HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

18 Ocak 2011 Salı

LÜBNAN DİPTEN GELEN DALGA

http://mirural.blogsoptu.com/


Mihrac Ural
17 Ocak 2011

Bu gün şu sıralarda (saat: 14.00) Şehri Şam’da alışıla gelmiş zirvelerden farklı bir zirve bağlanıyor. Konu Lübnan. Zirvede Katar Emiri Şeyh Hamad bin Halife El Sani, Suriye Devlet Başkanı Beşşar el Esad, Türkiye Başbakanı R.T.Erdoğan yer alıyor.

Lübnan bir küçük ülke ama derin bir bataklık. Bu bataklıkta boğulmayan ülke kalmadı. Haçlıları temsi eden tüm Avrupa kuvvetleri, kralları ve ülkeleri, Osmanlı, İngiliz ve Fransızlar dahil bu bataklıktan çıkamadı. Son olarak Suriye’de ağır bir fatura ödemek zorunda kaldı. Buna rağmen Lübnan, Suriyesiz sorularını çözemeyeceği belirgince ortaya çıkmış oldu.

Lübnan’ın sorunları bitip tükenmez. Bu sorunların çözümünde Türkiye’nin de katkı sağlaması normal. Ancak bu katkı ne hakem olmak ne de etrafa ağabeylik rolü takınmakla olur. Bu rol Türkiye’yi birkaç gömlek aşar. Suudi Arabistan ve Mısır’ın bile bu rolü oynayamadığı göz önünü alınırsa, ülkemiz bu bataklıkta Lübnan iç sorunlarının tarafı olmamaya çalışmalıdır. Lübnan siyasal saflaşması kitlesel olarak mezhepler ve dinler üzerine kuruludur. Bu yüzden, taraf olmak ülkemizin inanç çoğulculuğu içinde de açık taraf olmak anlamına gelir. Bu laikliğe de aykırı olduğu gibi, ülkemizin içinde boğulmakta olduğu sorunların azdırılmasından başka bir sonuç getirmez.

Yeni Osmanlıcılık aptallığıyla, Osmanlı milletlerinin başına geçileceğini sananlar, Lübnan bataklığında olsa olsa bir mezhep liderliği elde ederler. O da Saad El Hariri gibi acemi siyasi liderlerin oyuncağı olarak…

Ülkemizin hiçbir siyasi tercihine cevap olmayan “Sünni liderlik” tıkalı bir yoldur. Orijinallerinin olduğu yerde marjinallerin yapabileceği bir şey olamaz. Bu, yeni Osmanlıcılıktan da daha geri bir konumdur. Bölgenin tüm halklarını ve inanç türlerini kapsamayan bir yönelim ilk durakta, kapı dışarı edilerek kovulur. Erdoğan, bilinçsiz yardımcılarının kılavuzluğunda bu risklere yuvarlanmaktadır; dün ona Cemal Abdul Nasır rolünü uygun görenlerin komikliği bu gün ona Sünni liderliği vererek, tepe taklak olmasının yollarını açmaktadırlar.

Türkiye, Lübnan sorunun tek çözüm güzergahı olan Suriye’yle koordineli bir dayanışma içinde bölge halklarının lehine olan önerileri desteklemeyi tercih etmelidir.Bu ona ayrıntılardan da bataklıktan da korur.

Ülkemizin bölgedeki siyaseti eşitlerden biri olarak paylaşım siyaseti olmalıdır. Bunun için, öncelikle kendi iç sorunlarını çözmelidir. Bu olmadan bölgede ülkemizin bir rol oynamasını kimse beklemesin. Kendi sorununu çözemeyen bir ülkenin başkalarının sorunlarını çözme çabası beyhude bir çaba olacağı unutulmamalıdır.

***


17 Ocak 2011’de Suriye’nin başkenti Şehri Şam’da, alışıla gelmiş zirvelerden farklı bir zirve bağlandı. Konu Lübnan.

Lübnan tarihi boyunca kendi iç sorununu çözemeyen bir ülke. Çünkü ne tarihte ne de bu gün gerçek anlamda bir devlet ve ülke olamadı. Olması da çok güç; Lübnan, I. Dünya savaşının galip devletlerince (özellikle Fransa ve İngiltere) Hıristiyanlara ayrı bir ülke olarak, San Remo 18-26 Nisan 1920 mandaterlik anlaşmasına aykırı olarak, Suriye’den koparılarak kurulmuştur. Bu adımdan beklenen, bu günkü İsrail’den istenen roldü; emperyalist çıkarlar için ileri bir karakol olması istenmişti. Ancak Lübnan halkı, ana ülkeden kopmadı, ayrı devletlere sokulan aynı halk herkese ve her şeye rağmen davranış ve yönelim birliği içinde olmuştur; bu uyumu bozan kimi güçlere rağmen genel kural olarak süreç böyle işlemiş ve bugüne gelinmiştir.

İki ülke arasında en büyük kopma ve karşı karşıya geliş, İsrail-ABD ortak üretimi olan “yaratıcı anarşi” tezinin kurbanı olarak katledilen Lübnan’ın Sünni Başbakan Refik Hariri suikastı ardından olmuştur (14 Şubat 2005).

Irak işgal edilmiş ve bu işgalin siyasi etkileri Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak bölgede ikame edilmek istenmişti. On yıllardır hazırlanan planların hedefi, bölgede İsrail’e tam bir egemenlik sahası açıp, enerji kaynakları üzerindeki hegemonyanın güvenli hale getirmeyi amaçlıyordu. Ancak bu plan son şansını kullanarak çöktü.

İsrail’in Lübnan’a savaş karşı açtığı savaş bu amaçla gündeme geldi. Ancak ağır bir yenilgiyle yüz yüze geldi (12 Temmuz-15 Ağustos 2006, 33 gün savaşı).

Bu yenilgiyle BOP çökerken, geride bölge üzerinde korku ve kaygı ortamının hüküm sürmesi amacıyla, başbakan Hariri suikastıyla ilgili olarak kurulan uluslararası cinayet mahkemesinin bir kılıç gibi başlar üzerinde sallanmasına devam edildi.

Ancak savaşta sonuç alamayanların, bu tür oyunlarla da sonuç alamayacağını gösteren etkin bir çaba bir kez daha bölgemizde bu oyunlara geçit olmayacağını gösteriyordu. Son olarak Katar’ın başkenti Doha’da toplanarak bir ortak çözüm bulan tarafların kurduğu hükümet, uzun sürmedi. Saad Hariri hükümeti, 11 bakanın istifasıyla sona erdi.

ORTADOĞUDA ZAYIF HALKA

Bölgemizin Batı yakası patlamak üzere olan bir volkan gibidir. Bölgenin doğu yakası (Irak-Iran- Kürdistan) dingin hale getirilirken, Batı yakası kaynatılmaya başlandı. Bu gelişmeleri takip eden okurlarım, önceki makalelerimde verdiğim sinyalleri hatırlayacaklar; Gazze’ye yeni saldırı planlayan İsrail, ABD ile birlikte Lübnan’ı karıştırmaya devam ediyor diye gelişmeleri özetledim.

Lübnan, 14 Şubat 2005 Başbakan Refik el Hariri’nin katledilmesinden bu güne rahat yüzü görmedi. Hariri’yi katledenler Lübnan kadar bölgeyi de ateş çemberi içine almak isteyenlerdi. Tarihte ilk kez şahıs için özel Uluslararası Cinayet Mahkemesi kuran Birleşmiş Miletler Güvenlik Konseyi, her defasında yeniden Lübnan’ın mozaik bileşkesini kanlı bir iç savaşa götürecek bir sathı mail yaratmış oldu. Bu çabalar Irak işgaliyle bölgede başlayan genel stratejilerin bir parçası olarak gelişti. Hala da devam ediyor.

Yalancı şahitlerin ifadeleri üzerine kurgulanan Hariri suikastı iddianamesi, Mahkeme savcısı Daniel Belmarelinde Demoklesin Kılıcı haline gelmiştir. ABD-İsrail senaryolarına uygun dizayn edilen iddianame, önce Suriye’nin suçlanması üzerine kurgulanmışken, sonra bu hedefin isabetli olmayacağı üzerine varılan görüşle yön değiştirdi. Bu kaz direnme örgütü Hizbullah’ın başına çuval geçirmek üzere yeniden düzenlendi. İsrail kaynaklarından uluslararası basına sızan bilgeler, Kanada TV’nin ortaya attığı iddialar, Diplomasi kulislerine sızan bilgiler ve söz konusu mahkeme katiplerinin açık artırmayla piyasada sattıkları ses bantları ve ifadelerden anlaşıldı ki, hedef İsrail’i en çok rahatsız eden Hizbullah seçilmiştir. Dünyanın hiçbir mahkemesi böylesine hukuk dışı çalışmamış, iddianamesi bu ölçüde sokaklardan toplanmamıştı.

Büyük bir istikrarsızlığı beraberinde getiren bu söylemler, Lübnan’da güç bela sağlanan birlik hükümetini de sarsmaktaydı. Bu durum bölgede hiçbir ülkenin lehine değildi. Bunun üzerine Suriye-Suudi Arabistan diyalogu başladı. Tırmanan gerginliğe ve Hariri mahkemesinin yıkıcı etkilerine karşı önlemler alınmaya başlandı. Suudi kralı Abdullah’ın hastalığına rağmen süren bu girişimler, Oğul haririnin ne istediğini bilmeyen, başkası tarafından yönlendirilen yönelimlerince bir kez daha iflasla yüz yüze gelmiş oldu.

Oğul Hariri, Suudi karlının hastalığı kötüye gidebilir kaygısıyla, güç toplamak adına soluğu Beyaz Sarayda aldı. “Lübnan için Arap Girişimi”ni terk eden bu davranış, oğul Hariri’ye masada güç getireceğine, başbakanlığını sona erdirdi.
Beyaz Saraya başbakan olarak giren oğul Hariri, çıkışta hükümeti istifa etmiş buldu. Direnme güçlerinden oluşan muhalefetin tüm bakanları (10 bakan) ve denge bakan diye hükümette bulunan bakanın da istifasıyla hükümet çökmüş oldu.

Bu adım, aynı zamanda, İsrail-ABD ve Lübnan’da dış güçlere bağımlı hareket eden tüm siyasi çevrelere sert bir mesajdı; kurguladıkları oyun başlarına yıkılmış oldu. Muhalefet (tüm direnme güçlerini kapsayan haliyle) Lübnan’ı İsrail-ABD gibi şer güçlerine teslim etmeyeceğini, sonu nereye varırsa varsın, direneceğini bir kez daha ilan ediyordu.

Bu gelişmeler, bölgeyi bir patlamanın eşiğine getirecek potansiyellere sahipti. 7 Mayıs 2008 olaylarında direnme güçlerinin bir anda tüm Lübnan’a hakim olabileceğini göstermesi hala hatıralarda olan bir olaydı. O gün, Fuat Senyora (Baba Hariri’nin maliye bakanı) hükümetinin, direnme örgütünün özel telefon ağını sökmek için talimat vermesi İsrail’e verilmek istenen bir primdi. Ancak bu karar dış güçlere dayanan Senyora hükümetine ağır bir fatura olarak ödetildi. O gün, Oğul Saad el Hariri ve Dürzi lider Velid Canbolat gibi liderler evlerinde tutsak alınmıştı. Ordu da tarafsız kalarak bu girişimi onaylamıştı.

Bu gün ise, 11 bakanın istifasıyla, direnme güçlerinden oluşan muhalefet, dünyaya açıkça bu ülkede İsrail ve ABD oyunlarına yer yoktur demiş oldu.

Hükümet istifası gündeme gelince, mahkeme savcısı Belmar’ın aylardır nedensiz ertelediği iddianameyi, ani bir kararla mahkemeye sunulacağını açıklandı. Bu kararla, bir kez daha söz konusu mahkemenin bir siyasi koz olarak işlev gördüğü ortaya çıkmış oldu.

Lübnan merkezli yayın yapan Cedid TV’nin günü birlik “hakika liks” diye isimlendirdiği belgeleri yayınlamaya başlayınca, Oğul Harir, istihbarat dairesi başkanı Visam el Hasan, yalancı şahit Züheyr el Saddık ve mahkeme savcılarının ortak bir ev oturumunda iddianamenin nasıl şekilleneceği konusundaki sohbetleri de kamuoyuna açıklanmış oluyordu. Böylece baba Hariri suikastı için özel olarak BM güvenlik Konseyi Kararıyla oluşturulan mahkemenin bir sokak mahkemesi kadar kıymeti olmadığı, hiçbir hukuk normu taşımadığı da açığa çıkıyordu (Pakistan’da Benazir Butto suikastına ilişkin kılını bile kıpırdatmayan BM. Güvenlik Konseyinin Lübnan’a yönelik politikası artık açıkça ortaya çıkmış oldu; bu da “Yaratıcı Anarişi”nin bir parçasıydı)

Tam bu kesitte Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, “Lübnan için iletişim toplantısı” adını verdiği girişime Türkiye dahil bir çok ülkeye çağrı yaptı. Bu çağrı somut bir biçim almadan Şam zirvesi çağrısı Lübnan için hızlı bir adım olarak gündeme geldi. Lübnan Cumhurbaşkanı da Şam zirvesinin daha rahat karar alması açısından, yeni hükümetle ilgili meclis guruplarına danışmayı Pazartesi güne kadar (24 Ocak 2011) ertelediğini açıkladı.

Bölgemizin en zayıf ve en kırılgan halkası Lübnan böylece yeniden gerginliğin merkezi, dünyanın siyasal ilgi alanının orta yerine oturmuş oldu.

Tarihi boyunca, kırılganlığın ve anı reflekslerin kaynağı olan Lübnan, yine tarihi boyunca birden çok dış gücün etkisi altında bir kez daha kaderi üzerindeki kara bulutlarla boğuşmaya başlamış oldu.

ŞAM ZİRVESİ

Şam zirvesi, Katar Emiri Şeyh Hamad bin Halife El Sani, Suriye Devlet Başkanı Beşşar el Esad, Türkiye Başbakanı R.T.Erdoğan’ın yuvarlak masa etrafındaki oturumlarıyla başladı. 17 Ocak 2011 saat 14.00 sıralarında başlayan zirve, Arap girişimi olarak değerlendirilen Suriye-Suudi Arabistan’ın Lübnan’la ilgili ortak girişimini ve kararlarını desteklediğini açıklayarak sona erdi. Zirvenin tutumunu açıklamak üzere, Katar ve Türkiye Dışişleri Bakanları Lübnan’da farklı kesimlerle görüşme turlarına başladı.

Bu gelişmeler, bir kez daha Suriye’nin, bölgede olduğu kadar Lübnan’daki siyasi yönelimlerde tartışmasız bir etkinlik olduğunu göstermiş oldu.

Zirve, Lübnan için çizilen yol haritasını, tüm siyasal güçlerin ve mozaik dokunun siyasi karara katılımını ön gören yaklaşımlarını onaylamış oldu. İstifa eden hükümetin kuruluşunda önemli rol oynayan Katar Emiri’nin bir kez daha bu role soyunması, Lübnan’da siyasi yönelimlerin belli bir standart kazandığını da göstermiş oldu. Olmazsa olmazlar, bu zirvede de belirlenmiş oldu.

Zirvede Türkiye’nin yer alması önemli. Ancak bunun çok doğru olarak kavranması gerekmektedir. Ülkemizde basının yalan kurgular üzerine oturtulmuş tahayyülleri, bu türden yer alışı zıvanadan çıkmış akıl yorumlarıyla servis yaptığı bilinmektedir. Bu zirvelerde Türkiye’nin var oluşu kimilerinin sandığı gibi, ihtiyaçtan ya da olmazsa olmazlarla ilgili değildir. Tersine, kendini olmazsa olmaz sanan özelikle Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelere karşı, Suriye’nin bölgedeki müttefikleriyle aldığı bir duruşun ürünüdür. Suriye bunu özelikle yapmaktadır. Bunu anlamak için, bölgede Türkiye’nin siyasal sahaya nasıl geçirildiğini doğru algılamayı gerektirir.


Tarih 20 Mart 2003

Irak savaşı ve ardından gelen gelişmeler bölgenin kimyasını alt üst etmiştir. İsrail’in Lübnan’a saldırısı ise Arap üçlüsü, Mısır- Suriye ve Suudi Arabistan net çizgilerle birbirinden koptu. Gerginlik öyle bir boyut aldı ki, kararları Arapların kaderinde bir köşe taşı olan bu üç ülke, diplomatik ilişkileri kesecek kadar birbirine karşı sertleşti.

Bu dönem Türkiye Suriye ilişkileri hızla iyileşmeye başladığı dönemdir. A. Öcalan’ın Suriye’den çıkışı sonrası iki ülke arasında buzların çözülüşü, güvenlik anlaşmalarıyla süren limoni süreç, Cumhurbaşkanı Sezer’in Hafız el Esad’ın ölümü üzerine taziye ziyaretine gelişi, ilişkilere hızla yeni bir muhteva kazandırdı. İslam Ülkeleri Konferansı başkanlığına Türkiyeli İhsan Ekmelleddinoğlun getirilmesinde Suriye’nin oynadığı rol bu açılımı hızla yükselten bir etmen oldu.
Bu süreç, 3 Ekim 2010 tarihli ortak hükümetler toplantısının Lazkiye’de yapılmasına kadar sürdü. Bu toplantıda Türkiye tarafı MİT’in hazırladığı Suriyeli Kürtler dosyası gündeme geldi ve iki ülkenin iki ayrı algı üzerinde sorunları çözen yaklaşımlarının belirgince ortaya çıkmasını sağladı.

Türkiye, olumlu gidişi istismar edecek bir dayatmayla bu dosyaları ortaya koyunca, Suriye’nin bilinen ilkeli duruşuyla yüz yüze geldi. Burası Ortadoğu ve on yıllar içinde oturmuş ilkelerin devletlere kazandırdığı bir kimlik vardı. Suriye Kürt sorununda diyalogu, sık sık af yapmayı, halkıyla barışmayı temel alıyordu; kovuşturmalar, zindanlar, yasaklar, kanlı operasyonlar, 200 yüz yıldır süren kanlı Kürt kıyımları ise Osmanlıdan bu güne Türkiye’nin Kürt politikasını oluşturuyordu.
İki ayrı devlet iki ayrı algı ve tarih yüz yüze gelmişti. Bu, ilişkilerde ani bir soğuma yarattı. Erdoğan, 11 Ekim 2010 tarihinde ani bir ziyaretle Suriye’ye geldi. Esad’la görüştü, meşhur ortak basın toplantısında anlayış farklılıkları tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Kürt sorununda şiddeti esas alan yaklaşımla diyalogu esas alan yaklaşım karşı karşıya geldi. İşte o gün bu gün, iki lider bir araya gelmedi. Birçok gözlemcinin dikkatinden kaçan bu ayrıntı uzun bir yazının konusudur.
Gelişmelerin bu özet anlatımına eklenmesi gereken en önemli unsur, Türkiye’nin Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yazdığı “STARTEJİK DERİNLİK” kitabında da dile gelen, yeni Osmanlıcılık mantığıyla bölge ülkeleri ve halklarını bir kez daha tek millet çıkarları için istismar etme algısıdır.

Bu algı, bölge ülkelerinden hiç birini aldatacak sihirli değneğe sahip değildir. 400 yıllık Osmanlı tarihinin kıyımları, Türkiye’den bakışla sanıldığı gibi İslam ümmetine hizmet olarak algılanmıyor. Tam tersine, eli kanlı Osmanlının Arapları 400 yıl geri götüren karanlık çağları ifade ediyor.

Osmanlı karabasanı olmasaydı, Arap alemi çağdaş dünyanın tüm gelişmelerine aynı anda sahne olabilecek potansiyellere sahip olduğu belirtilmektedir. Bölgemiz, ülke ve halkları Osmanlı kadar, Türkiye cumhuriyetinin II. Dünya savaşı sonrası, Bağdat Paktı, CENTO ve NATO adına nasıl bir Arap düşmanlığı ve İsrail yandaşlığı yapıldığını da unutmamıştır;

Nasır hareketine karşı İngiliz casusluğu yapan Türkiye Mısır Büyükelçiliği olayı (1956), Irak devriminde kralcılara destek (14 Temmuz 1958), Lübnan iç savaşında (1958), İsrail-Arap savaşlarında (1967-1973) İsrail yanlısı tutumlar ve ABD üslerinin Araplar aleyhine kullandırılması bu bölge halklarının hafızasında çok derin izler bırakmıştır.

Türkiye bu geçmişiyle yüzleşmeden ne Suriye ne de Mısır’la gelişen iyi ilişkileriyle bir sonuç alamaz. Bu kaygıları gidermek öyle kolay olmayacaktır. Ancak siyasetin denklemleri gereği, bir araya gelişler, iyi niyetler adım adım bu sonucu üretebileceğini de unutmamak gerek.

YENİ OSMANLICILIK MI? MEZHEP LİDERLİĞİ Mİ?

Yeni Osmanlıcılık, Türkiye’nin handikabıdır. Yeni Osmanlıcılık ortak bölüşüm, eşitlerin ortak girişimine değil, her ortaklığı tek ulus lehine yontmak üzerine kurgulanmıştır. 21. Yüzyıl referanslarıyla bunu yapmanın gerçeği değiştirmeyeceği açıktır. Başlangıçta çok iyi bir hava verse de sonuçta toptan bir çöküş kaçınılmazdır. İsrail’in “Ortadoğululuk” adı altında ikame etmeye çalıştığı bu önerme, bölge halkları tarafından çoktan deşifre edilerek ret edilmiştir.

Yeni Osmanlıcılığın bölgemizde deşifre edildiğine ilişkin birçok Arap aydını etkili makaleler yazdı. Türkiye’nin bu yöndeki eğilimlerinin sonuçsuz olduğunu, yapıcı değil yıkıcı olacağını ifade etti.


Türkiye’nin Osmanlı aklıyla bölgede geliştirdiği olumlu ilişkileri sonuna kadar götüremeyeceğini gösteren bir dizi gelişmenin, yeni Osmanlıcılığın, Sünni liderliğine gerilemesini getirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Yeni Osmanlıcılık diye yola koyulanların, Lübnan gibi küçük bir ülkenin, acemi oğlanlarınca oluşturulan mezhep temsilciliklerinin bir uzantısı olma yönünde gerilediği belirginlik kazanmaya başlamıştır (bunda Harir ailesinin Türkiye’deki yatırımlarının, basın, Telekom gibi büyük iktisadi etkinliklerinin de rolü olduğuna işaret etmek gerek)

Buna rağmen, Erdoğan’ın Şam zirvesine oğul Hariri’yi kurtarmaya gittiğini iddia etmek güç. Bu, Erdoğan’ı birkaç gömlek aşan bir konumdur. Erdoğan’ın da buna niyeti olmadığını biliyoruz. Ancak Irak’ın işgali sonrası, Sünni mezhep etkinliğinde önemli ve tarihi bir gerilemenin yaşandığı bilinmektedir; direnmenin temel gücü olan bu mezhep kökenli siyasal hareketler, hızla Mısır-Suudi Arabistan hattına kayarak, “ılımlı” siyasal eğilimlere dönüşmüştür. Bölgede, Iran, Suriye, Lübnan, Filistin direnme güçlerinden oluşan direnme etkinliği, daha çok Şii-Alevi eksene kaymıştır. Filistin ve kimi Lübnanlı direnme güçlerinin Sünni taban üzerinde yükselişleri olmasına karşın ana güç budur.

Türkiye, yeni Osmanlıcılıkta bir sonuç bulamayınca, önüne gelen bölgenin Sünni liderliğine soyunmak istemesi bir ihtimaldir. Özellikle acemi oğlanların sıkıştığı yerde Türkiye’yi böylesi bir sürece sürüklemeleri mümkün görünmektedir; bölge siyasetinde Türkiye’nin önünde duran en önemli sınav burada belirginleşiyor.
Bu noktada ülkemizin tarih bilgisi olmayan, bu nedenle tarihle yüzleşme kaygısı taşımayan yöneticilerinin bilmesi gereken şey, 1400 yıllık polemiklerle, ortaya çıkan sorunlara cevap aramakla inancın atomlarına değil onun da içinde yer alan ayrıntılarına sızmış, Sünni mezhep öğretisinin öncüsü Suudi Arabistan ve Mısır oldukça bu alanda da kimse bir heves içinde olmamalıdır. Henüz Arapça okumasını bile bilmeyen din adamlarıyla bu sürecin yanından bile geçilemeyeceğini bilmek gerek. Türkiye’nin kuruluş felsefesi de böylesi bir girişim önünde önemli engeldir.
Bu alan gerçek bir bataklıktır da. Böylesi bir ısrar bataklığa gönüllü olarak yatmak anlamına gelir.

Bölgemizde ve dış politikanın tüm alanlarında yeni Osmanlıcılık bir iflas siyasetidir. Bu siyaset kadar mezhep liderliğine soyunmakta bir bataklık siyasetidir. Kanlı süreçlerin içine ülkeyi sürükleme siyasetidir.

Ülkemizi bu yanlış siyasi algıyla, Balkanlardan Kafkaslara, Orta-doğuya her alanda, ilk süreci balayı gibi gelen ilişkiler geliştirmektedir. Dün Kafkaslarda iflas eden bu siyaset, ülkelerin iç işlerine karışarak darbeciliğe kadar uzanan bir müdahale siyasetine sürüklendi. Siyasetin böylesi sürüklenişleri, kimi kötü niyetli kişi ya da temsilcilerin değil, siyasi perspektif mantığının kaçınılmaz sonucudur. Bunu iyi bilmek gerek. Yanlış, şahısların niyeti değil, siyasetin yönelimindedir.

Bu yönelimin birikimleri belli bir süre sonra, ülkemizin başına, bir dizi sorunu yıkacağı açıktır. O da, Osmanlı aklıyla tüm bölgeleri ele geçirelim derken, tüm bölgeleri kaybederek ülkemizin dar sınırları içinde kaskatı olmasını getirecektir.
Hesapsız ve tek boyotlu çakarcı açılımın sonu, her şeyi kaybetmektir.

LÜBNAN BATAKLIĞINDA TUTUM

Bu gün Lübnan konusu gündemde. Burada çok daha dikkatli olunmalıdır.

Lübnan bir bataklıktır, Bu bataklıkta tafrasızlık yoktur. Taraf olmak ise yerli olmayı, köklü bir siyasal geçmiş üzerinde rol oynamayı gerektirir. Arapların lider ülkesi olduğu sanısında olan Mısır bile, bu bataklıkta eriyip gitti. Bu gün, Mısıra dönüp bir şey soran bile kalmadı. Mısır, İsrail yanlısı onursuz politikalarıyla bölgeden tamamen silindi, tecrit oldu.

Suudi Arabistan, ağzını açtığı kesesine, Haririlerin ikinci anavatanları olmasına, tek tek milletvekili ve bakanları satın almasına rağmen bu bataklıkta ciddi bir siyasi etkinlik gösterememiştir. Karl Abdullah, kendi adını bu sürece koymasına rağmen, taraflar arasında bir denge ve anlaşma zemini yaratamadı. Hastalığı ağırlaşınca, ilk tekmeyi, oğlu gibi gördüğü ve etkisi altından çıkmayan diye bilinen Saad el Hariri’den yedi.( Erdoğan’ın dikkatine)

Lübnan bataklığı Suudi çabalarına bile mezar olmuştur. Türkiye bu bataklıkta hiçbir şey yapamaz. Ancak bu, bölgede seyirci olmak anlamına gelmiyor.

Bölge saflaşmasında, gerçekten kendi ve bölge halklarının çıkarları için direnen güçlerle ortak tutum almak büyük öneme sahiptir. Bu da, İsrail ve ABD’nin bölgede geliştirmek istedikleri dayatmacı, böl yönet, yaratıcı anarşi gibi kirli senaryolara karşı duran güçlerle omuz omuza olmaktır. Ülkemizin malum statüleri buna engel olsa da bunu başarmaya çalışmak halkımızın çıkarına olan tek tutumdur.

Bölgede adil ve kapsayıcı bir barışı, Filistin halkının haklarını, İsrail işgallerini sona erdirmeyi temeline oturtamamış bir siyaset, bölgede iflasa mahkumdur.

Bu nedenle ülkemiz, bırakalım yeni Osmanlıcılığı ya da mezhep liderliğini, öncelikle kendi iç sorunlarını barışçıl ve demokratik yollarla çözmeyi başarmalıdır. İç sorunlarını çözemeyen bir ülkenin bölge sorunlarında ciddi bir rol oynaması mümkün değildir. Zirvelerde lider sayısını tamamlamak için yer almakla etkin bir siyasi rol oynanamaz.

Bölgemiz, böylesi hafif duruşları parmağında oynatacak siyaset dehalarının mekanı olduğu unutulmamalıdır.

Hiç yorum yok: