaşta tarafsızlıklarını ilan edip; haklı güçleri, halkı yalnız bıraktılar. Son Lübnan savaşı bunu çok çarpıcı bir biçimde ele verdi. Aynı şey on yıllar önce Trablus savaşlarında oldu; yoldaşlarımızın şehit olduğu çatışmalarda, gericiliğe karşı bir savaş vardı, bu savaşta önde olanlar kim olursa olsun arkalarında bir bütün olarak Arap gericiliği, İsrail siyonizmi ve ABD bulunuyordu. Bu gün Gazze’de, İsrail’in önde olduğu, Arap gericiliğinin de tam destekle yürütülen savaşta halka ölüm yağdırmaları gibi. Bu saflar hep öyle kaldı öyle devam etmektedir.
Bu gerçekleri algılayamayanlar doğal olarak hiçbir mücadelenin içinde olmayacaktır. Her mücadeleye bir bahane bulup halkın haklarına gerekli desteği vermeyeceklerdir. Dün olan bu günde olmaktadır. Çünkü saflar aynı saflar, davranışlar da algılarda aynıdır.
Bölgemizin her bir köşesinde ve her dönemde bitip tükenmeyen savaşlar kanlı olaylar hüküm sürmüştür. Bölgemiz insanlığın en önemli uygarlık merkezi olarak doğal servetleriyle emperyalist güçlerin iştahını kabartmış ve tecavüze uğramıştır. Her defasında bu güçler ya kendi kefaretlerinin karşılığı olarak dayattıkları İsrail gibi suni devletlerle bölgede kalıcı maşalar yaratmış ya da bölgenin yerli işbirlikçileri, gericilikle kol kola bu bölgenin zenginliğini talan ederek halkın çıkarlarını gasp etmiştir. Bu gidişe dur diyen ve çıkarlarını savunan halka ise ölüm denklemlerinde kanlı kıyımı reva görmüştür.
Bir tarafta onlar ABD, İsrail ve Arap gericiliği; her biri zaman zaman fiili olarak, zaman zaman destekçi olarak önde ya da geride olmuştur. Ama, bölgemize ve halklarımıza dayatılan her ölüm kalım olayında parmakları bulunmuştur.
Diğer tarafta bölgenin mazlum halkları ve onların direnme güçleri yer almıştır. Dün Lübnan’da, bu gün Irak ve Filistin’de, Gazze’de haklı dava ve çıkarları için direnmeye devam ederek, şehit vermektedirler.
Bu gerçeği bizler 1983 Kasımında da yaşadık, Gazeli şehitlerin İsrail ve Arap gericiliğine karşı direnişte şehit oldukları gibi şehit oldular. Bu gün Gazze’de, İsrail’le birlikte Arap gericiliği ve El fetih’in gerici kurmayları aynı safta direnen güçlere karşı savaşı ölümü kıyım ve yıkımı dayatmaktadırlar. Bölgeyi anlamak için bu saflaşmayı bilmek gerek. Bu bölgede bu saflaşma kadim bir saflaşmadır bu saflaşmada tarafsız olmak gericiliğin yanında olmak demektir.
Bu satırlar kaleme alınırken Gazze’de şehit sayısı 300’ü geçmişti. 28 aralık 2008, saat 20.00 itibariyle yaralı sayısı da 1000’i aşmıştı. Bu savaşta, İsrail savaş uçakları Gazze’nin her santimetre karesine ölüm bombaları yağdırıyordu. Bu kirli ve haksız savaş dünyanın her yerinden inanılmaz tepkileri aldı. Ancak Arap gericiliği bilinen tutumuyla kendini bir kez daha ortaya koydu. Bu savaşta temel saflar artık tüm ihtiyatlarıyla sürmekteydi. Arap gericiliği açık ve gizli İsrail’le birlikte olmuştu. Gazze’de direnen halka aynı gerici güçler, her biri kendi rolünü oynayarak saldırıyordu. Bunlar arasında Mısır, Suudi Arabistan kadar El Fetih’in İsrail işbirlikçisi kimi liderleri yer alıyordu.
Gazze’ye saldırı arifesinde bölgede hızlanan lider ziyaretleri bunun bir işareti gibiydi. İsrail dışişleri bakanı Tzipi Livni’nin Mısır ziyareti (26 Aralık) ve yaptığı açık tehditler, Filistin özerk yönetimi başkanı Mahmut Abbas’ın, Gazze’de halkı katledilirken hiçbir şey olmamış gibi Suudi Arabistan ziyaretini gerçekleştirmesi tesadüf değildi.
Arap zirvesi için yapılan acil toplanma çağrısına Mısır yönetiminin gösterdiği tavır ise inanılmaz bir pişkinlik ve teslimiyet olarak belirmişti. Zirveyi aceleye getirilmiş bir çaba olarak yorumlayan Dışişleri Bakanı Ebul Ğays, Mısır’ın katılma eğiliminde olmadığını dile getiriyordu. Bir gün önce İsrail yetkilileriyle nelerin konuşulduğunu buradan anlamak güç değildi. Gazze’nin direnen halkı ve örgütleri ezilene kadar İsrail’e destek olunacaktı. Bu bir karardı ve arkasında Suudi Arabistan ve ABD bulunuyordu. Saflar, yine aynı güçlerden oluşmuş halklar ölümle karşı karşıya kalmıştı. Bu tabloyu Lübnan’a karşı İsrail’in açtığı 12 Temmuz 2006 savaşında da aynıyla görmüştük.
Bunu İsrail’in Birleşmiş Milletlerdeki temsilcisi “Ilımlı Arap ülkelerinin isteğini de göz önüne alarak Gazze’yi, HAMAS’ı vuruyoruz” diyerek, herkesin bildiği gerçeği resmi ağızdan açıkça söylemiştir.
Arap gericiliği bu kıyımın mimarlarındandır. İsrail’e yeşil ışık bu kesimlerden gelmiştir. İsrail bu fırsatı gözlüyordu, temkinliydi de. Ağır bir yenilgiden çıkmış ruhu çökmüştü. Siyasal kaosları artmış toplumun birliği sarsılmıştı. Bunu onarmanın fırsatını kolluyordu ve Lübnan yenilgisini bir biçimde onarma çabası vermekteydi. Zayıf halka Gazze’ydi. Burada alınacak bir askeri başarı yenilmezliğiyle ünlü İsrail ordusuna yeni bir kan taşıyacaktı. Arap gericiliği de direnme hattının başarısını ezmek istiyordu. Gerici safın tüm tarafları için “bu savaş bir biçimde yapılmalıydı”. İsrail tetikçilik yapacaktı.
Suudi Arabistan kralı Abdullah bin Abdulaziz el Suud, veliahdı Sultan bin Abdulaziz el Suud ve karanlık işleriyle bölgemizin her kanlı olayında parmağı olan Prens Bender bin Sultan HAMAS’ın etkinliğinin kırılması için ellerindeki tüm olanakları seferber etmekteydi. Bunun için Mısır ve Ürdün’ün yürüttüğü Şii tehlikesi de önemli bir gerekçe olarak ortaya sürülmüştü. Sünni çoğunluğun etkilenmesi ve Filistin saflarının bölünüp zaafa uğratılması için HAMAS’ın İran ilişkisine sık sık vurgular yapılmaktaydı. Buna “Şii atom bombası tehlikesi” adı altında Pers yayılmacılığı heyulası da üretilmişti. İran’ın bölgede bir süper güç olarak belirmesinin önü kesilmeliydi. Bir taşla birkaç kuş vurmanın yolu, Gazze’deki direniş güçlerinin etkinliğin kırmaktan geçiyordu. Mısır ve diğer Arap gericiliği bunun üzerinde yıllardır çalışmaktaydı da. Gazze’nin 17 aydır kuşatma altında açlık ve karanlıkla boğuşmasından sonuç çıkmayınca, basit savunma silahı olan kısa menzilli el yapımı füzeler yeterli gerekçe olarak öne sürüldü. Savaş böylece komik bir nedenle başlatılmış oldu. Bu Irak’ın işgaline neden olarak gösterilen tarihin en büyük yalanına, “Saddam Irak’ının, her an nükleer ve kimyasal başlıklı silahlarla Avrupa’yı bile vurma kudreti”ne benzer bir gerekçeydi. Irakta hiçbir şeyin bulunamaması ise gecikmiş bir gerçek olarak ortada kalacaktı.
Gazze böylesi bir ortamda direnecekti. Dayandığı yegane kudret direnme hattının artık engellenemez yükselişiydi. Filistin halkının yaşamı zaten bir direnme tarihiydi. Ancak Oslo ilkeler Anlaşması’ndan itibaren (13 Eylül 1993) dengelerin “ılımlılar”ın göreli atılımı, Filistin direnme tarihini sarsan bir yönelim aldı. Liberalizmin de dünya ölçeğinde yükseldiği kesit yaşanıyordu. Silahlara paydos deniliyordu. Artık anlaşmalar, görüşmeler ve barış masalarının hükmü geçiyordu. 10 yıl öylece tüketildi. Öncesi de Madrid Barış Konferansı’nda (1991) başlayan görüşmeleri eklediğimizde uzun bir dönem barış görüşmelerinin beyhude bekleyişiyle tüketilmişti. Irak’a açılan haksız ve zalim savaş ve ardından ABD’nin geliştirdiği Büyük Ortadoğu projesi’yle (BOP) bölgeye demokrasinin yayılacağı sahtekarlığı, direnme hattını kısırlaştırmış sonun başlangıcına gelindiği imajı yaratılmıştı. Ancak gerçek kısa sürede açığa çıktı. Yıkım ve ölümden doğal servetlerin talanından başka bir şey olmayan bu söylemler bir anda yerle bir oldu. Lübnan direndi. Akdeniz’den Kafkaslara açılmak istenen ve amacı enerji kaynaklarını sağlama bağlamak üzere kurgulanan güvenlik hattı kırıldı.
12 Temmuz 2006 savaşı başladığında sonuçtan emin olan ABD, bölgeyi yeniden şekillendirecek atılımın atıldığını açıklıyordu. İsrail’e iş düşmüştü; sonuçta askeri bir zafer kazanılacak ve kapılar ardına kadar açılacaktı. Ama olmadı. İsrail yenildi, hezimete uğradı, sarsıldı. Bununla birlikte Oslo da başlayan teslimiyet çağı da sona erdi.
Barış görüşmelerinin bir aldatmaca ve oyalamaca olduğu tüm çirkinliğiyle belirginleşmişti. Tüm tavizlere karşın Araplar hiçbir sonuç alamamıştı. Barış görüşmeleri İsrail’in bölgede daha çok toprak gaspı ve yeni yerleşim birimlerini kurmakla, insanlık tarihinin en utanç verici ırkçı duvarını örmekten başka bir şey getirmedi. Bu duvar ki, vatanı vatandaşına karşı bir Çin Seddi haline getiriyordu. İsrail’in tek ırkın devleti olması için girişilen bu türden çabalar artık anlaşmalarla hiçbir yere varılamayacağını gösteriyordu. BM kararları ise bir aldatmacaydı. İsrail, ABD desteğiyle Gerici Arap yönetimlerinin göz yummasıyla çöpe atılıp duruyordu. Bölge halkını koruyacak güç kalmamıştı. Direnme bu bataklığa karşı bu toprakların evlatlarının eliyle gelişti.
Yaser Arafat bunun çıkmaz yol olduğunu bilmesine karşın, çevresinin baskıları altında bu yoldan da kazanılabilecekleri elde etme siyaseti gütmüştü. Ancak bu yolun tıkandığı an I. Ve II. İntifadaları yükseltmekten çekinmemiş, ciddi askeri eylemlere de icazet vererek ihtiyatı elden bırakmamıştı. Arafat katledildi. Bir engel olarak görüldü ve katledildi. ( I. İntifada 8 Aralık 1987 - Eylül 1993. II. İntifada Eylül 2000 – Şubat 2005)
Arafat’ı katleden İsrail ve çevresindeki El Fetih’in İsrail işbirlikçileri, teslimiyetçilerdi. Arafat’ın hala açıklanmayan ölüm nedeni, bu gerici safın kendi arasında bir şifre gibiydi. Bu ekip, Filistin halkının seçimle tercih ettiği yeni yönetimi de hazmetmemişti. Direnme adına hiçbir şey istenmiyordu. Halkın seçtiği hükümetin düşürülmesi bu süreçlerin ardından gelmişti. Mahmut Abbas başkanlık yetkisine dayanarak İsmail Heniye (HAMAS) hükümetini azil etmekte gecikmedi. Oysa Mekke ittifakını (8 Şubat 2007), Kahire ittifakını ve Şam uyumlaşmasını çiğneyenler de aynı ekipti. Bunların başında Mahmut Abbas, Muhammed Dahlan gibi sicilli İsrail işbirlikçileri bulunuyordu. Gazze’de Filistin istihbarat merkezi HAMAS tarafından ele geçirilince ortaya çıkan belgeler, bu çirkin gericilerin hangi komplolar içinde olduklarını belgeleriyle kanıtlarıyla ortaya seriyordu. İşte bu gerici ekipler, Lübnan’dan bu güne, Gazze’nin katledilmesine kadar uzanan süreçte hep İsrail ABD ve Arap gericiliğiyle birlikte yürüyenler olmuştu.
Bu ekibin başı Mahmut Abbas’ın 27 Aralık 2008 Gazze’ye saldırılar başladığı an Suudi Arabistan’da, bir gün önce İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin Mısır’da olması bu anlamıyla hiçte tesadüfü değildi. Bu bir işaretti, bir hazırlığın son demiydi. Kanlı kıyım böylece Arap gericiliğinin icazetiyle başlamış oldu.
Ba satırlar yazılırken, Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrullah’ın TV konuşması naklen yayına başlamıştı. Makalemizin konusuyla aynı yönde yorumlar yapmaktaydı. “Filistin örgütlerinin birbirine düşmelerinin nedeni de Arap gericiliği olduğu” verileriyle tek tek sıralanıyordu. Bu lider ki, İsrail’e diz çökerten bir lider olarak, bölgemizin halk direnişinde en önde savaşan ve sözü düşmanları tarafından bile en güvenilir sayılan bir liderdir. İsrail’e karşı savaş kazanmış, halkıyla derin bağlarla bağlı olan ve direniş yolunu yükselten Hizbullah ve lideri, Arap gericiliğinin, Arap halkı saflarında açtığı derin yarıkların artık sona ermesi için, halkın etkin girişimiyle sokaklara dökülerek yönetimlerine karşı ciddi bir baskı oluşturması gerektiğine işaret ediyordu. Bu çağrı yarından itibaren tüm Arap ülkelerinde yankılanacağı da tahmin edilmektedir.
Bunu gerçekleri bilmek bu gün Orta-doğunun tüm devrimcileri açısından olduğu kadar özelde Türkiyeli devrimciler açısından da büyük önem arz etmektedir. Bunun için bölgemiz saflaşmasında tarafsız olunmayacağı gerçeğinin bilince çıkartılması ve bölge halklarıyla saflarımızın sıklaştırılması gereği belirmektedir. Bu konuda devrimci hareketlerin kitlelerin arkasından nal toplamaya devam etmesinin handikapları, solun milliyetçi, ulusalcı bataklıkta çırpınmasının önemli bir payı olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.
Türkiye solu bu konuda açık ve net bir tutumla Gazze’de direnen halkın ve örgütlerin yanında bölgemizin ilerici güçler safında tüm gericiliğe karşı açık ve net mücadele etmelidir. Bu gericilik tüm halklara karşı Türk, Kürt, Arap, Fars ve diğer etnik topluluklara ölümü dayatmaktadır, tehciri tenkili tecavüzü dayatmaktadır. Gerici güçlerden kimin önde fiili olarak askeriyle savaşıp savaşmadığı hiç önemli değil. Onlar bir biçimde birbiriyle ilintili ve birbirini destekleyerek halka ve çıkarlarına tecavüz etmektedirler.
Bu nedenle tüm ilerici güçler bölge halkları saflarını sıklaştırmak ve direnmek için dayanışmayla yükümlüdür.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder