4 Eylül 2008
Bölgemiz, zirvelerin bin birini görmüştür. Bu zirve de onlardan biridir, her zirve gibi de belli nesnel koşulların verilerinin ürünü olmuştur. Önceki zirvelerin nispi istikrarı, bu zirve içinde geçerlidir. Üstelik bu zirvenin bölge için karanlık amaçlı büyük projelerin çöküşü üzerine oluşması, ona daha etkin ve daha uzun ömürlü bir kaftan biçmektedir.
Bölgemizde oluşan son liderler zirvesinin Suudi Arabistan, Suriye, Mısır ve Ürdün’den oluşan dörtlü zirveydi. Bu zirve de öncekileri gibi, İsrail’le sorunların yarattığı kaoslardan hiç birini aşmamıştır. Bölgemizde Arap-İsrail sorununa ilişkin çözümsüz olan her şey gibi de kendisi çözülmüştür. Bu zirve, sonuçta, düşman kardeşlere dönüşmüş bölgemizde gelişen olaylarda, karşıt saflarda alınan tutumlarla bir araya gelinmesi uzun zaman alacak bir dağılmaya yol açmıştır.
Mısır, Suudi, Arabistan ve Ürdün geleneksel tutumlarıyla, ABD yörüngesinde, bölgedeki saflaşma da yerlerini aldılar. Bunu da bölgemizin her alanında direnişi yükselten hak sahiplerine karşı bir açık tutum olarak ifadelendirdiler. Suriye’nin geleneksel tutumu olan direnen güçlerden yana tutumu, İran ile ilişkileri, bu gün artan oranda çözülmüş olan birçok yönlü ambargodan çıkıp gelmektedir.
Geçmişin dörtlüsü arasında bildik ciddi Araplar arası sorunlar, ABD’nin Irak işgali ve ardından gelen Lübnan başbakanı Refik el Hariri’nin 14 Şubat 2005'te bir suikastla katli sonrası büyük bir çöküşe girmiştir. Dönem ve gelişmeleri her alanda ve her olayda ABD’nin “Yaratıcı Anarşi” tezine uygun olarak gelişti.2003–2006 dönemi; karanlıkların, baskınların ve tehlikelerin en ölümcül denklemleriyle bölgemizde kol gezdiği bir kesitti. BOP, 12 Temmuz 2006 önceki hazırlıkların ve aranan bahane ve kışkırtmaların ardından patlak verdiğinde; ABD için bölgenin top yekûn bir yeniden organize edilmesinin işareti olarak ortalığa sunuldu. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, İsrail Başbakanı Ehud Olmert’e yaptığı destek ziyaretinde ve en güvenilir adamları ilan ettikleri Fuat Senyora’nın başbakanlığındaki Lübnan hükümetine destek sunularında Büyük Ortadoğu Projesinin bu savaşla birlikte hayata geçmeye başladığını ilan etmişti.
O günlerin vehimleri içinde “İsrail işgal ordusunun saldırıları nedeniyle Lübnan`da ki sivil kaybı 600`ü aşarken, ABD`nin BM nezdindeki büyükelçisi John Bolton, Lübnan’ın "Ortadoğu`da demokrasi için bir örnek`” olduğunu bile saçmalamakta bir mahsur görmüyordu.
Tarihin en büyük ve en kaba yalanıyla başlatılan Irak işgali, bölgenin kimyasını bozdu (20 Mart – 9 Nisan 2003). Savaşın sonuçları doğal olarak bölgede galiplerin çıkarlarını sağlayacak yeni siyasal denge ve kombinezonları getirecekti. Nitekim öyle de oldu.
ABD, birden eski düşmanlarından bile dostluk görmeye başladı ve hızlı bir teslimiyet tırmanışının yükselmesi gündeme geldi. Karanlık ve zorlu, bir o kadar da tehlikeli bir süreçti. Çözülenler, ülke ve siyasal hareket bazında, şahsiyet ve ilişki düzeyinde bölgemize yeni bir dönemin geldiği yaygarasıyla saflarını değiştiriyordu. İlerici güçler, halkın çıkarları uğruna direnen ve dövüşenler müthiş bir yalnızlığa sürüklenmişti. Beklenti bölge haritasının değişeceği yeni sınırların ve yeni devletlerin bu süreçte doğacağı yönündeydi. Irak için biçilen üç parça, Suriye için dörde çıkıyordu. Lübnan’da bile Dürzî lider Walid Canbolat önderliğindeki sosyalist parti, büyük bir U dönüşüyle ABD yanlısı ve olanaklar el verirse ayrı bir devleti -sayısı birkaç yüz bini geçmeyen mezheplerine devlet- kurma hayaline yönelmişti. Kuzey Irak Kürdistan’ı bu sürece her şeyiyle ayrı bir devlet olmanın avantajlarına sahip olarak giriyordu. Kürtler bu süreçte tarihlerinin en önemli siyasal fırsatını elde etmenin avantajlarını kullanma çabasındaydı. Türkiye -çoğunlukla evet oyu kullanılmasına rağmen- eksik oy nedeniyle meclisten geçemeyen “1 Mart tezkeresi”yle (2003) ABD’ye veremediği “topraklarını kullanma icazeti” sonraki tezkerenin onaylanarak İskenderun limanının kullanılmasına olanak vererek sağlanmış oldu. Türkiye süreçten bir koyup üç alma telaşındaydı. 1 Mart tezkeresinin “reddi”yle Türkiye’nin Arap âleminde beklenmedik olumlu etkilerinin bu güne kadar süren bir dönüm noktası olmasına karşın; Türkiye bölgede ABD’nin taleplerine her zaman olumlu yanıt vererek, vehmine kapıldığı “stratejik ortaklığın” peşinde yürüyüp durdu.
Irak işgaliyle ABD zıvanadan çıktı. Akdenize açık olacak enerji kaynaklarının yol güvenliği için, Kafkaslardan Ortadoğu'ya ve oradan Akdeniz'e güvenli bir koridor inşa etmeye doğru yöneldi. Bunun yolu Lübnan ve Suriye’den geçmekteydi. Bu devletlerin bir biçimde diz çökmesi gerekliydi. Bunun için 2004’ten itibaren İsrail savaşa hazırlandı. En zayıf halka sanılan Lübnan’ın işgali düşünüldü. Yaratıcı anarşi gereği Lübnan Başbakanı Sünni lider Refik El Hariri katledildi (14 Şubat 2005). Lübnan’da bir kaos doğdu, saflar yeniden bölündü ve ABD bundan nispeten karlı çıktı. Artık bu alandaki direniş güçlerini yok etme sırası geldi ve bunun için İsrail hazırdı. Gerekçe yaratılacaktı. Uzun hazırlıklar 2006 son baharına kurgulanmıştı. Ancak Hizbullah'ın, iki İsrail askerini esir mübadelesi için kaçırması, planı erkene aldırdı. İsrail her hal ve koşulda Lübnan’a saldıracaktı, nitekim bu gerekçeyle 12 Temmuz 2006 da savaş başladı. Lübnan’ın tüm direnme güçlerinden, halk etkinliklerinden, ilerici devrimci kesimlerden temizlenmesiyle, ABD Akdenize kıyısı olan ve doğusu enerji kaynakları olan bir üs kurmuş olacaktı. BOP böyle başlayacaktı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Hizbullah, yenilmez sanılan İsrail’i, 33 günlük savaş ardından, askeri, siyasi ve psikolojik olarak yendi. Kimsenin beklemediği bir sonuç gibiydi. Ancak, arkasında halkın desteği ve iradesi bulunan bir küçük örgüt dünyanın sayılı askeri tersanesine diz çökertmiş oldu.
Herkes şaşkındı. Bir haftayı geçmeyeceği ve İsrail’in ezici üstünlüğüyle sonuçlanacağı beklenen savaş uzamıştı ve sonuç yenilgiydi. Bu sonuç bölge halkları ve direnme güçleri için kış uykusuna son veren güneşin doğuşu gibiydi. ABD’ye bel bağlayanların projeleri içinse, savaşın ikinci yarısından itibaren bir hüsrandı. Bunun etkisi dalga dalga tüm bölgeye yayılmaya başladı. Direnme güçleri inanılmaz bir psikolojik üstünlük elde etmiş oldular. Arap İsrail savalarının tarihinde olmamış bir şey gerçekleşti. İsrail yenilebilirdi. İsrail’le her savaşlarında onurları kırılarak yenilen Araplar ilk kez İsrail’e diz çökertmişlerdi.
Savaşın başından itibaren Suudi Arabistan, Hizbullah'ın iki İsrail askerinin kaçırılmasına “maceradır” diye damga vurdu ve sonradan yazılı bir mesaj olarak açığa çıktığı gibi, İsrail’e “Lübnan’ın tüm direnme güçlerini tasfiye etmesi için başarılar” diliyordu. Mısır aynı kulvardaydı, Ürdün de. Araplar bir kez daha, ancak bu kez düşmandan yana tavır alanlarla, vatanseverler arasında saflaşıyordu. Bu bir dönemin de sonuydu; Suudi Arabistan, Mısır, Suriye ve Ürdün’den oluşan ve sık sık bir araya gelen liderler zirvesi de mezara gömülüyordu. Hariri suikastıyla derinleşen yara Arapları düşman haline getirmişti. Bundan ABD ve İsrail sonuna kadar yararlandı. Bu durum hala tüm diriliğiyle de sürmektedir. Bu süreçte Suriye başta olmak üzere büyük bir azil işi yürüyordu. Suriye başta olmak üzere, direniş güçlerinin uluslararası her tür destek ve diplomatik ilişkiden tecridine başlanmıştı. Arap gericiliği de ABD ve İsrail’le birlikte bu süreci tırmandırdı. Ancak 12 Temmuz 33 gün savaşı bütün bu gidişe dur dedi.
Savaş 33 gün sürdü Lübnan yerle bir oldu, ama bu yıkıntıların altında direnme hareketi değil, İsrail’in o yenilmez sanılan askeri gücü kaldı. Askeri yenilgi, öncelikle İsrail’e inanılmaz bir etkiyle yansıdı. İlk yenilgi son yenilgi olabilirdi. Bin kez galip gelse de galibiyetini siyasal bir taçlanışa götüremeyecek olan İsrail, ilk mağlubiyette temellerinin sarsılması, hatta ortadan kalkma süreci başlayabilirdi. İsrail böylesi köksüz bir devletti.
İsrail hala bu savaşın sarsıntıları altında siyasal istikrarsızlık içinde bocalamaktadır. Finograd başkanlığında kurulan savaş yenilgisini araştırma komisyonu; hükümeti, orduyu ve komutanlarla, siyasileri suçlu buldu. İstifalar art arda geldi. Yolsuzluklar açığa çıktı ve en önemlisi İsrail'in savaş kazanabilecek bir devlet olmadığı açıkça belirlendi. Bu, dünyanın dört bir yanından sahte kutsal vaatlerle getirilmiş milyonlarca Yahudi üzerinde birkaç kuşak izi kalacak sonuçlardı. Bölgemizin, İsrail diye bir devletin sonradan konumlandırılmasıyla uğradığı tarihi haksızlık, makûs kaderi dönmeye başlamıştı. Savaş sürecinde dünyanın tüm askeri lojistiğini arkasına alan, ABD ve İngiltere’nin akın akın silah ve mühimmat taşımasına rağmen, başarısız olan İsrail için, iki ucu keskin bir bıçak sırtında olduğu da açığa çıkmış oldu.
Bu yenilgi ABD’nin bölgedeki gerilemesiyle at başı olarak tecelli etti. BOP artık yaşayamazdı, bitmişti ve böyle bir siyaseti ayakta tutacak hiçbir çevre ve dinamik kalmamıştı. Batan gemiyi öncelikle fareler terk etti; Lübnan’ın sık sık U dönüşleriyle meşhur öbekleri, kararsız, şaşkın ve yönsüz olarak arada olduklarını seslendirmeye başladı. Bu noktadan itibaren Lübnan iç savaşın eşiğinden dönerek bu gün vardığı aşamaya geldi. Cumhurbaşkanını seçebildi, ortak hükümetini kurarak ordu komutanını belirleyebildi. Bu ise Lübnan açısından çok anlamlıydı. Lübnan artık ABD’ye kapalı bölgeydi; ne üs ne de geçit yeriydi. Suriye, Arap ülkelerin ortak kararıyla1975’ten beri Lübnan’daki barış gücü askeri kuvvetlerinin çekilişinden itibaren (14 Mart 2005) yaratıcı anarşi gereği yükseltilen kaos, böylece Katar’ın başkenti Doha’da, Şeyh Hamad bin Halife el Tani misafirliğinde tarafların barışı anlaşmasıyla sona erdi (22 mayıs 2008).
Bu anlaşma aynı zamanda, Hariri Suikastıyla bozulan ve Jack Chirac’in şahsi kinleriyle süren Fransız-Suriye tarihi ilişkisinin de mecrasına yeniden dönmesini getirdi. Bu gün Suriye’de bağlanan dörtlü zirvenin temelleri de burada atılmış oldu (14 Temmuz 2008)
Bölgemizde son iki yılda kararlı bir gidiş oluştu. Bu gidiş adım adım direnen halkların, Suriye ve İran’ın başarısını tescil ediyordu. Tehlike dağılmamış, ama ağır bir darbe almıştı. ABD bölgemizde ne İsrail’e ne de Arap gericiliğine güvenme durumunda değildir. ABD Başkanlık seçimlerine yönelik partilerin ön seçimleri de kararları bir satıh maile geçiriyordu. ABD yönetimi bu ağır bilânço altında, bölgemiz açısından bir mevta oldu.
Bölgemizin son 2 ay içinde tanık olduğu gelişmeler ise bu sürecin taçlanmasıydı. Suriye akıllara ziyan bir tarzda üzerine örtülen ölü toprağının altından çıkıp, üzerindeki siyasi ve diploması ambargoları deliyordu. Önceki aylarda ABD kongresi başkanını ziyareti ve ardı arkası kesilmeyen senatörlerin gelip gidişleri, İspanya’nın Suriye’yle yakın ilişkileri, Avrupa topluluğuyla yarım kalmış ekonomik süreçleri yeniden canlandırmaya ve oturtmaya yönelmişti.
Bölgemizde ABD geriledikçe Avrupa ülkeleri rahat bir nefesle Suriye’ye konan ambargoyu delmeye, ilişkilerini yeniden canlandırmaya başladı. Avrupa’nın geleneksel ABD kuyrukçuluğu, yaklaşan başkanlık seçimlerinin verileri ve bölgedeki güçler değişiminin etkileri altında çözülmeye yönelmişti. Fransa’da Jack Chirac yerine Nicolas Sarkozy’nin gelişi, Lübnan üzerinden anlamsızca süren Suriye düşmanlığının dozunu düşürmüştü. Fransız petrol ve dev alt yapı inşaat şirketleri başta olmak üzere, Suriye pazarında Fransız payının çok gerilere düşmesi, bu anlamsız siyasetle yola devam edilemeyeceğini gösteriyordu. Diğer Avrupa ülkeleri de aynı oranda etkilenmişlerdi.
Suriye’nin de içine düştüğü bu tecritten kurtulmak açısından yapması gerekenler vardı. Lübnan sorunundaki tıkanıklıkların aşılması buna yeterli fırsatı sağlıyordu. 1990’da, bu günün Suriye dostu, Lübnan ordusu eski komutanı Michel Auon’un meşru sayılmayan cumhurbaşkanlığı ve hükümet gaspı, Suriye’nin askeri müdahalesiyle sona erdirilmişti. Bu girişim I. Körfez savaşı arifesinde ABD’nin savaş stratejisiyle ilgili sakıncasız görülmesiyle gerçekleşmişti; o dönem tüm batılı güçler Suriye’nin Lübnan’daki varlığını ülkenin iç barışı için zorunlu görüyor ve alkışlıyordu. Suriye’nin müdahalesiyle sona eren Michel Auon işgali Lübnan’da yeni bir iç barış dönemi açarken, Fransızların Arap alemindeki son etkinlik alanını da sona erdiriyordu. Fransa Lübnan’a, Irak savaşına karşı gösterdiği hayır hah tutumun mükâfatı olarak ABD icazetiyle geri dönebildi. Ancak bu dönüş sağlam dayanaklara sahip değildi. Bölgede Suriye’yle çatışmalı halde hiçbir kalıcı yerleşimin olmayacağını da biliyordu. Bu bölgenin tüm sorunlarında da ayniyle geçerlidir: Suriyesiz bölgede hiçbir denklem kurulamazdı, kurulsa bile çözüm etkisi olamazdı. Fransa, Şehri Şam’da bağlanan bu günkü dörtlü zirveyle bir kez daha bu tezi doğruluyordu.
Şam Zirvesi'nde Türkiye
Bu süreçte Türkiye beklenmedik bir atak yaptı. Cumhuriyet döneminin tanzimattan bu yana batıya dönük yönüne, açık biçimiyle olmasa da doğuyla ilgili olmayı ekledi. Bunda her ne kadar dini motiflerin oynadığı rollerden bahsedilse de iktisadın alternatif arayışlarıyla da ilgili bir planlama olduğu söylenebilir. Ortadoğu’nun bir ülkesi olmasına karşın uzun yıllar bu bölgenin dışında bir perspektifle yürütülen siyasal yönelimleri, Türkiye’yi bölgenin denklemlerinden uzak tutuyordu.
Irak savaşıyla başlayan Suriye’yi tecrit etme politikasında hayırhah tutumlarına karşın devam eden ilişkileriyle Türkiye, tarihinin önemli yatırımlarından birini de yapmış oluyordu. 1 Mart teskeresinde oy çoğunluğu alınmasına rağmen yeterli oya ulaşılmaması sonucu çıkan reddin Arap aleminde yarattığı büyük sempati, 2 tezkerenin onaylanışını bile örtecek boyuttaydı. Son 5 yıl içinde Türkiye Arap aleminde önemli bir isim oldu. Türkiye üretimi Arap pazarlarında Çin malından çok daha fazla, Avrupa malları kadar talep edilen bir yükseliş gösterdi. Kültürel ve sanatsal etkinlikler de bunu takip etti. “Gümüş” ve “Ihlamurlar altında” adlı TV dizisi, ekranlarda çıktığı zaman Ortadoğunun tüm sokakları boşalıyordu.
Bu satırın yazarı ve arkadaşları, Türkiye’den gelen siyasi mülteciler olmaları nedeniyle, “Türkler” diye tanımlanırlar Bu tanımlama zaman içinde çok daha ilgi çeken bir referans oldu. Önceleri çok itici olan bu tanımlama iki halkın yakınlaşmasıyla oldukça çekici hale geldi. Dönem farklılıklarının tanımlara bile sinen bu farklılığı algılarımıza önemli katkılar sağlamaktadır.
Türkiye’nin Suriye ile ticaret hacmini 2008 yılı itibariyle, 2 milyar dolara çıkaracağı göz önüne alınırsa, bu sürecin bölge çapındaki yükselişini anlamak güç olmayacaktır.
Türkiye halklarının İsrail-Arap sorununda her zaman haklı taraf olarak Arapların yanında olmasının da verdiği duygusu ve güveni, Türkiye’nin gecikmiş bölge rolleri için önemli bir alt yapı oluşturuyordu. Bunun için bir adım gerekiyordu, o da Suudi Arabistan, Mısır, Suriye, Ürdün dörtlüsünün dağılması ve Mısırın bölge sorunlarından devreden çıkmasıydı. Mısır tarihi boyunca Türkiye’nin bölgede önemli bir rol almaması için çaba sarf etmiştir. Bunun nedenleri çok gerilerdeydi. Mısır Türkiye’nin Arap aleminde bir etkinlik olarak var olmasından her zaman rahatsızdır. Cemal Abdul Nasır döneminde, Türkiye büyükelçisiyle olan meşhur sürtüşmeden de çok gerilere Mehmet Ali Paşa dönemine kadar uzanan bir rahatsızlık süre gelmiştir. Bu gün kendini Arapların ağabeyi sayan Mısır, sorunların çözümsüz kalması pahasına bölgede Türkiye’ye yer vermeme eğilimi taşımıştır. Öcalan sorunu döneminde Suriye’yle savaşın eşiğine gelindiğinde, Mısır'ın gösterdiği refleks hala akıllardadır. Bunun üzerine Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mubarek’e, Demirel’in eliyle Atatürk nişanı takılmıştır (Nişan töreninde, Demirel’in bir türlü takamadığı nişanın yere düşüp parçalanmasının hayra yorumlanmadığı hala hatırlardadır. Zira veren de alan da memnun değildi)
Mısır aradan çekilmişti. ABD’nin kuyruğuna takılmış Arap alemindeki siyasal önderlik rolünü bitirmişti. Düşmanla, İsrail’le taraf olmuş, Lübnan halkının bombalar altında can çekişmesine seyirci olmuştur. Bununla kalmamış, önce Ürdün kralının seslendirdiği, Suudi Arabistan’ın desteklediği Şii-Sünni tartışmasını alevlendirmiştir. Bölgeye bir Şii tehdidi yönelmiştir; buna karşı koymak en az İsrail’e karşı savaş kadar önemlidir demiştir. Bunun pratikte tek bir anlamı vardı; o da halkların çıkarı için direnen hareketlere ve ülkelere karşı tutum almak için mezhepsel figürleri bilinçli olarak siyasetin aracı haline çevirmektir. Lübnan’da Hizbullahın tüm Arap ve İslam alemi adına İsrail’e karşı başarısının pasifize edilmesi için uydurulan bu sorun, İran’ın bölgedeki etkinliğini kırmak kadar, direnme hattının önünü kesmeye yönelik bir adımdı. Bölgede teslimiyetçiliğin etkin kılınması için, ABD’nin ortaya attığı mutedil ülkeler topluluğunun (ılımlı ülkeler topluluğu) boyun eğen tutumlarını öne sürüyordu. Ancak 12 Temmuz savaşı bunu yerle bir etti. Direnme hattı hak kazanımı için geçerli ve denenebilir bir yol olduğunu gösterdi. Mısır artık bölgeden ciddi bir şekilde tecrit olmuştu. Bu Türkiye için kapının aralanması demekti. Bunu yapacak tek ülke de Suriye’ydi. Suriye de bunu yapmakta gecikmedi. İslam Kongresi Başkanlığına İhsan Ekmeleddinoğlu’nun getirilmesinde Suriye’nin oynadığı rol, bu yükselişin önemli bir belirtisiydi.
Hafız Esad’ın ölümü (10 Haziran 2000) ve Cumhurbaşkanı Necdet Sezerin taziye ziyaretiyle çözülmeye başlayan bencil komşuluk ilişkileri, hızla bölgenin tarihten gelen yakınlıklarını harekete geçirdi. Hala çözümlenmemiş onlarca soruna rağmen (su, güvenlik, toprak vb. sorunlar) karşılıklı güven iki devleti ve çok daha hızlı bir şekilde iki halkı kaynaştırdı. Bu süreç, Suriye’nin tecrit edilmek istendiği bir kesitte önemli bir nefes kapısıydı. Ancak aynı şey Türkiye’nin tıkanın iç pazarına, dünyaya açılmadaki yetersizliklerine ve Arap alemine giriş için bir kapı olarak Suriye’ye önemli ihtiyacı vardı. İki tarafta kazançlıydı, çıkar çatışması değil uyumu vardı.
Bu noktada sol liberallerin aptal eleştirileri, bu ilişkinin önünü kesme amacı taşıyıp durdu. Suriye’yi bir azınlık mezhebi hükmü altında göstermeye çalıştı. Arap gericiliğiyle birlikte tavır alınması gerektiği propaganda edildi. Ancak bu günün gelişmeleri, Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerinin bir şans olduğunu gösterdi. Fransızların açıkça dile getirdikleri gibi, Suriye olmadan bölgede hiçbir şey olamaz. Suriye, bölgede çözümün yol ayrımıdır, katılmadığı hiçbir barış ayakta duramaz. Türkiye'nin bu dostluktan çok şey kazanmakta olduğu belirgin hale geldi. Bu zirvede Türkiye’nin adı anılması bile, Cumhuriyet tarihinin bir ilkidir. Türkiye bunu Avrupa Topluluğu'na katılımda da değerlendirecektir; Fransa’nın bölgede barış girişimlerinde bir başarı arayışına destek verecek bir Türkiye’nin bölge barışında oynayacağı rol, onun Avrupa ülkelerindeki kredibilitesine doğrudan etki edecektir. Bunu Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy "Türkler müthiş bir iş çıkardı. Bu, doğrudan müzakerelerle sonuçlanmalı. Giriştiği bu eylem nedeniyle bütün Avrupa Türkiye'ye minnettardır" diyerek teyit etti.
Türkiye’nin oynamaya arzulu olduğu bu rolün önünde ciddi sorunlarda olduğu bilinmelidir. Fransa ve daha sonra yeni yönetimiyle görüşmelere katılacağı bilinen ABD, Türkiye’de başlayan ve hala Türkiye’nin aracılığıyla devam eden İsrail-Suriye görüşmelerinin eksenini değiştirtebilir: Türkiye’nin böylesi tarihi ve evrensel ölçeklerdeki barış görüşmelerinde etkin olması istenmeyebilir. Bunun belirtileri de ortaya çıkmıştır. Zirvelere Türkiye’nin rötarlı davet edilişi, bir yerlerden beklenen işaretle ilintilidir.
“İstikrar İçin Diyalog Zirvesi “adını alan bu dörtlü zirvede (4 Eylül 2008), Beşşar El Esad’ın, bölge barışının ABD’siz sağlam garantörlere kavuşamayacağını söylemesi, yeni ABD yönetiminin beklentisi içinde olduklarını ifade etmesi, Türkiye’ye verilmek istenen rolün sınırlarını da çizmiş olmaktadır. Buna rağmen, doğrudan olmayan 5. tur görüşmelerin İsrailli yetkilinin istifası nedeniyle ertelenmesi sonucu oluşan gecikme, 18–19 Eylül 2008’de İstanbul’da parafe edileceğinin ilanı ise, Türkiye’nin bir dönem daha işlev göreceğine işaret etmektedir. Suriye’nin, Türkiye’nin bu süreçten kopmaması yönündeki tutumu, Türkiye’nin bölgede almak istediği rol için önemli bir destek olmaya devam edecek gibi durmaktadır. Şam Zirvesinde Beşşar el Esad bunu açıkça ilan da etti.
Zirvelerin Anahtarı
Her zirvede nedense bir tampon etkinlik vardır. Devlerin yanında bir denge unsuru olabilecek, taşıdığı özgünlükler nedeniyle birleştirici olan bir lider ve ülkesi bulunur. Bu zirvenin anahtarı da Katar’dır. Körfezin küçük ülkesi Katar Şeyh Hamad bin halife el Tani’nin babasından ufak bir devirmeyle aldığı devleti hızla bölgenin vazgeçilmez anahtar ülkesi kılmıştır.
1939-40’larda bulunan petrol rezervleriyle, 1 Eylül1971’de İngiltere’den aldığı bağımsızlığıyla, 1995’te bu günkü şeyh Hamad bin Halife el Tani liderliğinde hızlı bir gelişme gösterdi. Dünyanın en ünlü televizyon kanallarından biri olan El Jezire’nin de sahibi olan katar, Ortadoğunun tüm siyasal, sosyal kültürel ve ekonomik etkinliklerinin önemli merkezi oldu. Küçümsemek adına “bir TV kanalının yarattığı ülke” denmesine karşın, katar 800 000 nüfusu ve 11 000 Km² alanıyla, 35 milyar dolar ihracatıyla ayakları sağlam yere basan bir ülke olarak bölge denklemlerinde vazgeçilmez bir denge unsuru olmayı başarmıştır. Bölgenin parlayan yıldızı Katar, birbirine düşman olan devletlerin, ülke ve siyasal akımların buluşma merkezi konumundadır.
ABD merkez kuvvetlerinin, merkez karargah olduğu kadar İsrail’le de iyi ilişkileri olan bir ülkedir. Buna rağmen Filistin direniş örgütlerinin, Lübnan direniş örgütlerinin Suni- Şii etkinliklerinin ve Suriye’nin de en yakın dostudur. Bu karmaşık ilişkiler aynı zamanda dünyanın en büyük ve en etkin konferanslarının toplanma yeri, kültürel, sanatsal ve sportif faaliyetlerin de merkezlerinden biridir. Büyük maddi harcamaların yapılarak çevre ve sosyal hizmetler konusunda da hızlı bir yükseliş trendi gösteren Katar, bölgenin zirvelerinde olmazsa olmaz bir anahtar konumunu kazanmıştır. İsrail’in Lübnan’a saldırısında gösterdiği tutumla, direnen halkların prestijini kazanan Katar, eski dışişleri bakanı ve bu günkü başbakanı Şeyh Hamad bin Casim bin Cabir El Tani’yle çözümü güç sorunları, etkin diplomasiyle çözebileceğini göstererek ününe ün katmıştır. Suudi Arabistan ile arasındaki sorunları da bir biçimde aşmasına rağmen, bölgede Suudi Krallığı'na karşı tepkiden de çok oylumlu şekilde yararlanarak, bölge denklemlerinde ağırlığını koyabilmiştir.
Katar, hacmini çok aşan bölge sorunlarında bu etkinliklerle yer almaktadır. Bir ölçüde ciddi çatışmalara sürüklenme ihtimali olan sorunların yumuşatılmasında da etkinlik göstermektedir. Şam Zirvesi'ne uzanan sürecin tüm aşamalarında, gizli diplomasinin provokasyonlara kapalı inşasında baştan itibaren haklı bir yer almıştır; turistik gezi gibi basına yansıyan Türkiye ziyaretinde de bu hazırlıklar yapılmıştır. Bölgenin yeniden düzenlenen ilişkilerinde her tarafla köprü rolünü üstlenen Katar, aynı zamanda Şam Zirvesi'nin tanımladığı ilişkiler açısından da denge unsurudur.
Lübnan’ın bir iç savaşa sürüklenmesini durduran güçler arasında oynadığı rolle, bölge devletlerinin olduğu kadar süper güçlerinde ihtiyacı olan bir joker konumu kazanmıştır. Bu gün, bölgemizin 12 Temmuz savaşı sonrası ABD aleyhine bozulan dengenin, nispeten dingin bir tarzda yeni ilişkilerini oluşturmasında böylesine önemli rolleri oynama başarısıyla, Katar’ın uzun bir süre etkin rollerle karşımıza çıkması sürpriz olmayacaktır.
Ülkemizde beyinleri batıya dönük, ancak çevresini görmekten aciz yarım aydınların bu koşullarda böylesi ülkelere bakışında değişmeyen hafife alıcı eski dönemlerin geçersiz kıstaslarıyla yorumları, halkımıza hiçbir olumlu mesaj vermediği gibi, ortak ülkemizin bölgemizdeki rolleri önünde tıkayıcı bir kasis gibidir.
Oysa halkımızın yakından takip etmesi gereken bu gelişmeleri eski ölçümlerle algılamanın olanağı ve yararı kalmamıştır. Direnme hattının gösterdiği başarıları böylesine çok yönlü ilişki içinde olan Katar gibi ülkeleri, denge unsuru yaparak diplomasi alanında da ciddi kazanımlar elde etmesi -dünün ölçüleriyle elmalarla armutların toplanması gibi görülse de- mümkün olmaktadır. Bu, aynı zamanda halkın çıkarları için emperyalist güçlere karşı direnen dini mahreçli örgütlerin, bölgemizde artan önemini ve direnme yöntemlerindeki tutarlılıklarını kavramak açısından izlenmesi gereken bir gelişmedir.
Bu zirve yeni zirvelerin doğum haberini veren özeliklere sahiptir. İran’ın, Rusya’nın ve ABD’nin katılımıyla bu zirvenin genişleme ihtimali uzak değildir. Şam Zirvesi'nde buna çokça işaret edildi. Böylesi bir genişlemeyle bölgemiz nispeten bir istikrar kazanma şansı yakalayabilir. Ancak, tüm iyi niyetlere karşın içinde ABD’nin, Fransa’nın ve hatta Rusya’nın yer alacağı hiçbir zirve, bölge halkları lehine sonuçlanacak kalıcı ne bir güvenlik ne de bir barış getirebilir. Böylesi bir zirve nispeten “Yaratıcı Anarşi”leri dizginleyebilir. Ancak bölgenin gerçekçi hiçbir sorununa kalıcı çözüm üretemez. Halkların haklı direnişleri ve bundan ortaya çıkan sonuçlar olmadan bunun gerçekleşmesi çok uzak bir ihtimaldir: Bu zirvelerin nefes alımı için yararlarını değerlendirmek mutlaka gereklidir, ancak ardından sürüklenerek hayallere kapılmak hiçbir şekilde yararlı olmayacaktır.
Bu zirveye geliş sürecini takip edenlerin çok rahat bir şekilde çıkaracakları sonuç, direnmenin başarısını algılamak olacaktır. Bu zirveye yol açan veriler, direnen halkların ABD-İsrail askeri zorbalıklarıyla dayatılmak istenen Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) yenilgiye uğrattığı 12 Temmuz 2006’daki 33 gün savaşında doğmuştur. Bu da bölgemiz halklarının önünde duran en önemli hak kazanım yolunun ne olduğuna yeterli bir işarettir.
Not: bu yazının devamı Rusya, ABD ve İran’ı konu alacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder