20 Mart 2009 Cuma
VESVESE
Mihrac Ural'ın notu:
17 Mart 2009
üç gündür süren toplantılarım nedeniyle bolgumla yeterince ilgilenemedim. Bu gün (17 Mart 2009) Mail kutusunda Mehmet Yavuz'un "VESVESE" başlıklı anlamlı yazısını aldım.
Nebil her ikimizin de can yoldaşıydı. Birbirimizin güven limanı ve ruh birliğiydi. Nebil'le aramızdaki yoldaşlığın bir başka örneği çok güç bulunurdu. (68. DOSYA) Nebil... Nebil... yazımda bu duygularımı, ortak eylem ve çabalarımızı özetle anlattım. Daha da anlatacaklarım var. Nebil yoldaşın toprağına kavuşmasını bekliyorum…
Ancak Mehmet yoldaşın "Sana inanıyorum; çünkü geçmişten bugüne taşınan ilişkimizde ben senden yana hiç bir olumsuzluk görmedim, hissetmedim.. Erkan ile de yıllara dayanan ilişkimde onun yanlışını hiç görmedim." sözlerine de dayanarak, Erkan'ı tenzih edip şunları söylüyorum.
Pusula konusunda nemalanmak isteyenleri hiç muhatap almıyorum. Böyle bir pusula bizden Nebil'e hiç bir zaman yazılmadı. Nebil, bizi isteyince firarı durumda bile zindana yanımıza geldi. Konya'ya geldiği ve oradan aldığı talimatla Filistin’e gittiği gibi. Biz Nebil’den bir şey isteyince direk yoldaşlar giderdi ( Filistinlilerle kaçacağı gün yanında olmasını istediği ve benim onayımı alarak Tacettin Sarı'nın Sağmalcılara yanına gitmesi gibi) . Aramızda pusula hiç bir zaman ne geldi ne de gitti.
Pusula olayında öncelikle bilinmesi gereken, pusulayı taşıyandır. Nebil pusulada kod adı olmasına rağmen pusulayı kod adından değil yazısından tanıdığını söylemesi, kod adını tanımadığını gösterir. Ayrıca pusulayı taşıyanın ona bu pusulayı kimden getirdiğini söylememiş olması gerekir. Yoksa yazıya bakarak yazanı bilmeye ne gerek var ki.
Nebil her halükarda pusulayı getireni biliyor olmalı. bilmediği birinden pusulayı nasıl alır bunu anlamak güç. Nebili bilmeyen biri, Nebili nasıl bulabilir bu da anlaşılır bir şey değildir. Gelen kişi güvenilmez ise Nebil ne pusulaya ne de adama güvenerek bir yere gitmemesi gerekirdi. Nebil sesizdir ama zekidir. Böyle bir oyuna düşen Nebil portresi ona yakışık değildir.
Mehmet Yavuzun dediği gibi, bu olay üzerine “binlerce senaryo çizilebilir “bu olay üzerine. Polisin devrimcileri avlamak için başvurduğu binlerce yöntemi dün de bu günde yeterince açık görüyoruz. Adam el yazısıyla MİT'en para aldığını açıklıyor ve utanmadan hala başkasını karalamak için yalan uyduruyor. Bunu da herkesin gözüne baka baka yapıyor. Buyurun polisin bu türü de ortalıkta dolaşıyor işte.
Burjuva hukukta bile belge olmadan itham yapılamaz. Ama gözlerini kin bürümüş olanların buna hiç ihtiyacı olmayabilir. Ancak devrimcilerin çok daha titiz olmaları gerekiyor. Aramızda Pol Pot özentisi adalet duygusu gelişmiş olanlar hiç de az değildir. Bunları ve tüm yalanlarını, kurgu ve çirkin karalamalarını, küçümsüyor, muhatap bile almıyorum.
Kendi el yazısıyla, Acilciler 1.Kongresini ihbar etmek için 150 000TL “yı MİT”en aldığını itiraf etmiş birinin söyleyeceği hiçbir şeyi muhatap almayacağımız açıktır. MİT”e satılmış İbrahim yalçının muhatabı sahipleridir ve ortağıdır. Ortağı ise, İtirafçılığını polis ifadesi resmi belgeyle ispat etiğimiz Engin Erkiner”dir. (http://tarihselhainler.blogspot.com/ )
Sözlerimi, benim adıma bir cevap olarak gördüğüm değerli yoldaşım Mehmet Yavuz'un yazısını yayınlayıp noktalıyorum.
VESVESE
Mehmet Yavuz
17 Mart 2009
1976 yılıydı. Sıcak bir yaz günü Dörtayak mahallesinin çıkmaz bir sokağında bulunan Mihraç’ın akrabalarından birine ait hücre evde Nebil’le birlikteydik.
Bu ev; içten tahta bir merdivenle ikinci kata çıkılan toplam iki odalı, girişinde küçük bir havuşu olan eski bir binaydı. Çatısının çinko kaplı olduğunu sandığım bu evde sabahleyin Nebil’le birlikte uyanmıştık. Bir eylemde bulunduğumuzda bir süre bu evde kalıyorduk.
Çaylarımızı içtikten sonra Nebil’le birlikte o günü nasıl geçireceğimizi konuşmaya başladık. Fikrin kimden çıktığını hatırlamıyorum ama evde bulunan silahlardan belimize birer tane takıp bir miktar da mermi alarak atış talimi yapma kararıyla hiç kimseye haber etmeden sokağa çıktık.
Dörtayak mahallesi, eski taş binaları ve çıkmaz sokaklarıyla her yerinde tarih kokan bir labirent gibidir. Sırtını yasladığı Habib-i Neccar dağı, şefkatle Antakya’yı kucaklayan bir ananın kolları gibidir. Labirenti andıran bu eski sokaklar, yabancıyı anında şaşkına çevirir.
Nebil’le birlikte bu labirentte bir süre yürüdükten sonra Affan civarında dağ yoluna saptık. Dağdaki patikalardan Antakya’yı bir boydan diğerine yürüyerek geçip Harbiye civarına ulaştık. Dağda yürürken ayaklarımız altında ezilen kekiklerin mis kokusunu, her nefes alışımızda ciğerlerimizde hissediyorduk.
Dağın ıssız bir bölümünde belimizden silahları çıkardık.. Hedef seçtiğimiz noktalara çeşitli mesafelerden atışlar yaptık. Birer şarjörlük mermimiz kaldığında silahları bırakıp dağın kuytuluklarında uzanarak hayaller kurduk. Uzun uzadıya iki üç adet silahla devrimin nasıl başarılabileceğini konuştuk. Şehirden kırlara, öncü kuvvetten düzenli birliklere ulaşacak devrim mücadelesinin süreci hakkında kafamızda hep soru işaretleri vardı.
Kafamızda birbirimizle paylaşmaya çekindiğimiz onlarca soru işareti ile hava kararmadan önce geldiğimiz yoldan Antakya’ya doğru yürümeye başladık. Kafamızdaki soruları alenen tartışmaktan çekinmemizin nedeni, devrimci hırsımızın ya da inancımızın sorgulanabileceği endişesiydi.
Dönüş yolunda her ikimiz de muhtemelen bu sorularla meşgul olduğumuzdan pek konuşmadık. Eve varınca üst kata çıktık. Ben, belimdeki silahı çıkarıp yatağın altına koydum ve başım kapıya gelecek şekilde sedir üstündeki yatağa yüz üstü uzandım. Odadaki tek yatak oydu.
Ayak ucumda oturan Nebil, belindeki silahı çıkarıp doldur boşalt yapmaya başlamıştı. Mekanizmanın geriye doğru çekilip mermilerin dışarı atılma seslerini duyuyordum. Bu mekanizma seslerinin arasına aniden PAAT diye bir patlama sesi karıştı. Sağ kulağımın dibinden bir vızıltının geçtiğini hissettim.
Doğrulup Nebil’e baktığımda yüzündeki şaşkınlık ifadesini gördüm. Nebil’in silah tutan elleriyle başım arasındaki mesafe bir metre kadar bir uzaklıktı. Elindeki silahı yatağa doğru attı ve ‘’ Neredeyse vuruyordum seni..’’ dedi. ‘’ Bir daha almam bu silahı elime..’’
Bu talihsiz kazayı ucuz atlatmıştık. Nebil’le birbirimize sarıldık. Nebil çok üzgündü.. Kendisine ‘’ Olur böyle şeyler, kafana takma..’’ dedim. Ama ben de şaşkındım. Yaşamla ölüm çizgisi arasındaki o kıl kalınlığı kadar mesafede gidip gelmiştim. Çekirdeğin gittiği yeri bulamadık ama boş kovan yatağın yanına yuvarlanmıştı.
Aradan yıllar geçti.. İnsan ömrünün bazen tesadüflerle sürdüğünü, bazen tesadüflerle sakata geldiğini yaşayarak öğrendim..
Yıllardır uzun gecelerin yalnızlığında gençliğimden bu yana içimde taşıdığım hasretlerimi Ahmed Arif’in şiirleriyle daha da yoğunlaştırmaya çalıştım.. Hayat ne kadar zor, yaşamak ne kadar eziyet verici.. Ve bazen ölüm ne kadar yakın, ne kadar kolay..
Ahmed Arif’in şiirleri beni Antakya sokaklarına taşır.. Orada Mihraçlar, Mustafalar, Nebiller, Erkanlar, Yusuflar, Hamzalarla adeta fink atarım.. Bazen şeytan dürter, içime türlü vesveseler sokmaya çalışır. Bense ısrarla defederim onları.
Şimdi sanal alemdeki o tatsız suçlamalar ortamında düşünüyorum da; eğer ben 1976 yazında Nebil’in elinden çıkan mermiyle ölseydim, bir anlık kazanın sonucu olacak o olay nasıl bir derinlik kazanırdı bugün ..?
Evet, yaşayarak öğrendim: Vesvese kalıcı hale gelirse insan beyninde maraz yaratır.. Bu marazı kapan kişi her sapa bir kulp, her kulpa bir sap takmaya çalışır.. Bunun örneklerine her gün şahit oluyoruz.
O halde; vesveselerden arınmalı, her olaya bin senaryo üretme alışkanlığından hızla kurtulmalıyız..
17 Mart 2009
üç gündür süren toplantılarım nedeniyle bolgumla yeterince ilgilenemedim. Bu gün (17 Mart 2009) Mail kutusunda Mehmet Yavuz'un "VESVESE" başlıklı anlamlı yazısını aldım.
Nebil her ikimizin de can yoldaşıydı. Birbirimizin güven limanı ve ruh birliğiydi. Nebil'le aramızdaki yoldaşlığın bir başka örneği çok güç bulunurdu. (68. DOSYA) Nebil... Nebil... yazımda bu duygularımı, ortak eylem ve çabalarımızı özetle anlattım. Daha da anlatacaklarım var. Nebil yoldaşın toprağına kavuşmasını bekliyorum…
Ancak Mehmet yoldaşın "Sana inanıyorum; çünkü geçmişten bugüne taşınan ilişkimizde ben senden yana hiç bir olumsuzluk görmedim, hissetmedim.. Erkan ile de yıllara dayanan ilişkimde onun yanlışını hiç görmedim." sözlerine de dayanarak, Erkan'ı tenzih edip şunları söylüyorum.
Pusula konusunda nemalanmak isteyenleri hiç muhatap almıyorum. Böyle bir pusula bizden Nebil'e hiç bir zaman yazılmadı. Nebil, bizi isteyince firarı durumda bile zindana yanımıza geldi. Konya'ya geldiği ve oradan aldığı talimatla Filistin’e gittiği gibi. Biz Nebil’den bir şey isteyince direk yoldaşlar giderdi ( Filistinlilerle kaçacağı gün yanında olmasını istediği ve benim onayımı alarak Tacettin Sarı'nın Sağmalcılara yanına gitmesi gibi) . Aramızda pusula hiç bir zaman ne geldi ne de gitti.
Pusula olayında öncelikle bilinmesi gereken, pusulayı taşıyandır. Nebil pusulada kod adı olmasına rağmen pusulayı kod adından değil yazısından tanıdığını söylemesi, kod adını tanımadığını gösterir. Ayrıca pusulayı taşıyanın ona bu pusulayı kimden getirdiğini söylememiş olması gerekir. Yoksa yazıya bakarak yazanı bilmeye ne gerek var ki.
Nebil her halükarda pusulayı getireni biliyor olmalı. bilmediği birinden pusulayı nasıl alır bunu anlamak güç. Nebili bilmeyen biri, Nebili nasıl bulabilir bu da anlaşılır bir şey değildir. Gelen kişi güvenilmez ise Nebil ne pusulaya ne de adama güvenerek bir yere gitmemesi gerekirdi. Nebil sesizdir ama zekidir. Böyle bir oyuna düşen Nebil portresi ona yakışık değildir.
Mehmet Yavuzun dediği gibi, bu olay üzerine “binlerce senaryo çizilebilir “bu olay üzerine. Polisin devrimcileri avlamak için başvurduğu binlerce yöntemi dün de bu günde yeterince açık görüyoruz. Adam el yazısıyla MİT'en para aldığını açıklıyor ve utanmadan hala başkasını karalamak için yalan uyduruyor. Bunu da herkesin gözüne baka baka yapıyor. Buyurun polisin bu türü de ortalıkta dolaşıyor işte.
Burjuva hukukta bile belge olmadan itham yapılamaz. Ama gözlerini kin bürümüş olanların buna hiç ihtiyacı olmayabilir. Ancak devrimcilerin çok daha titiz olmaları gerekiyor. Aramızda Pol Pot özentisi adalet duygusu gelişmiş olanlar hiç de az değildir. Bunları ve tüm yalanlarını, kurgu ve çirkin karalamalarını, küçümsüyor, muhatap bile almıyorum.
Kendi el yazısıyla, Acilciler 1.Kongresini ihbar etmek için 150 000TL “yı MİT”en aldığını itiraf etmiş birinin söyleyeceği hiçbir şeyi muhatap almayacağımız açıktır. MİT”e satılmış İbrahim yalçının muhatabı sahipleridir ve ortağıdır. Ortağı ise, İtirafçılığını polis ifadesi resmi belgeyle ispat etiğimiz Engin Erkiner”dir. (http://tarihselhainler.blogspot.com/ )
Sözlerimi, benim adıma bir cevap olarak gördüğüm değerli yoldaşım Mehmet Yavuz'un yazısını yayınlayıp noktalıyorum.
VESVESE
Mehmet Yavuz
17 Mart 2009
1976 yılıydı. Sıcak bir yaz günü Dörtayak mahallesinin çıkmaz bir sokağında bulunan Mihraç’ın akrabalarından birine ait hücre evde Nebil’le birlikteydik.
Bu ev; içten tahta bir merdivenle ikinci kata çıkılan toplam iki odalı, girişinde küçük bir havuşu olan eski bir binaydı. Çatısının çinko kaplı olduğunu sandığım bu evde sabahleyin Nebil’le birlikte uyanmıştık. Bir eylemde bulunduğumuzda bir süre bu evde kalıyorduk.
Çaylarımızı içtikten sonra Nebil’le birlikte o günü nasıl geçireceğimizi konuşmaya başladık. Fikrin kimden çıktığını hatırlamıyorum ama evde bulunan silahlardan belimize birer tane takıp bir miktar da mermi alarak atış talimi yapma kararıyla hiç kimseye haber etmeden sokağa çıktık.
Dörtayak mahallesi, eski taş binaları ve çıkmaz sokaklarıyla her yerinde tarih kokan bir labirent gibidir. Sırtını yasladığı Habib-i Neccar dağı, şefkatle Antakya’yı kucaklayan bir ananın kolları gibidir. Labirenti andıran bu eski sokaklar, yabancıyı anında şaşkına çevirir.
Nebil’le birlikte bu labirentte bir süre yürüdükten sonra Affan civarında dağ yoluna saptık. Dağdaki patikalardan Antakya’yı bir boydan diğerine yürüyerek geçip Harbiye civarına ulaştık. Dağda yürürken ayaklarımız altında ezilen kekiklerin mis kokusunu, her nefes alışımızda ciğerlerimizde hissediyorduk.
Dağın ıssız bir bölümünde belimizden silahları çıkardık.. Hedef seçtiğimiz noktalara çeşitli mesafelerden atışlar yaptık. Birer şarjörlük mermimiz kaldığında silahları bırakıp dağın kuytuluklarında uzanarak hayaller kurduk. Uzun uzadıya iki üç adet silahla devrimin nasıl başarılabileceğini konuştuk. Şehirden kırlara, öncü kuvvetten düzenli birliklere ulaşacak devrim mücadelesinin süreci hakkında kafamızda hep soru işaretleri vardı.
Kafamızda birbirimizle paylaşmaya çekindiğimiz onlarca soru işareti ile hava kararmadan önce geldiğimiz yoldan Antakya’ya doğru yürümeye başladık. Kafamızdaki soruları alenen tartışmaktan çekinmemizin nedeni, devrimci hırsımızın ya da inancımızın sorgulanabileceği endişesiydi.
Dönüş yolunda her ikimiz de muhtemelen bu sorularla meşgul olduğumuzdan pek konuşmadık. Eve varınca üst kata çıktık. Ben, belimdeki silahı çıkarıp yatağın altına koydum ve başım kapıya gelecek şekilde sedir üstündeki yatağa yüz üstü uzandım. Odadaki tek yatak oydu.
Ayak ucumda oturan Nebil, belindeki silahı çıkarıp doldur boşalt yapmaya başlamıştı. Mekanizmanın geriye doğru çekilip mermilerin dışarı atılma seslerini duyuyordum. Bu mekanizma seslerinin arasına aniden PAAT diye bir patlama sesi karıştı. Sağ kulağımın dibinden bir vızıltının geçtiğini hissettim.
Doğrulup Nebil’e baktığımda yüzündeki şaşkınlık ifadesini gördüm. Nebil’in silah tutan elleriyle başım arasındaki mesafe bir metre kadar bir uzaklıktı. Elindeki silahı yatağa doğru attı ve ‘’ Neredeyse vuruyordum seni..’’ dedi. ‘’ Bir daha almam bu silahı elime..’’
Bu talihsiz kazayı ucuz atlatmıştık. Nebil’le birbirimize sarıldık. Nebil çok üzgündü.. Kendisine ‘’ Olur böyle şeyler, kafana takma..’’ dedim. Ama ben de şaşkındım. Yaşamla ölüm çizgisi arasındaki o kıl kalınlığı kadar mesafede gidip gelmiştim. Çekirdeğin gittiği yeri bulamadık ama boş kovan yatağın yanına yuvarlanmıştı.
Aradan yıllar geçti.. İnsan ömrünün bazen tesadüflerle sürdüğünü, bazen tesadüflerle sakata geldiğini yaşayarak öğrendim..
Yıllardır uzun gecelerin yalnızlığında gençliğimden bu yana içimde taşıdığım hasretlerimi Ahmed Arif’in şiirleriyle daha da yoğunlaştırmaya çalıştım.. Hayat ne kadar zor, yaşamak ne kadar eziyet verici.. Ve bazen ölüm ne kadar yakın, ne kadar kolay..
Ahmed Arif’in şiirleri beni Antakya sokaklarına taşır.. Orada Mihraçlar, Mustafalar, Nebiller, Erkanlar, Yusuflar, Hamzalarla adeta fink atarım.. Bazen şeytan dürter, içime türlü vesveseler sokmaya çalışır. Bense ısrarla defederim onları.
Şimdi sanal alemdeki o tatsız suçlamalar ortamında düşünüyorum da; eğer ben 1976 yazında Nebil’in elinden çıkan mermiyle ölseydim, bir anlık kazanın sonucu olacak o olay nasıl bir derinlik kazanırdı bugün ..?
Evet, yaşayarak öğrendim: Vesvese kalıcı hale gelirse insan beyninde maraz yaratır.. Bu marazı kapan kişi her sapa bir kulp, her kulpa bir sap takmaya çalışır.. Bunun örneklerine her gün şahit oluyoruz.
O halde; vesveselerden arınmalı, her olaya bin senaryo üretme alışkanlığından hızla kurtulmalıyız..
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder