HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

29 Nisan 2008 Salı

1 Mayıs DEĞİŞİM ZAMANI

Mihrac Ural

1 Mayıs 2008



1 Mayıs İşçi sınıfının birlik ve dayanışma günü. Bugün yüz yılı aşkın süredir çağdaş uygarlığın temel tüm değerlerini üreten işçilerin bayramıdır. Bugün, insan erdemleri açısından kazanılmış tüm değerlerin dünya emekçilerinin birlik ve dayanışmasında anlam buldukları bir gündür. Öyle ki, kutlandığı yüzyıl içinde kendine özgü dinamizmiyle gelişen, ilerleyip insanlığın hizmetine koşulan, tüm gelişmelere önemli dinamik katan bir halk kitlesidir.


İşçi sınıfı bu rolü, içinde yer aldığı tarihi kesiti doğru değerlendiren politikaların, doğru karar ve eylemleriyle gerçekleştirmiştir. İşçi sınıfı bu rolü oynarken, toplumun tüm emekçi kesimlerini etkilemiş, örgütsel olduğu kadar, döneminin tüm iktisadi, kültürel ve toplumsal düzlemlerinde egemen güçler dahil, toplumun tüm kesimlerini de etkileyen yeni açılımlara öncülük etmiştir. Tarihsel kesitlerle uyumlu olma esprisi olarak ortaya konulan bu sonuçlar, işçi sınıfının tüm etkinliklerini ve bayramlarını gerçek bir toplumsal değer olarak ortaya koyuyordu.


Bugün kıstaslar ve roller çok farklı bir bağlamdadır. Çeyrek asırdır işçi sınıfı böylesine önemli rolleri oynamaktan uzaktır. Gelişmelerin gerisinde kalan siyasal perspektiflerin yetmezlikleriyle bulanıklaşan, kendini kendi yerinden ifade edecek tutumlar ve kararlar yerine, tarihi geçmiş söylemler ve statülere bağımlı kalan karar ve tutumlarla toplumsal rolünü gittikçe zayıflatarak gerilemiştir. İlerleyen zamanla ortaya çıkan çok yönlü değişim, 1 Mayıs bayramının anlam ve içeriğinde ciddi mesaj değişikliklerine ihtiyaç duyan bir işçi sınıfı anlayışını dayatmıştır. Eski kıstaslarla, aynı rolü oynamanın olanaksız kaldığı dünyamızda işçi sınıfı da silkelenmek, ilgili tüm düzlemlerinde ciddi değişimlere yönelmek göreviyle karşı karşıya kalmıştır. Biz bunu, işçi sınıfının kendini dar sınıf çerçevesinden çıkışını sağlayacak bir genişlemeyi ifade eden "İşçi sınıfı halklaşmalıdır" sloganıyla ifade ettik.



Önemli olan; tarihi gelişmeyi sağlıklı algılamak ve onun izinde öznel çabaları yükseltmektir. Ancak tarihin tüm toplum mühendislik önermeleri kocaman bir aldatmacadan ibaret olduğunun açığa çıktığı bilinmelidir. İnsan önüne çıkan sorunların çözümünü yapabilir, bu süreç bir süreklilik içinde oldukça siyasal görevler gerçekçi tarzda ayakları yere basabilir. Bu açıdan, işçi sınıfı ve kültürü, işçi sınıfı ve diktatörlüğü, işçi sınıf ve refleksleri, bilinci vb söylemleri, öznel öğenin bu önemli tecellilerini yerli yerine yeniden oturtmak gerekiyor Bu söylemleri yeniden irdelemek ait oldukları, var oldukları sistem içindeki yerleriyle irdelemek gerekiyor. Bu hiç bir zaman işçi sınıfının dinamizmini, oynayacağı rolleri ve emeğin tarihteki rolünü küçümsemek değildir. Bu gün bile bu gücün çok önemli bir sosyal işlevi, adaletsizlikleri, toplumsal dengesizlikleri düzenlemek için derin reformlarla daha iyi bir yaşama yönelik girişim etkinlikleri olacağı açıktır. Bunu güçlendirmek de gereklidir. Ama buna yaslanarak işçi sınıfına ait olmayan misyonları, bir yük gibi sınıfın omzuna yıkarak ve bu misyonu yerine getiremediğinde ona sırt dönerek ortaya konacak bir duruş, toplumsal işlev açısından hiç bir şekilde ilerici ya da devrimci olamaz. İşçi sınıfı halklaşmalıdır deyişimizin ana eğilimleri budur. Artık, işçi sınıfını kitlesi olan işçiler açısından onun halkın bir parçası ve işlevleri arasında olan bir dinamik öğesi olarak ele alıp, fabrikada bir makinenin dişlisi ve onun dar ufuklarındaki önermeleri olmaktan çıkarmak gereklidir.


Bu noktada sınıf misyonlarının artık eskisi gibi algılanamayacağı da bilinmelidir. Bunların başında da işçi sınıfının çıkarlarının dar sınıf çerçevesine sığdırılamayacağı gerçeği gelir. Yani, artık işçi sınıfı fabrikalardaki makinelerin tamamlayıcı bir unsuru olarak, fabrikaları kale sanıp kendini de içinde tutsak yapan ve bu yolla toplumda rol oynanabileceğini sanan anlayışlara takılı kalamaz. İşçi sınıfının kalesi artık fabrikalar değil, tüm toplumsal, iktisadi, sosyal ve kültürel etkinliklerdir. İşçi sınıfı fabrikasından daha çok, mahallesinde, okulunda, sendikasında, dini ve kültürel tüm etkinliklerinde bir insan olarak halkın bir parçası olarak etkilenen ve etkileyen bir güçtür. Böylesi bir gücün yükümlülükleri de geçmişten oldukça farklı olacaktır. İşçi sınıfı bu düzleme son iki yüzyılın hızla gerçekleşen ve ağır bedeller ödenerek gelinen evriminin bir sonucu ulaşmıştır. Değişen dünyamızın verileriyle, işçi sınıfı dar anlamda bir sınıf ve eski kıstaslara mahkum olarak geniş anlamda bir toplumsal işlevi yerine getiremez, böylesi bir yükümlülüğü üstlenemez. Böylesi bir girişim zorlamalarla denense bile, sonuç ağır bir çöküş olur. Bu anlamda "işçi sınıfının bağımsız siyaseti" adı altında yapılanlar, tüm sonuçlarıyla bu gün açığa çıktığı gibi, işçi sınıfının hareketini, kendi ekonomik haklarını dahi korumaktan aciz sendikalara hapsetmekten daha ileriye götürememiştir. İşçi sınıfı adına bağımsız siyaset bir yana, siyasal varlık dahi olabilecek bir örgütlenme başarılamamış, sıradan demokratik hak ve talepler karşısında kararlı bir çizgi ve kalıcı bir katkı yapılamamıştır. Ülkemize musallat olan askeri darbeler karşısında ise, bir kıpırdanış gösteremediği gibi, kimi darbelere alkış tutulmuştur. Eşine dünyanın hiçbir ülkesinde rastlanmayan hantallık ve duyarsızlık, böylesi ekstrem sınıfçı takıntıların siyasal yönlendirmelerinin ürünü olmuştur.


İşçi sınıfı, insanlardan oluşmuş canlı bir unsur olan işçi kitleleri bu siyasetlerden hiçbir şey kazanamamıştır. Bu kısır siyasetlerin tutkunları, içinden çıkamadıkları marjinalliği dahi kavrayamamışlardır. Bir yandan egemen güçlerin anti demokratik dayatma ve ekonomik baskı kıskaçları, diğer taraftan dar sınıfçı marjinallerin önermeleriyle, siyasi yetileri kısırlaşan işçi sınıfı, ülkemizde yükselen demokratik hak arayışlarına ve bugün gelişen siyasal açılımlara katkıda bulunmaktan uzak kalmıştır; Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesine, tüm emekçi halklarımızın dolaysız kazanımları elde edebilecekleri Avrupa Topluluğu'na katılma sürecine hiç bir ciddi katkı yapamamıştır. Bu somut olaylarda hantal, tutucu ve marjinal kalınmıştır.


Bu marjinal siyasetler, işçi sınıfına tarihinde kazanılmış bir demokratik mevzileri olmadığı gibi zaman zaman elde edilen hakları dahi korumakta basiretsiz kalmıştır. Çok önemli bir demokratik ölçü olan Kürt halkının özgürlük ve demokrasi talebinde ise, on yıllardır sürdürülen hayır hah tutumlara, çirkin milliyetçi tutumlarla devam edilmektedir; Kürt ulusunun "ana dille eğitim" gibi doğal olan, doğumla kazanılmış olan haklarının talebi karşısında, "Emperyalistler bununla olmayan bir ulusu yaratıp ülkemizi bölmek istiyorlar" diyecek kadar ırkçı siyasi tutumlar sergileniyor. Bunlar, egemen güçlerin dahi ağızlarına alamayacakları aşırılıkla milliyetçilik oynama yarışına girmişlerdir. Ülkemiz solunun en solu ve en sağı top yekûn bu ilkel milliyetçi çizgide seyreder olmuştur. Aynı ilkel tutum, bugün, işçi sınıfının karşısında duran çok önemli bir toplumsal görevde de kendini göstermektedir.


Ülkemizin Avrupa Topluluğu'na katılımı konusunda, işçi sınıfı yine iki ateş arasında, bir yandan egemen güçlerin çok boyutlu kıskaçları, diğer taraftan onunla paralelleşmiş solun marjinal siyasi perspektiflerinin kesiştiği ilkel milliyetçi tutumlarla, toplumsal rolünü oynama hakkından yoksun bırakılmaktadır. Bu politikalar sonuçta, işçi sınıfını toplum nezdinde güvenilmez, kararsız ve ilkesiz bir güç konumuna düşürmüştür; işçi sınıfı içine girdiğimiz yeni yüzyılın başlamasıyla birlikte, karşı karşıya kaldığı en önemli tehlike, düşünen ve üreten insanlığın haklı bir kazanımı ve ürünü olan globalleşmeye karşı, emperyalistlerin politik müdahale ve yönlendirme çabalarından kaynaklanan yanlış algılar sonucu içine düşülen milliyetçi tutuculuktur.

"işçi sınıfının sınıfsal arılığının bozulmaması, ideolojik saflığı, bağımsız sınıf çıkarları" vb söylemler, artık bu çağın söylemleri olmaktan çıkmıştır. Bu yalnızca zayıfların, gelişmeler karşısında korkanların, korkularını işçi sınıfı sırtına yıkmak isteyenlerin ve politika üretmede yetmezliğe düşenlerin bir söylemi olmuştur. İşçi sınıfını makinelerin bir parçası görenler, fabrikaları kale ilan ederken, farkında olmadan işçinin insan olma özelliklerini ve bundan kaynaklanan genel kapsayıcılığı ve kapsanışını yok etmektedirler. İşçi sınıfı artık, İnsan haklarının ve erdemlerinin şiddetle ihtiyaç duyduğu özgürlük ve demokrasi mücadelesinde diğer tüm kesimler gibi bir dişli olarak yerini almalıdır. İşçi sınıfı toplumsal sorumluluklarını yerine getirirken, ne en önde ne en arkada, kendi yerinde, kendi etkinlik ölçekleri içinde, aktif bir unsur olarak yerini almalıdır. Yani İşçi sınıfı halklaşmalıdır. İşçi sınıfı kendi temsilcileri, ideolojik ve siyasal entelektüelleri bir bütün olarak tarihin bu aşamasında gündeme gelen gelişmeler uyarınca, içsel düzenlemelerini yapmalıdırlar. Herhangi bir vehime kapılmadan, İşçi sınıfının oynayacağı toplumsal bir rolü ciddi ve ayakları yere basan bir program perspektifi kazanmak durumundadır. Bu ihtiyaç ülkemizde çok daha büyük bir gereklilik olarak karşımızda duruyor.


Ülkemize dayatılan toplumsal sistem, iktisadi olduğu kadar ağır siyasal sorunların da kaynağı oldu. Globalleşen dünyada en arka sıralarda gelişmelerin dışında kalan ülkemizin 21. yüzyılda topluma karşı hiçbir ciddi yükümlülüğü yerine getirmemektedir. Çağdaş ülkeler topluluğu içinde, insan hakları ihlalleri, demokratik haklar ve adalet sisteminin yetersizliği nedeniyle yer bulamamaktadır. İnsanlık topluluğu içinde onur kırıcı sıralamaları işgal eden ülkemiz, yanlış politikalar ve işlevsizleşen sistemlerin mahkumu olarak halkın ciddi toplumsal iktisadi ve siyasal sorunlar girdabında boğulmasına yol açmaktadır. Bu durum, yöneten ve yönetilen tüm kesimlerin çok yönlü memnuniyetsizliği olarak kendini ifade ediyor. Bu noktada kimlik bunalımı ülkenin tek ayırt edici özelliği olmaktadır. Bu toplum, bu devleti sırtında daha fazla taşıyamaz. Biri ilkel bir muhafazakârlıkla, bir cumhuriyeti şer-i süreçlere sürükleme girişiminde, toplumun ortak olmayan bir kimlikle kuşatılıp geriye çekmeye çalışıyor. Diğeri kimden alındığı belli olmayan vehmi bir yetkiyi, tarihini doldurmuş dayatmalarla toplumun siyasi kaderi üzerinde ipotek koymayı ve artık, toplumu temsil etmekte yetersizliğe düşmüş bir kimliği sürdürme çabasında muhtıralar vermekte, darbelerle tehditler savurmaktadır. Bu ikili dayatmacılığın karşısında halkın doğal tepkisi, bir biçimde bu dev toplulukların organizatörü konumuna gelmiş olanların iradesine rağmen, meydanlarda, milyonluk kitleler halinde, özgürlük ve demokrasi arayışı içinde tavır geliştirmekte, siyasal bir duruş sergilemektedir. Halkın sezilerini, fiili bir protestoya yönlendiren siyasal eğilimler gerçekte, ülkemiz tıkanıklıklarının aşılması için, ifade özgürlüğünün bir tecellisi olarak belirmektedir. Bunun anlamı, ortak, adil ve coğrafyasının barışçıl geleceği için yeni bir kimlik arayışıdır. Bölgemizde ve ülkemizde gelişmekte olan tarihi olayların doğru algılanışını temsil eden bir siyasal tutumdur. Devletin, kurum, yasa ve kuruluşlarıyla kavramakta acze düştüğü, tehlikeleri kavrayış ve bunun karşısında yeniden düzenlenmiş ortak bir kimlikle ülkeyi ayakları üzerinde dikmenin bir ifadesidir. Demokrasi ve özgürlük güçlerinin bu kısa süre içinde ortaya koydukları siyasal tutumun ifade ettiği talepler, bu devleti artık aşmıştır. Ve devlet, birbirine göre ters yönde dönen bu çarklar altında, hiç kimseyi temsil etme durumunda değildir. Bunun adı kaostur. Kaosu, statüler bozulmadıkça dengeye getirmek mümkün değildir.


Türkiye kimliğini yitirmiş bir ülke olarak, artan oranda çözümsüzlük içindedir. Egemen sınıflar, Dünya'nın çeşitli egemen güçleriyle oluşturdukları çok yönlü bağımlılık ve egemenlik olanaklarını istismar ederek sorunlarını hafifletirken, halklarımız etkin direniş odaklarından yoksun olarak, krizlerin faturasını ödemektedir. Bunun anlamak için, Avrupa Topluluğu'na katılım sürecinde emperyalist ülke egemen sınıflarıyla, ülkemiz egemen sınıflarının karşılıklı oyunlarla oluşturdukları engellere rağmen, artan oranda çıkar birliklerini yükseltişlerini gözlemlemek yeterli olacaktır. Onlar artan oranda ülkemizi birlikte sömürürken, halklarının güç birliğini ve dayanışmasını engellemektedirler. Bu ise kriz faturalarının bir kez daha, en ağır şekliyle emekçi halklarımızın sırtına yıkılması demektir.


Bu yıkımda, işçi sınıfının takati inanılmaz bir vahşetle tüketilirken, hakları uğruna mücadelede yalnızlığa mahkum edilmektedir. "Vatan millet Sakarya" nidalarıyla kendini ortaya koyan sol güçler ise, "emperyalizm karşıtı" olma gibi kendi kendini aldatan söylemlerle, bu sürecin işçi sınıfı aleyhine daha da ağırlaşmasına katkıda bulunmaktadır. Böylece bir yandan Avrupa'nın ve ülkemizin egemen güçleri, diğer yandan ülkemizin sol güçleri birbirleriyle düşmanmış gibi görülen söylemlerle örtülü olarak el ele vermiş, başta işçi sınıfının ve genelde tüm halklarımızın çıkarlarını kösteklemektedirler. Bu iki egemen gücün ülkemiz soluyla kesişen dayanışmaları, en belirgin örneği Avrupa Topluluğu'na katılım sürecinde gösterdikleri ilkel milliyetçi tutumlarda belirginleşmektedir. Topluluk üyesi olmanın önünü kesmek için, akıl almaz engellerle sorun yaratan ülkemiz egemen güçleri, Avrupa'nın emperyalist tekelci güçleriyle her türden birleşme içinde çok boyutlu güçlerini yoğunlaştırmaktan geri kalmamaktadır. Emekçi halklarımız ise, Avrupalı kardeşleriyle ve onların tarihten gelen demokratik kurum ve kazanımlarıyla birleşip güçlenmeleri, vatan, devlet, dil, bayrak gibi kalıcı olmayan tarihsel olgular elden gidiyor aldatmacasıyla engellenmektedir.


Bu konuda sol güçlere ihale edilen söylemler, işçi-emekçi güçler lehine gibi görülen, ancak sonuçta tamamıyla egemen güçlerin yararına olan bir işlev görme konumuna düşmektedir. "Avrupa Topluluğuna katılmak, ülkemizi Avrupa tekelci güçlerine köle yapmak demektir" iddiası, sol söylemli gibi görülse de on yıllardır sürmekte olan çok önemli bir yanılgıyı, emekçi halklarımızın, her iki egemen güç tarafından on yıllardır köle edilip sömürüldüğü gerçeğinin anlaşılmamış olduğunu gösteriyor. Bu söylemler işçi sınıfını artan bir yalnızlığa, kısır ve milliyetçi tuzaklara, daha da kötüsü gericiliğin kendini siyasal İslam olarak ifade ettiği çıkmazlara kadar uzanan gerilemelere sürüklemektedir. Burada tekrardan Kürt ulusunun özgürlük ve demokrasi arayışında takınmakta olunan ilkel milliyetçi tutumun sol güçleri, egemen güçlerle aynı paralele getirdiğini hatırlatarak, işçi sınıfını öncelikle bekleyen iki güncel sınav ve tehlikeye dikkat çekmeyi zorunlu bir görev saymaktayız. 1 Mayıs bayramının bu gerçeklerin ışığında idrak edilmesi, özgürlük ve demokrasi, insan hakları ve adalet mücadelemizde emekçi halklarımıza olduğu kadar işçi sınıfının çıkarlarına da bu bütün içinde en olumlu sonuçları sunacaktır.


1 Mayıs bayramının, ülkemiz devrimci güçlerine, ilerici, demokrat, insan hakları savunucusu, barış güçleri, adalet ve özgürlük taraflılarına yüklediği en önemli görev; Dünya'da ve ülkemizde hızla tırmanışa geçmiş olan ilkel milliyetçi ve dinci siyasal gericiliğin, insanlığın ve halklarımızın temel çıkarlarına yönelik tehditleri karşısında birlik ve dayanışma içinde tutum almaktır. Bunun için, yeni politikalar üretmek, çoğunluğu gerçekten temsil eden perspektifler ortaya koymak, globalleşen dünyanın paralelinde tarihe ters düşmeyen açılımlarla kendi orijinalliğimizle bu büyük hareket mekanizmasının, olmazsa olmaz dişlisi olmayı başarmamız gerekmektedir. Bu görevler eski, tarihi dolmuş ve onlarca deneyde sınıfta kalmış kıstaslarla başarılamaz.


Ülkemizi yeni bir ortak kimliğe kavuşturmak için, tüm farklılıklarımızı içselleştiren ortak mücadeleye atılmalıyız. Çağrımız bu adım için gerekleri yerine getirme sorumluluğu üstlenmektir. Demokrasi ve özgürlük, bu sorumluluğun altına girilmeden kazanılamaz.


21 Nisan 2008 Pazartesi

Kırılgan Zamanlar



Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…



2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.



Karalama Dergisi olarak;


Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.


Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,


Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.



Murat Altunöz’ün Şiirleri Kırılgan Tarihimizi anlatır.


İncinmiş, geç kalmış haylaz çocukların yürekten söylediği şarkılar gibidir


Mutlaka bir dizede biz varız,


Çünkü Kırılgan Zamanlar


Bizim tarihimizin şiiridir.



Karalama Dergisi haylaz, düşleri çalınmış çocukların özlemlerini kavgalarını ve hüzünlerini yayınlamaya devam edecektir.



Murat Altunöz Kimdir ?



1977 yılında Antakya’da doğdu.


Gazetelerde yazdığı yazılar, çalıştığı sol dergiler ve Devletle bir türlü barışamamaktan dolayı yıllarca, çeşitli dönemlerde tutsaklıklar yaşadı. Sürgüne gitti, sürgün’deyken gazeteciğe başladı. Yerli ve yabancı çok sayıda Ajans,Tv ve Gazetede çalıştı. Halen Hayatını gazetecilik yaparak sürdürmekte.Şiirleri; Türkiye çapında çıkan edebiyat dergilerinde yayınlanmaktır.



Murat Altunöz, Türkiye Edebiyatçılar Derneği, Antakya Aalen Kültür Sanat Derneği, Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Antakya Gazeteciler Cemiyeti üyesi olup evli ve Dicle İdil adında bir kızı vardır.


Karalama Dergisi

TÜRK MODERNLEŞMESİ



JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM



Yener ORKUNOĞLU


Bir kaç haftadır Türk modernleşmesi üzerine yazıyorum. Modernleşen, ama burjuva aydınlanma sürecinden geçemeyen bir ülkedeki sorunlara dikkat çekmeye çalışıyorum. Amacım, sosyalistlerin çok kapsamlı görevlerle karşı karşıya kaldıklarına işaret etmek..



Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.

Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.

Robespierre, Marat, Danton gibi önderleri olan Jakoben hareket, eski feodal düzeni yıkarak, modern çağı başlatan bir harekettir. Jean-Jacques Rousseau'nun (1712-1778) düşüncelerinden etkilenen Jakobenler monarşiye karşı cumhuriyet yönetimini ve anayasal hakları savundular.

Bugün herkesin ağzına sakız ettiği 'Düşünce özgürlüğü'nün ilk savunucuları Jakobenler'di. 'Eşitlik', 'Özgürlük' ve kardeşlik düşüncelerinin esin kaynağı Jakobenizmdir. Fransa'da devrimin yürütücüleri ve taşıyıcıları Jakobenlerdi. Dolayısıyla bugün, hem fikir ve örgütlenme özgürlüğünü savunmak, hem de Jakobenizme küfür etmek bir tutarsızlıktır. Çünkü fikir özgürlüğünün ilk savunucuları Jakobenler olmuştur. Jakobenler 'iş' ve 'eğitim'i anayasal ve sosyal bir hak olarak savundular.


Kemalizm'i, Jakobenist bir hareket olmakla suçlayanlar, ya Jakobenizmin ne olduğunu bilmiyorlar, yada Jakobenizmi kasıtlı olarak çarpıtıyorlar. Çünkü Kemalizm, Jakobenizme özgü bazı eğilimler taşısa da, esas olarak Bonapartizme daha yakındır

Bonapartizm, sınıflar arası bir denge veya pata durumunda ortaya çıkan otoriter bir yönetim biçimidir. 2 Aralık 1851 yılında III. Napolyon olarak bilinen Louis Bonaparte (1808–1873) bir hükümet darbesi yaptı ve bu hükümet darbesini o dönemde Victor Hugo ve Proudhon gibi kişilikler analiz etmeye çalışmışlardı.

Viktor Hugo, Bonapartizmi, toplumsal koşulları dikkate almadan 'tek kişinin zorbalığı' olarak değerlendirir. Marx'a göre Bonapartizm, tek kişilik otoriter sistemdir. Ama Bonapartizm, belirli toplumsal koşulların ürünüdür: Bunlardan biri nüfusun çoğunluğunu oluşturan köylülüğün kendisini politik alanda temsil edememesidir. Bunun nedeni, köylülüğün bilinç seviyesinin düşük olması ve politik örgütsüzlüğüdür.

Marx şunları yazmıştı: 'Aşağı yukarı aynı zamanlarda yazılan ve aynı konuyu işleyen yapıtlar arasında yalnız ikisinin sözü edilmeye değer: Victor Hugo'nun Küçük Napoléon'u ve Proudhon'un Hükümet Darbesi.
Victor Hugo, hükümet darbesinin sorumlusuna karşı acı ve nükteli sövüp saymalarla yetiniyor. Olayın kendisi, ona, duru bir gökte çakan bir şimşek gibi görünüyor. Olayı, ancak, bir bireyin zora başvurması olarak görüyor. Böyle yapmakla, onu küçülteceği yerde, ona tarihte eşi görülmemiş kişisel bir girişkenlik gücü yükleyerek, büyüttüğünü fark etmiyor. Proudhon ise, hükümet darbesini, daha önceki tarihsel bir gelişmenin sonucu gibi sunmaya çalışıyor. Ama, hükümet darbesinin tarihsel yapısı, kaleminde, hükümet darbesi kahramanının bir savunmasına dönüşüyor. Böylece, sözde objektif tarihçilerimizin düştükleri yanılgıya düşüyor. Bana gelince, ben, tersine, Fransa'da sınıf savaşımının sıradan ve kaba bir adamın kahraman gibi görülmesini sağlayacak koşulları ve durumu nasıl yarattığını gösteriyorum
.'


Otoriter rejimler, emekçilerin geri bilinç ve yetersiz örgütlenmeleri durumunda ortaya çıkar. Çünkü politik olarak örgütlenmeyen halk tabakaları çıkarlarını koruyamazlar. Halk, çıkarlarını politik olarak temsil etme yeteneğine
kavuşamazsa, 'temsil edilirler'. Emekçiler, politik bakımdan örgütlenmemişse, dağınık durumdaysa, genellikle kendilerini koruyacak otoriteye ve güçlü devlete eğilim gösterirler. Demek ki, 'otoriter ve güçlü devlete' duyulan eğilim, emekçilerin politik parçalanmışlığının sonucudur. Emekçilerin politik güçsüzlüğü otoriter eğilimlere yakınlık duymasına neden olur


Marx Bonapartizm konusunda iki noktaya dikkat çeker:


Birinicisi, Bonapartist rejim, işçi sınıfı ve burjuva arasında sınıf dengesinin pata bir durumda olduğu dönemde gündeme gelmiştir.


İkincisi, Bonapartizm, parlamenter rejimi ortadan kaldırarak otoriter bir rejim kurar. Burjuvaziyi de politik iktidarın dışında tutar. Ama Bonapartizm, burjuvaziyi ekonomik olarak güçlendirerek sınıflar arası dengeyi burjuvazinin lehine çözer.


17 Nisan 2008 Perşembe

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...









Murat ALTUNÖZ

Ülkemizde yıllardır çetelerden bahsedilir. Keza Susurluk çetesi ile gün yüzüne çıkan, en büyük çetenin ardından,Türkiye'de çok şeyler değişti. O gün Susurluk'ta ortaya çıkan çete ile devletin arasındaki bazı insanların çetelerle iş birliği yaptığı tam anlamıyla kesinleşmiş oldu.

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.

Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.

Geçen yıl malesef Dursunlu Beldesinde bir grup çete elemanı köy ortasında akrabalarımın da içinde bulunduğu halka saldırarak birinin ölümüne birinin ise ağır yaralanmasına neden olmuştur.

Nedense olaydan 2 yıl geçmesine rağmen halen faillerin başı yakalanmadı.

Şimdi bir kaç sorum olacak:

· 17-18 yaşlarındaki gençler otomatik silahları nereden buldu ?

· Bu silahları onlara kim sattı ?

· Bu silahları almak için bu insanlar paraları nerden buldu ?

· Devlet, neden bunu daha önce önleyemedi ?..

Malesef geçtiğimiz haftalarda, Hatay, Harbiye'de, bir çeteye haraç vermediği için öldürülen Seyfettin Karadaş’ın cenazesine katıldım. Gerçekten de Harbiye'de son dönemler başlayan bu çeteleşme her geçen gün daha da büyümekte.

Ama Harbiye'deki çeteleşmeye karşı halk ortak bir tavır almaya başladı, bu çok sevindirici bir durum. Böylesi ortak çalışmaların, tüm Hatay'a yayılmasından yanayım. Çeteleşmenin önüne, ancak böyle geçilebilir, diye düşünüyorum...13. Nisan 2008

İNTERAKSİYON


Faiz Cebiroğlu


İNTERAKSİYON



Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

Karşılıklı etkileşimde kullandığımız ilk araç, dildir. Karşılıklı bir anlayış ve tesir için, yazılı, sözlü, vücut v.b dil çeşitlerinden yararlanıyoruz. Fakat burada kullanılan dil, yalnızca ”kelime” ”doğru telafüz” veya ”cümle kuruluşu” , kısacası dilbilgisi, gramatik değildir. Bizler, vücut duruşlarımızla, mimik ve vücut ifadeleriyle de birbirimizi anlamaya ve etkilemeye çalışıyoruz. Bizler, bu yöntemlerle, içinde yer aldığımız sınıfsal konuma göre, gelenek ve normlarımızı ifade ediyoruz.

Burada ifade edilen normlar ya da örnekler, içinde yer aldığımız sosyal konuma göre, değişiklik arz ediyor. Bu değişiklikler nedir, nasıl oluyor? Şudur:

Bir: Yaşam tarzımız: Yani aile, barınma, bütçe, giyim, eğlence v.b imkanlar.

İki: Çalışma biçimi: Yaptığımız iş ve işyeri. Yaptığımız işin hayatımızdaki yeri ve rolu.

Üç: Düşünce bakışımız: Yani dünyaya bakışımız; insan ve toplum modeline ilişkin görüşümüz.

Dört: Yaşadığımız yer: Yani yaşadığımız yer şehir mi, köy mü? Yaşadığımız yerde sosyal netvörk (aile, komşu, arkadaş ve dostlar arasındaki bağıntı) nasıl?

Görüldüğü gibi, interaksiyon, toplumsal yaşamın karmaşık ve bir çok yönüne hitap eden ve bunları ihtiva eden karşılıklı bir enformasyon, yani malümat alışverişidir.

Bütün bu faktörler, karşıklı gelişimde belirleyici bir rol oynadıkları açıktır. Bizler, hayatımıza tesir eden bu faktörlerin (olumlu – olumsuz) yönlerini tanımak zorundayız. Bu faktörler üzerinde durmak, bu faktörlerin yaşamımızda etkilerini ”tahlil” etmek, harmonik ve ileriye yönelik gelişim için zorunludur.

Her gelişim, karşılıklıdır. Doğrudur. Ama doğru olan bir başka nokta da var, her karşılıklı etkileşimin, bir gelişim olamayacağı gerçeğidir. Böylesi interaksiyonlarda, ”seçici” olmak yükümlülüğü ortaya çıkıyor. Açık ki, interaksiyonlarda ”seçici” olmayanlar, kendilerini de geliştiremiyorlar. İnteraksiyonlarda ”seçici” olmayanlar ne kendilerini, ne de talihlerini değiştirebiliyorlar.

16 Nisan 2008 Çarşamba

Yeniden felsefe okumak



Mihrac Ural



Sağ'ın ve solun önemli eksiklerinden biri olan, felsefenin belli bir tarihi süreç içinde kavranması olayı üzerinde düşünüyorum. Biz solcular olarak Yunan ve Batı felsefesini çok geç okuduk. 75 sonrası. Ama bunun arasında kalan ve Batıya, Yunan felsefesini taşıyan Arap-İslam felsefesini okumadık. Önemsemedik. Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.


Sol açısından bu kopukluk, Özelikle Arap-İslam felsefesi noktasında gündeme gelmiştir. Geç okumaların hazmedilmemiş bilgilerine karşın, Yunan ve batı felsefeleri dar bir açıdan, aktarmalardan ve daha çok, materyalist Marksist kaynak ve yönelimlerden algılanmaya çalışılmıştır. Solun bir ayağı topal kalmış felsefi süreçlerin, evrim ve birikimlerinin algılayışı zaman içine yayılmış kavrayışın da gerisinde kalmıştır demek yanlış olmayacaktır.


Sağ ise, solun eksik olan bu halkasında takıldı kaldı. Ne Yunan ne de Batı felsefesi okuması yapmadı. Sağın akılla bir savaşı vardı. 1400 sene önceki okumalarda takılı kalan ve o kesitlerin, en olumsuzunda saf tutan çizgi üzerinde takılı kalmıştır. Arap-İslam uygarlığı her tarihi uygarlık olarak kendi içinde taşıdığı farklılıklar, felsefenin kendi farklılıklarını da ihtiva ediyordu. Sağ, o günün ölçüleriyle bir doruk olan ve bu günün akıl yürütmelerine temel teşkil eden tartışmalarda, akla karşı dövüşen taraftan yana saf belirlemiştir. Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.


Her iki durumda da, ülkemizin felsefi kimlik bunalımı içinde olduğunu söylemek abartma olmayacaktır. Bu bunalımı, ülkenin tüm sosyal siyasal kütler hayatındaki kimlik bunalımlarının bir uzantısı olarak görmek gerek.


Şimdi yeller sağdan yana esiyor. Mantar gibi çoğalan, topallığa yeni topallık ekleyecek İslam Arap Felsefe okumaları ve yorumları ortalığı kaplamaya başladı. Bu hamlenin uzantıları, komşu Arap ülkelerinden akmaya başlayan Gazali medresesi kitap trafiğini de tetiklemiş bulunuyor. Sağ, engelliliğini aşmak yerine onu, bir kez daha katmerleştirmek, çağdaş söylem ve verilerin aromasıyla, toplumun temel felsefi kimliği haline getirme çabasındadır. Sol ise her şeyden bi-haber olduğu gibi, bu gelişmenin farkında değildir.


Düşünüyorum da, Bu olumsuz çöküşü olumluya hizmet edecek bir veri haline getirmek mümkün mü? Bunun mümkün yanı, solun bu alandaki eksikliğinin giderilmesiyle sağlanabilir. Sol, felsefe okumalarının tarih sürecinde eksik halkalarını tamamlayabilir. Bunun bu gün için önemi nedir deye bir soruya verilecek cevap, felsefi birikimlerimizin dengesi içindir, felsefe tarihi taşlarını yerli yerine oturtmak içidir, felsefenin bu günkü düzleminin ayakları havada kalmaması içindir, bunlar kadar önemli olan, aynı toprakları paylaştığımız aynı kültür kuşağı içinde olduğumuz, sosyal, siyasal yaşamımızın farklılıklarıyla sağlıklı bir diyalog ve eleştirel süreçler oluşturmak içindir diyebilirim. Bu olmaksızın, demokrasi ve özgürlük anlayışımızın tek boyutluluktan çıkması, bir bütünün tüm farklılıklarıyla var olmasının kabulü ve hazmedilmesinin güç olduğunu düşünüyorum. Bu elbette, tek başına felsefi okuma dengeleri ve tarihsel bütünselliğine kalmamıştır. Ancak bu makalenin konusunun felsefe olduğu unutulmamalıdır.


Dünü yeniden okumanın zaman kaybı olduğunu düşünmüyorum. Dünün okunmasını, bu günü derinliğine kavramanın bir unsuru olarak görüyorum. Bu mirastan mahrum okumalarımın boşluklarını gidermek istiyorum. Bu dünyayı yeniden keşfetmek gibi sanılsa da, aynı toprakları paylaştığım insanlarla olan bin bir bağımın, ilişki ve çelişkilerimin bu alanda eksik kalan unsurlarını gidermek istiyorum. Bu, solun önünde duran önemli görevlerden biridir. Dünyanın sorunlarını çözecek hiçbir veriye sahip olmasa da bu okumalar, düşünsel kimliğimizin kaybolan asaleti için bu süreci değerlendirmek gerektiğine inanıyorum. Bu okumaların değeri, bu güne kadar insanlığı kurtardığı görülmemiş ama, okuma yaygınlığında şampiyon olan felsefe okumalarının değerinden daha az olmadığını biliyorum. İki ayağı topal sağ okumaların, bir ayağı topal Sol okumaların halk nezdindeki etki farkının doğal olduğuna inanmıyorum. Bu eksikliğin kaynaklarından birinin, bu okuma yetmezliği olduğunu görüyorum.



Ne Farabi’nin (muallim el Sani) ne Razi, Havarizm'i ve İbni Rüşd'ün varoluşu açıklayabilecek ve ekstradan çağdaş dünyayı kurtaracak bir yaklaşımı olmasa da. Nas'ı (Kuran-vahi) verilerini, Aristo’nun skolâstik aklıyla birleştirme çabası olsa da, çoğu akıl sorgulamalarıyla insanın dünyayı tanıma şansının olduğunu öğretiler. Dönemine göre çok ileri bir adımdı bu. Olayları bugünün gözüyle değil o kesitin nesnelliğiyle kavradığımızda bu gün çok sıradan olan şey, geçmişin çok ağır faturalarının ödenmesinin ürünü olduğu görülecektir. Yunan felsefe çözümlemeleri, İsal-Arap felsefesinin kuruluşunda önemli bir maya olarak kullanan bu hattın, batı uygarlığının kültürel açılımlarına, rönesansına, refornmuna önemli katkılar sunmuştur. Batı felsefesi, İslam-Arap felsefesinin aracılığıyla, Yunan felsefi değerleri tanımış ve insan kolektif aklının bir devamı olan bu zincirin halkaları birbirine bağlanmıştır. Bu akılcılıktır, Papa 16. Benediktus'un Avrupalılık üzerine, Avrupalı olmayı ve birliğini oturtmaya çalıştığı temeller sandığı gibi sadece Yunan felsefesinin ürünü değildir. Dışlamaya çalıştığı bu zincirin olmasa olmaz halkası, bağlacı da, İslam-Arap felsefesidir. Bu gün de felsefenin tarih içindeki seremonisini kavramak açısında bilince çıkartılması gereken bu büyük felsefe birikim öbeklerini kavramak eksik halka bırakmadan bilince çıkartmaktır.



İslam-Arap felsefesi tek başına değil, Yunan ve bu günün birçok felsefesi idealizmden kopmamıştır. Metafiziktir. Aklı denklemlerini bile bu amaçla çalıştırmıştır. Hegel gibi bir duayenin dünyasında kavrayış başı üstü durmaktadır. Ayakları üzerine hala oturtulmamış olma ihtimali de zayıf değildir. Ama kolektif insan aklının serüveni, bu süreçlerden geçmekte, birikimlerle bu süreçlerin içselleştirilmesiyle ilerlemektedir. Okumak eylemi olmadan birikim gibi bir sonuç olmuyor. Bunun için yine belli ortamların oluşması gerekiyor. Bu gün bunu bu günün ortamı sayesinde söylüyorsak, gereklerinin de bu günün verilerinde yatmasındandır.

13 Nisan 2008 Pazar

Yabancılaşmanın Dinamiği

Mihrac Ural

mircihan@gmail.com
http://mihracural.blogspot.com/

21 Mart 2008
Hayatta kalma mücadelesinin sonuçlarından biri olarak, sosyal-kültürel süreçlerle doğasından kopan insan türü, içinden çıkıp geldiği doğaya artık geri dönmeyecektir. Bilinebilen tüm nesnel veriler, bu süreçlerin daha da ilerleyeceğine, bu kopuşu derinleştireceğine işaret etmektedir. Bu süreç aynı zamanda doğanın değişmesini, eğitilmesini ve insan doğasının da değişerek, eğitilerek farklılaşmasına yol açacaktır.
Farklılaşma bu boyutuyla da bir yabancılaşma olarak karşımızda yer alacaktır. Bence bu tarihin ilerici yüzüdür.
Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir.
Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.
Bu konu üzerine yazılacak çok şey bulunuyor, bu gelişme ve yabancılaşmayı bir yozlaşma ve çöküş olarak görmediğimi, tarihin ilerleyişiyle uyumlu bir adım olarak, evrensel bir boyut ve insan türünden kabul görerek ilerlediğini, bu anlamda ilerici olduğunu söylüyorum. Doğadan koparken insanın kadın üzerinde baskıcı sistemlerin kuruluşuna yol açan zeminleri de dizginlediği kanısındayım. Bu ilerlemeyi yozlaştıranın ise, doğrudan doğruya küresel üretim ve yeni uygarlık unsurlarının gelişimiyle tarihi sürecini tamamlamış olan kapitalist-emperyalist ilişkilerin, küresel ölçekteki siyasal baskıların bir sonucu olarak dayatıldığını düşünüyorum.
Bu anlamda sık sık kullanılan, “her şeyin metalaştırılması” söylemini, bilgi çağında her şeyin bir değer kazanma şansı yakaladığı şeklinde söyleme durumunda olmamız gerekecektir. Çünkü tarihin bu ileri çağlarında, evrensel ölçekte değişim değeri olacak ürünlerin, yoğun bir mübadele değeri, yani soyut emek yoğunlukları çok yüksek olan ürünler olma zorunluluğu vardır. Duyguların bile mübadelesinin bu özgürlük ortamında çok yoğun ölçekte soyut emek taşımaları kaçınılmazdır. Bunu da duygu satımı olarak değil, değişimi olarak kavramamız gerek.
Bu konudaki söylemimin anlaşılması bir ölçüde yabancılaşmayla ilgili kanaatlerimi açıklamayı zorunlu kılıyor gibi. Zira yabancılaşma bize çok tehlikeli bir fenomen olarak ezberletildi..
Yabancılaşma “kendinden uzaklaşma” öncelikle bir Hegelci kavramdır. Bu kritik kavram Marksist söylemde (“işbölümü, emeğin toplumsal özelliğinin yabancılaşma çerçevesinde iktisadi ifadesidir” 1844 el yazmaları) söyleminde ayakları yere bastırılmaya çalışılır. Marksist süreçlerin başlarında önemle yer almasına karşın, kapital ve sonraki yazımlarda izini kaybettirmiştir. Sistemin tıkanıklık kesitlerinde ise yeniden parlatılmış ve öne önemle sürülmüştür.
Evet gerçekte de, yabancılaşma kavramı, içerik açısından önemli bir durum belirlemesidir. Ancak, bu günkü algılayışım itibariyle insan türünün yaşamını sürdürme ikamesiyle başlayan doğadan kopuş sürecinde, binlerce tür yabancılaşmadan ve artan işbölümüyle derinleşen bir yabancılaşmadan söz etmek mümkündür. Bunun en doruğunun, Marksizm’in temel tezleri arasında da olan, kapitalizmin insan emeğini kendine yabancı kılmasıyla doruğa ulaşmıştır. Marks “Burjuva toplum, tarihin en gelişmiş ve en çok yönlü üretim örgütlenmesidir”(Grundrisse, s:176) derken de dile getirdiği gerçek budur.
Yabancılaşmanın tarih serüveninin oynadığı olumlu bir kesit ve üretim ilişkileriyle üretici güçlerin çatışmasıyla gelinen tıkanma süreçlerinde oynadığı olumsuz bir sürecin olduğuna vurgu yapacağım. Bunun böyle olmasıdır ki, bir önceki topluma göre bir sonraki toplumsal yükselişin tarihte oynadığı devrimci rolü de açıklar. Kapitalizmin sistem olarak tarihte oynadığı devrimci rol tespitinin başka bir anlamı yoktur. Şöhreti hiçte iyi olmayan “yabancılaşma”ya tutunmaktan ziyade, üretici güçlerin gelişimi, bilgi ve enformasyon çağının kolektif insan aklı ürünleriyle çeşitlendirdiği, detaylandırdığı işbölümü sonucu; artık küresel bir üretime katkı içinde ürüne katılan emeklerin, sahiplerine yabancılaştığı oranda her şeye sahip olma gibi bir imkana ve etkinliğe kavuşabildiğine vurgudur.
Tıpkı meta gibi; meta üretimindeki katkılar gibi, bilginin de katkıları çok boyutludur. Binlerce yıldır insan bilgi birikimlerinin, yazınsal görsel vb kaynakların katkısıyla oluşan yeni bilgilerin içinde, artık şuna ya da buna ait bir bilgi emek yerine, ne kadar geniş çevreye yararlı olabileceğinden bahsetmek mümkün oluyor. Dolaysıyla bu yeni üretilen bilgide hiçbir emek sahibine doğrudan doğruya dönmüyor ama bir biçimde mensup olduğu insanlık topluluğuna hizmet sunuyor. Küreselleşme çağında bu çok daha belirgin hale geldi. Milyarlarca kaynaktan süzülen, sahibinden derinlemesine ve genişlemesine yabancılaşmış bilgilerin senteziyle yeni bilgilerle üretime katkılar yapılmaktadır. Bu sentezlemeleri yapanların, bilgiyi kendi mülkleri olarak da pazarlama şansları olmaktadır. Bu pazarlamayı yaptıklarında da o andan itibaren bilgi üreticisine yabancılaşıp insanlığın malı olma yolunu tutuyor.
Üretici güçler üzerindeki mülkiyetin, bu gün hala egemen olan burjuva tarzının tarihsel işlevini yitirdiği yerde oluşturduğu olumsuz çöküş, bu tarzı tasfiye edecek daha derin ve geniş kapsamlı iş bölümü ve mülkiyet ilişkisinin iktisadi ifadesi olan yabancılaşma gerçeği; insanlık için yeni bir kurtuluş, özgürleşme müjdesi gibi algılanmalıdır. Elbette ki son özgürlük ve kurtuluş olmayacaktır. Ancak feodalizmden çıkışta burjuvazinin sistemiyle oynadığı rol ne ise, kapitalizmden çıkışta küresel üretimin (bilgi çağıyla açılan yeni uygarlık ufuklarının) oynadığı rol bu olacaktır.
Ezberlerimizde kazılı olan tarihin materyalist-diyalektik kavrayışı bu yöne işaret eder. Bu, tarihi süreci içinde insan emeği ve bunun tüm sonuçları, mülkiyet ilişkilerinin ve bununla birlikte üretim ilişkilerinin ilerleyen her kesitinde artan bir yabancılaşmaya yol açmasıyla gerçekte tarihin ilerici yönünü temsil etmiştir.
Emeğin, emekçiden yabancılaşması yadsınacak, kaçınılacak veya kötülenecek bir durum değildir. Yabancılaşma bu yanıyla tarihin önemli dinamiklerinden biridir.
Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. İlk toplumlardan bu yana emeğin hızlı bir tırmanışla artan oranda derin ve geniş sosyal sonuçlar üretmesinin altında bu yabancılaşma vardır. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir. Üreticisinden yabancılaşmamış emek ilkel topluluklara ait süreçleri temsil eder, bu gün için bunun sanat eserlerinde bile önemli bir fonksiyonu yoktur. Mübadeleye girmeyen bir başka emek ürünüyle, yeryüzümüzün herhangi bir yerinde mübadele kabiliyeti olmayan, yabancılaşmamış emeğin ne sosyal ne kültürel bir etkinliği yok demektir. Yabancılaşma kelimesi çok talihsizdir, iticidir de. Gerçekte bu kelimeyle ifade edilen şey evrenselleşme, küreselleşme, bir biçimde insan ürünü olan her şeyde daha etkin bir ortaklaşma halidir.
Küresel üretim emeği daha çok yabancılaştırarak insan ve bu arada kadın cinsinin özgürlüğüne hizmet edecektir diyorum. Emperyalizm ise, bunu dizginleme çabasındadır diye de ekliyorum. Bunu anlamak çok zor değil. Bilgi çağında, bilginin üretime bir hammadde olarak da katılmaya başlayıp üretimin karakterini değiştirmeye başladığı bu çağda; üretim artık ne bir ulus, ne bir şirket mahkumu olarak dizginlenemez hale gelmiştir. Sınırları aşmakta, her türden tek boyutlu dayatmaları yıkmaktadır.
Bir geçiş sürecinde hızla değişen mülkiyet ilişkileri ve onunla birlikte değişmeye başlayan üretim ilişkileri, gerçek anlamda bir küresel üretime, yeni bir uygarlığa geçişi temsil etmektedir. Emperyalist güçler ise; bu gidişe karşı küresel bir siyasal gerici saldırı ile durmaya çalışmakta, yeryüzüne bölgesel savaşlar, yasaklar, kovuşturmalar dayatmaktadır.
Bunları aktarmamın nedeni şudur; küresel üretim yaygınlık anlamında küresel üretim değildir. Kölecilikte küreseldi, yani dünyamızın her yerinde vardı, kapitalizm de öyle.
Bu gün olan üretimin, küresel ölçekte, bir fabrikaya koyun gibi sokulmadan, bir sitede yerleşme biriminin sürüsü olmadan, sanal üretimin öncülük yaptığı bir üretim süreci dünyanın neresinde olursak olalım katkımızı yapabileceğimiz bir üretim tarzı olarak geliştiğini izah etmek istiyorum.
Zira buradan, tarihin önemli bir trendi olan mülkiyetin artan oranda küçülmesi ve buna karşın sosyal ve üretimsel etkinliklerinin nitelikçe artışına dikkat çekerim. Buradan da varacağım sonuç, emeğin emekçiden derinlemesine ve genişlemesine yabancılaştığını göstermektir. Ve emek bu ölçekte yabancılaşmasının ilerici bir durum olduğunu ve bunun olması önünde yalnızca emperyalistlerin durduğunu söylemek istiyorum. İnsanlık işte tam bu noktada tıkanıyor.
Oysa özgür gelişme dinamikleriyle, doğadan kopup gelen ve her defasında daha ileri bir sosyal-kültürel oluşumla, bu kopuşu türü için olumlu bir işleve dönüştüren insan, bu tıkanma karşısındaki direnişini, eskiyi aramada değil, daha ileriye yönelimle başarıya ulaştırabilecektir. Bu da, insanın doğadan kopuş mantığıyla, doğayı kendi türü için daha da olumlu hale getirme istenciyle ve kendi doğasını bu süreçlerle uyumlu hale getirme doğrultusuyla uyumludur diyorum.
Bu mayandaki yaklaşımlarımı mülkiyetin alacağı olası biçimlenişle sürdürüp, görüşlerime zemin olan tespitlerimi tamamlayacağım:
Tarihin ileri uygarlıklarına yöneldikçe mülkiyetin küçüldüğünü, daha da parçalandığını tespit ediyorum. Artık dev fabrikaların üretiminden daha kaliteli, daha dayanaklı, daha az maliyetli üretim daha küçük özel mülkiyet aracılığıyla, daracık yerlerde üretilebilmekte ve üretimin sosyal, kültürel gelişmenin daha insanı bir eşitlik içinde dağılımına yol açmaktadır. Emek yabancılaşmasının ve bunun sonucu artan oranda gelen diğer boyutlardaki yabancılaşma, insanlık arasında çok önemli bir iletişim, bir yakınlık, bir ortaklık, üretilen her şeyde kendinden bir pay olduğu psikolojisi yaratmaktadır. Artan iş bölümü ile daha çok emek daha çok insan için yararlı olacaktır, bu birbirinden bağımsız ve habersiz emek yoğunlukları, sahibinden önce tüm insanlığın hizmetine giderken, aynı zamanda başkasının emeğinden de tek tek diğer emekçilerde en iyi sosyal sonuçları elde edecektir. Yeniden genişleyerek dönecek bu çember zincir halkaları gibi, çok ötesinde dursa da birbirine bir biçimde yararlı bir bağlılıkla yaşamın ihtiyaçlarını üretecektir. Bu anlamda gelecek toplumun emek verenleri kendi emeklerinin yabancılaşmasından, başka emekçiye yabancılaşmış emekten yararlandıkları yoğunlukta zevk alacak mutlu olacaktır. Tarihi ilerleten bu dinamik, yani yabancılaşma artık tu kaka değildir; tersine bireyciliği yok eden önemli bir unsur olarak rolünü oynayan bir fenomendir.
Yabancılaşma bu anlamda yakınlaşmanın da temelidir. Sınıfsız toplum umutları taşıyan eski ezberlerimizin esasında bir biçimde bu yeni gelişme içinde belli düzlemlerdeki yansımasını görmek gerek.
Yeni uygarlık elbette ki, son uygarlık olmayacaktır ama tarihin tüm verileri, yeni uygarlığın eski uygarlığın tıkanıklıklarını aşarak insanın özgürleşmesinde önemli roller oynayacağını göstermektedir. Bundan yana olmak benim açımdan devrimci olmanın bir tecellisidir. Sadece sosyal-siyasal açıdan değil kültürel açıdan ve kadın cinsinin özgürleşme eğilimlerinin gerçekçi sonuçlarının ikamesi açısından da bu yol devrimci tek yoldur. Tek dediğime bakmayın, bu satırların yazarı akıl yolunun bin bir olduğuna kanaat getirmiştir, doğrunun da tek olmadığına… Bin bir yoldan bin bir doğruya gidilebilmesi ise, insanın doğayı da denetleyebilme derinliklerine bir işarettir. Bilgi çağında bu daha da gerçekçi bir yaklaşım olarak algılanmalıdır.
Bu konuda Marks’ta katılmadığım bir belirleme vardır. Yanılgı, teknolojinin artan oranda üretime katılmasıyla emeğin üretimdeki fonksiyonlarının azalacağı yanılgısıdır ( Bkz. Mir - Y. Orkunoğlu sohbetleri, Marks’ın Gurndrisse’de belirlediği ve bu gün için geçersiz olan tespitleri, 7. ileti). Bilgi ve teknoloji çağında olan en küçük bilgi kırıntısı, en küçük emek; dev boyutta bir sosyal, kültürel, üretimsel sonuçlar üretmektedir. İşin özü budur.
Ne kadar çok bilgimizi kendimize yabancılaştırır insanlığa yararlı kılabilirsek, o kadar üretim kolektivitesine ve paylaşımına imkan sağlamış oluruz. Dostluk adına, yakınlık adına, klan ilişkileri adına, bilgiyi dar alanda tutmak, başka bilgilerle sentezleştirmekten, bölgecilik, milliyetçilik, ırkçılık, akrabalık, ahbap çavuşluk adına alıkoymakla yabancılaşmasını engellediğimizi sandığımız bilgiler ise yararsız ölü bilgilerdir. Ne bize ne de toplumsal işlev içinde insanlığa bir yararı vardır. Bu durumda biz bize kalırız yabancılaşmayız, birbirimizi bir süre sonra yemesek de çürümeye, durağanlaşmaya ve kendimizi tekrar etmeye başlarız.

II. bölüm
Bu bölümde kadın hakları ve sınıf mücadelesi emek sermaye çelişkisindeki yeriyle ilgili yaklaşımları irdeleyeceğim.
Kadın haklarının sınıf mücadelesine bağlanmasını olumlu görmüyorum. Bu gerçekçi bir hak ikamesi olduğu kanısında da değilim. Zira kapitalizm sistem olarak kadına verebileceği ne ise bunu son sınırına varmış ve vardığı emperyalist aşamada girdiği genel tıkanıklıkla da verdiğini çürütmeye, soysuzlaştırmaya, işlevsizleştirmeye başlamıştır. Bu durumda kapitalizmin temel bir unsuru olan ve olmazsa olmaz koşullarından biri olan işçi sınıfının, kendi sistemi dışında kadına ne verebileceği sorunu gündeme gelmektedir. Bana göre, işçi sınıfının kadına işçi olmaktan daha ileri bir hak vermesinin olanağı ve nesnel icabı yoktur. Teorik olarak kadın için işçi sınıf sözcüleri, kurumları vb tarafından ortaya atılan kadın programları ise, soyut iyi niyetten öteye geçmeyecektir. Zira iddia edilen önermeler, propagandanın sınırlarını aşması mümkün olmayan önermelerdir. Bunun nedeni ise, birey olarak işçiler ya da işçi sınıfının sözcülerinin, aydın olarak iyi niyetlerindedir; amaçları da bu değildir. Olay tamamen sınıfın yapısı ve sistem içinde ve sonrası için konumuyla ilgilidir. İşçi sınıfını bu açıdan tanımak gerekirse, bu güne kadar süren ezberlerimizin bozulduğunu görmekteyim.
İşçi sınıfı, kapitalizmin temel var oluş unsurlarından biridir. Burjuva sınıfla birlikte oluşturduğu zıtlıkla, kapitalist sistemin varlığını tanımlarlar. Bu açıdan işçi sınıfı sınıf olarak sistemin dışında bir varlık değildir. Yani kapitalizmi yıkacak ya da aşacak yeni bir toplumsal sistemin temel kurucu unsuru olması mümkün değildir. Engels bunu şöyle ifade eder;
“ Üretim araçlarının toplumsal mülkiyete dönüşümüyle birlikte, ücretli iş de, proletarya da ortadan kalkacaktır” ( Engels, Ailenin özel mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s: 98.) Kapitalist mülkiyet tarzının değişimiyle, kapitalizmin tarihe karışması ve bu tarzın temel sınıflarının da tarihe karışması anlamında çok doğru bir tespit olan Engels’in bu yaklaşımı, siyasi bir kararla toplumsal mülkiyetin ilanıyla sağlanabilecek bir şey olmadığı ve olamayacağını ayrıca burada söylemeye gerek yoktur.
İktidarı bir biçimde ele geçirip (ayaklanma, darbe, kızıl ordunun Avrupa’yı istilası sonucu, sömürgeciliğe karşı mücadeleyle vb.) bir gecede ilan edilen bir siyasi kararla hukuki olarak toplumsal mülkiyetin ilanının ise, ne kapitalizmi ne de ücretli işi, ne de proletaryayı ortadan kaldırmadığını çok iyi biliyoruz. Bu gün itibariyle de kapitalizmi ve ona ait tüm verileri tarihsel olarak aşacak yeni uygarlığın, yeni üretim tarzı ve mülkiyet ilişkisinin “üretim araçlarının toplumsal mülkiyet dönüşümüyle” gerçekleşmeyeceği açıktır; bilgi ve enformasyon çağının, insan kolektif akıl ürünü gelişmeleriyle ortaya çıkma eğilimi gösteren yeni uygarlık, yeni üretim ilişkisi ve mülkiyet ilişkisi küresel üretimde kendini ifade eden bir farklı süreç olarak belirginleştirmektedir.
Bunun bütün verileri ise olgunlaşma halinde olup yeterli olgunluklara erişmesiyle evrensel bir yeni sistem olarak kendini ortaya koyması mümkün olacaktır. Bu anlamda kapitalizmi yıkma görevi onun temel sınıflarından biri olan işçi sınıfının misyonu olmayacaktır. İşçi sınıfına bu misyonu zorla yüklemek, omuzları üzerine kaldıramayacağı tarihsel roller yüklemektir. Bu durumda yerine yığılmasına yol açmak demektir ki, bu hiçbir zaman devrimci bir tutum değildir.
Bu tutuma bağıl ezberlerle kadın hakları, ailenin yapısal değişimleri, fuhuş sorunlarının çözümü, erkeklerin poligami özgürlükleri ve kadının cinsel aşktan yasaklı monogamisinin sona ermesini beklemek beyhude bir bekleyiştir. Bu noktada Engelsin “üretim araçlarının toplumsal mülkiyete dönüşümüyle birlikte, ücretli iş de, proletarya da ortadan kalkacaktır; öyleyse, aynı zamanda belirli bir sayıda kadın için (bu sayı istatistiklerde hesaplanabilir) para karşılığı kendini satma zorunluluğu da ortadan kalkacak demektir. Fuhuş ortadan kalkınca, monogami tehlikeye düşmek bir yana, nihayet gerçek haline gelir, hatta erkekler için bile.
“Öyleyse, erkeklerin durumu, herhalde, adamakıllı değişmiş olacaktır. Ama kadınların, bütün kadınların durumu da, büyük bir değişikliğe uğrayacaktır” ( Age. s; 98) Engels’in bu yaklaşımının, bir temenniden ibaret olduğunu söylemek zor değildir. Ailenin tarihsel sorunları ve evrimi, kadın hakları ve “cinsel aşk” tecellilerinin böylesi temennilerin ardından çözüme kavuşacağını beklemek, belki 19. yüz yılın soyutlamaları arasında anlaşılabilir bir beklenti olabilir. Ancak bunu 21. yüz yılın verilerinde çok anlamlı görmeye devam etmek ciddi bir yanlıştır ve ilerici devrimci bir çabanın teorik söylemi olarak kabul etmek mümkün değildir.
Böylesi bir teorik adımın, pratikte nelerle sonuçlandığını, Sovyet deneyiminde olduğu gibi, tüm geri ülkelerde kurulan sosyalist sistemlerde de yeterince açığa çıkmıştır. İşçi sınıfı diktatörlüğü ise, yeni bir uygarlık ve sosyal sistem kurmak bir yana, kadın cinsini erkek cinsinden daha katmerli bir fabrikaların, üretim araçlarının kölesi yapmıştır. Bu satırların yazarı bu gelişmeyi bir talihsizlik olarak yorumlamamaktadır. Bin kez kurulsa da kurulan bu sosyal sistemden başka bir türünün kurulamayacağını, hataların ne şahıs ne program ne de öznel herhangi bir şeyle ilgili olmadığını tespit eder. Bir ileri sosyal sistemin verileri, nesnel olarak araçları ve unsurları buna uygun değilse, kurulacak sosyal sistem hangi adı alırsa alsın, sosyalizm, komünizm vb hiçbir zaman gerçek anlamda daha ileri bir sosyal sistem olamayacaktır. Bu nedenle haklar ve özgürlükler daha ileri bir noktaya ulaştırılmış olmayacaktır. Olan da bundan başka bir şey değildir.
Bu anlamda devrim ve devrimcilik, işçi sınıfının nesnel konumuyla uyumlu değildir. Bu rolü ve konumu burjuvaziyle birlikte işçi sınıfı feodalizme karşı oynamıştır; bundan sonraki ise, birlikte kurdukları kapitalist sistem alanında, burjuvaya karşı haklarını genişletme mücadelesinden ibarettir, bunu da kimse ne devrim ve ne de devrim mücadelesi olarak belirleyemez. Bu söylemler belli bir kitle çalışması ve propaganda amacıyla anlaşılabilir yanı olsa da gerçekçi değildir. Özellikle işçi sınıfı kültürü gibi söylemlerin, işçinin içinde olduğu bin bir etkinin cirit attığı dini, ilkel, mahalle kültür etkileri altında yada fabrikasının yalıtılmış evrensel açılımları mümkün olmayan koşullar altında oluşmuş bir kültürü 21. yüzyılın evrensel kültür gelişmeleriyle boy ölçüşecek bir bel bağlama alanı görmek ve buradan hareketle kimi sonuçlar çıkarmak artık trajikomik bile değildir, doğrudan komiktir. Olguları bilimsel olarak yerli yerine oturtmak istersek ve olguları adlarıyla gerçekten çağırmak istiyorsak durum bundan ibarettir. Ezberlere, duygulara takılı olacaksa isteyen istediğini söylemekte özgür; ancak isteyen istediğini kazanmakta hiçte başarılı olmayacaktır.
Emek sermaye çelişkisine tamamen bu pencereden bakıyorum; birbirini tamamlayan zıtlığın bir bütün oluşturduğu yerde, o bütün içindeki temel unsurlarla aranacak hak, daha ileri bir kazınım olamaz diyorum. Bu günün tıkanması içinde işçi sınıfının emek mücadelesinin kadına katacağı hiçbir şey yoktur. Katmakta olduğu söylenen şey olsa olsa sistemin kendi genliği içinde hala tamamlanmamış, alınmamış haklardan başka bir şey değildir. Bunun için, kadın hakları sistemin hukuki, sosyal ortamı içinde kendine bir yer açma mücadelesine indirilmekte ve kadını bu parçacıklarla, özgürlük ve eşitliğin asla sağlanamayacağı, hatta işlevi çok tartışmalı olan bu unsurlarla oyalamaktan başka bir sonuca gidilemeyeceği anlaşılmaktadır. Buradaki tespitlerim, süreçteki çalışmalara karşı olmak değil, tersine bunları bir vaka olarak gerçeklikleriyle açıklama çabasıdır, yadsıma değil.
Yorumum, her şeyi eleştiren ama ortaya bir alternatif koymayan yaklaşımlar gibi duruyor olabilir. Ancak öyle değildir, ben söylemlerimde kendimi aldatacak ve kadın konusunda aldanmış olmaktan çıkmak üzere umutla sarılan söylemlerin, gerçek bir umut olmadığını savunuyorum.
Bu benim doğrularım, çünkü bu yaklaşımların tümünde toplumsal-kültürel-siyasi-hukuki vurguları yaparken ve üstelik bunları gerçekçi temellerde bile tutarlı yapmazken, “cinsel aşk” söyleminde dile gelen tutkuların, istençlerin özgür gerçekleşimi için istenen alanda bu çerçevenin dışına çıkılmamıştır. Oysa kadın haklarının, kadın doğası ve bu doğanın toplumsal kültürel süreçlerdeki işlevleri hep ihmal edilmiştir. Doğada eşit ve adil bir denge içinde olan iki cinsin, doğadan çıkıp gelmiş halleriyle oluşan toplumsal ve kültürel süreçlerde doğaları nedeniyle içine düştükleri tutsaklık hiç konu edilmemiştir. Bu süreçlerin kadın cinsi aleyhine olan dengelerin değişimi için, bu doğanın eğitilmesiyle ilgili bir yaklaşım gösterilmemiştir. Bu nedenle her defasında yeniden, en etkin haliyle kazınıldığı sanılan haklar, eskiyi tekrar etmekten başka bir sonuç vermemiştir. Kadın gerçek anlamda hak kazanımına ya da her iki cins için geçerli bir istem olabilecek cinsel aşk tecellilerine ulaşılmamıştır. Kadın erkek arasındaki eşitsizlik, erkek istemese de her zaman erkek cinsi lehine sonuçlanmıştır.
Bu noktadan bakınca, Engels’in “evlilik içinde erkeğin üstünlüğü, onun iktisadi üstünlüğünün yalın bir sonucudur ve bununla birlikte kaybolacaktır” (Age, s:106) demek gerçekçi bir yaklaşım, yerinde bir beklenti değildir. Tarihsel evrimi içinde, belli başlı aşamalardan ( Engels’in, Morgan’dan aktardığına göre “ ard arda dört biçimden geçmiş” Age, s:107 beşinci biçimi olan bu günkü tek eşli, “monogamique” aileye varmış) ailenin yeni versiyon gidişte kendine has kuşaklar yetiştirmesi, ahlak ve ilişki sistemleri kurması, kadın cinsi için yine gerçekçi bir adalet, eşitlik ve özgürlük olarak ikame edilmeyecektir. “Kendi pratiklerini ve herkesin davranışını yargılayacakları kamuoyunu kendileri yaratacaklardır” (age. s:107) demek hiçbir şekilde kadın cinsinin hak kazanımlarını dengeye getiremeyecektir. Engels’in bu sayfalarda belki söylediği en önemli şey, “cinsel ilişkilerin düzenlenme biçimi üzerinde bu günden düşünülebilecek şey, özelikle olumsuz bir nitelik taşır ve öz bakımından, ortadan kalkacak olanla yetinir.” (Age. s:106) devamla da buna, Morgan’ın sözlerini teyit edecek şekilde yaptığı aktarmayla “ Eğer uzak bir gelecekte, monigamique aile, toplumun gereksinmelerine karşılayamaz duruma gelirse, onun yerini alacak olan ailenin nasıl bir öz alacağını şimdiden söylemek olanaksızdır” (Age. s:108) Engels için ve sonrası Marksist söylemler için bunun kadın haklarına ilişkin çok iyi bir perspektif olmadığını, kısır bir yaklaşım, absürd olduğunu söyleyeceğim.
Bu önermelerin en iyisinde bile, mitolojik kahramanlardan biri olan Sisyphos’un hikayesini, kadın için tekrar etmek yani bir Sisypohosa dan bahsetmek yanlış olmayacaktır. Kadın bu tür önermelerle özgürlüğünü değil tutsaklığını zevke dönüştürmekten başka çaresi kalmamış olarak her defasında yeniden, tepeye yerleştirmek üzere taşımaya mahkum edildiği kayanın yuvarlanmasıyla yeniden başa dönen, bitip tükenmez acı sürecin devamı içinde olacaktır.
Biz geçiş kuşaklarının eski ile yeniyi yaşamakta olanların kaygıları, yeni kuşakların kendi dünyalarında çok anlamlı olmayacaktır. Gelecek kuşaklar bilgi çağının etkinlikleri içinde, bin bir bağla bağımlılaşmış eski aşkların, evliliklerin, kadını köşeye sıkıştırmış kısır işbölümü ve sunuların ortamından insanlık tür olarak, ‘kadın cins olarak’ daha ileri bir özgürlük içinde olacaktır. Bu nesnel gelişmeler, kadın cinsinin hak kazanımlarını gerçekçi hak kazanımları olarak belirleyebilecektir. Cinsel aşkın özgür, bilinçli, tutarlı ve perspektifi geniş bir eylem olarak tecellisi için de sonuçları olan bir yaklaşımdır.
Hep tekrar olacak bir daha söyleyeyim, kadın doğası kadını, doğadan çıkışla tutsak etmiştir. Bunu erkek, tek başına ne ekonomik üstünlüğü nedeniyle ne de iradeci bir müdahaleyle kazanmıştır. Tüm koşullar eşit olsa da doğayı ve kendi doğasını sosyal kültürel süreçlerle dengeye getiremeyen kadın ve hatta erkek cinsi, adaleti, eşitliği ve özgürlüğü sağlayamayacaktır. Bu alandaki tumturaklı söylemler hatta yasal ve kurumsal tecelliler gerçekçi bir sonuç yaratamayacaktır.



Yabancılaşmanı Erdemi



MİR-EMİR sohbetinden


kısa bir kesit




Emir:

Yabancılaşma gerçek bir devrimci süreçtir derken bundan ne anlamalıyım ben? Örneğin sana yabancılaşmam tu kaka değil mi?



Mir:


Hayır öyle değil.Ben yazıda da Marks'tan bir alıntı yaptım okudun mu? “işbölümü, emeğin toplumsal özelliğinin yabancılaşma çerçevesinde iktisadi ifadesidir” (1844 el yazmaları) İş bölümü arttıkça yabancılaşma derinleşir. Yani birey emeğini ürüne katarken yalnızca kendisine dönecek bir kullanım değeri olarak üründen yararlanma durumunda kalmaz. İş bölümü arttıkça birey emeği toplumsal bir yarar, genişleme içinde daha geniş bir çevrenin kullanım değerleri arasına girer. Bu aynı zamanda ürün içindeki soyut emeğin mübadele değerine de önemli bir katkı olarak kendini gösterir. Yabancılaşma daha çok kişinin emeğini ürüne katma olanağı sağlar, gerçek kolektif üretimdir. Ki kapitalizm tarihte önceki tüm sistemlerden daha kolektif bir üretim sistemi olarak gelişmiştir. Burjuvazinin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetine rağmen, artan iş bölümüyle gündeme gelen yabancılaşma, ürüne artan bir toplumsal karakter kazandırmıştır; artık ürün, üretici emekçi için değil tüm insanlık için bir ürün olarak yaşama girmiştir: Bu da tamamen, iyi olmayan sözlük anlamına rağmen yabancılaşma sayesinde olmuştur. Bilimsel anlamda yabancılaşma budur.



Mir:


Bu ilerlemedir ve tarih bu yönde, artan iş bölümüyle ilerliyor ve ne kadar yabancılaşma olursa yani iş bölümü derinleşirse, bir üründe daha çok emekçinin emeği olacaktır. Yani yabancılaşma bu anlamda toplumsal üretim karakterini bilim ve teknik yardımıyla artıracaktır. Bu süreç sistemlere bağlı olmadan ilerleyecektir. Yani kapitalizmin tarihe karşıması iş bölümünü dolaysıyla yabancılaşmayı da sona erdirmeyecektir, tersine yoğunlaşacaktır ve bu başlı başına tarihin önemli bir ilerleme alanıdır. Kapitalizmin mülkiyet karakteri nedeniyle ve özellikle tekelci düzeyiyle yabancılaşmış emeğin emekçiye gerisin geriye dönüş düzenlenmesi olumsuz etkileniyorsa da, bu yabancılaşmanın olumsuzluğundan değildir. Kapitalizm sonrası egemen olacak üretim ilişkilerinde daha da artan bir yabancılaşmanın olumlu etkileri olacaktır. Artan iş bölümü ile daha çok emek daha çok insan için yararlı olacaktır, bu birbirinden bağımsız ve habersiz emek yoğunlukları, sahibinden önce tüm insanlığın hizmetine giderken, aynı zamanda başkasının emeğinden de tek tek diğer emekçilerde en iyi sosyal sonuçları elde edecektir. Yeniden genişleyerek dönecek bu çember zincir halkaları gibi, çok ötesinde dursa da birbirine bir biçimde yararlı bir bağlılıkla yaşamın ihtiyaçlarını üretecektir. Bu anlamda gelecek toplumun emek verenleri kendi emeklerinin yabancılaşmasından, başka emekçiye yabancılaşmış emekten yararlandıkları yoğunlukta zevk alacak mutlu olacaktır. Tarih ilerleteni bu dinamik, yani yabancılaşma artık tu kaka değildir; tersine bireyciliği yok eden önemli bir unsur olarak rolünü oynayan bir fenomendir.



Mir;


Bu durumda da, seninle yaptığım sohbet sonucu bana kattığın bilgiler, ya da benim sana kattığım bilgiler ve buna benzer bin bir kanaldan akıp gelen bilgiler, benim beynimde ( ya da senin) harmanlanıp yararlı bir ürün gibi, bilgi olarak insan yararına sunulması, yani sana yabancılaşıp (ya da bana), senin mülkiyetinden çıkıp (ya da benim) tekrar sana dönmesinin ( ya da bana) tu kaka olan yanı nedir? Bu bir zenginliktir ve herkesin katılımıyla oluşup sentezlenerek dolaşabilmekte, yararlı olabilmektedir. Tıpkı meta gibi; meta üretimindeki katkılar gibi, bilginin de katkıları çok boyutludur. Binlerce yıldır insan bilgi birikimlerinin, yazınsal görsel vb kaynakların katkısıyla oluşan yeni bilgilerin içinde, artık şuna ya da buna ait bir bilgi emek yerine, ne kadar geniş çevreye yararlı olabileceğinden bahsetmek mümkün oluyor. Dolaysıyla bu yeni üretilen bilgide hiçbir emek sahibine doğrudan doğruya dönmüyor ama bir biçimde mensup olduğu insanlık topluluğuna hizmet sunuyor. Küreselleşme çağında bu çok daha belirgin hale geldi. Milyarlarca kaynaktan süzülen, sahibinden derinlemesine ve genişlemesine yabancılaşmış bilgilerin senteziyle yeni bilgilerle üretime katkılar yapılmaktadır. Bu sentezlemeleri yapanların, bilgiyi kendi mülkleri olarak da pazarlama şansları olmaktadır. Bu pazarlamayı yaptıklarında da o andan itibaren bilgi üreticisine yabancılaşıp insanlığın malı olma yolunu tutuyor. Bakma bu gün kapitalist egemenlik hala hüküm sürdüğünden ve mülkiyet ilişkisi bu tarz bir özellik içinde olduğundan, yabancılaşmanın söz konusu olumlu boyutu tüm yönleriyle kendini göstermekte zorlanmaktadır. Bu da kapitalist çağ ortamında ki yabancılaşmanın düzeyidir. Bir sonraki ileri çağlarda bu daha da sağlıklı bir sürece girip, yabancılaşmanın geniş insani yararı belirgin olacaktır. Yukarıda dediğim gibi, iş bölümü arttıkça, derinleştikçe yabancılaşma daha geniş alanda sosyal bir işlev görecektir. Dolaysıyla, ne kadar çok bilgimizi kendimize yabancılaştırır insanlığa yararlı kılabilirsek, o kadar üretim kolektivitesine ve paylaşımına imkan sağlamış oluruz. Sonuçta benim sana ya da senin bana yabancılaşman, bizlerin toplumsal işlevlerdeki başarımızı gösterecektir, işe yararlılığımızı gösterecektir diye algılamanı tavsiye ederim.Dostluk adına, yakınlık adına, klan ilişkileri adına, bilgiyi dar alanda tutmak, başka bilgilerle sentezleştirmekten, bölgecilik, milliyetçilik, ırkçılık, akrabalık, ahbap çavuşluk adına alı koymakla yabancılaşmasını engellediğimizi sandığımız bilgiler ise yararsız ölü bilgilerdir. Ne bize ne de toplumsal işlev içinde insanlığa bir yararı vardır. Bu durumda biz bize kalırız yabancılaşmayız, bir birimizi bir süre sonra yemesek de çürümeye, durağanlaşmaya ve kendimizi tekrar etmeye başlarız. İşte böyle değerli dostum, yabancılaşma ilerlemedir, tarihin önemli devrici yönelimlerinden biridir, harekettir ve ilerlemedir.


Emir:


Yazını basitleştirmek zorunda kaldığım için senden özür dilerim. Sonuç olarak böylece daha iyi anlamış oldum. Bu kavrayış üzerinden yazının bütününü algılayabileceğimi sanıyorum.