HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

4 Nisan 2008 Cuma

Yener Orkunoğlu ve Mihrac Ural tartışıyor...

Demokratik Ulus nedir?
Yener Orkunoğlu ve Mihrac Ural tartışıyor...


Kavram kargaşalığın en fazla yaşandığı ülkelerden bir tanesi, Türkiye’dir. Hâlâ Türkiye’de, devlet, demokrasi, milliyetçilik, ulus, faşizm gibi kavramlarda geneli bağlar bir netlik sağlanabilmiş değil. Bu kavram karışıklığını gidermeninı bir yolu, kavramları tekrar ele almak; kökenini ve tarihsel olarak uğradıkları değişimi de gözönünde bulundurarak, araştırmak; ve böylece kavramların sahip olduğu anlamı çıkarmaktır. Her kavramın tarihi vardır. Her kavramın bağrında taşıdığı bir siyaset, bir felsefe vardır.

Kavramlar dün de tartışıldı. Bugün de tartışılıyor. Yarın da tartışılacak İşte bu “Dostça ve Ortakça” dizimizin fokus noktaları:

- Demokratik Ulus
- 21.yüzyılda insan / birey
- Küreselleşme

İlk bölümde ele alacağımız kavram: Demokratik Ulus! Demokratik Ulus Nedir? Kapitalizmin temelleri içinde, “demokratik bir ulustan” bahsetmek mümkün mü?

İşte bu sorular,Sayın Mihrac Ural ile çok değerli yazar, araştırmacı Sayın Yener Orkunoğlu arasında geçen yazışmalarda ele alınmış ve bu kavram üzerine fikir alışverişinde bulunulmuştur. Bu iki değerli arkadaşın yazışmaları faydalı ve öğretici olduğunu düşündüğüm için, bunları okuyucularla da paylaşmak istedim. Sağlıklı bir tartışmanın olacağını ve büyüyeceğini umut ediyor; herkesi bu tartışmalara katılmaya davet ediyorum. Faiz cebiroğlu

1. Bölüm:
Demokratik Ulus Ne Demektir?

Mihrac Ural:



Değerli Yener,

İletini aldım. Sağ ol.

Evet çok uzun zaman oldu hiçbir iletişim kurmayalı. Olsun bu gün bu satırları yazma dinamiğini gösterebiliyorsak, bu içimizdeki yaklaşımı ifade ediyor. Bunun önemi, uzun zamana yayılmış olsa da küçümsenmeyecek çaptadır.

Özgür Politika’daki yazıları bir ara izlemiştim. Umarım şimdi daha sık izleme olanağım olacak. Bunu da ilginin bir ifadesi olarak algılaman dileğiyle. Zira, Metro-sol yarı aydınların oluşturduğu hengame içinde, taşralı ilan ettikleri tutarlı aydınları halelerine yaklaştırmama çabası beni çok özüyor ve bu yüzden tüm samimi aydınlanmacı çabalara destek olmayı kendime bir görev olarak görüyorum.

Bu iletim biraz uzun olabilir. İlgimin bir başka ifadesi olarak, yararlı olacağına inandığım bazı izlenimlerimi, gönderdiğin iletide açılmayan dosyalarda yer alan, ancak özgürhaber sitesinden çıkarttığım “Klasik Ulusçuluk ve Demokratik Ulus” makalene yönelik olarak yapacağım. Sanırım sende, bu önerinle ilgili epey kafa yormuş ve geliştirme çabası içindesin.

Öncelikle yazıda ciddi bir kavram oturmamışlığı olduğunu söyleyeceğim. Sanırım sende farkındasın, çünkü cümlelerini kurarken bu sıkıntı satırlara yansımış gibi duruyor. Bunları yer yer göstermeye çalışacağım.

Bunların en önemlisi ve makalenin ana mihverini oluşturan önermenin tanımlanmasında kendini gösteriyor. “Demokratik ulusçuluk” kavramı, kurulması yerinde olmayan bir kavramdır. Zira yazının tümünde anlatılanlar demokratik bir devlet tanımı içinde mütalaa edilecek şeylerdir. Zaten klasik ulusçuluk derken bir ileri aşamada modern ulusçuluk kavramını kullanman gerekirdi. Ancak amacın, farklı bir ulus tanımlamasına varmak için ısrarla “Demokratik ulus” tan bahsediyorsun. Ancak yazının tümünde bu yeni önerme için hemen hemen hiçbir veri yok. Sadece adı var. Makalenin son iki küçük paragrafından isim önermesi ve ulusa ait olmayan işlevlerle ilgili bahisten öteye gitmeyen “Devletin ulustan ayrılmasını savunur....tarafsız olmasını savunur” cümleleri yer alıyor. Yani önerme tüm yönleriyle okuyucuya bilgi verecek bir önerme olmamış. Bu tıkanmanın nedeni bence, böylesi bir önermenin ne teorik olarak ne de pratik olarak “demokratik devlet” önermesi dışında bir şey olmamasındandır. Bu durumda konu çok farklı olur. Demokratik devlet hadisesi demokrasi güçlerinin ittifak halinde oldukları bir önermedir ve siyasal programı nüans farklılıklarıyla her tarafın kabul sınırları içindedir.

Demokratik devlet ve modern ulus bir biriyle ilgili fenomenlerdir. Kapitalist üretim ilişkilerinin doğal gelişme seyrinin bir sonucu olarak, gelişen emek hareketinin ortaya çıkarttığı bir sonuçtur. Kaldı ki, demokratik devlet, demokratik ulus ta yaratmaz. Ulus, üretim ilişkilerinin belli bir aşamasının tarihsel bir olgusu olarak doğmuştur (kapitalizmin şafağında doğma esprisi). Bu açıdan, kavramların oturmamışlığına bir örnek olarak “ Burjuvazi, dinin yerine milliyetçiliği geçirdi” demeni de aynı yaklaşımın bir sonucu olarak gördüm. Sanki bu tür olgular bir kararla, sonuç olanların (Üretim ilişkilerinin bir ürünü olan burjuvazinin), isteklerinin sonucu oluşturulurlar gibi anlam çıkmaktadır. Sanırım bu noktada “demokratik ulus” oluşturmayı da bir siyasi kararla bir istekle bir uyumlaşmayla vb. olabilir gibi belirtmişsin diyeceğim (bu noktaya yeniden döneceğim).

Demokratik devleti siyasal sınırların genişletebileceği kadar genişletmek mümkün. Bu genişleme çok uluslu ülkelerde nereye kadar olur, nereden sonra bu şişme patlar, ayrı bir tartışmadır. Var olan uluslar, devletin demokratik karakterini genişlettikleri bir süreçte ayrılma haklarını kullanıp-kullanmamaları gibi sorunlarla birlikte bunu algılamak gerek. Ancak bu de demokratik ulusa değil modern ulusa yol açabilir. Yani, dünya ve çevresiyle her türlü, siyasal-sosyal-kültürel ilişkiye geçebilen etkileyen ve etkilenen, kendi özgünlüğüyle ulus olduğu için de, kendi orijinalitesini kaybetmeden bu küreselleşme saati içinde, kendine ait bir çark olan ve dolayısıyla onsuz bu saat çalışmaz ve tek başına bir saat olmaz konumuna yükselir (tabi bunlara daha da çok şey eklenebilir ben kısaca belirtiyorum). Bunu da, anti-demokratik devletler tarafından uluslarına, yasaklarla önlemeye çalışsalar da, bilişim dünyasında, dijital ortamlarda bu çabaların ömrü çok kısa olacaktır. Ancak demokratik devlet önermesiyle, alt yapıda bunun için yeterli birikimlerin olması koşulunda, modern ulusun olgunlaşması mutlaka tutacak bir sonuç olur.

Bu noktada demokratik ulus diye bir kavram oluşturmak oldukça güçtür, kastedilen modern ulus ise, bunun için özel bir kavram oluşturmak gerekli değil gibi geliyor, bana. Ancak makalenden anladığım modern ulus ile “demokratik ulus”un aynı olmadığını anlatma çabası bulunuyor (çok açık olmasa da). Bu ikincisi bana demokratik devletten başka bir şey gibi gelmiyor. Sanırım kavram oturmamışlığını gösteren “ din ve devlet arasındaki özdeşlik”, “ulus ve devlet özdeşliği” gibi belirlemeler (((sanırım devletin dini kullandığı koşulları tanımlamak ya da ulusal devleti tanımlamak üzere bu tarz bir tanımlama yapmışsın. Ki, bence bu özdeşlik kastettiğin süreci ve olguları tanımlamakta yetersizdir. Çünkü, ulus tüzel bir kişilik, kurum falan değildir, bir ulusun devleti olur ama onunla özdeşleşmez, aşırı faşist devletlerde bu görüntü yansır ama öyle değildir. Böyle tanımlamaların tehlikesi vardır bilesin; Faşizm, Nazizm bir siyasal eğilim olmaktan çıkar bir millet şekillenmesi biçimine getirir ki, bu ilgili milletleri katil, cani, soy kırımcısı konumuna getirir. Oysa milletler bundan münezzehtir. Bu konuyla ilgili olarak, Ermeni soykırımı, Hrant Dink’in katli üzerine genişletilmiş makalemde epey yer verdim))) siyasal bir örgütleniş, ilişki, kurumsal yapı özelliği vb. olan demokrasiyle ulusu özdeşleştirme algısına götürmüş gibi geliyor bana.

Bunlara rağmen bir demokratik ulustan bahsedecek olursak, bu söz konusu olan ulusun kendi iç mekanizmalarıyla ilgili olabilir, yani söz konusu ulusu tarih içinde şekillenirken şu ya da bu nedenle, dış etkilere açık olmada yeterliliklere sahip olup olmadığını, açılım gösterip gösteremeyeceğini, şu kültürlere ya da bu kültürlere yatkınlıklarının olup olmadığı, bunu geliştirmek için iç dinamiklere sahip olup olmadığı ya da ilgili ulusa mensup bireylerin bu yöndeki çabalarına kapalı olup olmadığı, olması gerektiği yada, yapısal unsurların bunu engelleyip engellemediği hallerini anlatır. Pratik açıdan şöyle söyleyebiliriz; Türk ulusu, bilişim çağında küreselleşmenin içinde bir orijinal unsur olarak etkileyen ve etkilenen bir ulus olma özelliğine sahiptir ya da değildir. Değilse bunun için siyasal bir demokrasinin ikamesi gerekmektedir, falan. Ancak Demokratik ulus derken, Türkü, Kürdü, Arabı, Rumu, Ermenisi içinde olan ve geniş anlamda (kültürel, dilsel, sosyal vb. özgürlükler ortamında) bir birleriyle barış içinde özgürce yaşayan “bir ulus”tan söz ediyorsak, bu çok tehlikeli bir yaklaşımdır ki, Taner Akçam’la girdiğim bir polemikte bu yaklaşımın Modern bir Osmanlılık olduğunu belirtmiştim. Bu olayın anısında; FKBD Cephesi oluşum çalışmaları sırasında, T. Akçam bu yönlü önermelerini yaparken, değerli yoldaş Öcalan kulağıma eğilerek; “ikinci bir Enver vakasıyla karşı karşıyayız” demişti, 5 Haziran1982.

Yok, önerme bildiğimiz Amerika türü bir önerme ise ki, “devletin ulustan ayrılması” tanımlaman, tam olmasa da bunu çağrıştırır gibi geldi bana, bu sanırım çok güç bir olaydır. Amerikalıların bir ulus teşkil edip etmedikleri konusundaki kaygılarımı bir kenara bıraktığımda, böylesi bir yapının bir kez daha tarih sahnesine çıkmasının çok zor olduğu düşüncesini taşıyorum. Amerika tarihi irdelendiğinde bunu anlamak güç değildir. Ciddi bir iç savaşla ancak küçük devletleri bir araya getiren ABD, 19. yy ve 20. yy başlarından itibaren geçmişin ilginç sermaye ve servet birikimleri ardından gösterdiği atakla ayakta kalabilmiş ve bununla yani günü birlik dünyayı talan eden politikalarla iç birliğini koruma durumunda olmuştur. İlgili bilim çevreleri ciddi bir ekonomik krizin ABD’yi küçük devletçiklere ayırabileceği konusunda kaygılarının ciddi olduğu görülmektedir (Aynı olmasa da, Sovyetlerin başına gelen gibi). Kaldı ki, oralarda Protestan, Beyaz-Zenci baskısı, Kızılderililerin başına gelenler ve hala kendini etnik açıdan farklı tanımlayıp örgütlenenlerin çelişkisi vb. (buna eklenecek binlerce şey daha var) toplumsal ilişki açısından da ABD demokrasisinin ciddi sorunları olduğu bilinmektedir. Bu da, bu ülkenin insanlık tarihine önemli demokratik katkılar yapmış siyasal önermelerine karşın kullanmaya çalıştığın “demokratik ulus” tanımıyla algılanmayacağını sanıyorum (Bunu kastetmediğini ayrıca belirteyim).

Makalenin son cümlesi yukarıdaki kaygımı ifade ediyor, yani demokratik devletle demokratik ulusu aynı anlamda aldığın kaygımı ifade ediyor. “Devlet, tek bir ulusun, tek bir kültürün, tek bir dilin ve dinin yanında yer almamalı, yansız olmalıdır. Devlet, kültür ve dil sorunlarına karışmamalı. Demokratik ulusçuluk, devletin bir etnik kimliğe, bir kültüre ve bir dile bağımlılığını sorgular.

Demokratik ulusçuluk, devletin, ulus, kültür ve dil üzerindeki tekeline son vermeyi amaçlayan bir özgürlükçü anlayışı içerir.”

İlk cümlede yerinde, demokratik devletin işlevlerinden bahsediyorsun ve bu doğru olan yaklaşımdır. Aynı şeyleri, son cümlede demokratik ulusun payına veriyorsun. Ayrıca, bu son alıntıda da oldukça karmaşık tanımlama sıralamaları bulunuyor, “demokratik ulusçuluk... sorgular” diyorsun, bu ne demek ! En sonunda “ Demokratik ulusçuluk... özgürlükçü anlayışı içerir” diyorsun.

Bana, sanki, bu “demokratik ulusçuluk” bir tüzel kişilik gibi olacak, yani dernek, kurum sendika, parlamento vb. ve işlevleri arasında “sorgulama”, “içerme” vb. demokratik özellikler olacak diyorsun gibi geliyor. Bunun nedeni de, yine söylüyorum, demokratik devlet ile önermek istediğin “demokratik ulus"u bir birbirinden ayırmada çekilen güçlük yol açıyor diyorum.

İşin daha derin kavranışı üzerinde söylenebilecek bir şey ise, ulus gibi tarihsel kategorilerin oluşumları, bir siyasi program önermesi ve oluşumu gibi irdelenmemelidir derim. Bu bir evrim ve birikim işidir ve tarihi kesitlerle ilgili yanları bulunmaktadır. Yani, burjuvazi dinin yerine milliyetçiliği geçiremez. Milliyetçilik belirli bir tarihi kesitte üretim ilişkilerinin sonucu gelişmesiyle kendini oluşturur ve burjuvazi de bunu kullanabilir, şekil verir, destekler, devlet aracını bu yönde kullanır vb. Aynı şekilde, modern çağın ulusu ve bilincine demokrasi mücadelesiyle bir işlev kazandırılabilir, kurumlarla, yönlendirmelerle siyasal programlarla daha işlevsel hale getirilebilir, ilkellikleri törpülenebilir vb. Ancak bir tarihsel kategori olarak ulus tan farklı bir demokratik ulus oluşturma, benim açımdan böyle bir tarihsel kategori bulunmamaktadır. Ulus sonrası dönem sanırım küreselleşmenin, bilişim çağının, teknolojik ilerleme ve bilimsel devrimlerin bir sonucu şekillenecek yeni toplumsal bir örgütlenme olacaktır ki, bu henüz tüm verileriyle belirgin değildir ve bunun mücadelesini vermek gerek diyorum. Aksi taktirde;


Tüm makyajlamalara rağmen, ulus denilen belli bir tarihsel kategorinin içinde kalınmış olacaktır. Pratikte bunun adı, egemen ulusun bir biçimde etkisinin ömrünü uzatmaktır. Demokratik devlette, belli bir etnik yapının dili resmi dil, belli etnik yapının tarihsel bayrağı bir resmi bayrak, belli bir etnik tanımlamanın üst kimlik tanımlaması olarak korunacağı ve istediği kadar sonsuz demokratik işlerlik ve kurumlaşma içinde olursa olsun o devlet bildiğimiz belli bir tarihi kesitte doğan etnik ulus kimliğini taşımış olmaktan kurtulamayacaktır. Buna ise “demokratik ulus” denmeyeceği açıktır. Buna demokratik devlet altında farklı ulusların uyumlu, demokratik bir birlikteliği denebilir. Yani uluslar, azınlıklar, dinler, mezhepler arasındaki ilişkileri tanımlama anlamında demokratik bir birliktelikten bahsedilebilir. Belli bir etnik toplumun dilini, bayrağını, dinini, mezhebini, adını vb almayan bir devletten bahsediliyor ise, (ki buna demokratik ya da değil, ulus denemez, bir ilişki türünü ifade ettiği için ya toplum, ya devlet, ya kurum vb. demek gerek) buna ya federasyon, ya da konfederasyon vb. denilebilir, ayrıca ve öyleyse, buna “demokratik” eki de yapılabilir.

Makalen üzerine eleştiri yaparken kanaatlerimi doğrudan açıklama fırsatı bulamıyorum. Ancak hemen belirteyim ben bu tarihi kesitte, senin makalende de yer alan, demokratik devletten yanayım. Aynen “ devletin, ulus, kültür ve dil üzerindeki tekeline son verilmelidir” belirlemenin altına imzamı atıyorum.

Satırlarıma son verirken dikkatini çekmek istediğim tanımlama ve bazı cümleler var.

İlk paragrafta “ çıkmaza giren milliyetçiliğe karşı çözüm arama” cümlesi, amacını aşmış bir cümle gibi duruyor. Kısa makalelerde bazen yazar böyle bir pozisyona düşebilir. Anlamı önceki cümlelerde belirli olsa da, makalenin konusu demokratikleşme, ulus “demokratik ulus” olunca, sanki tıkanmış milliyetçiliğe bir çözüm önerisi gibi algılanabilir.

“Din ve devlet arasında özdeşlik” bu cümle de, devletin dini kullanmasından doğan pozisyonu tanımlamak istemektedir. Ancak özdeşleşme daha farklı anlamlara da gelir. Yani devletin kilise olması ki bu doğru değildir. Devlet işlerine dinin karıştırılması, kilise ya da siyasi yöneticiler tarafından olabilir ve bu Engizisyon mahkemelerinde olduğu gibi, afarozlarda olduğu gibi etkin de olabilir. Ancak bu durum devletin belli bir tarihi kategori olması ve din gibi ordu, vb. kurumları da bir araç olarak kullanıp toplum üzerinde gördüğü tarihi işlevi yerine getirmesinden başka bir şey değildir. Hatta din devletleri denilen devletlerde bile durumun bu ölçüde, özdeş olarak tanımlanması ihtiyatlı olmayı gerektirir. Zira, din devletlerinde bile, dinsel kurum ve işlerlik, devleti tarihsel özgünlüğüyle tanımlayacak ağırlıktadır, daha fazla değil, yani din yoğun olarak bir araçtır her şey değildir. Bire bir devlet değildir. Bu ince eleme bu günün sorunlarını irdelerken de önemlidir. Yukarıda da bahsettim, Nazizm ve Faşizmin geniş kitleli taban edinmesi sonucu şekli bir “özdeşleşme” imajı vermesi olayı.

“Burjuvazi, dinin yerine, milliyetçiliği geçirdi. Böylece, din-devlet özdeşliği yerini ulus-devlet özdeşliğine bıraktı. Bu durum, yeni baskı biçiminin (ulusal baskı) ortaya çıkmasına neden oldu.” cümlesinde, bir aceleye gelmişlik var gibi. Şöyle söyleyeyim; merkantilist dönemin özgün ekonomik, tarihsel gelişmelerinin bir sonucu olarak ulus şekillenmesi, ulusal sınır şekillenmesi ve meta-pazar ilişkisi için ortak tek dilin olgunlaşması ve devlet eliyle dayatılması ( bu konu detaylı kavranması gereken bir konudur, Ulusal devlet ve Kürtler adlı makalemde bunu irdelemeye çalıştım) doğal bir süreçtir. Bu süreçte farklı etnik yapılar (Fransa da, İngiltere’de, Almanya’da olduğu gibi farklı ve bir çok etnik topluluk da olsa) belli bir etnik topluluk tarafından özümsenir (bu süreçte rol oynayan diğer etmenler üzerinde durmuyorum). Böylece verili bir coğrafyada belli bir ulusun şekillenmesi gündeme gelir. Bu noktadan itibaren artık her kes ya Fransız’dır ya Almandır. Üst kimlik tamamlanmıştır. Geride ne kalmışsa alt kimlikten onun, her türden hakları zaten bu gelişme içinde çok yönlü (mücadelelerle, sivil toplum kurumlarıyla, diğer kurumlarla, anayasalarla vb.) korunma altına alınır. Artık buralarda ulusal baskılardan söz edilmez. Bu açıdan “ulus devlet”lerde ulusal baskıdan değil kültürel vb. baskılardan söz etmek kavramları dikkatli kullanacak bilimsel çalışmalarda olduğu kadar, siyasal çalışmalar açısından da önemlidir. Bu yüzden bu cümle yerinde değildir diyorum. Amacı ulusal baskıların olduğu ülkeleri ya da devletleri dile getirmekse bunu farklı bir açıklıkta dile getirmek gerek. Türkiye’deki gibi. Tabi ki, seninde bildiğin gibi bunun tarihi nedenleri bulunuyor (buna ilişkin okuduğun son makalemde de yer verdim; tarihsel süreç içinde doğal özümseme yani evrimsel içselleştirmenin yaşanmadığı ülkelerde egemen ulus diğer ulusları sadece kültürel açıdan, dil açısından değil, bir bütün olarak ulusu oluşturan özgünlükleri açısından özümsemediği alanlarda, devlet hükümranlığıyla tek ulusçuluğu dayatma durumunda olduğu ülkelerde ulusal baskıdan bahsetmek daha yerinde olur.)

Bundan dolayı da, ulusal baskıcı “klasik ulusçuluk”tan bahsetmek bir kavram oturmamışlığı gibi geliyor bana. Bu yüzden de Türkiye’deki durumu, Avrupa’daki klasik ulusçuluğa benzeten ve aynı kavramla tanımlayan yaklaşımın yeteri kadar açık olmaz diyorum.

Sonuç olarak:

Makaleni, son iki kenarı bir türlü bir araya gelmeyen bir geometrik şekle benzettim. Demokratik bir toplumsal örgütleniş için, daha çok öneri ve tartışma yapmamız gerekecek sanırım.

Buna rağmen, makalen önemli ve güzel bir derinliği olan duygudan kaynaklanıyor. Bu duygu hepimizin ihtiyacı olan demokrasi arzusuyla örtüşüyor. Değerli dostum, pedagoji uzmanı, aynı sitede de yazarlık yapan, Faiz Cebiroğlu’nun yayında bulunan son makalesi “Duyguların Gelişimi”nde müthiş bir cümleyle dile getirdiği “Duygu, duygularımız, varoluşumuzun kalitesidir.” Belirlemesini senin makalen için de yapmak yanlış olmayacaktır. Ülkemizin sorunlarını içimizde hisseden insanlar olarak, önermelerimizi ve bunlara ilişkin eleştirilerimizi yaptıkça daha demokratik daha şeffaf ve daha güçlü olarak sonuç almamız hiçte zor olmayacaktır derim.

Ellerine sağlık, emeklerin işte gördüğün gibi, en azından beni ve benim gibileri meşgul edecek kadar önemseniyorsa, doğru yoldasın demektir.

Değerli Yener,

Makalenle ilgili yazı biraz uzun oldu, belki amacını da aştı. Bunu pozitif bir ilgi olarak kabul etmen dileğiyle yaptığımı bilesin.

Sağlıcakla kal. Baki selamlar. Mihrac Ural


Yener Orkunoğlu:

Merhaba Mihraç,

Uzun eleştiri yazını okudum. Emek verip görüş ve eleştirilerini bildirdigin icin cok sag ol. Inan bu durum beni sevindirdi Keşke gönderdiğim 17 sayfalık "KLASIK ULUSCULUK ve DEMOKRATIK ULUSCULUK" yazısını açıp, okuyabilseydin.O zaman bazı eleştirilerini yapmak zorunda kalmayacaktın. ‘Demokratik Ulusçuluk Nedir ’ adlı 1 sayfalık yazıya, 17 sayfada ifade ettiğim düşünceleri sığdırmaya çalışınca, sorunlu oluyor tabii.

Evet kavramları doğru kullanmak gerektiğine ben de inanıyorum. Bu nedenle, o uzun yazıda ‘demokratik ulusçuluk’ kavramı konusunda şunları yazmıştım: ‘Din ve devletin birbirinden ayrılması laiklik kavramı ile ifade edildi. Ulus ve devletin birbirinden ayrılması de yeni bir kavramı gerektirir. Daha açıklayıcı bir kavram keşfedilinceye kadar, ‘demokratik ulusçuluk’ kavramını kullanacağız’

17 sayfalık yazıda son dönemlerde ulus ve ulusçuluk konusunda ileri sürülen bazı teorileri özetledikten sonra, ulusu ortaya çıkarak toplumsal koşulları açıklamaya çalıştım. Bu yazıyı okuduktan sonra görüşlerini yazsaydın çok daha iyi olurdu.

‘Demokratik Ulusçuluk’ kavramı ile anlatmak istediğimi daha önceki bir yazımdan aktarıyorum:

Kapitalist uygarlık 15. ve 18. yüzyıllar arasındaki dönemde önemli bir aydınlanma yaşadı. Bunu birinci aydınlanma olarak değerlendiriyorum.

Birinci aydınlanmanın özü şuydu: Aklın özgürleşmesine engel olan dine karşı özgürlükçü bir düşünce akımı olan laikliğin ortaya çıkmasıydı. Laiklik, Avrupa’daki Aydınlama düşüncesinin özünü oluşturur. Batı’da laiklik bir düşünce hareketi, bir felsefi akım olarak doğdu. Aklın özgürleşmesine engel olan dine karşı özgürlükçü bir düşünce akımı olarak gelişti. Laik felsefi akımın amacı, ‘Aklın Özgürleşmesi’ idi. Laik düşünce, dinsel egemenliğe ve kiliseye karşı mücadele etti. Dinin sultasından kurtulmuş yeni bir toplum kurmayı hedefledi. Doğal olarak laiklik, devletin dinden ayrılmasına götürdü.

Buraya kadar anlatılanlar birinci Aydınlanma ile ilgili.
Peki ikinci aydınlanma nedir? Aslında bu ikinci aydınlanma henüz yaşanmamıştır. Ama ikinci aydınlanmanın yaşanması, insanlık için bir kazanım olacak.
Önce birinci aydınlanmanın kazanımlarına bir göz atalım.

Birinci aydınlanma, dinsel laiklik düşüncesini doğurdu. Birinci aydınlanmanın üç büyük sonucu oldu: Birincisi, akıl dinsel doğmatizmden kurtuldu, özgürleşti; İkincisi, din ve devlet birbirinden ayrıldı. Öyle ki, devletin dini olmadı ve her devlet, tüm dinlere eşit mesafede durmak zorunda kaldı; böylece devlet kaynaklı dinsel baskılar genel olarak sona erdi; Üçüncüsü, dinsel inanç özel alan olarak görülmeye başlandı.

İkinci aydınlanmadan kastettiğim nedir? Birincisi aydınlanmanın temel düşüncesini devlet-ulus düşüncesine uygulamaktır. Yani ’ulusal laiklik’ düşüncesini gündeme getirmektir. Ne demek bu? Ulus ve devleti birbirinden ayırmak. Ulus ve devletin birbirinden ayrılmasının sonucu üç büyük gelişme olur: Birincisi, akıl milliyetçi fanatizmden kurtulur; ikincisi, ulus ve devlet birbirinden ayrılır. Öyle ki, devletin ulusu olmaz ve her devlet tüm ulusal kimliklere eşit mesafede durmak zorunda kalır; böylece devlet kaynaklı, kültürel, dilsel, etniksel vb baskılar sona erer veya azalır; Üçüncüsü, ulusal kimlik, bireysel ve özel bir alan olur.

Burjuva toplumu, dini, siyasal toplumun (devletin) dışına atarak, dini özel alana sıkıştırdı. ‘Demokratik ulusçuluk’, kültürel ve dilsel tekelciliğe son vermeyi amaçlar. Ulusal kimliği, devletin dışına atar.

İkinci aydınlanmanın hedefi nedir? Örneğin, ’bir Türk dünyaya bedeldir’ ninnileriyle büyüyen insanları milliyetçi fanatizmden kurtarmaktır. Milliyetçiliğin sultasından kurtulmuş yeni bir toplumun temellerini yaratmaktır. Ortadoğu, hem birinci ve ikinci aydınlanmasını aynı anda yaşayarak çıkmazdan kurtulabilir.

Bazıları, bunun bir hayal olduğunu söyleyebilir. Ama boş düşler peşinde koşmaktansa, insanlığa yararlı hayaller için çaba göstermek daha anlamlıdır. Bu bir vizyondur. Geleceğe teleskopla bakmaktır. Ellerindeki mikroskopla ayrıntılar içinde boğulan vizyonsuz insanların boş düşlerinden daha gerçekçi, daha özgürlükçü ve daha hümanisttir.

Umarım, ‘Demokratik Ulusçuluk’ta ne demek istediğimi anlatabildim.
‘Demokratik Ulusçuluk’ kavramı yerine bazen. İkinci laiklik veya ikinci Aydınlanma
kavramlarını da kullanıyorum. Şu anda beni ilgilendiren, düşüncemin gerçek içeriğini anlatabilmek. Uygun kavramlar daha sonra keşfedilir. Demokratik Ulusçuluk’tan kastettiğim ‘demokratik devlet’ veya ‘modern ulus’ değil. Çünkü benim sorguladığı şey, ddevlet-ulus ilişkisi. Demokratik ulustan şunu anlıyorum: ‘devletin, ulus, kültür ve dil üzerindeki tekeline son verilmeli”

Bir şey daha söylemek istiyorum: Burjuvazi öz olarak, tek bir dünya ekonomisi yarattı. O yazımda şunları yazmıştım:

‘Tek bir dünya ekonomisinde çeşitli ulusal devletler sistemi var. Bu son derece önemli bir saptamadır ve şu soruyu gündeme getirir: Neden tek bir dünya kapitalist ekonomisi içerisinde çok devletli bir siyasal sistem ortaya çıkmıştır? Çok devletli bir siyasal parçalanmışlığın ortaya çıkması tasadüfü değilse bunun bir nedeni olmalı?’Kapitalizm mutlaka her yerde ‘ulus devlet’ biçimine birinmek zorunda mıydı?

Marx’ın siyasal analizlerinin çıkış noktası, özü itibariyle küresel, biçim olarak ulusaldır. Ama ben II. Enternayonalin ve kısmende III. Enternasyoalin (özellikle Lenin’in ölümünden sonra) öz olarak ulusal alanı, biçim olarak enternasyonalizmi temel aldığını ileri sürüyorum. Bu yanlışlığın temelinde de ulus teorisinin yattığını düşünüyorum..

Sende ‘SOLCULAR NASIL MİLLİYETÇİ OLDU’ yazında, güzel olguya parmak basıyorsun: II. Enternasyonalin öncü kitle partileri ulus çerçevesini aşacak bir yönelime giremiyordu. Sosyal-demokrat partiler ulusçu kapsamı aşamamış, gerçek anlamda enternasyonalist olamamıştı.

II. enternasyonal, şovenizm yüzünden yıkıldıysa, bunun çok eşitli ve derin nedenleri var. İşte bunradan biri de, ulus anlayışıdır. Ulus çerçevesini aşamamak, var olan ulus teorisinden nasıl ayrı düşünEbiliriz ki? Yani beni yaklaşımımda II. Ve III. Enternasyalin Ulus teorilerini sorgulama var.

Bu nedenle, ‘Ulus, üretim ilişkilerinin belli bir aşamasının tarihsel bir olgusu olarak doğmuştur (kapitalizmin şafağında doğma esprisi), şeklindeki (senin de savunduğun) görüşün tartışılmasını savunuyorum.
Bu tanımı burjuva ideologları da kabul etmektedir. Ulus konusunda burjuva ideologları ile marksistler arasındaki fark nedir? Bir çok solcu, inan bu farkı açık ve net koyacak bir durumda değildir.

SOLCULAR NASIL MİLLİYETÇİ OLDU adlı yazında, genel olarak milliyetçiliğin SONUÇLARINI tartışıyorsun, ama milliyetçiliğe götüren ULUS TEORİSİNİ hiç SORGULAMIYORSUN. Felsefi olarak ifade edersem, ÖNCÜLLERİ sorgulamadan, milliyetçiliğin yarattığı SONUÇLARI YARGILIYORSUN.
Marx’ta bir ULUS TEORİSİ yoktur. Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Ulus teorisi esas olarak RUS marksistleri tarafından geliştirildi. (bu ayrı bir tartışma konusu)

Şöyle yazmışsın:
‘Milliyetçilik belirli bir tarihi kesitte üretim ilişkilerinin sonucu gelişmesiyle kendini oluşturur ve burjuvazi de bunu kullanabilir, şekil verir, destekler, devlet aracını bu yönde kullanır vb. Aynı şekilde, modern çağın ulusu ve bilincine demokrasi mücadelesiyle bir işlev kazandırılabilir, kurumlarla, yönlendirmelerle siyasal programlarla daha işlevsel hale getirilebilir, ilkellikleri törpülenebilir vb. Ancak bir tarihsel kategori olarak ulus tan farklı bir demokratik ulus oluşturma, benim açımdan böyle bir tarihsel kategori bulunmamaktadır.’

Senden farklı düşündüğüm yerleri italik olarak belirttim. Amacım, ‘ulus’ sorununu ve eski ‘ulus teorilerini’ yeniden tartışma konusu yapmak. Demokratık ulus tartışmasını gündeme getirmektir. ‘Demokratik Ulusçuluk’ önermemi bir yerde doğru algılamışssın. Çünkü şöyle yazıyorsun:
Yok, önerme bildiğimiz Amerika türü bir önerme ise ki, “devletin ulustan ayrılması” tanımlaman, tam olmasa da bunu çağrıştırır gibi geldi bana, bu sanırım çok güç bir olaydır.’

Sevgili Mihraç, evet demokratik ulus yaratmak, çok güç bir olaydır. Ama ama ulusal olmayan bir sosyalizm kurmak daha da güç bir olaydır. Eğer demokratik ulus kurmak çok güç bir olaysa, nasyonal olmayan bir sosyalizm kurmak daha çok zordur, hatta demokratik ulusa nazaran daha ütopiktir. Oysa demokratik ulus, bence, sosyalizm için gerekli olan demokrasiyi ve enternasyonalizmi yaratır. (Ki bu enternasyonalizm kavramı da sorunludur. Çünkü çıkış noktası, ulustur. Adı üzerinde, uluslar arası. Yani ulus merkeze konularak, bu söz üretilmiştir. Oysa, küresel veya evrensel kavramı daha doğru gibi geliyor)

Bir ricam olacak. O uzun yazıyı okuduktan sonra görüşlerini öğrenmek isterdim. Ama şu aşamada kavramlara takılma lütfen, şu ana önemli olan yazının içeriği.

Bazı eleştirlerin çok yerinde. Örneğin, ‘“ulus devlet”lerde ulusal baskıdan değil kültürel vb. baskılardan söz etmek kavramları dikkatli kullanacak bilimsel çalışmalarda olduğu kadar, siyasal çalışmalar açısından da önemlidir.’

Gerçi başka yazılarımda, ulusal baskı biçimi olarak, kültürel baskı, dil üzerinde baskı vb bahsetmiştim. Ama her yazıda dikkat etmek gerekir. Dikkat çektiğin için teşekkür ediyorum. Eline sağlık.

Sevgi ve selamlar

Yener
y.orkunoglu@fbi.fh-darmstadt.de

Derleyen Faiz CEBIROGLU

Hiç yorum yok: