30 Ocak 2009 Cuma
Davos'taki söz düellosu ve bölgemizin son verileri
Mihrac Ural
30 Ocak 2009
29 Ocak 2009’da Davos’ta R.Tayip Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Ş. Perez arasında sert bir tartışma gündeme geldi. Etkisi ve anısı uzun yıllar zihinden silinmeyecek bir tartışma oldu. İsrail Siyonizminin Nazi katliamlarına karşı uluslar arası bir platformda ilk kez böylesi sert bir tutumu ortaya konmaktaydı. Araplar bile böylesi bir cüreti göstermeye hiç bir zaman yanaşmamıştı. Bu tutum takınılması bölgemizde oynanmak istenen rollerle ilgili önemli mesajlar taşıyordu.
Eğri oturup doğru konuşalım. R.T Erdoğan tartışmasız doğruları dile getirdi. Ortaya koyduğu sert tutumla da samimi olduğunu yansıttı. “Diploması dili” denilen şekilsiz, onursuz, “ehveni şer”ci dilin İsrail’le ilişkide bir kıymeti itibarının olmaması da göz önüne alınınca Erdoğan’ın ortaya koyduğu tutum isabetliydi. BM kararları dahil insanlığın ortaya koyduğu hiçbir erdemli tutuma onay vermeden kendi Nazi barbarlığını her an dayatmayı bir üstünlük, “tanrının seçilmiş ulusu” olma edasıyla sürdüren İsrail’e karşı ortaya konan bu tutum, uzun yıllar konuşulacak Türkiye açısından önemli bir puan olarak ortaya konmuştur.
Erdoğan, İsrail’i doğru tanımladı; “insan katletmekte çok başarılı” olduğu belirtilerek “Gazze’de yaptığının bir insanlık suçu” olduğunu dile getirdi. “Panelde söz hakkının adil olmadığını, moderetörün Perez’e 25 dakikalık konuşma hakkı tanımasına karşın Türkiye başbakanının konuşmasını 12 dakikayla sınırlandırıldığı”nı dile getirerek tepki gösterip paneli terk etmesi, önemli bir tutumdu. Perez’in konuşmasını yüksek sesle yapmasına da değinen Erdoğan, Perez’e dönerek “sesinizin yüksek çıkması suçluluk psikolojinizle ilgilidir“ demesi. Paneli sona erdirmesi kadar dünya haber ajanslarına bomba etkisiyle inen bir veri oluşturuyordu. Bu veri haber olmanın çok ötesindeydi. Bu verinin Türkiye’nin bölgede oynamaya hazırladığı rollerle de ilgili derin bir anlama sahipti.
Bu satırların yazarı bu paneli aynı anda TV’lerden takip etmekteydi. Bu sert konuşmanın bir düello gibi olduğuna, el ve kol hareketleriyle de oldukça tırmandığına şahitti. O an vardığım sonuç bu konuşmanın Arap alemine bir bomba etkisi yaratacağını gösteriyordu. Nitekim yorumlar akıp gelmeye başlayınca yanılmadığımı gördüm. Arap haber ajansları ve TV haberleri konuyu enine boyuna uzak-yakın anlamlarıyla ela almaya başlamıştı.
İlk yorumculardan biri, aynı panelde oturan ve Erdoğan’ı konuşması dolaysıyla tebrik eden Arap birliği başkanı Amru Musa’nın neden dönüp yerine oturduğunu, neden Erdoğan’ı takip edip paneli terk etmediğini sorguluyordu. Bu nedenle de Arap birliğinin işlevsizliğine, silik varlığına ve başkanı Amru Musa’nın panelde kalmasını onursuzluk-erdemsizlik gösterisi olduğuna ilişkin sert eleştiriler yöneltiyordu. Arap halkı adına utanç verici bir tutum takınan Arap liderlerine karşı Erdoğan’nın tutumunu onaylıyordu.
Arap izleyici Erdoğan’ın tutumunda kendi onurunun, kendi içsel tepkisinin dile gelişini gördükçe okyanuslardan Hindistan’a kadar bir bütün olarak Arap ve İslam alemi içinde Türkiye’nin yeni açılımlarına önemli bir dinamik katıyordu.
Dakikalar ilerledikçe gelen yorumlar dalga dalga yayıldı. Yorumculardan biri Erdoğanı Başkanlık süresi bitmiş olan Mahmut Abbas yerine “Filistin halkının Başkanlığına aday olmasını öneriyorum” demesi, sokaklarda Türkiye lehine oluşan havayı anlatması açısından önem taşıyordu. Bölgemizin demokrasi ve özgürlük umutları açısından dini referanslı bir Başbakanın kazandığı bur prestij ciddi riskler taşımasına karşın Demokrasi güçlerinin işlevsizliği, silikliği Türkiye’yi bu güne kadar yöneten sosyal demokrat ve liberal eğilimlerin bölgemizden uzaklıkları, “bölgemizin sorunlarını bataklık” olarak adlandırıp ondan kaçışlarıyla oluşan boşluğu bu gün birileri gelip doldurduğunu gözlemliyoruz. Türkiye bölgemizdeki rolünü maalesef bu araçlarla oynamaya yelken açmış durumdadır.
Davos hadisesinin yorumlarında farklı seslerde yükseliyordu. İnal Batu gibi soğuk savaş dönemi diplomatlar “sözleri doğru olmasına karşın yöntemi yanlıştı” diye yorumladılar. Bu tür yorumlar “Diplomatik dil”, pragmatizm, mutedil olmak, arada bulunmak kimseden yana tutum takınmamak gibi, şekilsiz erdemsiz onursuz arada kalmakla zalimi mazluma karşı yalnız bırakan, insanlık erdeminin her boyutuyla çirkin bir çatışma halindeki tutumlar bir ülkenin kendi bölgesinde yabancılaşmasından başka bir şey getirmez. Sosyal demokratların, ulusalcı, ilkel milliyetçilerin yönelimlerini belirleyen bu tutumlar, güç karşısında teslimiyetin tutumları olarak belirmiştir. Soğuk savaş döneminin Persleri altında arada kalmakla sorunlu süreçlerden sorunsuz kurtulmayı amaçlamıştır. Ancak bu tutumlar sonuçta Güçlünün tutumlarını onaylamaktan öteye bir sonuç getirmemiştir. Bu da tüm soğuk savaş dönemi boyunca Amerikanın kuklalığı demekti. Ülkemizin soğuk savaş dönemi boyunca oynadığı rolü hatırladığımızda bunun ne kadar gerçek olduğunu anlamak zor olmayacaktır.
Bu tür yorumlar, bölgemiz saflaşmasında çirkin bir tarzda Siyonist İsrail devletinin terörü, Nazi katliam yöntemlerinin yanında olmak demektir. Nitekim solun her soy ve boyunda belirmeye başlayan Siyonistler bunu seslendirmekten geri kalmamaktadırlar. Sosyal demokratların tarihi ise bu konuda sabıkalarla doludur.
Erdoğan’ın gösterdiği tutum gerçekte Türkiye halklarının dile getirmek istediği tutumdur. Bunu her ne amaçla olursa olsun her Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının yaması gerekmektedir. Bu güne kadar bunu sol referanslı kimsenin yapamaması gerçekte solu ile bölgemiz ve sol ile ülkemiz gerçeği arasında bulunan derin fay hatlarına bir işarettir ki. Bu konu sol halkan kopuk bir kadro hareketini ötesine geçirmeyen özelliklerine de işaret gibidir.
Türkiye halkının ya da onun adına seçilmişlerin alması gereken onurlu davranışın hiçe sayan yorumlar, İsrail-Arap sorununun anlam ve mahiyetini olduğu kadar bundan mütevellit saflaşmada ülkemizi küçük düşüren bir yerde bulunmaktadır. Bu yanlış tutumlar ülkemizin bölgede hakkettiği rolü kısırlaştırmakla kalmıyor sol içinde Siyonistlerin düz alan üzerinde halklarımızın çıkarlarına aykırı olan İsrail’i aklama yönelimlerine daha da eğilimli olmalarını getirmektedir. Gerekçesi cürümünden büyük olan dini referanslı yönetimlerin desteklenmesi yerine ortaya sergilenmek istenen bu tutumlar, kendi yetmezliklerini, kendi eğri duruşlarını ve işlevsizliklerini, bölge ve halkımız nezdindeki sorumsuzluklarını örtmekten başka bir anlama da sahip değildir.
Paneli terk eden Erdoğan ardından bir basın toplantısı yaptı. Orada da görüşlerini tekrar etmekten çekinmedi ve İsrail’i bir kez daha “insanlık suçları işlemek”le itham etti. Devamla da “Tarihin ve siyaset biliminin Perez’i yalancı çıkardığını” dile getirdi.
Gece boyu süren gelişmeler, Siyonist İsrail Cumhurbaşkanı Perez’in, Erdoğan’ı telefonla arayarak bu tırmanışı yatıştırmak üzere özür anlamana gelen “iki ülkenin ilişkilerinin bu tartışmadan yara almaması dileğini” belirttiği dile gelmiştir.
Bu gelişmeler 30 Ocak 2009 tarihi sabah itibariyle, Erdoğan’nın İstanbul’a dönüşü ve kendi çevresinden insanlar tarafından coşkuyla karşılanması, haber ajanslarına “Davos fatihi” olarak övülmesi, gerçekte bölgemizde Türkiye’nin oynamak istediği rol için önemli bir kazanç olarak gündeme gelmiştir.
Bu gelişmeler ülkemiz demokrasi güçlerinin hoşnut olacağı gelişmeler değildir. Ancak demokrasi güçlerinin ektiklerini biçmekte oldukları gerçeği, halkın iradesi karşısında onarılması güç gerilemeleri, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken veriler olduğunu göstermektedir.
Bu noktada olayın haber yönü bitmiştir.
SOĞUK SAVAŞTAN BU GÜNE
BÖLGEDE TÜRKİYE’NİN ROLÜ
Bu haberin arka palında, daha sonra gelecek çok önemli etkilerin bulunmaktadır. Bunların başında da hızla önemsenmeye başlanan, Türkiye’nin bölgede oynamak istediği rol ve bunun gerektirdiği tutumlar bulunmaktadır.
Bölgede Türkiye’nin rol oynama çabaları eskiyi dayanır. Osmanlı egemenlik yıllarının işgal ve istilalarla süren varlığı bir yana, Osmanlının son dönemleri bölgede oynanmak istenen rolle ilgili girişimlerin her zaman “İslam birliği” adı altında ve İslamcı referanslarla olduğu görülmüştür. Bu bir yanıyla zorlama bir yanıyla da bölge gerçekliğinin verileriyle belirlenmiş bir güzergah gibidir. Dün olduğu gibi bu günde aynı güzergah üzerinden yürünmekte, birileri bir koltuk değneğiyle bir yerlere ağır aksak da olsa yürümek durumunda olmaktadır.
Bir başlangıç noktası olması itibariyle bu çabaları Osmanlının I. Dünya savaşına girişine neden olan Osmanlı Alman gizli anlaşmasıyla başlamayı uygun gördüm.
1996 yılında basına yansıyan bu gizli anlaşma 10 Kasım 1914 tarihi taşımaktadır ve Almanya’nın Osmanlıya vereceği 5 000 000 ( beş milyon) Mark, düşük faizli kredinin 5 maddesini içermektedir. Anlaşma, Alman tarafı adına Dar Saadet (Osmanlı) sefiri Baron Wagenheim ile “Hüküme-i seniye-i Osmaniye nam ve hesabına hareket eden Edirne Mebusu, Dahiliye Nazır Vekili Talat Beyefendi Hazretleri”nin imzasını taşımaktadır.
Bu anlaşmada iki dost ülkenin karşılıkla kredi alış verişi dışında hiçbir belirti yok ama anlaşmanın ertesi günü 11 Kasım 1914 tarihiyle birlikte gelen “Cihad-ı Ekber” fetvası, bu alış verişin hiçte masum olmadığını gösterdi. Osmanlı savaşa giriyordu ve cihad çağrısını şeyhülislam aracılığıyla bir fetvayla onaylıyordu. Padişah V. Mehmet han, “orduma, Donanmama ..” diye başlayan fetvası İslam alemini halife sıfatıyla bu savaşta Alman imparatorluğunun arkasında, İngilizlere karşı savaşa çağırmaktan başka bir şey değildi. O gün buna “Alman malı cihad “ adı verilmişti.
Fetvanın yazımında Teşkilatı Mahsusiye’nin önemli bir elamanı yer almıştı. O da Saidi Nursi idi. Alman taraftarlığı öyle bir boyuttaydı ki İmparator II. Wilhelm İslam aleminin korucusu hatta gizli Müslüman olarak propaganda edilmesi gündeme gelmekteydi. Bu çevrenin içinde İstiklal marşı yazarı Mehmet Akif’in, Almancılığı şiirlerine öylesine sinmiş öylesine ağdalı hale gelmiş ki daha sonra yazdığı istiklal marşında yer alan “ korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” dediği şey, alman övgüsü karşısında hafif kalan bir tanımlamaydı.
Osmanlı yıkıldı. Bu çabaları da sonuçsuz kaldı. İslam alemi 20.yy değerleriyle ulusal bir uyanış ve özgürlük mücadelesi sürdürdü. İngiliz Fransız etkisiyle de olsa bunun için adım attı. Osmanlı aklı bunu bir ihanet arkadan vurma olarak dile getirdi bunun izlerini de bu güne kadar böylece taşıyıp durdu; “Araplar hain millet, arkadan hançer vuranlar” diye aşağılandı. Oysa Araplarında tarih sahnesinde, tarihlerinden gelen yoğunluklarıyla bağımsız yaşama hakları vardı ve bu hakları elde etmek için her yolu seçme özgürlüklerini kullanmalarına kimsenin bir kulp takmaması gerekirdi. İslam’ı siyasetlerinin aracı olarak kullanmak isteyenlere, bir başka alandan aynı yöntemle cevap verilmişti. Osmanlının alman cihadına, İngilizlerin Arap cihadı karşılık düşmüştü. Birine hak olan diğerine neden hak olmasın…
Bu süreç II. Dünya savaşı arifesinde de yeniden küllerinden doğup pazarlanmaya başlandı. Alman Nazi hareketinin yükselişini takiben dünyada yaygınlaşan dini algılar, vekalete tanrından alınmış “misyonlar”a destek olarak kendini gösterdi. Hitlere Katolik kilisenin başı Papa XII. Pius tarafından sunulan destek, İspanya’da Franko kuvvetlerinin kutsanması, Kudüs Müftüsü Hacı Emin el Hüseyni’nin İngilizlerin Yahudi yerleşimcilere çanak açan tutumuna karşı gösterdiği tepki, kaçışı ve Hitler Almanya’sına sığınarak fetvalar yapması, Türkiye’de aynı süreçte Cevat Rıfat Atilhan gibilerin Nazi yanlısı çabalarıyla oluşun b.ir tablo vardı. Bu tabloda Türkiye Alman esintisi inanç düşmanlıkları ve etnik düşmanlık birlikte yürüyordu. Türkiye ikili oyununda, emperyalist çıkarların petrol alanlarının denetimi için bölgemizde sürdürdüğü ayrışmada din yine en önde yürüyen bir siyasal araç olmuştu.
Ancak bölgemiz İngiliz ve Fransız mandası altında Türkiye’ye bırakacağı bir rol yoktu. Bu sürede Türkiye’nin dini aracını içte en pervasız yöntemlerle kullandığına tanıklık yapmaktayız. Bu süreç II. Dünya savaşı sonrası bardaktan boşalırcasına ortaya konmaya ve bölge üzerinde süre giden emellerin çatışması olarak belirlemeye yöneldi. Bu dönem 1990’lara kadar sürecek soğuk savaş dönemiydi.
Türkiye orta-doğuda rol oynaması çok güç bir ülkedir. Bunun derin tarihi nedenleri 400 yıllık feodal bir barbarlığın bölgeyi karanlık ortaçağ yöntemleriyle hükmü altına almış olmasından ve Arap uyanışının temsil edildiği Mısır gibi bir ülkeyle olan kadim sürtüşme ve rekabetinden kaynaklanır. Kavalalı M. Ali paşa ve oğullarıyla olan sert rekabet süreci Osmanlı’nın son döneminde bölge üzerindeki etkisinin önemle kırılmasını getirmiştir. Osmanlı sonrası süreçte ise bu kırlıma devamla I. Dünya savaşı ve sonrası, II dünya savaşı ve sonrası soğuk savaş sürecinin tümünde kendisini açıkça belirginleştirmiştir.
II. Dünya savaşı sonrası soğuk savaş ortamı Türkiye için çok daha talihsiz bir dönemdi. İkinci dünya savaşı öncesinden başlayan anti-komünizm çabaları “Dinler arası diyalog” adı altında ve “tek dünya devleti” söylemleriyle iç içe yürümüştür.
Bu adamın isim babası, Kasım 1933 – Mayıs 1936 yılları arasında Amerika’nın Rus büyük Elçiliği görevini gören ve “Soğuk Savaş” önermeleriyle, II. Dünya savaşı sonrası dönem dünya ilişkilerini belirleyin siyasal yönelimlerin öncülüğünü yazdığı “The Great Globe İtself” adlı kitabıyla yapana William Christian Bullitt’tir.
Sovyetlerin bir yeşil kuşakla İslam kuşatması altına alınması ve bu amaçla “dinler arası diyalog” söylemleriyle gerektiğinde İslam ordularıyla ezilmesini ön görmekteydi. Tanrının yeryüzündeki emirlerini artık Amerika icra edecektir. Tüm dinlerin önderidir Amerika. Tanrı tanımaz komünizmi yeryüzünden silip atmak için dünyayı tek bir “federal dünya devleti“olarak algılamak ve bunun içinde ulusal ve bireysel her şeyi eritmek gereklidir. Bullitt, “Üçüncü dünya savaşı Orta-doğuda çıkacaktır” dedikten sonra, Hitleri tanrı adına kutsayıp destekleyen Papa XII.Puis’in savaş sonrası Amerika’yı kutsayan şu sözlerini öne çıkarıyordu. “ Amerikan milleti parlak atılımlar yapmak için yaratılmıştır. Tanrı acı çeken insanlığın yazgısını Amerikalılara emanet etti” ( W.C.Buillitt. Age)
Bu mantık Türkiye için bölgesel dini bir federasyon öngörmüştür. Bu ise Türkiye cumhuriyetinin Yeni Osmanlı olmasından başka bir şey değildi. Bullitt’in temel görüşleri sonraki tüm ABD yönetimleri tarafından bin bir gerekçeyle dayatılan bölgenin kontrolüyle ilgili biçilen rolü bu doğrultuda seyretmiştir.
Bu çabaların sivil alandaki destekleri de Hitlerin Nazi girişimlerini desteklemek üzere yola çıkanların çabalarıyla yürümüştür. 1930 Amerika’sında Evangelist Oxford Grup lideri Rahip Frank Buchman, Hitler’in başarısı için çırpınan ve Amerika’nın zenginlerini bu yönde sivil etkinlik olarak istihdam edenlerin başında geliyordu. “ Manevi silahlanma” bu çevrenin stratejisiydi. Hedef dünyanın tüm dinlerini bir araya getirip komünizm tehlikesine karşı savaşa sürmekti. Bu savaş enerji yollarının korunma altına alınması, enerji kaynaklarının emin bir şekilde emperyalist ülkelere taşınması ve bunun için dünyanın tüm dinlerinin tanrıdan aldığı vekaleti öne sürmekti.
Bu sürece Türkiye en erken çekilen ülkeydi. Hitler hayranı Rahip Buchman yakın arkadaşı Mehmet Emin yalman ve fener Patrik’i Atenagoras’nin Eyüp camine gidip dua etmeleriyle başlatılan “Manevi seferberlik” bu sürecin hangi teamüllerle yürüyeceğine işaret ediyordu. CHP İnönü önderliğinde 1947 yıllarında okullarda din dersi eğitimiyle ilgili hazırladığı tasarı, 27 Aralık 1949 tarihinde Amerika ile Türkiye arasında imzalanan “kültür anlaşması” ardından, 1 Mart 1950 yılında TBMM’den geçerek onaylanır. Süreç artık engelsiz tırmanacaktır.
Evangalistlerin ışık evleri, Fethullah Güven’in Nurculuğundaki “Nur” evleriyle kesişerek, “Komünizmle Mücadele Cemiyeti” (1963) “dinler arası diyalog”ların ne işlevler için çalıştığını gösteriyordu.
Şeyhliği 1930’da ölen Küçük Hüseyin Efendi’den Arusi şeyhi Ömer Fevzi Mardin (görüşlerini daha çok, Münir Ertegün, Rauf Orbay, Fevzi çakmak gibi yüksek bürokratlar arasında yayıyordu) Avengalist kilise rahiplerine benzeyen modern giyimli din adamları olarak Amerika için şunları yazıyordu: “ Yeryüzünde barış ve insanların kurtuluşu işini Amerika üzerine almış, Allah’ın birlik bayrağını çekerek Miletlerin kurtuluşuna çalışıyor…
Müslümanlık devrinin bugün faal görevlerini bu varlıklı, imkanlı millet Amerikalılar üzerine almış bulunuyor. Çünkü Allah onları bu işe seçmiş, hazırlamış ve harekete geçirmiştir.” (6 Eylül 1946 tarihli bir mektubundan. Aktaran Cengiz Özakıncı “ Türkiye’nin Siyasal İntiharı ‘Yeni-Osmanlı’ tuzağı. s: 112-113)
Bu çevrenin Amerikancılığı “Mesih=Amerika” denklemine kadar uzanmış ve bu yolda, “Varidat-ı Süleyman” adlı bir semavi kitap daha ihdas ederek Enis Behiç Koryürek peygamber bile ilan edilmiştir. Bu sahte peygamberler devri böylece açılarak bu güne kadar gelen bir dizi soytarının kendini Peygamber olarak ilan etmesine kapılar aralanmıştır.
DP dönemi bu süreci sonuna kadar zorlayacaktır. Said-i Nursi’nin 12 Nisan 1957’de Cumhuriyetin kuruluş palanına tamamen aykırı olan bir askeri birliğinde kurulacak olan “tugay Camii”ne temel atması için daveti din algılarının hangi yönde nereye kadar vardığına önemli bir işarettir. Bu süreci doğal olarak bölgede üstlenilen siyasal, askeri ve sosyal rollerde takip ediyordu. Türkiye’ye biçilen yeni Osmanlıcılık rolü tüm çirkinliğiyle kendini gösterdikçe, bölge halklarının Türkiye’yi bölgenin bir yerli varlığı olmaktan çok bir diş işgalci ve tehlikeli varlık olarak algılaması tüm çıplaklığıyla görünüyordu.
İsrail’i ilk tanıyan ülkeler arasında Türkiye’nin olması, İsrail’le süren gizli ilişkiler ve anlaşmaların ardı sıra yapılması, 1958 Lübnan iç karışıklıklarında İncirlik üssünün Arap halkının çıkarlarına aykırı olarak kullanılması, bunun İsrail Arap savaşlarında kaba ve hoyratça bir taraflılıkla devam etmesi. Cezayir sorununda Fransız tarafında yer alınması, Sadabat paktı, SENTO gibi bölgede emperyalizmin uşaklığından başka bir anlamı olmayan ittifakların başrol oyunculuğuna bir kukla olarak soyunmak. Bu ve benzeri konumlar Ülkemizi bölgemizin gerçeğinden koparan kendi çıkarlarına da aykırı, tarihine, gelecek nesillere miras bırakacağı her türden değere bir ihanet olarak ortaya konmuştur. Bu süreçte Komünizme karşı olmak adına, kurulan üsler, casus uçaklarının platformu olmak, ordu ve yönelimlerini bu çerçevede stratejik olarak yönlendirmek ve bundan kaynaklanan sonuçlar konumuz dışı olması itibariyle üzerinde tekrardan durmayacağız.
Bu tehlikeli sürecin son halkaları 1980 sonrası dönemlerde geliştirilmiş, 2003 Irak işgaliyle oluşan yeni bölge konjonktürünün aldatıcı etkileri altında ise bir intihar girişimi olarak yeni Osmanlıcılık parlatılmaya çalışılmıştır. Bölgenin haritası yeniden çizilecek, yeni, küçük ve daha çok devlet ortaya çıkacaktır. Bu süreçte “Türkiye bir koyup üç almalıdır” denilmiştir. Bu siyasetler Türkiye’yi bu süreçlere kışkırtanları bile ürkütecek bölge halklarının tepkisiyle karşılaşmıştır: bu açıdan Amerika başta olmak üzere tavşana kaç tazıya tut siyasetiyle ikircimli oyunlarla Ülkemizin bölgeden alabildiğine koparılmaya, tarihten inanç birliğinden gelen etkinliklerini sıfırlamaya çalışmıştır.
Türkiye’yi bölge gerçeğinden koparım pompalanan vehimlerle onu “lider” edalarına sürükleyerek altını boşaltan emperyalist siyasetler, Türkiye’yi bölgenin bir düşmanı, bir kukla olarak lanse etmekten başka bir işe yaramamıştır. Bu süreçte ulusalcıların, sosyal demokratların batı ya teslim olmuş ruhları ve ondan üreyen parametreleri Türkiye’yi bölgenin yabancısı olma konusunda uğradığı tecridi katmerleştirmiştir. Türkiye, bölgede hiçbir rol oynayamaz yabancı kuklası bir ülke olarak görülmüştür.
Türkiye’yi bu konuma iten Amerika’ydı. Amerika kendi kuklasının tecridini derinleştirirken Arap alemi içinde böl yönet yöntemleriyle yandaş topluyor bu yandaşlar da Türkiye’yle hiçbir zaman barışık olmayan Arap ülkelerinden oluşuyordu. Çirkef bir politikanın girdaplarına alınmış olan ülkemiz ardı sıra gelen hükümetlerin basiretsizliğiyle bu batağın daha çok yaygınlaşmasına emperyalistler adına hizmet ediyordu. ABD Araplarla derin bağlar kurdukça tanık olduğu tepkiler, Türkiye’ye Araplarla ilgili bir önderlik rolünün verilemeyeceğine kesin kanatlar oluşturuyordu. Bu eğilim mısır ve Suudi Arabistan gibi gericiliğinde çıkarına ve rağbetlerine cevap veren özeliktedir. Bu yanıyla Türkiye’nin bölge sorunlarında yer almasına kırmızı bir sınır oluşturulmuştu ve bu sınır bu ülkelerce hala yürürlüktü olmaya devam etmiştir. Kuklalara bölgede yer yoktu bunu yine kuklalar söylüyor ve hayata geçiriyordu. ABD İsrail’in kararlı savunucusu olarak Arap alemine çektirdiği acılara rağmen Türkiye’nin bu kuşatmayı kıracak kadar ileriyi görebilecek bir diplomasisinin olmaması ülkemizin düştüğü gülünç kısırlıklara da bir göstergedir. Soğuk savaş diplomasisi işte tas tamam budur. Davos’taki söz düellosuyla ilgili sosyal demokrat diplomatların yorumları bu dönemden çıkmamış düzeysizlikleri gösteriyordu.
Bu makus kadere boyun büken ülke, bir savaş tehlikesi ardından kendine gelmeye yöneldi. Sayın Öcalan’ın Suriye’den çıkışıyla başlayan süreç, Hafız El Esad’ın ölümünü fırsat görerek teziyeye koşulması Türkiye’nin bölgede kendine farklı bir rol aramasıyla önemli bir boyut kazanmıştır (bu konuyu Türkiye-Suriye ilişkiler adlı makalemde tüm yönleriyle irdelemeye çalıştım bkz. http://www.mirural.blogspot.com/)
Hafız el Esad döneminin dengeleri değişmişti. Hafız el Esad döneminde bir general olan Hüsnü Mübarek Mısırın başına, Enver Sedat’ın ölümüyle birlikte geçişi, Suudi Arabistan’da kral Fahd’ın hastalığı süresince veliaht Abdullah’ın Suriye’yle iyi ilişkileri Arapların etkin bir troyka oluşturmalarına yol açmıştı. Bu üçlü uzun bir süre Arapların gücü (Mısır), mali kaynağı (Suudi Arabistan) ve siyasal etkinliği (Suriye) olarak rol oynamıştı. Bu üçlü döneminde, daha sonra zorlamayla yaratılan bir sorun olarak Suriye’nin Iran ilişkisi çok dengeli bir şekilde, kimsenin rahatsız olmayacağı süreçler içinde sürdürülmekteydi.
Ancak Genç lider Beşşar el Esad, babasının çok bilinmeyenli denklemler içindeki usta manevralarına karşın, gelip dayatan bölge savaşlarındaki tutumlarında gösterdiği kararlılık diplomatik sınırları çok zorluyordu. Irak savaşı ve ardından Suriye’ye yönelen tehdit, Lübnan Başbakanı Hariri suikastı ve bunun Suriye’nin sırtına yıkılması, Lübnan savaşı (12 temmuz 2006) ve ardından gelen siyasal kaynamalar. Amerikanın bölgede gerçekleştirmek istediği tüm planların bir özeti olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çöküşü ve Suriye’nin bu süreçte oynadığı direnme güçleri yanlısı politikası Arap üçlünün birlikte yürümesini daha fazla kaldıramazdı. Mısır ve Suudi Arabistan’nın Suriye’den kopuşuna, daha çok Amerikan yanlısı olmalarına, direnme güçlerine karşı İsrail’den yanan tutum takınmalarına, bunun için de Iran tehlikesinin “Şii atom bombası” söylemiyle pazarlanarak, bölgeyi yeni bir saflaşmanın eşiğine getirmiştir. Bu dağılma Türkiye’nin fırsatıydı.
Bölgemizde saflaşma öylesine ayan beyan hale gelmişti ki, Amerika bile artık Türkiye halklarını aldatamayacağı bir konumlanış içinde bölgede düştüğü bataktan kurtulma çırpınışlarına, can derdine düşmüştü. Arap-İslam alemine dolaysıyla bölgemizdeki sorunlarda etkin bir rol oynamak üzere Türkiye’nin girişi önünde duran en önemli iki etkin ülkenin oluşturduğu kuşatmanın dağılması gündeme geliyordu.
BÖLGEDEN OLMAK,
BÖLGEDE AKTİF BİR UNSUR OLARAK YER ALMAK İÇİN
YENİ DÖNEM.
Suriye Türkiye’nin önünü açtı. Suriye’nin Türkiye’yle ilişkisinde üç temel sorun vardı. Su, güvenlik ve toprak sorunu.
Su sorunu basit bir anlaşmayla gerçek komşular olarak aldatmacasız adımlarla giderilebilirdi. Nitekim Demirel’in “yazın onlar bizden alırlar kışın ise biz onlara veririz” aldatmacaları üzerine kurulu dış politika demagojileri yerine iyi niyet ve komşulukla ilgili dostluk çerçevesinde bu sorun çözüldü. Suriye, Türkiye’de fazlasıyla olan Fırat nehrinden hakkı olan su miktarını aldı. 500 mtr küp/sn ve bu konu aşıldı.
Güvenlik sorunu sayın Öcalan sorunun çözülmesiyle birlikte karşılıklı olarak Adana anlaşmasıyla aşan iki ülke, topraklarında diğeri için hiçbir askeri faaliyete üs olmama kararı aldı. Türkiye’nin Müslüman kardeşlere üs olması, Suriye’nin PKK’ye üs olması olayı aşıldı.
Toprak konusu ise, karmaşık bir sorundu. Bu konuda varılan ortak algı anlaştığımız konuları öne çıkartmak anlaşmazlık konularımızı zamana erteleme yönünde sorunsuzca ele almak olarak belirlendi. Buna rağmen, bu satırların yazarının yakinen bildiği ve gözlemlediği ölçüler içinde, Suriye’nin Türkiye’den bir toprak talebi stratejisi yada politikası olmadığı yönündedir. Suriye bu yönde hiçbir zaman hiç bir çevreyle bir plan içinde olmamıştır. Hatay davasını bir kimlik, bir kültür sorunu çerçevesinde gören Türkiyeli devrimcilere karşı bile sert uyarılarla, Türkiye ilişkisinin bu nedenle zedelenmesini istenmediğini, topraklarını bunun için bir alan haline getirmeyeceğini belirtmiştir. Türkiye’den Suriye’ye akın akın gelen ticari, sosyal, kültürel etkinliklerde bu konunun esamisine bile rastlanmaması toprak konusunda Suriye’nin özgün bir plan içinde olmadığını yeterince açık etmiştir. Bu yanıyla olayı kavrayan Türkiye bu sorunu da geride bıraktığı izlenimi ortaya koymuş, iki ülke sağlıklı bir komşuluk ilişkisini yükselteme çalışmıştır.
Bu zemin üzerinde iki önemli gelişme olmuştur. Birincisi İslam Ülkeleri Konferansı Başkanlığına İhsan Ekmeleddinoğlu’nun seçilmesi olmuştur. İkincisi ise Suriye’nin Türkiye’yi, Madrid konferansından bu yana 16 yıldır kesik olan barış görüşmelerine Türkiye’yi aracı rolü oynamak üzere sürece katmasıdır. Bu adımlar Türkiye’nin hiçbir hükümeti tarafından kazanılmamıştı. Erdoğan hükümetinin yapısal verileri, kadroları, bölgeye ilişkin algıları ve kültürel etkinlikleriyle dini parametreleriyle bu sürece en uygun özelikleri gösteriyordu. Nitekim süreç Erdoğan’a bu fırsatı sağladı ve bu konuda önemli adımların atıldığı gözlemlendi.
Erdoğan geleneğinden geldiği Erbaka’nın İsrail’le ilişkilerde kırdığı potların riskleri altında yürüdü. Mısır ve Suudi Arabistan kaynaklı geniş bir alan ve çevrenin içsel tepkileri, rekabetin verdiği itimlerin de tehlikesi altında süreçte bir tırmanma yönelimi içindedir. Gazze’ye karşı İsrail savaşı Türkiye’yi ve Erdoğan hükümetinin politikasını sınamak için iyi bir fırsat yaratmıştı. Türkiye bölgenin gerçekçi bir yerli unsuru olduğunu göstermek için, ABD politikalarına ve İsrail’e terörüne karşı, geçmiş Türkiye hükümetlerinin “diplomatik tarafsızlık” gibi onursuz ve erdemsiz siyasetlerinden kopmaya çalıştığını göstermesi için bir fırsat doğmuştu. Nitekim, bu adımı atmaktan çekinmemiştir. En azından Arap alemine önemli bir mesaj olarak yansıtmıştır. Gazze’de İsrail terörünün yaptığına en şiddetli tepkiyi Türkiye gösterdi. Bu adımlar geçmişte kalan Kukla Türkiye algılarını değiştiriyordu. Elbette ki bu algılar hala eski dirilikleriyle mevcuttur ve bir kırılma anında çok daha derinlemesine etki yapacak olumsuzlukları da içinde barındırmaktadır. Türkiye bölgede yer almak istemesin kendi bağımsız kararıyla, ülke ve halklarının bağımsız çıkarlarıyla belirledikçe bu süreçte aşılabilecektir.
Davos’taki söz düellosu bu gelişmeler üzerine gelip oturunca bir yapı taşı daha örülmüş olundu. Türkiye’nin bölgede oynayacağı rolün bir kukla rolü olmaması gerektiği bir kez daha ülkemiz halklarının gözü önünde belirginlik kazanıyordu.
Erdoğan’a puan kazandıran bu tutumlar Arap aleminin günlünü fetheden bir Türkiye imajına hizmet ettiği kadar, Türkiye halklarının bölgede hakkettiği tutumların ne olduğuna da bir gönderme sayılabilir. Ancak bunun gerçekliğini zaman sınayacaktır. Halkların birbirine inanması birkaç parlak sözle gerçekleşmez. Tutumların gerçekçi olması, bir devlet politikası haline gelmesi ve sürekliliğinin olması gerek.
AKP ve bu devlet bunu başaramayacaktır. Objektif verileri bu tutumların arkasında durup, kararlıca savunup, sürekli kılacak durumda değildir. Dünya saflaşmasında ekonomik ve siyasal olarak alınan yer bu devlete ve bu hükümete bu konuda kararlı olacak kadar şans tanımamaktadır.
Bu açıdan bakınca böylesi olumlu tutumlara bir gerekçe bulup karşı çıkmak anlamlı değildir. Tersine bu tutumları sürekli kılmak, derinleştirmek yönünde baskı yapmak doğru tutum olacaktır. Çünkü olumlu tutumları sürdüremeyenlerin çehresi kısa sürede açığa çıkacaktır. Olumlu tutumların gerektirdiği pratik adımları atamayan, onlarla ilgili yaptırımları gündeme koyamayanların açığa çıkması gündeme gelecektir.
Doğru takınılan tutumların, bir gösteri tutumu olup olmadığı sınanmalıdır. Böylesi tutumların gerektirdiği sürekliliği ve mantıki sonuçları, fiilleri ortaya koyamayanların sahtelikleri kamuoyu önünde deşifre olacaktır.
Bu ise halkamızın gerçekleri görmesi, kimlerin doğru tutumlarla nereye kadar yürüyebileceğini bilmesi açısından önem taşımaktadır. Bu açıdan, olumlu tutumlara tepki göstermek anlamlı değildir diyorum. Tersine bu tutumların arkasını getirmek için peşininin bırakılmaması gereklidir. Siyasi mücadelenin görevi de budur.
Erdoğan’ın bir süredir geliştirdiği ve olumlu yansımaları olan tutumları, bin bir bağla batıya bağlı olan verileri içinde kararlılıkla sürdürmesi ve bunların gerektirdiği derinliği sağlaması çok zordur. Bu tutumlar belli bir süreci geçiştirme, yaklaşan seçimlerde puan artırma, komşular üzerinde egemenlik taslama aracına yönelik olarak yapılıyorsa bunun sonucu büyük bir yıkım olacaktır. Türkiye bir türlü toparlayamadığı şüpheli konumuna bir kez daha batacaktır. AKP yönetimi bölge politikasında bu kırıma noktasında yürümektedir. Bunu aşması da çok güç görülmektedir.
Türkiye’nin anti-demokratik devlet statüleri, bu riski artıran birer etmendir. İçte halkına her türden zorbalığı yürüten bir devletin dış politikasında parlak demeçler veren siyasileriyle bir yere ulaşması güçtür. Ülkemizin dış politikada aşması gereken en önemli sorunda buradadır. İçte halklarının özgürlük ve demokrasi ihtiyaçlarını karşılamamış bir devlet ve onun hükümetleri dış politikada tutarlı olmaları mümkün değildir.
Türkiye’nin ne liderlik ne de yeni Osmanlıcılık yönelimlerine ihtiyacı vardır. Türkiye iç sorunlarını aşacak daha çok özgürlük ve demokrasi süreçlerine ihtiyaç duyduğu kadar, bölgede de eşit taraflar olarak tüm komşularıyla demokratik bir ilişkiler çerçevesinde, barış içinde herkesin kazandığı bir sürece ihtiyacı vardır. Bunun içinde bölgeye yönelik emperyalistlerin tasallutlarına karşı dayanışmayı hedeflemesi gerekmektedir. Bu politik perspektifi olmayanların yaptığı olumlu çıkışlar arkasında durulamayan göz boyama çıkışları olarak algılanacaktır.
BÖLGENİN SON VERİLERİ
Bölge önemli bir dönemecin eşiğindedir. Bir sathı mail halindedir. Bölgenin son kesitinde ortayla çıkan her bir olayın hızla dönüştürülebilir olması için süren etkin çabalar bulunmaktadır.
İsrail’in Gazze’ye yönelik kıyım savaşı, 27 Aralık 2008’de başladı. Aceleleri vardı. 21 Ocak 2009 da Obama, Bush yerine yönetime geliyordu Bu süreyi sonuna kadar kullanmayı deneyecekti ve ayrıca seçim dönemi başlamak üzeriydi.
Mahmut Abbas, Filistin özerk yönetimi başkanlığı süreci bitmek üzereydi ve nitekim Gazze savaşı sürecinde de bitmiş (10 Ocak 2009 tarihi itibariyle) yetkisiz bir konumda koltukta oturur hale gelmiştir. Filistin genel seçimleri yaklaşmış, bunun direnme güçlerine katacağı taze güç ve yetkilerin olduğu belirgin hale gelmiştir.
Lübnan seçimleri, Lübnan siyasal dengesini direnme güçlerinin lehine derinden değiştireceği de bilinmektedir. Tüm veriler Lübnan’ın bölgede Mısır, Suudi Arabistan ve ABD etkisinden tamamen çıkacağını göstermektedir.
Irak seçimleri, emperyalistlerin bu ülkeye dayattıkları olumsuzluklardan sıyrılmak için atılmış bir adım olacağı ve yeni denem için bölgede daha sağlıklı amerikancı dayatmalardan daha uzak bir Irak7ın doğması için kapı aralayacağını göstermektedir.
Türkiye yerel seçimleri, özgürlük ve demokrasi güçleri için önemli bir atılım olanağı yaratıyor. Özellikle, Kürt halkına karşı AKP’nin takındığı tutarsız tutumlar, Ordunun pervasız zulümleri Kürdistan’da beli kırılması planlanan özgürlük hareketine, Kürt halkının gerçek temsilcilerine atılım fırsatı yaratacaktır. Bu ise AKP hükümetinin seçimlerden gerileyerek çıkmasını sağlayacak, halklarımız karşısında attığı adımların daha dengeli olması gerektiği uyarısını yapacaktır.
Ordunun siyasal imlalarının etkisizleştirilmesi, AKP hükümetinin gerilemesi ülkemiz içinde gelişecek özgürlük ve demokrasi kazanımlarının artması aynı zamanda bölgemizde oynanacak roller içinde önemli olacaktır. Bu veriler ortamında bölgemizde saflar yeniden şekillenirken, takınılacak her tutumun bölge halklarına ileteceği önemli mesajlar olacaktır.
Bu seçim süreçleri içinde bölgemiz ülke iç sorunlarını sağlıklı olarak aşmış, halkının taleplerine uyumlu dış politikalar üretebilmiş ülkelerin, eşitlik koşulunda, barış ve ortak paylaşım ilkeleri etrafında bölgemize yönelik, kıyım ve yıkım projelerinden kurtulmayı ve hep birlikte kazanma sürecine katkı sağlayabilirler.
Bölgemizin verileri kimlerin gerilediğini yeterince açık olarak göstermektedir. Emperyalistler ve onların her tür soy ve boydan işbirlikçileri büyük bir kırılma ve gerileme içindedir. İlerleyenlerde bellidir. Bölge halkları ve onların direnmede kararlı olan etkinlikleridir. Bu etkinliklerin hangi parametrelerle halkı kazandıklarının öneminden çok halkların çıkarı için sunabildikleriyle ilgili bir değerlendirme perspektiflerimizin temel yönelimlerini oluşturmalıdır. Bölgemizin dini hareketlerini bu açıdan birer siyasi hareket olarak algılamayı bilmek ve buna göre ilişkilerimizi belirlemek en sağlıklı yol olacaktır.
Dini referanslar dünyayı yorumlama ve değiştirmede tarihin hiçbir döneminde temel ölçü olarak alınmamıştır. Din referanslı her hareket tarih içinde dünyevi ölçüler içinde takındığı siyasal tutumlarla var olmuş ve buna göre yeri belirlenerek ona karşı tutum alınmıştır.
Bir dönem bu referanslarla emperyalist kuklalığını ifa edenlerin dünyevi siyasal ölçekleri gericilikti. Bugün aynı referanslarla siyasal birer hareket olarak emperyalizme karşı direnenlerin dünyevi siyasal algıları halkın çıkarlarıyla kesişmektedir. Bu ise olumludur, normaldir ve dikkate alınmayı gerektirmektedir.
Bu süreçte sol bir mevtadır. Sol politikasızdır. Boş bir çuval gibidir Ne dünya ne bölge olaylarıyla ilgili ciddiye alınacak bir söylemi yoktur. Milliyetçidir, ulusalcı verilerle, yerli yerine bile oturtamadığı, ayakları havada, soyut bir sınıf mücadelesi söylemiyle nereye gideceğini bilmemektedir. Ülkemizde sol kimliksizdir kendini artık tanımlayacak halde değildir. Farklılıklara karşı ırkçılığa varan refleksleriyle halkın dışına çıkmıştır.
Bu sol Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı milliyetçi kin duygu taşıyanlarla tıka basa doludur. Böylesi bir var oluşun halk nezdinde kıymeti itibarının olmayacağını söylemeye bile gerek yoktur. Solun ülkemiz siyasal sahnesinde yarattığı boşluğun kimler tarafından doldurulmakta olduğunu söylemek ise çok daha acıdır.
Davos’taki söz düellosunun bölgede yarattığı etkiler bu açıdan dikkatle ele alınmayı gerektiriyor. Siyasal mücadele, ortak ülke ve bölge ortamında daha iyisini yapma ve halkın daha çok kazanmasını sağlama mücadelesidir. Halkı kazanmanın yolu da buradan geçer. Dünyayı yorumlama ve değiştirme yönelimlerine inanmadığımız karşıtlarımızın halkımız için ortaya koydukları kazanımları yadsımadan, onlardan daha iyisini daha tutarlısını daha köklüce yapmak için mücadele etmeliyiz.
30 Ocak 2009
29 Ocak 2009’da Davos’ta R.Tayip Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Ş. Perez arasında sert bir tartışma gündeme geldi. Etkisi ve anısı uzun yıllar zihinden silinmeyecek bir tartışma oldu. İsrail Siyonizminin Nazi katliamlarına karşı uluslar arası bir platformda ilk kez böylesi sert bir tutumu ortaya konmaktaydı. Araplar bile böylesi bir cüreti göstermeye hiç bir zaman yanaşmamıştı. Bu tutum takınılması bölgemizde oynanmak istenen rollerle ilgili önemli mesajlar taşıyordu.
Eğri oturup doğru konuşalım. R.T Erdoğan tartışmasız doğruları dile getirdi. Ortaya koyduğu sert tutumla da samimi olduğunu yansıttı. “Diploması dili” denilen şekilsiz, onursuz, “ehveni şer”ci dilin İsrail’le ilişkide bir kıymeti itibarının olmaması da göz önüne alınınca Erdoğan’ın ortaya koyduğu tutum isabetliydi. BM kararları dahil insanlığın ortaya koyduğu hiçbir erdemli tutuma onay vermeden kendi Nazi barbarlığını her an dayatmayı bir üstünlük, “tanrının seçilmiş ulusu” olma edasıyla sürdüren İsrail’e karşı ortaya konan bu tutum, uzun yıllar konuşulacak Türkiye açısından önemli bir puan olarak ortaya konmuştur.
Erdoğan, İsrail’i doğru tanımladı; “insan katletmekte çok başarılı” olduğu belirtilerek “Gazze’de yaptığının bir insanlık suçu” olduğunu dile getirdi. “Panelde söz hakkının adil olmadığını, moderetörün Perez’e 25 dakikalık konuşma hakkı tanımasına karşın Türkiye başbakanının konuşmasını 12 dakikayla sınırlandırıldığı”nı dile getirerek tepki gösterip paneli terk etmesi, önemli bir tutumdu. Perez’in konuşmasını yüksek sesle yapmasına da değinen Erdoğan, Perez’e dönerek “sesinizin yüksek çıkması suçluluk psikolojinizle ilgilidir“ demesi. Paneli sona erdirmesi kadar dünya haber ajanslarına bomba etkisiyle inen bir veri oluşturuyordu. Bu veri haber olmanın çok ötesindeydi. Bu verinin Türkiye’nin bölgede oynamaya hazırladığı rollerle de ilgili derin bir anlama sahipti.
Bu satırların yazarı bu paneli aynı anda TV’lerden takip etmekteydi. Bu sert konuşmanın bir düello gibi olduğuna, el ve kol hareketleriyle de oldukça tırmandığına şahitti. O an vardığım sonuç bu konuşmanın Arap alemine bir bomba etkisi yaratacağını gösteriyordu. Nitekim yorumlar akıp gelmeye başlayınca yanılmadığımı gördüm. Arap haber ajansları ve TV haberleri konuyu enine boyuna uzak-yakın anlamlarıyla ela almaya başlamıştı.
İlk yorumculardan biri, aynı panelde oturan ve Erdoğan’ı konuşması dolaysıyla tebrik eden Arap birliği başkanı Amru Musa’nın neden dönüp yerine oturduğunu, neden Erdoğan’ı takip edip paneli terk etmediğini sorguluyordu. Bu nedenle de Arap birliğinin işlevsizliğine, silik varlığına ve başkanı Amru Musa’nın panelde kalmasını onursuzluk-erdemsizlik gösterisi olduğuna ilişkin sert eleştiriler yöneltiyordu. Arap halkı adına utanç verici bir tutum takınan Arap liderlerine karşı Erdoğan’nın tutumunu onaylıyordu.
Arap izleyici Erdoğan’ın tutumunda kendi onurunun, kendi içsel tepkisinin dile gelişini gördükçe okyanuslardan Hindistan’a kadar bir bütün olarak Arap ve İslam alemi içinde Türkiye’nin yeni açılımlarına önemli bir dinamik katıyordu.
Dakikalar ilerledikçe gelen yorumlar dalga dalga yayıldı. Yorumculardan biri Erdoğanı Başkanlık süresi bitmiş olan Mahmut Abbas yerine “Filistin halkının Başkanlığına aday olmasını öneriyorum” demesi, sokaklarda Türkiye lehine oluşan havayı anlatması açısından önem taşıyordu. Bölgemizin demokrasi ve özgürlük umutları açısından dini referanslı bir Başbakanın kazandığı bur prestij ciddi riskler taşımasına karşın Demokrasi güçlerinin işlevsizliği, silikliği Türkiye’yi bu güne kadar yöneten sosyal demokrat ve liberal eğilimlerin bölgemizden uzaklıkları, “bölgemizin sorunlarını bataklık” olarak adlandırıp ondan kaçışlarıyla oluşan boşluğu bu gün birileri gelip doldurduğunu gözlemliyoruz. Türkiye bölgemizdeki rolünü maalesef bu araçlarla oynamaya yelken açmış durumdadır.
Davos hadisesinin yorumlarında farklı seslerde yükseliyordu. İnal Batu gibi soğuk savaş dönemi diplomatlar “sözleri doğru olmasına karşın yöntemi yanlıştı” diye yorumladılar. Bu tür yorumlar “Diplomatik dil”, pragmatizm, mutedil olmak, arada bulunmak kimseden yana tutum takınmamak gibi, şekilsiz erdemsiz onursuz arada kalmakla zalimi mazluma karşı yalnız bırakan, insanlık erdeminin her boyutuyla çirkin bir çatışma halindeki tutumlar bir ülkenin kendi bölgesinde yabancılaşmasından başka bir şey getirmez. Sosyal demokratların, ulusalcı, ilkel milliyetçilerin yönelimlerini belirleyen bu tutumlar, güç karşısında teslimiyetin tutumları olarak belirmiştir. Soğuk savaş döneminin Persleri altında arada kalmakla sorunlu süreçlerden sorunsuz kurtulmayı amaçlamıştır. Ancak bu tutumlar sonuçta Güçlünün tutumlarını onaylamaktan öteye bir sonuç getirmemiştir. Bu da tüm soğuk savaş dönemi boyunca Amerikanın kuklalığı demekti. Ülkemizin soğuk savaş dönemi boyunca oynadığı rolü hatırladığımızda bunun ne kadar gerçek olduğunu anlamak zor olmayacaktır.
Bu tür yorumlar, bölgemiz saflaşmasında çirkin bir tarzda Siyonist İsrail devletinin terörü, Nazi katliam yöntemlerinin yanında olmak demektir. Nitekim solun her soy ve boyunda belirmeye başlayan Siyonistler bunu seslendirmekten geri kalmamaktadırlar. Sosyal demokratların tarihi ise bu konuda sabıkalarla doludur.
Erdoğan’ın gösterdiği tutum gerçekte Türkiye halklarının dile getirmek istediği tutumdur. Bunu her ne amaçla olursa olsun her Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının yaması gerekmektedir. Bu güne kadar bunu sol referanslı kimsenin yapamaması gerçekte solu ile bölgemiz ve sol ile ülkemiz gerçeği arasında bulunan derin fay hatlarına bir işarettir ki. Bu konu sol halkan kopuk bir kadro hareketini ötesine geçirmeyen özelliklerine de işaret gibidir.
Türkiye halkının ya da onun adına seçilmişlerin alması gereken onurlu davranışın hiçe sayan yorumlar, İsrail-Arap sorununun anlam ve mahiyetini olduğu kadar bundan mütevellit saflaşmada ülkemizi küçük düşüren bir yerde bulunmaktadır. Bu yanlış tutumlar ülkemizin bölgede hakkettiği rolü kısırlaştırmakla kalmıyor sol içinde Siyonistlerin düz alan üzerinde halklarımızın çıkarlarına aykırı olan İsrail’i aklama yönelimlerine daha da eğilimli olmalarını getirmektedir. Gerekçesi cürümünden büyük olan dini referanslı yönetimlerin desteklenmesi yerine ortaya sergilenmek istenen bu tutumlar, kendi yetmezliklerini, kendi eğri duruşlarını ve işlevsizliklerini, bölge ve halkımız nezdindeki sorumsuzluklarını örtmekten başka bir anlama da sahip değildir.
Paneli terk eden Erdoğan ardından bir basın toplantısı yaptı. Orada da görüşlerini tekrar etmekten çekinmedi ve İsrail’i bir kez daha “insanlık suçları işlemek”le itham etti. Devamla da “Tarihin ve siyaset biliminin Perez’i yalancı çıkardığını” dile getirdi.
Gece boyu süren gelişmeler, Siyonist İsrail Cumhurbaşkanı Perez’in, Erdoğan’ı telefonla arayarak bu tırmanışı yatıştırmak üzere özür anlamana gelen “iki ülkenin ilişkilerinin bu tartışmadan yara almaması dileğini” belirttiği dile gelmiştir.
Bu gelişmeler 30 Ocak 2009 tarihi sabah itibariyle, Erdoğan’nın İstanbul’a dönüşü ve kendi çevresinden insanlar tarafından coşkuyla karşılanması, haber ajanslarına “Davos fatihi” olarak övülmesi, gerçekte bölgemizde Türkiye’nin oynamak istediği rol için önemli bir kazanç olarak gündeme gelmiştir.
Bu gelişmeler ülkemiz demokrasi güçlerinin hoşnut olacağı gelişmeler değildir. Ancak demokrasi güçlerinin ektiklerini biçmekte oldukları gerçeği, halkın iradesi karşısında onarılması güç gerilemeleri, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken veriler olduğunu göstermektedir.
Bu noktada olayın haber yönü bitmiştir.
SOĞUK SAVAŞTAN BU GÜNE
BÖLGEDE TÜRKİYE’NİN ROLÜ
Bu haberin arka palında, daha sonra gelecek çok önemli etkilerin bulunmaktadır. Bunların başında da hızla önemsenmeye başlanan, Türkiye’nin bölgede oynamak istediği rol ve bunun gerektirdiği tutumlar bulunmaktadır.
Bölgede Türkiye’nin rol oynama çabaları eskiyi dayanır. Osmanlı egemenlik yıllarının işgal ve istilalarla süren varlığı bir yana, Osmanlının son dönemleri bölgede oynanmak istenen rolle ilgili girişimlerin her zaman “İslam birliği” adı altında ve İslamcı referanslarla olduğu görülmüştür. Bu bir yanıyla zorlama bir yanıyla da bölge gerçekliğinin verileriyle belirlenmiş bir güzergah gibidir. Dün olduğu gibi bu günde aynı güzergah üzerinden yürünmekte, birileri bir koltuk değneğiyle bir yerlere ağır aksak da olsa yürümek durumunda olmaktadır.
Bir başlangıç noktası olması itibariyle bu çabaları Osmanlının I. Dünya savaşına girişine neden olan Osmanlı Alman gizli anlaşmasıyla başlamayı uygun gördüm.
1996 yılında basına yansıyan bu gizli anlaşma 10 Kasım 1914 tarihi taşımaktadır ve Almanya’nın Osmanlıya vereceği 5 000 000 ( beş milyon) Mark, düşük faizli kredinin 5 maddesini içermektedir. Anlaşma, Alman tarafı adına Dar Saadet (Osmanlı) sefiri Baron Wagenheim ile “Hüküme-i seniye-i Osmaniye nam ve hesabına hareket eden Edirne Mebusu, Dahiliye Nazır Vekili Talat Beyefendi Hazretleri”nin imzasını taşımaktadır.
Bu anlaşmada iki dost ülkenin karşılıkla kredi alış verişi dışında hiçbir belirti yok ama anlaşmanın ertesi günü 11 Kasım 1914 tarihiyle birlikte gelen “Cihad-ı Ekber” fetvası, bu alış verişin hiçte masum olmadığını gösterdi. Osmanlı savaşa giriyordu ve cihad çağrısını şeyhülislam aracılığıyla bir fetvayla onaylıyordu. Padişah V. Mehmet han, “orduma, Donanmama ..” diye başlayan fetvası İslam alemini halife sıfatıyla bu savaşta Alman imparatorluğunun arkasında, İngilizlere karşı savaşa çağırmaktan başka bir şey değildi. O gün buna “Alman malı cihad “ adı verilmişti.
Fetvanın yazımında Teşkilatı Mahsusiye’nin önemli bir elamanı yer almıştı. O da Saidi Nursi idi. Alman taraftarlığı öyle bir boyuttaydı ki İmparator II. Wilhelm İslam aleminin korucusu hatta gizli Müslüman olarak propaganda edilmesi gündeme gelmekteydi. Bu çevrenin içinde İstiklal marşı yazarı Mehmet Akif’in, Almancılığı şiirlerine öylesine sinmiş öylesine ağdalı hale gelmiş ki daha sonra yazdığı istiklal marşında yer alan “ korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” dediği şey, alman övgüsü karşısında hafif kalan bir tanımlamaydı.
Osmanlı yıkıldı. Bu çabaları da sonuçsuz kaldı. İslam alemi 20.yy değerleriyle ulusal bir uyanış ve özgürlük mücadelesi sürdürdü. İngiliz Fransız etkisiyle de olsa bunun için adım attı. Osmanlı aklı bunu bir ihanet arkadan vurma olarak dile getirdi bunun izlerini de bu güne kadar böylece taşıyıp durdu; “Araplar hain millet, arkadan hançer vuranlar” diye aşağılandı. Oysa Araplarında tarih sahnesinde, tarihlerinden gelen yoğunluklarıyla bağımsız yaşama hakları vardı ve bu hakları elde etmek için her yolu seçme özgürlüklerini kullanmalarına kimsenin bir kulp takmaması gerekirdi. İslam’ı siyasetlerinin aracı olarak kullanmak isteyenlere, bir başka alandan aynı yöntemle cevap verilmişti. Osmanlının alman cihadına, İngilizlerin Arap cihadı karşılık düşmüştü. Birine hak olan diğerine neden hak olmasın…
Bu süreç II. Dünya savaşı arifesinde de yeniden küllerinden doğup pazarlanmaya başlandı. Alman Nazi hareketinin yükselişini takiben dünyada yaygınlaşan dini algılar, vekalete tanrından alınmış “misyonlar”a destek olarak kendini gösterdi. Hitlere Katolik kilisenin başı Papa XII. Pius tarafından sunulan destek, İspanya’da Franko kuvvetlerinin kutsanması, Kudüs Müftüsü Hacı Emin el Hüseyni’nin İngilizlerin Yahudi yerleşimcilere çanak açan tutumuna karşı gösterdiği tepki, kaçışı ve Hitler Almanya’sına sığınarak fetvalar yapması, Türkiye’de aynı süreçte Cevat Rıfat Atilhan gibilerin Nazi yanlısı çabalarıyla oluşun b.ir tablo vardı. Bu tabloda Türkiye Alman esintisi inanç düşmanlıkları ve etnik düşmanlık birlikte yürüyordu. Türkiye ikili oyununda, emperyalist çıkarların petrol alanlarının denetimi için bölgemizde sürdürdüğü ayrışmada din yine en önde yürüyen bir siyasal araç olmuştu.
Ancak bölgemiz İngiliz ve Fransız mandası altında Türkiye’ye bırakacağı bir rol yoktu. Bu sürede Türkiye’nin dini aracını içte en pervasız yöntemlerle kullandığına tanıklık yapmaktayız. Bu süreç II. Dünya savaşı sonrası bardaktan boşalırcasına ortaya konmaya ve bölge üzerinde süre giden emellerin çatışması olarak belirlemeye yöneldi. Bu dönem 1990’lara kadar sürecek soğuk savaş dönemiydi.
Türkiye orta-doğuda rol oynaması çok güç bir ülkedir. Bunun derin tarihi nedenleri 400 yıllık feodal bir barbarlığın bölgeyi karanlık ortaçağ yöntemleriyle hükmü altına almış olmasından ve Arap uyanışının temsil edildiği Mısır gibi bir ülkeyle olan kadim sürtüşme ve rekabetinden kaynaklanır. Kavalalı M. Ali paşa ve oğullarıyla olan sert rekabet süreci Osmanlı’nın son döneminde bölge üzerindeki etkisinin önemle kırılmasını getirmiştir. Osmanlı sonrası süreçte ise bu kırlıma devamla I. Dünya savaşı ve sonrası, II dünya savaşı ve sonrası soğuk savaş sürecinin tümünde kendisini açıkça belirginleştirmiştir.
II. Dünya savaşı sonrası soğuk savaş ortamı Türkiye için çok daha talihsiz bir dönemdi. İkinci dünya savaşı öncesinden başlayan anti-komünizm çabaları “Dinler arası diyalog” adı altında ve “tek dünya devleti” söylemleriyle iç içe yürümüştür.
Bu adamın isim babası, Kasım 1933 – Mayıs 1936 yılları arasında Amerika’nın Rus büyük Elçiliği görevini gören ve “Soğuk Savaş” önermeleriyle, II. Dünya savaşı sonrası dönem dünya ilişkilerini belirleyin siyasal yönelimlerin öncülüğünü yazdığı “The Great Globe İtself” adlı kitabıyla yapana William Christian Bullitt’tir.
Sovyetlerin bir yeşil kuşakla İslam kuşatması altına alınması ve bu amaçla “dinler arası diyalog” söylemleriyle gerektiğinde İslam ordularıyla ezilmesini ön görmekteydi. Tanrının yeryüzündeki emirlerini artık Amerika icra edecektir. Tüm dinlerin önderidir Amerika. Tanrı tanımaz komünizmi yeryüzünden silip atmak için dünyayı tek bir “federal dünya devleti“olarak algılamak ve bunun içinde ulusal ve bireysel her şeyi eritmek gereklidir. Bullitt, “Üçüncü dünya savaşı Orta-doğuda çıkacaktır” dedikten sonra, Hitleri tanrı adına kutsayıp destekleyen Papa XII.Puis’in savaş sonrası Amerika’yı kutsayan şu sözlerini öne çıkarıyordu. “ Amerikan milleti parlak atılımlar yapmak için yaratılmıştır. Tanrı acı çeken insanlığın yazgısını Amerikalılara emanet etti” ( W.C.Buillitt. Age)
Bu mantık Türkiye için bölgesel dini bir federasyon öngörmüştür. Bu ise Türkiye cumhuriyetinin Yeni Osmanlı olmasından başka bir şey değildi. Bullitt’in temel görüşleri sonraki tüm ABD yönetimleri tarafından bin bir gerekçeyle dayatılan bölgenin kontrolüyle ilgili biçilen rolü bu doğrultuda seyretmiştir.
Bu çabaların sivil alandaki destekleri de Hitlerin Nazi girişimlerini desteklemek üzere yola çıkanların çabalarıyla yürümüştür. 1930 Amerika’sında Evangelist Oxford Grup lideri Rahip Frank Buchman, Hitler’in başarısı için çırpınan ve Amerika’nın zenginlerini bu yönde sivil etkinlik olarak istihdam edenlerin başında geliyordu. “ Manevi silahlanma” bu çevrenin stratejisiydi. Hedef dünyanın tüm dinlerini bir araya getirip komünizm tehlikesine karşı savaşa sürmekti. Bu savaş enerji yollarının korunma altına alınması, enerji kaynaklarının emin bir şekilde emperyalist ülkelere taşınması ve bunun için dünyanın tüm dinlerinin tanrıdan aldığı vekaleti öne sürmekti.
Bu sürece Türkiye en erken çekilen ülkeydi. Hitler hayranı Rahip Buchman yakın arkadaşı Mehmet Emin yalman ve fener Patrik’i Atenagoras’nin Eyüp camine gidip dua etmeleriyle başlatılan “Manevi seferberlik” bu sürecin hangi teamüllerle yürüyeceğine işaret ediyordu. CHP İnönü önderliğinde 1947 yıllarında okullarda din dersi eğitimiyle ilgili hazırladığı tasarı, 27 Aralık 1949 tarihinde Amerika ile Türkiye arasında imzalanan “kültür anlaşması” ardından, 1 Mart 1950 yılında TBMM’den geçerek onaylanır. Süreç artık engelsiz tırmanacaktır.
Evangalistlerin ışık evleri, Fethullah Güven’in Nurculuğundaki “Nur” evleriyle kesişerek, “Komünizmle Mücadele Cemiyeti” (1963) “dinler arası diyalog”ların ne işlevler için çalıştığını gösteriyordu.
Şeyhliği 1930’da ölen Küçük Hüseyin Efendi’den Arusi şeyhi Ömer Fevzi Mardin (görüşlerini daha çok, Münir Ertegün, Rauf Orbay, Fevzi çakmak gibi yüksek bürokratlar arasında yayıyordu) Avengalist kilise rahiplerine benzeyen modern giyimli din adamları olarak Amerika için şunları yazıyordu: “ Yeryüzünde barış ve insanların kurtuluşu işini Amerika üzerine almış, Allah’ın birlik bayrağını çekerek Miletlerin kurtuluşuna çalışıyor…
Müslümanlık devrinin bugün faal görevlerini bu varlıklı, imkanlı millet Amerikalılar üzerine almış bulunuyor. Çünkü Allah onları bu işe seçmiş, hazırlamış ve harekete geçirmiştir.” (6 Eylül 1946 tarihli bir mektubundan. Aktaran Cengiz Özakıncı “ Türkiye’nin Siyasal İntiharı ‘Yeni-Osmanlı’ tuzağı. s: 112-113)
Bu çevrenin Amerikancılığı “Mesih=Amerika” denklemine kadar uzanmış ve bu yolda, “Varidat-ı Süleyman” adlı bir semavi kitap daha ihdas ederek Enis Behiç Koryürek peygamber bile ilan edilmiştir. Bu sahte peygamberler devri böylece açılarak bu güne kadar gelen bir dizi soytarının kendini Peygamber olarak ilan etmesine kapılar aralanmıştır.
DP dönemi bu süreci sonuna kadar zorlayacaktır. Said-i Nursi’nin 12 Nisan 1957’de Cumhuriyetin kuruluş palanına tamamen aykırı olan bir askeri birliğinde kurulacak olan “tugay Camii”ne temel atması için daveti din algılarının hangi yönde nereye kadar vardığına önemli bir işarettir. Bu süreci doğal olarak bölgede üstlenilen siyasal, askeri ve sosyal rollerde takip ediyordu. Türkiye’ye biçilen yeni Osmanlıcılık rolü tüm çirkinliğiyle kendini gösterdikçe, bölge halklarının Türkiye’yi bölgenin bir yerli varlığı olmaktan çok bir diş işgalci ve tehlikeli varlık olarak algılaması tüm çıplaklığıyla görünüyordu.
İsrail’i ilk tanıyan ülkeler arasında Türkiye’nin olması, İsrail’le süren gizli ilişkiler ve anlaşmaların ardı sıra yapılması, 1958 Lübnan iç karışıklıklarında İncirlik üssünün Arap halkının çıkarlarına aykırı olarak kullanılması, bunun İsrail Arap savaşlarında kaba ve hoyratça bir taraflılıkla devam etmesi. Cezayir sorununda Fransız tarafında yer alınması, Sadabat paktı, SENTO gibi bölgede emperyalizmin uşaklığından başka bir anlamı olmayan ittifakların başrol oyunculuğuna bir kukla olarak soyunmak. Bu ve benzeri konumlar Ülkemizi bölgemizin gerçeğinden koparan kendi çıkarlarına da aykırı, tarihine, gelecek nesillere miras bırakacağı her türden değere bir ihanet olarak ortaya konmuştur. Bu süreçte Komünizme karşı olmak adına, kurulan üsler, casus uçaklarının platformu olmak, ordu ve yönelimlerini bu çerçevede stratejik olarak yönlendirmek ve bundan kaynaklanan sonuçlar konumuz dışı olması itibariyle üzerinde tekrardan durmayacağız.
Bu tehlikeli sürecin son halkaları 1980 sonrası dönemlerde geliştirilmiş, 2003 Irak işgaliyle oluşan yeni bölge konjonktürünün aldatıcı etkileri altında ise bir intihar girişimi olarak yeni Osmanlıcılık parlatılmaya çalışılmıştır. Bölgenin haritası yeniden çizilecek, yeni, küçük ve daha çok devlet ortaya çıkacaktır. Bu süreçte “Türkiye bir koyup üç almalıdır” denilmiştir. Bu siyasetler Türkiye’yi bu süreçlere kışkırtanları bile ürkütecek bölge halklarının tepkisiyle karşılaşmıştır: bu açıdan Amerika başta olmak üzere tavşana kaç tazıya tut siyasetiyle ikircimli oyunlarla Ülkemizin bölgeden alabildiğine koparılmaya, tarihten inanç birliğinden gelen etkinliklerini sıfırlamaya çalışmıştır.
Türkiye’yi bölge gerçeğinden koparım pompalanan vehimlerle onu “lider” edalarına sürükleyerek altını boşaltan emperyalist siyasetler, Türkiye’yi bölgenin bir düşmanı, bir kukla olarak lanse etmekten başka bir işe yaramamıştır. Bu süreçte ulusalcıların, sosyal demokratların batı ya teslim olmuş ruhları ve ondan üreyen parametreleri Türkiye’yi bölgenin yabancısı olma konusunda uğradığı tecridi katmerleştirmiştir. Türkiye, bölgede hiçbir rol oynayamaz yabancı kuklası bir ülke olarak görülmüştür.
Türkiye’yi bu konuma iten Amerika’ydı. Amerika kendi kuklasının tecridini derinleştirirken Arap alemi içinde böl yönet yöntemleriyle yandaş topluyor bu yandaşlar da Türkiye’yle hiçbir zaman barışık olmayan Arap ülkelerinden oluşuyordu. Çirkef bir politikanın girdaplarına alınmış olan ülkemiz ardı sıra gelen hükümetlerin basiretsizliğiyle bu batağın daha çok yaygınlaşmasına emperyalistler adına hizmet ediyordu. ABD Araplarla derin bağlar kurdukça tanık olduğu tepkiler, Türkiye’ye Araplarla ilgili bir önderlik rolünün verilemeyeceğine kesin kanatlar oluşturuyordu. Bu eğilim mısır ve Suudi Arabistan gibi gericiliğinde çıkarına ve rağbetlerine cevap veren özeliktedir. Bu yanıyla Türkiye’nin bölge sorunlarında yer almasına kırmızı bir sınır oluşturulmuştu ve bu sınır bu ülkelerce hala yürürlüktü olmaya devam etmiştir. Kuklalara bölgede yer yoktu bunu yine kuklalar söylüyor ve hayata geçiriyordu. ABD İsrail’in kararlı savunucusu olarak Arap alemine çektirdiği acılara rağmen Türkiye’nin bu kuşatmayı kıracak kadar ileriyi görebilecek bir diplomasisinin olmaması ülkemizin düştüğü gülünç kısırlıklara da bir göstergedir. Soğuk savaş diplomasisi işte tas tamam budur. Davos’taki söz düellosuyla ilgili sosyal demokrat diplomatların yorumları bu dönemden çıkmamış düzeysizlikleri gösteriyordu.
Bu makus kadere boyun büken ülke, bir savaş tehlikesi ardından kendine gelmeye yöneldi. Sayın Öcalan’ın Suriye’den çıkışıyla başlayan süreç, Hafız El Esad’ın ölümünü fırsat görerek teziyeye koşulması Türkiye’nin bölgede kendine farklı bir rol aramasıyla önemli bir boyut kazanmıştır (bu konuyu Türkiye-Suriye ilişkiler adlı makalemde tüm yönleriyle irdelemeye çalıştım bkz. http://www.mirural.blogspot.com/)
Hafız el Esad döneminin dengeleri değişmişti. Hafız el Esad döneminde bir general olan Hüsnü Mübarek Mısırın başına, Enver Sedat’ın ölümüyle birlikte geçişi, Suudi Arabistan’da kral Fahd’ın hastalığı süresince veliaht Abdullah’ın Suriye’yle iyi ilişkileri Arapların etkin bir troyka oluşturmalarına yol açmıştı. Bu üçlü uzun bir süre Arapların gücü (Mısır), mali kaynağı (Suudi Arabistan) ve siyasal etkinliği (Suriye) olarak rol oynamıştı. Bu üçlü döneminde, daha sonra zorlamayla yaratılan bir sorun olarak Suriye’nin Iran ilişkisi çok dengeli bir şekilde, kimsenin rahatsız olmayacağı süreçler içinde sürdürülmekteydi.
Ancak Genç lider Beşşar el Esad, babasının çok bilinmeyenli denklemler içindeki usta manevralarına karşın, gelip dayatan bölge savaşlarındaki tutumlarında gösterdiği kararlılık diplomatik sınırları çok zorluyordu. Irak savaşı ve ardından Suriye’ye yönelen tehdit, Lübnan Başbakanı Hariri suikastı ve bunun Suriye’nin sırtına yıkılması, Lübnan savaşı (12 temmuz 2006) ve ardından gelen siyasal kaynamalar. Amerikanın bölgede gerçekleştirmek istediği tüm planların bir özeti olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çöküşü ve Suriye’nin bu süreçte oynadığı direnme güçleri yanlısı politikası Arap üçlünün birlikte yürümesini daha fazla kaldıramazdı. Mısır ve Suudi Arabistan’nın Suriye’den kopuşuna, daha çok Amerikan yanlısı olmalarına, direnme güçlerine karşı İsrail’den yanan tutum takınmalarına, bunun için de Iran tehlikesinin “Şii atom bombası” söylemiyle pazarlanarak, bölgeyi yeni bir saflaşmanın eşiğine getirmiştir. Bu dağılma Türkiye’nin fırsatıydı.
Bölgemizde saflaşma öylesine ayan beyan hale gelmişti ki, Amerika bile artık Türkiye halklarını aldatamayacağı bir konumlanış içinde bölgede düştüğü bataktan kurtulma çırpınışlarına, can derdine düşmüştü. Arap-İslam alemine dolaysıyla bölgemizdeki sorunlarda etkin bir rol oynamak üzere Türkiye’nin girişi önünde duran en önemli iki etkin ülkenin oluşturduğu kuşatmanın dağılması gündeme geliyordu.
BÖLGEDEN OLMAK,
BÖLGEDE AKTİF BİR UNSUR OLARAK YER ALMAK İÇİN
YENİ DÖNEM.
Suriye Türkiye’nin önünü açtı. Suriye’nin Türkiye’yle ilişkisinde üç temel sorun vardı. Su, güvenlik ve toprak sorunu.
Su sorunu basit bir anlaşmayla gerçek komşular olarak aldatmacasız adımlarla giderilebilirdi. Nitekim Demirel’in “yazın onlar bizden alırlar kışın ise biz onlara veririz” aldatmacaları üzerine kurulu dış politika demagojileri yerine iyi niyet ve komşulukla ilgili dostluk çerçevesinde bu sorun çözüldü. Suriye, Türkiye’de fazlasıyla olan Fırat nehrinden hakkı olan su miktarını aldı. 500 mtr küp/sn ve bu konu aşıldı.
Güvenlik sorunu sayın Öcalan sorunun çözülmesiyle birlikte karşılıklı olarak Adana anlaşmasıyla aşan iki ülke, topraklarında diğeri için hiçbir askeri faaliyete üs olmama kararı aldı. Türkiye’nin Müslüman kardeşlere üs olması, Suriye’nin PKK’ye üs olması olayı aşıldı.
Toprak konusu ise, karmaşık bir sorundu. Bu konuda varılan ortak algı anlaştığımız konuları öne çıkartmak anlaşmazlık konularımızı zamana erteleme yönünde sorunsuzca ele almak olarak belirlendi. Buna rağmen, bu satırların yazarının yakinen bildiği ve gözlemlediği ölçüler içinde, Suriye’nin Türkiye’den bir toprak talebi stratejisi yada politikası olmadığı yönündedir. Suriye bu yönde hiçbir zaman hiç bir çevreyle bir plan içinde olmamıştır. Hatay davasını bir kimlik, bir kültür sorunu çerçevesinde gören Türkiyeli devrimcilere karşı bile sert uyarılarla, Türkiye ilişkisinin bu nedenle zedelenmesini istenmediğini, topraklarını bunun için bir alan haline getirmeyeceğini belirtmiştir. Türkiye’den Suriye’ye akın akın gelen ticari, sosyal, kültürel etkinliklerde bu konunun esamisine bile rastlanmaması toprak konusunda Suriye’nin özgün bir plan içinde olmadığını yeterince açık etmiştir. Bu yanıyla olayı kavrayan Türkiye bu sorunu da geride bıraktığı izlenimi ortaya koymuş, iki ülke sağlıklı bir komşuluk ilişkisini yükselteme çalışmıştır.
Bu zemin üzerinde iki önemli gelişme olmuştur. Birincisi İslam Ülkeleri Konferansı Başkanlığına İhsan Ekmeleddinoğlu’nun seçilmesi olmuştur. İkincisi ise Suriye’nin Türkiye’yi, Madrid konferansından bu yana 16 yıldır kesik olan barış görüşmelerine Türkiye’yi aracı rolü oynamak üzere sürece katmasıdır. Bu adımlar Türkiye’nin hiçbir hükümeti tarafından kazanılmamıştı. Erdoğan hükümetinin yapısal verileri, kadroları, bölgeye ilişkin algıları ve kültürel etkinlikleriyle dini parametreleriyle bu sürece en uygun özelikleri gösteriyordu. Nitekim süreç Erdoğan’a bu fırsatı sağladı ve bu konuda önemli adımların atıldığı gözlemlendi.
Erdoğan geleneğinden geldiği Erbaka’nın İsrail’le ilişkilerde kırdığı potların riskleri altında yürüdü. Mısır ve Suudi Arabistan kaynaklı geniş bir alan ve çevrenin içsel tepkileri, rekabetin verdiği itimlerin de tehlikesi altında süreçte bir tırmanma yönelimi içindedir. Gazze’ye karşı İsrail savaşı Türkiye’yi ve Erdoğan hükümetinin politikasını sınamak için iyi bir fırsat yaratmıştı. Türkiye bölgenin gerçekçi bir yerli unsuru olduğunu göstermek için, ABD politikalarına ve İsrail’e terörüne karşı, geçmiş Türkiye hükümetlerinin “diplomatik tarafsızlık” gibi onursuz ve erdemsiz siyasetlerinden kopmaya çalıştığını göstermesi için bir fırsat doğmuştu. Nitekim, bu adımı atmaktan çekinmemiştir. En azından Arap alemine önemli bir mesaj olarak yansıtmıştır. Gazze’de İsrail terörünün yaptığına en şiddetli tepkiyi Türkiye gösterdi. Bu adımlar geçmişte kalan Kukla Türkiye algılarını değiştiriyordu. Elbette ki bu algılar hala eski dirilikleriyle mevcuttur ve bir kırılma anında çok daha derinlemesine etki yapacak olumsuzlukları da içinde barındırmaktadır. Türkiye bölgede yer almak istemesin kendi bağımsız kararıyla, ülke ve halklarının bağımsız çıkarlarıyla belirledikçe bu süreçte aşılabilecektir.
Davos’taki söz düellosu bu gelişmeler üzerine gelip oturunca bir yapı taşı daha örülmüş olundu. Türkiye’nin bölgede oynayacağı rolün bir kukla rolü olmaması gerektiği bir kez daha ülkemiz halklarının gözü önünde belirginlik kazanıyordu.
Erdoğan’a puan kazandıran bu tutumlar Arap aleminin günlünü fetheden bir Türkiye imajına hizmet ettiği kadar, Türkiye halklarının bölgede hakkettiği tutumların ne olduğuna da bir gönderme sayılabilir. Ancak bunun gerçekliğini zaman sınayacaktır. Halkların birbirine inanması birkaç parlak sözle gerçekleşmez. Tutumların gerçekçi olması, bir devlet politikası haline gelmesi ve sürekliliğinin olması gerek.
AKP ve bu devlet bunu başaramayacaktır. Objektif verileri bu tutumların arkasında durup, kararlıca savunup, sürekli kılacak durumda değildir. Dünya saflaşmasında ekonomik ve siyasal olarak alınan yer bu devlete ve bu hükümete bu konuda kararlı olacak kadar şans tanımamaktadır.
Bu açıdan bakınca böylesi olumlu tutumlara bir gerekçe bulup karşı çıkmak anlamlı değildir. Tersine bu tutumları sürekli kılmak, derinleştirmek yönünde baskı yapmak doğru tutum olacaktır. Çünkü olumlu tutumları sürdüremeyenlerin çehresi kısa sürede açığa çıkacaktır. Olumlu tutumların gerektirdiği pratik adımları atamayan, onlarla ilgili yaptırımları gündeme koyamayanların açığa çıkması gündeme gelecektir.
Doğru takınılan tutumların, bir gösteri tutumu olup olmadığı sınanmalıdır. Böylesi tutumların gerektirdiği sürekliliği ve mantıki sonuçları, fiilleri ortaya koyamayanların sahtelikleri kamuoyu önünde deşifre olacaktır.
Bu ise halkamızın gerçekleri görmesi, kimlerin doğru tutumlarla nereye kadar yürüyebileceğini bilmesi açısından önem taşımaktadır. Bu açıdan, olumlu tutumlara tepki göstermek anlamlı değildir diyorum. Tersine bu tutumların arkasını getirmek için peşininin bırakılmaması gereklidir. Siyasi mücadelenin görevi de budur.
Erdoğan’ın bir süredir geliştirdiği ve olumlu yansımaları olan tutumları, bin bir bağla batıya bağlı olan verileri içinde kararlılıkla sürdürmesi ve bunların gerektirdiği derinliği sağlaması çok zordur. Bu tutumlar belli bir süreci geçiştirme, yaklaşan seçimlerde puan artırma, komşular üzerinde egemenlik taslama aracına yönelik olarak yapılıyorsa bunun sonucu büyük bir yıkım olacaktır. Türkiye bir türlü toparlayamadığı şüpheli konumuna bir kez daha batacaktır. AKP yönetimi bölge politikasında bu kırıma noktasında yürümektedir. Bunu aşması da çok güç görülmektedir.
Türkiye’nin anti-demokratik devlet statüleri, bu riski artıran birer etmendir. İçte halkına her türden zorbalığı yürüten bir devletin dış politikasında parlak demeçler veren siyasileriyle bir yere ulaşması güçtür. Ülkemizin dış politikada aşması gereken en önemli sorunda buradadır. İçte halklarının özgürlük ve demokrasi ihtiyaçlarını karşılamamış bir devlet ve onun hükümetleri dış politikada tutarlı olmaları mümkün değildir.
Türkiye’nin ne liderlik ne de yeni Osmanlıcılık yönelimlerine ihtiyacı vardır. Türkiye iç sorunlarını aşacak daha çok özgürlük ve demokrasi süreçlerine ihtiyaç duyduğu kadar, bölgede de eşit taraflar olarak tüm komşularıyla demokratik bir ilişkiler çerçevesinde, barış içinde herkesin kazandığı bir sürece ihtiyacı vardır. Bunun içinde bölgeye yönelik emperyalistlerin tasallutlarına karşı dayanışmayı hedeflemesi gerekmektedir. Bu politik perspektifi olmayanların yaptığı olumlu çıkışlar arkasında durulamayan göz boyama çıkışları olarak algılanacaktır.
BÖLGENİN SON VERİLERİ
Bölge önemli bir dönemecin eşiğindedir. Bir sathı mail halindedir. Bölgenin son kesitinde ortayla çıkan her bir olayın hızla dönüştürülebilir olması için süren etkin çabalar bulunmaktadır.
İsrail’in Gazze’ye yönelik kıyım savaşı, 27 Aralık 2008’de başladı. Aceleleri vardı. 21 Ocak 2009 da Obama, Bush yerine yönetime geliyordu Bu süreyi sonuna kadar kullanmayı deneyecekti ve ayrıca seçim dönemi başlamak üzeriydi.
Mahmut Abbas, Filistin özerk yönetimi başkanlığı süreci bitmek üzereydi ve nitekim Gazze savaşı sürecinde de bitmiş (10 Ocak 2009 tarihi itibariyle) yetkisiz bir konumda koltukta oturur hale gelmiştir. Filistin genel seçimleri yaklaşmış, bunun direnme güçlerine katacağı taze güç ve yetkilerin olduğu belirgin hale gelmiştir.
Lübnan seçimleri, Lübnan siyasal dengesini direnme güçlerinin lehine derinden değiştireceği de bilinmektedir. Tüm veriler Lübnan’ın bölgede Mısır, Suudi Arabistan ve ABD etkisinden tamamen çıkacağını göstermektedir.
Irak seçimleri, emperyalistlerin bu ülkeye dayattıkları olumsuzluklardan sıyrılmak için atılmış bir adım olacağı ve yeni denem için bölgede daha sağlıklı amerikancı dayatmalardan daha uzak bir Irak7ın doğması için kapı aralayacağını göstermektedir.
Türkiye yerel seçimleri, özgürlük ve demokrasi güçleri için önemli bir atılım olanağı yaratıyor. Özellikle, Kürt halkına karşı AKP’nin takındığı tutarsız tutumlar, Ordunun pervasız zulümleri Kürdistan’da beli kırılması planlanan özgürlük hareketine, Kürt halkının gerçek temsilcilerine atılım fırsatı yaratacaktır. Bu ise AKP hükümetinin seçimlerden gerileyerek çıkmasını sağlayacak, halklarımız karşısında attığı adımların daha dengeli olması gerektiği uyarısını yapacaktır.
Ordunun siyasal imlalarının etkisizleştirilmesi, AKP hükümetinin gerilemesi ülkemiz içinde gelişecek özgürlük ve demokrasi kazanımlarının artması aynı zamanda bölgemizde oynanacak roller içinde önemli olacaktır. Bu veriler ortamında bölgemizde saflar yeniden şekillenirken, takınılacak her tutumun bölge halklarına ileteceği önemli mesajlar olacaktır.
Bu seçim süreçleri içinde bölgemiz ülke iç sorunlarını sağlıklı olarak aşmış, halkının taleplerine uyumlu dış politikalar üretebilmiş ülkelerin, eşitlik koşulunda, barış ve ortak paylaşım ilkeleri etrafında bölgemize yönelik, kıyım ve yıkım projelerinden kurtulmayı ve hep birlikte kazanma sürecine katkı sağlayabilirler.
Bölgemizin verileri kimlerin gerilediğini yeterince açık olarak göstermektedir. Emperyalistler ve onların her tür soy ve boydan işbirlikçileri büyük bir kırılma ve gerileme içindedir. İlerleyenlerde bellidir. Bölge halkları ve onların direnmede kararlı olan etkinlikleridir. Bu etkinliklerin hangi parametrelerle halkı kazandıklarının öneminden çok halkların çıkarı için sunabildikleriyle ilgili bir değerlendirme perspektiflerimizin temel yönelimlerini oluşturmalıdır. Bölgemizin dini hareketlerini bu açıdan birer siyasi hareket olarak algılamayı bilmek ve buna göre ilişkilerimizi belirlemek en sağlıklı yol olacaktır.
Dini referanslar dünyayı yorumlama ve değiştirmede tarihin hiçbir döneminde temel ölçü olarak alınmamıştır. Din referanslı her hareket tarih içinde dünyevi ölçüler içinde takındığı siyasal tutumlarla var olmuş ve buna göre yeri belirlenerek ona karşı tutum alınmıştır.
Bir dönem bu referanslarla emperyalist kuklalığını ifa edenlerin dünyevi siyasal ölçekleri gericilikti. Bugün aynı referanslarla siyasal birer hareket olarak emperyalizme karşı direnenlerin dünyevi siyasal algıları halkın çıkarlarıyla kesişmektedir. Bu ise olumludur, normaldir ve dikkate alınmayı gerektirmektedir.
Bu süreçte sol bir mevtadır. Sol politikasızdır. Boş bir çuval gibidir Ne dünya ne bölge olaylarıyla ilgili ciddiye alınacak bir söylemi yoktur. Milliyetçidir, ulusalcı verilerle, yerli yerine bile oturtamadığı, ayakları havada, soyut bir sınıf mücadelesi söylemiyle nereye gideceğini bilmemektedir. Ülkemizde sol kimliksizdir kendini artık tanımlayacak halde değildir. Farklılıklara karşı ırkçılığa varan refleksleriyle halkın dışına çıkmıştır.
Bu sol Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı milliyetçi kin duygu taşıyanlarla tıka basa doludur. Böylesi bir var oluşun halk nezdinde kıymeti itibarının olmayacağını söylemeye bile gerek yoktur. Solun ülkemiz siyasal sahnesinde yarattığı boşluğun kimler tarafından doldurulmakta olduğunu söylemek ise çok daha acıdır.
Davos’taki söz düellosunun bölgede yarattığı etkiler bu açıdan dikkatle ele alınmayı gerektiriyor. Siyasal mücadele, ortak ülke ve bölge ortamında daha iyisini yapma ve halkın daha çok kazanmasını sağlama mücadelesidir. Halkı kazanmanın yolu da buradan geçer. Dünyayı yorumlama ve değiştirme yönelimlerine inanmadığımız karşıtlarımızın halkımız için ortaya koydukları kazanımları yadsımadan, onlardan daha iyisini daha tutarlısını daha köklüce yapmak için mücadele etmeliyiz.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder