HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

4 Eylül 2008 Perşembe

ŞEHRİ ŞAM'DA İSTİKRAR VE DİYALOG ZİRVESİ

Bedreddin Mahir

4 Eylül 2008


Bölgemiz, zirvelerin bin birini görmüştür. Bu zirve de onlardan biridir, her zirve gibi de belli nesnel koşulların verilerinin ürünü olmuştur. Önceki zirvelerin nispi istikrarı, bu zirve içinde geçerlidir. Üstelik bu zirvenin bölge için karanlık amaçlı büyük projelerin çöküşü üzerine oluşması, ona daha etkin ve daha uzun ömürlü bir kaftan biçmektedir.

Bölgemizde oluşan son liderler zirvesinin Suudi Arabistan, Suriye, Mısır ve Ürdün’den oluşan dörtlü zirveydi. Bu zirve de öncekileri gibi, İsrail’le sorunların yarattığı kaoslardan hiç birini aşmamıştır. Bölgemizde Arap-İsrail sorununa ilişkin çözümsüz olan her şey gibi de kendisi çözülmüştür. Bu zirve, sonuçta, düşman kardeşlere dönüşmüş bölgemizde gelişen olaylarda, karşıt saflarda alınan tutumlarla bir araya gelinmesi uzun zaman alacak bir dağılmaya yol açmıştır.

Mısır, Suudi, Arabistan ve Ürdün geleneksel tutumlarıyla, ABD yörüngesinde, bölgedeki saflaşma da yerlerini aldılar. Bunu da bölgemizin her alanında direnişi yükselten hak sahiplerine karşı bir açık tutum olarak ifadelendirdiler. Suriye’nin geleneksel tutumu olan direnen güçlerden yana tutumu, İran ile ilişkileri, bu gün artan oranda çözülmüş olan birçok yönlü ambargodan çıkıp gelmektedir.

Geçmişin dörtlüsü arasında bildik ciddi Araplar arası sorunlar, ABD’nin Irak işgali ve ardından gelen Lübnan başbakanı Refik el Hariri’nin 14 Şubat 2005'te bir suikastla katli sonrası büyük bir çöküşe girmiştir. Dönem ve gelişmeleri her alanda ve her olayda ABD’nin “Yaratıcı Anarşi” tezine uygun olarak gelişti.2003–2006 dönemi; karanlıkların, baskınların ve tehlikelerin en ölümcül denklemleriyle bölgemizde kol gezdiği bir kesitti. BOP, 12 Temmuz 2006 önceki hazırlıkların ve aranan bahane ve kışkırtmaların ardından patlak verdiğinde; ABD için bölgenin top yekûn bir yeniden organize edilmesinin işareti olarak ortalığa sunuldu. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, İsrail Başbakanı Ehud Olmert’e yaptığı destek ziyaretinde ve en güvenilir adamları ilan ettikleri Fuat Senyora’nın başbakanlığındaki Lübnan hükümetine destek sunularında Büyük Ortadoğu Projesinin bu savaşla birlikte hayata geçmeye başladığını ilan etmişti.

O günlerin vehimleri içinde “İsrail işgal ordusunun saldırıları nedeniyle Lübnan`da ki sivil kaybı 600`ü aşarken, ABD`nin BM nezdindeki büyükelçisi John Bolton, Lübnan’ın "Ortadoğu`da demokrasi için bir örnek`” olduğunu bile saçmalamakta bir mahsur görmüyordu.

Tarihin en büyük ve en kaba yalanıyla başlatılan Irak işgali, bölgenin kimyasını bozdu (20 Mart – 9 Nisan 2003). Savaşın sonuçları doğal olarak bölgede galiplerin çıkarlarını sağlayacak yeni siyasal denge ve kombinezonları getirecekti. Nitekim öyle de oldu.

ABD, birden eski düşmanlarından bile dostluk görmeye başladı ve hızlı bir teslimiyet tırmanışının yükselmesi gündeme geldi. Karanlık ve zorlu, bir o kadar da tehlikeli bir süreçti. Çözülenler, ülke ve siyasal hareket bazında, şahsiyet ve ilişki düzeyinde bölgemize yeni bir dönemin geldiği yaygarasıyla saflarını değiştiriyordu. İlerici güçler, halkın çıkarları uğruna direnen ve dövüşenler müthiş bir yalnızlığa sürüklenmişti. Beklenti bölge haritasının değişeceği yeni sınırların ve yeni devletlerin bu süreçte doğacağı yönündeydi. Irak için biçilen üç parça, Suriye için dörde çıkıyordu. Lübnan’da bile Dürzî lider Walid Canbolat önderliğindeki sosyalist parti, büyük bir U dönüşüyle ABD yanlısı ve olanaklar el verirse ayrı bir devleti -sayısı birkaç yüz bini geçmeyen mezheplerine devlet- kurma hayaline yönelmişti. Kuzey Irak Kürdistan’ı bu sürece her şeyiyle ayrı bir devlet olmanın avantajlarına sahip olarak giriyordu. Kürtler bu süreçte tarihlerinin en önemli siyasal fırsatını elde etmenin avantajlarını kullanma çabasındaydı. Türkiye -çoğunlukla evet oyu kullanılmasına rağmen- eksik oy nedeniyle meclisten geçemeyen “1 Mart tezkeresi”yle (2003) ABD’ye veremediği “topraklarını kullanma icazeti” sonraki tezkerenin onaylanarak İskenderun limanının kullanılmasına olanak vererek sağlanmış oldu. Türkiye süreçten bir koyup üç alma telaşındaydı. 1 Mart tezkeresinin “reddi”yle Türkiye’nin Arap âleminde beklenmedik olumlu etkilerinin bu güne kadar süren bir dönüm noktası olmasına karşın; Türkiye bölgede ABD’nin taleplerine her zaman olumlu yanıt vererek, vehmine kapıldığı “stratejik ortaklığın” peşinde yürüyüp durdu.

Irak işgaliyle ABD zıvanadan çıktı. Akdenize açık olacak enerji kaynaklarının yol güvenliği için, Kafkaslardan Ortadoğu'ya ve oradan Akdeniz'e güvenli bir koridor inşa etmeye doğru yöneldi. Bunun yolu Lübnan ve Suriye’den geçmekteydi. Bu devletlerin bir biçimde diz çökmesi gerekliydi. Bunun için 2004’ten itibaren İsrail savaşa hazırlandı. En zayıf halka sanılan Lübnan’ın işgali düşünüldü. Yaratıcı anarşi gereği Lübnan Başbakanı Sünni lider Refik El Hariri katledildi (14 Şubat 2005). Lübnan’da bir kaos doğdu, saflar yeniden bölündü ve ABD bundan nispeten karlı çıktı. Artık bu alandaki direniş güçlerini yok etme sırası geldi ve bunun için İsrail hazırdı. Gerekçe yaratılacaktı. Uzun hazırlıklar 2006 son baharına kurgulanmıştı. Ancak Hizbullah'ın, iki İsrail askerini esir mübadelesi için kaçırması, planı erkene aldırdı. İsrail her hal ve koşulda Lübnan’a saldıracaktı, nitekim bu gerekçeyle 12 Temmuz 2006 da savaş başladı. Lübnan’ın tüm direnme güçlerinden, halk etkinliklerinden, ilerici devrimci kesimlerden temizlenmesiyle, ABD Akdenize kıyısı olan ve doğusu enerji kaynakları olan bir üs kurmuş olacaktı. BOP böyle başlayacaktı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Hizbullah, yenilmez sanılan İsrail’i, 33 günlük savaş ardından, askeri, siyasi ve psikolojik olarak yendi. Kimsenin beklemediği bir sonuç gibiydi. Ancak, arkasında halkın desteği ve iradesi bulunan bir küçük örgüt dünyanın sayılı askeri tersanesine diz çökertmiş oldu.

Herkes şaşkındı. Bir haftayı geçmeyeceği ve İsrail’in ezici üstünlüğüyle sonuçlanacağı beklenen savaş uzamıştı ve sonuç yenilgiydi. Bu sonuç bölge halkları ve direnme güçleri için kış uykusuna son veren güneşin doğuşu gibiydi. ABD’ye bel bağlayanların projeleri içinse, savaşın ikinci yarısından itibaren bir hüsrandı. Bunun etkisi dalga dalga tüm bölgeye yayılmaya başladı. Direnme güçleri inanılmaz bir psikolojik üstünlük elde etmiş oldular. Arap İsrail savalarının tarihinde olmamış bir şey gerçekleşti. İsrail yenilebilirdi. İsrail’le her savaşlarında onurları kırılarak yenilen Araplar ilk kez İsrail’e diz çökertmişlerdi.

Savaşın başından itibaren Suudi Arabistan, Hizbullah'ın iki İsrail askerinin kaçırılmasına “maceradır” diye damga vurdu ve sonradan yazılı bir mesaj olarak açığa çıktığı gibi, İsrail’e “Lübnan’ın tüm direnme güçlerini tasfiye etmesi için başarılar” diliyordu. Mısır aynı kulvardaydı, Ürdün de. Araplar bir kez daha, ancak bu kez düşmandan yana tavır alanlarla, vatanseverler arasında saflaşıyordu. Bu bir dönemin de sonuydu; Suudi Arabistan, Mısır, Suriye ve Ürdün’den oluşan ve sık sık bir araya gelen liderler zirvesi de mezara gömülüyordu. Hariri suikastıyla derinleşen yara Arapları düşman haline getirmişti. Bundan ABD ve İsrail sonuna kadar yararlandı. Bu durum hala tüm diriliğiyle de sürmektedir. Bu süreçte Suriye başta olmak üzere büyük bir azil işi yürüyordu. Suriye başta olmak üzere, direniş güçlerinin uluslararası her tür destek ve diplomatik ilişkiden tecridine başlanmıştı. Arap gericiliği de ABD ve İsrail’le birlikte bu süreci tırmandırdı. Ancak 12 Temmuz 33 gün savaşı bütün bu gidişe dur dedi.

Savaş 33 gün sürdü Lübnan yerle bir oldu, ama bu yıkıntıların altında direnme hareketi değil, İsrail’in o yenilmez sanılan askeri gücü kaldı. Askeri yenilgi, öncelikle İsrail’e inanılmaz bir etkiyle yansıdı. İlk yenilgi son yenilgi olabilirdi. Bin kez galip gelse de galibiyetini siyasal bir taçlanışa götüremeyecek olan İsrail, ilk mağlubiyette temellerinin sarsılması, hatta ortadan kalkma süreci başlayabilirdi. İsrail böylesi köksüz bir devletti.

İsrail hala bu savaşın sarsıntıları altında siyasal istikrarsızlık içinde bocalamaktadır. Finograd başkanlığında kurulan savaş yenilgisini araştırma komisyonu; hükümeti, orduyu ve komutanlarla, siyasileri suçlu buldu. İstifalar art arda geldi. Yolsuzluklar açığa çıktı ve en önemlisi İsrail'in savaş kazanabilecek bir devlet olmadığı açıkça belirlendi. Bu, dünyanın dört bir yanından sahte kutsal vaatlerle getirilmiş milyonlarca Yahudi üzerinde birkaç kuşak izi kalacak sonuçlardı. Bölgemizin, İsrail diye bir devletin sonradan konumlandırılmasıyla uğradığı tarihi haksızlık, makûs kaderi dönmeye başlamıştı. Savaş sürecinde dünyanın tüm askeri lojistiğini arkasına alan, ABD ve İngiltere’nin akın akın silah ve mühimmat taşımasına rağmen, başarısız olan İsrail için, iki ucu keskin bir bıçak sırtında olduğu da açığa çıkmış oldu.

Bu yenilgi ABD’nin bölgedeki gerilemesiyle at başı olarak tecelli etti. BOP artık yaşayamazdı, bitmişti ve böyle bir siyaseti ayakta tutacak hiçbir çevre ve dinamik kalmamıştı. Batan gemiyi öncelikle fareler terk etti; Lübnan’ın sık sık U dönüşleriyle meşhur öbekleri, kararsız, şaşkın ve yönsüz olarak arada olduklarını seslendirmeye başladı. Bu noktadan itibaren Lübnan iç savaşın eşiğinden dönerek bu gün vardığı aşamaya geldi. Cumhurbaşkanını seçebildi, ortak hükümetini kurarak ordu komutanını belirleyebildi. Bu ise Lübnan açısından çok anlamlıydı. Lübnan artık ABD’ye kapalı bölgeydi; ne üs ne de geçit yeriydi. Suriye, Arap ülkelerin ortak kararıyla1975’ten beri Lübnan’daki barış gücü askeri kuvvetlerinin çekilişinden itibaren (14 Mart 2005) yaratıcı anarşi gereği yükseltilen kaos, böylece Katar’ın başkenti Doha’da, Şeyh Hamad bin Halife el Tani misafirliğinde tarafların barışı anlaşmasıyla sona erdi (22 mayıs 2008).

Bu anlaşma aynı zamanda, Hariri Suikastıyla bozulan ve Jack Chirac’in şahsi kinleriyle süren Fransız-Suriye tarihi ilişkisinin de mecrasına yeniden dönmesini getirdi. Bu gün Suriye’de bağlanan dörtlü zirvenin temelleri de burada atılmış oldu (14 Temmuz 2008)

Bölgemizde son iki yılda kararlı bir gidiş oluştu. Bu gidiş adım adım direnen halkların, Suriye ve İran’ın başarısını tescil ediyordu. Tehlike dağılmamış, ama ağır bir darbe almıştı. ABD bölgemizde ne İsrail’e ne de Arap gericiliğine güvenme durumunda değildir. ABD Başkanlık seçimlerine yönelik partilerin ön seçimleri de kararları bir satıh maile geçiriyordu. ABD yönetimi bu ağır bilânço altında, bölgemiz açısından bir mevta oldu.

Bölgemizin son 2 ay içinde tanık olduğu gelişmeler ise bu sürecin taçlanmasıydı. Suriye akıllara ziyan bir tarzda üzerine örtülen ölü toprağının altından çıkıp, üzerindeki siyasi ve diploması ambargoları deliyordu. Önceki aylarda ABD kongresi başkanını ziyareti ve ardı arkası kesilmeyen senatörlerin gelip gidişleri, İspanya’nın Suriye’yle yakın ilişkileri, Avrupa topluluğuyla yarım kalmış ekonomik süreçleri yeniden canlandırmaya ve oturtmaya yönelmişti.

Bölgemizde ABD geriledikçe Avrupa ülkeleri rahat bir nefesle Suriye’ye konan ambargoyu delmeye, ilişkilerini yeniden canlandırmaya başladı. Avrupa’nın geleneksel ABD kuyrukçuluğu, yaklaşan başkanlık seçimlerinin verileri ve bölgedeki güçler değişiminin etkileri altında çözülmeye yönelmişti. Fransa’da Jack Chirac yerine Nicolas Sarkozy’nin gelişi, Lübnan üzerinden anlamsızca süren Suriye düşmanlığının dozunu düşürmüştü. Fransız petrol ve dev alt yapı inşaat şirketleri başta olmak üzere, Suriye pazarında Fransız payının çok gerilere düşmesi, bu anlamsız siyasetle yola devam edilemeyeceğini gösteriyordu. Diğer Avrupa ülkeleri de aynı oranda etkilenmişlerdi.

Suriye’nin de içine düştüğü bu tecritten kurtulmak açısından yapması gerekenler vardı. Lübnan sorunundaki tıkanıklıkların aşılması buna yeterli fırsatı sağlıyordu. 1990’da, bu günün Suriye dostu, Lübnan ordusu eski komutanı Michel Auon’un meşru sayılmayan cumhurbaşkanlığı ve hükümet gaspı, Suriye’nin askeri müdahalesiyle sona erdirilmişti. Bu girişim I. Körfez savaşı arifesinde ABD’nin savaş stratejisiyle ilgili sakıncasız görülmesiyle gerçekleşmişti; o dönem tüm batılı güçler Suriye’nin Lübnan’daki varlığını ülkenin iç barışı için zorunlu görüyor ve alkışlıyordu. Suriye’nin müdahalesiyle sona eren Michel Auon işgali Lübnan’da yeni bir iç barış dönemi açarken, Fransızların Arap alemindeki son etkinlik alanını da sona erdiriyordu. Fransa Lübnan’a, Irak savaşına karşı gösterdiği hayır hah tutumun mükâfatı olarak ABD icazetiyle geri dönebildi. Ancak bu dönüş sağlam dayanaklara sahip değildi. Bölgede Suriye’yle çatışmalı halde hiçbir kalıcı yerleşimin olmayacağını da biliyordu. Bu bölgenin tüm sorunlarında da ayniyle geçerlidir: Suriyesiz bölgede hiçbir denklem kurulamazdı, kurulsa bile çözüm etkisi olamazdı. Fransa, Şehri Şam’da bağlanan bu günkü dörtlü zirveyle bir kez daha bu tezi doğruluyordu.

Şam Zirvesi'nde Türkiye

Bu süreçte Türkiye beklenmedik bir atak yaptı. Cumhuriyet döneminin tanzimattan bu yana batıya dönük yönüne, açık biçimiyle olmasa da doğuyla ilgili olmayı ekledi. Bunda her ne kadar dini motiflerin oynadığı rollerden bahsedilse de iktisadın alternatif arayışlarıyla da ilgili bir planlama olduğu söylenebilir. Ortadoğu’nun bir ülkesi olmasına karşın uzun yıllar bu bölgenin dışında bir perspektifle yürütülen siyasal yönelimleri, Türkiye’yi bölgenin denklemlerinden uzak tutuyordu.

Irak savaşıyla başlayan Suriye’yi tecrit etme politikasında hayırhah tutumlarına karşın devam eden ilişkileriyle Türkiye, tarihinin önemli yatırımlarından birini de yapmış oluyordu. 1 Mart teskeresinde oy çoğunluğu alınmasına rağmen yeterli oya ulaşılmaması sonucu çıkan reddin Arap aleminde yarattığı büyük sempati, 2 tezkerenin onaylanışını bile örtecek boyuttaydı. Son 5 yıl içinde Türkiye Arap aleminde önemli bir isim oldu. Türkiye üretimi Arap pazarlarında Çin malından çok daha fazla, Avrupa malları kadar talep edilen bir yükseliş gösterdi. Kültürel ve sanatsal etkinlikler de bunu takip etti. “Gümüş” ve “Ihlamurlar altında” adlı TV dizisi, ekranlarda çıktığı zaman Ortadoğunun tüm sokakları boşalıyordu.

Bu satırın yazarı ve arkadaşları, Türkiye’den gelen siyasi mülteciler olmaları nedeniyle, “Türkler” diye tanımlanırlar Bu tanımlama zaman içinde çok daha ilgi çeken bir referans oldu. Önceleri çok itici olan bu tanımlama iki halkın yakınlaşmasıyla oldukça çekici hale geldi. Dönem farklılıklarının tanımlara bile sinen bu farklılığı algılarımıza önemli katkılar sağlamaktadır.

Türkiye’nin Suriye ile ticaret hacmini 2008 yılı itibariyle, 2 milyar dolara çıkaracağı göz önüne alınırsa, bu sürecin bölge çapındaki yükselişini anlamak güç olmayacaktır.

Türkiye halklarının İsrail-Arap sorununda her zaman haklı taraf olarak Arapların yanında olmasının da verdiği duygusu ve güveni, Türkiye’nin gecikmiş bölge rolleri için önemli bir alt yapı oluşturuyordu. Bunun için bir adım gerekiyordu, o da Suudi Arabistan, Mısır, Suriye, Ürdün dörtlüsünün dağılması ve Mısırın bölge sorunlarından devreden çıkmasıydı. Mısır tarihi boyunca Türkiye’nin bölgede önemli bir rol almaması için çaba sarf etmiştir. Bunun nedenleri çok gerilerdeydi. Mısır Türkiye’nin Arap aleminde bir etkinlik olarak var olmasından her zaman rahatsızdır. Cemal Abdul Nasır döneminde, Türkiye büyükelçisiyle olan meşhur sürtüşmeden de çok gerilere Mehmet Ali Paşa dönemine kadar uzanan bir rahatsızlık süre gelmiştir. Bu gün kendini Arapların ağabeyi sayan Mısır, sorunların çözümsüz kalması pahasına bölgede Türkiye’ye yer vermeme eğilimi taşımıştır. Öcalan sorunu döneminde Suriye’yle savaşın eşiğine gelindiğinde, Mısır'ın gösterdiği refleks hala akıllardadır. Bunun üzerine Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mubarek’e, Demirel’in eliyle Atatürk nişanı takılmıştır (Nişan töreninde, Demirel’in bir türlü takamadığı nişanın yere düşüp parçalanmasının hayra yorumlanmadığı hala hatırlardadır. Zira veren de alan da memnun değildi)

Mısır aradan çekilmişti. ABD’nin kuyruğuna takılmış Arap alemindeki siyasal önderlik rolünü bitirmişti. Düşmanla, İsrail’le taraf olmuş, Lübnan halkının bombalar altında can çekişmesine seyirci olmuştur. Bununla kalmamış, önce Ürdün kralının seslendirdiği, Suudi Arabistan’ın desteklediği Şii-Sünni tartışmasını alevlendirmiştir. Bölgeye bir Şii tehdidi yönelmiştir; buna karşı koymak en az İsrail’e karşı savaş kadar önemlidir demiştir. Bunun pratikte tek bir anlamı vardı; o da halkların çıkarı için direnen hareketlere ve ülkelere karşı tutum almak için mezhepsel figürleri bilinçli olarak siyasetin aracı haline çevirmektir. Lübnan’da Hizbullahın tüm Arap ve İslam alemi adına İsrail’e karşı başarısının pasifize edilmesi için uydurulan bu sorun, İran’ın bölgedeki etkinliğini kırmak kadar, direnme hattının önünü kesmeye yönelik bir adımdı. Bölgede teslimiyetçiliğin etkin kılınması için, ABD’nin ortaya attığı mutedil ülkeler topluluğunun (ılımlı ülkeler topluluğu) boyun eğen tutumlarını öne sürüyordu. Ancak 12 Temmuz savaşı bunu yerle bir etti. Direnme hattı hak kazanımı için geçerli ve denenebilir bir yol olduğunu gösterdi. Mısır artık bölgeden ciddi bir şekilde tecrit olmuştu. Bu Türkiye için kapının aralanması demekti. Bunu yapacak tek ülke de Suriye’ydi. Suriye de bunu yapmakta gecikmedi. İslam Kongresi Başkanlığına İhsan Ekmeleddinoğlu’nun getirilmesinde Suriye’nin oynadığı rol, bu yükselişin önemli bir belirtisiydi.

Hafız Esad’ın ölümü (10 Haziran 2000) ve Cumhurbaşkanı Necdet Sezerin taziye ziyaretiyle çözülmeye başlayan bencil komşuluk ilişkileri, hızla bölgenin tarihten gelen yakınlıklarını harekete geçirdi. Hala çözümlenmemiş onlarca soruna rağmen (su, güvenlik, toprak vb. sorunlar) karşılıklı güven iki devleti ve çok daha hızlı bir şekilde iki halkı kaynaştırdı. Bu süreç, Suriye’nin tecrit edilmek istendiği bir kesitte önemli bir nefes kapısıydı. Ancak aynı şey Türkiye’nin tıkanın iç pazarına, dünyaya açılmadaki yetersizliklerine ve Arap alemine giriş için bir kapı olarak Suriye’ye önemli ihtiyacı vardı. İki tarafta kazançlıydı, çıkar çatışması değil uyumu vardı.

Bu noktada sol liberallerin aptal eleştirileri, bu ilişkinin önünü kesme amacı taşıyıp durdu. Suriye’yi bir azınlık mezhebi hükmü altında göstermeye çalıştı. Arap gericiliğiyle birlikte tavır alınması gerektiği propaganda edildi. Ancak bu günün gelişmeleri, Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerinin bir şans olduğunu gösterdi. Fransızların açıkça dile getirdikleri gibi, Suriye olmadan bölgede hiçbir şey olamaz. Suriye, bölgede çözümün yol ayrımıdır, katılmadığı hiçbir barış ayakta duramaz. Türkiye'nin bu dostluktan çok şey kazanmakta olduğu belirgin hale geldi. Bu zirvede Türkiye’nin adı anılması bile, Cumhuriyet tarihinin bir ilkidir. Türkiye bunu Avrupa Topluluğu'na katılımda da değerlendirecektir; Fransa’nın bölgede barış girişimlerinde bir başarı arayışına destek verecek bir Türkiye’nin bölge barışında oynayacağı rol, onun Avrupa ülkelerindeki kredibilitesine doğrudan etki edecektir. Bunu Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy "Türkler müthiş bir iş çıkardı. Bu, doğrudan müzakerelerle sonuçlanmalı. Giriştiği bu eylem nedeniyle bütün Avrupa Türkiye'ye minnettardır" diyerek teyit etti.

Türkiye’nin oynamaya arzulu olduğu bu rolün önünde ciddi sorunlarda olduğu bilinmelidir. Fransa ve daha sonra yeni yönetimiyle görüşmelere katılacağı bilinen ABD, Türkiye’de başlayan ve hala Türkiye’nin aracılığıyla devam eden İsrail-Suriye görüşmelerinin eksenini değiştirtebilir: Türkiye’nin böylesi tarihi ve evrensel ölçeklerdeki barış görüşmelerinde etkin olması istenmeyebilir. Bunun belirtileri de ortaya çıkmıştır. Zirvelere Türkiye’nin rötarlı davet edilişi, bir yerlerden beklenen işaretle ilintilidir.

“İstikrar İçin Diyalog Zirvesi “adını alan bu dörtlü zirvede (4 Eylül 2008), Beşşar El Esad’ın, bölge barışının ABD’siz sağlam garantörlere kavuşamayacağını söylemesi, yeni ABD yönetiminin beklentisi içinde olduklarını ifade etmesi, Türkiye’ye verilmek istenen rolün sınırlarını da çizmiş olmaktadır. Buna rağmen, doğrudan olmayan 5. tur görüşmelerin İsrailli yetkilinin istifası nedeniyle ertelenmesi sonucu oluşan gecikme, 18–19 Eylül 2008’de İstanbul’da parafe edileceğinin ilanı ise, Türkiye’nin bir dönem daha işlev göreceğine işaret etmektedir. Suriye’nin, Türkiye’nin bu süreçten kopmaması yönündeki tutumu, Türkiye’nin bölgede almak istediği rol için önemli bir destek olmaya devam edecek gibi durmaktadır. Şam Zirvesinde Beşşar el Esad bunu açıkça ilan da etti.


Zirvelerin Anahtarı

Her zirvede nedense bir tampon etkinlik vardır. Devlerin yanında bir denge unsuru olabilecek, taşıdığı özgünlükler nedeniyle birleştirici olan bir lider ve ülkesi bulunur. Bu zirvenin anahtarı da Katar’dır. Körfezin küçük ülkesi Katar Şeyh Hamad bin halife el Tani’nin babasından ufak bir devirmeyle aldığı devleti hızla bölgenin vazgeçilmez anahtar ülkesi kılmıştır.

1939-40’larda bulunan petrol rezervleriyle, 1 Eylül1971’de İngiltere’den aldığı bağımsızlığıyla, 1995’te bu günkü şeyh Hamad bin Halife el Tani liderliğinde hızlı bir gelişme gösterdi. Dünyanın en ünlü televizyon kanallarından biri olan El Jezire’nin de sahibi olan katar, Ortadoğunun tüm siyasal, sosyal kültürel ve ekonomik etkinliklerinin önemli merkezi oldu. Küçümsemek adına “bir TV kanalının yarattığı ülke” denmesine karşın, katar 800 000 nüfusu ve 11 000 Km² alanıyla, 35 milyar dolar ihracatıyla ayakları sağlam yere basan bir ülke olarak bölge denklemlerinde vazgeçilmez bir denge unsuru olmayı başarmıştır. Bölgenin parlayan yıldızı Katar, birbirine düşman olan devletlerin, ülke ve siyasal akımların buluşma merkezi konumundadır.

ABD merkez kuvvetlerinin, merkez karargah olduğu kadar İsrail’le de iyi ilişkileri olan bir ülkedir. Buna rağmen Filistin direniş örgütlerinin, Lübnan direniş örgütlerinin Suni- Şii etkinliklerinin ve Suriye’nin de en yakın dostudur. Bu karmaşık ilişkiler aynı zamanda dünyanın en büyük ve en etkin konferanslarının toplanma yeri, kültürel, sanatsal ve sportif faaliyetlerin de merkezlerinden biridir. Büyük maddi harcamaların yapılarak çevre ve sosyal hizmetler konusunda da hızlı bir yükseliş trendi gösteren Katar, bölgenin zirvelerinde olmazsa olmaz bir anahtar konumunu kazanmıştır. İsrail’in Lübnan’a saldırısında gösterdiği tutumla, direnen halkların prestijini kazanan Katar, eski dışişleri bakanı ve bu günkü başbakanı Şeyh Hamad bin Casim bin Cabir El Tani’yle çözümü güç sorunları, etkin diplomasiyle çözebileceğini göstererek ününe ün katmıştır. Suudi Arabistan ile arasındaki sorunları da bir biçimde aşmasına rağmen, bölgede Suudi Krallığı'na karşı tepkiden de çok oylumlu şekilde yararlanarak, bölge denklemlerinde ağırlığını koyabilmiştir.

Katar, hacmini çok aşan bölge sorunlarında bu etkinliklerle yer almaktadır. Bir ölçüde ciddi çatışmalara sürüklenme ihtimali olan sorunların yumuşatılmasında da etkinlik göstermektedir. Şam Zirvesi'ne uzanan sürecin tüm aşamalarında, gizli diplomasinin provokasyonlara kapalı inşasında baştan itibaren haklı bir yer almıştır; turistik gezi gibi basına yansıyan Türkiye ziyaretinde de bu hazırlıklar yapılmıştır. Bölgenin yeniden düzenlenen ilişkilerinde her tarafla köprü rolünü üstlenen Katar, aynı zamanda Şam Zirvesi'nin tanımladığı ilişkiler açısından da denge unsurudur.

Lübnan’ın bir iç savaşa sürüklenmesini durduran güçler arasında oynadığı rolle, bölge devletlerinin olduğu kadar süper güçlerinde ihtiyacı olan bir joker konumu kazanmıştır. Bu gün, bölgemizin 12 Temmuz savaşı sonrası ABD aleyhine bozulan dengenin, nispeten dingin bir tarzda yeni ilişkilerini oluşturmasında böylesine önemli rolleri oynama başarısıyla, Katar’ın uzun bir süre etkin rollerle karşımıza çıkması sürpriz olmayacaktır.

Ülkemizde beyinleri batıya dönük, ancak çevresini görmekten aciz yarım aydınların bu koşullarda böylesi ülkelere bakışında değişmeyen hafife alıcı eski dönemlerin geçersiz kıstaslarıyla yorumları, halkımıza hiçbir olumlu mesaj vermediği gibi, ortak ülkemizin bölgemizdeki rolleri önünde tıkayıcı bir kasis gibidir.

Oysa halkımızın yakından takip etmesi gereken bu gelişmeleri eski ölçümlerle algılamanın olanağı ve yararı kalmamıştır. Direnme hattının gösterdiği başarıları böylesine çok yönlü ilişki içinde olan Katar gibi ülkeleri, denge unsuru yaparak diplomasi alanında da ciddi kazanımlar elde etmesi -dünün ölçüleriyle elmalarla armutların toplanması gibi görülse de- mümkün olmaktadır. Bu, aynı zamanda halkın çıkarları için emperyalist güçlere karşı direnen dini mahreçli örgütlerin, bölgemizde artan önemini ve direnme yöntemlerindeki tutarlılıklarını kavramak açısından izlenmesi gereken bir gelişmedir.

Bu zirve yeni zirvelerin doğum haberini veren özeliklere sahiptir. İran’ın, Rusya’nın ve ABD’nin katılımıyla bu zirvenin genişleme ihtimali uzak değildir. Şam Zirvesi'nde buna çokça işaret edildi. Böylesi bir genişlemeyle bölgemiz nispeten bir istikrar kazanma şansı yakalayabilir. Ancak, tüm iyi niyetlere karşın içinde ABD’nin, Fransa’nın ve hatta Rusya’nın yer alacağı hiçbir zirve, bölge halkları lehine sonuçlanacak kalıcı ne bir güvenlik ne de bir barış getirebilir. Böylesi bir zirve nispeten “Yaratıcı Anarşi”leri dizginleyebilir. Ancak bölgenin gerçekçi hiçbir sorununa kalıcı çözüm üretemez. Halkların haklı direnişleri ve bundan ortaya çıkan sonuçlar olmadan bunun gerçekleşmesi çok uzak bir ihtimaldir: Bu zirvelerin nefes alımı için yararlarını değerlendirmek mutlaka gereklidir, ancak ardından sürüklenerek hayallere kapılmak hiçbir şekilde yararlı olmayacaktır.

Bu zirveye geliş sürecini takip edenlerin çok rahat bir şekilde çıkaracakları sonuç, direnmenin başarısını algılamak olacaktır. Bu zirveye yol açan veriler, direnen halkların ABD-İsrail askeri zorbalıklarıyla dayatılmak istenen Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) yenilgiye uğrattığı 12 Temmuz 2006’daki 33 gün savaşında doğmuştur. Bu da bölgemiz halklarının önünde duran en önemli hak kazanım yolunun ne olduğuna yeterli bir işarettir.


Not: bu yazının devamı Rusya, ABD ve İran’ı konu alacaktır.

Hiç yorum yok: