HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

12 Ekim 2008 Pazar

Batı’lı Marjinal Önermeler ve Orijinalitemiz

Mihrac Ural
-II-

HEGELCİ İZLER

Batı'nın bir güç uygarlığı haline dönüşen haliyle insan kolektif aklının tüm sonuçlarını (teknik ve keşifleri) ilk elden askeri amaçlar için bir araç haline dönüştürmeye devam etmesi bunu göstermektedir. Bilim adamı apoletiyle insanlığı yıkıma götüren bu algılar da her zaman kitleleri, şahısları ve toplumları hücrelerine kadar inceleyen ve varılan sonuçlardan onları nasıl güdüp birer araç haline dönüştürecek teorilerle iştigal etmiştir. Batı kendi insanına olduğu kadar, insanlığın tümüne bu eğilimlerden yararı kadar, zarar taşımıştır.

Bu gidişe felsefe cephesinden bir tutum olarak gelişen Ludwig Witgenstein, Moritz Schlick, Rudolf Carnap ve Hans Reichenbach gibi analatikçilerin önermeleri ya da onlardan sonra gelen ve onları eleştiren Frankfurt Okulu'nun (23 şubat 1923) Theodor Adorno, Max Horkheimer, Jurgen habermans, Herbert Macuse ve Enrich Form ‘dan Habermas’a kadar uzanan iki kuşak çabaları marjinal bir aydın çabası olmanın ötesine geçememiştir. Kendi ülkesinde yer bulamayan sınırlı sayıda aydının fikir jimnastiğini aşamayan bu yaklaşımların, ülkemiz solunu, içindeki bataklıktan çekip çıkartacağını sanmak kendini aldatmaktan ibarettir.

Sosyalist sistemin çöküşüyle, kimlik bunalımına düşen solun geleneksel ithal ideolojilere ilişkin histerik krizleri tutunca, Gramsci’ye sarılmaları, hatıralarımızda hala tazeliğini koruyor.
Sivil toplum sihirli değneğiyle “düzenlenmiş toplum” umutlarından bu gün eser kalmaması, kullanım tarihinin tükendiğinin geç algılanmasıyla ilgilidir.

Ancak, solun ithal düşün akımlarına olan bitip tükenmez şehveti, “Kıpti’nin şecaatini arz ederken sirkatini söylemesi gibi” yetmezliklerini açığa vururken, bir başka gerçeğe de parmak basmaktadır. O da determinist verilere sırt çevirmektir. Malum sol Hegelciliğin “sivil toplum” ve başoyuncusu aydınları, ideolojik tarihin devindiricileri olarak gören yaklaşımları, bu gün pazarlanmakta olan “bireyci teori”ler için bir geçiş aşaması olmuştur. Gramscici “demokratik sosyalizm”in açtığı bu süreçten çıkıp gelmiş haliyle Frankfurt Okulu'nun aptal öğrencileriyle muhatap olmamızın önünde bir şey kalmamıştır.

Hegelci iz üzerinde ülkemize taşınmak istenen düşün akımlarıyla iştigal ettiğini sananlar, gerçekte bir biçimde ilişkili oldukları okumanın arka planını hiç bilmemek gibi bir cehalet içindedirler. Hegelci algıyı tanımlamak için Yener Orkunoğlu'yla sohbetlerimden kısa bir bölüm aktaracağım:

“Hegel’in diyalektiği insan düşünsel alemine önemli bir katkı yaptığı kesindir. Ayakları üstünde ya da başı üstünde doğayı ve toplumu kavramada müthiş bir öğrenim formu getirdiği kesindir. Ancak, bireyin rolü Hegelci düşüncede, kendinden şey olarak belirir, bu bireyi tanrısallaştırsa da toplumsal işlev ve dönüşümdeki yerini oldukça öznel kılar. Bilginin kavramsal olduğu iddiası, kavramsal olanın duyumların, deneyle elde edilmiş sonuçların değil de usun ürünü olduğu belirlemesi, bilgiyi nesnel varlığından koparıp ussal düzleme oturtması, objektif verilerin kararsız, öznel tercihlere tabi olmasıyla sonuçlanan bir özelliğe indirgemiş olur. Buradan var olan gerçekleri ve onun ihtiyaçlarını, tarihin nesnel veriler sonucu gerçekleşen ya da gerçekleşmesi gereken dönüşümlerinde bireyin rolünü ve işlevini, keyfiliğe kadar itelemiş olur. “Felsefe varlığın kendi kendini düşünmesidir” belirlemesi, nesnel varlığın düşüncedeki rolünü yadsımaya, düşüncenin hem madde hem formu olması gibi kendinde bir şey haline gelerek fasit bir daireye oturur. Buradan sadece bilinç için bir madde vardır. Bilinç dışında bir madde yoktur ve varsa bilinçle bilinemezdir sonucuna varılır. Buradan da doğanın ve bilginin artık tamamlanmış olduğuna sonucu çıkarılır. Bu noktada Hegel diyalektiği baş aşağı duracak, hareket ve çelişkinin, zıtların birliğinin kendi içinde, düşünce labirentlerinde kısır bir döngünün tekrarı olması kaçınılmaz olacaktı.” (Mihrac Ural-Yener Orkunoğlu siyasi sohbetler, http://mirural.blogspot.com/ )

Çok karmaşık ve ayrıntılarda büyük farklılıklar arz etse de Hegelci izleri, 19 ve 20. yy felsefe okullarında materyalizme karşı bir savaş cephesi olarak görmek güç değildir. Psikanalizin üstadı Sigesmund Freud’tan (1856-1939) Alferd Adler’e (1870-1937) kadar, birincisinin “cinsel dürtüler” ikincisinin “aşağılık kompleksi” olsun birey olarak bilincinizi eğitin deyip durdular; toplumsal sorunların aşılmasını bu dar açıdan gördüler. Bilinci maddi gerçeğin önüne koydular.
Yeni Kantçı F. Heinemann’ın isim babalığından, Nazi Hedegger, Jean-Paul Sarter (1905-1980), Albert Camus’a (1913-1960) kadar Varoluşçu felsefenin, Descartesçi ünlü “düşünüyorum öyleyse varım” sözünden, “Varlık, başarısızlıkta kanıtlanır” deyişlerinin varmak istediği “insan kendisini nasıl yaparsa öyle olur” bireyciliği tümden aynı kapıya gelip dayanır. O da insanı birey olarak algılamak, onu çevresinin maddi koşullarından tecrit edip, kapitalizm karşısında uysal bir kobay haline çevirmektir.

Küreselleşme çağında iletişim dünyasının devrimleri, kültür etkinliklerinin yaratıcılıkları, medyanın toplumsal etkileri, bilinçaltı Hegelcilikle muzdarip düşün medreselerini az kışkırtmamaktadır. Bu gelişmelerin, Batı'nın yoğun düşün fırtınaları içinde bir köşede oldukça marjinal fikir jimnastikleri masasında yer bulması çok normaldir. Frankfurt Okulu'nun “eleştirel toplum teorisi” de tastamam burada anlam bulur. Postmodernizmin temelleri de burada başlar. Bu tarih süreci içinde kendi coğrafyasına ait dinamiklerle ortaya çıkmış olmasına karşın, kendi iç tartışmasını bitirmemiş, bir varlık olamamış, kendi iç tartışmasını bitirmemiş bu medreselerin öğretilerini kendi orijinalitemize çözüm alternatif olarak sürme uğraşısı, komşular çarşıda görsün kompleksi değilse, aptallıktan başka bir şey değildir.


-III-

FRANKFURT OKULU

Frankfurt Okulu, önceki yoğunlaşmaların ardından 23 Şubat 1923’ta kurulan Frankfurt Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün çalışmalarını ifade eden bir düşün akımıdır. Bu okulun çıkış noktası, olguculara karşı eleştiri ve Marksist tarih algılayışındaki katılığa (determinizme) karşı bir duruş olarak başlamıştır. Max Horkheimer ‘in “eleştirel kuram”ı etrafında psikanalistlerin toplanmasıyla oluşmuş bu okulun iç çelişkileriyle devam eden öğretisi, ikinci kuşak yıldızı Jürgen Habermans’ın saf değiştirmesiyle (1971) sona ermiştir. Bu okulun bu gün devam eden kalıntıları Alex Demiroviç’i ise bizim gibi ülkelerin marjinalleri bile hesaba katmamaktadır.

Bu okulun, “Materyalist ilke olmaksızın, gerçekler kör simgeler haline gelirler ya da özellikle tinsel yaşam, egemen ideolojik güçlerin etkinliği altına girer” (Max Horkheimer) belirlemeleri bol olmasına rağmen, bireyin toplumun bir öğesi olma, gelişim ve değişiminin de bununla doğrudan ilintili olduğunu gözden uzak tutma eğilimi taşımıştır. Bireyi bütünün bir hücresi gibi ela alıp irdelemesi, toplumu bütünsel alışın bir adımı olarak değil, kendinde şeymiş gibi bireyi psikolojik etkilerin psişik verileriyle tanımlamaya yönelmiştir. Buradan politik-psikoloji önermelerine yönelerek bireyin özgürlük olayını bir kendinde şey olarak ele almıştır.

Bu yaklaşım bireyin patolojik hallerinde önemi ve anlamı olsa da sosyal dönüşümler açısından, özgürlüklerin her hangi bir boyutu açısından önemli bir yere sahip değildir. Çünkü birey istisnalar hariç, toplumun özgürlüğü oranında özgür olma anlamında bir toplumsal varlıktır. Doğadan çıkıp gelmiş haliyle insan olmanın anlamı da bir topluluk içinde varlığını sürdürmenin ürünüdür. Birey olarak psikolojik verilirine yol açan etmenlerin kaynağında da temelde bu vardır. Çevresi anlaşılmayan, ekonomik süreçlerdeki konumu bilinmeyen, irade dışı nesnel verileri algılanmamış bireyin, psikolojik süreçlerden kendini özgürleştirmesinin olanağı yoktur. Ruhu geçici olarak özgürleşen bireyin dönüp geleceği yer, yüz yüze olacağı gerçek bir kez daha çevresi ve ekonomik verileri olacaktır. Buda içinde yer aldığı toplumun karşılıklı ilişki ve çelişkileriyle mütalaasını gerekli kılar.

Frankfurt okulunun toplumun “konservatif tutuculuğu”nun çözülmesi savunusu, bir ölçüde bireyin toplumu özgürleştirmesine yönelik sürecin bir unsuru olarak değil de, bireyin toplumdan özgürleşmesi boyutuyla ele alınmıştır. Topluma karşı bireyin alması gereken özgürleşme adımları olarak sunulmuştur. Bu yaklaşım hangi Marksist kaygılardan türemiş olursa olsun, sonuçta birey toplum ilişkisini tersten kavramanın kefaretini bireyi toplum karşısında yalnız bırakmakla ödetmiş olur.

Tam bu noktada kitle iletişim araçları, “kitle kültürü” diye tanımlanan kuşatmadan bireyin özgürleşmesi olayı, toplumu da yasaları dışında bir olgu olarak ele alan ve birey toplum çatışmasını öne çıkararak toplumunda içinde kıstırıldığı ekonomik sistem ve sonuçlarından etkisini kopartan bir yaklaşımdır. Yani toplum da ekonomik sistem dışı bir kendinde şey olarak algılanmış olur. Bu yüzden bu okulun “yabancılaşma” üzerine geliştirdiği tezler, ekonomik verilerinden çıkartılarak sonuçları temel alan bir yaklaşımla bireyin toplumla çatışması haline getirilir. Özgürlük algıları da bireyin topluma karşı bir hareketi olarak oturtulur. Oysa toplumsal süreç, ekonomik verilerin tarih içinde gelişimlerinin karşılıklı iletişim halindeki sonuçlarındandır. Birey de özgünlüklerine rağmen bu sürecin bir unsurudur. Olay, sürünün içinde koyun olayı değildir. Toplumu sürü haline getiren ekonomik sistemlerin içinde bireyin toplumla karşılıklı ilişki ve çelişkileri açısından anlamlıdır. Bu da bireyin siyasal süreçlerde toplumla hareketinin kaynaklarına işaret eder.

Bireyin, kitle iletişim araçları, “kitle kültürü” (Max Horkheimer-Adrono) vb. karşısında duyduğu güçsüzlük, sanayi devrimi sonrası insanının temel sorununu oluşturmuştur. Bunun için de, Erich kahlers Manifesto’yu çağrıştıran bir söylemle, bu tarihsel serüveni “insanların tarihi, insanların yabancılaşmalarının tarihidir” diye tanımlamıştır. (Serol Tober, politik psikoloji notları s:154) Habermans da, “ yabancılaşmış birey”in politikadan uzak duruşunu bir “irrasyonel ilgisizlik” olarak tanımlamıştır. Bu olumsuzlamalar sonuçta, bireyin psikanaliz açısından teslimiyete nasıl düştüğünü anlatmaya yönelir. Ve halka bir daha bireyin kendi özgürlüğünü inşa ederek bundan kurtuluşu önerilerek tamamlanır.

Bu marjinal düşün disiplinleri bu nedenle, toplumsal yasaların tarih sürecindeki rollerini abartılı bulmuş, bireyin kendi özgürlüğünü yeniden yapılandırmayı öne almanın gereği üzerinde durmuştur. Birey özgürlüğünü, modernite rasyonelliğinin boyunduruğu altına alınmış ve “yabancılaşma”nın tutsağı olduğu vurgusu üzerinde yoğunlaşmıştır. Birey ve psikolojisi bu okulun ana yönelimlerini belirlemekle, Horkheimer’in “yardımcı bir bilim dalı” olmanın biraz ötesinde gördüğü Politik-psikolojiyi, onsuz tarihi anlamak bile mümkün değildir gibi sonuçlara kadar götürmüştür.
“Yabancılaşma”nın bu okul literatüründe bireyin “kitle kültürü” karşısındaki tutsak konumunu anlatmak için istihdam edildiğini belirttik. “Yabancılaşma “kendinden uzaklaşma” öncelikle bir Hegelci kavramdır. Bu kritik kavram Marksist söylemde (“işbölümü, emeğin toplumsal özelliğinin yabancılaşma çerçevesinde iktisadi ifadesidir” 1844 el yazmaları) söyleminde ayakları yere bastırılmaya çalışılır. Marksist süreçlerin başlarında önemle yer almasına karşın, kapital ve sonraki yazımlarda izini kaybettirmiştir. Sistemin tıkanıklık kesitlerinde ise yeniden parlatılmış ve öne önemle sürülmüştür. “ (Bkz.“Yabancılaşmanın dinamiği” makalesi.
http://mirural.blogspot.com/ )

Yabancılaşma “iş bölümü”nün ürünüdür. İş bölümünün artışı her türlü emeği derinlemesine yabancılaştırır. Özel mülkiyetin gelişimi, üretimin pazar için bir meta üretimine dönüşümü, soyut emeğin mübadele değeri yarattığı metada emekçinin kendi ürettiğine yabancılaşması gibi süreçler, yabancılaşmanın anlamını ve üretimde taşıdığı dinamiği de ifade eder. Yabancılaşma olmadan ciddi bir üretim süreci olamaz demek bu anlamda yanlış değildir.
Üretim sürecinde soyut üretim ve dolaysıyla bunun temel ham maddesi olan bilginin de rol oynamaya başladığı küreselleşme çağında yabancılaşma daha da artacak ve daha da dinamik üretici bir rol almış olacaktır. Bu bir olumsuzluk değil, tersine tarihin ilerlemesinin kaçınılmaz etkinliğidir.
Yabancılaşmanın dinamiği, emek gibi bilgiyi de üretimin temel maddesi yapar. Artık sanal üretimin etkin olduğu, değişim değerinin kullanım değeri aleyhine olağanüstü büyüdüğü bir yeni uygarlıkta, kapitalist üretimin emeği yabancılaştıran üretim komplekslerindeki kollektivitelerden, çok daha büyük kolektvitelerin devreye girmesine yol açar. Böylesi büyük ortaklıklarda kimin, nereden, nasıl ve ne kadar kattığına bakılmadan bilginin üst boyutlara varan teatisi gündeme gelir. Burada bilgi sentezleri birer ürün olarak yeryüzünü hatta evreni dolaşırken, üreticisine yabancılaşmış olarak döner. Bilgi yabancılaşması derinleştikçe de paylaşım daha yaygın ve daha ekonomik olur. Bu anlamda yabancılaşma bir olumsuzluktan çok dinamizmdir, devrimci ve ilerici tarih akışının bir unsuru olarak belirir. Yabancılaşma bu yanıyla gerçekte birey yerine toplumları tüm insanlığı buluşturan, dinamik, üretken, zengin mineralli bir havuz gibidir.
Sorun elbette determinist bir yalınlıkla her şeyi ekonominin katı kuralları içinde izah etme işgüzarlığı değildir. Basitçe söylemek gerekirse, bilinci belirleyen maddi gerçeğin olduğu, toplumun ve dolaysıyla bireyin bu gerçekler tarafından belirlenmiş eyleminin bir sonuç olduğunu görmektir. Bu okulun öğretilerinden sonuçlar hep tersine işaret etmiştir.
20.yy’ın ilk yarısında esamisi duyulmaya başlayan bu okulun, içinde yaşadığı koşulların bir geçiş süreci olmasından kaynaklı nesnel verileriyle ulaştığı sonuçları, 21.yy’da daha da belirgin olmaya başlayan yeni bir uygarlığın verileri yerine koyarak önermelerde bulunmanın mümkün olamayacağını belirtmeye bile gerek yoktur. O kesitte tüm yönleriyle etkinliğini göstermemiş olan kitle iletişim araçlarının bu gün yarattığı kitle kültürü, tekelci kapitalizmin sultası altındaki varlığına karşın bireyin ve bununla birlikte toplumun özgürleşmesi açısından, bilgi kaynaklarına ulaşım ve bunu tüm insanlıkla paylaşması açısından inanılmaz sonuçlar yaratmıştır. Horkheimer’in “kitle kültürü” algısı gerçekte bir yanılgıdır. 21. yy tüm verileriyle bunu göstermiştir.
Kapitalizmin 16 -17. yy da feodal krallıkların kanatları altında gelişimini tamamlama süreçleri gibi, küresel üretim uygarlığının tekelci-kapitalizmin kanatları altında olgunlaşmasını tamamlaması, onun özgürlükler açısından büyük bir atılımın habercisi olmayacağını göstermez. Tersine bireyin ve toplumun özgürlük atılımları, bu ilişkinin gittikçe kopmasıyla elde edileceğini gösterir. Bu açıdan kitle iletişim araçları ve bunların gelişmeleri, özgürlük süreçleri açısından da yeni bir toplum ve bireyin oluşumunda olumlu rol oynadıklarını iddia etmek yanlış değildir. Tarihsel açıdan olduğu gibi veriler açısından da bu bir gerçektir.
Frankfurt Okulu felsefesinin “eleştirel kuram”ı tarihin bu ilerleme faslını ters yüz etmektedir. Bu noktada tarihin nesnel verileri, iş bölümünün gelişmesi, toplumun büyük bir iş bölümü içinde ekonominin üretim ve gelişimi ikinci plana itilerek, birey kendinde bir unsur olarak ele alınmış olur. Kurtuluş önermeleri de buna göre yapılandırılıyor. Kitle iletişim araçlarının, kitle kültürünün saldırısından kendini kurtarıp özgün kişiliğini koruyabilen ve Aydınlanma Çağı'nın bu “bitmemiş projesini” (Habermans) yeniden tamamlama olanakları yaratması için bireye kaldıramayacağı bir misyon yüklemek, bu okulun tarih ve toplum karşısında olduğu kadar, birey karşısındaki tutarsızlığı ve kaygısını yansıtmaktadır.

Batı'nın bu tür marjinalleri, “İdeolojik olarak yönetilen dünya” tanımlamasından bireyin tutsaklığı dışında bir şey çıkartamıyor. Bireye kurtuluş yolu olarak önerdikleri de bu tutsaklığın zincirini kırmayı önerirken, toplumsal sistemi dönüştürmekten çok rasyonelleşmenin sınırlarını zorlayan eski sisteme yeni bir “rasyonalite” (Habermans) aşılamayı öneriyor. Buna da “yeni yaşam” perspektifi kapsamında, bireye açtığı özgürlük penceresinden toplumun yeniden şekillendirilmesinde izlenecek yola göndermede bulunuyor. İlerlemeyi bir toplumsal sistemin radikalce tasfiye edilerek yerini yenisinin konmasına ilişkin hiçbir önermesı olmadığı gibi, her türden radikal dönüşüme de tepkisini ilan ediyor.

“Eleştirel kuram” kapitalizmin verileri içinde insan özgürleşebilir demektedir. Bize, “toplum kaygılarını terk ederek bireyi kurtarın” söylemini dikte etmektedir. Bireyin üzerine çöken medyatik kültürel etkileri öteleyebilir açılımlarıyla, önemli bir özgürlük alanı sağlanabileceğini belirterek, bunun için bireyin kendine dönmesini önermektedir. Toplum ise, aşılması gereken konservatif bir baskı unsuru olarak içinden çıkılması önerilmektedir.

Bu yaklaşımların kritik noktası, tersi söylense de birey eyleminin toplumsal etkilerdeki rolünün abartılması olarak belirlenebilir. Sırf bu yanıyla bile Frankfurt Okulu, sistem olarak sosyal yapıların değişiminden çok, onların birey eyleminin etkisi altındaki genişlemesinden söz eder; “özgürlük sürecinin bir kendini özgürleştirme ve kendini yaratma süreci gerektirdiği” yaklaşımı, bireyin kültürel bir yenilenmeyle kimlik sahibi olması ve bu kanaldan toplumsal kurum ve kuruluşların örgütlenmesi öngörülür.

Bu marjinal düşünce çevreleri, toplumsal değişimi toplumsuz düşünür, bunu bireyin kendi özgürleşmesinin kanallarında inşa edeceği savunulur. “Kapitalist toplumda meydana gelen çağdaş gelişmeleri” sosyal yaşamı rasyonelleştirdiğini ve kapalı bir toplumsal yapı içinde bireyi tutsak ettiğini belirler. Gelişmenin kapitalizm kanatları altındaki varlığını, yeni bir uygarlığın verisi olarak görmez. Kapitalizmin olumsuzlanmasının önemli birer unsuru olarak kabullenmez. Kapitalizmin bağrından doğup onu tarihe gömecek yeni ve ileri bir varlığın dinamikleri olarak tanılamaz. Sistemi kapalı devre gibi görür ve onun sonsuzluğunu savunma durumuna düşer.

Gerçekler ise çok farklıdır. Kapitalizmin kanatları altında gelişen ve kapitalistlerin yoğun olarak kitlelere karşı kullanmak istedikleri bu çağdaş kitle iletişim araçları ve yarattığı kültür, esasında yoğun olarak yeniyi ve ileriyi temsil eden unsurlardır. Kapitalizmi tarihe gömecek olan dinamikler de bunlardır. Toplumların tarihsel evrimine dikkatlice bakılırsa buharlı araçların bulunması, makineleşmenin güçlenmesi ve saniyi devrimiyle taçlanan süreç feodalizmin bağrından kapitalizmin doğuşunu nasıl temsil ettiyse, bu süreçte çağdaş araçlar eliyle yeni bir uygarlığa doğru gidişi temsil etmektedir. Bunu kitle kültür, dünyayı ideolojik olarak yönetmek, kitle iletişim araçlarının tutsaklığı diye ilan etmek en hafifindin 21. yy gerçeğinden uzak olmaktır. 19 ve 20.yy aklıyla 21. yy' da yaşama çabasıdır.

Tüm çağdaş araçlar, kitlelerin daha çok yararlanabilecekleri ve yaygın bir tarzda birbirlerini algılayabilecekleri araçlardır. Bunları tutucu ve kapitalizme ait ilan etmek; çağı kavramamak, içinde kaybolmaktır. Bireyi toplumsal kurtuluş yerine tercih eden her yaklaşımın handikabı budur. Ağaçtan ormanı görmemektir, parmağın arkasında saklanmaktır.

19.yy ve 20. yy'dan kalma bu medreselerin, felsefenin ağdalı ve komplike kavramlarıyla yaptığı demagoji, tarihin materyalist kavranışını, ekonominin çevreyle sunduğu nesnel verileri, bilgi ve bilimin toplumsal yaşama uygulanma etkinliklerini dışlayan bireyci bir dayatmadır.

Bu okulun “eleştirel kuram”ı, “eleştirel birey teorisi”, “psikolojik tarih”leri, ”özerk sanat”tan, “negatif diyalektik”e, “ iyi toplumdan”, “kültür endüstrisine”, “ yabancılaşma”dan aydınlanma çağının “bitmemiş projesi”ni tamamlamaya kadar uzanan belirlemelerinin, psikanaliz algıları toplumsal dönüşüm yerine bireyin dönüşümünü koyma çabalarından ibarettir. Bu da toplumsal dönüşümün inkarına kadar uzanan birey özgürlüğünün fetişleştirilmesidir. Bu medresenin en önemli isimlerinden Thedor W. Adorno’nun şu sözlerini, bu okulun yerli malı çeyrek aydınları önemle okumalıdır. “Gelişmiş burjuva toplumlarının dışındaki toplumlarda psikoloji olanaksızdır; gelişmiş burjuva toplumlarda ise, psikoloji artık olanaksızdır…” ( Aktara, Serol Teber, politik-Psikoloji notları giriş kısmı.)

Kapitalizmde doğan, ancak kökleşme şansı bulamadan ölen böylesi marjinal düşün akımlarının ülkemize adaptasyonu beyhude bir çabadır diyordum. Bu toprakların orijinalitesi, böylesi artıkları içseleştirmeyecek kadar toplumsal dönüşüm için özgürlük ve demokrasi eğilimi içindedir.


“Eleştirel kuram”larının,”özerk sanat”tan, “negatif diyalektik”e, “Rasyonel ve iyi toplumdan”, “kültür endüstrisine” uzanan, psikanaliz algılarla toplumsal dönüşüm yerine bireyin dönüşümünü koyma çabaları, sonu egemen sistemden çok onun araçlarıyla uğraşmaya takılı kalır.

“Bireyin modern toplumda kültürel baskı altında olduğu” gerçeğini sosyal yapının bütününden çıkarıp fetişleştirerek, “devletin rasyonel genişlemesi”nin yabancılaşmasında tutsak olan bireye, toplumsal kurtuluş yerine kendini kurtarma önerisi yapmaktadır.

Bu okulun epistemolojisinde Hegelci temel etkiler olduğunu belirledik. Bu ise nesnel verilerin hangi mizanla ölçüldüğünü göstermesi açısından önemlidir. Dünyayı kavrarken çevre ve maddi gerçekliklerinden uzaklaşarak, birey üzerine yapılacak kurgular ne bireyi ne de onun aracıyla toplumu iyileştirme şansı yoktur.

Bu marjinal okulların birey üzerinden yürüttüğü çabaların, 19.yy Alman ırkçı düşün sentezleriyle ilginç bir kök birliğini bilmek sanırım konuya başka açında bir açıklık getirir. Devletin biyolojik bir temele dayandırılması, tüm söylemlerin patolojik, psişik olması ve bireyin hastalıklardan kurtarılarak toplumu arındırması için ajite edilmesiyle kesişmesi çok anlamlıdır. Nazi propagandasının temel söylemleri, hastalıktan arınmış toplum, akıllı toplum, sağlıklı bireyin sağlıklı toplumu, güzelliğin, sağlıklı biyolojilerin parametreleri üzerinde yürütülmesi bunu ifade eder. Nazilerin çağdaş araçlara karşı tepkileri ve eskiye, soyluya yeniden bağlanma çağrıları aynı minval üzerinden yürütülür. 1934 Nürnberg Nazi partisi toplantısı filmi “İradenin Zaferi” (yönetmeni, Levi Riefensthal) Cermen ırkı bireylerinden istenen ve onun başarısını yansıtan bu film, bu düşün eğiliminin bir belgeseli gibidir.

Hegel’in “Mutlak Tin”inden, Max Weber’in modern kapitalizm çözümlemelerine ve bunların egemen ideolojiler olarak Nazilerde tecelli eden yaptırımlarına kadar uzanan düşün akımlarının birey merkezli söylemleri, tersi söylense de verili toplumsal sistemi değiştirmekten çok onun içinde ıslahatla ilgili kalınmıştır. Bu nedenle de bir toplumsal sistem değişikliğinden çok Habermans’ın sonuçta Weber’ci eğilimlere yönelerek ulaştığı “rasyonel toplum“ kurmaktan öteye gidilememiştir. Bu ise Bir toplumsal değişim değil, toplum normalleştirmesidir.

Frankfurt Okulu “Eleştiri Kuramı” farklı kökenden gelmiş gibi durmasına karşı bu sürecin halkalarından biridir. Bu okul da “İradenin Zaferi”ni toplumun tarihsel yasalarca kazanması kesin olan zaferinin önüne koyulmuştur. Psikanalistin siyasal önerileri bundan başka hiçbir şey değildir. Nazi propagandasının birey üzerinde yarattığı etkileri incelemelerinde gösterdikleri hassasiyet gerçekte, kendi algılarının birey üzerinde etkisinin sonuç alabileceğine bir kanıt olarak sunulmuştur. Birey tarih bilinçaltının, modern topluma karşı tepkilerini ifade etmek üzere rasyonalize edilmek istenmesi tam bu noktada anlamlandırılır.

Bu adımlar batı Avrupa’nın tarihi, ekonomik ve düşünsel verileri üzerinde fiili olarak yaşama geçirilme çabaları büyük bir trajediyle sonuçlanmışsa (Nazilerin yaptıklarıyla), benzeri girişimlerin ülkemiz gibi çok farklı verilerinde bu girişim birer komediye dönüşür. Okuyucu, Türk Milli Takımı’nın zaman zaman aldığı galibiyetler üzerine dünyanın farklı başkentlerinde birkaç fanatiğin gösterdiği şaklabanlıklara dayanarak “Üçüncü Viyana kuşatması”, “Dinle Avrupa! Bu gelen Türkün ayak sesleri” çığlıklarını aktarıp futboldan mütevellit “Küresel ulus” iddialarında bulunanlar bu komediye düşenlerdir. Bu komediyi uzatıp solun içine düştüğü çıkmazdan “çıkış” için, “Frankfurt Okulu da bu soruya cevap bulmaya çalışmıştı” denilmektedir. Bu çalışmanın, tarihin sosyal yasalarını atlayarak bireyi kendinde varlık görüp onun üzerinden “Sosyal psikoloji, politik psikoloji, kültür teorisi, kimlik ve sonuçta toplumsal hegemonyanın bileşenleri” kapsamında irdelenebileceğini varsaymak (ki bu Frankfurt Okulu'nun determinizme karşı gösterdiği ana eğilimdir) Nazilerin hatasını bir de soldan denemek demektir. Ülkemiz ne nesnel tarihsel yapı ve algıları itibariyle ne de bu günün çöküş ve dağılma verileri itibariyle böylesi bir söyleme marjinal ölçekler de bile yer açma durumunda değildir. Buna Osmanlı İmparatorluğu'na ilişkin algıların Anadolu’nun etnik yapısı ve bu yapıların tarihleriyle bu güne taşınmış ortak bir üst kimliğin olmamasını da eklemek gerek. Ortak ülkemizde bu heterojen yapıya rağmen, tarih algılarını bu günkü çöküşten çıkış için politik psikolojinin işlevine araç etmek isteyenlerin futbol fanatiği üç beş şaklabandan öteye geçmeyeceğini bilmek gerekir.

Bu marjinal okulların her şeyi eleştirme kompleksleri, zaman zaman öyle histerik haller alır ki, “Türkler bir imparatorluk kaybettiler ve bunu asla unutmadılar. Toplumsal bilinçaltında bu olgu sürekli olarak var”, “Halk kültürü” de bundan başka bir şey değildir sonucuna vararak, bu günün toplumsal örgütlenişinde bireyi tutsak ettiğini iddia edecekleri bu kültürel dokuyu hor görerek, eleştiri okları altına alırlar. Osmanlı kültürü denilebilecek bir kültürde bile ikili yan olacağı; birinin saray kültürü diğerinin halkın kendi kültürü olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. Halkın kültüründe bir imparatorluk gururunun hiç olmadığı, tersine ölümün, işkencenin, kıyımın sürgünün Türk etnik topluluğuna da yöneltilmiş olduğu tarih belgeleriyle ve halkın kültüründe dile getirdikleriyle açıktır. Bu noktada Osmanlı'nın halkın bilinçaltındaki yeri bir utanç belgesi gibidir. Anadolu’daki diğer etnik topluluklar açısından ise buraya aktarılmasına gerek olmayacak ölçekte bir insanlık dramı olarak algılandığını belirtmek yeterlidir. Dolaysıyla, Alman halkının tarih algıları ve bunun Nazi etkileri altındaki yönlendirilişini, Osmanlı ve Türkler arasındaki ilişki açısından bire bir uyumlaştırmak çok akıllıca değildir. Nazi deneyinin sonuçlandığı bir felaket koşulunda Osmanlı Türk sürecinin doğmadan ölmüş bir veri olacağı açıktır. Frankfurt Okulu'nun yerli malı aptal öğrencilerinin bu tür taşıma sularla değirmen çevirmelerinin kendini aldatmaktan öte bir anlamı yoktur.

Bir başka tartışma konusu olan Osmanlı -Türk algısının taşıdığı yanlış çözülmelere burada daha fazla girmeyeceğim. Osmanlı'nın ne kadar Türk etnik bilincine dayalı bir imparatorluk olduğu bir kenara, batılı marjinal düşün eğilimlerinin yerli malı öğrencileriyle “halk kültürü”ne karşı göstermekte oldukları bu duruş gerçekte toplumsal örgütlenişimiz için var olan değerlerimize saldırıdan başka bir anlama gelmiyor. Bireyi toplumdan, toplumu tarihsel birikim ve düşünce düzlemlerinden, koparmak, egemen ve mazlumların kültür farklılıklarını birbirine karıştırmak bu okulun becermeye çalıştığı malum abestir.
Bu açıdan ülkemizde siyasal süreç trajedilerinin, böylesi ithal akımlardan kaynaklı bir sol yarattığını söylemek abartılı olmayacaktır. Dünün bu gerçeği bugün tekrar edilmek istenmektedir. Ancak kitle reflekslerinin olumsuzluğu ve ilkelliğine rağmen bunlara geçit vermeyecek duyarlılıklar taşıdığını bilmek, olumlunun etkinliği adına sevindirici bir durumdur.

Kendi coğrafyamızın içseleştirilmiş bilgileri taşımayan ve toplumsal süreçlerinde aktif yer alışları başaramamış olanların uzaktan gazel okumaları, sol açısından çok anlamlı olmayacaktır. Bu noktada solun çöküşüne sağdan yapılan Doğu Perinçekçi milliyetçi dolguyu, sol cenahtan Frankfurt Okulu aptallarının önermeleriyle doldurma çabası, solun toplumu değiştirmeye yönelik eylemine önemli bir katkı olmayacaktır.

Batı, insanlık bilgi birikimine tarihin tanık olduğu en büyük katkıları sağlayan bir uygarlıktır. Bu tartışmasız bir gerçektir. İnsanlığın gelecek yönelimlerine verdiği yönlerle de Batı, yaşamın önemli düşün halkalarının da sahibidir. Demokrasi ve özgürlük bu uygarlığın insanlığa kattığı değerleridir. Buna rağmen, insan yıkımlarına yol açan düşüncelerin de doruğu bu uygarlıktır. Bu ikilinin bir arada oluşu, belki olguların var olma biçimlerinden biridir. Ancak insanlık doğadaki yaşamsal varlığının sürekliliği için, batının bitip tükenmez düşünce akımlarının şiddete yaslanma ihtiyacı duyan teorileri yerine yeni arayışlar içindedir. Küreselleşme çağının nesnel verilerine uygun bu algılar, kapitalizmden soysal ve ekonomik kurtuluş için birer arayış olarak gündeme gelmektedir.
Batı temsil ettiği eski değerler açısından artık yenilenmeci değildir. Onun verileri içinde tutsak olan görüşlerin geleceğimize ilişkin önerebileceği alternatifleri yoktur. Geçmiş yüz yılların düşün disiplinlerinin ise bu amaca hizmet edecek hesaba katılır bir önermeleri bulunmamaktadır. Ancak bu, Batı'nın rahminden insanlık için önemli düşün unsurlarının doğmadığı ve gelişmediği anlamanı da gelmiyor. Bunları doğru bilmek ve içselleştirmek ve kendi orijinalitemizi katkı olarak değerlendirme perspektifleri taşımak gerekmektedir.

Bu yüzden bölgemizin ve ülkemizin aydınlanmasını, kendi özgün geçmişlerinde kalmış, Batı aydınlanmasının bir tekrarı olarak beklemek bile doğru değilken, marjinal felsefi önermeleri ısrarla ve inatla ülkemize ithal etmenin vereceği bir sonuç olamaz. Solun düştüğü boşluğa, bu tür disiplinlerden moloz taşımak, açıkların stabilize programına yeterli olmayacaktır. Kendi coğrafyası ve halkı indinde marjinal kalmış bir düşünceyi cilalayıp ülkemize oturtmak, akıllıların yapacağı iş değildir.

Akademik çalışmalar insanlığın yüz akıdır. Doğayı bilmek ve ondan uyumlu bir yarar sağlamak için zorunludur. Ancak, bilimsel verileri siyasal amaçlarla toplum yönlendirmelerine dayatmak, bilimsel ve doğru bir yaklaşım değildir. Bilim verileri iki kere iki dört olarak toplumsal hareketlerin oluşumuna yansımaz. Bu abesle iştigallerin sabıkalıları her zaman marjinal çevreler olmuştur. Bu çevrelerin çabaları çoğunlukla da egemen sistemin yeniden genişletilmiş üretimin hizmetine koşmaktadır. Toplumu bütünsel kavrama yerine, bireyi kavrama çabalarının her zaman böylesi handikapları olduğu göz önüne alındığında, doğduğu coğrafyada bile toplumsal bir işlev kazanamamıştır. Bu işlevsiz öğretilerin, bir düşün unsuru olarak bilinip öğrenilmesiyle siyasal bir yönlendirici olarak sunulması arasındaki farkı kavramak hayati öneme sahiptir. Biz gibi ülkelerin kendine güvensizlik halleri, ithal düşünce akımlarına olan rağbeti kışkırtırken, toplumsal sorunlarımızı çözmekte tekrar eden kaoslara da neden olduğu bilinmektedir.

Dolaysıyla, bu okullardan araziye uyum mucibince eğitim görmüş olmakla alınan madalyanın, köy korucularının taşıdığı “gazi” madalyasından başka bir anlamı olmayacaktır.

Çağrım odur ki:

Kendi orijinalitemize dönelim. Bölge ve ülkemizin felsefi tarih derinliklerine ilişkin eksikliklerimizi tamamlayalım. Yarına ait birey ve toplum yönelimlerimizi bu orijinaliteden kuralım. Kendi özgün aydınlanmamızı insanlığın tüm bilgi birikimlerinden yararlanarak, ama temeli kedimize ait verilerden oluşan bir programla sorunlarımızı aşmaya çalışalım.

Hiç yorum yok: