HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

3 Nisan 2008 Perşembe

TIRMANIŞ VE SUKUT

23 Mart 2008 Pazar

TIRMANIŞ VE SUKUT (Binboğa Dağlarında gerilla eğitimi ve bıraktığı izler)

Afşin Kötüre ve Binboğalar


Mihrac Ural


24 Mart 2008



Tırmanış öncesi örgütsel başlangıç



Bundan tam 31 yıl önce Yüksel Eriş yoldaş, Devrimci Sağlık İş Sendikası’nda yönetici olan hemşerim Dr. Mehmet Çelikel’in referansıyla Antakya’ya yanıma gelmişti. Antakya dört bir yanında devrimci hareketlerin gürül gürül yükseldiği bir alan konumundaydı. Devrimci Kültür Derneği, TÖB-DER ve mahalli çalışmalar kitlesel katılımlarla ileri düzeylerde bir faaliyet içindeydi. Bizler de, ülkemizin hiçbir merkezi örgütüne bağlı olmaksızın, bir örgüt gibi toparlanmış çalışmaların yükseldiği bir süreç içindeydik. Ayrı varlık konumunda, çalışmalarımızı ülkemizin siyasal atmosferine uygun ilerletiyorduk. Geniş bir halk muhalefeti ve bunu yerel özgün sorunlar, bu süreçte devrimci hareketi besliyordu.


Yüksel Eriş yoldaşın Antakya’ya vardığında gördüğü siyasal tablo, geldiği merkezden örgütsel olduğu kadar kitlesel ve kurumsal açıdan daha ileri bir düzeydeydi. Yayın açısından bildirilerimizle, seminer çalışması yayınlarımızla “Tek Yol Devrim” adlı aylık dergimizle, hazırlanan broşür ve yayın basımı için oluşturmaya başladığımız baskı edevatıyla birçok merkezi örgütün ilerisinde bir işleyiş içindeydik. Çalışmalarımızdan oldukça etkilenmiş olarak uzun uzun sohbet ve tartışmalarla bir arada nasıl bir merkezi çaba içinde olacağımız üzerine konuştuk. 18 yaşındaydım, ama o dönemin ölçüleri içinde önemli olan illegal yayın ele geçirip okuma şansını yakalamıştım. Antalya’daki ve sürgün sonrası Isparta’daki 68 kuşağı devrimcilerin elinden feyiz alma şansı yakalamıştım. Antalya Gençlik Örgütü (ANT-GÖR) kuruluş çalışmalarından, Isparta’da ilk devrimci kültür dernekleri kuruluş ve kitlesel hareketlerin oluşturulması mücadelesinden gelmiştim. Akranlarıma göre, o günün ölçüleri içinde çok daha iyi bir deneyim ve örgütsel faaliyete gerekli olan zeminlere sahiptim.


Türkiye çapında yapılan seçme sınavlarla burslu öğrenime alınan ilk 50 öğrenciden birisiydim. Özel bir gruptu bu topluluk ve özel olarak eğitilecekti. O zamanın koşullarında çok önemli olan 250 TL aylıkta bağlanmıştı. Ülkenin en önemli öğretmenlerinin eğitimi altındaydık. Cebir kitabı yazarı Behiç Ak, Fizik kitabı yazarı Vecihe Memioğulları gibi ülkenin en seçme öğretmenlerin elinde, şu ana kadar okul bilgisi dağarcığımda muhafaza ettiğim okuma ve okuduğunu severek öğrenmeyi belledim. Bu dönem siyasal doğrularımın da şekillendiği bir dönemdi. Doğrularımın arkasında derslerimin arkasında durduğum kadar kararlıydım. Siyasi faaliyetlerin ülke çapında sel gibi akmaya başladığı bir kesitti 74-75 yılları. Yıllar sonra yargılanmak üzere cezaevi Isparta’da okulumu bitirdiğim şehir olmuştu.


Bu şehri elimde makine teknisyen okulu diplomamla terk ederken, Antalya’dan itibaren biriken ülkücü faşist kinin kuşatma çemberi içinde kendimi buldum. Ölümle yüz yüze gelmeyi ilk orada deneyimledim ve hatta ölüp geri döndüğümü sandım. Onlarca kişi bıçak, hançer, demir, zincirle üzerime yürüdü, param parça ettiler. Direndim ve beni bir inşaatın derin temel çukuruna 'öldü' diye attılar. Öyle uzun bir süre acılar içinde kıvranarak yattım…O kanlı halimle hastaneye gitmeye çalıştım. Bildiğim, kendime geldiğimde onlarca dikişle her tarafım sargılanmış halde ranzada olduğumdu. Ölmediğim haberi duyulmuş, bu kez onlarca faşist hastaneye yüklenmiş beni orda öldürmek için gelmiş, sloganlar atılmaya başlanmıştı. O an nasıl olduysa Yaşar Sarı adlı yiğit yoldaşım yanımda bitiverdi. Bana ilk illegal yazıları veren, ilk feyizlerin yolunu açan, ileten 68 kuşağının emektarlarından bir Ispartalı yoldaştı. Hastaneden sırtında çıkarttıp , köyünde gizledi ve yanımda uykusuz nöbetlerini tutarak emin bir şekilde şehrime ulaştırdı.

Birçok kadro ve militandan önce el yazılı olarak Mahir Çayan’ın kesintisiz devrim yazılarının üç bölümü elimdeydi, yıl 1973 sonları; bakmayın öyle söylediğime, o gün bu yazıların elde olduğu öyle söylenebilecek, hatta anılabilecek bir şey değildi. Ve bitmemiş bir devrimci yükseliş sürecinin tazeliği içinde çok önemli bir olaydı. O dönem yabana atılmayacak hacimde kütüphanemle çok önemli bir zemin üzerinde aktif devrimci mücadelede yerimi almıştım. Şehrimde devrimci çalışma yürüten kimsenin açılımları bu düzlemde değildi. Bir dönem, Türkiye’nin en çok ilerici kitabın satıldığı yer olarak Antakya’nın anılması, o dönemin ortamında bir araya geldiğimiz yoldaşların eseridir.

Yüksel Eriş yoldaş, bu tablo karşısında bize büyük bir sevgiyle bağlandı. Ortalıkta kendi kendine oluşmuş bir örgüt vardı; ayakları üzerinde dik duran insanlarla karşı karşıya kalmanın şaşkınlığı içindeydi Eriş yoldaş... Oysa geldiği merkezde kapalı odaların komik şövalyeleri, ayakları havada amacı belli olmayan, silah patlatmanın, bomba atmanın ‘silahlı propaganda’ denilen bir kerametle, kendi kendilerine oluşturdukları sanal kurgularla avunuyorlardı!..

Yüksel Eriş yoldaş verimli topraklardaydı, halkla iç içe olan insanların, evlerin mahallelerin, köylerin, kurumların, dernek ve sendikaların harıl harıl çalıştığı bir zemine gelmişti. Derin bir nefes alımıydı onun için.

Sohbetlerimiz ve tanışma derinliklerimiz kısa sürede çok şeyi açığa vurmuştu. İnanç doluydu, kararlıydı, birikimli ve bilinçliydi; ancak silahlı mücadele örgütü kadrosu yöneticisi olmaktan çok uzaktı. Silahtan bahsediyordu ama silahı hiç bilmiyordu, tabancayı bile iyi bilmiyordu. Bu konumu onun saygınlığından, siyasal birikiminden bir şey kaybettirmiyordu nazarımızda; ancak sonra ilk hata son hata denilen durumla karşılaşılınca ne anlama geldiği bilinecek bir durumdu. O dönem, “Laz işi” o kadar çok silah piyasanın dolaşımındaydı ki, sahtesini gerçeğinden ayırmak için iyi bir gözlemci olmak yetmez, iyi bir silah teatisinde olmak gibi tecrübeleri gerektiriyordu.

Yüksel Eriş yoldaş bundan epey uzaktaydı. Patlayıcılardan ise tamamen uzaktı. Okuyordu, elinde getirdiği yazıları açıklıyordu, özgünlükleri vardı. Sakin, geniş tartışmaya açık, ilgili olduğu konularda ayrıntılı ve hassastı. Uzun tartışmalar yaptık. Notlar aldık. Temel konularda anlayış birliğine varmıştık; örgütün açık kalan konularında yapacağımız tamamlayıcı çalışmaları anlattık, onu ikna ettik. Yayınlayacağımız temel nitelikteki yazılarımız üzerine konuştuk, bir anlayış birliğine ulaştık. Sonuçta aldığımız kararla bu yolda birlikte yürüyecektik. Tam bu dönemde bizim özgün hazırlıklarımız vardı.

Yüksel Eriş yoldaşın “ Hatay Kurtuluş Ordusu”


Yükselen faşist dalgaya, artan katliamlara ve baskılara karşı savunma amaçlı yaygın ihtar eylemi olarak, ülkücü faşistlere karşı ilin tüm alanlarında bombalama eylemleri yapılacaktı ve bunun planını Yüksel Eriş yoldaşla paylaşmayı uygun gördük. Bize şunları söyledi; “Bu eylemleri şu an örgütümüz kaldıramaz, eziliriz. Malatya Beylerderesi şokunu atlatmış değiliz. Bu eylemleri “Hatay Kurtuluş Ordusu” gibi bir örgüt adıyla yaparsanız daha yerinde olur.”

İlk kez Hatay davasıyla ilgili olarak bu yönde bir düşüncenin dile gelişine tanık oluyordum. Oluşturduğumuz komitede yer alan bir dizi yoldaşımla birlikteydim. Şaşkındık. Bizim bir ülkenin genel demokrasi mücadelesi dışında ne bir eğilimimiz ne de bir çabamız vardı. Bu önerme nereden geldi? Nasıl ortaya çıktı? Yüksel yoldaşın bunu önermesinin bilinçaltı birikimleri neredendi, hiç bilemiyorduk. Ancak anladık ki Yüksel Yoldaş Hatay davası konusunda belli bir bilinç düzeyine sahipti. Bir ayrı varlık gerçeğini kavrıyordu, Arap halkının bu alandaki kimlik haklarıyla ilgili önemli bir davasının olduğunu bilince çıkartmıştı.


Biz bu önermeyi ikinci planda düşünmeye aldık ama gerçekleşmesi için planlarını yaptığımız hedeflere yönelmemiz gerekiyordu ve kimseyi bekleme durumunda değildik. Kararlıydık ve çok yaygın bir eylem hazırlığı içindeydik. Yaygın eylem bizim kitlesel var oluşumuzun kaldırabileceği bir organizasyondu. Çok geniş bir kitleye dayanıyorduk ve içinde illegalitemizle olağanüstü korunmaktaydık. Bu güne kadar açığa çıkmayan önemli askeri eylemlerimizin de gösterdiği gibi, sonuna kadar koruyabileceğimiz bir planlamanın arkasında duruyorduk. Daha sonraları THKP-C (Acilciler) örgütünün askeri eylemlerinin, yaygın şekilde gündeme gelmesinin temelleri burada atılmıştı. Bu yörenin liderlerinden ve kadrolarındandı (cezaevi gardiyanlarına karşı operasyon, büyük balık operasyonu -Özal ve ANAP eylemleri- gibi.) Eylemlerimizi yaptık, başarıyla tamamlayıp kitlesel çalışmalarımıza devam ettik. Bu dönemde attığımız her adım, bizi daha çok halka bağlamakla kalmıyor, etkinliğimizi yaygınlaştırıyordu. 77 erken seçimleri yaklaştığında CHP’nin kalesi olan şehrimizde bize danışılmadan, onayımız alınmadan seçimlere katılacak bir milletvekili olmazdı. Milletvekili adaylarından eczacı olanlar fakirlere karsız ilaç dağıtımı, doktorlar ise fakirlere haftada bir gün ücretsiz muayene yapmaya yönlendirilmişti.

Yüksel Eriş yoldaş üzerimizde derin izler bırakarak gitti; 26 Ocak 1976’da Malatya Beyler Deresi kuşatmasında, örgüt kurucu liderleri şehitlerin anısına yapılan eylem hazırlığıyla ilgili patlayıcılar konusunda işlenen bir hata sonucu, dinamit lokumlarının patlamasıyla şehit oldu (21 Ocak 1977). Yanında çok ağır yaralı halde yaşama dönen bu gün de değerli bir yazar, zaman zaman hala ortak siyasal sohbetlerle yazı yazdığımız yoldaşımız vardı. Ayrıntıları zamanı gelince ondan dinleyeceğimizi umuyorum.


Ömür Karamollaoğlu diye bir yiğit kadın



Ömür karamollaoğlu Malatya Akçadağ 30 Ocak 1955 – 24 Mart 1977 Ankara




Yüksel Eriş yoldaştan sonra bölgemize “Ayşe” geldi. Ayşe ufak tefek ama sürekli gülümseyen, hareketli, sosyal her davranışıyla sempatik biriydi. Ayşe, Ömür’ün kod adıydı. O da geldiği yerdeki kitle çalışmasının genişliği karşısında şaşkındı. Karanlık odalardan çıkıp gelmişti gün yüzüne. Her gün örgütlü yeni bir aileyle tanışıyordu. Her gün bir ilçede, bir köyde bir mahallede yoldaşlarımızla, çalışmalarımızla karşı karşıya kalıyordu. İçimizden biri gibiydi. Çabuk ısındı bizlere, bizde ona. Ortak siyasal çalışmalar yaptık. Bir ara, Rıza’da yanına geldi, birlikte siyasi ortamı gözlemlediler. Aradan bir zaman geçmişti. Örgütsel ilişkilerimiz önemli bir tırmanış içindeydi. Bavul bavul örgütsel ihtiyaçları illere taşıdığımız bir dönemdi. Bu gidiş gelişlerden birinde yaptığımız toplantıda Ömür, bana örgütsel yapılanmada taşımam gereken sorumluluk için bir öneride bulunacağını belirtti.



Ankara’da Ayrancı semtinde bir evde yapılan toplantıda, Merkez Komitesi’ne (MK) katılmam istendi. Bu teklifi karanlık odalarda, MK üyesi olacak yoldaşlarını görme tedirginliği içinde olanlar adına Şehit Ömür Karamollaoğlu yapıyordu. Ömür, biz Antakyalı devrimciler için çok önemli bir figürdü. Kocasının olumsuz davranışlarına, sekterliklerine ve örgüt yoldaşlığı taşımayan eğilimlerine karşın, sevgi dolu, erdemli ve bilinçli bir militandı. Şehit yoldaş Ömür Karamollaoğlu, Antakya çalışmaları sürecinde ailemizin bir parçası olmuştu. Birçok yoldaşımız Ömür yoldaşa sevgisini, onun adını yeni doğan kardeşlerine, kendi çocuklarına vererek ifade etmiştir. Şu an bir bilim adamı olarak, genetik dalında doktorasını yapmakta olan ablamın ilk kızı Ömür onun adını taşır.



Ömür yoldaş da, Yüksel Eriş yoldaş gibi teknik bilgisizliğin kurbanı oldu. Karanlık oda Donkişotlarının hesapsız dayatmalarına kurban olmuştu; bomba yapımı esnasında teknik bir hatanın yol açtığı patlama sonucu 24 Mart 1977’de şehit oldu.



Bu yiğit yoldaşın ölüm yıldönümü dolaysıyla kaleme aldığım anı, onun bir yönünü daha gösterme amacını taşır. Antakya’nın tüm Acilcileri ona çok şey borçludur. Bu borç ne siyasal katkısı ne de örgütsel kurumlaşmayla ilgilidir. Bunu şehrimizdeki çalışmalar çok önceden kazanmıştı. Ömür bir insan simgesiydi, bir özverili militan simgesiydi. O bizi, biz onu bulmuştuk. Bu ruh birliği, ülkemiz ölçeğinde Acilci militanların şehrimiz adıyla önemli bir özdeşleşme içinde olmasına dinamik katmıştır. İşte bu devrimci kadın, ortak çalışmanın heyecanıyla, bizi tanımış olmanın içtenliğiyle bana MK üyeliği davetini Ankara’da (Ayrancı) örgütün merkezi evinde yapma heyecanı gösterdi.



Ömür, büyük bir şevkle MK’ya katılmamın örgüte güç vereceğini belirterek, daveti bana iletti.



O gün Ankara’da Ömür’e verdiğim cevap, “Düşünmem ve bölgemdeki yoldaşlarla konuşmam gerekir” olmuştur. Ömür üzgündü; Merkez Komite bu kadar çabuk elde edilen bir hak olmamalıydı, bana bu teklifi edenler, bunu böyle ucuzca elde etmiş olabilirlerdi ya da kendi kendilerini atamış olabilirlerdi. Ancak ben MK’nın bu kadar basit elde edilmeyeceğini gösterme kararındaydım. Antakya dönüşümde yoldaşlarımla bu kararı paylaştım, aynı kanıda olduğumuzu gördüm. Bunun önemli nedenlerinden biri; bu birlikteliğin tüm detaylarını görme, deneme ve uzun yoldaki kararlılığını algılama gereğiydi. Bölgemizin olanaklarına yönelik istismar sezilerimiz bizi dikkatli olma yönünde uyarmıştı. Nitekim öyle de oldu.



Bölgemizin etkin kadro birikimleri, kitlesel etkinlikleri ve bir dönem sonra ‘göçer kadro’ diye tabir edilecek olan yetişmiş nice militanı, ülkenin dört bir yanına, ihtiyacı olan birimlere taşıma potansiyelleri vardı. Ancak bu birleşme ve katılım, ilk elden sıkıntılı süreçlerin başlangıcına da bir işaretti. Bu sıkıntılar 78 de HDÖ ile yollarımızı ayırarak nispeten atlatılmış oldu. Ancak bu türlerin varlığı, bunalım öbeği olma özellikleriyle, bulundukları her yere göre renk değiştirme karakterleriyle sıkıntı unsuru olmaya devam etmiştir. Bu tür, “askeri bakış açısı” ortamında askeri, “politik bakış açısı” yanında politik, TKEP’in yanında Teslim Töreci, Frankfurt Okulcularının yanında anti-Marksist arayışçıdır. 1986’da bağlanan I. kongremiz öncesi ve sonrası gelişmeler, 1990 da temelli bir kopmaya dönüşerek bu çevrelerle aramızdaki son göbek bağları kesilmiş oldu.



1977 Ağustos “Bombacı Leyla” darbesinden, bu çevrelerle kopuşa kadar süren örgütün en doruktaki yükselişinden en gerileme durumlarına kadar, sürecin tüm sorumluluğu üstümde olmak kaydıyla tüm hataların tek sorumlusuydum. Bunu yıllardır söylüyorum; örgütün her önemli toplantısına kadro ve militanlara bunu anlattım. Başında olduğum kolektif çalışmaların, varsa bir başarısı bunu dile getirdiğim kadar, aynı ekip içinde hatalarımızı da dile getirdim. Ama bilinmesini istediğim bir başka şey de şudur; özelikle bu çevrelerde anı yazmaya başlayanların dikkatini çekmek üzere, örgütümüzün özgürlük ve demokrasi mücadelesi sürecinde yapılan olumlu merkezi çabalar -yöntemi yanlış da olsa- benim emrim, yönlendirmem ve onayım olmadan yapılmadığıdır. Bu süreçte, zindan dönemi boyunca ya da yurt dışında yanımda bulunan diğer MK üyeleri de dahil, görüşlerini almama rağmen, onların aldığım kararlara onay vermekten daha fazlasını yapmadıklarını söyleyeceğim. Örgüt davasında kimlerin neleri üstleneceklerine, firarda kimlerin yer alacağına kadar, zindan sürecinde, ziyaretlerde, talimatlarla dışarıda yapılacakların belirlenmesine kadar kararlar benim sorumluluğumdaydı. Bu durum beni de çok sıkmıştır ve on yıllar önceki bir yazımda “görevlerini yapmayan kadro ve militanlar başındaki diktatörleri kendileri yaratır dedim”. Tüm olumsuzluklardan dolayı benim tüm olumsuzlukları üstlenmemin bir başka anlamı da budur zaten. Bu nedenle geçmişteki olumluluklardan bahseden anı yazıcıları, bunun kaynaklarını da samimice ortaya koyma erdemi göstermelidir (bu konular en ince detaylarına kadar yazılı belgeleriyle anılarda anlatılacaktır).



Yeniden konumuza dönecek olursak:



Rıza Salman’ın bölgemizde yayınladığımız ‘tek yol devrim’ adlı derginin legal çıkışına, benim ilk kitabım olan ‘Kapitalizm mi Sosyalizm mi?’nin yaygınca dağıtımına gösterdiği şiddetli tepki, kaygılarımızın haklı olduğuna açık bir işaretti. Bu kapalı oda komikleri, bizlerin kitlesel bir yapılanmadan ve halkın içinde etkin yer edinmiş olduğumuz gerçeğini kavramaktan uzak, bizi kendilerine uydurma telaşına kapılmıştı. Söylenen “örgütün yazınsal çalışmaları hep gizlidir, kadrolara bile dağıtılmaz, yalnızca yönetici olanlara verilir ve temsilciler aracılığıyla okunur” deme gibi anlamsız savunumlar içinde olmuştu.



Bu sorunu kale almayacak kadar örgüt içinde etkin olan bölgemiz, bu saçmalıkları elinin tersiyle iterek yoluna devam etti. Kitap binlerce nüsha basılarak kadrolara ve halka etkin şekilde dağıtıldı. Onlar da susmak ve süreci gözlemekle yetinme durumunda kalmışlardı. Başlangıcımız hoş olmayan diyaloglarla bu adımlarla başlamıştı. Bunları çok sonraları ortaya çıkacak sorunların birer birikim noktası olduğunun hatırlanması için, kısa notlarla belirtme gereği duyuyorum.




Dik Duruşun insanı Hamdullah Erbil


Hamdullah Erbil Afşin, Kötüre (5 Ocak 1952) – (16 Temmuz 1993) Hamburg

Bu ortamda askeri eğitim adı altında örgütün merkezi ve bölge sorumlularının askeri eğitim kararı gereği Binboğa dağlarına tırmanış başladı. Daha sonra örgütten ayrılarak ‘Devrim Savaşçıları’ örgütünü kuran Hamdullah Erbil’in denetiminde Afşin’e bağlı Kötüre köyünden tırmanış başlayacaktı. Kötüre’den Binboğa dağlarına çıkılacaktı. 76 Haziran’ında, öncü savaşını başlatma kararı çerçevesinde bu tırmanış gündeme geliyordu. O günün değerleri ile olayı değerlendirecek olursak, büyük bir coşku, inanç ve kararlılıkla bu tırmanış için hazırlık yaptığımı söyleyebilirim. Bu duyguyu taşıyarak tırmanışa gelen yoldaşlarımın da olduğu kesindir.

Bu grubun içinde hayatlarında hiçbir eylemde yer almayan ve hiç bir silahlı mücadele süreci yaşamayan, ilk önemli eylemde de yakalanan bir öncü gerillalar olsa da, kırlardan şehirlerin kuşatılması amacıyla, volkanik kel dağlarda kuş avcılığının bile yapılamayacağı bir alanda, üç beş kişiyle gerilla eğitimi yapma kararlılığı göstermek, amacın o gün için taşıdığı anlam itibariyle önemli bir adımdı. Böylesi bir adım, bu kararı alanların kapalı oda militanlığının, kendini kanıtlama, içinde bulunduğu ve Malatya Beylerderesi gibi sarsıcı bir darbenin etkisinden kurtulma çabası olarak gündeme geliyor olsa da, önemli bir adımdı.



Ancak bu adım, tüm katılımcılar için aynı anlamı taşımıyordu. Askeri eğitimin bu türünün yüzlerce kat daha önemlisi ve gerçekçisini kendi bölgesinde yaşayan bizler, Binboğa tırmanışının amacını, yönelimini, kimi katılımcıların tırmanış sürecindeki hallerini gördükten sonra, bu tırmanışın gerçek bir suhriyet olduğunu anlamak zor olmadı. Bu tırmanışın (niceliğine ve niteliğine bakmaksızın) doğruların arkasında durma gibi erdemli bir davranışın ürünü olduğu çok şüpheliydi. Kendini tatmin etmenin bir beyhude çabası olma sancısını içinde barındırıyor gibiydi. Buna rağmen, örgütlü olmanın disiplinine uymak gibi erdemli bir duruş, bu girişime ve sonuçlarına katlanmayı gerektirmişti. Öyle de oldu. Bölgemdeki kadroların itirazlarına rağmen katılma kararı aldım.



Hamdullah’ın bildiği, yerlisi olduğu bir yörede gibiydik, evi gibi davrandığı bir köy evinde bir araya gelmiştik. Ve tırmanışa buradan başladık.



Bu yazıyı 26 Ocak anısına yayınlayacaktım, Ömür’ün anısına… Kaldı ki, Diyarbakır grupta yayınlanan 26 Ocak 1976 Beylerderesi ile ilgili yazım üzerine, grup moderatörü Ergün Eşsizoğlu’ndan, konuyla ilgili bir ileti aldım. İleti, İlkerleri ODTÜ’den tanıdığını söyleyen Yüksel Eriş’ten bahseden bir içerikteydi. 31 Ocak 2008 de olan bu yazışmadan, o ana kadar Hamdullah Erbil’in evi olduğunu kesinlikle bilmediğim Binboğa dağlarına tırmanışın çıkış noktası olan Kötüre köyündeki evin, Hamdullah Erbil’e ait olabileceği ihtimalini öğrenmiş oldum. Hamdullah ağbinin yanlışım varsa düzeltmesini isterim, bildiğim kadarıyla Kahraman Maraşlı (Zannediyorum Elbistanlı) köklü bir alevi ailedenler. Dedeleri de pirdi.



Evlerinde aylarca kaldığım için hemen hemen birçok aile fertlerini (Ablası vd.) tanıma şansımda oldu.



“Epey anılarım var onlara ilişkin ama bir sakince ile oturup düşünerek yazmak lazım. Bakalım becerebilirsem bir ara yazar size iletirim.” diye de bilgi verdi. Oysa ben, kaynağını bilmediğim bir nedenle, Hamdullah’ı daha uzaklardan bir alandan olduğunu sanırdım.


Ben de cevaben;


“Azizim Ergün,



Haklı olma ihtimaliniz benden çok yüksek. O günün illegalite atmosferi içinde bu tür şeyleri hiç sormadık. Almanya’da da buluştuğumuzda hiç konusunu etmedik. Sadece Hamdullah’ın evine gittiğimizi biliyordum ya da bir örgüt evi olarak kullanılan … evde konaklayarak oradan tırmanışa geçtik. Tırmanıştaki herkes bir yana Hamdullah bir yanaydı. Bu organizasyonun temel direği de Hamdullah'tı. Aileyi çok iyi bildiğiniz belli. Ben aile hakkında hiç bir şey bilmiyorum (o günün ortamında bunu sormak bile mümkün değildi). Ailesiyle tanışmayı yazışmayı çok isterim. İlginize bir kez daha teşekkür ederim. Baki selamlar.” dedim.



Son olarak da, Hamdullah Erbil yoldaşım için bilgi araştırması yaparken kardeşi Lütfullah Erbil’le yazınsal tanışma ve bilgi alış verişine, siyasal sohbet süreçlerine girdik. O da Hamdullah’ın, bu anımın taslak halini okuyup önemli müdahaleler yaparak, Hamdullah’ın özel fotoğraflarını iletmekle de katkı yaptı.



Bu bilgiyi de okuyucuya aktarmak isterim



(((Hamdullah Erbil’i daha iyi tanımak için, http://www.meluli.de/sayfa/kitap.htm linkine göz atılması yeterli olacaktır)))


II.



Binboğalar



Bu tırmanışı yapacak olanların Hamdullah hariç, ben dahil tümümüz şehir insanıydı. Hamdullah Erbil bu dağların, bu köylerin insanı olarak aramızdaydı. Benim sporla ilgim kadar, çocukluğumdan beri Antakya’yı kuşatan Amanos ve Habip el Neccar dağlarında gezilerimin ve basit tırmanışlarımın dışında bir hazırlığım yoktu. Diğerlerini bilmiyordum ve bu tırmanışta onları da öğrenecektim.



Yola koyulduğumuzda ay ışığı vardı, karanlıktı; ancak patikaların görülebileceği ölçekte ay ışığı altında tırmanış başladı. Yarım saat sonra irili ufaklı su sızıntılarıyla oluşmuş akıntılara rastlıyorduk. Önemli sayılabilecek hiçbir dere yatağı görmemiştik. Buna rağmen tırmanış ekibinin gerilla heveslilerinde sessiz bir oflama, bir yorgunluk belirmeye başladı. Hamdullah’ın elinde bir Fransız mavzeri vardı. Küçük mahzeninde 5 kurşun alan bu mavzer zamana direnen bir alet olarak bizimle tırmanıyordu. Teçhizatımız ise hani bir devrim yapacak kadar olmasa da, ekip içindeki gerilla komutanlığı edasında olanlar için Binboğaların fethine yetecek cinstendi! Bir Fransız onlusu kırmızı kabza, Mısır yapımı (siz bunu Laz yapımı olarak okuyun) bir otomatik Port-Sait ve çek 7.65’lisi gibi şeylerdi. Yemek kumanyamız ise en son düşüneceğimiz metalardı. Nasıl olsa fetih işi bu tırmanışla olacak ve bitecekti.



Yola koyulduk ve ilk yarım saat içinde sıkıntılar baş gösterince tırmanışımız anlam kazanmaya başlamıştı. İlk yorgunluk belirtileri Ömür’ün eşi Rıza Salman’da kendini gösterdi; Ömür yoldaşın omzuna elini atmış öyle yürümeye koyulmuştu. Ömür kısa boylu bir yoldaştı, kocası uzun olması nedeniyle Ömür’e dayanmak için uygun bir pozisyon yaratıyordu. Bir süre sonra dağda yürüme seansları yapmamış biri olarak gerilla komutanlığının rütbesizi olan Rıza Salman’ın tökezlediğini gördük. Ayağı kaymış ve burkulmuştu. Bu kez Ömür’ün yardımına benim koşmam gerekti. Bir yanında bana, diğer yanında Ömür’e dayanarak yola devam ediyorduk. Henüz tırmanışın başındaydık. Saatler sürecek bir tırmanışın ilk fireleri başlamıştı. Bu olay sıradan bir olaydı. O an için ise yoldaşça dayanışma için herkese bir fırsat da yaratıyordu. Ama yıllar sonra dönüp bakıldığında, aynı tekrarlar ortamında, çıkılacak bir uzun yolda koltuk değnekleri olmadan bir sonuca gidememe gibi ciddi sorunlar taşıdığı görülür. Binboğa tırmanışı bu verilerle başlamıştı.



Bir saat geçmemişti ki, diğer öncülerde de tökezleyenler, dermansız bir şekilde ayaklarını sürüye sürüye yürümeye başlamıştı. Çok sarp bir dağ yolundaydık. Volkanik bir dağ, ne ağaç ne çalı vardı; kayalıktı ve patikalar az kullanım nedeniyle ayağın iyi oturmasını sağlayacak bir oylumda değildi. İki kişi değil, bir kişinin bile tırmanışına geçit vermeyecek yapıdaydı, ama yürüyorduk.



İkinci saati de geçince, artık dik duranların bükülenleri taşıma gibi talihsiz bir sorunla karşı karşıya kalmıştık. Rıza, bir koluyla Ömür’ün, diğer koluyla benim omzuma dayanarak yürüyordu. Dağın eğimine uygun bir eğim ve iniş çıkışlarla sökülen dayanakların tekrar atılmasıyla, sürdürmek zorunda kalmıştık. Çantalarımız vardı, yükler gittikçe omuzları kesici hale geliyordu. Ama kararlılıkla yürümeye devam ettik. Bu kararlılık herkes için geçerliydi diyeceğim. Tökezleyenler için, koltuk değneksiz yürümeyenler için ve kimseye dayanmadan yürüyüşe devam edenler için kararlılık vardı. Bu da tırmanışı anlamlı kılan önemli bir unsurdu.


Buna rağmen siyasi mücadeleleri kapalı oda sınırlarını aşmamış olanlar için, bu ilk gerilla eğitim deneyimi, Binboğalar gibi dev doruk dağları fethetmeye değil, onların küçük kayalıkları altında ezilme, vadi ve uçurumlarından düşmemek için birilerine yaslanma gerçeğini kaldırmıyordu.



Tırmanışa katılan herkes için geçerli olmak üzere, gösterilen her eğilim, her davranış daha sonra ortak örgütsel süreç içindeki davranışların da birer parametresi olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kaldık. Bunu elbette o an görmek mümkün değildi. Çok sonraları bu olayı hatırladıkça bir musibetin vereceği çok önemli dersler olduğu anlaşılıyordu. Bu satırlarımı okuyan ve redakte eden sevgili arkadaşım,ve biyolojik durumlarından kaynaklanabilecek sonuçlar üzerinde, çok acımasızca tanımlamalar yaptığıma dair bana uyarıda bulundu. Haklı da olabilir. Ancak burada dile getirdiğim gerçek, kişinin durumunu her koşulda bilmesine rağmen, olumsuzlukta gösterdiği inatçılık ve bunun sonuçlarında insanların uğradıkları haksızlık ve karşılaştıkları tehlikelere gönderme yapmaktır.)



Bu tırmanışa o günün değerleriyle büyük önem vererek ve büyük sonuçlar bekleyerek katılmıştık. Bir irade gösterisiydi, bir duruştu sonuçta. Dünyanın hiçbir gerilla hareketinin ne başlangıcı itibariyle, ne de herhangi bir düzeyiyle benzerliği yoktu; onlar karşısında çok hafif kalırdı. Ama bizim için çok anlamlıydı. Heyecanla hiç bilmediğimiz, tanımadığımız ortamlara doğrularımızın arkasında durma adına gitmiştik. Sonuç çok olumsuz olsa da, öğreneceğimiz çok şey olacaktı. En azından farklı çevreden gelen militanların bu kısa ve zorlu süreçte birbirlerini tanıma fırsatı doğacaktı. Benim için başlangıcıyla sonucu bu açıdan tutarlı olan bu tırmanış, siyasal yaşamımda ne tür insan, kadro ve militanla birlikte olmam gerektiğine de önemli bir deneydi. Bunun için 30 yılı aşkın sıkı bir dayanışma içinde, tüm gerilemelere rağmen doğruları arkasında duran iyi bir ekiple mücadeleye devam edebilme olanağını yakalamış oldum.


Binboğalar kel bir dağdı. Zaman tünelinde gibiydik, yer yer karşılaştığımız yanmış eski ağaç kütükleri hayaleti andırır motifleriyle boşlukta korkuluk gibi duruyordu. Toprağa basmıyor gibiydik. Kayalar, sertliğini; her adımda tabanlarımıza batan uçlarıyla can yakıcılığını hissettirerek gösteriyordu. Gerilla birliğimiz zordaydı. Azmimiz yitmiş, tırmanışımız anlamını kaybetmek üzereydi. Gerillalar düşman karşısında değil, Binboğa’nın sarp kayaları karşısında omuz omuza direniyordu. Bir ara geri dönüş için önermeler gelir gibiydi. Dönüş yollarından hangisinin daha kısa olacağı hesaplanmaya başlanmıştı. Tırmanışımız üçüncü saatini de geçmişti. Bu tartışmada yola devamla tepenin diğer yakasına inmenin daha kısa süreceği üzerinde duruldu. Yörenin insanı olarak Hamdullah sıkıntı içindeydi; kendi kendine soruyordu,”nedir bu olanlar, kim bunlar, nereye kadar tırmanıp nereye kadar yol yürüyebilirlerdi?” diye hayıflanıyordu.


Yıllar sonra, cezaevinden tedavi amacıyla Almanya’ya giden Hamdullah’la yaptığımız uzun telefon sohbetlerimizde bu dönemi değerlendirirken, o gün çok kısaca dile gelen tepkisini yenileme fırsatı olmuştu!

Tırmanış sırasında kulağıma eğilerek sözünü ettiği, “ bunlar yolun başında döküldü, bu adamlar hangi gerilla savaşına dayanabilirler?” deyişini hatırlattığımda “daha fazlası vardı” dedi. “Tırmanışta insani değerler üzerinde de seninle orada paylaşmam gerekenler vardı, ama uygun görmedim. Yemeğin paylaşımından, hangi silahın kim tarafından taşınacağına, yatma konusundan, örtüye kadar ahlaki olmayan davranışlar gözüme çarptı” diyerek şöyle devam etti “Ömür’ün kocası o arada benim için bitmişti!, Diğer alanlardaki tutumlarıyla da Engin’in gelişmelerde sessiz kalışı, tepkisizliği, sorumluluk üstelenmez kişiliğiyle bu sürecin ancak niceliklerinden biri olabileceğini, nitelik rolü oynayamayacağını gösterdi. Benim örgütten kopma nedenlerimden en önemlisi, bu tırmanışta ortaya çıkan tabloydu. Bu adamları tanıdım ve benim için anlamlarını yitirdiler.”



Binbaşı rütbelerinin dökülüşü



Hamdullah tırmanışın en dik insanı. Kasvetli yolların adamı. Kararlı, zaman zaman yoldaşını taşıyacak kadar ona destek veren, zaman zaman benimle birlikte Rıza’yı taşıyan ve Ömür yoldaşın rahatlamasını sağlayandı. Binbaşı ise rütbelerini dökmüştü. Homo Eraktüs kadar bükülmüş elleri yere değercesine sürüne sürüne dördüncü saati tamamlama çabasındaydı. Tam bu sırada çakıl sesleri ayak seslerine karışan duyumlar geldi. Derhal mevzi yaparak gelen büyük düşman kuvvetlerine karşı siperlere yattık ve bekledik. Heyecanımız ilk deney olması itibariyle de çok kışkırtıcıydı. Ancak bu durum yorgunlar için bir fırsattı. ”Mevzi siper” diye uzanma, gözlerini gökyüzüne dikerek dinlenme fırsatı doğmuştu.


Mevzi alma, sipere dayanma anı onlar için bir mücadele anı bile değildi! Bir dinlenme anıydı. Nitekim bu tablo yıllar sonra zindana düştüğümüzde aynısıyla kendini gösterdi. Dik duranlar, direnenler, Ömür gibi ya şehit oldu ya da zindan sürecini insan örgütleme, kadro yetiştirme, örgüt yönetme ve mahkum haklarını her araçla savunma amacıyla değerlendiriyorlardı. Bunu iyi anlamak için, bu anılarda adı geçenlerin zindan yaşamlarına bir göz atmak ve direnenlerin zindan süreçleriyle karşılaştırmak yeterli olacaktır.



İşte bu tırmanışın küçük verileri bir ömre sığacak derslerle bu gününün algılayışına böyle ulaşmış oluyordu, ete kemiğe bürünüyordu.



Sesler çoğaldıkça ve yanımıza yaklaştıkça artan tedirginliğimiz aniden çözülüverdi. Hamdullah’ın “kömürcüler” dediği, katırının sırtında olmayan katırlı bir adamla, yüz yüze gelmiştik, katırıyla birlikte tırmanıştaydı. Ve iki canlı birbirine toleranslarını koruyarak yürüyorlardı. Bizim yürüyüş kolunda ise, insani dayanışma vardı; biri üst, birileri ast değildi, ama hesapsız ve hazırlıksız bir tırmanışın insan davranışlarıyla ilgili öğretici yanları sergilenmekteydi.


Kömürcü, sohbet edildiği anlarda tedirgin olmadığı gibi son derece de rahattı… . Öyle ki, sigarasından ikramda bile bulundu. Hamdullah ile nereli olup olmadığı konusunda aralarında geçen kısa sohbetten sonra yoluna devam etti. Biz de kaldığımız yerden yola devam ettik. İyi de hal kalmamış, yorgunluğumuz omuzlarımıza dayana dayana bizleri de helak etmişti. Hamdullah bunun böyle devam etmeyeceğini gördü ve önceden bildiği en yakın mağara ve düzlüğe yöneldi. Bir saat daha yürümüştük. Tahminimce 5-6 saat arasında yürüdük. Mağara gibi bir oyuğun olduğu ve küçük bir düzlüğün bulunduğu yere geldiğimizde herkes rahat bir nefes almıştı.


Silahlar çatılmıştı. Bu tür figürlere, estetiklere çok çok duyarlı olan Ömür’ün eşi, dinlenme ardından aniden kaplan kesilmiş gibiydi; eski yılgın, harap, bitik halinden eser kalmamıştı! Kamp kurmuştuk ve kısa sürede herkes toparlanmıştı. Silah atışı yapılacak eğitimi tamamlayacaktık. Ama elimizdeki hiçbir malzeme böylesi bir şey için geçerli değildi, ne nitelik açısından de nicelik açısından. Olsun niyetler önemliydi, niyette eğitim yapmak varsa bunun adı eğitimdi; gerçek ne olursa olsun!..


Rıza, bir insanın bencillik ve sekterlikte kendini kaba ve aymazca gösterebileceği en pervasız tip olarak davranışlarını sergiliyordu! Kullanılacak silahın seçiminde, yerin belirlenmesinde ilkesiz bir bencillik içindeydi. Yıllar sonra 1979’un sonlarında kaderin bir cilvesiyle Niğde cezaevinde ve aynı koğuşta (I. Siyasi Koğuş) buluşmuştuk. Siyasi ayrılığımız belirgin hale gelmişti. Engin her zamanki durumu itibariyle olduğu yere uyum sağlamış bizimle tavır alarak, ‘öncü savaşının askeri değil, politik sanatı’ olması gerektiği tezimizden yana olmuştu. Rıza ile aynı yerde olsaydı onun “öncü savaşının askeri sanatı”ndan yana tavır alacağı kesindi. Bu yanıyla uysal bir adamdı her zaman, araziye onun kadar uyum sağlayan bir savaşçı az bulunurdu. Acilcilikten TKEP’liliğe geçişte bunu yine başarıyla yerine getirdi.


THKP-C HDÖ Amblemi THKP-C (Acilciler) Amblemi


Niğde cezaevi siyasi bölüm 1. koğuşun temsilcisiydim. Rıza koğuşta ve biz ortak bir komün içinde Zevahir’i kurtarma çabasındaydık. Bu adam böylesi hassas dönemlerin manasına ve gereklerine uymayacak kadar kişilik bozukluğu içinde davranışlar sergiliyordu. Komüne gelen günlük gazetelerin tümünü önce alıp minder gibi altına koyması ve tek tek okuduktan sonra “sıra sizde, şimdi okuyabilirsiniz” deyişi, Binboğa tırmanışının organize edilmesinde, katılımcı olarak taşıdığımız heyecan ve ruhun gerçekte çok farklı amaçları olduğunu bir kez daha gösteriyordu. Zindanda sergilenen tutumlar, aynı mantığın devamından başka bir şey değildi. Aynı minvalde bu adamla Suriye’ye, örgütsel gereklerin alımı için yaptığımız kaçak tur da vardı. Antakyalı kaçakçı Ebu İsa aracılığıyla, Suriyeli Ebu Nafi ile İdlip ili, Cisr el Şuğur ilçesi Amuda köyüne yaptığımız kaçak gidiş gelişte yaşananlar, bir kez daha Binboğalarda yaşanan gerçeklerle tam bir kesişme içindeydi. İşte kişisel bir karakter ve buradan siyasal bir duruşa zemin olduğu açığa çıkmıştı. Suriye seyri seferinde Vahit Doğan adlı mahallem Orhanlı Devrimci Kültür Derneği Başkanı’nın da katıldığı bu kaçak gidiş-gelişte aynı adam yine tökezleyip ayağı burkulmuştu. Onu katır sırtına yerleştirmiş saatler süren dağ, bayır sınırı geçip, dönmüştük. Elbette ki olay, birinin yürümesi diğerinin at sırtında olması değildi. Mesele, kendi durumunu bilen birinin ısrarla böylesine riskli, en hafif tehlikesi ölüm olan sınırı kaçak geçmeye kalkıp herkesi tehlikeye sokması, sorumsuzluğunun sorgulanması meselesidir. Ancak dayatmacı bencillik, her şeyde olmak, ama asalakça olmak gibi dayatmacı tarzla bunu sergilemenin iticiliği vardı. Nitekim bu tarz örgüt amblemi oluşturma ve seçiminde de kendisini göstermekte geç kalmadı Mantığın daha iyi kavranması için bu anımı da kısaca aktarıyorum;



1976 baharında ben, amcamın oğlu irfan Ural, Fuat Çiler, Nebil Rahuman’ın ve bir dizi yoldaşın olduğu bir oturumda örgüt amblemi çalışması yapıyorduk. Makine teknisyen okulu mezunu olarak elim çizgiye, şekil ve motiflere çok yatkındı. Malum devrimci amblem güneşsiz, yıldızsız ve o zamanın en önemli figürü olan kaleşinkofsuz olamazdı. Bunları yerleştirmeye çalışıyorduk. Bir ara Alman RAF gibi MP5 silahına yıldızı yerleştirmeyi denedik ve bir dizi çabadan sonra bugünkü amblemi ortaya çıkardık. Birkaç karalamadan sonra tam simetrik iki kaleşinkofu sırt sırta vererek, sarı yıldız üzerine yerleştirdik. Bununla da, savaştan çok, gerekirse sırt sırta duran silahlarımızla savaşmaya hazır olduğumuz mesajını ifade ettik. Cephe için yaptığım bu amblemden sonra, parti içinde orak çekiçli amblemi ortaya çıkardım. Amblemlerimizi kendi bölgemizde hiç beklemeden kullanmaya başlamıştık.



Bölgemizin örgüt içindeki etkisi, kadro, militan ve kitlesel yapısı önermelerimize kimi tepkileri çekse de, açık bir saldırıyı engelleyecek durumdaydı. Ancak Ömür’ün kocası Rıza yarattığımız amblemi bir biçimde yadsımalıydı. Bu onun için olmazsa olmaz bir davranıştı. Nitekim “Kaleşinkofun iyisi demir kabzalısıdır, tahta kabzalısı değildir. O düzenli ordulara ait, bükülüp saklanabilen demir kabza ise gerillanındır.” diyerek amblemle oynamaya başladı. Yani bir kadronun bir militanın, bir yöneticinin önermesi geçerli olmamalıydı. Sonuçta bu büyük bilimsel farkla oluşan Rıza amblemi, daha sonra HDÖ ve Acilciler bölünmesinde de çok yararlı oldu. Bizler kendi amblemimizi, o ise kendi amblemini kullandı.



Binboğa’ya dönecek olursak;


Akşam olmuştu, artık yatma zamanı geliyordu ve kuru bir soğuk ayaz vardı. Bir gece konaklayacağımız mağara gibi bir oyukta ateş yakıldı, sohbetler ateş öbeği merkezinde yapıldı. Uyku zamanı gelince nöbet sıraları belirlenerek uykuya geçildi. Saat 03.00’ü geçtiği bir vakitti, nefesimin tat almaya başladığını hissettim; koku. Kömür-duman kokusu. Öyle ki, boğazımdaki dumanın yağlı tortusu acı bir tat oluşturup uyanmama yol açtı. Gözümü açtığımda o saate nöbeti olan binbaşı, yine rütbelerini atmış, sırtını bir kayaya dayamış halde yatıyordu. Ama burnumun üstünde yoğun bir sis tabakası, bulut gibi dalgalanarak aşağıya doğru çöküyordu. Kendime geldiğimde bunun duman tabakası olduğu ve hızla bizi tümden kaplamaya başladığını hissettim. Öksürüklerle dışarı attım kendimi. Herkes tatlı tatlı uyuyordu. Hamdullah bile bir köşede derin bir uykudaydı. Dışarıda ay ışığı çok cılızdı. Yattığımız yerde yaktığımız ateş sadece duman üreten, sinik bir öbekti. Gözlerim dışarı fırlamıştı, soğukla yüz yüze geldiğimde gözyaşlarım boşalmaya başladı, ellerim bir anda kurulaşıyordu. Ani feryat ile içeri girdim, gerillaları uyandırmaya, ayaklarından çekmeye başladım.


İlginç bir duygu saikıyla, ilk uyardığım insanlar Ömür ile Hamdullah idi. İkisine de bağırdığımda Hamdullah kendine geldiği an dışarı atladı. Ömür eşi Rıza’yı uyandırdı. Binbaşıyı da ben uyandırdım ve bir faciadan son anda kurtulmuş olduk. Kömür ve duman zehirlenmesini, uyuşmasını bilmeyenler hiç denemesin! Mutluluk içinde ölür insan. Dalar ve derinlere iner, indikçe tatlılaşan uykudan uyanmak artık mümkün olmaz. Bu olayı bir kez daha topluca parti okulu çalışmaları sırasında 1985’lerde Bassit’de yaşamıştık. Üstelik uyanık ve sohbet ederken…



Gerilla eğitim tırmanışı bu enstantanelerle noktalandı. Geri dönüş yolunda aynı olaylar daha zayıfça devam etti. Dağdan inişte Ömür, yine eşini taşıyordu. Başkaları da sık sık Hamdullah’ın koluna yapışarak vaziyeti kurtarıyordu.

Sonuç:


Yıllar sonra bugün, bu anımı dile getirirken, siyasal mücadele sürecinde bu insanlardan gördüğüm davranışların tırmanışta da kendini tüm çıplaklığıyla göstermiş olması, ayrıların ayrı yerde olmasını doğruluyordu. Bu süreçte, siyasal ayrılık temelinde kişilik uyuşmazlığının, yolları ebede kadar ayrılmasına yol açtığını gözlemledim. Siyasal tarihte bu tür örnekler az da değildi. Kimin haklı kimin haksız olduğu için bir çabamda yok. Zira bu açıdan olaylar o kadar geride kaldı ki, tarih ayrıntılarını, zamanlama kesişmelerini, yanılmamak için vermekten bile kaçındığımı söyleyeceğim.



Bilenler, burada adı geçen kimi kişilerle aramızdaki siyasal ayrılığın ideolojik ve teorik tartışmaları, ciltler dolusu olduğunu bilir. Bu, HDÖ ile aramızdaki ayrılıktır.


HDÖ ile ayrılığımızda temel bir konu vardı; devrimin halk savaşıyla, kırlardan şehirlerin kuşatılması sonucu olup olmayacağı üzerineydi. Bu gün çok gerilerde kalan bu tür tartışmalar, o gün için hayati öneme sahipti. Nitekim ülkemizin kapitalist üretim ilişkileri içinde olmasının doğal sonuçları itibariyle, ne kurtarılmış bölgelerin ikamesi ne de kırdan şehirlerin kuşatılarak devrimin başarısı mümkündü. HDÖ ile bu noktada başlayan kopma çok doğal olarak devrimci mücadelenin tüm boyutlarıyla ilgili farklılaşmalara yol açıyordu; örgütlenme tarzından, kadro anlayışına, sınıf mevzilenmesinden, iktidarın programına kadar her şeyde ciddi farklılıklara yol açıyordu. Biz de bunun gereklerine uygun tartışma ve yazın sürecimizi sürdürerek konumumuzu belirledik. Mirassız bir siyasal mücadelenin doğal sonuçları olan ve tüm ülke sol hareketlerinin kaderini oluşturan bu süreçten biz de geçerek kimliğimizi oluşturuyorduk. Şahsi bazda davranış tarzlarına ilişkin eleştirilere rağmen, HDÖ, Acilciler ayrılığı sağlıklı bir ayrılıktı. İnsan davranışlarındaki paylaşım ve dayanışma anlayışları, olayları ve konuları hangi yönleriyle algıladığı ya da algılamak istediği açıların genişliği, dayatmacı ya da herkesi kendi eşiti gören tutumlar siyasi tercihlerini belirler. Ya hiyerarşik, iletişime kapalı dikey örgüt yapılanmaları ya da demokratik, açık iletişime dayalı yatay örgüt yapılanmaları tercihleşecektir. Bu doğrultuda alınacak kararlar ve uygulamalarda ya insandan, doğadan yana barışçıl tavır sergilenecek ya da şiddet ve yok etmeyi içeren projeler üretilerek örgüt içindeki insanların da yaşamı hiçe sayılarak tavır sergilenecektir. Ama bazen de insanlar kendilerini doğru ifade eden yerde olmayabilirler; işte bu durumda kişilerarası çatışmalar ve başarısızlık kaçınılmaz olacaktır.


Binboğa tırmanışı anımı yazarken amacım, siyasal sorunlarda farklılaşmaların zaman zaman kişiliklerin oynadığı rollerden de etkilendiğine, hızlanıp derinleştiğine işaret etmekti. Bu ayrılık, bana göre sağlıklı olduğu kadar da, saygın bir ayrılıktı. İki farklı siyasi tezin, iki farklı örgüt anlayışının ayrılığıydı. Doğal olarak bu noktada insanlar aynı örgütsel çatı altında olmayacaktı.


Ancak siyasal gerekçeler olmadan, kişisel nedenlerle de ayrılıklar olabilmektedir. Ayrılıkların en rezil cinsi de budur. Bu tür ayrılıklarda hayasızlık, standartsızlık, kuralsızlık çok çirkin bir seremoni olarak kendini sunar. Bizler bu türü de yaşadık. Siyasal söylem, yazım ve mücadelemize tek cümlelik bir eleştiri getirmeden, bulunduğu araziye bukalemun gibi uyum sağlama adına, kışkırtma, mesnetsiz ve ucuz şahsi karalama yapanlara tanık olduk. Bir dönemi yargılarken, diyalog kuramayacak kadar kendinden emin olmayan, tutarsız ve doğru olmayan, üç-beş şahsi eleştirel cümle dışında hiçbir siyasal belirlemesi bulunmayanların, geviş getirircesine belirledikleri konum ise ilgi alanımız dışındadır.


Bu satırlarda yer alan anıların, bir kez daha “Acilciler”in özgün yanlarını anlatması bakımından önemli olduğunu söyleyeceğim. Acilcilerin bir marka olmasında da bu karakterler önemli roller oynadı. Bu gün “Ayrı Varlık” derken de, bu sürecin nasıl da birbirini takip eden tutarlı bir bütün olduğunu gösteriyor. Bu satırların yazarı, Acilciliğini her zaman onurla taşıdı, bununla da gurur duydu. Araziye uyup, diyalogu kesip, kaynağına inmeden kimseye sırtını dönmedi. Dönenlere ise kapısını her zaman açık bıraktı, ebede kadar birlikte olmayacağını bilse de. Acilciler, demokratik, katılımcı ve eşitlikçi anlayışı ve “sürekli gelişmeyi” ilke edinen yapısıyla bilgiyle buluşmayı kolaylaştırmış ve bilgi çağına yakışır bir yenilenme sürecine girmiştir. İzlediğim kadarıyla da, devrimci çizgisini koruyanlar, örgütsüz de olsa bireysel çabalarıyla, bu geleneğin geniş algılayışını sürdürmektedirler. Acilci kuşağın terbiyesiyle siyaset, edebiyat ve sanat alanında yükselen isimlerin olması da buna önemli bir göstergedir.



1974 -1990 yılları arasındaki yer alan siyasal yaşamın anıları binlercedir. Bunları yeri ve zamanı geldikçe aktaracağım. Gelecek kuşaklara, en azından hedef kitleme bu açıdan yazılı bir miras bırakma kararlılığındayım. Biliyorum ki, hepimiz faniyiz ama kelam bakidir.



Hiç yorum yok: