mircihan@gmail.com
24 Eylül 2008
Kitlelerin siyasal yönelim ve davranışları; sağlıklı araştırmaları, soyutlamaları gerekli kılıyor. Bu amaçla hedef kitlenin içselleşmiş bir parçası olmanın önemi büyüktür. Buna bilgiyi tarihi derinlikleriyle ayrıntılı çözümlemeyi, dengeli sonuçlar çıkarmayı ve ilgili süreçleriyle izlemeyi eklemek gerek. Siyasi hedef ve amaçları olanların ise bunların üzerine geniş bir yelpazede çalışmalarını da hesaba katmalı. Teorik açıdan bir yöntem belirleyip bir disiplinde çalışmak kadar, pratiğin sınavından da sonuçlar çıkarmak gerekecektir. Bu ölçekte kapsayıcı bir çalışma tek başına belli medreselerin yönelimleriyle sağlanamaz.
Toplum ve birey incelemeleri tüm yönleriyle de teorik bir algı değildir. Bu algılar birer teorik sistem olarak batı kaynaklı olagelmiştir. 20.yy dünyası bu akımların deneme tahtasıydı. Özellikle 19. yüz yılın verileriyle şekillenmiş teoriler, onları yaratan nesnel ortamların değişiminden sonra 20.yy da gelip egemenlik kurma denemesinde bulunmuştur. Bu düşünce akımları hakim oldukları alanda tarihi geçmiş halleriyle yüz yüze kaldıkları yeni koşulları şiddet ve baskıyla yönetmeye yönelmişlerdi. II. Dünya Savaşı ardından çöken faşist yönetimler bunların örneğiydi. Aynı yüzyılın ürünü düşünce akımları 20 yy son çeyreğine kadar dayanabildi. Kendi coğrafyalarında ve halkları indinde tarihini doldurmuş düşünce akımlarının ülkemizde dengeli bir rol oynadıkları söylenemez; ülkemizin dengesiz ekonomik ve siyasal yapılanması bu akımların parmak izlerini taşır. resim:Soner Göksay
Batı'da kullanım tarihi geçmiş disiplinleri ve onların teorileştirdikleri sistem önermelerinin ülkemizde yarattıkları onanmaz tahribatlar, bu gün de tüm etkinlikleriyle sürmektedir. 21. yüz yılda 20. yüz yılın teorileri ve kurumlarıyla yönetilen bir ülke olmak bu sonuçları yaratıyor. Küreselleşme çağında, çarpık bir merkantilist dönem sonrası araç, kurum ve düzenlemelerle yürümenin handikaplarıdır bunlar. Baskın Oran son makalesinde bunu şu şeklide vurguluyor:
“Ulus…İmparatorlukların dağılması döneminde pazar’ını yabancılardan korumak isteyen B. Avrupa burjuvazisi tarafından 19. yüzyılda yaratılmıştır. 20. yüzyılda azgelişmiş ülkelere de geçmiştir. Şu farkla ki burjuvazi yokluğunda onu devreye sokan, tamamen Batı eğitiminin yarattığı bir tabaka olan küçük burjuva entelektüelleri yani aydınlardır.” (“ulus devlet: nasıl bilirdiniz?” Makalesi, Diyarbakır grup.)
Aynı eğilim ülkemiz solunun da alınyazısı gibi duruyor, üstelik bu batıdaki iflasını birden fazla tekrar eden iflasıyla yaşamış olmasına rağmen öyledir. Ülkemiz solundan sağına kadar tümüyle batı meşrepli düşün akımlarının deneme tahtası olagelmiştir.
Ülkemiz böylesi deneylerin tekrarında komik durumlara düşmek istemiyorsa, arayışlarımızı farklı bir yöne kaydırmamız gerekecektir. Özellikle solun içine düştüğü sağlıksız koşullarla ilgili bir çıkış arayışı içinde bunu önemle ele almalıyız. Bu da öncelikli olarak kendi orijinalitemizin verilerini sağlıklı kavramadan geçecektir.
Batı ne birey ne de toplum özgürlük ve gelişimiyle ilgili düşün perspektiflerinin tek kaynağı değildir. Bir uygarlık olarak insan kolektif gelişim ve birikimlerinin bir parçası ve en yoğunudur. Ancak bu ne ilk ne de tek olduğu anlamına gelmiyor.
Kaldı ki, batı kaynaklı düşünce akımları egemenliklerini her zaman baskı ve şiddetle sürdürme gibi bir zayıflıkla ifade etme durumunda olmuştur. Şiddet araçlarına yaslanmadan egemen olmuş bir batı düşünce sistematiği yok gibidir. Bu baskı birinci planda kendi ülke ve halkına ikinci planda ise tüm insanlığı karşı uygulanmıştır; Nazizm, Faşizm gibi açık diktatörlükleri bir kenara koysak da en demokrat siyasal perspektifler bile; sömürgelerde, yarı sömürge ve geri ülkelerde inanılmaz vahşetlerin hesabına yürütülebilmiştir.
Batı düşüncesinde teori, düşünce sonuçları insanlık adına hangi zorlukları taşırsa taşısın yaşama uygulanması hedeflenir. Bunun için bütünsel ve kapsayıcı olarak kurgulanır. Esnek değildir, insani öğelerden çok analitik tarzda ele alınır. Her bütünsel teori, olgunlaşmış ve etkinliğini yitirmeye başlamış bir nesnel koşul ürünü olması itibariyle de zaman aşımına uğramıştır. Bütünselliğiyle kurgulandığı an uygulansa bile gerçek budur. Kaldı ki, hiç bir düşün akımı bu şansa sahip olmamıştır. Doğup kurgulandığı zaman dilimlerinden çok sonraları etkin olma şansını yakalayabilmiştir. Bu şansı yakaladığı an üzerinde hüküm süreceği nesnel verileri ise çok farklıdır ve kendisine ait değildir: Onlarla çatışması ilk andan itibaren böyle başlar. Kendi coğrafyasında tarihini doldurmuş akımların hükümlerini şiddet araçlarına yaslanarak yaptığı göz önüne alınırsa, bu akımların bizim gibi ülkelere aktarılmasında ne tür bir hükmün oluşacağını kestirmek zor değildir. Her ithal düşünce ait olmadığı topraklardaki yaşamla çatışma halinde olmaya mahkumdur. Hakimiyetine geçit verdiği tüm düşünce akımları, şiddete yaslanma ihtiyacı duyan batı uygarlığı, bir güç uygarlığı gibidir. Bu uygarlığın marjinal düşünce akımları ise, kendi gerçekliklerinin dışında olmakla yerinde işlevsizdirler. İnsanlık bilgi birikim halkalarından birisi olarak, akademik bilgi süreçlerinde bir anlama sahip olsalar da toplumsal işlev açısından bir yere sahip değillerdir. Bu akımların ithali ise fantastik bir çaba değilse akıllıca olması mümkün değildir.
Küreselleşme çağı henüz tüm yönleriyle olgun bir çağ değildir. Bu yanıyla bu çağın düşün akımları da yeterli olgunlukta değildir. Bu çağın özgünlükleri belirdikçe kurum, kuruluş ve işlevleriyle yaşama geçecektir. Bu pratik süreçler doğal olarak kendi düşünsel etkinliklerini de olgunlaştırmış olacaktır.
Bu açıdan bakınca, 21.yy sürecinin gereksinimlerini, 20. yüz yılın sıkıntıları içinde doğmuş, savaş ortamı kaoslarında gelişmiş felsefi akımlarını siyasal, toplumsal önermelerine ait verilerle çözmeye çalışmak mantıklı değildir. 20. yy’ın hiçbir akademik düzlemi, yaşadığımız çağın ihtiyaçlarına cevap verecek önermeleri taşıyamaz.
Bu anlamıyla, toplumsal sorunlarla ilgili perspektifleri bireyi aşmayan Frankfurt Okulu eleştirel bireyci felsefe yaklaşımlarının ülkemiz siyasal, sosyal yaşamına katacağı bir şeylerin olması tartışmalıdır. Avrupa toplum bilincinin teğet noktalarında yer alan bu eğilimlerin kendi toplumlarında akademik bir alan dışında yaşam bulmaması bunu anlamak için yeterlidir.
Ülkemizde Tanzimat'tan bu yana Batı'dan ithale gösterilen rağbet bu gün de tüm canlılığıyla sürüyor. Kendi ortamının verileri içinde bile tutunamayan akımların ülkemizde bir biçimde alıcı bulmasının nedenleri açıktır. Kendi yeterliliklerini sağlayamamış tüm toplamlarda bu geçerlidir. Bu aynı zamanda kendi yeterlilikleri olmayan, mirassız sol içinde aynıyla geçerlidir.
Batı’nın tarihi içinde bireye vermek istediği rol ekonomik sisteminin nesnel ihtiyaçlarından üremiştir. Teorik olarak bunun düşünceye yansıması ve formüle edilmesi ise her zaman rötarlı gelmiştir. Bu yanıyla ortaya çıkan düşünce gerçekte nesnel zemini bittiği noktadan itibaren belirginleşmiştir. Bu anlamıyla, tarihi geçmiş sayılır. Süper nova gibidir. Geride bıraktığı ışığın bize geç gelmesi dolaysıyla onu yaşıyor sanırız, ama bitmiştir. Bunun öyle olması da tamamen mantıkidir. Bütünsel olarak bir teorinin verilerini toplamak için nesnel verilerinin tamamlanmış olması gerek. Bunun tamamlanması demek, olgunluğunun son doruğuna gelmiş olması demektir. Bu da bir biçim sondur. Ülkemize ithal edilmek istenen teorilerin durumu ise daha vahimdir. Tarih okumalarımız, Batı'da en insani söylemelerin arka planında her zaman kitleleri zora ve şiddete yönlendirmeyi amaç edinmiş bir eğilim olduğunu gösteriyor. Bu, histeryaları bile tedavi etmede, dinginleştirmede ortaya atılan düşün eğilimlerinde kendini gösteren bir veridir. Kitle ve birey üzerinde bin bir türlü bireysel, sosyal, psikolojik çalışmalar insan doğasını ve eylemini açığa vururken, bu doğasını değiştirmeyi önerdiği an aynı yolu takip etmiştir; zira kendi en gerçekçi çözümleme olarak görmüş ve bunun mutlaka yaşama geçirilmesi gerektiğine inanmıştır. Tek boyutluluk, yaşama geçirilmesi her ne pahasına olursa olsun gerekli doğru olarak dayatma eğilimi taşımıştır. Bu ise insanın bir araç olarak nasıl güdüleceği ve nasıl şiddete yönlendirilerek belli bir çıkar için (şahsi, sınıfsal, ulusal, bölgesel gibi) kullanılmasından başka bir şey değildir. Çok masumca başlayan ve gerçekten insan bilgi birikim halkalarının önemli durakları olan düşün gelişimleri, egemen olma, yaşama geçirilme noktasında şiddete yaslanmadan yol bulamamaktadır.
İnsanlık için bulunmuş en iyimser sistem olarak rahlesinde diz çürüttüğümüz bilimsel sosyalizm bile, dost ve düşman denkleminde proletarya diktatörlüğünün sınıfın şiddetini çekinmeden uygulamasını önermiştir. Max Weber’in “ bütün disiplinler, askeri disiplinlerden doğar” belirlemesi gibidir.
Bir labirent gibidir. Bu çıkmazları aşmak için Batı'da insanın giriştiği felsefi yönelimler az değildir. Ancak; batı uygarlığının mantık dokuları gereği, hangi türden olursa olsun her felsefi ve bilimsel yönelim egemenliğini şiddete yaslanarak kurma ve koruma durumuna düşmüştür.
Olguları kavramak amacıyla belli disiplinlere dayanarak yapılan araştırmaların bilime yararlı verileri, insanlık bilgi süreçlerine katkıları tartışmasızdır. Ancak bunların yaşama geçirilmelerinde, sosyal işlevler sürecindeki pratik adımlarında sık sık vahşetle kendini ifade etmesini unutmamamız gerekmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder