HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

30 Ocak 2009 Cuma

Davos'taki söz düellosu ve bölgemizin son verileri

Mihrac Ural

30 Ocak 2009

29 Ocak 2009’da Davos’ta R.Tayip Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Ş. Perez arasında sert bir tartışma gündeme geldi. Etkisi ve anısı uzun yıllar zihinden silinmeyecek bir tartışma oldu. İsrail Siyonizminin Nazi katliamlarına karşı uluslar arası bir platformda ilk kez böylesi sert bir tutumu ortaya konmaktaydı. Araplar bile böylesi bir cüreti göstermeye hiç bir zaman yanaşmamıştı. Bu tutum takınılması bölgemizde oynanmak istenen rollerle ilgili önemli mesajlar taşıyordu.

Eğri oturup doğru konuşalım. R.T Erdoğan tartışmasız doğruları dile getirdi. Ortaya koyduğu sert tutumla da samimi olduğunu yansıttı. “Diploması dili” denilen şekilsiz, onursuz, “ehveni şer”ci dilin İsrail’le ilişkide bir kıymeti itibarının olmaması da göz önüne alınınca Erdoğan’ın ortaya koyduğu tutum isabetliydi. BM kararları dahil insanlığın ortaya koyduğu hiçbir erdemli tutuma onay vermeden kendi Nazi barbarlığını her an dayatmayı bir üstünlük, “tanrının seçilmiş ulusu” olma edasıyla sürdüren İsrail’e karşı ortaya konan bu tutum, uzun yıllar konuşulacak Türkiye açısından önemli bir puan olarak ortaya konmuştur.

Erdoğan, İsrail’i doğru tanımladı; “insan katletmekte çok başarılı” olduğu belirtilerek “Gazze’de yaptığının bir insanlık suçu” olduğunu dile getirdi. “Panelde söz hakkının adil olmadığını, moderetörün Perez’e 25 dakikalık konuşma hakkı tanımasına karşın Türkiye başbakanının konuşmasını 12 dakikayla sınırlandırıldığı”nı dile getirerek tepki gösterip paneli terk etmesi, önemli bir tutumdu. Perez’in konuşmasını yüksek sesle yapmasına da değinen Erdoğan, Perez’e dönerek “sesinizin yüksek çıkması suçluluk psikolojinizle ilgilidir“ demesi. Paneli sona erdirmesi kadar dünya haber ajanslarına bomba etkisiyle inen bir veri oluşturuyordu. Bu veri haber olmanın çok ötesindeydi. Bu verinin Türkiye’nin bölgede oynamaya hazırladığı rollerle de ilgili derin bir anlama sahipti.

Bu satırların yazarı bu paneli aynı anda TV’lerden takip etmekteydi. Bu sert konuşmanın bir düello gibi olduğuna, el ve kol hareketleriyle de oldukça tırmandığına şahitti. O an vardığım sonuç bu konuşmanın Arap alemine bir bomba etkisi yaratacağını gösteriyordu. Nitekim yorumlar akıp gelmeye başlayınca yanılmadığımı gördüm. Arap haber ajansları ve TV haberleri konuyu enine boyuna uzak-yakın anlamlarıyla ela almaya başlamıştı.

İlk yorumculardan biri, aynı panelde oturan ve Erdoğan’ı konuşması dolaysıyla tebrik eden Arap birliği başkanı Amru Musa’nın neden dönüp yerine oturduğunu, neden Erdoğan’ı takip edip paneli terk etmediğini sorguluyordu. Bu nedenle de Arap birliğinin işlevsizliğine, silik varlığına ve başkanı Amru Musa’nın panelde kalmasını onursuzluk-erdemsizlik gösterisi olduğuna ilişkin sert eleştiriler yöneltiyordu. Arap halkı adına utanç verici bir tutum takınan Arap liderlerine karşı Erdoğan’nın tutumunu onaylıyordu.

Arap izleyici Erdoğan’ın tutumunda kendi onurunun, kendi içsel tepkisinin dile gelişini gördükçe okyanuslardan Hindistan’a kadar bir bütün olarak Arap ve İslam alemi içinde Türkiye’nin yeni açılımlarına önemli bir dinamik katıyordu.

Dakikalar ilerledikçe gelen yorumlar dalga dalga yayıldı. Yorumculardan biri Erdoğanı Başkanlık süresi bitmiş olan Mahmut Abbas yerine “Filistin halkının Başkanlığına aday olmasını öneriyorum” demesi, sokaklarda Türkiye lehine oluşan havayı anlatması açısından önem taşıyordu. Bölgemizin demokrasi ve özgürlük umutları açısından dini referanslı bir Başbakanın kazandığı bur prestij ciddi riskler taşımasına karşın Demokrasi güçlerinin işlevsizliği, silikliği Türkiye’yi bu güne kadar yöneten sosyal demokrat ve liberal eğilimlerin bölgemizden uzaklıkları, “bölgemizin sorunlarını bataklık” olarak adlandırıp ondan kaçışlarıyla oluşan boşluğu bu gün birileri gelip doldurduğunu gözlemliyoruz. Türkiye bölgemizdeki rolünü maalesef bu araçlarla oynamaya yelken açmış durumdadır.

Davos hadisesinin yorumlarında farklı seslerde yükseliyordu. İnal Batu gibi soğuk savaş dönemi diplomatlar “sözleri doğru olmasına karşın yöntemi yanlıştı” diye yorumladılar. Bu tür yorumlar “Diplomatik dil”, pragmatizm, mutedil olmak, arada bulunmak kimseden yana tutum takınmamak gibi, şekilsiz erdemsiz onursuz arada kalmakla zalimi mazluma karşı yalnız bırakan, insanlık erdeminin her boyutuyla çirkin bir çatışma halindeki tutumlar bir ülkenin kendi bölgesinde yabancılaşmasından başka bir şey getirmez. Sosyal demokratların, ulusalcı, ilkel milliyetçilerin yönelimlerini belirleyen bu tutumlar, güç karşısında teslimiyetin tutumları olarak belirmiştir. Soğuk savaş döneminin Persleri altında arada kalmakla sorunlu süreçlerden sorunsuz kurtulmayı amaçlamıştır. Ancak bu tutumlar sonuçta Güçlünün tutumlarını onaylamaktan öteye bir sonuç getirmemiştir. Bu da tüm soğuk savaş dönemi boyunca Amerikanın kuklalığı demekti. Ülkemizin soğuk savaş dönemi boyunca oynadığı rolü hatırladığımızda bunun ne kadar gerçek olduğunu anlamak zor olmayacaktır.

Bu tür yorumlar, bölgemiz saflaşmasında çirkin bir tarzda Siyonist İsrail devletinin terörü, Nazi katliam yöntemlerinin yanında olmak demektir. Nitekim solun her soy ve boyunda belirmeye başlayan Siyonistler bunu seslendirmekten geri kalmamaktadırlar. Sosyal demokratların tarihi ise bu konuda sabıkalarla doludur.

Erdoğan’ın gösterdiği tutum gerçekte Türkiye halklarının dile getirmek istediği tutumdur. Bunu her ne amaçla olursa olsun her Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının yaması gerekmektedir. Bu güne kadar bunu sol referanslı kimsenin yapamaması gerçekte solu ile bölgemiz ve sol ile ülkemiz gerçeği arasında bulunan derin fay hatlarına bir işarettir ki. Bu konu sol halkan kopuk bir kadro hareketini ötesine geçirmeyen özelliklerine de işaret gibidir.

Türkiye halkının ya da onun adına seçilmişlerin alması gereken onurlu davranışın hiçe sayan yorumlar, İsrail-Arap sorununun anlam ve mahiyetini olduğu kadar bundan mütevellit saflaşmada ülkemizi küçük düşüren bir yerde bulunmaktadır. Bu yanlış tutumlar ülkemizin bölgede hakkettiği rolü kısırlaştırmakla kalmıyor sol içinde Siyonistlerin düz alan üzerinde halklarımızın çıkarlarına aykırı olan İsrail’i aklama yönelimlerine daha da eğilimli olmalarını getirmektedir. Gerekçesi cürümünden büyük olan dini referanslı yönetimlerin desteklenmesi yerine ortaya sergilenmek istenen bu tutumlar, kendi yetmezliklerini, kendi eğri duruşlarını ve işlevsizliklerini, bölge ve halkımız nezdindeki sorumsuzluklarını örtmekten başka bir anlama da sahip değildir.


Paneli terk eden Erdoğan ardından bir basın toplantısı yaptı. Orada da görüşlerini tekrar etmekten çekinmedi ve İsrail’i bir kez daha “insanlık suçları işlemek”le itham etti. Devamla da “Tarihin ve siyaset biliminin Perez’i yalancı çıkardığını” dile getirdi.
Gece boyu süren gelişmeler, Siyonist İsrail Cumhurbaşkanı Perez’in, Erdoğan’ı telefonla arayarak bu tırmanışı yatıştırmak üzere özür anlamana gelen “iki ülkenin ilişkilerinin bu tartışmadan yara almaması dileğini” belirttiği dile gelmiştir.

Bu gelişmeler 30 Ocak 2009 tarihi sabah itibariyle, Erdoğan’nın İstanbul’a dönüşü ve kendi çevresinden insanlar tarafından coşkuyla karşılanması, haber ajanslarına “Davos fatihi” olarak övülmesi, gerçekte bölgemizde Türkiye’nin oynamak istediği rol için önemli bir kazanç olarak gündeme gelmiştir.

Bu gelişmeler ülkemiz demokrasi güçlerinin hoşnut olacağı gelişmeler değildir. Ancak demokrasi güçlerinin ektiklerini biçmekte oldukları gerçeği, halkın iradesi karşısında onarılması güç gerilemeleri, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken veriler olduğunu göstermektedir.

Bu noktada olayın haber yönü bitmiştir.


SOĞUK SAVAŞTAN BU GÜNE
BÖLGEDE TÜRKİYE’NİN ROLÜ

Bu haberin arka palında, daha sonra gelecek çok önemli etkilerin bulunmaktadır. Bunların başında da hızla önemsenmeye başlanan, Türkiye’nin bölgede oynamak istediği rol ve bunun gerektirdiği tutumlar bulunmaktadır.

Bölgede Türkiye’nin rol oynama çabaları eskiyi dayanır. Osmanlı egemenlik yıllarının işgal ve istilalarla süren varlığı bir yana, Osmanlının son dönemleri bölgede oynanmak istenen rolle ilgili girişimlerin her zaman “İslam birliği” adı altında ve İslamcı referanslarla olduğu görülmüştür. Bu bir yanıyla zorlama bir yanıyla da bölge gerçekliğinin verileriyle belirlenmiş bir güzergah gibidir. Dün olduğu gibi bu günde aynı güzergah üzerinden yürünmekte, birileri bir koltuk değneğiyle bir yerlere ağır aksak da olsa yürümek durumunda olmaktadır.

Bir başlangıç noktası olması itibariyle bu çabaları Osmanlının I. Dünya savaşına girişine neden olan Osmanlı Alman gizli anlaşmasıyla başlamayı uygun gördüm.

1996 yılında basına yansıyan bu gizli anlaşma 10 Kasım 1914 tarihi taşımaktadır ve Almanya’nın Osmanlıya vereceği 5 000 000 ( beş milyon) Mark, düşük faizli kredinin 5 maddesini içermektedir. Anlaşma, Alman tarafı adına Dar Saadet (Osmanlı) sefiri Baron Wagenheim ile “Hüküme-i seniye-i Osmaniye nam ve hesabına hareket eden Edirne Mebusu, Dahiliye Nazır Vekili Talat Beyefendi Hazretleri”nin imzasını taşımaktadır.

Bu anlaşmada iki dost ülkenin karşılıkla kredi alış verişi dışında hiçbir belirti yok ama anlaşmanın ertesi günü 11 Kasım 1914 tarihiyle birlikte gelen “Cihad-ı Ekber” fetvası, bu alış verişin hiçte masum olmadığını gösterdi. Osmanlı savaşa giriyordu ve cihad çağrısını şeyhülislam aracılığıyla bir fetvayla onaylıyordu. Padişah V. Mehmet han, “orduma, Donanmama ..” diye başlayan fetvası İslam alemini halife sıfatıyla bu savaşta Alman imparatorluğunun arkasında, İngilizlere karşı savaşa çağırmaktan başka bir şey değildi. O gün buna “Alman malı cihad “ adı verilmişti.

Fetvanın yazımında Teşkilatı Mahsusiye’nin önemli bir elamanı yer almıştı. O da Saidi Nursi idi. Alman taraftarlığı öyle bir boyuttaydı ki İmparator II. Wilhelm İslam aleminin korucusu hatta gizli Müslüman olarak propaganda edilmesi gündeme gelmekteydi. Bu çevrenin içinde İstiklal marşı yazarı Mehmet Akif’in, Almancılığı şiirlerine öylesine sinmiş öylesine ağdalı hale gelmiş ki daha sonra yazdığı istiklal marşında yer alan “ korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” dediği şey, alman övgüsü karşısında hafif kalan bir tanımlamaydı.

Osmanlı yıkıldı. Bu çabaları da sonuçsuz kaldı. İslam alemi 20.yy değerleriyle ulusal bir uyanış ve özgürlük mücadelesi sürdürdü. İngiliz Fransız etkisiyle de olsa bunun için adım attı. Osmanlı aklı bunu bir ihanet arkadan vurma olarak dile getirdi bunun izlerini de bu güne kadar böylece taşıyıp durdu; “Araplar hain millet, arkadan hançer vuranlar” diye aşağılandı. Oysa Araplarında tarih sahnesinde, tarihlerinden gelen yoğunluklarıyla bağımsız yaşama hakları vardı ve bu hakları elde etmek için her yolu seçme özgürlüklerini kullanmalarına kimsenin bir kulp takmaması gerekirdi. İslam’ı siyasetlerinin aracı olarak kullanmak isteyenlere, bir başka alandan aynı yöntemle cevap verilmişti. Osmanlının alman cihadına, İngilizlerin Arap cihadı karşılık düşmüştü. Birine hak olan diğerine neden hak olmasın…

Bu süreç II. Dünya savaşı arifesinde de yeniden küllerinden doğup pazarlanmaya başlandı. Alman Nazi hareketinin yükselişini takiben dünyada yaygınlaşan dini algılar, vekalete tanrından alınmış “misyonlar”a destek olarak kendini gösterdi. Hitlere Katolik kilisenin başı Papa XII. Pius tarafından sunulan destek, İspanya’da Franko kuvvetlerinin kutsanması, Kudüs Müftüsü Hacı Emin el Hüseyni’nin İngilizlerin Yahudi yerleşimcilere çanak açan tutumuna karşı gösterdiği tepki, kaçışı ve Hitler Almanya’sına sığınarak fetvalar yapması, Türkiye’de aynı süreçte Cevat Rıfat Atilhan gibilerin Nazi yanlısı çabalarıyla oluşun b.ir tablo vardı. Bu tabloda Türkiye Alman esintisi inanç düşmanlıkları ve etnik düşmanlık birlikte yürüyordu. Türkiye ikili oyununda, emperyalist çıkarların petrol alanlarının denetimi için bölgemizde sürdürdüğü ayrışmada din yine en önde yürüyen bir siyasal araç olmuştu.

Ancak bölgemiz İngiliz ve Fransız mandası altında Türkiye’ye bırakacağı bir rol yoktu. Bu sürede Türkiye’nin dini aracını içte en pervasız yöntemlerle kullandığına tanıklık yapmaktayız. Bu süreç II. Dünya savaşı sonrası bardaktan boşalırcasına ortaya konmaya ve bölge üzerinde süre giden emellerin çatışması olarak belirlemeye yöneldi. Bu dönem 1990’lara kadar sürecek soğuk savaş dönemiydi.

Türkiye orta-doğuda rol oynaması çok güç bir ülkedir. Bunun derin tarihi nedenleri 400 yıllık feodal bir barbarlığın bölgeyi karanlık ortaçağ yöntemleriyle hükmü altına almış olmasından ve Arap uyanışının temsil edildiği Mısır gibi bir ülkeyle olan kadim sürtüşme ve rekabetinden kaynaklanır. Kavalalı M. Ali paşa ve oğullarıyla olan sert rekabet süreci Osmanlı’nın son döneminde bölge üzerindeki etkisinin önemle kırılmasını getirmiştir. Osmanlı sonrası süreçte ise bu kırlıma devamla I. Dünya savaşı ve sonrası, II dünya savaşı ve sonrası soğuk savaş sürecinin tümünde kendisini açıkça belirginleştirmiştir.

II. Dünya savaşı sonrası soğuk savaş ortamı Türkiye için çok daha talihsiz bir dönemdi. İkinci dünya savaşı öncesinden başlayan anti-komünizm çabaları “Dinler arası diyalog” adı altında ve “tek dünya devleti” söylemleriyle iç içe yürümüştür.

Bu adamın isim babası, Kasım 1933 – Mayıs 1936 yılları arasında Amerika’nın Rus büyük Elçiliği görevini gören ve “Soğuk Savaş” önermeleriyle, II. Dünya savaşı sonrası dönem dünya ilişkilerini belirleyin siyasal yönelimlerin öncülüğünü yazdığı “The Great Globe İtself” adlı kitabıyla yapana William Christian Bullitt’tir.

Sovyetlerin bir yeşil kuşakla İslam kuşatması altına alınması ve bu amaçla “dinler arası diyalog” söylemleriyle gerektiğinde İslam ordularıyla ezilmesini ön görmekteydi. Tanrının yeryüzündeki emirlerini artık Amerika icra edecektir. Tüm dinlerin önderidir Amerika. Tanrı tanımaz komünizmi yeryüzünden silip atmak için dünyayı tek bir “federal dünya devleti“olarak algılamak ve bunun içinde ulusal ve bireysel her şeyi eritmek gereklidir. Bullitt, “Üçüncü dünya savaşı Orta-doğuda çıkacaktır” dedikten sonra, Hitleri tanrı adına kutsayıp destekleyen Papa XII.Puis’in savaş sonrası Amerika’yı kutsayan şu sözlerini öne çıkarıyordu. “ Amerikan milleti parlak atılımlar yapmak için yaratılmıştır. Tanrı acı çeken insanlığın yazgısını Amerikalılara emanet etti” ( W.C.Buillitt. Age)

Bu mantık Türkiye için bölgesel dini bir federasyon öngörmüştür. Bu ise Türkiye cumhuriyetinin Yeni Osmanlı olmasından başka bir şey değildi. Bullitt’in temel görüşleri sonraki tüm ABD yönetimleri tarafından bin bir gerekçeyle dayatılan bölgenin kontrolüyle ilgili biçilen rolü bu doğrultuda seyretmiştir.

Bu çabaların sivil alandaki destekleri de Hitlerin Nazi girişimlerini desteklemek üzere yola çıkanların çabalarıyla yürümüştür. 1930 Amerika’sında Evangelist Oxford Grup lideri Rahip Frank Buchman, Hitler’in başarısı için çırpınan ve Amerika’nın zenginlerini bu yönde sivil etkinlik olarak istihdam edenlerin başında geliyordu. “ Manevi silahlanma” bu çevrenin stratejisiydi. Hedef dünyanın tüm dinlerini bir araya getirip komünizm tehlikesine karşı savaşa sürmekti. Bu savaş enerji yollarının korunma altına alınması, enerji kaynaklarının emin bir şekilde emperyalist ülkelere taşınması ve bunun için dünyanın tüm dinlerinin tanrıdan aldığı vekaleti öne sürmekti.

Bu sürece Türkiye en erken çekilen ülkeydi. Hitler hayranı Rahip Buchman yakın arkadaşı Mehmet Emin yalman ve fener Patrik’i Atenagoras’nin Eyüp camine gidip dua etmeleriyle başlatılan “Manevi seferberlik” bu sürecin hangi teamüllerle yürüyeceğine işaret ediyordu. CHP İnönü önderliğinde 1947 yıllarında okullarda din dersi eğitimiyle ilgili hazırladığı tasarı, 27 Aralık 1949 tarihinde Amerika ile Türkiye arasında imzalanan “kültür anlaşması” ardından, 1 Mart 1950 yılında TBMM’den geçerek onaylanır. Süreç artık engelsiz tırmanacaktır.

Evangalistlerin ışık evleri, Fethullah Güven’in Nurculuğundaki “Nur” evleriyle kesişerek, “Komünizmle Mücadele Cemiyeti” (1963) “dinler arası diyalog”ların ne işlevler için çalıştığını gösteriyordu.

Şeyhliği 1930’da ölen Küçük Hüseyin Efendi’den Arusi şeyhi Ömer Fevzi Mardin (görüşlerini daha çok, Münir Ertegün, Rauf Orbay, Fevzi çakmak gibi yüksek bürokratlar arasında yayıyordu) Avengalist kilise rahiplerine benzeyen modern giyimli din adamları olarak Amerika için şunları yazıyordu: “ Yeryüzünde barış ve insanların kurtuluşu işini Amerika üzerine almış, Allah’ın birlik bayrağını çekerek Miletlerin kurtuluşuna çalışıyor…

Müslümanlık devrinin bugün faal görevlerini bu varlıklı, imkanlı millet Amerikalılar üzerine almış bulunuyor. Çünkü Allah onları bu işe seçmiş, hazırlamış ve harekete geçirmiştir.” (6 Eylül 1946 tarihli bir mektubundan. Aktaran Cengiz Özakıncı “ Türkiye’nin Siyasal İntiharı ‘Yeni-Osmanlı’ tuzağı. s: 112-113)

Bu çevrenin Amerikancılığı “Mesih=Amerika” denklemine kadar uzanmış ve bu yolda, “Varidat-ı Süleyman” adlı bir semavi kitap daha ihdas ederek Enis Behiç Koryürek peygamber bile ilan edilmiştir. Bu sahte peygamberler devri böylece açılarak bu güne kadar gelen bir dizi soytarının kendini Peygamber olarak ilan etmesine kapılar aralanmıştır.

DP dönemi bu süreci sonuna kadar zorlayacaktır. Said-i Nursi’nin 12 Nisan 1957’de Cumhuriyetin kuruluş palanına tamamen aykırı olan bir askeri birliğinde kurulacak olan “tugay Camii”ne temel atması için daveti din algılarının hangi yönde nereye kadar vardığına önemli bir işarettir. Bu süreci doğal olarak bölgede üstlenilen siyasal, askeri ve sosyal rollerde takip ediyordu. Türkiye’ye biçilen yeni Osmanlıcılık rolü tüm çirkinliğiyle kendini gösterdikçe, bölge halklarının Türkiye’yi bölgenin bir yerli varlığı olmaktan çok bir diş işgalci ve tehlikeli varlık olarak algılaması tüm çıplaklığıyla görünüyordu.

İsrail’i ilk tanıyan ülkeler arasında Türkiye’nin olması, İsrail’le süren gizli ilişkiler ve anlaşmaların ardı sıra yapılması, 1958 Lübnan iç karışıklıklarında İncirlik üssünün Arap halkının çıkarlarına aykırı olarak kullanılması, bunun İsrail Arap savaşlarında kaba ve hoyratça bir taraflılıkla devam etmesi. Cezayir sorununda Fransız tarafında yer alınması, Sadabat paktı, SENTO gibi bölgede emperyalizmin uşaklığından başka bir anlamı olmayan ittifakların başrol oyunculuğuna bir kukla olarak soyunmak. Bu ve benzeri konumlar Ülkemizi bölgemizin gerçeğinden koparan kendi çıkarlarına da aykırı, tarihine, gelecek nesillere miras bırakacağı her türden değere bir ihanet olarak ortaya konmuştur. Bu süreçte Komünizme karşı olmak adına, kurulan üsler, casus uçaklarının platformu olmak, ordu ve yönelimlerini bu çerçevede stratejik olarak yönlendirmek ve bundan kaynaklanan sonuçlar konumuz dışı olması itibariyle üzerinde tekrardan durmayacağız.

Bu tehlikeli sürecin son halkaları 1980 sonrası dönemlerde geliştirilmiş, 2003 Irak işgaliyle oluşan yeni bölge konjonktürünün aldatıcı etkileri altında ise bir intihar girişimi olarak yeni Osmanlıcılık parlatılmaya çalışılmıştır. Bölgenin haritası yeniden çizilecek, yeni, küçük ve daha çok devlet ortaya çıkacaktır. Bu süreçte “Türkiye bir koyup üç almalıdır” denilmiştir. Bu siyasetler Türkiye’yi bu süreçlere kışkırtanları bile ürkütecek bölge halklarının tepkisiyle karşılaşmıştır: bu açıdan Amerika başta olmak üzere tavşana kaç tazıya tut siyasetiyle ikircimli oyunlarla Ülkemizin bölgeden alabildiğine koparılmaya, tarihten inanç birliğinden gelen etkinliklerini sıfırlamaya çalışmıştır.

Türkiye’yi bölge gerçeğinden koparım pompalanan vehimlerle onu “lider” edalarına sürükleyerek altını boşaltan emperyalist siyasetler, Türkiye’yi bölgenin bir düşmanı, bir kukla olarak lanse etmekten başka bir işe yaramamıştır. Bu süreçte ulusalcıların, sosyal demokratların batı ya teslim olmuş ruhları ve ondan üreyen parametreleri Türkiye’yi bölgenin yabancısı olma konusunda uğradığı tecridi katmerleştirmiştir. Türkiye, bölgede hiçbir rol oynayamaz yabancı kuklası bir ülke olarak görülmüştür.

Türkiye’yi bu konuma iten Amerika’ydı. Amerika kendi kuklasının tecridini derinleştirirken Arap alemi içinde böl yönet yöntemleriyle yandaş topluyor bu yandaşlar da Türkiye’yle hiçbir zaman barışık olmayan Arap ülkelerinden oluşuyordu. Çirkef bir politikanın girdaplarına alınmış olan ülkemiz ardı sıra gelen hükümetlerin basiretsizliğiyle bu batağın daha çok yaygınlaşmasına emperyalistler adına hizmet ediyordu. ABD Araplarla derin bağlar kurdukça tanık olduğu tepkiler, Türkiye’ye Araplarla ilgili bir önderlik rolünün verilemeyeceğine kesin kanatlar oluşturuyordu. Bu eğilim mısır ve Suudi Arabistan gibi gericiliğinde çıkarına ve rağbetlerine cevap veren özeliktedir. Bu yanıyla Türkiye’nin bölge sorunlarında yer almasına kırmızı bir sınır oluşturulmuştu ve bu sınır bu ülkelerce hala yürürlüktü olmaya devam etmiştir. Kuklalara bölgede yer yoktu bunu yine kuklalar söylüyor ve hayata geçiriyordu. ABD İsrail’in kararlı savunucusu olarak Arap alemine çektirdiği acılara rağmen Türkiye’nin bu kuşatmayı kıracak kadar ileriyi görebilecek bir diplomasisinin olmaması ülkemizin düştüğü gülünç kısırlıklara da bir göstergedir. Soğuk savaş diplomasisi işte tas tamam budur. Davos’taki söz düellosuyla ilgili sosyal demokrat diplomatların yorumları bu dönemden çıkmamış düzeysizlikleri gösteriyordu.

Bu makus kadere boyun büken ülke, bir savaş tehlikesi ardından kendine gelmeye yöneldi. Sayın Öcalan’ın Suriye’den çıkışıyla başlayan süreç, Hafız El Esad’ın ölümünü fırsat görerek teziyeye koşulması Türkiye’nin bölgede kendine farklı bir rol aramasıyla önemli bir boyut kazanmıştır (bu konuyu Türkiye-Suriye ilişkiler adlı makalemde tüm yönleriyle irdelemeye çalıştım bkz. http://www.mirural.blogspot.com/)

Hafız el Esad döneminin dengeleri değişmişti. Hafız el Esad döneminde bir general olan Hüsnü Mübarek Mısırın başına, Enver Sedat’ın ölümüyle birlikte geçişi, Suudi Arabistan’da kral Fahd’ın hastalığı süresince veliaht Abdullah’ın Suriye’yle iyi ilişkileri Arapların etkin bir troyka oluşturmalarına yol açmıştı. Bu üçlü uzun bir süre Arapların gücü (Mısır), mali kaynağı (Suudi Arabistan) ve siyasal etkinliği (Suriye) olarak rol oynamıştı. Bu üçlü döneminde, daha sonra zorlamayla yaratılan bir sorun olarak Suriye’nin Iran ilişkisi çok dengeli bir şekilde, kimsenin rahatsız olmayacağı süreçler içinde sürdürülmekteydi.

Ancak Genç lider Beşşar el Esad, babasının çok bilinmeyenli denklemler içindeki usta manevralarına karşın, gelip dayatan bölge savaşlarındaki tutumlarında gösterdiği kararlılık diplomatik sınırları çok zorluyordu. Irak savaşı ve ardından Suriye’ye yönelen tehdit, Lübnan Başbakanı Hariri suikastı ve bunun Suriye’nin sırtına yıkılması, Lübnan savaşı (12 temmuz 2006) ve ardından gelen siyasal kaynamalar. Amerikanın bölgede gerçekleştirmek istediği tüm planların bir özeti olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çöküşü ve Suriye’nin bu süreçte oynadığı direnme güçleri yanlısı politikası Arap üçlünün birlikte yürümesini daha fazla kaldıramazdı. Mısır ve Suudi Arabistan’nın Suriye’den kopuşuna, daha çok Amerikan yanlısı olmalarına, direnme güçlerine karşı İsrail’den yanan tutum takınmalarına, bunun için de Iran tehlikesinin “Şii atom bombası” söylemiyle pazarlanarak, bölgeyi yeni bir saflaşmanın eşiğine getirmiştir. Bu dağılma Türkiye’nin fırsatıydı.

Bölgemizde saflaşma öylesine ayan beyan hale gelmişti ki, Amerika bile artık Türkiye halklarını aldatamayacağı bir konumlanış içinde bölgede düştüğü bataktan kurtulma çırpınışlarına, can derdine düşmüştü. Arap-İslam alemine dolaysıyla bölgemizdeki sorunlarda etkin bir rol oynamak üzere Türkiye’nin girişi önünde duran en önemli iki etkin ülkenin oluşturduğu kuşatmanın dağılması gündeme geliyordu.

BÖLGEDEN OLMAK,
BÖLGEDE AKTİF BİR UNSUR OLARAK YER ALMAK İÇİN
YENİ DÖNEM.

Suriye Türkiye’nin önünü açtı. Suriye’nin Türkiye’yle ilişkisinde üç temel sorun vardı. Su, güvenlik ve toprak sorunu.

Su sorunu basit bir anlaşmayla gerçek komşular olarak aldatmacasız adımlarla giderilebilirdi. Nitekim Demirel’in “yazın onlar bizden alırlar kışın ise biz onlara veririz” aldatmacaları üzerine kurulu dış politika demagojileri yerine iyi niyet ve komşulukla ilgili dostluk çerçevesinde bu sorun çözüldü. Suriye, Türkiye’de fazlasıyla olan Fırat nehrinden hakkı olan su miktarını aldı. 500 mtr küp/sn ve bu konu aşıldı.

Güvenlik sorunu sayın Öcalan sorunun çözülmesiyle birlikte karşılıklı olarak Adana anlaşmasıyla aşan iki ülke, topraklarında diğeri için hiçbir askeri faaliyete üs olmama kararı aldı. Türkiye’nin Müslüman kardeşlere üs olması, Suriye’nin PKK’ye üs olması olayı aşıldı.

Toprak konusu ise, karmaşık bir sorundu. Bu konuda varılan ortak algı anlaştığımız konuları öne çıkartmak anlaşmazlık konularımızı zamana erteleme yönünde sorunsuzca ele almak olarak belirlendi. Buna rağmen, bu satırların yazarının yakinen bildiği ve gözlemlediği ölçüler içinde, Suriye’nin Türkiye’den bir toprak talebi stratejisi yada politikası olmadığı yönündedir. Suriye bu yönde hiçbir zaman hiç bir çevreyle bir plan içinde olmamıştır. Hatay davasını bir kimlik, bir kültür sorunu çerçevesinde gören Türkiyeli devrimcilere karşı bile sert uyarılarla, Türkiye ilişkisinin bu nedenle zedelenmesini istenmediğini, topraklarını bunun için bir alan haline getirmeyeceğini belirtmiştir. Türkiye’den Suriye’ye akın akın gelen ticari, sosyal, kültürel etkinliklerde bu konunun esamisine bile rastlanmaması toprak konusunda Suriye’nin özgün bir plan içinde olmadığını yeterince açık etmiştir. Bu yanıyla olayı kavrayan Türkiye bu sorunu da geride bıraktığı izlenimi ortaya koymuş, iki ülke sağlıklı bir komşuluk ilişkisini yükselteme çalışmıştır.

Bu zemin üzerinde iki önemli gelişme olmuştur. Birincisi İslam Ülkeleri Konferansı Başkanlığına İhsan Ekmeleddinoğlu’nun seçilmesi olmuştur. İkincisi ise Suriye’nin Türkiye’yi, Madrid konferansından bu yana 16 yıldır kesik olan barış görüşmelerine Türkiye’yi aracı rolü oynamak üzere sürece katmasıdır. Bu adımlar Türkiye’nin hiçbir hükümeti tarafından kazanılmamıştı. Erdoğan hükümetinin yapısal verileri, kadroları, bölgeye ilişkin algıları ve kültürel etkinlikleriyle dini parametreleriyle bu sürece en uygun özelikleri gösteriyordu. Nitekim süreç Erdoğan’a bu fırsatı sağladı ve bu konuda önemli adımların atıldığı gözlemlendi.

Erdoğan geleneğinden geldiği Erbaka’nın İsrail’le ilişkilerde kırdığı potların riskleri altında yürüdü. Mısır ve Suudi Arabistan kaynaklı geniş bir alan ve çevrenin içsel tepkileri, rekabetin verdiği itimlerin de tehlikesi altında süreçte bir tırmanma yönelimi içindedir. Gazze’ye karşı İsrail savaşı Türkiye’yi ve Erdoğan hükümetinin politikasını sınamak için iyi bir fırsat yaratmıştı. Türkiye bölgenin gerçekçi bir yerli unsuru olduğunu göstermek için, ABD politikalarına ve İsrail’e terörüne karşı, geçmiş Türkiye hükümetlerinin “diplomatik tarafsızlık” gibi onursuz ve erdemsiz siyasetlerinden kopmaya çalıştığını göstermesi için bir fırsat doğmuştu. Nitekim, bu adımı atmaktan çekinmemiştir. En azından Arap alemine önemli bir mesaj olarak yansıtmıştır. Gazze’de İsrail terörünün yaptığına en şiddetli tepkiyi Türkiye gösterdi. Bu adımlar geçmişte kalan Kukla Türkiye algılarını değiştiriyordu. Elbette ki bu algılar hala eski dirilikleriyle mevcuttur ve bir kırılma anında çok daha derinlemesine etki yapacak olumsuzlukları da içinde barındırmaktadır. Türkiye bölgede yer almak istemesin kendi bağımsız kararıyla, ülke ve halklarının bağımsız çıkarlarıyla belirledikçe bu süreçte aşılabilecektir.

Davos’taki söz düellosu bu gelişmeler üzerine gelip oturunca bir yapı taşı daha örülmüş olundu. Türkiye’nin bölgede oynayacağı rolün bir kukla rolü olmaması gerektiği bir kez daha ülkemiz halklarının gözü önünde belirginlik kazanıyordu.

Erdoğan’a puan kazandıran bu tutumlar Arap aleminin günlünü fetheden bir Türkiye imajına hizmet ettiği kadar, Türkiye halklarının bölgede hakkettiği tutumların ne olduğuna da bir gönderme sayılabilir. Ancak bunun gerçekliğini zaman sınayacaktır. Halkların birbirine inanması birkaç parlak sözle gerçekleşmez. Tutumların gerçekçi olması, bir devlet politikası haline gelmesi ve sürekliliğinin olması gerek.

AKP ve bu devlet bunu başaramayacaktır. Objektif verileri bu tutumların arkasında durup, kararlıca savunup, sürekli kılacak durumda değildir. Dünya saflaşmasında ekonomik ve siyasal olarak alınan yer bu devlete ve bu hükümete bu konuda kararlı olacak kadar şans tanımamaktadır.

Bu açıdan bakınca böylesi olumlu tutumlara bir gerekçe bulup karşı çıkmak anlamlı değildir. Tersine bu tutumları sürekli kılmak, derinleştirmek yönünde baskı yapmak doğru tutum olacaktır. Çünkü olumlu tutumları sürdüremeyenlerin çehresi kısa sürede açığa çıkacaktır. Olumlu tutumların gerektirdiği pratik adımları atamayan, onlarla ilgili yaptırımları gündeme koyamayanların açığa çıkması gündeme gelecektir.

Doğru takınılan tutumların, bir gösteri tutumu olup olmadığı sınanmalıdır. Böylesi tutumların gerektirdiği sürekliliği ve mantıki sonuçları, fiilleri ortaya koyamayanların sahtelikleri kamuoyu önünde deşifre olacaktır.

Bu ise halkamızın gerçekleri görmesi, kimlerin doğru tutumlarla nereye kadar yürüyebileceğini bilmesi açısından önem taşımaktadır. Bu açıdan, olumlu tutumlara tepki göstermek anlamlı değildir diyorum. Tersine bu tutumların arkasını getirmek için peşininin bırakılmaması gereklidir. Siyasi mücadelenin görevi de budur.

Erdoğan’ın bir süredir geliştirdiği ve olumlu yansımaları olan tutumları, bin bir bağla batıya bağlı olan verileri içinde kararlılıkla sürdürmesi ve bunların gerektirdiği derinliği sağlaması çok zordur. Bu tutumlar belli bir süreci geçiştirme, yaklaşan seçimlerde puan artırma, komşular üzerinde egemenlik taslama aracına yönelik olarak yapılıyorsa bunun sonucu büyük bir yıkım olacaktır. Türkiye bir türlü toparlayamadığı şüpheli konumuna bir kez daha batacaktır. AKP yönetimi bölge politikasında bu kırıma noktasında yürümektedir. Bunu aşması da çok güç görülmektedir.

Türkiye’nin anti-demokratik devlet statüleri, bu riski artıran birer etmendir. İçte halkına her türden zorbalığı yürüten bir devletin dış politikasında parlak demeçler veren siyasileriyle bir yere ulaşması güçtür. Ülkemizin dış politikada aşması gereken en önemli sorunda buradadır. İçte halklarının özgürlük ve demokrasi ihtiyaçlarını karşılamamış bir devlet ve onun hükümetleri dış politikada tutarlı olmaları mümkün değildir.

Türkiye’nin ne liderlik ne de yeni Osmanlıcılık yönelimlerine ihtiyacı vardır. Türkiye iç sorunlarını aşacak daha çok özgürlük ve demokrasi süreçlerine ihtiyaç duyduğu kadar, bölgede de eşit taraflar olarak tüm komşularıyla demokratik bir ilişkiler çerçevesinde, barış içinde herkesin kazandığı bir sürece ihtiyacı vardır. Bunun içinde bölgeye yönelik emperyalistlerin tasallutlarına karşı dayanışmayı hedeflemesi gerekmektedir. Bu politik perspektifi olmayanların yaptığı olumlu çıkışlar arkasında durulamayan göz boyama çıkışları olarak algılanacaktır.

BÖLGENİN SON VERİLERİ

Bölge önemli bir dönemecin eşiğindedir. Bir sathı mail halindedir. Bölgenin son kesitinde ortayla çıkan her bir olayın hızla dönüştürülebilir olması için süren etkin çabalar bulunmaktadır.

İsrail’in Gazze’ye yönelik kıyım savaşı, 27 Aralık 2008’de başladı. Aceleleri vardı. 21 Ocak 2009 da Obama, Bush yerine yönetime geliyordu Bu süreyi sonuna kadar kullanmayı deneyecekti ve ayrıca seçim dönemi başlamak üzeriydi.

Mahmut Abbas, Filistin özerk yönetimi başkanlığı süreci bitmek üzereydi ve nitekim Gazze savaşı sürecinde de bitmiş (10 Ocak 2009 tarihi itibariyle) yetkisiz bir konumda koltukta oturur hale gelmiştir. Filistin genel seçimleri yaklaşmış, bunun direnme güçlerine katacağı taze güç ve yetkilerin olduğu belirgin hale gelmiştir.

Lübnan seçimleri, Lübnan siyasal dengesini direnme güçlerinin lehine derinden değiştireceği de bilinmektedir. Tüm veriler Lübnan’ın bölgede Mısır, Suudi Arabistan ve ABD etkisinden tamamen çıkacağını göstermektedir.

Irak seçimleri, emperyalistlerin bu ülkeye dayattıkları olumsuzluklardan sıyrılmak için atılmış bir adım olacağı ve yeni denem için bölgede daha sağlıklı amerikancı dayatmalardan daha uzak bir Irak7ın doğması için kapı aralayacağını göstermektedir.

Türkiye yerel seçimleri, özgürlük ve demokrasi güçleri için önemli bir atılım olanağı yaratıyor. Özellikle, Kürt halkına karşı AKP’nin takındığı tutarsız tutumlar, Ordunun pervasız zulümleri Kürdistan’da beli kırılması planlanan özgürlük hareketine, Kürt halkının gerçek temsilcilerine atılım fırsatı yaratacaktır. Bu ise AKP hükümetinin seçimlerden gerileyerek çıkmasını sağlayacak, halklarımız karşısında attığı adımların daha dengeli olması gerektiği uyarısını yapacaktır.

Ordunun siyasal imlalarının etkisizleştirilmesi, AKP hükümetinin gerilemesi ülkemiz içinde gelişecek özgürlük ve demokrasi kazanımlarının artması aynı zamanda bölgemizde oynanacak roller içinde önemli olacaktır. Bu veriler ortamında bölgemizde saflar yeniden şekillenirken, takınılacak her tutumun bölge halklarına ileteceği önemli mesajlar olacaktır.

Bu seçim süreçleri içinde bölgemiz ülke iç sorunlarını sağlıklı olarak aşmış, halkının taleplerine uyumlu dış politikalar üretebilmiş ülkelerin, eşitlik koşulunda, barış ve ortak paylaşım ilkeleri etrafında bölgemize yönelik, kıyım ve yıkım projelerinden kurtulmayı ve hep birlikte kazanma sürecine katkı sağlayabilirler.

Bölgemizin verileri kimlerin gerilediğini yeterince açık olarak göstermektedir. Emperyalistler ve onların her tür soy ve boydan işbirlikçileri büyük bir kırılma ve gerileme içindedir. İlerleyenlerde bellidir. Bölge halkları ve onların direnmede kararlı olan etkinlikleridir. Bu etkinliklerin hangi parametrelerle halkı kazandıklarının öneminden çok halkların çıkarı için sunabildikleriyle ilgili bir değerlendirme perspektiflerimizin temel yönelimlerini oluşturmalıdır. Bölgemizin dini hareketlerini bu açıdan birer siyasi hareket olarak algılamayı bilmek ve buna göre ilişkilerimizi belirlemek en sağlıklı yol olacaktır.

Dini referanslar dünyayı yorumlama ve değiştirmede tarihin hiçbir döneminde temel ölçü olarak alınmamıştır. Din referanslı her hareket tarih içinde dünyevi ölçüler içinde takındığı siyasal tutumlarla var olmuş ve buna göre yeri belirlenerek ona karşı tutum alınmıştır.

Bir dönem bu referanslarla emperyalist kuklalığını ifa edenlerin dünyevi siyasal ölçekleri gericilikti. Bugün aynı referanslarla siyasal birer hareket olarak emperyalizme karşı direnenlerin dünyevi siyasal algıları halkın çıkarlarıyla kesişmektedir. Bu ise olumludur, normaldir ve dikkate alınmayı gerektirmektedir.

Bu süreçte sol bir mevtadır. Sol politikasızdır. Boş bir çuval gibidir Ne dünya ne bölge olaylarıyla ilgili ciddiye alınacak bir söylemi yoktur. Milliyetçidir, ulusalcı verilerle, yerli yerine bile oturtamadığı, ayakları havada, soyut bir sınıf mücadelesi söylemiyle nereye gideceğini bilmemektedir. Ülkemizde sol kimliksizdir kendini artık tanımlayacak halde değildir. Farklılıklara karşı ırkçılığa varan refleksleriyle halkın dışına çıkmıştır.

Bu sol Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı milliyetçi kin duygu taşıyanlarla tıka basa doludur. Böylesi bir var oluşun halk nezdinde kıymeti itibarının olmayacağını söylemeye bile gerek yoktur. Solun ülkemiz siyasal sahnesinde yarattığı boşluğun kimler tarafından doldurulmakta olduğunu söylemek ise çok daha acıdır.

Davos’taki söz düellosunun bölgede yarattığı etkiler bu açıdan dikkatle ele alınmayı gerektiriyor. Siyasal mücadele, ortak ülke ve bölge ortamında daha iyisini yapma ve halkın daha çok kazanmasını sağlama mücadelesidir. Halkı kazanmanın yolu da buradan geçer. Dünyayı yorumlama ve değiştirme yönelimlerine inanmadığımız karşıtlarımızın halkımız için ortaya koydukları kazanımları yadsımadan, onlardan daha iyisini daha tutarlısını daha köklüce yapmak için mücadele etmeliyiz.

Hiç yorum yok: