HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

7 Mart 2009 Cumartesi

(68. DOSYA) NEBİL... NEBİL...

Nebil: Soylu, ahlakta üstün, özveride en cömert

“Yeryüzünün en cömertleri, insanlığın en soyluları şehitlerdir”

(Bir atasözü)



Mihrac Ural - Nebil Rahuma 1980 yılında çekilmiş fotoğraflar

(Mail gönderimlerine yapılan sunu)

Değerli arkadaşlar,

Uydurmalar hiç bir zaman gerçek olmadı. Uydurmaların pehlivanlığı boş tenekenin çok ses çıkarması gibidir. Gerçekten her taşın altında bir Mihrac Ural gören hastaları mazur görmek gerek. On yıllar önce yazılmış Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nun "Üç Dil" şiirini yıllardır yayınlarım. Özellikle 21 Şubat dünya anadiller günü dolaysıyla. Anadilime özgürlük için çok yaman bir şiir olarak görürüm.

"ana dilin
Elin ayağın kadar senin
Ana sütü gibi tatlı
Ana sütü gibi bedava
Nenniler, masallar, küfürler de caba"


Bu vurgu beni çok vurur, hep dile getiririm.

Bu şiirde

"En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin"


dizeleri geçiyor. İtirafçı psikopat, “üç dil bilen benim, o iki dil biliyor, kastedilen benim” diye tuturdu. Benden bir dil fazla bildiğini mi anlatmak istedi, havada bulut var bana kaz mı dedin demek istedi, bilinmez ama bu gerginlik, bu her şeyden nem kapma hali tıbbi açıdan şezofrenik bir haldir.

Bu adam fiilen psikopattır. Bu yüzden okur huzurunda onu mazur gördüğümü ilan ediyorum. Tedavi olmasını salık vereceğim…

O bir İtirafçıdır, bu kambur onu şaşkına çevirmiş, rüyalarını kabus etmiş, kurtulamıyor. Oysa yapacağı çok basitti. İnanılmaz bir itirafçılık belgesi olan polis ifadesine böbürlenerek "ön söz" yazacağım demek yerine, "zarar verdiğim herkesten ve örgütümden özür dilerim" demeliydi. Bu kadar basit, zaten ne örgütle nede bu örgütü savunma kararlılığı gösterenlerle uzak bir ilintisi de kalmamıştır. Ama bunu yapamıyor, beceremiyor, çünkü dar, çünkü yetersiz ve seviyesiz. Başkasının üzerine basarak, sorumluluk almadan, örgütsüz ve yıkarak geride bıraktıklarına dönüp bakmadan var olmayı bir kişilik haline getirmiştir.

Nebil için söyledikleri ise çok daha ahmakça ve ahlaksızcaydı. Nebil'i birinci elden algılamak için kısaca bir kaç not yazdım. Nebil'i çok sonra yazacağım. Hele kadim şehrine toprağına bir kavuşsun. Bunun için tüm gücümüzle çalışıyoruz, çalışanları da yalnız bırakmıyoruz. Bu nedenle, bir kaç satırla şu timsah gözyaşları dökenleri, onu "ahlaksızlıkla" suçlayanları, onun katledilişini 30 yıl sonra akıllarına getirenleri ve onun mütevazı adından nemalanmak isteyen sahtekarların yüzünü bir açığa vurmak istedim.

Birlikte okuyalım.

Mihrac Ural.
4 Mart 2009


Soruyorlar “Nebil ne yana düşer usta” diye?

Niğde Ceza evinden firar eder etmez Konya ceza evine yanıma gelen, aranmasına rağmen nizamiye kapısından geçme cüretini taşıyan birinin yüreği ne yana olabilir.

Nebil saffını böyle belirledi. 1978 Acilciler-HDÖ ayrılığının en keskin safhasında, Yanıma geldi, firariydi ve ne yapması gerektiği benden sorup ona göre yönelmeye gelmişti. Bunun anlamı ne ise Nebil odur.

Zindan firar edin bir devrimci militan ilk nereye gider, herkes kendi kendine sorsun. Firari bir devrimci yurt dışına çıkmak için kime güvenir kimin yolunu takip eder. Birde bunu sorsun herkes.

Nebil, Filistin’e yolcu. Ayrıntıyı bilen, buyursun söylesin.

Bu ayrıntıyı birilerinin bilmesi gerek.

Biz çok iyi biliyoruz. Nebil’in hangi yana düştüğünü soran önce, bunarı öğrensin.

Nebil Firari bir yoldaş, nerede gizlendi, H.B (Levent Sami Sultan) yoldaşın evinde ne kadar zaman kaldı. O yere kim tarafından getirildi. Bu süreçte kimin arabası hizmete koşuldu. Hangi kılavuzla sınırı geçti. Başarıyla bu süreç nasıl gelişti. Bu süreçte bana gönderdiği haber ne idi, kimleri yanına gönderdim. Nebil Lazkiye’de kimin yanında kaç gün kaldı. Filistin kampları süreci ve İsrail işgali altındaki topraklarda eylemleri. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Dış İlişkiler bürosu sorumlusu Hani’nin anlattıkları.

Bunları daha sonra, Nebili genişçe anlatacağım yazıda dile getireceğim. ACİL - HDÖ ayrılığında Nebil’in ne yana düştüğünü o zaman hep birlikte kararlaştıracağız.

Nebil bizim bir parçamızdı, Nebil bu toprağın ruhi şekillenmesinin bir ifadesiydi. Nasihatim, serseriler gevezeliği terk etsin. Bunlar bulanık suda avlananlardır. Konuyla uzak yakın ilgileri olmaksızın, iki tarafın çelişkilerini istismar edip, aradan çıkmış ayakları havada olanlardır; sağla solla yazışarak yalan yanlış bilgi oluşturup hüküm vermeye abesiyle iştigal etmektedirler. Bunların Nebil’e ilişkin soru sorma hakları bile yoktur. Bu böyle biline.

***

Mihrac Ural
18 Şubat 2009


Nebil’i İstanbul’a, orada bulunan kadro ve militanlarla daha sıkı bir dayanışma içinde olmak, askeri eylem ve silah konusunda yetersizleri eğitmek için gönderdim. Benden istenen yardım, ”askeri kadro ihtiyacımız var, eylemlere katılacak şoför ihtiyacımız var” şeklindeydi. Bu amaçla, şoför olarak Ali Ölçer, askeri eğitmen, kadro ve militan olarak Ali Sönmez ve Nebil yoldaşı göndermiştim. Her iki yoldaşta, o döneme kadar Antakya’da yapılan tüm askeri eylemlerde benimle birlikteydiler. Benim her zaman hassasiyetle kurduğum ekibin en önemli kadrolarıydı. Bu kadrolar, başta İtirafçı Engin olmak üzere, askeri eğitim vermek, silah tutmasını belletmek, eylem nasıl yapılır onu öğretmek için gönderilmişti.

İstanbul’da Karadenizli yoldaşlar da Nebil yoldaş gibi sorumluluk üstlenmişlerdi. Hayatları boyunca silah ortamında büyümüş Karadenizli yoldaşlar, Güney bölgesinden gelen yoldaşlarla İstanbul’da örgütü örgüt haline getiriyorlardı. İtirafçı Enginin bu süreçte fiili bir katkısı yoktu. Seçilmemiş biri olarak, İstanbul’un yönetimine kimi koyarsanız koyun, bu kadrolarla bu eylemler zaten gerçekleşirdi. Bu dönem de ne bir bildiri dağıtım süreci, ne bir dergi ya da yazın süreci olmadığı göz önüne alınırsa, bu itirafçı kepazenin İstanbul’da örgüte kattığı değeri bilen biri varsa beri gelsin diyorum.


***

Nebil yoldaşı sonra anlatacağım. Şimdi yazdıklarım küçük bir açıklama mahiyetindedir. Kendini bilmez itirafçı bir edepsiz, Nebil yoldaş’a yine dil uzatmış. Daha önce, Nebil yoldaşın katillerinin çirkin ve bir o kadar yalan olan ahlaki suçlamalarını özel olarak öne çıkartıp onaylamış ve utanmadan “gerçek bu” diyerek yalanı doğrulamaya kalkışmıştır. Nebil yoldaşı bir ya da bin kez tanıyanlar bunun bir kurgu ve kocaman bir yalan olduğu bilirler.

Aynı edepsiz itirafçı bu kez, erkete (gözcü) rütbesinden başka bir askeri apoleti olmamasına nağmen, Nebil yoldaşı askeri olarak eğittiğini, bu nedenle de üzerinde “en başta” kendisinin söz sahibi olduğunu iddia etmiştir. Nebil yoldaş üzerinden nemalanma türlerinden biri olarak ortaya atılan bu saçmalık, örgütünü polise satmanın kamburunu taşıyan bir kişinin ne işine yarar bilinmez ama gerçeklere tamamen aykırıdır.

Kimse kesmeyi aldatamasın. Nebil Rahuma yoldaş, öncelikle, kadim şehrimiz Antakya’nın Türkiye devrimci hareketine kazandırdığı bir değerdir diyeceğim.

Antakya’nın en meşhur siyasal varlıklarının Acilciler olduğunu ve bu şehrin yiğit Acilci militanlarının, Nebilin var oluşunda tek tek emekleri olduğunu belirteceğim.

Nebil Antakya devrimci pratiğinin bir ürünüdür. Onun yüksek ahlakı, özverili militanlığı, kitlesel örgütlenme ve halkın içinden gelmenin kazandırdığı yetileriyle, karanlık oda Donkişotlarını fersah fersah geride bırakan bir eylem adamı yapmıştır. İstanbul’a gönderdiğim kadrolar arasında önceliği Nebil’e vermemin nedeni de budur. Nebil, İstanbul’a eli silah tutmayı bilmeyen, hiçbir yerde askeri eğitim almamış olan İstanbul örgütlenmesini eğitmek için gönderilmiştir. İllegaliteyi karanlık odalarda kapalı olmak, birbirini tanımamak ve kitle diye bir sorunu olmadan devrimcilik yapmak olarak algılayanları eğitmek için Antakya’dan yola çıkmıştı. İstanbul komitesinin Antakya’dan ısrarla kadro talep etmesinin nedeni de budur. Kitle örgütlenmesi diye bir amacının olmadığı ve bilinmediği, militan örgütleme özürlüsü olan İstanbul komitesi, Antakya’da gördüğü kadro yardımı içinde Nebil yoldaşın da bulunması, bir şanstı. Nebil ve diğer kadrolarımızı gönderdikten sonra İstanbul eylemlerinin performansındaki düzelme de buna kanıttır. Ancak bunları da bir itirafçı yerle bir etmiştir.

Nebil’in İstanbul’da kimseden alacağı bir şey yoktu. İstanbul çalışmalarında çok olumlu kadrolar ve militanlar olduğu kesindir ancak, kimsenin seçmediği, illegalitenin çarkları içinde Ankara’dan İstanbul’a gelen, hayatında silahı elinde tutma şansı yakalamamış, bunu deneme ortamı bulamamış birinin kendinde olmayan askeri yetileri başkasına verdiğini iddia etmesi çok komiktir. “Olmayan verilemez” diye bir atasözü var, bu gibiler için söylenmiştir.

Nebil’i İstanbul’a, orda bulunan kadro ve militanlarla daha sıkı bir dayanışma içinde olmak, askeri eylem ve silah konusunda yetersizleri eğitmek için gönderdim. Benden istenen yardım, ”askeri kadro ihtiyacımız var, eylemlere katılacak şoför ihtiyacımız var” şeklindeydi. Bu amaçla, şoför olarak Ali Ölçer, askeri eğitmen, kadro ve militan olarak Ali Sönmez ve Nebil yoldaşı göndermiştim. Her iki yoldaşta, o döneme kadar Antakya’da yapılan tüm askeri eylemlerde benimle birlikteydiler. Benim her zaman hassasiyetle kurduğum ekibin en önemli kadrolarıydı. Bu kadrolar, başta İtirafçı Engin olmak üzere, askeri eğitim vermek, silah tutmasını belletmek, eylem nasıl yapılır onu öğretmek için gönderilmişti.

İstanbul’da Karadenizli yoldaşlar da Nebil yoldaş gibi sorumluluk üstlenmişlerdi. Hayatları boyunca silah ortamında büyümüş Karadenizli yoldaşlar, Güney bölgesinden gelen yoldaşlarla İstanbul’da örgütü örgüt haline getiriyorlardı. İtirafçı Enginin bu süreçte fiili bir katkısı yoktu. Seçilmemiş biri olarak, İstanbul’un yönetimine kimi koyarsanız koyun, bu kadrolarla bu eylemler zaten gerçekleşirdi. Bu dönem de ne bir bildiri dağıtım süreci, ne bir dergi yada yazın süreci olmadığı göz önüne alınırsa, bu itirafçı kepazenin İstanbul’da örgüte kattığı değeri bilen biri varsa beri gelsin diyorum.

Nebil yoldaş bu tecrübeleri Antakya’da doya doya öğrenmişti. Bu açıdan bakınca, önder olduğu her eylemde, erketelik (gözcülük) yapmış birinin Nebil yoldaşa verebileceği bir dersin olabileceğini düşünmek abestir. Bu yalanlar kimseye apolet kazandırmaz. O günün koşullarında, eylemi yapan, eylem anının her özgünlüğünü süratle algılayıp yeniden yapılandıran, planlayan ve öncüsü olan Nebil yoldaşın kimseden alacağı bir ders yoktu. Nebil yoldaş, kendi çalışma alanından aldığı derslerle dolu olarak İstanbul’daydı ve bunu hayata geçiriyordu. Bir itirafçı korkağın bu noktada Nebil yoldaşa katacağı hiçbir şey olamaz. Bunu Nebil yoldaşla başardığımız onlarca eylemin gözlemi ve yoldaşla eyleme katılanların onayıyla dile getiriyorum.

İtirafçı Engin Erkiner’in, çirkin söylemlerini şehvetle ortaya sürüşü, sırtında taşıdığı itirafçılık kamburunun ürünüdür. Ayıplarını örtmeye çalışıyor. Böylesi böbürlenmelerle kendini aldatıyor. Bu yöntem itirafçı içgüdüsüne aittir. Bir kez daha Ergenekon itirafçısı Tuncay Güney’i hatırlayınız, şehvetle konuşmasını göz önüne getiriniz, İtirafçı Engin’i göreceksiniz…İkisinin Doğu Perinçek tilmizleri olduğunu da unutmayın.

Nebil yoldaşı daha sonra uzun uzun anlatacağım. Bunun için 30 anı seçtim. Bunlardan birini kısaca anlatmakla yetineceğim. Diğerleri, şehidimizin memleket toprağındaki onurlu yerini almasından sonra gündeme gelecek…

Önce süreci özetle aktarayım.

Nebil’in mezarının fiili olarak aranması olayı bundan yaklaşık iki yıl önce başladı. Kıymeti kendinden menkul kişilerin dünkü çabaları bile bizim şehitler haftası etkinliğimizin eseriydi. Yaklaşık iki yıl önce Cevat Yiğit yoldaşla uzun uzun Nebil konusunu sohbet ettik. Emrullah Gemici yoldaşla, eski HÖD’cü arkadaşları aradık; bu arkadaşlar benimle Nebil döneminin İstanbul çalışmasında yer alan temiz ve yiğit insanlardı. Benim kadar, örgütü yıkan itirafçıyı da iyi tanırlardı.

Bu arkadaşlarla Nebil’i nasıl bulacağımızı sık sık konuştuk. Nerede katledildi, katledildiği yerde mi terk edildi, kimsesizler mezarlığında kaydı, adı bir işareti var mıdır? Bu sorulara cevap aradık her sohbetimizde. Bu amaçla ne yapabiliriz diye istişarelerde bulunduk durduk. Bu dönemde, kadim bir değerli yoldaşım M.Y ile buluştum. Onunla Nebil zikri yaptık, ayin gibi. 32 yıl önce bu serece birlikte girmiş, sorumlulukları göğüslemiştik. Aynı örgütsel yapıda ilk adımları atmıştık, Yüksel Eriş hocayla, Ömür Karamollaoğlu’yla birlikte çalışmıştık. Mahallemizin Hac Halil çıkmazındaki evde sürmüştü illegal toplantılarımız, Kurtdere çıkmazında da eğitim çalışmalarımız. II. Buluşmamızda yine Nebil vardı. Nebili bulacaktık, topraklarına geri getirecektik.

Bu istişareler, aynı yol çatıda kesişiyordu; Kerestecilerde tuğla fabrikasını işaret ediliyordu.

Bu süreçte “Şehitler Haftası”nın (25-30 Kasım 2008) belli bir periyotla süreceğini ilan ettik. Sloganımız toparlayıcı ve birleştiriciydi “Devrimci Her Şehit Şehidimizidir. Şehitler birliğimizdir”. Bu şiarla yola koyulduk. Şehitlerin tümü birdi. Ama mezarı bilinmeyen bir tek Nebil yoldaştı. O bulunacaktı.

Şehitler haftası arifesinde bir yerden işaret almış gibi, şehitlerimiz hakkında şaibeler üretilmeye başlandı. Aşağılık itirafçılar ve MİT kuklaları, şehitlerimiz üzerine çamur atmaya girişti. İki devrimci örgüt çatışmasında bile her taraf kayıplarına şehit deyip, taraflar buna karşılıklı saygı gösterirken, şehitlerimize yönelik bu cinneti anlamak güçtü.

Bölge gericiliğine, emperyalistlerin ve İrsal’in dolaysız güdümünde olan güçlere karşı savaşta şehit olmuş yoldaşlarımız üzerinde şaibe yaratmanın gerekçesi yoktu, mantıksız bir kin olarak duruyordu. Şehitlerimizin cenazesine halkın sahip çıkışı ve etkin katılımı, Filistinli temsilcilerin ve PKK’nin başında olduğu devrimci dostlarımızın katılımı da görmezden gelinerek, herkesi suçlar mahiyette yapılan karalama gerçekte şehitlerimizi bir kez daha vuruluyordu.

PKK Genel Sekreteri, Başkan Öcalan’ın ve Nidal Cephesi lideri, Filistin kurtuluş Örgütü (FKÖ) Merkez Yürütme üyesi (1989’dan itibaren), hala Kudüs Dairesi Başkanlığını yürütmekte olan Semir Ğoşe’nin şehitlerimizi kutsayan mektuplarına rağmen, şehitlere dil uzatmaya devam edildi.

Ancak bu çirkin çabalar, özel harp dairesi saldırıları yükselişe geçen çalışmalarımızın önünde durmaktan acizdi. Şehrimiz her şeye rağmen ağır bir uykudan uyanıyordu. Ayağa kalkıyordu karınca kadarınca de olsa bunu yapacaktı. Özgürlük ve demokrasi mücadelesine katkısını kendine özgün değerleriyle sunacaktı.

Başlangıç sayılarla değil tutumlarla ikame edilirdi. Bunu yapıyorduk. Uzun yıllar sonra kırılması gereken zincirleri kırıyorduk. Ama hainler şehitler üzerinde karanlık emellerini sürdürmek üzere şaibelerine devam ediyorlardı. Şehitlerimizi bir kez daha vuruyor, öldürüyorlardı. 30 yıldır şehitlerimizi unutanlar, Şehit etkinliğimizle birlikte karalamak için hatırlamış oluyorlardı.

Bunlarla yollarımız ebede kadar ayrılmıştı. Aynılar aynı yerde ayrılar ayrı yerde olacaktı. Ama böylemi olurdu? Solun çöktüğü yerde dik duran insan aradığımız bir kesitte birleştirici, geniş ve kapsayıcı olmak yerine, bir adım ileri atma kararlılığı gösterenlere karşı böyle mi yaklaşılırdı? İşte büyük soru buydu. Solun mevta halinin nedenleri birazda bu bataklık akılların ürünüdür. İşin diğer yanında ise, İstanbul’u Antakya’ya, Diyarbakır’a bağlamak için milliyetçi vebadan uzak olmak gerekiyordu. Bunlar ise inanılmaz bir milliyetçi refleksle bütünleşmiş kin saiklarının esiriydi.

Bu ortamın lümpen ağızla yapılan boş teneke lakırdılarına dönüp bakmamaya çalıştık, iyi niyete, bilgi paylaşımına, kavramları seviyeli kullanmaya önem verdik. Sorumluluğumuz vardı hırlaşma diye bir derdimiz yoktu. Yapılanları unutmayacağız, her şeyi düğüm düğüm arşivliyoruz. Şimdilik bu biline…

Nebil için özverileriyle bilinen kadim bir yoldaşım, bu gün (18 Şubat 2009) gönderdiği iletide, bana “rahat ol” diyordu. Her şey en uygun şekliyle olacak diye de tatmin ediyordu.

Bu değerli kadim yoldaşım, Önceki iletilerinde bana aklımda hiç kalmayan şu olayı hatırlatmıştı “Ben ara sıra ANTAKYA'ya gidiyorum ve geçmişi yadediyorum. Eski TÖB-DER binasının kavşağında bir afişleme sırasında afişleri toplayan polisin elinden o afişleri kaparak kaçışın da gözlerimin önünde canlanır o caddede.” On yıllar haber alamadığım bu yoldaşı yakın zamanda kucaklama fırsatı bulmuştum. Güvendiğim yiğit bir yoldaştı en eski ekibin temel taşıydı, anılarımda Nebil gibi yeri vardı. Son iletisine cevabım yaklaşık olarak şöyleydi:

“İtirafçıya karşı, Nebil yoldaşla ilgili reflekslerin ve yazdıkların yerinde ve olumludur.

İtirafçı Engin’i artık ciddiye almıyorum. “İki eylemle Nebil’i eğitmiş onun için söz sahibi olurmuş”. Bu adam resmen bunamış. Kesin patolojik bir vakıa.

Nebil'i İstanbul’a gönderdiğimizde, Nebil yoktan mı var olmuştu, insan önce bunu bir düşünür. İstanbul adam örgütleme özürlüsü olarak, neden bizden eylem kadrosu istedi sonra bunu aklına getirir, Ali Sönmez'i, Ali Ölçer'i, Nebil'i neden gönderdiğimizi aklına getirir. Eylem yapacak adamları yoktu, adam örgütlemeyi becerememişlerdi de ondan. Kendileri yeterli olsaydı zaten bizden kadro istemezlerdi. Kaldı ki, itirafçının, bizim yoldaşlarla (Nebil, Ali sönmez, Ali ölçer) girdiği topu topu iki eylem. Bu eylemlerde de görevi erketelikten (gözcülükten) öte değildir. Bunu herkes bilir. Ve herkesin bildiği başka şey son eylemden döner dönmez yakalanmaları ve örgütü bile istisna polise itiraflarıyla teslim etmesidir.

Engin bir itirafçıdır, bazıları "çözülmüştür diyelim" diyor. Hayır beyler, ben ısrarlıyım. Israr ediyorum Engin Erkiner bir itirafçıdır, o gün itirafçı yasası olsaydı da ilk müracaatı kendisi yapacaktı. İtirafçı yasası olmadığı için örgütün her şeyini, tüm adreslerini, gizli evlerini, tanıdığı, bildiği, tahmin ettiği, selamlaştığı herkesi, akrabaların, ihtimal dahilinde olabilecek eylemleri ve bunları kimin yapacağı ihtimalini söylemiş birine başka bir şey denemez. İtirafçı sıfatını ömrü billah sırtından atamaz.

Örgütle yaşadığı her saniyeyi "kronolojik" olarak anlatmıştır. Unuttuklarını ise hücre mazgalını tıklatarak "unutmuştum, şimdi aklıma geldi" diyerek itirafı kendi nefsiyle yarışarak yapmıştır. Bu adamın Nebil yoldaşı ağzına alması bile haram... Nebil yoldaş bu namusuz için söylediklerini anılarımda yazacağım. Ali Sönmez ve Nebil bu adamın kesinlikle cezalandırılmasını isteyen ve bunda çok ısrarlı olan yoldaşlardı. Bunu da bilmeni isterim.

Nebil'i kimin eğittiğine gelince, bunu yorumlamak için çok akıllı olmaya gerek yok. Zaman dilimlerini akla getirmek yeterlidir. Nebil yoldaşı eğiten öncelikle onun çevresidir. Devrimci düzlemde ise bu çevrenin bizlerin de dahil olduğu, sokak eylemleri, gizli bildiri basım ve dağıtımları, duvar yazılamaları, Eğitim enstitüsüyle ilgili sokak kavgaları, liselerdeki mücadeleler, mahallelerde kurduğumuz derneklerin mücadelesi ve Antakya'daki tüm illegal eylemler ki bunlar, itirafçı Engin'in boş olan kafasındaki saç tellerinin sayısından fazladır.

Bütün bu çalışmalarda öncelikle kimler vardı. İllegal eylem kadromuz kimlerdi. Dernek, TÖB-DER hangi illegal kadrolara bağlıydı. İstisnasız onlarca eylemi yapanlar kimdi. Otur bunu sen yaz; …ve adını saymadığım bir dizi yoldaş, yerlerini tam olarak sen belirle; kim neydi, sorumlulukları ve konumu neydi diye. Bu ekibin yaptığı hiç bir eylemin poliste açığa çıkmadığını belirt.

Sevgiyle yoğrulu ve birbirine tutkun olan bu ekibin hiç bir ortak eyleminin polise ulaşmadığını söyle. İlk tokatta evveli ahiri verenlerin süfli konumlarını, bu ekibin ulvi konumlarını hatırlatarak bir karşılaştırma fırsatı yarat.

Bu ekibin örgütü örgüt yaptığını, itirafçının yıktığını inşa ettiğini söyle gür sesle, hiç çekinmeden. Bu ekibin devrimci tutkusu, çektikleri işkenceye rağmen, polise ser verip sır vermediğini anlat.

Anlat ki, bu edepsizler utanmasa da varsa onları okuyan bari onlar utansın. Bu açıdan senin gösterdiğin tepki önemlidir diyorum. Bana gelince Nebil olayını kapsamlı olarak hazırlıyorum. Bu hurda insanların on yıllardır akıllarına gelmeyen Nebil yoldaşımızı neden şehitler haftasıyla birlikte anmaya başladıkları anlaşılsın.

Anıt mezar olayı için görüşmelerimizi anlat, mezar taşında yer almasını istediğim dörtlüğü aktar ki neyin ne olduğunu bilsinler. Onlar içinde bulundukları o an dışında bir şey bilmezler. Ama ne yaparlarsa yapsınlar beyhude. Nebil Antakya'da mezarında olacaktır ve Antakya demek ne demektir onlar bunu çok iyi bilirler. Uzun değil kısa bir zaman sonra bunları tekrar hatırlatacağım. Bu yazışmamız bu açıdan yarına sunulacak bir belge olacaktır.

Seninle yazışmalarımı istediğin kişiye tümden ya da istediğin kısımları yönlendirebilirsin, bundan da memnun olurum.

Baki selamlarımla. Mir.

18 Şubat 2009.”


Nebil yoldaş şehrine dönecek. Bunu kimse istismar edemeyecek, istismara kalkanın yaptığı yanına kar kalmayacak. Herkes Antakya’nın ne olduğunu bilir, onun şehidinin de ne olduğunu… Bunun için beyhude çabalar sadece bizi güçlendirir. Kimlik haklarımıza ilişkin söylenen her olumsuz söz hedef kitlemizle daha da etkin buluşmamıza hizmet ettiği gibi.

Bu gün Nebil yoldaş için çabalar ilgimiz ve ilgimiz dışında da sürüyor. Sonuç aynı mecraya akacak. Amaç aynı ise sorun olmayacak. Nebil kendi toprağıyla buluşacak. Gelenek ve görenekte gerekli her şey yerine gelecek. Şehit, normal ölümden farklı defnedilir. Bunun erkanı-adabı ne ise o yapılacak. Bu ritüellerde sadece yer alması gerekenler bulunacak.

Yukarıda Nebil’le benim resmimi yerleştirdim. Yan yana hep olduğu gibi. Bunu bir anı için hazırlamıştım orda yerini alacak, ama burada, bu resimlerin sırrı için kısaca aktaracağım.

Antakya kurtuluş matbaası şehrin merkezi yerindedir. Kiliseye, vilayet konağına Antakya ceza evine, çarşı karakoluna çok yakındır. Yanı başında karşı kaldırımda da kurtuluş taksi durağı vardır. Elimizde matbaada kesilmesi gereken bildiri kağıtları ve ilk kitabım “KAPİTALİZM Mİ? SOSYALİZM Mİ?”nin teksir ilk baskıları. O zamanlar yarım kağıda basardık kitap broşür ve uzun yazıları.

Nebil’le birlikte matbaaya girdik, kesim için ustadan izin istedik. Bir tanıdık vardı olur dedi. Kağıtları kesiyorduk. Tam bu sırada gazetenin ülkücü faşist köşe yazarı, tedirgince içerdeki kulübeye geçerek telefona sarıldığını gördüm. Kesim işi daha bitmemişti. Nebil’e acele et, ihbar yedik gibi dedim. Kesilen kağıtları kesilmeyenlerle bir araya getirdik kendimizi hızla dışarı attık. Meşhur bir mobiletimiz olacaktı Nebil yoldaşa “durma eve git” dedim. O meşhur geyik atikliğiyle yay gibi uçtu. Çarşı karakolu 100mt civarında uzaktı. Polis ekibi de tam üzerimize gelip dayanmıştı. Beni elimden tutular. Üzerimde hiçbir şey yoktu. Muhbiri çağırdılar “kağıtları kesen, alıp kaçan bu” dedi. Beni Nebil’le karıştırdı, herkes gibi. İkiz gibiydik o yaşlarda. Bir tek beni yakalamışlardı. Polis, diğerleri nerde diye çevredekilerden gençleri toplamaya başladı. Hemen orada bulunan bilardo salonunda çıkan birçoğu bizim sempatizanımız olan gençlerdi. Bir iki kişi daha yakalayıp karakola götürdüler.

Ne yaptığımızı, ne türden kağıt kestiğimiz, içinde ne yazılı olduğunu soruyorlardı. Bir saat içinde Çarşı Karakolun önü ana baba gününe dönmüştü. Anneler, babalar, teyzeler, komşu kadınları en önde gürültü koparıp duruyorlardı. Dar sokak dolmuştu. Karakolun yanı başındaki humus satıcısı’nın (kaynatıp öğütülen nohut püresi) turşu bidonlarının devrildiğini dışarıdaki konuşmalardan, biz karakol bahçesindeki hücrede işitiyorduk. Kalabalık artmıştı. Başı Emire teyzem çekiyordu. Tüm devrimcilerin anasıydı o. Muammer Doğan yoldaşın yiğitler yiğidi annesi. Hepimiz için zindan zindan koşan bir kahraman anaydı. Polislere ağır sözler söylüyordu. Polis ne yapacağını şaşırmıştı. Telefonlar ediliyor emniyet müdürlüğüne ancak bir sonuç yoktu. Üzerimizde hiçbir şey yakalanmamıştı da. Bu ara dedem CHP eski Milletvekili (1950) Suphi Bedir Uluç da karakola yetişmişti. Kendini tanıttı, komiser eski parlamenteri tanımıyordu. Karakoldaki komiser, Emniyete Müdürlüğüne telefon ediyor yine bir sonuç çıkmıyordu. Karanlık basmak üzereyken, üzerimizde hiçbir şeyin olmaması, kimsenin de davacı bulunmaması üzerine, ifadelerimiz alınıp imzalarımız atılınca bizleri serbest bıraktılar.

Nebil’le birbirimize çok benzerdik, çok kişi de bizi karıştırırdı Bu anımız da o karışıklığın onur verici bir karesiydi.

Sonra ne oldu.

Sonrasını anlatırsam itirafçı Engin’in provokasyonuna gelmiş olurum. Bu karakola ders vermek gerekiyordu. Yaptığı densizliği ödemesi gerekiyordu. Aynı gece, ben, ekibimizin yiğit bir kadrosu (şu an Almanya’dadır) ve Nebil yoldaşla, kurtuluş caddesine çıkan dar sokaklarından gelerek, karakola hak ettiği cezayı verdik; karakol polislerinin fareler gibi kaçışları, çığlıkları, yerlere dökülüşleri, eski oluklu kiremitlerin çöküşü hala hatırımdadır.

Burada bir kez daha belirtmeliyim. Amacımız sadece psikolojik etkiydi, bunun siyasal sonuçlarıydı. Hiçbir eylemimizde hiçbir surette insana zarar verme yoktu. Bunun nedenleri de kitlesel bir örgüt olmamızdı, hesap vereceğimiz, sorumlu olduğumuz bir halk vardı, karanlık oda sorumsuzluğu yapamazdık. Herkes bilir ki, o gücümüzle, o etkinlik ve yetilerimizle Antakya’da, askeri her eylemi istediğimiz yöne çevirebilirdik; amacımız siyasiydi insana zarar vermek değildi, bu nedenle şehrimizin hiçbir askeri eyleminde böylesi hedeflerimiz olmamıştır. Benden sonraki iki kuşak yönetici geldi. Müntecep Kesici döneminde bir polisin ölmesi olayı ise, eylem anında karşılıklı çatışmanın sonucu olmuştu. Buna karşı, örgüt kararıyla önceden alınıp, planlanan ve uygulanan hiçbir eylem insana yönelik bir şiddeti içermedi. Bu geleneği örgütümüzün her eyleminde egemen kıldım. Bu duruşumu da hiç değiştirmedim. Bu noktada en küçük bir taviz vermiş olsam ayaklar altında ezilecek ilk kişi itirafçı olurdu, ardından da kendini MİT’e satmış ortağı olurdu ve bundan onları kurtaracak yeryüzünde hiçbir güç yoktu.

Örgütlü kitlelerin kadro üzerinde nasıl da örtü olduğunu, kadroların bununla ne kadar rahat eylem yapabildiğini ve başarılı şekilde korunduğunu, fildişi kulelerinde oturan Donkişotlar bilemezler. Antakya eylemleri böylesi eylemlerdi.

Bu satırlardan, Amanos dağlarında yaptığımız askeri eğitimi, Habib el Neccar dağı askeri çalışmalarını, taş Ocağından malzeme kamulaştırmasını, San Pier Kilisesi sırtlarındaki DSİ yazısının DENİZ-MAHİR olarak çevrilişini, İpek pazarında Faşistleri, Ayı Erdoğan ve şebekesini kurşun yağmuruna tutuşumuzu, 1977 Haziran erken seçimlerinde Faşist Türkeş’e ve konvoyuna Karşı hazırladığımız kritik eylemleri, İskenderun’da yapılacak miting platformunun bubi’lenmesini ve sonuçlarını burada dile getirmeyeceğim.

Bu süreçte Carlos M. gibi, Ali Ölçer, Ali sönmez, Nebil, Stalin H. gibi illegal alanda, sadece Antakya’da değil, Samsun’dan Ankara’ya, Niğde’den İstanbul’a, Adana’ya birer kadro olarak ülke çapında mücadeleye atıldılar. Legal alanda ise adları buraya sığmayacak kadar kadromuz, aynı çalışma ekibinin, aynı kitlesel örgütlenme ve çekirdekten yetişmenin bir unsuru olarak örgüte hizmet verdiler.

Bunlar kimin eseri, kimin kararı, kimin çabası ve özverisinin kolektif ürünü olduğunu bilenler bilir. Sonuçta kadim şehrimin her insanı tüm mozaik dokusuyla hiçbir etnik ya da inançsal arka palana taviz vermeden, bunu asla akıllarına getirmeden özgürlük ve demokrasi için mücadele ettiler. Bu kadim şehir benim ardımdan iki kuşak yönetici daha yetiştirdi.

Antakya eylemleri ardı arkası kesilmeden yapıldı. Büyük çoğunluğu da açığa çıkmadı. Çünkü burası bir kitle örgütlenme alanıydı, kadro kendini iyi kamufle edebiliyordu. En önemlisi de, aramızda iki tokatla “Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner İfadesi, s:16) Diyecek kimse yoktu.

Antakya çalışmaları anlatmakla bitmez… Bu ekibin yarısı bir itirafçı yüzünden İstanbul’a taşınmıştı…

İstanbul’da faşistlerin toplanma yeri Küllük Kahvesi eylemini, interkontinental’ın bir kez daha kurşunlanmasını sonra ayrıntılarıyla anlatacağım. itirafçı Engin’le, MİT’çi ortağının bilmemesi gereken, Nebil yoldaşla birlikte giriştiğimiz bir başka büyük eylemde, karşımıza çıkan koruma polisini nasıl esir aldığımızı, üzerindeki tabancayı çekmeye fırsat bırakmadan aldığımızı, ertesi gün gazetelerde bu eylemin ön sayfadan 9 sütundan verilişi ve polisin “demirbaş, beylik tabancamı iade etsinler” notunu hatırlatmakla yetineceğim.

Bu ve diğer eylemler için ihtiyaç duyduğumuz arabaların elde edilme eylemlerini burada anmayacağım. Bu eylemlerde Nebil yoldaşla birlikte, benimle yer alan yoldaşların hiç biri (Bunlardan bir, yaşamını hanımıyla hala İstanbul’da sürdürmektedir) polise bir bilgi vermedi. İşkencelerde, sorgularda, polise ser verip sır vermediğimizi söylemekle yetineceğim.

Nebil’in sağmalcılardan, Dev-sol’cu Bedri Yağan ve bir başka öğrencinin yerine TİKKO’cu Hacı Demirkaya ile kaçışını, kimileri nemalanmak için kulaktan dolma, sallama şekilde anlatıp duruyor.

Bu kaçışı nasıl organize ettiğimi, ne zaman karar verdiğimi, Nebil’in benim çıkmamı istemesine rağmen, polis ifade ve mahkemelerin seyri gereği kendisinin çıkması gerektiği kararını nasıl verdiğimi, yiğit bir gönüllülükle Bedri Yağan’ın bu görevi üstlenişini, Bedri’yi ranzamın altına elini kolun bağlayarak sakladığımı ise anılarda uzun uzun anlatacağım (Mayıs 1978).

Rahmetli Bedri Yağan, Suriye’ye geçer geçmez benimle görüşmek istedi. Misafirim oldu. O günleri andık uzun uzun. Suriye sürecinde çok ciddi hataları ve sorunları oldu, satın aldıkları insanların da kurbanı oldular. Mehmet Ağar-Tansu Çiller’in kapalı ödenekten aktarılan para karşılığında MİT aracılığıyla, Suriye’de Müslüman Kardeşler örgütü üyeleriyle, sağa sola bombalar yerleştirip masum insanların ölümüne yol açan Reşit Duran, Bedri Yağan’ı Türkiye’ye dönüşünü organize edendir. Bedri Yağan’ı sınırdan geçer geçmez, MİT’le bağlantılı olan kaçakçılara teslim etmiştir. Bilinen sonuca böyle gidilmiştir. Reşit Duran Suriye’de, sivil halkı katletmekten dolayı idamla aranıyor. Şu an Türkiye’de, MİT çömezi olarak da istihdam edilmektedir.

Ama ilginç bir kesişme oldu. Arap Ayhan, İtirafçı Engin’in sitesinde Reşit Duran’ı “devrimcilere yardım eden” biri olarak tanıttı. Onunla birlikteydi. Arap Ayhan, HDÖ’lü olduğu için sorgulanıp, uyarılarak bırakılmıştı. Sefil biriydi zaten. İlginç olan İtirafçı Enginin sitesinde MİT’e kendini satmış ve ilişkisi hala devam eden İbrahim Yalçın’a ek, Arap Ayhan’ın ve onun dostu Reşit Duran’ın da yer almaya başlamasıdır. MİT uzantısı bu kadar kişinin bir WEB sitesinde bir araya gelmesi nedir? Bunu herkesin düşünmesini istiyorum…

Rahmetli Bedri Yağan sürecini ise ayrıca anlatacağım…

Ankara Emniyet Müdürlüğünde (10 Mart 1978), sorguya benimle yüzleşmek üzere getirilen yoldaşlarımı da katarak (Bunlar arasında M. Burgaz ve kardeşi Fuat’ta vardı), emniyete meydan okur tarzda, yerel halk türkülerimizi hücremden, anadilimle, yüksek sesle söylediğimi burada uzun uzadıya anlatmayacağım.

Bu satırların sonunda yine yüksek sesle, Bush’un suratına vurulan sırmay gibi, “Utanmaz adamlar, itirafçılar, MİT’e satılmışlar, hilkatinizi, pis ağzınızı ve kirli ellerinizi Nebil yoldaştan uzak tutunuz “ diyerek suratlarına vuracağım.

Nebil yoldaş için dürüstçe, sesiz ve sitemsizce, boş tenekenin çok ses çıkaran gürültülerine medet bağlamadan çalışan her kişinin emeklerine saygımı ve salamımı iletiyorum. Bu süreç tamamlanınca bu konuya özel olarak ayrıca yer vereceğim.

Bu dosyada Nebil yoldaşı uzun uzun anlatmayacağımı baştan söyledim. Ama onu kalleşçe ve hunharca katledenlere bir çift sözüm olacak.

Katiller her kimseniz, Mete Özer mi? Başkası mı? Kim olursanız olun. Oturun yaptığınız ve sizin de içinizin, en azından bu gün itibariyle, burkulduğuna inandığım bu menfur cinayetten dolayı özür dileyin. Bunu yazılı ve açık olarak yapınız; cinayetinizi detaylarıyla anlatıp özür dileyiniz. Bakın, cinayetinizin üzerinden bunca yıl geçti ama Antakya halkı olarak şehidimizi unutmadık. Şehit haftaları düzenlemeye başladık. Şehidimizi bulacak toprağıyla kucaklaşmasını da sağlayacağız. Bu vebalden kaçamayacaksınız. Bunun dışında ihsan istemiyoruz.

Bu çağrıyı Ali Çakmaklı’yı öldürenler için de tekrar ediyorum.

Bu çağrıyı, örgütümün sorumluluğunu üstlendiği, olumlu olumsuz her yükümlülüğünün arkasında 2. Kongremiz bağlanıp karar alana kadar duracağımı bir kez daha belirterek, yineliyorum. Kimseye bir sorumluluk yüklemeden (61. Dosya’da bu konuyla ilgili her detayı açıkladım), kimseyi şaibe altında da bırakmadan, bu çağrımı tekrar ediyorum.

Son notum şu olacak.


1 Mart 2009

Sefil itirafçı yüzünden firarı duruma düştüğüm 1977 Ağustos’undan bu güne ve bu saate kadar kod adlarıyla yaşadım. Adımı hep gizledim. İlticamı bile başkasının adıyla yaptım. Fotoğrafımın yayınlanmaması, Adımla görüntümün bir arada algılanmaması için çaba verdim. Kod adımı bile seçerken yaygın olanı tercih ettim, hep Ali oldum, Ali kaldım…

Adana cezaevinde hummalı bir kaçış hazırlığı vardı. Tünel son aşamalarındaydı. Siyasi temsilciler olarak, devlete büyük bir darbe olur düşüncesiyle tünelden ilk elden ağır mahkumları çıkaracaktık. Sonra istisnasız tüm mahkum ve tutukluları da hatta cezaevinin meşhur bir kedisi vardı onu da çıkarmayı düşündük (1000’i aşkın kişi). Bu önerim kabul edildi. Büyük ve sansasyonel bir çıkış böyle gerçekleşecekti. Burada şahıslar ve adları yoktu. Olayın kendisi büyük bir etki yaratacaktı. Ancak tünelde bir devrimci yoldaşın şehit olması tüm planlarımızı alt üst etmişti. Farklı arayışlar içindeyken, tünelin açığa çıkması nedeniyle, jandarmalarla aramızda başlayan silahlı çatışmaların ardından, cezaevi çevresinde birikmiş ailelerin tepkilerini dindirmek için 6. kolordu komutanından görüş izni geldi.

Durum değerlendirmesiyle yeni kaçış planımızı hayata geçirdik. Bir gece önce görüş yapılacak kabinlerde, görüşmeci tarafına geçerek sabahladık. Gardiyanlardan örgütlü olanlar, solculara sempati görenlerin de yardımıyla, firar ettik.

Firar ettiğimizin anlaşılmaması amacıyla, koğuş sayımında adımız okununca “buradayım” diyecek yoldaşları da belirleyerek çıkmıştık. Onlarca kişi çıkmamıza rağmen, kaçışımız geç anlaşıldı ve bu olay basında önemli bir yer bulmadı. İstediğimiz de buydu. Aptal itirafçının her olayda ve söylemde bir Mihrac Ural parıltısı yaratmak için çırpınışı sadece yalandan ibarettir.

Bu gerçeği, benimle kaçmasına onay verdiğim, İtirafçının yakın arkadaşı Adil Okay’a da iyi bilir. Anlaşılan itirafçının salladığı yalanı durdurmakta geç kalmış.

Bu verilerin ışığında, “şöhret peşinde” koştuğumu iddia eden itirafçının bilmek istemediği çok şey olduğunu söylemeliyim.

Örgütümüz, Türkiye’de en etkin askeri eylemlerini ANAP’a karşı yaptığında, medyanın tek kelimeyi bile abartarak vereceği bir ortamda, Mihrac Ural yerine Bedreddin Mahir örgüt sözcüsü olarak konuşmuştur. Bedreddin Mahir’in ise, şeyh Bedreddin ve Mahir Çayanı çağrıştıran bileşkesiyle şöhrete hiç ihtiyacı olmayacağını söylemeye gerek yoktur.

Buradan da itiraf etmeliyim ki, Engin Erikener benden çok daha meşhurdur.


Bu zevatın şöhretinin milyonda biri bile olamam, Allah kimseyi de yapmasın derim.

Örgütümüzü itiraflarıyla polise teslim etmesinin şöhretine ülkemizde, Doğu Perinçek’ten başka kimsenin ulaşamadığını belirtmeliyim; bu şöhreti, işkencelerde kanlar içinde kalan vücutlarımızın üzerine basılarak oluştuğunu ayrıca hatırlatmama gerek yoktur. Polise yaptığı itiraflarla, istisnasız geride hiçbir şey bırakmadan, olan ve olacak olan tüm eylemlerini, olan ve olma ihtimali olan tüm adres ve sorumlularını, tanıdıklarını, kendisine selam atanları, akrabalarını ele vermiş ve ifadesinde bir ton ithamla, adını 12 kez andığı Mihrac Ural’ı vererek meşhur olmuştur. (Bkz. 1. Dosya; itirafçı Engin Erkiner’in polis ifadesi http://mirural.blogspot.com/)

Özür dilerim, böylesi bir şöhretle ben asla başa edemem…

Mihrac Ural sendromuyla yaşama ısrarı, bu adamı kepaze durumlara da soktu. Bunca karalama çabasına rağmen sonuç alamayınca, siyasi yazılarımın arkasından nal toplayan eleştiri çırpınışlarına yönelmesi dikkat çekicidir. Özel olarak benim adım etrafında dolaşan sitesindeki her yazıda, yazılarımı “okumadığını, hiç bakmadığını, ilgilenmediğini” yazıp durdu. Oysa anı anına yazı performansımın izleyicisi olduğu anlaşılıyordu. Bu dengesiz durumu kimsenin gözünden kaçmadı. Alay konusu oldu; bu kadar karalama ve iddiadan sonra, geriye hangi siyası eleştirinin kıymeti itibarı kalır ki…

Hiç yorum yok: