HEGELCİ İZLER
Batı'nın bir güç uygarlığı haline dönüşen haliyle insan kolektif aklının tüm sonuçlarını (teknik ve keşifleri) ilk elden askeri amaçlar için bir araç haline dönüştürmeye devam etmesi bunu göstermektedir. Bilim adamı apoletiyle insanlığı yıkıma götüren bu algılar da her zaman kitleleri, şahısları ve toplumları hücrelerine kadar inceleyen ve varılan sonuçlardan onları nasıl güdüp birer araç haline dönüştürecek teorilerle iştigal etmiştir. Batı kendi insanına olduğu kadar, insanlığın tümüne bu eğilimlerden yararı kadar, zarar taşımıştır.
Bu gidişe felsefe cephesinden bir tutum olarak gelişen Ludwig Witgenstein, Moritz Schlick, Rudolf Carnap ve Hans Reichenbach gibi analatikçilerin önermeleri ya da onlardan sonra gelen ve onları eleştiren Frankfurt Okulu'nun (23 şubat 1923) Theodor Adorno, Max Horkheimer, Jurgen habermans, Herbert Macuse ve Enrich Form ‘dan Habermas’a kadar uzanan iki kuşak çabaları marjinal bir aydın çabası olmanın ötesine geçememiştir. Kendi ülkesinde yer bulamayan sınırlı sayıda aydının fikir jimnastiğini aşamayan bu yaklaşımların, ülkemiz solunu, içindeki bataklıktan çekip çıkartacağını sanmak kendini aldatmaktan ibarettir.
Sosyalist sistemin çöküşüyle, kimlik bunalımına düşen solun geleneksel ithal ideolojilere ilişkin histerik krizleri tutunca, Gramsci’ye sarılmaları, hatıralarımızda hala tazeliğini koruyor.
Sivil toplum sihirli değneğiyle “düzenlenmiş toplum” umutlarından bu gün eser kalmaması, kullanım tarihinin tükendiğinin geç algılanmasıyla ilgilidir.
Ancak, solun ithal düşün akımlarına olan bitip tükenmez şehveti, “Kıpti’nin şecaatini arz ederken sirkatini söylemesi gibi” yetmezliklerini açığa vururken, bir başka gerçeğe de parmak basmaktadır. O da determinist verilere sırt çevirmektir. Malum sol Hegelciliğin “sivil toplum” ve başoyuncusu aydınları, ideolojik tarihin devindiricileri olarak gören yaklaşımları, bu gün pazarlanmakta olan “bireyci teori”ler için bir geçiş aşaması olmuştur. Gramscici “demokratik sosyalizm”in açtığı bu süreçten çıkıp gelmiş haliyle Frankfurt Okulu'nun aptal öğrencileriyle muhatap olmamızın önünde bir şey kalmamıştır.
Hegelci iz üzerinde ülkemize taşınmak istenen düşün akımlarıyla iştigal ettiğini sananlar, gerçekte bir biçimde ilişkili oldukları okumanın arka planını hiç bilmemek gibi bir cehalet içindedirler. Hegelci algıyı tanımlamak için Yener Orkunoğlu'yla sohbetlerimden kısa bir bölüm aktaracağım:
“Hegel’in diyalektiği insan düşünsel alemine önemli bir katkı yaptığı kesindir. Ayakları üstünde ya da başı üstünde doğayı ve toplumu kavramada müthiş bir öğrenim formu getirdiği kesindir. Ancak, bireyin rolü Hegelci düşüncede, kendinden şey olarak belirir, bu bireyi tanrısallaştırsa da toplumsal işlev ve dönüşümdeki yerini oldukça öznel kılar. Bilginin kavramsal olduğu iddiası, kavramsal olanın duyumların, deneyle elde edilmiş sonuçların değil de usun ürünü olduğu belirlemesi, bilgiyi nesnel varlığından koparıp ussal düzleme oturtması, objektif verilerin kararsız, öznel tercihlere tabi olmasıyla sonuçlanan bir özelliğe indirgemiş olur. Buradan var olan gerçekleri ve onun ihtiyaçlarını, tarihin nesnel veriler sonucu gerçekleşen ya da gerçekleşmesi gereken dönüşümlerinde bireyin rolünü ve işlevini, keyfiliğe kadar itelemiş olur. “Felsefe varlığın kendi kendini düşünmesidir” belirlemesi, nesnel varlığın düşüncedeki rolünü yadsımaya, düşüncenin hem madde hem formu olması gibi kendinde bir şey haline gelerek fasit bir daireye oturur. Buradan sadece bilinç için bir madde vardır. Bilinç dışında bir madde yoktur ve varsa bilinçle bilinemezdir sonucuna varılır. Buradan da doğanın ve bilginin artık tamamlanmış olduğuna sonucu çıkarılır. Bu noktada Hegel diyalektiği baş aşağı duracak, hareket ve çelişkinin, zıtların birliğinin kendi içinde, düşünce labirentlerinde kısır bir döngünün tekrarı olması kaçınılmaz olacaktı.” (Mihrac Ural-Yener Orkunoğlu siyasi sohbetler, http://mirural.blogspot.com/ )
Çok karmaşık ve ayrıntılarda büyük farklılıklar arz etse de Hegelci izleri, 19 ve 20. yy felsefe okullarında materyalizme karşı bir savaş cephesi olarak görmek güç değildir. Psikanalizin üstadı Sigesmund Freud’tan (1856-1939) Alferd Adler’e (1870-1937) kadar, birincisinin “cinsel dürtüler” ikincisinin “aşağılık kompleksi” olsun birey olarak bilincinizi eğitin deyip durdular; toplumsal sorunların aşılmasını bu dar açıdan gördüler. Bilinci maddi gerçeğin önüne koydular.
Yeni Kantçı F. Heinemann’ın isim babalığından, Nazi Hedegger, Jean-Paul Sarter (1905-1980), Albert Camus’a (1913-1960) kadar Varoluşçu felsefenin, Descartesçi ünlü “düşünüyorum öyleyse varım” sözünden, “Varlık, başarısızlıkta kanıtlanır” deyişlerinin varmak istediği “insan kendisini nasıl yaparsa öyle olur” bireyciliği tümden aynı kapıya gelip dayanır. O da insanı birey olarak algılamak, onu çevresinin maddi koşullarından tecrit edip, kapitalizm karşısında uysal bir kobay haline çevirmektir.
Küreselleşme çağında iletişim dünyasının devrimleri, kültür etkinliklerinin yaratıcılıkları, medyanın toplumsal etkileri, bilinçaltı Hegelcilikle muzdarip düşün medreselerini az kışkırtmamaktadır. Bu gelişmelerin, Batı'nın yoğun düşün fırtınaları içinde bir köşede oldukça marjinal fikir jimnastikleri masasında yer bulması çok normaldir. Frankfurt Okulu'nun “eleştirel toplum teorisi” de tastamam burada anlam bulur. Postmodernizmin temelleri de burada başlar. Bu tarih süreci içinde kendi coğrafyasına ait dinamiklerle ortaya çıkmış olmasına karşın, kendi iç tartışmasını bitirmemiş, bir varlık olamamış, kendi iç tartışmasını bitirmemiş bu medreselerin öğretilerini kendi orijinalitemize çözüm alternatif olarak sürme uğraşısı, komşular çarşıda görsün kompleksi değilse, aptallıktan başka bir şey değildir.
-III-
FRANKFURT OKULU
Frankfurt Okulu, önceki yoğunlaşmaların ardından 23 Şubat 1923’ta kurulan Frankfurt Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün çalışmalarını ifade eden bir düşün akımıdır. Bu okulun çıkış noktası, olguculara karşı eleştiri ve Marksist tarih algılayışındaki katılığa (determinizme) karşı bir duruş olarak başlamıştır. Max Horkheimer ‘in “eleştirel kuram”ı etrafında psikanalistlerin toplanmasıyla oluşmuş bu okulun iç çelişkileriyle devam eden öğretisi, ikinci kuşak yıldızı Jürgen Habermans’ın saf değiştirmesiyle (1971) sona ermiştir. Bu okulun bu gün devam eden kalıntıları Alex Demiroviç’i ise bizim gibi ülkelerin marjinalleri bile hesaba katmamaktadır.
Bu okulun, “Materyalist ilke olmaksızın, gerçekler kör simgeler haline gelirler ya da özellikle tinsel yaşam, egemen ideolojik güçlerin etkinliği altına girer” (Max Horkheimer) belirlemeleri bol olmasına rağmen, bireyin toplumun bir öğesi olma, gelişim ve değişiminin de bununla doğrudan ilintili olduğunu gözden uzak tutma eğilimi taşımıştır. Bireyi bütünün bir hücresi gibi ela alıp irdelemesi, toplumu bütünsel alışın bir adımı olarak değil, kendinde şeymiş gibi bireyi psikolojik etkilerin psişik verileriyle tanımlamaya yönelmiştir. Buradan politik-psikoloji önermelerine yönelerek bireyin özgürlük olayını bir kendinde şey olarak ele almıştır.
Bu yaklaşım bireyin patolojik hallerinde önemi ve anlamı olsa da sosyal dönüşümler açısından, özgürlüklerin her hangi bir boyutu açısından önemli bir yere sahip değildir. Çünkü birey istisnalar hariç, toplumun özgürlüğü oranında özgür olma anlamında bir toplumsal varlıktır. Doğadan çıkıp gelmiş haliyle insan olmanın anlamı da bir topluluk içinde varlığını sürdürmenin ürünüdür. Birey olarak psikolojik verilirine yol açan etmenlerin kaynağında da temelde bu vardır. Çevresi anlaşılmayan, ekonomik süreçlerdeki konumu bilinmeyen, irade dışı nesnel verileri algılanmamış bireyin, psikolojik süreçlerden kendini özgürleştirmesinin olanağı yoktur. Ruhu geçici olarak özgürleşen bireyin dönüp geleceği yer, yüz yüze olacağı gerçek bir kez daha çevresi ve ekonomik verileri olacaktır. Buda içinde yer aldığı toplumun karşılıklı ilişki ve çelişkileriyle mütalaasını gerekli kılar.
Frankfurt okulunun toplumun “konservatif tutuculuğu”nun çözülmesi savunusu, bir ölçüde bireyin toplumu özgürleştirmesine yönelik sürecin bir unsuru olarak değil de, bireyin toplumdan özgürleşmesi boyutuyla ele alınmıştır. Topluma karşı bireyin alması gereken özgürleşme adımları olarak sunulmuştur. Bu yaklaşım hangi Marksist kaygılardan türemiş olursa olsun, sonuçta birey toplum ilişkisini tersten kavramanın kefaretini bireyi toplum karşısında yalnız bırakmakla ödetmiş olur.
Tam bu noktada kitle iletişim araçları, “kitle kültürü” diye tanımlanan kuşatmadan bireyin özgürleşmesi olayı, toplumu da yasaları dışında bir olgu olarak ele alan ve birey toplum çatışmasını öne çıkararak toplumunda içinde kıstırıldığı ekonomik sistem ve sonuçlarından etkisini kopartan bir yaklaşımdır. Yani toplum da ekonomik sistem dışı bir kendinde şey olarak algılanmış olur. Bu yüzden bu okulun “yabancılaşma” üzerine geliştirdiği tezler, ekonomik verilerinden çıkartılarak sonuçları temel alan bir yaklaşımla bireyin toplumla çatışması haline getirilir. Özgürlük algıları da bireyin topluma karşı bir hareketi olarak oturtulur. Oysa toplumsal süreç, ekonomik verilerin tarih içinde gelişimlerinin karşılıklı iletişim halindeki sonuçlarındandır. Birey de özgünlüklerine rağmen bu sürecin bir unsurudur. Olay, sürünün içinde koyun olayı değildir. Toplumu sürü haline getiren ekonomik sistemlerin içinde bireyin toplumla karşılıklı ilişki ve çelişkileri açısından anlamlıdır. Bu da bireyin siyasal süreçlerde toplumla hareketinin kaynaklarına işaret eder.
Bireyin, kitle iletişim araçları, “kitle kültürü” (Max Horkheimer-Adrono) vb. karşısında duyduğu güçsüzlük, sanayi devrimi sonrası insanının temel sorununu oluşturmuştur. Bunun için de, Erich kahlers Manifesto’yu çağrıştıran bir söylemle, bu tarihsel serüveni “insanların tarihi, insanların yabancılaşmalarının tarihidir” diye tanımlamıştır. (Serol Tober, politik psikoloji notları s:154) Habermans da, “ yabancılaşmış birey”in politikadan uzak duruşunu bir “irrasyonel ilgisizlik” olarak tanımlamıştır. Bu olumsuzlamalar sonuçta, bireyin psikanaliz açısından teslimiyete nasıl düştüğünü anlatmaya yönelir. Ve halka bir daha bireyin kendi özgürlüğünü inşa ederek bundan kurtuluşu önerilerek tamamlanır.
Bu marjinal düşün disiplinleri bu nedenle, toplumsal yasaların tarih sürecindeki rollerini abartılı bulmuş, bireyin kendi özgürlüğünü yeniden yapılandırmayı öne almanın gereği üzerinde durmuştur. Birey özgürlüğünü, modernite rasyonelliğinin boyunduruğu altına alınmış ve “yabancılaşma”nın tutsağı olduğu vurgusu üzerinde yoğunlaşmıştır. Birey ve psikolojisi bu okulun ana yönelimlerini belirlemekle, Horkheimer’in “yardımcı bir bilim dalı” olmanın biraz ötesinde gördüğü Politik-psikolojiyi, onsuz tarihi anlamak bile mümkün değildir gibi sonuçlara kadar götürmüştür.
“Yabancılaşma”nın bu okul literatüründe bireyin “kitle kültürü” karşısındaki tutsak konumunu anlatmak için istihdam edildiğini belirttik. “Yabancılaşma “kendinden uzaklaşma” öncelikle bir Hegelci kavramdır. Bu kritik kavram Marksist söylemde (“işbölümü, emeğin toplumsal özelliğinin yabancılaşma çerçevesinde iktisadi ifadesidir” 1844 el yazmaları) söyleminde ayakları yere bastırılmaya çalışılır. Marksist süreçlerin başlarında önemle yer almasına karşın, kapital ve sonraki yazımlarda izini kaybettirmiştir. Sistemin tıkanıklık kesitlerinde ise yeniden parlatılmış ve öne önemle sürülmüştür. “ (Bkz.“Yabancılaşmanın dinamiği” makalesi. http://mirural.blogspot.com/ )
Yabancılaşma “iş bölümü”nün ürünüdür. İş bölümünün artışı her türlü emeği derinlemesine yabancılaştırır. Özel mülkiyetin gelişimi, üretimin pazar için bir meta üretimine dönüşümü, soyut emeğin mübadele değeri yarattığı metada emekçinin kendi ürettiğine yabancılaşması gibi süreçler, yabancılaşmanın anlamını ve üretimde taşıdığı dinamiği de ifade eder. Yabancılaşma olmadan ciddi bir üretim süreci olamaz demek bu anlamda yanlış değildir.
Üretim sürecinde soyut üretim ve dolaysıyla bunun temel ham maddesi olan bilginin de rol oynamaya başladığı küreselleşme çağında yabancılaşma daha da artacak ve daha da dinamik üretici bir rol almış olacaktır. Bu bir olumsuzluk değil, tersine tarihin ilerlemesinin kaçınılmaz etkinliğidir.
Yabancılaşmanın dinamiği, emek gibi bilgiyi de üretimin temel maddesi yapar. Artık sanal üretimin etkin olduğu, değişim değerinin kullanım değeri aleyhine olağanüstü büyüdüğü bir yeni uygarlıkta, kapitalist üretimin emeği yabancılaştıran üretim komplekslerindeki kollektivitelerden, çok daha büyük kolektvitelerin devreye girmesine yol açar. Böylesi büyük ortaklıklarda kimin, nereden, nasıl ve ne kadar kattığına bakılmadan bilginin üst boyutlara varan teatisi gündeme gelir. Burada bilgi sentezleri birer ürün olarak yeryüzünü hatta evreni dolaşırken, üreticisine yabancılaşmış olarak döner. Bilgi yabancılaşması derinleştikçe de paylaşım daha yaygın ve daha ekonomik olur. Bu anlamda yabancılaşma bir olumsuzluktan çok dinamizmdir, devrimci ve ilerici tarih akışının bir unsuru olarak belirir. Yabancılaşma bu yanıyla gerçekte birey yerine toplumları tüm insanlığı buluşturan, dinamik, üretken, zengin mineralli bir havuz gibidir.
Sorun elbette determinist bir yalınlıkla her şeyi ekonominin katı kuralları içinde izah etme işgüzarlığı değildir. Basitçe söylemek gerekirse, bilinci belirleyen maddi gerçeğin olduğu, toplumun ve dolaysıyla bireyin bu gerçekler tarafından belirlenmiş eyleminin bir sonuç olduğunu görmektir. Bu okulun öğretilerinden sonuçlar hep tersine işaret etmiştir.
20.yy’ın ilk yarısında esamisi duyulmaya başlayan bu okulun, içinde yaşadığı koşulların bir geçiş süreci olmasından kaynaklı nesnel verileriyle ulaştığı sonuçları, 21.yy’da daha da belirgin olmaya başlayan yeni bir uygarlığın verileri yerine koyarak önermelerde bulunmanın mümkün olamayacağını belirtmeye bile gerek yoktur. O kesitte tüm yönleriyle etkinliğini göstermemiş olan kitle iletişim araçlarının bu gün yarattığı kitle kültürü, tekelci kapitalizmin sultası altındaki varlığına karşın bireyin ve bununla birlikte toplumun özgürleşmesi açısından, bilgi kaynaklarına ulaşım ve bunu tüm insanlıkla paylaşması açısından inanılmaz sonuçlar yaratmıştır. Horkheimer’in “kitle kültürü” algısı gerçekte bir yanılgıdır. 21. yy tüm verileriyle bunu göstermiştir.
Kapitalizmin 16 -17. yy da feodal krallıkların kanatları altında gelişimini tamamlama süreçleri gibi, küresel üretim uygarlığının tekelci-kapitalizmin kanatları altında olgunlaşmasını tamamlaması, onun özgürlükler açısından büyük bir atılımın habercisi olmayacağını göstermez. Tersine bireyin ve toplumun özgürlük atılımları, bu ilişkinin gittikçe kopmasıyla elde edileceğini gösterir. Bu açıdan kitle iletişim araçları ve bunların gelişmeleri, özgürlük süreçleri açısından da yeni bir toplum ve bireyin oluşumunda olumlu rol oynadıklarını iddia etmek yanlış değildir. Tarihsel açıdan olduğu gibi veriler açısından da bu bir gerçektir.
Frankfurt Okulu felsefesinin “eleştirel kuram”ı tarihin bu ilerleme faslını ters yüz etmektedir. Bu noktada tarihin nesnel verileri, iş bölümünün gelişmesi, toplumun büyük bir iş bölümü içinde ekonominin üretim ve gelişimi ikinci plana itilerek, birey kendinde bir unsur olarak ele alınmış olur. Kurtuluş önermeleri de buna göre yapılandırılıyor. Kitle iletişim araçlarının, kitle kültürünün saldırısından kendini kurtarıp özgün kişiliğini koruyabilen ve Aydınlanma Çağı'nın bu “bitmemiş projesini” (Habermans) yeniden tamamlama olanakları yaratması için bireye kaldıramayacağı bir misyon yüklemek, bu okulun tarih ve toplum karşısında olduğu kadar, birey karşısındaki tutarsızlığı ve kaygısını yansıtmaktadır.
Batı'nın bu tür marjinalleri, “İdeolojik olarak yönetilen dünya” tanımlamasından bireyin tutsaklığı dışında bir şey çıkartamıyor. Bireye kurtuluş yolu olarak önerdikleri de bu tutsaklığın zincirini kırmayı önerirken, toplumsal sistemi dönüştürmekten çok rasyonelleşmenin sınırlarını zorlayan eski sisteme yeni bir “rasyonalite” (Habermans) aşılamayı öneriyor. Buna da “yeni yaşam” perspektifi kapsamında, bireye açtığı özgürlük penceresinden toplumun yeniden şekillendirilmesinde izlenecek yola göndermede bulunuyor. İlerlemeyi bir toplumsal sistemin radikalce tasfiye edilerek yerini yenisinin konmasına ilişkin hiçbir önermesı olmadığı gibi, her türden radikal dönüşüme de tepkisini ilan ediyor.
“Eleştirel kuram” kapitalizmin verileri içinde insan özgürleşebilir demektedir. Bize, “toplum kaygılarını terk ederek bireyi kurtarın” söylemini dikte etmektedir. Bireyin üzerine çöken medyatik kültürel etkileri öteleyebilir açılımlarıyla, önemli bir özgürlük alanı sağlanabileceğini belirterek, bunun için bireyin kendine dönmesini önermektedir. Toplum ise, aşılması gereken konservatif bir baskı unsuru olarak içinden çıkılması önerilmektedir.
Bu yaklaşımların kritik noktası, tersi söylense de birey eyleminin toplumsal etkilerdeki rolünün abartılması olarak belirlenebilir. Sırf bu yanıyla bile Frankfurt Okulu, sistem olarak sosyal yapıların değişiminden çok, onların birey eyleminin etkisi altındaki genişlemesinden söz eder; “özgürlük sürecinin bir kendini özgürleştirme ve kendini yaratma süreci gerektirdiği” yaklaşımı, bireyin kültürel bir yenilenmeyle kimlik sahibi olması ve bu kanaldan toplumsal kurum ve kuruluşların örgütlenmesi öngörülür.
Bu marjinal düşünce çevreleri, toplumsal değişimi toplumsuz düşünür, bunu bireyin kendi özgürleşmesinin kanallarında inşa edeceği savunulur. “Kapitalist toplumda meydana gelen çağdaş gelişmeleri” sosyal yaşamı rasyonelleştirdiğini ve kapalı bir toplumsal yapı içinde bireyi tutsak ettiğini belirler. Gelişmenin kapitalizm kanatları altındaki varlığını, yeni bir uygarlığın verisi olarak görmez. Kapitalizmin olumsuzlanmasının önemli birer unsuru olarak kabullenmez. Kapitalizmin bağrından doğup onu tarihe gömecek yeni ve ileri bir varlığın dinamikleri olarak tanılamaz. Sistemi kapalı devre gibi görür ve onun sonsuzluğunu savunma durumuna düşer.
Gerçekler ise çok farklıdır. Kapitalizmin kanatları altında gelişen ve kapitalistlerin yoğun olarak kitlelere karşı kullanmak istedikleri bu çağdaş kitle iletişim araçları ve yarattığı kültür, esasında yoğun olarak yeniyi ve ileriyi temsil eden unsurlardır. Kapitalizmi tarihe gömecek olan dinamikler de bunlardır. Toplumların tarihsel evrimine dikkatlice bakılırsa buharlı araçların bulunması, makineleşmenin güçlenmesi ve saniyi devrimiyle taçlanan süreç feodalizmin bağrından kapitalizmin doğuşunu nasıl temsil ettiyse, bu süreçte çağdaş araçlar eliyle yeni bir uygarlığa doğru gidişi temsil etmektedir. Bunu kitle kültür, dünyayı ideolojik olarak yönetmek, kitle iletişim araçlarının tutsaklığı diye ilan etmek en hafifindin 21. yy gerçeğinden uzak olmaktır. 19 ve 20.yy aklıyla 21. yy' da yaşama çabasıdır.
Tüm çağdaş araçlar, kitlelerin daha çok yararlanabilecekleri ve yaygın bir tarzda birbirlerini algılayabilecekleri araçlardır. Bunları tutucu ve kapitalizme ait ilan etmek; çağı kavramamak, içinde kaybolmaktır. Bireyi toplumsal kurtuluş yerine tercih eden her yaklaşımın handikabı budur. Ağaçtan ormanı görmemektir, parmağın arkasında saklanmaktır.
19.yy ve 20. yy'dan kalma bu medreselerin, felsefenin ağdalı ve komplike kavramlarıyla yaptığı demagoji, tarihin materyalist kavranışını, ekonominin çevreyle sunduğu nesnel verileri, bilgi ve bilimin toplumsal yaşama uygulanma etkinliklerini dışlayan bireyci bir dayatmadır.
Bu okulun “eleştirel kuram”ı, “eleştirel birey teorisi”, “psikolojik tarih”leri, ”özerk sanat”tan, “negatif diyalektik”e, “ iyi toplumdan”, “kültür endüstrisine”, “ yabancılaşma”dan aydınlanma çağının “bitmemiş projesi”ni tamamlamaya kadar uzanan belirlemelerinin, psikanaliz algıları toplumsal dönüşüm yerine bireyin dönüşümünü koyma çabalarından ibarettir. Bu da toplumsal dönüşümün inkarına kadar uzanan birey özgürlüğünün fetişleştirilmesidir. Bu medresenin en önemli isimlerinden Thedor W. Adorno’nun şu sözlerini, bu okulun yerli malı çeyrek aydınları önemle okumalıdır. “Gelişmiş burjuva toplumlarının dışındaki toplumlarda psikoloji olanaksızdır; gelişmiş burjuva toplumlarda ise, psikoloji artık olanaksızdır…” ( Aktara, Serol Teber, politik-Psikoloji notları giriş kısmı.)
Kapitalizmde doğan, ancak kökleşme şansı bulamadan ölen böylesi marjinal düşün akımlarının ülkemize adaptasyonu beyhude bir çabadır diyordum. Bu toprakların orijinalitesi, böylesi artıkları içseleştirmeyecek kadar toplumsal dönüşüm için özgürlük ve demokrasi eğilimi içindedir.
“Eleştirel kuram”larının,”özerk sanat”tan, “negatif diyalektik”e, “Rasyonel ve iyi toplumdan”, “kültür endüstrisine” uzanan, psikanaliz algılarla toplumsal dönüşüm yerine bireyin dönüşümünü koyma çabaları, sonu egemen sistemden çok onun araçlarıyla uğraşmaya takılı kalır.
“Bireyin modern toplumda kültürel baskı altında olduğu” gerçeğini sosyal yapının bütününden çıkarıp fetişleştirerek, “devletin rasyonel genişlemesi”nin yabancılaşmasında tutsak olan bireye, toplumsal kurtuluş yerine kendini kurtarma önerisi yapmaktadır.
Bu okulun epistemolojisinde Hegelci temel etkiler olduğunu belirledik. Bu ise nesnel verilerin hangi mizanla ölçüldüğünü göstermesi açısından önemlidir. Dünyayı kavrarken çevre ve maddi gerçekliklerinden uzaklaşarak, birey üzerine yapılacak kurgular ne bireyi ne de onun aracıyla toplumu iyileştirme şansı yoktur.
Bu marjinal okulların birey üzerinden yürüttüğü çabaların, 19.yy Alman ırkçı düşün sentezleriyle ilginç bir kök birliğini bilmek sanırım konuya başka açında bir açıklık getirir. Devletin biyolojik bir temele dayandırılması, tüm söylemlerin patolojik, psişik olması ve bireyin hastalıklardan kurtarılarak toplumu arındırması için ajite edilmesiyle kesişmesi çok anlamlıdır. Nazi propagandasının temel söylemleri, hastalıktan arınmış toplum, akıllı toplum, sağlıklı bireyin sağlıklı toplumu, güzelliğin, sağlıklı biyolojilerin parametreleri üzerinde yürütülmesi bunu ifade eder. Nazilerin çağdaş araçlara karşı tepkileri ve eskiye, soyluya yeniden bağlanma çağrıları aynı minval üzerinden yürütülür. 1934 Nürnberg Nazi partisi toplantısı filmi “İradenin Zaferi” (yönetmeni, Levi Riefensthal) Cermen ırkı bireylerinden istenen ve onun başarısını yansıtan bu film, bu düşün eğiliminin bir belgeseli gibidir.
Hegel’in “Mutlak Tin”inden, Max Weber’in modern kapitalizm çözümlemelerine ve bunların egemen ideolojiler olarak Nazilerde tecelli eden yaptırımlarına kadar uzanan düşün akımlarının birey merkezli söylemleri, tersi söylense de verili toplumsal sistemi değiştirmekten çok onun içinde ıslahatla ilgili kalınmıştır. Bu nedenle de bir toplumsal sistem değişikliğinden çok Habermans’ın sonuçta Weber’ci eğilimlere yönelerek ulaştığı “rasyonel toplum“ kurmaktan öteye gidilememiştir. Bu ise Bir toplumsal değişim değil, toplum normalleştirmesidir.
Frankfurt Okulu “Eleştiri Kuramı” farklı kökenden gelmiş gibi durmasına karşı bu sürecin halkalarından biridir. Bu okul da “İradenin Zaferi”ni toplumun tarihsel yasalarca kazanması kesin olan zaferinin önüne koyulmuştur. Psikanalistin siyasal önerileri bundan başka hiçbir şey değildir. Nazi propagandasının birey üzerinde yarattığı etkileri incelemelerinde gösterdikleri hassasiyet gerçekte, kendi algılarının birey üzerinde etkisinin sonuç alabileceğine bir kanıt olarak sunulmuştur. Birey tarih bilinçaltının, modern topluma karşı tepkilerini ifade etmek üzere rasyonalize edilmek istenmesi tam bu noktada anlamlandırılır.
Bu adımlar batı Avrupa’nın tarihi, ekonomik ve düşünsel verileri üzerinde fiili olarak yaşama geçirilme çabaları büyük bir trajediyle sonuçlanmışsa (Nazilerin yaptıklarıyla), benzeri girişimlerin ülkemiz gibi çok farklı verilerinde bu girişim birer komediye dönüşür. Okuyucu, Türk Milli Takımı’nın zaman zaman aldığı galibiyetler üzerine dünyanın farklı başkentlerinde birkaç fanatiğin gösterdiği şaklabanlıklara dayanarak “Üçüncü Viyana kuşatması”, “Dinle Avrupa! Bu gelen Türkün ayak sesleri” çığlıklarını aktarıp futboldan mütevellit “Küresel ulus” iddialarında bulunanlar bu komediye düşenlerdir. Bu komediyi uzatıp solun içine düştüğü çıkmazdan “çıkış” için, “Frankfurt Okulu da bu soruya cevap bulmaya çalışmıştı” denilmektedir. Bu çalışmanın, tarihin sosyal yasalarını atlayarak bireyi kendinde varlık görüp onun üzerinden “Sosyal psikoloji, politik psikoloji, kültür teorisi, kimlik ve sonuçta toplumsal hegemonyanın bileşenleri” kapsamında irdelenebileceğini varsaymak (ki bu Frankfurt Okulu'nun determinizme karşı gösterdiği ana eğilimdir) Nazilerin hatasını bir de soldan denemek demektir. Ülkemiz ne nesnel tarihsel yapı ve algıları itibariyle ne de bu günün çöküş ve dağılma verileri itibariyle böylesi bir söyleme marjinal ölçekler de bile yer açma durumunda değildir. Buna Osmanlı İmparatorluğu'na ilişkin algıların Anadolu’nun etnik yapısı ve bu yapıların tarihleriyle bu güne taşınmış ortak bir üst kimliğin olmamasını da eklemek gerek. Ortak ülkemizde bu heterojen yapıya rağmen, tarih algılarını bu günkü çöküşten çıkış için politik psikolojinin işlevine araç etmek isteyenlerin futbol fanatiği üç beş şaklabandan öteye geçmeyeceğini bilmek gerekir.
Bu marjinal okulların her şeyi eleştirme kompleksleri, zaman zaman öyle histerik haller alır ki, “Türkler bir imparatorluk kaybettiler ve bunu asla unutmadılar. Toplumsal bilinçaltında bu olgu sürekli olarak var”, “Halk kültürü” de bundan başka bir şey değildir sonucuna vararak, bu günün toplumsal örgütlenişinde bireyi tutsak ettiğini iddia edecekleri bu kültürel dokuyu hor görerek, eleştiri okları altına alırlar. Osmanlı kültürü denilebilecek bir kültürde bile ikili yan olacağı; birinin saray kültürü diğerinin halkın kendi kültürü olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. Halkın kültüründe bir imparatorluk gururunun hiç olmadığı, tersine ölümün, işkencenin, kıyımın sürgünün Türk etnik topluluğuna da yöneltilmiş olduğu tarih belgeleriyle ve halkın kültüründe dile getirdikleriyle açıktır. Bu noktada Osmanlı'nın halkın bilinçaltındaki yeri bir utanç belgesi gibidir. Anadolu’daki diğer etnik topluluklar açısından ise buraya aktarılmasına gerek olmayacak ölçekte bir insanlık dramı olarak algılandığını belirtmek yeterlidir. Dolaysıyla, Alman halkının tarih algıları ve bunun Nazi etkileri altındaki yönlendirilişini, Osmanlı ve Türkler arasındaki ilişki açısından bire bir uyumlaştırmak çok akıllıca değildir. Nazi deneyinin sonuçlandığı bir felaket koşulunda Osmanlı Türk sürecinin doğmadan ölmüş bir veri olacağı açıktır. Frankfurt Okulu'nun yerli malı aptal öğrencilerinin bu tür taşıma sularla değirmen çevirmelerinin kendini aldatmaktan öte bir anlamı yoktur.
Bir başka tartışma konusu olan Osmanlı -Türk algısının taşıdığı yanlış çözülmelere burada daha fazla girmeyeceğim. Osmanlı'nın ne kadar Türk etnik bilincine dayalı bir imparatorluk olduğu bir kenara, batılı marjinal düşün eğilimlerinin yerli malı öğrencileriyle “halk kültürü”ne karşı göstermekte oldukları bu duruş gerçekte toplumsal örgütlenişimiz için var olan değerlerimize saldırıdan başka bir anlama gelmiyor. Bireyi toplumdan, toplumu tarihsel birikim ve düşünce düzlemlerinden, koparmak, egemen ve mazlumların kültür farklılıklarını birbirine karıştırmak bu okulun becermeye çalıştığı malum abestir.
Bu açıdan ülkemizde siyasal süreç trajedilerinin, böylesi ithal akımlardan kaynaklı bir sol yarattığını söylemek abartılı olmayacaktır. Dünün bu gerçeği bugün tekrar edilmek istenmektedir. Ancak kitle reflekslerinin olumsuzluğu ve ilkelliğine rağmen bunlara geçit vermeyecek duyarlılıklar taşıdığını bilmek, olumlunun etkinliği adına sevindirici bir durumdur.
Kendi coğrafyamızın içseleştirilmiş bilgileri taşımayan ve toplumsal süreçlerinde aktif yer alışları başaramamış olanların uzaktan gazel okumaları, sol açısından çok anlamlı olmayacaktır. Bu noktada solun çöküşüne sağdan yapılan Doğu Perinçekçi milliyetçi dolguyu, sol cenahtan Frankfurt Okulu aptallarının önermeleriyle doldurma çabası, solun toplumu değiştirmeye yönelik eylemine önemli bir katkı olmayacaktır.
Batı, insanlık bilgi birikimine tarihin tanık olduğu en büyük katkıları sağlayan bir uygarlıktır. Bu tartışmasız bir gerçektir. İnsanlığın gelecek yönelimlerine verdiği yönlerle de Batı, yaşamın önemli düşün halkalarının da sahibidir. Demokrasi ve özgürlük bu uygarlığın insanlığa kattığı değerleridir. Buna rağmen, insan yıkımlarına yol açan düşüncelerin de doruğu bu uygarlıktır. Bu ikilinin bir arada oluşu, belki olguların var olma biçimlerinden biridir. Ancak insanlık doğadaki yaşamsal varlığının sürekliliği için, batının bitip tükenmez düşünce akımlarının şiddete yaslanma ihtiyacı duyan teorileri yerine yeni arayışlar içindedir. Küreselleşme çağının nesnel verilerine uygun bu algılar, kapitalizmden soysal ve ekonomik kurtuluş için birer arayış olarak gündeme gelmektedir.
Batı temsil ettiği eski değerler açısından artık yenilenmeci değildir. Onun verileri içinde tutsak olan görüşlerin geleceğimize ilişkin önerebileceği alternatifleri yoktur. Geçmiş yüz yılların düşün disiplinlerinin ise bu amaca hizmet edecek hesaba katılır bir önermeleri bulunmamaktadır. Ancak bu, Batı'nın rahminden insanlık için önemli düşün unsurlarının doğmadığı ve gelişmediği anlamanı da gelmiyor. Bunları doğru bilmek ve içselleştirmek ve kendi orijinalitemizi katkı olarak değerlendirme perspektifleri taşımak gerekmektedir.
Bu yüzden bölgemizin ve ülkemizin aydınlanmasını, kendi özgün geçmişlerinde kalmış, Batı aydınlanmasının bir tekrarı olarak beklemek bile doğru değilken, marjinal felsefi önermeleri ısrarla ve inatla ülkemize ithal etmenin vereceği bir sonuç olamaz. Solun düştüğü boşluğa, bu tür disiplinlerden moloz taşımak, açıkların stabilize programına yeterli olmayacaktır. Kendi coğrafyası ve halkı indinde marjinal kalmış bir düşünceyi cilalayıp ülkemize oturtmak, akıllıların yapacağı iş değildir.
Akademik çalışmalar insanlığın yüz akıdır. Doğayı bilmek ve ondan uyumlu bir yarar sağlamak için zorunludur. Ancak, bilimsel verileri siyasal amaçlarla toplum yönlendirmelerine dayatmak, bilimsel ve doğru bir yaklaşım değildir. Bilim verileri iki kere iki dört olarak toplumsal hareketlerin oluşumuna yansımaz. Bu abesle iştigallerin sabıkalıları her zaman marjinal çevreler olmuştur. Bu çevrelerin çabaları çoğunlukla da egemen sistemin yeniden genişletilmiş üretimin hizmetine koşmaktadır. Toplumu bütünsel kavrama yerine, bireyi kavrama çabalarının her zaman böylesi handikapları olduğu göz önüne alındığında, doğduğu coğrafyada bile toplumsal bir işlev kazanamamıştır. Bu işlevsiz öğretilerin, bir düşün unsuru olarak bilinip öğrenilmesiyle siyasal bir yönlendirici olarak sunulması arasındaki farkı kavramak hayati öneme sahiptir. Biz gibi ülkelerin kendine güvensizlik halleri, ithal düşünce akımlarına olan rağbeti kışkırtırken, toplumsal sorunlarımızı çözmekte tekrar eden kaoslara da neden olduğu bilinmektedir.
Dolaysıyla, bu okullardan araziye uyum mucibince eğitim görmüş olmakla alınan madalyanın, köy korucularının taşıdığı “gazi” madalyasından başka bir anlamı olmayacaktır.
Çağrım odur ki:
Kendi orijinalitemize dönelim. Bölge ve ülkemizin felsefi tarih derinliklerine ilişkin eksikliklerimizi tamamlayalım. Yarına ait birey ve toplum yönelimlerimizi bu orijinaliteden kuralım. Kendi özgün aydınlanmamızı insanlığın tüm bilgi birikimlerinden yararlanarak, ama temeli kedimize ait verilerden oluşan bir programla sorunlarımızı aşmaya çalışalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder