HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

25 Aralık 2011 Pazar

MARAŞ FAŞİST BİR PLANDI MİT BİZZAT KATKI YAPTI

Hasip Yiğitoğlu – 24 Aralık 2011

Maraş katliamının 33 yıldönümünde konuşan dönemin İçişleri Bakanı Fehmi Güneş, katliamın bizzat devletin yönlendirmesiyle yapıldığını itiraf etti. 1978 yılında Maraş’ta Alevi yurttaşların yoğun olarak yaşadığı mahallerde gerçekleştirilen katliama ilişkin itiraflarda bulunan dönemin İçişleri Bakanı, yaşananları şöyle özetledi: “Faşist bir plandı. Engel olmayı bırakın, MİT bizzat katkı yaptı.”

Olayları ‘faşist bir plan’ olarak nitelendiren Güneş, çarpıcı açıklamalar yaptı. Güneş, “Maraş, katliamı göz göre göre geldi. Fakat önüne geçilemedi çünkü istihbarat bize bunlarla ilgili bilgi vermiyordu. Olaylar başladı, valiye istihbarat verilmedi, askeri çağırmakta da geç kalındı. Gelen asker de yeterli değildi.
Ben istihbarat örgütünün oradaki cinayetlere, oradaki katliama katkı yaptığını düşünüyorum. Engel olmayı bırakın, MİT bizzat katkı yaptı. Bakanlık görevim boyunca MİT’ten bilgi alamadım” dedi.

Güneş, “Yörükselim Mahallesi’nde canilerin elinden kurtulan 10 yaşındaki bir çocuk kaçarak komşularına sığınıyor ancak onca yıllık komşuları onu evine almıyor. Yine bir kişiyi ağaca çivileyip ateş ederek öldürüyorlar. En vahşi olaylardan birisi de kocaman bir kazanda kaynar suya atılarak öldürülen çocuk cesedi bulduk” dedi.


İnsan desen, İslam desen, değer desen, etik desen ayaklar altında eziliyor.Hangi duruma yorumlayacağız bu vahşeti.
Acaba diyorum,Tarihimizle gurur duyuyoruz diyen Başbakan bu vahşetten haberdar değil mi.Yoksa başka bir ülkede mi yaşıyordu.


Hatırlamaması da mümkün değil Başbakanın.Katliamın yapıldığı zamanda yaşı 25 civarında olmalı.Bildiğim kadarıyla Başbakan,Milli Türk Talebe Birliği “nin önemli şahsiyetlerinden biriydi.Yanılıyorsam af ola,hatırladığım kadarıyla 12 Eylül Faşist yönetimi tüm siyasi ve sivil toplum örgütlerini kapatırken, MTTB bu uygulamadan muaf tutulmuştur.Yani MTTB kapatılmamıştır.


Meğer bu uygulama bu günler içinmiş.Milli görüş,sonrada AKP kurucularının ciddi bir bölümü MTTB meşrebi ile beslenmişlerdir.Tesadüf olmadığını söylemek yanlış olur mu acaba.


Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra esas konuya döneyim. Başbakan ve Dışişleri Bakanı dünyayı dolaşarak Fransa”yı, Fransa”nın uyguladığı katliamları anlatacaklarmış,Fransa”yı teşhir edeceklermiş. “bu duruma kimsenin itirazı olmaz” iyide olur.En azında Türkiye destekli Fransa”nın Libya”yı neden işgal ettikleri de ifşa olmuş olur.
Neyse konuyu fazla dağıtmadan,acaba diyorum,madem ifşa etme konusunda bu kadar heyecanlılar,Maraş”ta yapılan katliamının gerçek faillerini de ifşa etseler,kefil oldukları tarihle de böylece yüzleşmiş olurlar.


Böylesi erdemli bir duruş gösterseler , son derece anlamlı bir gurur vesilesine vasıl olular bence.Halı hazırda MİT”te Başbakana bağlı iken.


Hasan Fehmi Güneş”i ekranda dinlerken,bir kez daha anladım ki,dünyada siyasetin ve temel insani değerlerin en sığ ve kaba yaşandığı ülkelerin içinde Türkiye”yi önemli bir yere oturmak gerekiyor.


Güneş, alenen bu katliam MİT in desteği ile yapılmıştır diyor.En etkin devlet kurumu olan MİT ise,ve dolayısıyla Devletin politikaları MİT in öngörüsüyle terslik içinde olmayacağına göre,Güneş”in dediğinden Katliamın devlet eliyle yapıldığı sonucu çıkartılamaz mı.
Allah aşkınıza,dünyada halkına karşı bu kadar zulmü reva gören kaç devlet saymak mümkündür..Siyasi-toplumsal zihniyeti,halkının değer yargısıyla,inancıyla,kültürüyle,sosyolojisiyle bu kadar ters düşen başka devlet var mı acaba,bu dünyada.


Halkına karşı “intikam” argümanlarını bu kadar rahat kullanan siyasi bir iktidara rastlamak kolay olmasa gerek.


İntikam alınacaktır,diyebilen bir Cumhurbaşkanı düşünmek nasıl olur,nasıl izah edilebilir.


Bunun bir tek izahı var, akıl tutulması.


Kahraman Maraş katliamını lanetleyerek,katledilenleri saygıyla anıyorum.

. SURİYE DE İNTİHAR SALDIRISI


Hasip Yiğitoğlu
– 23 Aralık 2011


Son iki gün içinde Irak”ta ve Suriye”de yaşanan intihar eylemleri yeni bir sürecin işaretlerini veriyor adeta.ABD”nin Irak”ı işgali ile başlayan sürecin yeni bir versiyonu ”ABD”nin Irak”tan çekilirken” uygulamaya konduğu görülmektedir.

Son iki günde Irak”ta ve Suriye”de yapılan intihar eylemleri yapılışı ve niteliği göz önünde bulundurulduğunda El Kaide”yi işaret ediyor.

Suriye”de nitelikle anarşi sürecinin başladığı ilk günlerde El Kaide üzerinde durmuştum.Suriye muhalif silahlı odakların bileşenleri içinde EL Kaide”nin olduğunu belirtmiştim.

Zaten,Suriye”de yaşanacaklarla ilgili Uluslararası son spekülasyonlar El-Kaide üzerinde yoğunlaşmıştır.Libya”daki süreçle birlikte tartışmalar bu alanda yoğunluk kazanmıştır.Muhaliflerin son İstanbul toplantısında aldıkları,ölmek var dönmek yok kararı yeni bir sürecin habercisiydi esasında.Bildiğiniz gibi ölmek var,dönmek yok sloganı El-Kaide”ye aittir.Bu bağlamda komutanlığın El-Kaide”ye verildiği anlamı çıkartmak mümkün olmalıdır.

Son üç ay içinde silahlı muhaliflerin yaptıkları eylemler dikkatlice incelendiğinde,kısa zaman dilimi içinde oluşan bir örgüt işi olamayacağı belli olmaktadır zaten..

Ayrıca bu eylemler Suriye Müslüman kardeşler örgütünü fazlaca aşacak niteliktedir.Daha ziyade profesyonel nitelik refleksli örgüt izlenimi veren eylemlerdir.

Hele hele bu gün Şam”da düzenlenen ve uluslar arası medya ekranlarına düşen ”Türkiye medyasının yer vermediği” iki intihar eylemi var ki,El kaide”nin eylemleriyle bire bir örtüşmektedir.

Kullanılan patlayıcıların niteliği bir başka dikkat çekicidir.Medyaya yansıyan yayınlardan anlaşıldığı üzere bu patlayıcılar ciddi bir teknoloji ürünüdür.Bu anlamda patlayıcıların,satır aralarında İsrail menşeli olabilecekleri işaretleri bilirkişilerce verilmektedir.

Öğlesine etkileyici patlayıcılar ki,intihar eylemi sonucunda 50 den fazla ölü ve 200 den fazla yaralıya neden olunmuştur.

İnsanlar paçavraya dönmüş.Adeta paça görüntüsü veriyor cesetler..Kafa,gövde,ayak,el birbirinden ayrılmış.İnsanların parçaları birbirine karışmış.Araçları içinde yanarak ölenler iskelet halinde yerlerinde duruyor..Ve maalesef ölenlerin ciddi bir bölümü sivil ve çocuklardır.Malumunuz El-Kaide”nin eylemleri genellikle sivillere yönelik olmaktadır.

Medya ya yansıyan bu manzaralar bir ibret tablosu..Akıl tutulması gibi.İnanın ekrana bakmaya ürkersiniz.Bu manzarayı seyredeli nerdeyse 8-10 saat geçmesine karşın tüylerim halen diken,diken.

Gördüğüm manzara karşısında hislerimi anlatamam.Hayvanların bile utanacağı bir manzara.İnsan vicdanının tahammül edemeyeceği bu katliamı haklı çıkartacak hiç bir şey olamaz.Ne din,ne milliyet,ne iktidar adına kabul edilemeyecek kadar ahlaksızca bir katliam.

Başa dönecek olursam,ABD giderayak yeni provakasyonlar için El-Kaide”ye meydanı boşaltmıştır.ABD Döşediği düşmanlık algısıyla halkı etnik ve inanç temelde kamplaştırarak El kaide”ye bu günleri hazırlamıştır.Bunun anlamı kamplaştırılan halklar arasında nitelikli anarşi ve kaos derinleştirilerek mezhep çatışmalarının önünü açarak iç savaş yaratmaktır.Böylece de Irak”ın bölünmesi sağlanmış olacaktır.Güneyde Şii,Ortada Sunni, Küzeyde Kürt devleti.

Böylece de İran ile Suriye arasında sunni bir koridor devlet kurulmuş olacaktır.BOP denkleminin ilk ayağı tamamlanmış olacaktır.

Hedefin İkinci ve üçüncü aşamaları,önce Suriye,sonrada Türkiye olacağı artık netleşmiş durumdadır.Bu oyunu farkında olanların bir kısmı bu senaryoya direnmektedir.Örneğin Suriye.

Bazıları ise arka bahçe ajandaları kirli emelleri uğruna planlanan cehenneme odun taşımaktadırlar.Tarihin en kanlı arenasına dönüşebilecek bu sürece adım adım halklarını ateşe atıyorlar.

Maalesef ülkemizin Suriye politikası bir çok tehlikeyi barındırmaktadır.Hem ekonomik,hem siyasi,hem diplomatik yönden karaya oturmuştur.

Irak ve Suriye de yaşanan intihar eylemlerinden umarım ders çıkartılabilir ve hatalardan dönülerek toplumsal geleceğimiz tehlikelere sürüklenmemiş olur.

Bu durumu ciddiye almak lazım.Halk olarak nesillerimizin geleceğini ilgilendiren kararlara artık müdahaleci olmamız gerekiyor.Hatta zamanı geçmiştir bile.Özellikle bölgemiz ve ülkemiz üzerinde oynanan emperyalist savaş senaryolarına karşı duyarlı olmalıyız.

İNSANLIK MI BU?



Mihrac Ural – 23 Aralık 2011 Cuma.


Bu gün öğle saatlerine doğru Suriye’nin başkenti Şam’da iki ayrı yerde iki arabayla intihar eylemi yapıldı. İlk belirleme 50 ölü 200 yaralı. Duvarlar yıkıldı en yüksek binalarda çatılar uçtu. Suriye kan ağlıyor, insanlık acı çekiyor; bu kanlı ve bir o kadar karanlık eylemi yapan Suriye’ye diz çökertmek isteyen eli kanlı Müslüman Kardeşler Örgütü şebekeleridir, El kaide’nin CİA mahreçli aklıdır. Aynı ölüm kurgusu, aynı eller tarafından dün Bağdat’ta, (22 Aralık 2011) sahneye konması, bölgemizde bu karanlık güçlerin amaçlarına önemli bir işaret olmuştur. Bağdat bilançosu 65 ölü 185 yaralıydı.


Bu Eylemin yarattığı derin hüzün ve tepkiyle Suriye halkı her şehirde, her ilçede milyonlar üzerine milyonlarca insan meydanlara akmaya başladı. Şu saatlerde, Suriye halkı istisnasız meydanlarda ortak refleks göstererek haykırıyor “katiller bu ülke size ve sizi kullananlara mezar olacaktır.” Dünyanın hiçbir ülkesinde görülmesi kolay olmayan bir ortak tepki tablosu oluşturan Suriye halkı, katillerin bitip tükenmeyen iflaslarını, mağlubiyetlerini ilan ediyor.


Bu eylem, insanlık evrimini tamamlamamış olan, hayvan düzeyine bile yükselmemiş olanların ortaçağa takılı akıllarının ürünüdür. Kimlik üzerine, yer ve çevre, inanç ve mezhep üzerinde lime lime insan doğrayan bu çeteler 10 aydır Suriye’ye karşı kinlerini kanlı şekilde kusuyorlar. 10 aydır, halkı kendilerine ve kirli amaçlarına inandıramadılar, 10 aydır silaha sarılarak bir sonuç alamadılar, 10 aydır liderliği, yönetimi ve halkıyla bir bütün olan, direnme çizgisinde öncü olan, yaptığı reformlarla ülkesini özgürlük ve demokrasi düzlemine yükseltmek için canını dişine katmış olan Suriye’ye karşısında yenilgiye uğradıkça daha çok ölüm ve daha çok bombalamalara yöneldiler. Bu bir iflastır. Bu bir tükeniştir.


Siyasi programları bile olmayan “İstanbul Meclisi” adlı şebekeler, asker kaçağı üç-beş firariyle “Hür Ordu” diye piyasaya sürerek aczini, darlığını, silahlı terör eylemleriyle insan katlinden başka bir batıklık olmadıklarını göstermiş oldular. Bu gün Şam’ı kana bulayan bu ölüm selinin bilinç altında, tarihi kinler olduğu kadar, bu kinlerin bölgemizi siyasal açıdan İsrail lehine yeniden dizayn etmek isteyen emperyalist güçlere kuklalık yaptığı ortaya çıkmıştır.


Bölgemizde halklar lehine gelişen süreci tersine çevirmek isteyenler, Suriye gibi kilit bir ülkenin dik duruşuyla yüz yüze gelmektedirler. Bu, ister okyanus ötesi süper güçlerin Ak denizden Kafkaslara enerji kaynakları ve yollarını denetlemek için kurgulanın komploların icrası için ister mezhep ırkçılığının intikam alma hevesleriyle yapılmış olsun tümü aynı kapıya çıkmaktadır. Ölüm denklemidir bu. Bir ülkeyi bir halkı katletme denklemidir bu.


Suriye hepimiz adına katledilmek isteniyor. Laik Suriye yönetimi bölgenin tek güvenli ülkesi olmanın bedelini hepimiz adına ödüyor. Suriye’ye destek vermek, bu anlamıyla öncelikli olarak kendi halklarımızın çıkarı için bir duruştur. Suriye ise, kendi canımız kardeşimiz akrabamız komşumuz ve halkımızdır. Halkımız için artık daha çok duyarlı olmalıyız. Bu satırlardan, uluslar arası medyanın yalan, abartma, uydurma karanlık amaçlı yayınlarının etkisiyle “Suriye’de neler oluyor?” sorusuna cevap arayanları, bir kez daha gerçekleri görmeye davet ediyorum..

Bu satırları hüzün dolu olarak yazdım. Ölüm denklemleri kurgulayanlara karşı, korkakça ve haince ölüm kusanlara karşı, kan akıtmayan inanç sayan karanlık akıllara karşı mücadele etmek bir varoluştur, bir duruştur. Bunu herkesin öncelikle algılaması gerek.

LAZKİYE KONFERANSINDA SURİYE KÜRTLERİ




Mihrac Ural – 22 Aralık 2011 Perşembe. Lazkiye/Suriye

Lazkiye’nin Spor beldesi konferans salonunda, 5000 kişiyle, Orta-doğunun en önemli şahsiyetlerinin vereceği konferansta birlikteydik. Birçoğu dostum. Siyasal konuların uzmanı. Birer bilge. Salonu dolduran coşkun kalabalık, ülkeleri Suriye’yi daha güçlüce savunmak için, siyasal olayların detaylarını kaynağından, bire bir öğrenmek için bir araya geldi. Köylerden, belde ve şehirlerden, özellikle bayanlar, gençler akın akın siyasal algılarına, susuz toprak gibi siyasal derinlik katmaya geldi. Ülkelerini bilinçle savunmak için, bir kitaba başlar gibi, Suriye halkının tüm renkleri omuz omuza oldu. Bir dik duruş sergiledi. Suriyeliler, halkçı yönetimlerini ve demokratik reformlarını savunmaya geldi. Coşkulu kalabalık, Arap, Kürt, Ermeni, Süryani, Alev, Sünni, Hıristiyan ve mezhepleri, Ezidi, Dürzi, İsmaili tek yürek olduğunu, dini, mezhebi Suriye adı altında bir olduğunu göstermeye geldi. Bu görkemli mozaik tablo adına konuşan her bir şahsiyet, kendi diliyle selamını verdi, kendi topluluğunun özgünlüğünü genel içinde bir renk olarak Suriye adına aktardı, topluluğunun duruşunu ilan etti. Suriye bu görkemli tabloydu, bu birlikti, bölge halkları adına direnmenin kalesi olduğunu gösterdi. Bu onurla Suriyeliler, ülkelerini kanlı arenaya çevirmek isteyen Emperyalistlere ve onların bölgedeki kuklaları Erdoğan yönetimine, Katar, Körfez Emirliklerine, Suudi Arabistan’a ve içteki vatan haine tetikçilere, komplolarınız, eli kanlı çabalarınız sonuç alamayacaktır dediler.

Bu konferansta, dostum Ömer Osi, Suriye Kürtleri adına hanımıyla birlikte gelmişti. Dostum Arap Alevi Şeyhi, Caferi müftüsü Gazel Gazel, Arap aleminin yaşayan en ünlü Şairi Ömer el Ferra, Bölgenin en önemli stratejik araştırmalar merkezi müdürü “Top News” haber ajansı sahibi Lübnanlı Nasır Kandil, Dostum Sünni din adamı ve milletvekili Zekeriya Silvay, Lübnan siyaset adamı Abdurrahim Murat, Arap Edebiyatçı ve Yazarlar Birliği Lazkiye Şubesi Başkanı Nejdet Zireyka, Suriye Komünist Parti Polit Büro üyesi dostum İskender Cirada, Suriye sinema ve TV sanatçısı Züheyr Abdülkerim, Antakya kökenli Arap aleminin ünlü edebiyatçısı Hanna Mina’nın oğlu ünlü sanatçı Saad Mina bu günün en anlamlı konuşmalarını yapan yüzlerce davetliden birkaçı olarak yerlerini aldı.

Gündeme gelen konuşmalar ciltler dolusu bilgidir. Bunlar farklı yazılarımda işleyeceğim. Bu yazımı bölgenin sorunları içinde önemli yer alan Suriye Kürtleri adına konuşan Ömer Osi’nin altı çizilecek sözlerini aktarmakla yetineceğim.

Konferansta Dostum Ömer Osi, Suriye Kürtleri adına yaptığı konuşma çok anlamlıydı. Dış güçlerin üzerinde en çok oynamak istedikleri Kürt sorunuyla ilgili, dosta düşmana açık ve net mesajlar verdi. “Suriye Kürtleri, İstiklalle gelen 1. Cumhuriyet (17 Nisan 1946), Hafız Esad’ın Tashih hareketiyle gelen (16 Kasım 1970) 2. Cumhuriyet’ten sonra, 3. Cumhuriyete Beşşar Esad önderliğinde özgürlük ve demokrasi reformlarıyla gidiyoruz.” Sözleri bitip tükenmez bir coşkuyla alkışlara yol açtı ve günün cümlesi oldu.

Ömer Osi devamla, “bir Suriyeli Kürt olarak hep Suriyeli olacağız, bu vatanı birlikte bu günlere getirdik bundan sonra da birlikte yükselteceğiz” diyerek “ Arap Birliği tarihi boyunca emperyalist ülkelerin kuklası oldu bundan sonra bu birlikte yer almamızı gerektirecek hiçbir şey yoktur, bizim onlardan değil onların bizden onur öğrenmeleri gereklidir, Suriye, tarihi boyunca haklı davaların özverili savunucusu oldu, bölge halklarının güvenli limanı oldu bu onlarla aramızdaki nitelik farkıdır” dedi.

Osi, “Suriye’de iki Esad’ın Kürt halkına sunumlarını asla unutmayacaktır, bu iki lider Kürt halkının en vefakar liderleridir” dedikten sonra, iki gün önce Irak’ta, Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin yanında olduğunu belirterek şunları aktardı “ Sayın Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, aynen bana şunları aktardı, onun adına sizlere mesajı olarak taşıyorum.‘ Suriye, Kürt halkına en zor koşullarda ev sahipliği yaptı. Bizim için güvenli bir alan oldu, her türlü yardımı yaparak Saddam diktatörlüğüne karşı dik durmamızı sağladı. Bunun karşılığında hiçbir şey talep etmedi. Suriye ebiya ebiye oldu ( Suriye bizi kucakları korudu). Bu gün Irak’ta Kürtleri için bir varlık ve iktidar şansı ele geçmişse bunun en büyük payı Esad Suriye’sinin payına düşer. Dost ve düşmanlar bilsin ki, Suriye güçlüdür ona hiçbir şey olmayacaktır, buradan Irak Cumhurbaşkanı olarak açıkça ilan ediyorum, Beşşar Esad’ın komutası altında Suriye için bir asker olarak savaşmaya hazırım” Bu açıklama salonda şimşek etkisi yaptı yer yerinden oynadı Kürtler Araplar kardeştir nidaları yükseldi.

Osi devamla,”her kim ki, Suriye’de Kürtleri kullanabileceğini sanıyorsa yanıldığını bilsin. Suriye Kürtleri Suriyelidir ve bu vatanı ortaklaşa paylaştıkları farklılıklarla birlikte, kanlarının son damlasına kadar savunacaktır, Emperyalistlerin ve onun kuklası kimi komşu ülkelerin ve onların tetikçisi vatan haini şebekelerin amacı bu vatandır, bu vatan aynı zaman da Kürtlerin vatanıdır. Bu savaş bu nedenle de Kürtlerin Suriye adına varacakları bir savaş olacaktır. ”

Osi ayrıca “Suriye’ye her türden ihaneti yapan Erdoğan yönetiminin kirli savaşları, Türkiye Kürtlerini olduğu kadar Suriye Kürtlerini kıyıma uğratmak istemektedir. Bu nedenle eli kanlı şebekelere her türden desteği yapmaktadır. 3000 Kürt köyünü yakıp yıkan, 50 000 Kürt’ü katleden, 17 000 faili meçhul olan, zindanları tıklım tıklım dolduran, Erdoğan’ın şerri, Kürtleri Suriye’de de katletmeye çalışıyor. Bu kan içici yönetimlere karşı ülkemiz Suriye’yi ve Kürt halkını korumak için mücadele edeceğiz” diyerek sözlerini, üç noktaya dikkat çekerek bitirdi; “Bölgemizi talan etmek isteyen güçler, birincisi, İsrail’e kök söktüren Lübnan direniş hareketi Hizbullah ve lideri Hasan Nasrullah’ı yok etmek istiyor. Bu hepimiz için önem taşıyan bir tehlikedir. İkincisi; Suriye’de yönetimlerin yolsuzluk, iltimas, rüşvetle toplumu bozan dar çıkarcılığıdır. Hiçbir reform bu tehlike aşılmadan, önlemler alınmadan işe yaramaz. Buna dikkat etmeliyiz. Üçüncüsü; Dış güçlerin içine düşmüş oldukları ekonomik kriz, kendileri olmasa da kuklaları aracılığıyla yık–yak politikası izleyerek Ülkemiz Suriye üzerinde komplolar, yıkıcı faaliyetlerini daha da derinleştireceklerdir. Bu tehlikelere karşı panzehir Suriye’nin birliğidir, bu yeryüzünde hiçbir kudretin yenemeyeceği tek güçtür”

Konferans bittiğinde, insanların kucaklaşması, görülmeye değerdi. Tüm renkleriyle Suriye’nin gücünü temsil eden bu sevgi seli, dostlarının da kararlı duruşuyla sarsılması mümkün olmayan bir kale olduğun göstermiştir. Bunu anlamak için Suriyelilerin politik seviyesini, ve dostlarının kararlılıklarını bilmek yeterlidir. Bunlar arasında ben ve düşünce arkadaşlarım da yerimizi almış durumdayız. Bunu bir kez daha tekrarla belirtirim. Bu günü, aileleriyle birlikte yakın dostlarımı evimde vereceğim yemeğe davet ederek noktaladım…

21 Aralık 2011 Çarşamba

SURİYE’DE MİLYONLUK KENT MİTİNGLERİ



Mihrac Ural - 21 Aralık 2011 Çarşamba

Şu an Suriye’nin başkenti Şam’ın meşhur meydanı Emeviler meydanında 2 milyonu aşkın insan halkçı yönetimi ve ilan ettiği reformları ve ülkeyi eli kanlı şebekelerden koruyan Humat el diyar adını verdiği (Evin koruyucusu) Ordusuna destek gösterileri yapmaktadır 21 Aralık 2011 Çarşamba saat: 14.15). Bu miting, aldığım notlara göre, milyonluk mitinglerin 28.sidir. Bu notlarım arasında günü birlik, mahalle, köy, ilçelerde yapılar bin bir türlü sivil toplum etkinlikleri yer almamıştır bunların sayısı binleri geçer. Önem verdiğim büyük kentlerin milyonluk sığacak meydanlarındaki gösterileridir.

Tekrarla iddia ediyorum, gözlerimle tanık olduğum verilere dayanarak diyorum ki, dünyada hiçbir ülke ve hiçbir halk bu günün verileriyle, hiçbir yerde yönetiminin arkasında bu ölçüde kararlıca, coşku ve özveriyle durmamıştır. Suriye halkı, yönetimin arkasında bölgenin en özgür ve en demokratik ülkesi olma adımını ifade eden kararları kazanmıştır; bu kararların tümü Resmi Gazetede yayınlanarak halkın kazanımları arsında olmuştur. Demokrasi ve özgürlük derdinde olmayanlar emperyalist kuklalar olarak, kanlı süreçlerin tetikçileri olarak halkın kazanımı olan demokratik hakların kullanılmasın engellemeye çalışmaktadırlar. Bu bir yol kesme olayıdır ve tam anlamıyla Suriye halkını hedef almaktadır. Suriye olaylarının özünü bu gerçekler oluşturuyor; kavranması gereken en önemli halka da budur. Suriye halkına yönelik saldırısı olduğudur. Suriye haklıda milyonları milyonlara katarak meydanlarda coşkulu gösterileriyle buna cevap vermektedir.

Suriye halkını temsil eden ve her gün meydanları dolduran milyonlarca insanı görmeden, yönetimleri arkasındaki kararlı duruşu algılamadan, halka saldıran kanlı toplu kıyım yapan şebekelere karşı güvenlik güçlerinin, halkı korumak için yürüttüğü mücadeleyi “baskıcı” yöntemler olarak algılamak gerçekçi değildir. Bununla kalmayıp, eli silahlı ve kanlı şebekeleri halk hareketi olarak görmek bölgemizde dönen olaylar hakkında hiçbir şey bilmemektir. Cahilliktir; 50’ye yakın Türk istihbarat subay ve elemanının Suriye’de yakalanmasını hiç anlamamaktır. Her türden komşuluk ilişki ahlak ve tarihine, kültür ve algılarına aykırı olan bu çabaların Suriye’de hangi kanlı süreçleri ürettiğini, kışkırtıcılık ve ölüm denklemlerinde nasıl yer aldıklarını, saldırgan pervasızlığın arkasında duran güçleri görmezden gelmektir: Suç ortaklığıdır. Kimse parmağının arkasında saklanmasın.

Ortaya çıkan son bilgiler, karanlık güçlerin Suriye’yi yıkmak için nelere baş vurabileceklerini de göstermesi açısından anlamlıdır; Katar, Körfez emirlikleri ve Suudi Arabistan’ın oluşturduğu kapalı ödenekten, Rusya’nın BM deki Suriye’yi koruyan tutumunu değiştirmesi karşılığında 5 milyar dolarlık rüşveti önerisinin yapıldığı belirtilmektedir. Bu, hayasız akılların cirit attığı yerde, sokaklara insan dökmek için ne tür sahtekarlıkların, insan satın almanın, abartma ve yalanlarla bezenmiş medya beyin yıkama faaliyetlerinin devreye geçeceğini tahmin etmek güç olmasa gerek.

Bütün bu olanlar, Suriye’nin halkının yönetimiyle, yarım asırdır sürdürdüğü siyasi tutuma bedel ödetme girişimidir. Suriye halkı, emperyalizme ve gericiliğe karşı bölge halklarının çıkarları adına ortaya koyduğu direnişin kefaretini ödemektedir. O, bedeli ne olursa olsun Filistin halkının haklı davasının yanında olmuştur Irak, Lübnan ve Türkiye halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin yanında olmuştur. Bundan da onur duymuştur. İşte bu gün şu saatlerde meydanı dolduran milyonlar bu halk iradesinin açık ve tartışmazın ifadesidir.

ALEVİ – SÜNNİ

Satırlarımı sonlarken önemli üzerinde duracağım bir başka gerçek de şudur. Suriye’de Alevi Sünni- sorunu yoktur. Suriye devletinde resmi egemen olan Mezhep Sünni mezhebidir. Laik yönetimde Aleviler mezhepsel açıdan resmi hiçbir hakları olmasa da inançlarına karışılmadığı için kendilerini güvende hissederek yaşarlar. Yönetimde yer alan alevi kökenli insanlar ise ne nüfus oranlarına göre yeterli sayıdadır ne de iktidar güç ve etkinliği, Alevi mezhebi inancının temel yönelimleriyle ilgilidir. Suriye halkçı yönetimi, tüm etnik ve inanç mozaiğinin bir bileşkesidir, Bu yönetimde dengeler önemli korunur ve vatanseverlik merkezinde ülkenin yüksek ulusal çıkarları topluca korunur. Suriye’de her kim Alevilerin hakimiyeti var diyorsa bilgisizdir cahilce konuşmaktadır demektir. Bunun içindir ki, meydana inen milyonlar, farklı şehirlerde aynı coşkuyla sahaları dolduran kitleler tüm Suriye halkından farklı etnik ve inanç kökenli bir bütün olarak yönetimin arkasında durmaktadırlar.

BM’nin MAVİ BERELİSİ

Bu noktadan kimi bunaklar, Suriye’ye NATO müdahalesi ya da her zamanki kıvraklıklarıyla demagojiye sarılarak, “BM’nin mavi bereleri askerleri müdahale etmelidir” diyorlar. Bu yaklaşımın köklerinde yatan kinleri artık bir kenara atıyorum. Süfli insanların bir ülkeye müdahaleyi, iç dünyalarının karanlık kinleri nedeniyle istemeleri ahlaksızlık olduğu kadar cürümdür de. BM’nin mavi bereli askerlerinin işlevini bilmeyen bu cahiller, Suriye’de bir iç savaşın olduğu sanısındalar ya da bunu arzuluyorlar.

Öncelikle BM’nin mavi bereli askerleri, savaş halindeki iki devlet arasında alınan ateş kes kararını kontrol için iki ülke arasında sınır boyunca bir çizgide konumlaşarak gözlemcilik işlevi görür ve raporlarını BM güvenlik konseyine sunar. Ya da iç savaş halinde olan, karşılıklı iki savaş cephesi haline bölünmüş, her biri ülkenin farklı bir alanını askeri olarak denetleyen güçler arasındaki çatışmayı bir ateş kesile durdurmak ve iki hat arasını birbirinden ayırmak üzere işlev görür.

Suriye’de ne biri ne de ötekisi mevcut. 14 il, 206 ilçe, 6432 köy ve yaklaşık olarak 30 000 mahallesi olan bu ülke ve dışta büyükelçilikleriyle etkinlikleriyle şu saate kadar bir tek memuru istifa etmemiş, bir tek kurumu işlemez hale gelmemiş, hatta sözü edilen asker kaçaklarının bile dünya ortalamasının çok altında olduğu gibi, eli kanlı şebekelere olan bu katılım bir kaçıştır. Asker kaçaklarının ülke içinde kalmayıp derhal kendilerini güvenli liman Türkiye’ye atmaları ve oradan Avrupa’da boy göstermeleri bile bunları hangi amaçla asker kaçağına düştüklerini anlatmaya yeter. Sonuç olarak, yönetimin denetimi dışına bir köşesi bile çıkmamış Suriye için BM‘nin Mavi Bereli askerlerinin müdahalesini istemek, mavi bereli olmaktan başka bir anlamı yoktur: Bu tür cahiller, Siyonist ağızlarıyla yaptıkları, nedenleri ne olursa olsun bölgemizde emperyalist müdahale çabalarının bir parçası olmaktır. Bu konuda Erdoğan’ın mihverinde yer alan liberaller, itirafçılar, her soy ve boydan demokrasi düşmanlarının vardıkları yerde tas tamam budur.

Alttaki liste ise, bunlara verilecek en iyi cevaptır.

1. 25 Mart 2011 (Reform kararları ilanı ve tüm Suriye’de milyonlarca insanın meydanlara indi)

2. 29 Mart 2011 ( Suriye üzerine oyanan oyunlara dur demek için milyonlar mitingi yapıldı)

3. 15 Haziran 2011 (23 milyon Suriyeli adına 2300 mt büyük bayrak mitingi yüzbinler)

4. 21 Haziran 2011 (Tüm Suriye’de 10 milyon insan meydanları doldurdu)

5. 6 Temmuz 2011 ( Halep milyonluk mitingi 2300 mt bayrak taşındı)

6. 10 Temmuz 2011 ( Lazkiye, milyonluk dünyanın en büyük bayrağı (16 km) mitingi)

7. 17 Temmuz 2011 (Şam Kasem günü (Beşşar Esad’ın C.B. yemin günü) milyonluk miting)

8. 12 Ekim 2011 (Şam sabi3 Bahrat meydanı (merkez Bankası önü) 2,5 milyon insan meydanda)

9. 19 Ekim 2011 (Halepte 2 milyonu aşkın insan mitingte meydanları doldurdu)

10. 26 Ekim 2011 Çarbşamba (Şam 2 milyonu aşkın insan Emevi meydanını doldurdu Arap Birliği Dış işleri bakanları heyetinin gelişi. Aynı anda Haseki ilinde yüzbinlerin mitingi yapılıyordu)

11. 27 Ekim 2011 Perşembe (Lazkiye mitingi, meydanlar milyonlarca insanla dulup taştı)

12. 30 Ekim 2011 Pazar, (Suveyda mitingi, yüz binler bu küçük kentte meydanları doldurup taştı)

13. 1 Ekim 2011 Salı (Der El zor mitingi yüzbinler meydanları doldurdu)

14. 2 Ekim 2011 Çarşamba ( Rakka kenti mitingi yüzbinler meydanlarda, Selamayi beldesinde ise onbinlar meydanları doldurdu, Beşşar Esad önderliğinde ıslahat evet diye haykırdı)

15. 3 Ekim 2011 Perşembe (Tartus kenti mitingi yüz binler meydanları doldurdu, coşkuların en yoğun Tartusta)

16. 6 Kasım 2011 Pazar ( Rakka’da Beşşar Esad, bayram namazı ardından halkın arasına karıştı, binlerce kişi aniden liderlerini aralarında görücü coşkun bir mitinge dönütü, vilayet binasından konuşma yaptı)

17. 12-13 Kasım 2011 Cumartesi-Pazar (12 Kasım 2011 tarihi itibariyle Arap Birliğinin Suriye’ye karşı aldığı karanlık kararlara karşı halkın tepkisi inanılmaz bir boyuttu ortaya çıktı. Suriye halkı bu karanlık Amerikancı kararlara karşı 14 ilin tümünde on milyon insana yakın meydanlara inerek protestosunu haykırdı. Eli kanlı şebekelerin kaos yarattığı Humus, Deraa ve İdlip’te yüzbinler meydanlara dolup taşarak Suriye halkçı yönetiminin yanında olduğunu ilan etti. Bu günün dünyasında, halkıyla böylesine güçlü bağı olan bir yönetimin olmadığını gösterdi. Milyonlar hep bir ağızdan liderleri Beşşar Esad’ı dünya şer güçlerine karşı desteklediğini ilan etti. Bu gerçeği görmeyip de eli kanlı Müslüman kardeşler şebekesinin propagandasını yapan Siyonist aptallara duyurulur…Gösteriler tüm coşkusuyla insanlar yatmadan meydanlardaki haykırışlarını hala sürdürmektedirler. Böylesi bir sahiplenişin mesajını herkes bilince çıkarsın işte halk budur siyasal duyarlılığıyla emperyalizme meydan okumak budur….

18. 16 Kasım 2011 Çarşamba ( Bu gün Arap Birliği Örgütü (ABÖ) Suriye hakkındaki karanlık kararlarını onaylayacağını belirttiği gün, Bu güne tepki olarak Suriye halkı kendiliğinden ağır yağmur sığınağı altında Şam, Halap büyük kentlerde ve bir çok ilde ve Kırdaha’da yüzbinler olarak meydanları doldurdu)

19. 22 Kasım 2011 Salı ( Lazkiye – Tartus ve Şam Banliyolarında yüz binler Arap Birliği örgütü’ kararlarını protesto ederek yönetiminin yanında olduğunu ilan eden Suriye halkı meydanları bir kez daha bıkmadan doldurdu)

20. 24 Kasım 2011 Perşemde ( Şam / Bap Tuma mahallesi meydanı ve Haseki ili Reis Meydanında on binlerce kadın Arap Birliği kararlarını portesto ve halkçı yönetimi destekleme mitingleri yapmaktı)

21. 25 Kasım 2011 Cuma (Suriye’nin her kentinde artık Cuma günleri meydanlar yüz binlerce tutulmaya başlandı. “normal günlerde devlet memurlarını zorla, emirle meydanlara çıkarıyorsunuz, onun için tatil günü olan Cuma günleri destek gösterisi yapamıyorsunuz” İddialarına bir cevap oldu. Bu kez Suveyda, Banyas gibi il ve ilçelerde yüz binler meydanlara koştu, En önemlisi bu gösterilerde Kürtlerin merkezi beldesi Kamış’lı da on binlerin coşkun gösterisi çok yönle ve anlamlı bir mesaj oldu)

22. 26 Kasım 2011 Cumartesi (Lazkiye’de, Şam’da, Ceble’te Tartusta, Haseke’de on binler facebook çağrısı üzerine toplandı. Valilik sahasında yapılan mitinge Antakya’dan gelen 80 kuşağı misafirlerim de yar aldı, coşkuya katıldı, emperyalistlerin kirli planlarına karşı direniş çağrıları yapıldı)

23. 28 Kasım 2011 Pazartesi (Şam Sabi3 Bahrat meydanı (Merkez Bankası önü), Kıtayfi, Rif Dimaşk (Şam banliyoları) Halep Sadullah Cabiri, Rakka, Tartus, Haseki, Suveyda gibi büyül illerde ve birçok ilçede milyonluk gösterileri ve mitingler)

24. 2 Aralık 2011 Cuma ( Suriye halkı artık her gün meydanlarda, özel olarak Cuma gün meydanlara inme eğilimi gösteriyor. Bu da eli kanlı şebekelere ve onları destekleyen şer medyasına cevaben yapılıyor. Sözde normal günlerde iktidar memurlarını sokaklara döküyordu. Bunun üzerine sivil etkinlikler Cuma günü, yani tatil günü meydanlara inme kararı aldı. Bu Cuma Şam Sabi3 Bahrat meydanı, Halep Sadullan el Cabiri meydanı, Humus, Suveyda, Rif Dimaşk, Şamın bir çok mahallesinde,Safita, Ceble, Haseki, Humus, Lazkiye valilik önü meydanı, Ras el Ayn nahiyesi gibi büyük kent ve ilçelerde yönetim yanlısı destek gösterileri yapılıyor)

25 3 Aralık 20011 tarihi Cumartesi günü itibariyle her gün Suriye’nin tüm şehir köy kasaba meydanları dolup dolup taşarak, kimi yerde geceler gündüzler meydanlar tutularak devam eden gösterileri yazmıyorum. Merkezi büyük gösteri olunca ayrıca yazmaya başlayacağım.

26 9 Aralık 2011 Cuma ( Her gün süren destek gösterilerini yazmayı bırakıp sadece Cuma günleri çıkan destek gösterilerini sunacağım yani hafta sonları destekleri. Bu gün tüm Suriye’de yağmurlu bir gündü. Ancak bu ülkenin siyasallaşmış halkı ne yağmur ne de çamur dinlemedi halkçı yönetiminin arkasında durduğunu coşkuyla ilan etmeye devam etti. Şam, Halep,Tartus, Haseki, Suveyda, Humus’ta yüz binler yüz binlere eklenerek sözünü söyledi)

27. 19 Aralık 2011 Pazertesi (milyonluk bir gösteri sabi3 Bahrat Merkez Bankası önünde yapıldı. Her gün her şehirde olan gösteriler yanı sıra böyle özel olarak belli mesajları taşıyan dev gösteriler de yapılmaya devam ediyor)

28. 21 Aralık 2011 Çarşamba ( Emeviler meydanında ( bu meydan yaklaşık olarak Arap aleminin en büyük meydanıdır) Humat el Diyar başlığı altında Orduya destek olarak yapılan 2 milyonu aşkın insanın katılımıyla yapılan miting). Tekrarla ifada edeyim, çok özel olmadıkça, Suriye’de günü birlik yapılan ve yüz binlerin katıldığı yönetime ve reformlara destek gösterilerini artık not etmiyorum.

19 Aralık 2011 Pazartesi

KUZEY KOREYİ TAZİYE

BAŞIN SAĞOLSUN ONURLU ÜLKE KUZEY KORE

Mihrac Ural -19 Aralık 2011


Kuzey Kore lideri Kim Jong İl’in ölüm haberini sabaha karşı aldım (19 Aralık 2011 saat:03;30). Cumartesi 17 Aralık 2011 tarihinde bir kalp krizi sonucu öldüğü açıklandı. Bu ülke benim olduğu kadar emperyalizme karşı direniş algısı olan tüm ülke ve insanların yürek dostudur. Bu vefat dolaysıyla Kuzey Kore halkına ve yetkililerine, bu ülkede tanıdığım yoldaşlara ve dünden bu güne gelen sosyalist bilinçli tüm vefakar militanlara taziyelerimi iletirim. Kuzey Kore’ye resmi davetli olarak 1987 yılında gitmiş, gerçekliğini içselleştirmiş olarak bu gün ben de her Kuzey Koreli gibi hüzünlüyüm.


Kuzey Kore bizim kuşak için Sosyalizmin saf ve asil ülkesi olmuştur her zaman. Liderleri Kim İl sungu sosyalizmin teori ve pratik liderlerinden biri sayılmıştır. Bu bir algıydı. Belki kaynağı bu güne kadar dengelerini koruyarak sürmesindendir. İç karışıklıkları, çelişki ve gerginliklerinin dışarıya çok yansımamasıyla ilgili bir durumdur. Bütün bunlara rağmen Kuzey Kore dünyada emperyalizme karşı en kararlı direnişi ortayla koyan bir ülke olagelmiştir. Bu bile, ona verdiğimiz değerin bu gün için de geçerli olması için yeterlidir.

Kuzey Kore, kapalı bir kutu gibidir. Toplumculuğun toluca hareket olarak yaşama geçirildiği bir ülkedir de. Kore savaşı olarak hatırladığım savaşta dünyanın tüm emperyalist ülkelerine karşı anavatan savunmasını nasıl da başarıyla özveriyle yürüttüğü hala akıllardadır. Sovyet ve Çin desteği elbette önemliydi ama bu halkın kararlılığı da direnmenin ana gücü ve iradesi olduğunu göstermiştir. 1980’li yıllar Soğuk savaş döneminin en gergin yıllarıydı. Sosyalizm adına yeryüzünde her kim bir varlıksa birbiriyle bir biçimde dayanışma içinde olması gereken yıllardı. Örgütümüz kongresini yeni yapmıştı (24 Kasım 1986). Örgütsel yükseliş dönemindeydik ve kapsamlı çalışmalarımızın hızla yaygınlaştığı bir kesitteydik. Bu dönemde yaygın ilişkilerimiz arasında sosyalist ülkelerle de ilişkilerimiz önemli mesafeler kat ediyordu. Kuzey Kore, farklı alanlarda sosyalist ülkelerle kurduğumuz ilişkilerin önemli bir halkasıydı. Teknik ve teorik eğitim için birçok yoldaşımızı da konuk ediyordu. Bu yoldaşça ilişki kapsamında Örgüt Merkez Komitesine yöneltilen resmi bir davetle, başlarında benim de olduğum Merkez komite üyeleriyle birlikte 15 günlük bir ziyarette bulunduk, Benimle birlikte, Kemal Bayram, Ali Sönmez ve Zafer Gündoğdu yoldaşlar yer almıştı. (1987)

Bu ziyarette, önemli geziler yaptık. Kuzey Kore’nin yüksek kitaplarda okuduğumuz ve halk için yararlı olacak bir tür “proletarya diktatörlüğü” varsa o da Kuzey Kore’deki rejimdi. Evet ne farklı partiler ne fraksiyonların bitip tükenmez çekişmeleri ve Bizans oyunları yoktu. Ama halkı için didinen, emperyalist tehlikeye karşı bütün olmuş bir toplum vardı. Olanakları kıttı. Savunma durumunda askeri çabalara yoğunluk veriliyordu ama onurlu bir ülkeydi. Sağlık, sanat, beslenme yeterliliği, eğitim gibi toplumsal yaşamın önemli tüm unsurları müthiş bir zenginlik içindeydi. Sıradan taksi şoförlerinin bile yaygınca kitap okuduğu bir ülke. Resim sanatı, heykelcilik, toplu kitle gösterilerinde akıl almaz uyum vardı (elektronik levhalardan bile daha dakik ve uyumlu kitle gösterileri). Sadece bu mu, dünyanın en yüksek teknolojisiyle nükleer enerji, uzay araştırmaları ve hala kimsenin aşamadığı uzun menzilli füze imalatının da merkezi olan bir ülke. Buna eklenecek binlerce unsur daha bu küçük ülkenin gücünü anlatır.

Gezimizin önemli bir bölümü ise üniversite Profesörleriyle yaptığımız siyası sohbetlerdi. Kuzey Kore, Marksizm’e katkı olarak gördüğü iki tez üzerinde duruyordu ve bunları bizimle tartıştılar. Birincisi; “Marksizm’de insan olgusu yeterince ele alınmamıştır bu nedenle bu konu üzerinde daha etkin olarak durmak gerek” diyorlardı. İkincisi; “iktidarda halkın ve proletaryanın egemenliğinin devamlılığı için liderliğin önceden hazırlanması gereklidir” Bu iki teze ÇU ÇE teorisi adını vermişlerdi. Sohbetlerimiz geceler sürdü. Olumlu görüş alışverişleri yaptık.

Gezimizin en heyecanlı yanı, Kim il Sungu doğduğu evi ziyaretimizdi. Yukarıdaki fotoğrafta, altta soldaki kare bayan mihmandar açıklama yaparken alınmıştır. Fakir bir aileden gelen Kim il Sung’u evi ve hayatı boyunca uğradığı her yer her adım dokunduğu her şey korunmuş ve özenle sergilenmiştir. Bunları izlerken, liderliğine bu kadar katı bağlılığın, esasında bu ülkelerin tarihsel kültürüyle de uyumlu olduğunu söylemek gerek. Bu bağlılığın bir bütün olarak toplu diri tutma, ileriye götürme imkanı yaratılmış olması, işin olumlu boyutunu temsil ediyordu. Batının istemediği de tas tamam buydu; ne özgürlük ne demokrasi toplumun birbiriyle gergin ilişkisiyle zayıflaması ve kendilerini gelip servetlere rahat bir biçimde el koymasıydı. Kuzey Kore bu açıdan haklı olarak, emperyalizmin belini kıran, ruhuna azap veren bütünsel davranışın ülkesiydi.

Kim il Sung ülkesinde Büyük komutan olarak anılır. Oğlu Kim Jong İl ise Aziz lider olarak anılır. Bu iki tanımlama arasında üst ve alt önderlik belirlemesine dikkat edilir. Kim il Sungu’un fotoğrafları renkli olarak asılır, Kim jong İl’in resimleri ise siyah beyaz olmasına dikkat edilirdi. Her şeyde böylesine ayrıntılı olun bu insanlar, Kim il Sung’un 70. Doğum yıldönümü dolaysıyla yaptıkları dev zafer takı 70 yılın her günü için bir dev granit taşı ihtiva etmesiyle de daha anlaşılır sanırım (Fotoğrafta alta sağdaki kare), Bu dikkatli yaklaşımlar, Kore savaşı sırasında (25 Haziran 1950) yer altında yaptıkları, savaşı ve ülkeyi yöneten halk meclisini gezdiğimizde de hayretlerimizin doruk yapmasına yol açtı; o küçük sandalyeler, masalar, maden ocağı gibi oyulmuş yer altı tünelleri akıl almaz bir emek ürünü olarak tarihe mesaj gibidir. Kore savaşı kirli bir emperyalist savaştı. Kore’yi bölmek için dayatılmış bir savaştı. Emperyalistlerin kanlı ve bir o kadar ahlaksız savaşlarının kuklası olmak için can atan Menderes hükümeti, NATO’ya girmek adına Kore savaşında ülkemiz gençliğini katletmiştir. Bu savaşın en meşhur söylemi de böyle doğmuştu; “Türklerin en ucuz malı askeridir”. Korelilerin yaptığı savaş panoraması diye dev tablolar ve gerçek materyallerle sergilenmiş savaş dönemi, Türk askerlerinin tütün tabakalarını da miğfer ve silahlarını da içeriyordu. Zafer kazanmış bir halk kukla askerlerin çirkin bakayalarını ayakaltına sunuyordu. 3 milyon insanın canına mal olan bu savaşı emperyalistler, kuklaları Güney Kore devletinin saldırısıyla başlatmışlardı.

1942 doğumlu Aziz lider Kim Jong İl, babasının ölümü üzerine yönetimin başına gelmişti (1994). En verimli çağında hayata veda etti. Umudumuz o ki, bu ülke kendi üretimleri olan ÇU ÇE teorisine uygun olarak, bütünlüğünü, liderliği etrafında dik duruşunu, emperyalizme karşı direnişini kararlıca sürdürür. Babadan oğla geçiyor gibi görünse de bu ülkelerin kendi tarih algıları, kültür ve siyasal yönelimlerinin özgünlüğü içinde kavranabilir liderlik devriyle, dedesine de tıpa tıp benzeyen oğul Kim Jong Un’un gelmesi bu ülkenin bu aşamadan da başarıyla geçeceğini gösteren önemli bir işarettir.

Bu küçük ülke hepimiz için, insanlık ve halkların çıkarı için bir onursal direniş sürdürmektedir. Bu ülkelerin yaşaması dünyanın demokratik dengesi içinde çok gereklidir.

MARAŞ KATLİAMI ALEVİLERİN TARİHLE YÜZLEŞMESİ

Mihrac Ural

19-26 Aralık 2011 Maraş katliamı anısına

Bu yıl eski yazıma önsöz eklemekle yetineceğim. Gerisi olduğu gibi sürüyor…

Önsöz:

Tek tek işaretlediler evleri ve vitrinleri. Sonra topluca katlettiler. Bu gün de fişliyor, kışkırtıyor haklarımızı gasp etmeye devam ediyorlar. Ellerine aldıkları iktidarla, bir kez daha bizleri nasıl katlederler diye, siyaseti, yaşamı yeniden dizayn ediyorlar. Eskiyen derin devlet yerine yenisini örüyorlar. Fethullahçı Cemaatin İmam ordusuyla yeni derin devletin kılıcını boynumuzda tutuyorlar. Sivil diktatörlük kurma çırpınışları, ötekileştirilmiş varlığımıza rahmet darbesi olarak dayatılmaya çalışılıyor. Biz ise, bir kez daha kurbanlık koyun gibi sıramızı bekliyor gibiyiz. Sisiyphos’un bitmeyen çilesi Alevileri katli gibidir. Çünkü tarihimizle yüzleşmiyor ders almıyoruz. Tarihi ağlama duvarı sanıyoruz, hep ah çekiyoruz. Bu nedenle hep katlediyorlar. Türkiye’de katlediyorlar, Suriye’de katlediyorlar, Irak’ta Lübnan’da buldukları her yerde, hep katlediyorlar. Ellerinde vekaleti kimden alınmış belli olmayan tapu gibi fetvaları var. İbni Teymiye’den Şeyhul islam Ebu Suud efendiye kadar da hüküm veren kadıları var. Malları, ırzları helal diyorlar, kanları akıtılmalı diye haykırıyorlar;ama bununla da yetinmiyorlar cesetleri parçalıyor, lime lime ederek nehirlere, çöp yığınları arasına atıyorlar. Sultan Selim’den, Dersim’e, Maraş’a, Çorum’a Sivas’a, Kana’dan (Lübnan), Cisir eşŞuğur’a(Suriye) kadar, bitip tükenmeyen kin, bitip tükenmeyen kanalı saldırılar, bir kader gibi peşimize takılmış, ölüm denklemlerinde yaşamaya mahkum etmiş bizleri. Farkında değiliz gibi, durmadan katlediliyoruz…

Dönüp aynaya bile bakmayacak kadar sersemleşmiş durumdayız. Şöyle okkalı iki şamar vurmanın sırasıdır suratımıza. Belki kendimize geliriz. Belki tarihimizle yüzleşmeyi düşünürüz. Belki üzerimizdeki ölü topraklarını silkeleriz. Belki, acının erdem olmadığını anlar ayağa kalkarız. Bunca haksızlık, bunca ötekileştirilmiş hallerden kurtuluruz. Önce şöyle bir dönüp suçlu kim diye soralım. Bu cürümde bizim de payımız yok mu? Diye kendimizi sorgulayalım gerisi çok kolay gelecektir.

SUÇLU KİM?

Maraş katliamı devletin Alevilere kestiği bir bilettir; yolculuğu cehenneme olan.

Bu devletin Alevilere reva gördüğü tek yön budur. Devlet, en kirli iftira kampanyalarıyla, kışkırtma ve yalanlarla bu yolun sonunda katliamlarına aralıksız devam etmiştir, bunun için tetikçisi de kasabı da hazırdır. Aleviler ise iyi niyetlerle bu yolu döşeyip durdular.

Kahramanmaraş katliamının (1978), 30.yıl anısına (19-26 Aralık 2008) yazdığım makalede, öncelikle Alevileri suçladım; Alevi kökenli biri olarak “Suçlu sizsiniz, biziz” dedim.

Gidin aynaya bakın, suratınıza bir kez daha Osmanlı şamarı vurup kendinize gelin dedim. Göreceğiniz şey katilin kendisidir dedim. Kendi katlinizin yol döşemesini yaptınız diye de suçladım. En ehveni şerriniz ise suç ortağıdır, aynada bunu göreceksiniz, diyerek de kimseyi istisna bırakmadım.

Dün böyleydiniz bu günde öyle devam etme korkaklığı içinde köşenize sinmiş gelişmelerden bi-habersiniz. Diyerek de tarihin bu kesitinde Alevilerin konumunu belirledim.

Sözlerime bu günde, değişen bir şeyin olmaması koşulunda da devam ediyorum…

ACIYI ERDEM EYLEMEK

Siz, “tarihtir, geçti gitti” diye kendinizi aldatmaya devam edin. Bu günü bile düne taşıyanların, tarihi hareket ettirip “hiçbir şey değişmemiştir değişmeyecektir” diyenlerin yaşamakta olduğu bir ülkede, kurbanlık bir topluluk olarak boynunuzu giyotinin altına koyma gönüllüleri gibi yaşamaya devam edin.

Çevrenizi saran, her gün yeniden üretilerek kapınıza dayanan, Maraş’ta, boyalarla kapı kapı, vitrin vitrin işaretlenmenizden daha feci bir takip altında arşivlendiğinizin farkında değilsiniz. Bir kez daha bin kez daha akıllara üflenin yalan iftiralarla, beyinler nakış ediliyor, siz ise kış uykusundan kalkmasını bilmeyen bir uyuşma halindesiniz.

Tarih ağlama duvarı değildir. Hep ağladınız, anıların size anlattığı tek gerçek gözyaşı oldu, Bir gön olsun bu makus kaderi ters yüz etmek için, öğretisiyle öğündüğünüz, hak yolu diye acılarına katlandığınız Kerbela’nın zulme karşı ölüm pahasına dik duruşundan ders almadınız. Sözde Alevisiniz ama siz Aleviliğin gölgesi bile değilsiniz. Anti madde gibi ne hacmi, ne kütlesi olmayan bir varlıksınız.

Tarih, her toplum için bir yüzleşme alanıdır, derslerin, soyutlamaların çıkarıldığı, yeryüzünde orijinalitesiyle yer kaplamak, insan topluluğunun bir unsuru olarak daha ileriye gitmenin verisidir. Her hakkın bir sahibi ver ve onun hakları arkasında duruşu tarihteki yerinde duruşu olarak tescil edilmektedir. Siz Alevilerin bu tarihte tekrar ede duran ölümden başka bir yeriniz yoktur, bunu bilen gelsin söylesin de bizde bilelim; kendiniz için bile kazınılmış bir başarınız yoktur, kendiniz için oluşturduğunuz bir özgünlük yoktur, ne adına insanlığa mesaj iletmiş olacaksınız. Çektiğiniz acılar, önerdiğiniz hak yolu, duyarsızlıklarınızla başarısız kaldıkça, kimseye insanlık mesajı verme şansına sahip olamazsınız. Başarmaya mahkumsunuz, öncelikle öldürülmemeyi, ötekileştirilmemeyi, bir ve birlik olmayı başarmalısınız. Bu, sizi değişmeden devam eden topu mezarlıklarda gömülme denklemlerinden sıyıracak tek yoldur.

TARİHLE YÜZLEŞMEK

Hey siz Aleviler,

Kendi tarihinizle yüzleşmediğiniz ölçüde, size dayatılan ölümün suç ortağı olarak kalacağınızı size bir kez daha hatırlatıyorum. Bu vebali daha çok boynunuzda taşıyamazsınız. Varlık olmak, onun için gerekli özverilere katlanmaktır; eleştirdiğiniz kederciliği kendinize inanç edinmiş gibi boynunuzu kılıç darbesinin altına sokuyorsunuz, sürgünlere, zindanlara işkence ve ölümlere katlanıyorsunuz. Bitip tükenmeyen bu senaryonun üreticisi, öncelikle sizsiniz.

Böyle kaldıkça da katilden daha çok suçlu olduğunuz gerçeği altında ezilerek, yeni katliamların yolunu döşemiş oluyorsunuz.

Aradan 1371 yılı geçmiş, Kerbela küllenmemiş. Çünkü orada bir direniş vuku bulmuş, ölüm pahasına. Zalime, Yezide boyun eğilmemiş, şehit olunmuş. O yakıtla bu güne gelmişsiniz, ama sizin gelecek kuşaklara sunduğunuz ise bir avuç kül.

Kül olmuşsunuz rüzgar estikçe faydanız değil, gelecek kuşakların gözlerini kör eden zararlarınız var. Kerbela’yı bir kenara koyun, Yavuz Sendromundan bile kendinizi kurtaramadınız. Korkunun ecele faydası varmış gibi, durmadan katledilerek buraya gelmenize rağmen, ders çıkartmadınız. Bu nedenle, tarihin kesintisiz süren en kapsamlı, en planlı, en bilinçli ötekileştirme ve katledilmenin rahmeti altında yaşamayı kabullendiniz. Üstelik kurbanlık koyun gibi yerinizden kıpırdamadan yanıyla tekrar eden zulmü mazoşistçe içselleştirdiniz; nerede kaldı sizin Kerbela direnişiniz, nerede kaldı sizin yalın ayak Şah’a gidişiniz…

Katiller, sürü halinde inandığınız tüm değerleri kirletme yarışındadır.

En kapsamlı propagandalarla, dünün kavgalarına, yalanlarına, iftiralarına bu günden, dünün saflaşmasına, insan, edebiyat, maddi ve propaganda katkısı sunma yarışındadır. Farkında bile değilsiniz. Bir diyanet işleri bütçesine ilişkin, bir zorunlu din dersi dayatmasına ilişkin kararlı duruşunuz bile yok; önderlerinizi, kararlı olanlarınızı bile yarı yolda bırakıyorsunuz.

Katilleriniz, sizi bir kez daha katletmek için ellerinden gelini yapıyor. Her türden hazırlık içinde devletiyle kol kola geziyor. Medyasıyla, basın-yayınıyla Profesörleriyle, ülkücüleriyle dinmeden uğraşıyor. Bu günden düne yakıt taşıyor. Dün Osmanlısıyla, bu gün de Cumhuriyetiyle aynı akılla, kılıç hakkı diye hükümran olduğu topraklarda inancını dayatmakla, ayrıcalıklı kılmakla kalmıyor seni yok etmek için kurgularla, planlarla iç içe yaşıyor; bebelerini beyinlerini yıkamak için, İslam’ın insanlık mesajıyla ilgisi olmayan, Muaviye ve Yezid’in dünyasal çıkarlar imparatorluğu için ve onlardan sonrakilerin aynı amaçlı çıkarları için yalanlarla ürettikleri hadislerin şeriatını dayatıyor. İnancı Show’a indirgeyerek, özünü, manasını boşaltıyor. En basit İslam öğretisi olan Ümmetteki farklılıkların birbirini hazmetmesi ve ortak paydada insanlık öğrenmesine karşı çıkıyor, seni ötekileştirip yok etmeye çalışıyor. Dini, kendinden çıkararak elindeki devlet gücüyle seni karanlıklara dönüştürmek istiyor.

Katiler, elinden geleni ardına koymuyor; ilk baskısı 100 000 basan, “ŞAH & SULTAN” adlı bir kitap, yazarı olan Profesörün kaleminden, Kızılbaşlık adı altında Alevilere yönelttiği iftiralar, alçaltma ve tahkirler, onursuzlaştırmalar insan aklını ve zekasını zorlayıp kirleten duruşlar, bu günü düne taşıyan, dünden bu güne süren Alevi kıyımını bir kez daha kışkırtmaktan yorulmadıklarını gösteriyor.

Bu konuda yazdığı uzun makale “İskender Pala’nın ŞAH & SULTAN Dünyası” bu çirkinlikleri tek tek ortaya sererken, Alevi tarihinin kendi gerçekliğiyle yüzleşmesi için ben amaç ve çabayı dile getiriyor. Kendi tarihimizle yüzleşmeyi başaramadan üzerimize yürüyen ölüm denklemlerinden kurtulmamızın imkanı olmayacağını anlatıyor. Katillerin en akılısının bir aptal olduğunu, tarih bilmediğini, gerçekle uzak yakın bir ilişiği olmadığını, insanlıktan nasip almadığını gösteriyor.

CUMHURİYETTEKİ OSMANLI

Osmanlı bir yana, Cumhuriyetteki Osmanlı aynı akılla aynı minval üzerinde sürüyor. İliklerine kadar sinmiş, kemiklerini kırmış ve yaşamaya devam etmiş olunmasına rağmen bunu bile unutmuş olmak, bilinçte izi kalmamış olmak yaraların, zaafların en büyüğüdür. Alevileri ötekileştirip katleden akıl, bu zaaftan beslenmektedir; buna toplumsal korku psikolojisi diye bakıp hak vermek bir tür gerçekten kaçış değilse, Alevilerin bilincini kirletmeye çalışan bir çabadan başka bir şey değildir; Dersim’den Çorum’a, Maraş’a, Sivas-Madımak’a uzanan kanlı yolu bu akıllar katillerle el birliği yaparak döşemiştir.

Siz de buna, “Çalıştay” diye devletin bölme girişimlerini ekleyin, İkiyüzlülerin, kimliksizlerin aklıyla, Aleviliği resmi bir kimliğe kavuşturmadan devlet memuru yapmaya çalışan duruşları ekleyin. Bu listeyi uzattıkça uzatmak mümkün tümü aynı kapıya çıkar; Aleviler öncelikle kendini aldatıyor, son verilmesi gereken budur. Alevilik bu yollarda harakiri yapmaktadır; Devlet, kimliğinin farkında olmayan Alevilerin döşediği yollarda, elini bulaştırmadan “temiz eller operasyonu” yaparak tehlike gördüğünü uzaklaştırmaktadır, iç bükey yaparak kırdırmaktadır.

Tarihi korkuların, bilinçaltını esir ettiği bu inanç topluluğu Aleviler, bu ülkenin eşit bir kurucusu ve sahibidir. Kendini ötekileştirip katleden akla karşı bir duruş sergilemek yerine, kendi gerçeğinden kaçışı, onu her zaman kolay bir av haline getirmiştir. Bu kaderi kendi elleriyle yaratan Alevileri kurtaracak olan, yine kendi elleridir. Aynaya bakmaları, suratlarına kocaman bir şamar vurarak kendilerine gelmeleri işin başlangıcıdır; kader diye dayatılanın, bir vehim olduğunu anlamaları için böylesi bir sarsılmaya ihtiyaçları vardır. Bunun için etrafına bakmak örnek verilerden yararlanmak hiç de zor değildir.

İşte meydanlar, işte mahalleler, işte kentler, işte yanı başımızda Kürt halkının özverili direnme mücadelesi durmaktadır. Bu mücadele ki, hepimiz adına özgürlük ve demokrasiyi savunuyor, kimlik haklarını, anadille eğitim özgürlüğünü savunuyor, bedeller ödüyor. Tarihiyle başarıyla yüzleşip makus kederini yenilgiye uğratıyor, haklarını kazanıyor. Başarılarıyla ilerliyor; “iki dilli yaşam” diye demokrasi mücadelesine katkılar yapıyor. Buna, neden “çok inançlı yaşam” mücadelesini, çok kültürlülüğün özgürlüğünü katarak destek vermiyoruz. Neden destek vermekte hayır hah tutumlar sergiliyoruz; bir ayağımız milliyetçilik ve devletin kucağında diğer ayağımız kaldırım kenarında gelişmeleri seyrediyoruz.

KERBELA DERSLERİ

Hani Kerbla’nın dersleri hak yolunun dersleriydi, hani bu yol mazlumların hak arayışı için mücadele edenlerin yoluydu, siz Aleviler bu yolun neresindesiniz. Biz bu yolun neresindeyiz…

Alevilerin yolu Hz. Hüseyn’in yolu mu dediniz? Kendinizi kandırmayın bu yol sizin yola benzemiyor.

Daha dün, 1371. Yıl Anısını bilince çıkardığımız 10 Muharrem Kerbela katliamının dile getirdiği direniş yolu, mazlumların zalimlere karşı dik duruş yolu sizin yolunuza hiç benzemiyor.

Kerbela’nın yolu, tarihin en büyük imparatorluğuna, Emevilere, Muaviye ve Yezide baş kaldıranların yoludur; parmakla sayılabilir sayıda Ehlibeyt insanı, hak yoluna kendi düşüncelerinin özgürlüğü yoluna ölümleri pahasına taviz vermeden dik duruşlarını ortaya koydular. 500 yıl önce Anadolu’nun her köşesinde “Kalkın şaha gidelim” diye yeri göğü inleten sadanın sahipleri de aynı yolu tutmuş inançlarının, düşünce özgürlüklerinin uğruna direnmeyi, baş kaldırmayı göze almıştır. Kerbela’nın çizdiği yol haritasını takip ederek direnmiştir. Bunun tarihteki örnekleri de az değildir; küreselleşme çağında bu günün, bu açında çok daha büyük imkan ve etkinliği mevcuttur; makus kaderi ters yüz etmek için geçmişten daha çok olanak bulunuyor.

Ayrıca, Aleviler bu gün, dünden çok daha örgütlü, daha aklıselim önderliklerin çabasıyla sonuç almaya yakındır.

ÇOK DEĞİL BİRAZ ÇABA

Bu sürece destek vermek, bu kaderi yenilgiye uğratmak zor değildir. Bu yola omuz vermek öncelikle tüm Alevilerin görevidir. Kendini Alevi kolektif kimliği içinde gören herkesin insani yükümlülüğü budur.

Bu yolda hakları uğruna direnenler oldukça, Alevi olmayanlarında desteğini kazanma şansı yükselecektir. Kendi haklarına sahip çıkmayanların haklarına kimsenin sahip çıkmayacağı bilinmelidir. Bu mücadele, insanlık değerleri mücadelesi olarak, geniş çevreden destek bulabilecek bir mücadeledir. Demokratların, Devrimcilerin, sosyalistlerin eşitlik uğruna, özgürlük uğruna mücadele eden Alevilerle omuz omuza olması ilkesel bir konumlanıştır. Bu aynı zamanda, bir insanlık görevi olarak, bir tarih bilinci ve yerelin direnme çizgisini dünden bu güne taşıma yükümlülüğünün de ifadesi olacaktır.

Bu ülkenin aklıselim tüm güçleri, etnik, inanç toplulukları, Alevilerin haklı demokratik taleplerinin yanında yer almakta gecikmeyecektir; kendini insan olduğu kadar, Sünni kolektif kimliğinde de tanımlayan topluluklar, Alevilere karşı işlenen tarihi katliamların, haksızlıkların sür git devamına razı olmayacaktır. İnanç ötekileştirmesinin, bölücülüğünün son tahlilde kendisine de ciddi zararları olacağını bilince çıkararak, Alevi kardeşlerinin haklı talepleri yanında saf tutacaktır.

Demokrasi herkese gereklidir, ne din, ne etnik, ne sınıfsal, ne de başka bir ölçüte sokulmadan herkesin yararlanabileceği bir zemin olarak, demokratik alanların genişletilmesi barış içinde bir arada yaşama ve geleceği kurmanın en kısa yoldur. Aleviler daha çok demokrasiyi kendileri için olduğu kadar ülkedeki herkes içinde istemesini bilmelidir.

Aleviler bu ülkenin olmazsa olmazıdır.

İnsan topluluğu olarak ortaya koydukları yoğunluklarıyla, Kültürleri, siyasal duruşları, coğrafyadaki konumlarıyla bir bütün olarak bu ülkenin Geo-stratejisinin bel kemiğidir. Bu ülke sonuna kadar bu topluluğun haklarını gasp ederek bir yere varamaz. Devlet, Diyanet İşleri Başkanlığının tüm inançları ötekileştirip, tüm inançların oluşturduğu değerleri gasp ederek oluşturduğu bütçeyi sonun kadar yemeye devam edemez.

Devlet, karar verme durumunda olmayan bebelerimize, kendi inancını dayatmak için zorunlu din dersi okutamaz. Bin yıl geçti asimile edemediği değerleri bilişim çağı 21. Yy da asimile edebileceğini sanmak aptallıktır; devlet aptallığıyla katliamlarını sürdürse de bu yoldan kendisi de sağ çıkamaz. Kendi vatandaşını korumak yerine katletmeyi planlayan bir devlet sakıttır.

Bu ülke bir mozaik. Herkesin hakları var, herkesin kendi değerleri ve kimliğini oluşturan verileri var; inançlar, etnik yapılar, sınıflar, yöreler her biri kendi farklılığıyla ortak kimlik oluşturan varlıklar, ayrı varlıklar var. “Çok dilli - Çok kültürlü özgür bir yaşam”a anayasal güvencelerle, kurum ve kuruluşlarla, yasa ve kolektif bilinçle oturtmadan, özerklikleriyle demokratik bir cumhuriyet olarak örgütlenmeden, kimse, tek başına, herkesin üzerinde buyruk olabileceğini sanmasın.

Geç kalınmıştır.

Bu karanlık aklın, bu karanlık yolun bir sonu var. Oraya gelinmiştir; bu külüstür araba bu yolları yürüyemez. Yenilenmeden sorunlar aşılamaz.

Aleviler bir kez daha katliama uğramak istemiyorlarsa, aynaya baksınlar. Tarihleriyle cesurca yüzleşsinler, çevresindeki özgürlük ve demokrasi mücadelesini hakkıyla görüp yükümlülüklerini yerine getirsinler. İnançlarına istedikleri özgürlüğü, her etnik topluluğun anadille resmi okullarda eğitim hakkı talebiyle birleştirsinler, omuz omuza olsunlar birlikte kazanmanın yollarını bulsunlar.

Acil görevimiz budur.

18 Aralık 2011 Pazar

İSLAMİ UYANIŞ KAPİTALİST SENARYODUR


Hasip Yiğitoğlu
-18 Aralık 2011

Başbakan Erdoğan’ın “demokrasisiyle, insan haklarına ve hukuk devleti ilkesi” açısından Türkiye’nin “her geçen gün daha da olgunlaştığını” neye dayanarak söyleyebildiğini anlamak gerçekten mümkün değildir.

Gün be gün yaşanan hak ihlallerini anlamak için istatistiklere falan hiç gerek yok.Haber kirliliği batağına saplanmış Medyanın yayınlarına bakmak bile yeterlidir.

Sorulduğunda hükümet veya resmi kurumların dahi inkar edemeyeceği kadar hak ihlallerinin olduğu ,AİHM ye yapılan başvurular dan anlaşılmaktadır.AİHM ye hak ihlali başvurularda Avrupa”da 2.ülkeyiz.

BM İnsan hakları BeyAnnamesinin kabul edilmesinin 63.yılında Başbakanın açıklamaları galiba bir başka ülke için olmalıdır.

Erdoğan’a göre “Türkiye, her geçen gün daha da olgunlaşan demokrasisiyle, insan haklarına, hukuk devleti ilkesine olan bağlılığıyla dünyada ve bölgemizde örnek bir konumda yer alıyormuş.

Allah aşkınıza Başbakan ülkemizden mi bahsediyor.Ajandasında kayıtlı duran AİHM insan hakları ihlali başvuru sayısını görmemezlikten nasıl gelebiliyor.Pes doğrusu.

Bu rakam 2010 da 15 200 iken, 2011 Kasım itibariyle 16 800.

AİHM daha çarpıcı bir sonuç yayınlıyor.Türkiye”de gelen ve incelenen hak ihlali şikayet dosya sayısı 2 bin 575.Hak ihlali tespiti yapılan dosya sayısı aklın tutulması gibidir.Hazır olun,açıklıyorum,2 bin 245 dosyada hak ihlali tespit edilmiştir.Basit bir orantı hesabı yapacak olursak,bu yılın kasım ayına kadar geçen sürede 15 bin üzerinde hak ihlali yapılmış demektir.

Bu kadarıyla kalınmış olsa,yinede eyvallah diyebileceğiz.kadın ve çocuk hakları,basın yayın hakları konusunda kelimenin tam manasıyla sürünüyoruz.Bu bağlamda Geri kalmış ülkeler statüsünde sayılıyoruz.

Avrupa müktesebatına göre hukuki konumumuza girecek olursak bu işin içinden çıkamayız.Makale değil Kitap yazmak gerekir.

Başbakan galiba,Kaddafi”den aldığı İnsan Hakları Ödülü hayalleriyle konuşuyor.Trajikomik,bir garip durumla karşılaştırma yapıyor.Kaddifi”nin son durumu malumunuz.Başbakan”ın vefa hamlesiyle hayatla vedalaşmıştır.Bari hayattayken verdiği ödül iade edilseydi de Kaddafinin gözleri açık gitmezdi..

Demek ki,Büyük Ülke olmak böyle bir şey.

Hele bir bakın,daha da garip bir ifade kullanıyor Başbakan;Örnek bir Ülke imişiz.İnsanın bir şeyleri söylememek için kendini zor tuttuğu bir durum olmalı bu açıklamalar.

Ama Sezar”ın hakkını Sezar”a vermek lazım.Son on yıl içinde yapılan 2 referandum ve 3 seçimden açık farkla galip gelmiş Başbakan .Hak ihlallerin yanında uygulanan sosyo-ekonomik politikaları da katacak olursak,bu durum çok özel olmalıdır.Ülkemiz dışında hiçbir ülkede bu politikalar sonucu yükselen bir trend ile seçim kazanmış başka bir örnek gösterebilenin gözlerini öpmek lazım.

Gariplikten de öte olmalı.Bir izahı var elbet.Nacizane bir fikirde bulunsam bazılarını kızdırabilirim ama,af ola.Ben yinede fikrimi söyleyeceğim arkadaş.

Bildiğiniz gibi son günlerde bir İslam tartışması almış başını gidiyor.İslam uyanıyor,ha şimdi,ha birazdan,gibi fikirler boşa çıkmamışa benziyor.

Tahrir”de,Tunus”ta ,Aş,İş,özgürlük talepleriyle başlayan süreç İslam referanslı siyasi güçlerin iktidarlarına vesile olmuştur.Ana hatlarıyla ekonomik ve sınıfsal nedenlerle başlayan süreç,sanki önceden planlanmış bir kurgunun sonuçlarına mazhar olmuştur.

Demek oluyor ki,Tüm İslam ülkeleri halkları aynı meşrepten içmişlerdir.Yoksa Arap Baharı sürecine sonradan dahil olan Küresel güçler bu kadar rahat bir biçimde süreci kendi lehlerine çevirebilirlermiy di !.....

Anlaşılıyor ki,geçen yazımda da belirttiğim gibi,Emperyalizmin anti Komünist din temelli toplum mühendisliği senaryoları başarıyla yürütülmüştür.

Kul,biat anlayışına tekabül eden bu zihniyet cilalanarak halka hak,adalet,hukuk diye yutturulmuştur maalesef.

AKP”nin iktidara gelişini aynı nedenlere yorumlamak yanlış olabilir mi sizce.

Yani İslami uyanış demagojileri yapılarak,gerçek durum Kapitalizm olduğu gizlenmeye çalışılmıştır.

Her ne kadar AKP”nin uygulamalar aksini söylemiyorsa ise de,İslamcı senaryonun iyi planlanmış ve etkili uygulamaları halkı hipnotizm e etmiştir.İslamcı ve tek mezhepçi referanslı zihniyet algısı toplumsal yaşam biçimine dönüştürülebilinmiştir maalesef.

Bir maalesef daha kullanmak hasıl olmuş,kullanmadan geçemem.Bu izdivaca dahil olan Solcular azımsanmayacak kadar olmuştur.TKP son Genel Sekreteri dahi,AKP”nin okullarında eğitmen olarak İnsan Hakları dersleri vermiştir.

Bu durum daha da garip olmalı.Bir garibet aslında.

Bu zatı muhteremin uygulanan Hak ihlalleri suçlarına,bir izah borcu olmalı bence.

Dostlar işimiz zor.Her yanımız kuşatılmış.

İçimizde ve dışımızda kanser virüsleri kol geziyor.Hayasızca ve insafsızca Moğol akıncıları misali saldırıyorlarsa,BEN NE DİYEM.

EMPERYALİZME KARŞI DİN ADAMLARI
EMPERYALİZME KARŞI DİN ADAMLARI
Fotoğraf; Arap Alevi şeyhi Zülfikar Gazel ve Antakya ve Tüm Doğunun Ortodoks Rum Patriği Ignatius 4. Hezim,

SURİYE'DE DİN ADAMLARI EMPARYALYİZME KARŞI DİRENİŞTE





Arap Alevi şeyhi Zülfikar Gazel ve
Antakya ve Tüm Doğunun Ortodoks Rum Patriği Ignatius 4. Hezim,



ANTAKYA ve SAİR EL MEŞRİK KİLİSELERİ

SURİYE DEDİ



Mihrac Ural – 16 Aralık 2011


Bu makaleyi, din adamları örnek alsın diye yazdım.

Örnek din adamları, eli öpülesi inanç önderleri, haktan ve halktan yana korkusuzca tutum takınabilendir. Suriye halkıyla yönetimiyle haklı bir davanın mücadelesini verirken, Suriye’de toplanan Hıristiyan din adamları da desteklerini ilan ettiler, bölgenin tüm din adamlarına örnek oldular….

Antakya ve Sair el Meşrik (tüm Şark) kiliseleri Patrikleri Suriye’de toplandı, “ Antakya ve Tüm Doğunun Ortodoks Süryani Patriği Zekka 1. Ayvas ve Antakya, Tüm Doğu, İskenderun ve Kudüs Melkite Patriği Gregory 3. Lahham her türlü yabancı müdahaleyi ve şiddeti reddettiklerini belirttiler. Suriye'ye gerekçesi ne olursa olsun uygulanan yaptırımların kaldırılmasını talep eden Patrikler bugün Maarratusednaya'daki Süryani Aziz Efram Manastırında düzenledikleri toplantıda, Suriye'deki vatandaşları uzlaşmaya çağıran bir mesaj yöneltti…. Yüce Allaha, Suriye'yi koruması, barış, güven ve refaha kavuşturması için dua eden Patrikler, vatandaşlara yüreklerinde korkuya yer vermeme çağrısı yaptı. Patrikler mesajlarında, reformları ve atılan olumlu adımları teşvik ederek adalet, özgürlük, insanlık onuru, sosyal adalet ve vatandaşlık haklarına saygı gösterilmesini istedi. Yüce Allaha, Suriye'yi koruması, barış, güven ve refaha kavuşturması için dua eden Patrikler, vatandaşlara yüreklerinde korkuya yer vermeme” çağrısı yaptı.(15 Aralık 2011.Geniş okuma için link; http://www.sana.sy/tur/236/2011/12/16/388589.htm)

Bu çağrı, vatansever din adamı için önemli bir belirtidir; haksızlığa karşı haklıyı savunarak, duaları ve nasihatleriyle da destek vererek, direnenlere güç katar. Dua siyasettir diye ondan uzak kalmaz, eli kanlı şebekelerden korkmadan tutum alır.

Suriye 7000 yıllık bir ülke. Kimliğiyle, kültürüyle, tarihi uygarlıkların ardı arkasına kuruluşuyla tam bir mozaik ve uyumlu bir bütündür. Bu bütünün bir parçası da Şark kilisesidir. Suriye bir anavatandır bütün farklılıklarıyla bir anavatan. Suriye kimliği, ne ad olarak ne de coğrafya olarak tek boyutlu değildir. Arapları olduğu kadar tam etnik yapıları ve farklı inançları temsil eder. Suriye etnik bir topluluğun adı da değildir; bu nedenle “Ena Suri” (Ben Suriyeliyim) denince, tarihi bir kimlik ve kültür anlaşılır, ne din ne mezhep ne de etnik yapı. Bu nedenle de bu gün Suriye halkı, “Benim dinim de mezhebim de Suriye’dir” diyerek birliğini ilan ediyor; bütünlüğüne göz dikmiş eli kanlı şebekelere ve onların destekçisi karanlık amaçların emperyalistlerine dur diyor.

Bu adım çok yönlü bir mesaj ve anlamlıdır. Suriye’nin kiliseleri, Antakya ve doğu kiliseleri patrikliği önderliğinde bir kez daha kendi vatandaşına olduğu kadar dünya şer güçlerine karşı bir duruş sergilemiş oldu. Tarih içinde Antakya kilisesi ve patriklerinin toprağa, vatana ve tüm farklılıklarıyla üzerinde yaşayan insan toplulukları karışındaki sorumluluğunu gösterdi. Halkın din adamı olmanın gerçek anlam ve mahiyetini ortaya koydu. Din adamlarına ders teşkil eden, örnek alınması gereken bu davranış, Suriye mozaiğinin birbiriyle ne kadar sağlamca tutunmuş olduğunu ortaya koydu; Suriye halkı, yönetimi ve lideriyle uğramakta olduğu zulme karşı direnişine manevi bir güç katılmış olundu. Antakya ve tüm şark kiliselerinin ortaya koyduğu bu anlamlı duruş, bu coğrafyanın köklü kimliğine ve kültürünün asaletine de bir gösterge oldu.

ANTAKYA BAŞKENT

Kadim Roma kenti Antakya bir başkenttir ve farklı inançlar onun merkezindedir. Bu tüm dinler için geçerlidir. Şark kiliseleri, kendilerini kadim Roma kenti Antakya merkezli olarak adlandırırlar. Dünyanın ilk kilisesinin Antakya’da kurulması kadar, Yahudilikten koparak, bir din olarak Hıristiyanlık adını alması da ilk kez Antakya’da gerçekleşmiştir; İncil’de konu şöyle anlatılır “Onu bulunca Antakya’ya getirdi. Ve vaki oldu ki, bütün bir yıl kilise ile bir arada toplandılar ve çok kimselere öğrettiler; ve şakirtlerin Hıristiyan diye çağrılması önce Antakya’da oldu” (İncil, Resullerin İşleri 11 / 26)

Antakya’nın öncü, ilklerin şehri olma özelliğini önceki yazılarımda çok işledim. Tek boyutlu, ilkel milliyetçi bölücülüğe karşı alternatif bir önerme olarak, çoğulculuk yanı sıra çok başkentliliği savundum. Önerdim de; Ankara resmi, İstanbul mali, Diyarbakır ve Antakya seçmeli başkent olmalıdır dedim. Bu belirleme, tarihi, kültürel, etnik vd. farklılıkların barış içinde bir arada yaşamasının önemli bir unsuru olur dedim. Bölücülüğe karşı birlik bu yoldan emniyetle geçer diye de bağladım.

Böylesi bir kentin dünden bu güne taşıdığı bir kültür mirası olarak Şark aleminin tüm Hıristiyanları “Antakya patrikliği” adı altında toplanır. Türkiye şarkın başkenti özelliği çok eskilere dayanır. Roma imparatorluğu, Antakya’yı MÖ. 333 kurduğunda, kuzeyle güneyi birleştiren bir köprü olarak tasarlamıştır. Antakya’nın kadim Roma köprüsünün yıkılması üzerine yazdığım yazıda, bu köprünün farklı uygarlıkları, kuzeyden güneye, güneyden kuzeye nasıl taşıdığını ve bu köprüyü yıkan barbarların bu kenti katlederken hangi uygarlık ve tarih bilincini, kimlik ve kültürünü yıkmak istediklerini vurguladım. Kimliksizlerin kimliklilere, tarihsizlerin tarihlilere karşı savaşında yıkılan Antakya’nın Roma köprüsü esasında Şarkın tüm etnik ve inanç dokularını birleştiren bir inci gerdanlıktı. Bu yıkım ne yazık ki, birçok inanç Şeyhinin coğrafya, kültür, vatan ve inanç algısını da yıktığı görülmektedir. Ancak yıkılan yıkılır kalan sağlar ise yola devam eder. Bu nedenle, Antakya ve Tüm Şark Kiliselerinin Suriye’ye destek açıklamasını bu minvalde kavramak yanlış olmayacaktır.

Şark kilisesi, her zaman batı kilisesinden farklı bir konumlanış içinde olmuştur. Şark kilisesi çok daha halkın içinde olan bir kilisedir. Batı, haçlılardan bu yana bölgemiz üzerine sürdüğü tecavüzler öncelikli olarak da şark kilisesini yıkma hedefi taşımıştır. Dün, ikona savaşlarından, haçlılara uzanan süreçte uğradığı saldırılara karşı bu toprakların farklılıklarıyla omuz omuza vererek haklı davalarında tutum almıştır. Bu gün Filistin davasının öncüleri arasında olmasının da anlamı budur.

Bu topraklarda gerçek yerliler olarak köklü bağlara sahip olan Şark kiliseleri, Antakya adı etrafında birlik oluşturarak sadece kendini değil, bölgemize çöllerden çıkıp gelmiş haliyle tarihsiz, kimliksiz ve kültürsüz şeriat hamlelerine karşı bu torakların tüm inançlarıyla, etnik yapılarıyla omuz omuza direnişe de omuz vermektedir. Tarihsiz ülkelerin tarihi kirletme çabalarına karşı durmaktadır., Dış güçlerin saldırılarına, tetikçileriyle yarattıkları kanlı süreçlere dur demektedir.

Ünlü sözü hepimiz biliriz; “Din egemenlerin elinde halkın afyonudur”. Bu özdeyişin kiliseler kadar camileri de kapsadığı açıktır. Bu söz öncelikle dini siyasete alet edenler içindir. Batı kilisesi yüzyıllar süren egemenliğiyle, engizasyon mahkemeleriyle, yayılmacı feodal imparatorlukların aracı olmasıyla hatta 20 yy faşizminin temel dayanaklarından biri olmasıyla alameti farika sahibidir. Ancak, batılı yayılmacı kilise yönelimlerine karşı doğu kiliselerinin oynadığı vatansever roller de az değildir; balkan savaşlarında, Yunan özgürlüğünde ve bu gün Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalelerde onur duyulacak roller üstlenmiştir. Doğu kilisesinde bu direnmeci çizginin tarihini çok eskilere kadar götürmek yanlış değildir; Haçlı seferlerine karşı aldıkları duruş bu tarihin anlamlı bir ifadesidir.

Din adamlarının onurlu tutumlarına İslam’da en önemli örnek, Kerbela şehidi Hz Hüseyin’dir. O da bir din adamıydı, daha da ötesi, insanlık adına haksızlığa karşı direnişin sembolüydü. Yüzlerce yıldır o inancın her bir insanında yaşamaya da devam etmektedir. Filistin davasında Rahip Kabbuçi, Rahip Batilus, Mıtran Ata Alla Hanna gibi eli öpülesi halk kahramanlarını da burada anmak yerindedir.

Antakya ve tüm Şark kiliseleri patriklerini Suriye’ye yönelik eli kanlı şebekelerin tahribatlara, emperyalistlerin yaratıcı anarşiyle oluşturdukları kanlı süreçlere karşı ortaya koydukları tutum selamlanmayı hak eden bir tutumdur. Bu tutum, bölgenin din adamlarına, özellikle de Antakya’mızın din adamlarına önemli bir referans olduğunu düşünüyorum. Zalim bir devletin kanlı iç savaşlarında taraf olmak değil Suriye gibi bir ülkenin bizi de içine alan haklı davasının yanında olmayı tercih etmek bir tarihi sorumluluktur. Bununda ötesi, inancın gereğidir.

Antakya’nın onurlu şeyhleri için vereceğim örnek yaşanmış onlarca olaydan birisini yeterli görüyorum.Umarım herkese örnek olur; 11 Temmuz 2011 tarihinde Amerikan ve Fransanın Şam büyükelçiliklerini protesto ettik; Suriye’nin iç işlerine hukuksuzca karışıyor ve kanlı eylemleri kışkırtıyorlardı. Lazkiye’den yola 1000 kişiyle çıktık. 20 otobüs. Ülkenin her şehrinden farklı sayıda insanda akın akın şama ABD ve Fransa Büyükelçiliğinin önündeki sahaya akıyordu. Doktorlar, mühendisler, sanatçılar, yazarlar, emekçiler, belediye başkanları, milletvekilleri, sosyalistler, devrimciler, liberaller, vatanseverler hepimiz yollardaydık. Bir de aramızda Erdemin, onurun timsali şeyhlerimizde vardı. Hiçbir etkinlikte bizi yalnız bırakmayan, omuz omuza olan, onur ve şerefle erdem ve izzetle aramızda olan Şeyh Zülfikar Gazel (Merhum, büyük bilge Şeyh Fadıl Ğazal’in oğlu), Şeyh Muvaffak Gazel, Şeyh İsa Ğadir gibi bilge şeyhler vardı.

İşte bunlar da Şeyh ve bu güzelim insanlar, sadece duayla değil, yumurta, domates ve taşlarla da protestolarımıza katıldı…Çünkü, haklı davalarda, hak konuşur kimse kimseden büyük olamaz. Bu başlı başına bir sınavdır. Halkın din adamı da tas tamam budur. Gerisi teferruattır….

MİT AJANI İBRİHAM YALÇIN VE İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER ÜZERİNE -- 246. DOSYA

246. DOSYA


http://acilciler-thkpc.blogspot.com/


Mihrac Ural’ın notu - 17 Aralık 2011

Mehmet Yavuz’un yazı dizisini ben de merakla okumaya başladım. Her zaman yaptığı gibi, kendi araştırma ve bulgularını sentezleyerek yayına verdikten sonra, tüm okurları gibi benim de okumam için nezaket gösterip mail adresime iletir. Bir anı kitabından alınmış gibi duran alıntılar, ilk elden çok ciddi mesajlar taşıyor. Bende diğer okurlar gibi yayını izleyeceğim.

Dizi yazının bu ilk bölümünün çağrıştırdıkları çok şey var. THKP-C(Acilciler) örgütü, 12 Eylül 1980 sonrası dönemde ısrar ve kararlılığından hiçbir şey yitirmeden en zor illegal koşullarda da Türkiye genelinde eylem koyabilecek bir örgüt durumundaydı. 12 Eylül sonrası, illegal yayınlanmak zorunda kalan merkez komitesi yayın organı CEPHE zorluklara rağmen mümkün olan tüm yollarla ülke içinde dağıtılmaya çalışılmıştır. Önemli sayıda militan ve kadro yurtdışı merkezini taşınmış, korunmuş, çok boyutlu eğitim süreci yükseltilmiştir. Filistin örgütleriyle yaygın ilişkiler, Bölge devrimci hareketleriyle çok boyutlu dostluklar geliştirilmiş. Bu gelişmeler, en zor koşullarda olunmasına karşın örgütün 1. Kongresi bağlanabilmiştir. Onlarca delegenin, ülke ve yurtdışı ortamından katılımı, geliş gidişleri, güvenlik içinde tamamlanmış tek bir fire vermeden başarılmıştır. Kapalı oy açık seçimle, istisnasız tüm delegelerin, muhalif görüşte olan yoldaşların da sonsuz konuşma hakkını kullandıkları 1. Kongre bağlanmıştır. Bu başarılı sürecin kırılması için 12 Eylül rejiminin, üzerimize kesilmeden yüklendiğini de çok iyi biliyoruz.

Elimizden gelen her önlemi almak örgüt birimlerini kesilmeden bilgilendirmek kadar içimize kadar sızma ihtimali olanları bir biçimde, tekrar ediyorum bir biçimde kuşatma çabasını da etkin şekilde sürdürdük. Kongreye giderken dört bir koldan MİT ajanlarının gönderilmesine de fiili olarak tanık olduk. Üç MİT ajanını deşifre ittik. Bunların açığa çıkması tamamıyla örgütün aldığı önlemler, yarattığımız kıskacın başarısı olarak gündeme geldi.

Üç MİT ajanı yakaladık. 1. MİT ajanı İbrahim Yalçın (MİT’teki kod adı ‘Şahin’, Adana MİT bürosu başkanı ‘UFUK’ adlı şahsa bağlı), 2. MİT ajanı Süleyman Uğur (İstanbul MİT bürosunca örgütlenmiş eski bir örgüt üyesidir. İstanbul tarafından Adana MİT Bölgesine devredilmiş MİT ajanı İbrahim Yalçın’la, Kongre Sürecini ispiyonlamak ve eylem yapmak için gönderilmiştir) 3. Aydın Ocak (Kuşçu kod adlıdır, MİT Gaziantep bürosu kanalıyla, örgüt kongresine eylem için gönderilmiştir). Bu ajanlar yakalanmıştır ve itirafları el yazılı olarak alınmıştır.

MİT’in örgütümüzü takibi, izleyip ajan sızdırma çabaları, dün olduğu gibi bu gün de sürmektedir. İtirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yaçın’ın son 4 yıldır kesilmeden devam eden her türden ihbarları, karalama ve ifşaatları da MİT’in bir uzantısı olarak sürmektedir. Elimizdeki bilgiler MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın, resmi kontenjandan, aylıklı yani bordrolu olarak MİT memuru olarak çalışmaya devam ettiğini göstermektedir. Bu çalışmasında kullanabileceği eski-yeni çevresini de örtü olarak kullanma çabasındadır. İtirafçı Engin ahlaksızının, MİT ajanı İbrahim Yalçın’la süren uzun ortaklığı, örgüt içinde ortaklaşa yaptıkları tahrip, TKEP’nin tasfiyesinde bir arada olmaları bu ikilinin devam eden ortaklıklarının içeriğine de önemli bir veridir.

Bu ikili ilginç bir biçimde NATO ve BM askeri güçlerinin, BOP çerçevesinde Suriye’nin askeri olarak işgali, bombalanmasını savunacak kadar zıvanadan çıkmış insanlardır. MİT’in üçüncü dereceden kuklaları olarak, hiçbir önemleri ve etkileri olmasa bile, bu tür siyonist söylemler içinde olmaları, akıl algılarını anlamak açısından hatırlatılması gerekin bir unsurdur.

Tarihin bir kesitine ışık tutacak olan bu yazı dizisini ilgiyle birlikte izleyelim.


“BİR İSTİHBARAT ÇALIŞMASI”


Devamı http://nebilrahuma.blogspot.com/ linkinden takip edebilirsiniz.



Mehmet Yavuz – 16 Aralık 2011

Yıllar önce Bassit'e bir askeri harekat planlanmış. Bu harekat, doğal olarak bir ön istihbarat çalışması gerektiriyor.

Bu istihbarat çalışmasının ötesini berisini içeren bazı anlatımları; sabrınıza sığınarak, bir kaç gün sürecek aktarımlarla bilgilerinize sunmak istiyorum.

Başlamadan önce özellikle bir hususa dikkatinizi çekmek isterim: Bu anlatımlarda bazı isimler, tarihler, mekan ve meslek bilgileri özellikle değiştirilmiştir.

Okuma sırasında lütfen bu hususu unutmayınız. (Devamı yukarıda verilen liktedir)

17 Aralık 2011 Cumartesi

ANTAKYA ve SAİR EL MEŞRİK KİLİSELERİ SURİYE DEDİ



Fotoğraf; Arap Alevi şeyhi Zülfikar Gazel ve Antakya ve Tüm Doğunun Ortodoks Rum Patriği Ignatius 4. Hezim,


Mihrac Ural – 16 Aralık 2011

Bu makaleyi, din adamları örnek alsın diye yazdım.

Örnek din adamları, eli öpülesi inanç önderleri, haktan ve halktan yana korkusuzca tutum takınabilendir. Suriye halkıyla yönetimiyle haklı bir davanın mücadelesini verirken, Suriye’de toplanan Hıristiyan din adamları da desteklerini ilan ettiler, bölgenin tüm din adamlarına örnek oldular….

Antakya ve Sair el Meşrik (tüm Şark) kiliseleri Patrikleri Suriye’de toplandı, “Antakya ve Tüm Doğunun Ortodoks Rum Patriği Ignatius 4. Hezim, Antakya ve Tüm Doğunun Ortodoks Süryani Patriği Zekka 1. Ayvas ve Antakya, Tüm Doğu, İskenderun ve Kudüs Melkite Patriği Gregory 3. Lahham her türlü yabancı müdahaleyi ve şiddeti reddettiklerini belirttiler. Suriye'ye gerekçesi ne olursa olsun uygulanan yaptırımların kaldırılmasını talep eden Patrikler bugün Maarratusednaya'daki Süryani Aziz Efram Manastırında düzenledikleri toplantıda, Suriye'deki vatandaşları uzlaşmaya çağıran bir mesaj yöneltti…. Yüce Allaha, Suriye'yi koruması, barış, güven ve refaha kavuşturması için dua eden Patrikler, vatandaşlara yüreklerinde korkuya yer vermeme çağrısı yaptı. Patrikler mesajlarında, reformları ve atılan olumlu adımları teşvik ederek adalet, özgürlük, insanlık onuru, sosyal adalet ve vatandaşlık haklarına saygı gösterilmesini istedi. Yüce Allaha, Suriye'yi koruması, barış, güven ve refaha kavuşturması için dua eden Patrikler, vatandaşlara yüreklerinde korkuya yer vermeme” çağrısı yaptı.(15 Aralık 2011.Geniş okuma için link; http://www.sana.sy/tur/236/2011/12/16/388589.htm)

Bu çağrı, vatansever din adamı için önemli bir belirtidir; haksızlığa karşı haklıyı savunarak, duaları ve nasihatleriyle da destek vererek, direnenlere güç katar. Dua siyasettir diye ondan uzak kalmaz, eli kanlı şebekelerden korkmadan tutum alır.
Suriye 7000 yıllık bir ülke. Kimliğiyle, kültürüyle, tarihi uygarlıkların ardı arkasına kuruluşuyla tam bir mozaik ve uyumlu bir bütündür. Bu bütünün bir parçası da Şark kilisesidir. Suriye bir anavatandır bütün farklılıklarıyla bir anavatan. Suriye kimliği, ne ad olarak ne de coğrafya olarak tek boyutlu değildir. Arapları olduğu kadar tam etnik yapıları ve farklı inançları temsil eder. Suriye etnik bir topluluğun adı da değildir; bu nedenle “Ena Suri” (Ben Suriyeliyim) denince, tarihi bir kimlik ve kültür anlaşılır, ne din ne mezhep ne de etnik yapı. Bu nedenle de bu gün Suriye halkı, “Benim dinim de mezhebim de Suriye’dir” diyerek birliğini ilan ediyor; bütünlüğüne göz dikmiş eli kanlı şebekelere ve onların destekçisi karanlık amaçların emperyalistlerine dur diyor.

Bu adım çok yönlü bir mesaj ve anlamlıdır. Suriye’nin kiliseleri, Antakya ve doğu kiliseleri patrikliği önderliğinde bir kez daha kendi vatandaşına olduğu kadar dünya şer güçlerine karşı bir duruş sergilemiş oldu. Tarih içinde Antakya kilisesi ve patriklerinin toprağa, vatana ve tüm farklılıklarıyla üzerinde yaşayan insan toplulukları karışındaki sorumluluğunu gösterdi. Halkın din adamı olmanın gerçek anlam ve mahiyetini ortaya koydu. Din adamlarına ders teşkil eden, örnek alınması gereken bu davranış, Suriye mozaiğinin birbiriyle ne kadar sağlamca tutunmuş olduğunu ortaya koydu; Suriye halkı, yönetimi ve lideriyle uğramakta olduğu zulme karşı direnişine manevi bir güç katılmış olundu. Antakya ve tüm şark kiliselerinin ortaya koyduğu bu anlamlı duruş, bu coğrafyanın köklü kimliğine ve kültürünün asaletine de bir gösterge oldu.

ANTAKYA BAŞKENT

Kadim Roma kenti Antakya bir başkenttir ve farklı inançlar onun merkezindedir. Bu tüm dinler için geçerlidir. Şark kiliseleri, kendilerini kadim Roma kenti Antakya merkezli olarak adlandırırlar. Dünyanın ilk kilisesinin Antakya’da kurulması kadar, Yahudilikten koparak, bir din olarak Hıristiyanlık adını alması da ilk kez Antakya’da gerçekleşmiştir; İncil’de konu şöyle anlatılır “Onu bulunca Antakya’ya getirdi. Ve vaki oldu ki, bütün bir yıl kilise ile bir arada toplandılar ve çok kimselere öğrettiler; ve şakirtlerin Hıristiyan diye çağrılması önce Antakya’da oldu” (İncil, Resullerin İşleri 11 / 26)

Antakya’nın öncü, ilklerin şehri olma özelliğini önceki yazılarımda çok işledim. Tek boyutlu, ilkel milliyetçi bölücülüğe karşı alternatif bir önerme olarak, çoğulculuk yanı sıra çok başkentliliği savundum. Önerdim de; Ankara resmi, İstanbul mali, Diyarbakır ve Antakya seçmeli başkent olmalıdır dedim. Bu belirleme, tarihi, kültürel, etnik vd. farklılıkların barış içinde bir arada yaşamasının önemli bir unsuru olur dedim. Bölücülüğe karşı birlik bu yoldan emniyetle geçer diye de bağladım.

Böylesi bir kentin dünden bu güne taşıdığı bir kültür mirası olarak Şark aleminin tüm Hıristiyanları “Antakya patrikliği” adı altında toplanır. Türkiye şarkın başkenti özelliği çok eskilere dayanır. Roma imparatorluğu, Antakya’yı MÖ. 333 kurduğunda, kuzeyle güneyi birleştiren bir köprü olarak tasarlamıştır. Antakya’nın kadim Roma köprüsünün yıkılması üzerine yazdığım yazıda, bu köprünün farklı uygarlıkları, kuzeyden güneye, güneyden kuzeye nasıl taşıdığını ve bu köprüyü yıkan barbarların bu kenti katlederken hangi uygarlık ve tarih bilincini, kimlik ve kültürünü yıkmak istediklerini vurguladım. Kimliksizlerin kimliklilere, tarihsizlerin tarihlilere karşı savaşında yıkılan Antakya’nın Roma köprüsü esasında Şarkın tüm etnik ve inanç dokularını birleştiren bir inci gerdanlıktı. Bu yıkım ne yazık ki, birçok inanç Şeyhinin coğrafya, kültür, vatan ve inanç algısını da yıktığı görülmektedir. Ancak yıkılan yıkılır kalan sağlar ise yola devam eder. Bu nedenle, Antakya ve Tüm Şark Kiliselerinin Suriye’ye destek açıklamasını bu minvalde kavramak yanlış olmayacaktır.

Şark kilisesi, her zaman batı kilisesinden farklı bir konumlanış içinde olmuştur. Şark kilisesi çok daha halkın içinde olan bir kilisedir. Batı, haçlılardan bu yana bölgemiz üzerine sürdüğü tecavüzler öncelikli olarak da şark kilisesini yıkma hedefi taşımıştır. Dün, ikona savaşlarından, haçlılara uzanan süreçte uğradığı saldırılara karşı bu toprakların farklılıklarıyla omuz omuza vererek haklı davalarında tutum almıştır. Bu gün Filistin davasının öncüleri arasında olmasının da anlamı budur.
Bu topraklarda gerçek yerliler olarak köklü bağlara sahip olan Şark kiliseleri, Antakya adı etrafında birlik oluşturarak sadece kendini değil, bölgemize çöllerden çıkıp gelmiş haliyle tarihsiz, kimliksiz ve kültürsüz şeriat hamlelerine karşı bu torakların tüm inançlarıyla, etnik yapılarıyla omuz omuza direnişe de omuz vermektedir. Tarihsiz ülkelerin tarihi kirletme çabalarına karşı durmaktadır., Dış güçlerin saldırılarına, tetikçileriyle yarattıkları kanlı süreçlere dur demektedir.
Ünlü sözü hepimiz biliriz; “Din egemenlerin elinde halkın afyonudur”. Bu özdeyişin kiliseler kadar camileri de kapsadığı açıktır. Bu söz öncelikle dini siyasete alet edenler içindir. Batı kilisesi yüzyıllar süren egemenliğiyle, engizasyon mahkemeleriyle, yayılmacı feodal imparatorlukların aracı olmasıyla hatta 20 yy faşizminin temel dayanaklarından biri olmasıyla alameti farika sahibidir. Ancak, batılı yayılmacı kilise yönelimlerine karşı doğu kiliselerinin oynadığı vatansever roller de az değildir; balkan savaşlarında, Yunan özgürlüğünde ve bu gün Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalelerde onur duyulacak roller üstlenmiştir. Doğu kilisesinde bu direnmeci çizginin tarihini çok eskilere kadar götürmek yanlış değildir; Haçlı seferlerine karşı aldıkları duruş bu tarihin anlamlı bir ifadesidir.

Din adamlarının onurlu tutumlarına İslam’da en önemli örnek, Kerbela şehidi Hz Hüseyin’dir. O da bir din adamıydı, daha da ötesi, insanlık adına haksızlığa karşı direnişin sembolüydü. Yüzlerce yıldır o inancın her bir insanında yaşamaya da devam etmektedir. Filistin davasında Rahip Kabbuçi, Rahip Batilus, Mıtran Ata Alla Hanna gibi eli öpülesi halk kahramanlarını da burada anmak yerindedir.

Antakya ve tüm Şark kiliseleri patriklerini Suriye’ye yönelik eli kanlı şebekelerin tahribatlara, emperyalistlerin yaratıcı anarşiyle oluşturdukları kanlı süreçlere karşı ortaya koydukları tutum selamlanmayı hak eden bir tutumdur. Bu tutum, bölgenin din adamlarına, özellikle de Antakya’mızın din adamlarına önemli bir referans olduğunu düşünüyorum. Zalim bir devletin kanlı iç savaşlarında taraf olmak değil Suriye gibi bir ülkenin bizi de içine alan haklı davasının yanında olmayı tercih etmek bir tarihi sorumluluktur. Bununda ötesi, inancın gereğidir.

Antakya’nın onurlu şeyhleri için vereceğim örnek yaşanmış onlarca olaydan birisini yeterli görüyorum.Umarım herkese örnek olur; 11 Temmuz 2011 tarihinde Amerikan ve Fransanın Şam büyükelçiliklerini protesto ettik; Suriye’nin iç işlerine hukuksuzca karışıyor ve kanlı eylemleri kışkırtıyorlardı. Lazkiye’den yola 1000 kişiyle çıktık. 20 otobüs. Ülkenin her şehrinden farklı sayıda insanda akın akın şama ABD ve Fransa Büyükelçiliğinin önündeki sahaya akıyordu. Doktorlar, mühendisler, sanatçılar, yazarlar, emekçiler, belediye başkanları, milletvekilleri, sosyalistler, devrimciler, liberaller, vatanseverler hepimiz yollardaydık. Bir de aramızda Erdemin, onurun timsali şeyhlerimizde vardı. Hiçbir etkinlikte bizi yalnız bırakmayan, omuz omuza olan, onur ve şerefle erdem ve izzetle aramızda olan Şeyh Zülfikar Gazel (Merhum, büyük bilge Şeyh Fadıl Ğazal’in oğlu), Şeyh Muvaffak Gazel, Şeyh İsa Ğadir gibi bilge şeyhler vardı.

İşte bunlar da Şeyh ve bu güzelim insanlar, sadece duayla değil, yumurta, domates ve taşlarla da protestolarımıza katıldı…Çünkü, haklı davalarda, hak konuşur kimse kimseden büyük olamaz. Bu başlı başına bir sınavdır. Halkın din adamı da tas tamam budur. Gerisi teferruattır….

16 Aralık 2011 Cuma

MELE -MOLLA VE “DİN-DEVLET-MİLLİYET”ÜÇGENİ

Hasip Yiğitoğlu – 16 Aralık 2011

Devlet, kendini sorgulayarak toplumsal sorunları çözecek rasyonel politikalar üretmek yerine,toplumsal dinamiklerin gelişimini önleyen ve yaşanan sorunların temeli olan zihin düzleminde kalmayı ısrarlı bir şekilde devam ettiriyor.KUL zihniyetli KÖLECİ sistemin devamı yönünde her gün yeni hamleler atıyor.Son hamle MELE-MOLLA yeni bir koruyuculuk ve asimilasyon yasasını hayata geçiriyor.Bu bağlamda psikolojik ve zihinsel tekçi KOLON”lama politikaları devam ettirilmektedir.Çok kez başvurulan bu uygulamaların sorun çözme yerine,sorun ürettiği bilinmesine karşın hemde.

Halkın direncini kırarak,halkın dinamiklerinin gelişimini önleyerek KUL cu zihniyetlere BİAT etmeyi öngören bu anlayış, tarihsel uygulamalardan da anlaşılacağı gibi,uygar toplum olmanın önündeki en etkili engel olmuştur.

Özellikle İkinci Dünya savaşıyla başlayan soğuk savaş sürecinde,emperyalizm anti-Komünist DİN JARGON lu politikaları öne çıkarttığı hafızalarda olmalıdır..Günümüze kadar da Türkiye”nin paradigması olmuştur.Bildiğiniz gibi NATO ve CENTO lu emperyalist bağımlı politikaların başlangıcı bu zamana denk düşmektedir.

Ülkemizin orta ve yakın tarihine bir göz atacak olursak bu durumu izah eden bir çok veriyi rahatlıkla görmemiz mümkündür.Bu zihniyetin her geçen gün katlanarak toplumsal hayatımızı nasıl etkilediği konusunda Bayar ve Menderes dönemi oldukça aydınlatıcı olmalıdır.Komünist tevkifatları,55-56 olarak ülkemiz tarihimizde kara leke duran Gayri Müslim halkın işyerlerinin yağmalanması ve tehcir edilmesi.

Sonra ki yıllarda genel hatlarda bazı patinajlar yapılmışsa da,yakın tarihimize ve günümüzde bu zihniyet tam manasıyla oturtulmuştur.

Devlet sisteminin son atraksiyonu AKP hükümeti DİN DEVLET MİLLİYET üçgen anlayışına en sadık olarak tarihe geçecektir.Her uygulamasında bu zihniyete harfiyen bağlı kalmak için ez azami gayreti göstermektedir.

AKP hükümeti,Dinayet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun değişikliği ile DİB lığına televizyon ve radyo açabilme, internet sitelerini denetleyip kapattırabilme, basılı yayınları toplatabilme ve kendi personelini belirleme yetkisi vermiştir.

Diyanet üzerinden binlerce kişi, devlet kadrolarına geçiş yaparak, devletteki kadrolaşma büyük ölçüde tamamlanmıştır.
Bu kanunsuzluğa karşı çıkanlar cemaat ve tarikatlar tarafından tehdit ediliyor.

DİB; din hizmetlerinin ülkenin tümüne yayılması, ulaştırılması ve Kürt Sorununun” çözülmesi için,İl Özel İrşat Ekipleri kurdurmuştur.Sözüm ona insanları irşad edeceklermiş yani aydınlatacaklarmış.

DİB, Aile İmamlığı projesini yaşama geçirdi. İmamlar artık sadece cemaat ile değil, mahallelinin her türlü sorunlarıyla ilgilenecek. Düzenli ev ziyaretleri, kahvehane-fabrika gezmeleri, konferanslar gerçekleştireceklerdir şimdi.
Milli Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürlüğü tarafından,”Evin, okulla yakınlaşması ve değişen Anne-Baba rolleri Projesi” kapsamında ergenlik dönemi hakkında anne-babaya eğitim vermeyi amaçlayan proje 2 yıldır uygulanmaktadır.Bu projenin amacı,eğitimin dini uygunluk esaslarına göre verilmesidir.

Uygulama 500 kadar İmam Hatip Lisesi Görevlisi tarafından yapılmaktadır.Proje önümüzdeki günlerde genişletilecektir.
Cami- Çocuk buluşması adı altında bir proje daha uygulanmaya başlandı.
Her camide 3-5 yaşındaki çocukların posterlerini görebilirsiniz. Posterlerde “Camimi Seviyorum” yazmaktadır.
DİB Başkan Yardımcısı biraz daha ileri giderek camileri, “hastalıkların tedavi edildiği merkezler” olarak açıkladı.
Artık Camilerde yalnızca yaz aylarında değil, her zaman Kur-an Kursu veriliyor.

Cemaatler ve tarikatlar, AKP sayesinde devlet kadrolarını paylaştılar. Artık hangi Bakanlık, hangi tarikatın elinde bellidir. Cemaatler ve Tarikatlar milyarlarca dolarlık servetleri yönetmektedirler. Kendilerine “Hoca-Şıh” dedirten bir sürü kara para sahibine kimse hesap sormamaktadır
AKP Hükümetinin son eylemi ise, Diyanet kadroların 1000 adet cemaat-tarikat mensubu kişileri almak olacak. “Mele” denilen bu mollalar, devlet görevlisi olarak görev yapacaklar...

Kelimenin tam anlamıyla yeni bir HİZBULLLAH travma sürecine neden olacak MELE-MOLLA politikası,DİN-DEVLET-MİLLİYETÇİLİK üçgeni zihniyetli devleti tanımlama açısından önemli bir veri daha olmalıdır.

Bildiğiniz gibi DİN-DEVLET-MİLLİYET üçgeni anlayışını OSMANLI BİZANS tan kopya etmiştir.OSMANLI”dan da TÜRKİYE CUMHURİYETİ kopyalayarak günümüze kadar devam ettirmektedir.

15 Aralık 2011 Perşembe

TARİHSİZ ÜLKELER




Mihrac Ural
– 14 Aralık 2011 Çarşamba.

Bu makalemde, Hegel’in, Avrupa’nın devrimler çağında oynadıkları rollerle yıkıcı bir gericilik kaynağı olan “Tarihsiz uluslar” tanımlamasına dayanarak, Arapların tarihsiz ülkelerinin oynadığı kirli rollere ışık tutmaya çalışacağım. Bu ülkelerin Arap tarihini nasıl talihsiz hale getirdiklerini anlatacağım. Arap baharını nasıl da emperyalist çıkarların posasına çevirdiklerini anlatmaya çalışacağım; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi tarihsiz ülkelerin, keçi-kılı çadırlar altından çıkarılıp, ailece üzerine oturtuldukları petrol ve gaz servetleriyle, Arap tarihinde oynadıkları gerici rolü anlatacağım. Bu tarihsiz ve bir o kadar talihsiz ülkelerin, yüz milyonlarca insan potansiyeliyle Arap ulusu üzerinde nasıl tepindiklerini, nasıl da Arap baharını son bahara çevirerek, emperyalist çıkarlar için posa haline getirerek katlettiklerini aktaracağım. Suriye’de süren kanlı süreçlerdeki sorumluluklarına ışık tutacağım.

Araplar, sahralarına (Çöllerine) Boş çeyrek derler. İnsansız alanlar (Ribi3 el Khali). Bu gerçek anlamda insansız alan olduğu kadar, akılsız alan, medeniyetsiz alan anlamına da kullanılabilir. İşte bu alanların göçebe aşiretleri, boş çeyreğin boş insanları, Arap halkının uygarlık kuran, Verimli Hilal (Hilal el Hasibi) denilen, insanlığa ilk uygarlık ışığını saçan ülkeler ve halklar üzerine nasıl da zorla bindirildiklerini, 7 bin yıllık tarihiyle bir uygarlık merkezi olan Bilad el Şam ülkeleri ve diğerleri üzerine mali gücün pervasızlığıyla yıkım yarattıklarını, eli kanlı silahlı şebekeleri besleyip ülkeleri kanlı süreçlere soktuklarını anlatacağım. Bunu yaparken de, ne kendi tarihsel algıları ve kültürlerinde ne de yaşadıkları şu anın, kendi ülkeleri ve devletlerinde esamisi bile olmayan “insan hakları, sivil toplum, çoğulcu demokrasi” pehlivanları olarak ortaya çıkış sahtekarlıklarını anlatacağım.

Ayrıca, bu tarihsiz ülkelerin Avrupa’nın yükselen devrimler çağında (1848 ve sonrası) oynadıkları gerici, karşı-devrimci role ve muhkem olan sonlarına, tarihten örnekler vererek makalemin ana konusunu dile getireceğim.

TARİHSİZ ULUSLAR

Hegel “bir devlet kurmayı başaramayan, ya da kurdukları devlet çoktan yıkılan ulusların «tarih¬siz», yok olmaya mahkûm uluslar olduğunu” belirtir. Engels, Hegel’in bu belirlemesine dayanarak 1855'de yazdığı bir yazıda orta Avrupa'da demokratik devrimin 1848-49'da uğradı¬ğı başarısızlığı yığın¬lar halinde Avusturya ve Rus ordularına yazılan, Macaristan, Polonya, Avusturya ve İtalya'daki liberal devrimi ezmek için gerici güçlerce kullanılan Güney Slav uluslarının (Çek¬ler, Slovaklar, Hırvatlar, Sırplar, Romenler, Slovenler, Dalmaçyalılar, Moravyalılar, Ruthenyalılar v.b.) oynadıkları kar¬şı devrimci role bağlar. «Pan-Slavizm tarihin bin yılda yarattığı şeyi silip süpürmeye çalışan, Türkiye'yi, Macaristan'ı ve Almanya'nın yarısını haritadan silmeden amacına ulaşamayacak bir harekettir...» diyerek de görüşünü açıklar.

Bu açıklamanın ne kadar materyalist ilkelere bağlı olup olmadığını tartışmayacağım. Engelsin önemli bir hata yaptığını söylemek bile güç değil. Ancak, tarihsiz ulusların, tarihte hiçte sağlıklı bir rol oynamadıklarını, güçsüzlükleri nedeniyle her zaman, bir gücün yörüngesinde, onun kuklası olarak genellikle de tarihe karşı bir rol oynadıkları gözlemlenmiştir. Avrupalın yükselen devrimler çağında, uzun yılların savaşlarında bir saftan bir safa geçen, kim daha çok öderse ya da çatışma halindeki iki gücün gergin dengeleri arasında öne çıkarak ayak bağı roller icra ettikleri bilinmektedir. Avrupa’nın “tarihsiz ulusları” Engelsin öngördüğü gibi bir sona gelip gelmemeleri tek uluslu devletler çağıyla bunu atlatıp atlatamadıkları bir yana, II. Dünya savaşı öncesi ve sonrasındaki konumlarıyla da aynı çıkmaz içinde olan bu ülkeler, bu makalenin konusuna örnek teşkil ederler.

Katar, Körfez Emirlikleri ve Suudi Arabistan’ın, Arap alemi içinde, bölgemizin her bir köşesinde oynadıkları kirli oyunun özeti, Avrupa’nın yükselen devrimler çağındaki tarihsiz uluslar gibidir. Daha da ötesi, üzerine oturdukları servetleri aile, aşiret çıkarları doğrultusunda korumak için giriştikleri akıl almaz emperyalist-siyonist kula rolleri de bu tarihsizliklerinde anlam buluyor.

ARAP BAHARI

Arap halkının 21. Yy ortaya koyduğu halk ayaklanmalarının derin tarihi kökleri ve haklılığı tartışmasızdır. Baskıcı, ilkel yönetim ve rejimlere karşı bir değişim istemini dile getirdi. Arap halkı devlete boyun eğmeyen bir geleneğe sahiptir. Arapların tarihinde, haksızlığa karşı belli bir birikimden sonra ciddi patlamaların olduğu sık rastlanan bir durumdur. Bu, İslam’ın ilk evrelerinde olduğu gibi sonraki evrelerinde ve istilacı güçlerin, Selçukludan, Osmanlıyla I. Dünya savaşı ardından İngiliz ve Fransızlara karşı bitip tükenmeyen halk ayaklanmaları ve savaşlarla geçmiştir. Filistin halkı yüz yıldır mücadelesini özverilerle sürdürmektedir direnme tarihine “intifada”yı (silkiniş, silkinmek) tanım ve fiilini kazandırmıştır. Son yarım asırda her bir Arap ülkesinde ortaya çıkan halk ayaklanmaları ise bu süreçte Arapların hangi olgunluk düzeyinde siyasallaştıklarını ve baskının her türüne devletin her ceberut cinsine karşı korkusuzca, ayağa kalktıklarını göstermiştir. Bu geleneğin derin tarihsel anlamını kavramak için Türkiye’de halkımızın, baskıcı devlet karşısındaki yaman sessizliğine bakarak karşılaştırma yapmak, birçok açıdan verimli bir fikir zenginliği oluşturacaktır.

Araplar, bu halk ayaklanmalarına sevra derler yani devrim derler. Sevra, Arapçadan Türkçeye devrim olarak çevrilmesine rağmen, Türkçe siyasal jargonda devrim, Arapçanın Sevra’sından farklı bir mahiyetle algıların. Türkçede devrim, siyasal iktidarın ele geçirilmesini de içeren büyük dönüşümdür; üretim tarzının değişimi gibi, alt ve üst yapıdaki köklü nitel değişim. Ancak Arapçada Sevra (Devrim), siyasal iktidar ele geçirilmese de halkın uzun süreli (en azından ayları–yılları kapsayan), sert, çatışmalı (silahlı, silahsız) bir halk isyanını tanımlar. Bu isyanın ardından iktidar ele geçirilse de geçirilmese de sevra, devrimdir. Dolaysıyla, Arap baharını Türkçede Arap devrimi olarak anarken bu çerçeve içinde andığımı belirtmek isterim.

Kavramların anlaşılır bir açıklamasını yaptıktan sonra, tekrarla Araplar, 21. Yy tüm insanlığa, zalime, zulme ve baskıcı devlet aygıtlarına karşı direnme, devrime kalkışma, halk isyanı ve başkaldırıya yönelme de öncü bir mesaj vermiş olduğunu belirteceğim. Bu bir halk olayıdır. Ne emperyalizmin bir oyunu ne de bir senaryonun ikamesidir. Bunu gerçek anlamda bir halk atılımıdır. Üstelik beklenmeyen bu halk atağının ilk günlerinde, emperyalistler-siyonist güçler ve Arap gericiliği, ciddi bir panik geçirmişlerdi. Arap baharı bundan sonra emperyalist,Siyonist ve Arp gericiliğinin müdahalesine maruz kaldı, yükselen halk dalgaları üzerine bundan sonra binildi. Bahar bundan sonra son bahara kışa dönüşüp önü kesildi ve karşı devrim atağıyla tersine çevrildi; gerici güçler bu geç kalmanın faturasını ise Tunus’ta Bin Ali, Mısır’da Hüsnü Mübarek, Yemen’de Ali Abdullah Salih gibi sadık diktatörlerini harcamak zorunda kaldı; Libya’da ise sürece erken müdahale edildi. Bu makalemin konusu olan tarihsiz Arap ülkeleri Katar, Körfez Emirlikleriyle birlikte, Fransa, Amerika ve NATO güçlerinin karanlık ve bir o kadar kirli amaçlarının bileşkesi Libya’da halkın haklı talepleri, ilk adımından itibaren karşı devrimci bir sürece olarak yönlendirildi. Bu girişim Suriye’de, halkın haklı taleplerle başlattığı gösteriler üzerine, önceden karara bağlanmış olmasına rağmen yürürlüğe konmamış demokratik reformların hayata geçirilmesinin ilanıyla birlikte, dış müdahale sürecin üzerine binerek bir karşı-devrim hareketine dönüştürülmüştür.
Arap baharı artık bir son bahar, bir kış olmuştur. Arap baharı, yön kırılmasıyla birlikte. karşı-devrimin dış güçler eliyle ülkelerin, halkların yaratıcı anarşi içinde kıvranışını tanımlar hale gelmiştir. Komplo işte bunun üzerine binmiştir; komplo yoktan var edilemez, gerçekçi taleplerin, gerçekçi halk hareketlerinin belli bir olgunluğa gelmesinin ardından tezgahlanabilirdi. Nitekim olan da buydu. Gerçek bir bahar olan başlangıç, gerçek bir sonbahara, kışa böylece dönüştürülmüş oldu.

Arap baharı süreci kıran, tarihin ilerlemesine karşı bir duruşa dönüştüren, direnme çizgisindeki ülkeleri de yıkmak üzere evrensel komplonun organizesinde yer alan Arap ülkelerinin rolü oldukça öne çıkmıştır. Bu ülkelerin tarihsiz ülkeler olması ise oldukça anlamlıdır.

KADER

Arapların tarihsiz ülkeleri, Avrupa’nın tarihsiz ulusları gibidir. Bu kural doğanın bir kuralıdır. Tarihsizler hep talihsizdir arada kalırlar, yama olurlar, iki ana gücün çatışmasında fırsat bulurlarsa öne çıkarlar kirlilik saçarlar, kraldan çok kralcı olurlar, daha çok kukla ve maşa rolü oynarlar.

Arapların tarihsiz ülkelerine bir göz atın, ne bir uygarlık üzerine ne tarihi bir devlet teşkilatı üzerine kuruldular. Çöldürler, sahradırlar. Petrol keşfedilince, İngiliz sömürgeleri olarak bedevi çadırları altındaki aşiretlere devlet diye bir şey kurdurup, ülke haline getirildiler. Bayrakları bile o çöllerin hakimi İngiliz alaylarının flamasıdır. Yani uğruna bedel ödenen bir simgeleri bile yok. Bu açıdan bağlı oldukları hiçbir ortak ulusal ya da vatansal payda sahibi değiller. Arap olmaları, sadece Arapça diliyle ilgili bir tanımlamadır. Onun ne ruhu, ne gelenek ve görenekleri, ne kültürü ne de merkezi pazarı ve coğrafyasının tarihiyle ilgili bir algıları yok. Sorumluluğun olmadığı, bir topluluğu ait olma bilincinin bulunmadığı bu toplulukların, aşiret yapılanması içinde ilgili oldukları tek değir kan bağıdır; 21. Yy da ise bu bağlarında hiçbir anlamı kalmamıştır mal ve servet hevesi, Katar’da ve diğerlerinde olduğu gibi oğlun babaya darbe yaparak iktidarı yani mal ve servete el koymaya kadar götürür (1995).

Arap ülkeleri coğrafi tarih olarak iki temel bölüme ayrılırlar. Birincisi; Boş çeyrek denilen alanlarda, çölün, sahranın uygarlıkla uzak yakın bir bağı olmayan alanlarında, petrolle birlikte, emperyalistlerin cetvelle çizdiği sınırlardan oluşmuş ülkelerin oluşturduğu topluluk. Bunlar, bu gün itibariyle Körfez Ülkeleri Dayanışma Meclisi etrafında kendilerini ifade ediyorlar; bu ülkeler, koltuklarını ve aile çakarlarını korumak üzere, bu günü ve geleceklerini kayıtsız şartsız olarak emperyalist – Siyonist projelere bağlamış durumdalar. Bu ülkeler, devlet olarak belirdikleri 20yy ortalarından itibaren, bölgenin istisnasız tüm olaylarında bu duruşu sergilemiş aksı davranan liderlerini resmen katlederek tasfiye etmiştir (Kral Faysal, Arap İsrail savaşı nedeniyle batıya karşı giriştiği petrol ambargosunun bedelini canıyla ödemiştir, 25 Mart 1975)

Emperyalistlerin her tarihi kesitte temel çıkarlarını korumak kaydıyla yaptıkları taktik değişikliklerinin tüm süreçlerinde bir kukla olan bu ülkeler, tarihsizliklerinin verdiği güçsüzlükle kendi halklarına karşı acımasız kanlı süreçlerinde mali destekçisi rolü içinde olmuşlardır. Filistin davasında İsrail’i bölgede koruyan yegane güç bunlardır. Tarihsiz olmak kimliksiz olmak demektir. Olayın özü de budur.

Bu ülkeler ve hakimleri, tarihsizliğin yarattığı kimliksizlikle, bu kirli rolleri bir kader gibi oynamaya mahkumdurlar. Ayakta kalmalarının başka bir şansı yoktur. Bu gün bu çirkin müdahaleci girişimlerini yapabiliyorlarsa, emperyalistler adına bir görevli olmalarındandır. Bu görevleri bitince kendileri ve ülkelerinin rolü de sona ermeye mahkumdur. Üstelik sonları çok sefilce olacağı açıktır:

KATAR

Bu ülkeler arasında dikkat çekecek ölçüde öne çıkarılan Katara da bir tarihsiz ülkedir. Katar uzunluğu 160 km, ortalama genişliği 75 km olan yaklaşık 1000 km² yüzölçümlü, Arap körfezine uzanmış bir yarım ada. Nisan 2010 sayımlarına göre nüfusu 1 699 435 (bu rakam yerli yabancı herkesi kapsamaktadır) 18 Aralık 1878 tarihi itibariyle El Sani adlı Urban (göçebe Arap) bir ailenin denetimi altına girer. Çöldür, deve besiciliği dışında kayda değir bir şeyi yoktur. 3 Eylül 1971 tarihi itibariyle de İngilizlerin özgün anlaşmaları ve verdiği icazetle devlet olur. Katar devletinin bayrağı da uzun süre bu topraklarda kalan İngiliz askeri birliğinin flaması ülke bayrağı olarak kabul edilir. Herkesin rahatlıkla google’den ulaşacağı bu bilgiler, bu gün bölgemizde ve dünyayı etkileyen en önemli siyasi olaylarda aklın almayacağı oyun ve düzenbazlıkları yapan Katır’ı yakından algılamak için verdim.

Katar, Osmanlının denetiminde keçi-kılı çadırlarda, çölde biten kuru çalılara develerine yedirerek yaşan, ne tarih ne kültür ne uygarlık ne de medenileşmeyle ilgili uzak yakın bir birikimi olmayan ülke. 1971’de devlet oluyor yakın zamanda petrol ve gazın bulunuşuyla, çadırlardan sıçrayarak, insan aklının almayacağı görsel tüketim maceralarına, dünyanın en büyük stadı, en yüksek binası, en büyük akvaryumu, en uzun köprüsü, en geniş spor komplesi, en geniş konferans kompleksi diye uzanan en enli girişimler, bu ülke insanlarının tarihsel algılarıyla, kültürel birikim ve medenileşmesiyle ilgili hiçbir veriye dayanmadan yapılmaktadır. Yanı orijinal hiçbir alt yapısı olmadan petrol dolarların tüketilmesiyle oluşturulmaktadır. Ne doğasıyla, ne tarihiyle ne kültürel birikimiyle orijinal değildir. Her şeyleri, yama gibi getirilip oturtulmaya çalışılmaktadır.

Petrol ve gaz servetlerinin yarattığı pervasızlık, hesapsızlık onları koruyan emperyalist güçlerin Arap alemindeki çomağı olmaları içinde bir zemindir. Nitekim, Arap baharında öne çıkan Katar’ın oynadığı rol, bu doku üzerinde yükseltilmiştir.

Katar, mali kaynaklarıyla medya alanına da girdi. 1995’de dünyada yetişmiş en iyi gazeteciler, sunucular, muhabirler dil uzmanları, dekoristler, danışmanlarla EL JEEZİRE TV kuruldu. Amerika’nın ünlü CNN TVsini de geride bırakan bir atılımla, birkaç dilde, onlarca kanalla çocuk, gençlik, belgesel, müzik, spor gibi etkinliklerle yayınlarını sürdürdü. Dünyanın en önemli spor yarışmalarının yayın hakkını bol paralar dökerek satın aldı. En pahalı yorumcular, spikerlerin önüne kırmızı halılar serdi. Rüşvetle olduğu açığa çıkarak mahkemelik olan, FİFA’nın 2022 Dünya kupası organizasyonunu kazandı.

Mali kaynakları sonsuzdu, medya karı değil, petrolden gazdan kazanıp medya alanında harcama üzerine kurulu rekabete girmeden, her türden yalan, abartma, senaryo, planlı amaçlı karanlık yönelimlerin tezgahlanabileceği, izleyici kaygısı olmayan yayıncılık sürdürüldü. Planlanmış siyasi amaçlar için, CİA ajanı olduğu açığa çıkıp istifa eden Genel Müdür Waddah Hanfar eliyle yönlendirilen kamuoyu oluşturma, yalan bilgilerle, uydurma ve abartmalarla ülkelerin iç işlerine karışarak kanlı süreçlerin organize edildiği bir kurum haline geldi, Bu yolda da büyük başarılar elde edildi. Dünyanın en etkin siyasal savaş silah tekeli böylece oluştu. Katar, bu sürecin öncüsü olarak bölgede kirli rollerini boyunu çok aşan, gücünün çok üstende olan, tarihi kültürüyle asla altından kalkamayacağı süreçlerin eli kanlı vampiri haline geldi. Arapların 10 bin yıllık ülkeleri bile bu gücün etkisi altında kanlı süreçlere düştü. Katar Arapların en tehlikeli ama cüce ülkesi olarak, ülkeden ülkeye karışarak zıplamaya devam ediyor.

Bu sürecin diğer boyutunda ise Amerika’nın Orta Kuvvetlerine av sahipliği yapmanın verdiği hoyratlıkla da bulunuyor. Bölgenin tüm ülkelerinde nüfus alanları genişletme çabası bu hoyratlığın bir ürünü. Kim bilir, Katar kendini bir Belçika, bir Danimarka bir Hollanda gibi küçük ama emperyalist düzeye olaşıp, dünyada sömürgeleri olan ülkelerden biri sanıyordur; kendini aldatmaktan başka bir anlamı olmayan bu algının, ne tarihi ne talihi vardı. İsrail, Amerika ve ortakları bu ufak ülkelerin mallarını ve servetlerini ele geçirmek, işletmek ve kendilerini esir etmek için pohpohlayıp dururlar. Bu yolla silah tekellerinin satış rakamları da yükseldikçe yükselir.

SONUÇ:

İşte bu ülkeler, Hegel’in “Talihsiz uluslar” dediği, Engels’in de karşı-devrimin tetikçileri olarak tarihe karşı “tarihten silinmesi” gereken uluslar olarak gördüğü ülkeler gibidir. Arapların tarihsiz ve talihsiz ülkeleri kirli işlerin tetikçileri olarak, tarihe halklara ve insanlığa karşı rollerini oynamaya devam ediyorlar. Mali ve servet güçleriyle, Siyonist emperyalist onaylarla, bölgenin tüm ülkelerini özellikle Türkiye’nin Erdoğan iktidarını da satın alarak, halkların iradesine karşı maceralara sürüyorlar.

Makalem çok uzadı farkındayım. Esasında daha da uzun olacaktı, çok kıstım. İlgili okurun bildiği bir örnekle yazımı noktalayacağım.

Lübnan’da bir Dürzi lider vardı adı Kemal Canbolat. İlerici Sosyalist Parti (İSP) lideri olan Kemal Canbolat, Lübnan’ın tarihsel dış güçler dengesi üzerine yaptığı cambazca oyunlar, kah Mısır yanlısı, kah Sovyet yanlısı, kah Küba talimatı kah Suriye için, çoğu kez Yaser Arafat etkisiyle Filistin güdümünde, ardından Suudi etkisi altında inişli çıkışlı, ikiyüzlü siyasal konumlanışlar içinde oldu. Dürzülerin sıkı birliğine ve onlar üzerinde atalarından gelen feodal etkilerine güvenerek ilerici sosyalistlik adına horon tepiyordu.

Sonuçta, bölgede çekişen büyük güçler kendi aralarında bir biçimde anlaştı. Bu anlaşma, Kemal Canbolat gibi tüm ara unsurları açıktı bıraktı. Artık bu unsurların varlığı bile ciddi bir risk olmuştu. Büyük güçleri bir kez daha provoke edebilir, çatışmaya götürebilirdi. Bu durdum da anlaşan büyük güçler ilişkilerini korumak için bu ara unsurları gözden çıkarmak zorunda kaldı. Kemal Canbolat böylece denklem dışı kaldı. Varlığı4 bir tehlike haline gelince de tasfiye edildi (16 Mart 1977). Oğul Velid Canbolat da aynı yolu izlemeye devam ediyor.

Tarihsiz uslar gibi, tarihsiz ülkeler ve tarihsiz şahıslar, er ya da geç hak ettikleri yere gönderilecektir. Bölgemizde bu durum, Suriye olaylarının aşılmasıyla, sonuçlanacaktır. Tarihsiz ülke Katar ve benzerleri ve onların maceraları peşinde sürüklenenler tarihle yüzleşmekten kaçamayacaktır.