18 Ocak 2011 Salı
LÜBNAN DİPTEN GELEN DALGA
http://mirural.blogsoptu.com/
Mihrac Ural
17 Ocak 2011
Bu gün şu sıralarda (saat: 14.00) Şehri Şam’da alışıla gelmiş zirvelerden farklı bir zirve bağlanıyor. Konu Lübnan. Zirvede Katar Emiri Şeyh Hamad bin Halife El Sani, Suriye Devlet Başkanı Beşşar el Esad, Türkiye Başbakanı R.T.Erdoğan yer alıyor.
Lübnan bir küçük ülke ama derin bir bataklık. Bu bataklıkta boğulmayan ülke kalmadı. Haçlıları temsi eden tüm Avrupa kuvvetleri, kralları ve ülkeleri, Osmanlı, İngiliz ve Fransızlar dahil bu bataklıktan çıkamadı. Son olarak Suriye’de ağır bir fatura ödemek zorunda kaldı. Buna rağmen Lübnan, Suriyesiz sorularını çözemeyeceği belirgince ortaya çıkmış oldu.
Lübnan’ın sorunları bitip tükenmez. Bu sorunların çözümünde Türkiye’nin de katkı sağlaması normal. Ancak bu katkı ne hakem olmak ne de etrafa ağabeylik rolü takınmakla olur. Bu rol Türkiye’yi birkaç gömlek aşar. Suudi Arabistan ve Mısır’ın bile bu rolü oynayamadığı göz önünü alınırsa, ülkemiz bu bataklıkta Lübnan iç sorunlarının tarafı olmamaya çalışmalıdır. Lübnan siyasal saflaşması kitlesel olarak mezhepler ve dinler üzerine kuruludur. Bu yüzden, taraf olmak ülkemizin inanç çoğulculuğu içinde de açık taraf olmak anlamına gelir. Bu laikliğe de aykırı olduğu gibi, ülkemizin içinde boğulmakta olduğu sorunların azdırılmasından başka bir sonuç getirmez.
Yeni Osmanlıcılık aptallığıyla, Osmanlı milletlerinin başına geçileceğini sananlar, Lübnan bataklığında olsa olsa bir mezhep liderliği elde ederler. O da Saad El Hariri gibi acemi siyasi liderlerin oyuncağı olarak…
Ülkemizin hiçbir siyasi tercihine cevap olmayan “Sünni liderlik” tıkalı bir yoldur. Orijinallerinin olduğu yerde marjinallerin yapabileceği bir şey olamaz. Bu, yeni Osmanlıcılıktan da daha geri bir konumdur. Bölgenin tüm halklarını ve inanç türlerini kapsamayan bir yönelim ilk durakta, kapı dışarı edilerek kovulur. Erdoğan, bilinçsiz yardımcılarının kılavuzluğunda bu risklere yuvarlanmaktadır; dün ona Cemal Abdul Nasır rolünü uygun görenlerin komikliği bu gün ona Sünni liderliği vererek, tepe taklak olmasının yollarını açmaktadırlar.
Türkiye, Lübnan sorunun tek çözüm güzergahı olan Suriye’yle koordineli bir dayanışma içinde bölge halklarının lehine olan önerileri desteklemeyi tercih etmelidir.Bu ona ayrıntılardan da bataklıktan da korur.
Ülkemizin bölgedeki siyaseti eşitlerden biri olarak paylaşım siyaseti olmalıdır. Bunun için, öncelikle kendi iç sorunlarını çözmelidir. Bu olmadan bölgede ülkemizin bir rol oynamasını kimse beklemesin. Kendi sorununu çözemeyen bir ülkenin başkalarının sorunlarını çözme çabası beyhude bir çaba olacağı unutulmamalıdır.
***
17 Ocak 2011’de Suriye’nin başkenti Şehri Şam’da, alışıla gelmiş zirvelerden farklı bir zirve bağlandı. Konu Lübnan.
Lübnan tarihi boyunca kendi iç sorununu çözemeyen bir ülke. Çünkü ne tarihte ne de bu gün gerçek anlamda bir devlet ve ülke olamadı. Olması da çok güç; Lübnan, I. Dünya savaşının galip devletlerince (özellikle Fransa ve İngiltere) Hıristiyanlara ayrı bir ülke olarak, San Remo 18-26 Nisan 1920 mandaterlik anlaşmasına aykırı olarak, Suriye’den koparılarak kurulmuştur. Bu adımdan beklenen, bu günkü İsrail’den istenen roldü; emperyalist çıkarlar için ileri bir karakol olması istenmişti. Ancak Lübnan halkı, ana ülkeden kopmadı, ayrı devletlere sokulan aynı halk herkese ve her şeye rağmen davranış ve yönelim birliği içinde olmuştur; bu uyumu bozan kimi güçlere rağmen genel kural olarak süreç böyle işlemiş ve bugüne gelinmiştir.
İki ülke arasında en büyük kopma ve karşı karşıya geliş, İsrail-ABD ortak üretimi olan “yaratıcı anarşi” tezinin kurbanı olarak katledilen Lübnan’ın Sünni Başbakan Refik Hariri suikastı ardından olmuştur (14 Şubat 2005).
Irak işgal edilmiş ve bu işgalin siyasi etkileri Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak bölgede ikame edilmek istenmişti. On yıllardır hazırlanan planların hedefi, bölgede İsrail’e tam bir egemenlik sahası açıp, enerji kaynakları üzerindeki hegemonyanın güvenli hale getirmeyi amaçlıyordu. Ancak bu plan son şansını kullanarak çöktü.
İsrail’in Lübnan’a savaş karşı açtığı savaş bu amaçla gündeme geldi. Ancak ağır bir yenilgiyle yüz yüze geldi (12 Temmuz-15 Ağustos 2006, 33 gün savaşı).
Bu yenilgiyle BOP çökerken, geride bölge üzerinde korku ve kaygı ortamının hüküm sürmesi amacıyla, başbakan Hariri suikastıyla ilgili olarak kurulan uluslararası cinayet mahkemesinin bir kılıç gibi başlar üzerinde sallanmasına devam edildi.
Ancak savaşta sonuç alamayanların, bu tür oyunlarla da sonuç alamayacağını gösteren etkin bir çaba bir kez daha bölgemizde bu oyunlara geçit olmayacağını gösteriyordu. Son olarak Katar’ın başkenti Doha’da toplanarak bir ortak çözüm bulan tarafların kurduğu hükümet, uzun sürmedi. Saad Hariri hükümeti, 11 bakanın istifasıyla sona erdi.
ORTADOĞUDA ZAYIF HALKA
Bölgemizin Batı yakası patlamak üzere olan bir volkan gibidir. Bölgenin doğu yakası (Irak-Iran- Kürdistan) dingin hale getirilirken, Batı yakası kaynatılmaya başlandı. Bu gelişmeleri takip eden okurlarım, önceki makalelerimde verdiğim sinyalleri hatırlayacaklar; Gazze’ye yeni saldırı planlayan İsrail, ABD ile birlikte Lübnan’ı karıştırmaya devam ediyor diye gelişmeleri özetledim.
Lübnan, 14 Şubat 2005 Başbakan Refik el Hariri’nin katledilmesinden bu güne rahat yüzü görmedi. Hariri’yi katledenler Lübnan kadar bölgeyi de ateş çemberi içine almak isteyenlerdi. Tarihte ilk kez şahıs için özel Uluslararası Cinayet Mahkemesi kuran Birleşmiş Miletler Güvenlik Konseyi, her defasında yeniden Lübnan’ın mozaik bileşkesini kanlı bir iç savaşa götürecek bir sathı mail yaratmış oldu. Bu çabalar Irak işgaliyle bölgede başlayan genel stratejilerin bir parçası olarak gelişti. Hala da devam ediyor.
Yalancı şahitlerin ifadeleri üzerine kurgulanan Hariri suikastı iddianamesi, Mahkeme savcısı Daniel Belmarelinde Demoklesin Kılıcı haline gelmiştir. ABD-İsrail senaryolarına uygun dizayn edilen iddianame, önce Suriye’nin suçlanması üzerine kurgulanmışken, sonra bu hedefin isabetli olmayacağı üzerine varılan görüşle yön değiştirdi. Bu kaz direnme örgütü Hizbullah’ın başına çuval geçirmek üzere yeniden düzenlendi. İsrail kaynaklarından uluslararası basına sızan bilgeler, Kanada TV’nin ortaya attığı iddialar, Diplomasi kulislerine sızan bilgiler ve söz konusu mahkeme katiplerinin açık artırmayla piyasada sattıkları ses bantları ve ifadelerden anlaşıldı ki, hedef İsrail’i en çok rahatsız eden Hizbullah seçilmiştir. Dünyanın hiçbir mahkemesi böylesine hukuk dışı çalışmamış, iddianamesi bu ölçüde sokaklardan toplanmamıştı.
Büyük bir istikrarsızlığı beraberinde getiren bu söylemler, Lübnan’da güç bela sağlanan birlik hükümetini de sarsmaktaydı. Bu durum bölgede hiçbir ülkenin lehine değildi. Bunun üzerine Suriye-Suudi Arabistan diyalogu başladı. Tırmanan gerginliğe ve Hariri mahkemesinin yıkıcı etkilerine karşı önlemler alınmaya başlandı. Suudi kralı Abdullah’ın hastalığına rağmen süren bu girişimler, Oğul haririnin ne istediğini bilmeyen, başkası tarafından yönlendirilen yönelimlerince bir kez daha iflasla yüz yüze gelmiş oldu.
Oğul Hariri, Suudi karlının hastalığı kötüye gidebilir kaygısıyla, güç toplamak adına soluğu Beyaz Sarayda aldı. “Lübnan için Arap Girişimi”ni terk eden bu davranış, oğul Hariri’ye masada güç getireceğine, başbakanlığını sona erdirdi.
Beyaz Saraya başbakan olarak giren oğul Hariri, çıkışta hükümeti istifa etmiş buldu. Direnme güçlerinden oluşan muhalefetin tüm bakanları (10 bakan) ve denge bakan diye hükümette bulunan bakanın da istifasıyla hükümet çökmüş oldu.
Bu adım, aynı zamanda, İsrail-ABD ve Lübnan’da dış güçlere bağımlı hareket eden tüm siyasi çevrelere sert bir mesajdı; kurguladıkları oyun başlarına yıkılmış oldu. Muhalefet (tüm direnme güçlerini kapsayan haliyle) Lübnan’ı İsrail-ABD gibi şer güçlerine teslim etmeyeceğini, sonu nereye varırsa varsın, direneceğini bir kez daha ilan ediyordu.
Bu gelişmeler, bölgeyi bir patlamanın eşiğine getirecek potansiyellere sahipti. 7 Mayıs 2008 olaylarında direnme güçlerinin bir anda tüm Lübnan’a hakim olabileceğini göstermesi hala hatıralarda olan bir olaydı. O gün, Fuat Senyora (Baba Hariri’nin maliye bakanı) hükümetinin, direnme örgütünün özel telefon ağını sökmek için talimat vermesi İsrail’e verilmek istenen bir primdi. Ancak bu karar dış güçlere dayanan Senyora hükümetine ağır bir fatura olarak ödetildi. O gün, Oğul Saad el Hariri ve Dürzi lider Velid Canbolat gibi liderler evlerinde tutsak alınmıştı. Ordu da tarafsız kalarak bu girişimi onaylamıştı.
Bu gün ise, 11 bakanın istifasıyla, direnme güçlerinden oluşan muhalefet, dünyaya açıkça bu ülkede İsrail ve ABD oyunlarına yer yoktur demiş oldu.
Hükümet istifası gündeme gelince, mahkeme savcısı Belmar’ın aylardır nedensiz ertelediği iddianameyi, ani bir kararla mahkemeye sunulacağını açıklandı. Bu kararla, bir kez daha söz konusu mahkemenin bir siyasi koz olarak işlev gördüğü ortaya çıkmış oldu.
Lübnan merkezli yayın yapan Cedid TV’nin günü birlik “hakika liks” diye isimlendirdiği belgeleri yayınlamaya başlayınca, Oğul Harir, istihbarat dairesi başkanı Visam el Hasan, yalancı şahit Züheyr el Saddık ve mahkeme savcılarının ortak bir ev oturumunda iddianamenin nasıl şekilleneceği konusundaki sohbetleri de kamuoyuna açıklanmış oluyordu. Böylece baba Hariri suikastı için özel olarak BM güvenlik Konseyi Kararıyla oluşturulan mahkemenin bir sokak mahkemesi kadar kıymeti olmadığı, hiçbir hukuk normu taşımadığı da açığa çıkıyordu (Pakistan’da Benazir Butto suikastına ilişkin kılını bile kıpırdatmayan BM. Güvenlik Konseyinin Lübnan’a yönelik politikası artık açıkça ortaya çıkmış oldu; bu da “Yaratıcı Anarişi”nin bir parçasıydı)
Tam bu kesitte Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, “Lübnan için iletişim toplantısı” adını verdiği girişime Türkiye dahil bir çok ülkeye çağrı yaptı. Bu çağrı somut bir biçim almadan Şam zirvesi çağrısı Lübnan için hızlı bir adım olarak gündeme geldi. Lübnan Cumhurbaşkanı da Şam zirvesinin daha rahat karar alması açısından, yeni hükümetle ilgili meclis guruplarına danışmayı Pazartesi güne kadar (24 Ocak 2011) ertelediğini açıkladı.
Bölgemizin en zayıf ve en kırılgan halkası Lübnan böylece yeniden gerginliğin merkezi, dünyanın siyasal ilgi alanının orta yerine oturmuş oldu.
Tarihi boyunca, kırılganlığın ve anı reflekslerin kaynağı olan Lübnan, yine tarihi boyunca birden çok dış gücün etkisi altında bir kez daha kaderi üzerindeki kara bulutlarla boğuşmaya başlamış oldu.
ŞAM ZİRVESİ
Şam zirvesi, Katar Emiri Şeyh Hamad bin Halife El Sani, Suriye Devlet Başkanı Beşşar el Esad, Türkiye Başbakanı R.T.Erdoğan’ın yuvarlak masa etrafındaki oturumlarıyla başladı. 17 Ocak 2011 saat 14.00 sıralarında başlayan zirve, Arap girişimi olarak değerlendirilen Suriye-Suudi Arabistan’ın Lübnan’la ilgili ortak girişimini ve kararlarını desteklediğini açıklayarak sona erdi. Zirvenin tutumunu açıklamak üzere, Katar ve Türkiye Dışişleri Bakanları Lübnan’da farklı kesimlerle görüşme turlarına başladı.
Bu gelişmeler, bir kez daha Suriye’nin, bölgede olduğu kadar Lübnan’daki siyasi yönelimlerde tartışmasız bir etkinlik olduğunu göstermiş oldu.
Zirve, Lübnan için çizilen yol haritasını, tüm siyasal güçlerin ve mozaik dokunun siyasi karara katılımını ön gören yaklaşımlarını onaylamış oldu. İstifa eden hükümetin kuruluşunda önemli rol oynayan Katar Emiri’nin bir kez daha bu role soyunması, Lübnan’da siyasi yönelimlerin belli bir standart kazandığını da göstermiş oldu. Olmazsa olmazlar, bu zirvede de belirlenmiş oldu.
Zirvede Türkiye’nin yer alması önemli. Ancak bunun çok doğru olarak kavranması gerekmektedir. Ülkemizde basının yalan kurgular üzerine oturtulmuş tahayyülleri, bu türden yer alışı zıvanadan çıkmış akıl yorumlarıyla servis yaptığı bilinmektedir. Bu zirvelerde Türkiye’nin var oluşu kimilerinin sandığı gibi, ihtiyaçtan ya da olmazsa olmazlarla ilgili değildir. Tersine, kendini olmazsa olmaz sanan özelikle Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelere karşı, Suriye’nin bölgedeki müttefikleriyle aldığı bir duruşun ürünüdür. Suriye bunu özelikle yapmaktadır. Bunu anlamak için, bölgede Türkiye’nin siyasal sahaya nasıl geçirildiğini doğru algılamayı gerektirir.
Tarih 20 Mart 2003
Irak savaşı ve ardından gelen gelişmeler bölgenin kimyasını alt üst etmiştir. İsrail’in Lübnan’a saldırısı ise Arap üçlüsü, Mısır- Suriye ve Suudi Arabistan net çizgilerle birbirinden koptu. Gerginlik öyle bir boyut aldı ki, kararları Arapların kaderinde bir köşe taşı olan bu üç ülke, diplomatik ilişkileri kesecek kadar birbirine karşı sertleşti.
Bu dönem Türkiye Suriye ilişkileri hızla iyileşmeye başladığı dönemdir. A. Öcalan’ın Suriye’den çıkışı sonrası iki ülke arasında buzların çözülüşü, güvenlik anlaşmalarıyla süren limoni süreç, Cumhurbaşkanı Sezer’in Hafız el Esad’ın ölümü üzerine taziye ziyaretine gelişi, ilişkilere hızla yeni bir muhteva kazandırdı. İslam Ülkeleri Konferansı başkanlığına Türkiyeli İhsan Ekmelleddinoğlun getirilmesinde Suriye’nin oynadığı rol bu açılımı hızla yükselten bir etmen oldu.
Bu süreç, 3 Ekim 2010 tarihli ortak hükümetler toplantısının Lazkiye’de yapılmasına kadar sürdü. Bu toplantıda Türkiye tarafı MİT’in hazırladığı Suriyeli Kürtler dosyası gündeme geldi ve iki ülkenin iki ayrı algı üzerinde sorunları çözen yaklaşımlarının belirgince ortaya çıkmasını sağladı.
Türkiye, olumlu gidişi istismar edecek bir dayatmayla bu dosyaları ortaya koyunca, Suriye’nin bilinen ilkeli duruşuyla yüz yüze geldi. Burası Ortadoğu ve on yıllar içinde oturmuş ilkelerin devletlere kazandırdığı bir kimlik vardı. Suriye Kürt sorununda diyalogu, sık sık af yapmayı, halkıyla barışmayı temel alıyordu; kovuşturmalar, zindanlar, yasaklar, kanlı operasyonlar, 200 yüz yıldır süren kanlı Kürt kıyımları ise Osmanlıdan bu güne Türkiye’nin Kürt politikasını oluşturuyordu.
İki ayrı devlet iki ayrı algı ve tarih yüz yüze gelmişti. Bu, ilişkilerde ani bir soğuma yarattı. Erdoğan, 11 Ekim 2010 tarihinde ani bir ziyaretle Suriye’ye geldi. Esad’la görüştü, meşhur ortak basın toplantısında anlayış farklılıkları tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Kürt sorununda şiddeti esas alan yaklaşımla diyalogu esas alan yaklaşım karşı karşıya geldi. İşte o gün bu gün, iki lider bir araya gelmedi. Birçok gözlemcinin dikkatinden kaçan bu ayrıntı uzun bir yazının konusudur.
Gelişmelerin bu özet anlatımına eklenmesi gereken en önemli unsur, Türkiye’nin Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yazdığı “STARTEJİK DERİNLİK” kitabında da dile gelen, yeni Osmanlıcılık mantığıyla bölge ülkeleri ve halklarını bir kez daha tek millet çıkarları için istismar etme algısıdır.
Bu algı, bölge ülkelerinden hiç birini aldatacak sihirli değneğe sahip değildir. 400 yıllık Osmanlı tarihinin kıyımları, Türkiye’den bakışla sanıldığı gibi İslam ümmetine hizmet olarak algılanmıyor. Tam tersine, eli kanlı Osmanlının Arapları 400 yıl geri götüren karanlık çağları ifade ediyor.
Osmanlı karabasanı olmasaydı, Arap alemi çağdaş dünyanın tüm gelişmelerine aynı anda sahne olabilecek potansiyellere sahip olduğu belirtilmektedir. Bölgemiz, ülke ve halkları Osmanlı kadar, Türkiye cumhuriyetinin II. Dünya savaşı sonrası, Bağdat Paktı, CENTO ve NATO adına nasıl bir Arap düşmanlığı ve İsrail yandaşlığı yapıldığını da unutmamıştır;
Nasır hareketine karşı İngiliz casusluğu yapan Türkiye Mısır Büyükelçiliği olayı (1956), Irak devriminde kralcılara destek (14 Temmuz 1958), Lübnan iç savaşında (1958), İsrail-Arap savaşlarında (1967-1973) İsrail yanlısı tutumlar ve ABD üslerinin Araplar aleyhine kullandırılması bu bölge halklarının hafızasında çok derin izler bırakmıştır.
Türkiye bu geçmişiyle yüzleşmeden ne Suriye ne de Mısır’la gelişen iyi ilişkileriyle bir sonuç alamaz. Bu kaygıları gidermek öyle kolay olmayacaktır. Ancak siyasetin denklemleri gereği, bir araya gelişler, iyi niyetler adım adım bu sonucu üretebileceğini de unutmamak gerek.
YENİ OSMANLICILIK MI? MEZHEP LİDERLİĞİ Mİ?
Yeni Osmanlıcılık, Türkiye’nin handikabıdır. Yeni Osmanlıcılık ortak bölüşüm, eşitlerin ortak girişimine değil, her ortaklığı tek ulus lehine yontmak üzerine kurgulanmıştır. 21. Yüzyıl referanslarıyla bunu yapmanın gerçeği değiştirmeyeceği açıktır. Başlangıçta çok iyi bir hava verse de sonuçta toptan bir çöküş kaçınılmazdır. İsrail’in “Ortadoğululuk” adı altında ikame etmeye çalıştığı bu önerme, bölge halkları tarafından çoktan deşifre edilerek ret edilmiştir.
Yeni Osmanlıcılığın bölgemizde deşifre edildiğine ilişkin birçok Arap aydını etkili makaleler yazdı. Türkiye’nin bu yöndeki eğilimlerinin sonuçsuz olduğunu, yapıcı değil yıkıcı olacağını ifade etti.
Türkiye’nin Osmanlı aklıyla bölgede geliştirdiği olumlu ilişkileri sonuna kadar götüremeyeceğini gösteren bir dizi gelişmenin, yeni Osmanlıcılığın, Sünni liderliğine gerilemesini getirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Yeni Osmanlıcılık diye yola koyulanların, Lübnan gibi küçük bir ülkenin, acemi oğlanlarınca oluşturulan mezhep temsilciliklerinin bir uzantısı olma yönünde gerilediği belirginlik kazanmaya başlamıştır (bunda Harir ailesinin Türkiye’deki yatırımlarının, basın, Telekom gibi büyük iktisadi etkinliklerinin de rolü olduğuna işaret etmek gerek)
Buna rağmen, Erdoğan’ın Şam zirvesine oğul Hariri’yi kurtarmaya gittiğini iddia etmek güç. Bu, Erdoğan’ı birkaç gömlek aşan bir konumdur. Erdoğan’ın da buna niyeti olmadığını biliyoruz. Ancak Irak’ın işgali sonrası, Sünni mezhep etkinliğinde önemli ve tarihi bir gerilemenin yaşandığı bilinmektedir; direnmenin temel gücü olan bu mezhep kökenli siyasal hareketler, hızla Mısır-Suudi Arabistan hattına kayarak, “ılımlı” siyasal eğilimlere dönüşmüştür. Bölgede, Iran, Suriye, Lübnan, Filistin direnme güçlerinden oluşan direnme etkinliği, daha çok Şii-Alevi eksene kaymıştır. Filistin ve kimi Lübnanlı direnme güçlerinin Sünni taban üzerinde yükselişleri olmasına karşın ana güç budur.
Türkiye, yeni Osmanlıcılıkta bir sonuç bulamayınca, önüne gelen bölgenin Sünni liderliğine soyunmak istemesi bir ihtimaldir. Özellikle acemi oğlanların sıkıştığı yerde Türkiye’yi böylesi bir sürece sürüklemeleri mümkün görünmektedir; bölge siyasetinde Türkiye’nin önünde duran en önemli sınav burada belirginleşiyor.
Bu noktada ülkemizin tarih bilgisi olmayan, bu nedenle tarihle yüzleşme kaygısı taşımayan yöneticilerinin bilmesi gereken şey, 1400 yıllık polemiklerle, ortaya çıkan sorunlara cevap aramakla inancın atomlarına değil onun da içinde yer alan ayrıntılarına sızmış, Sünni mezhep öğretisinin öncüsü Suudi Arabistan ve Mısır oldukça bu alanda da kimse bir heves içinde olmamalıdır. Henüz Arapça okumasını bile bilmeyen din adamlarıyla bu sürecin yanından bile geçilemeyeceğini bilmek gerek. Türkiye’nin kuruluş felsefesi de böylesi bir girişim önünde önemli engeldir.
Bu alan gerçek bir bataklıktır da. Böylesi bir ısrar bataklığa gönüllü olarak yatmak anlamına gelir.
Bölgemizde ve dış politikanın tüm alanlarında yeni Osmanlıcılık bir iflas siyasetidir. Bu siyaset kadar mezhep liderliğine soyunmakta bir bataklık siyasetidir. Kanlı süreçlerin içine ülkeyi sürükleme siyasetidir.
Ülkemizi bu yanlış siyasi algıyla, Balkanlardan Kafkaslara, Orta-doğuya her alanda, ilk süreci balayı gibi gelen ilişkiler geliştirmektedir. Dün Kafkaslarda iflas eden bu siyaset, ülkelerin iç işlerine karışarak darbeciliğe kadar uzanan bir müdahale siyasetine sürüklendi. Siyasetin böylesi sürüklenişleri, kimi kötü niyetli kişi ya da temsilcilerin değil, siyasi perspektif mantığının kaçınılmaz sonucudur. Bunu iyi bilmek gerek. Yanlış, şahısların niyeti değil, siyasetin yönelimindedir.
Bu yönelimin birikimleri belli bir süre sonra, ülkemizin başına, bir dizi sorunu yıkacağı açıktır. O da, Osmanlı aklıyla tüm bölgeleri ele geçirelim derken, tüm bölgeleri kaybederek ülkemizin dar sınırları içinde kaskatı olmasını getirecektir.
Hesapsız ve tek boyotlu çakarcı açılımın sonu, her şeyi kaybetmektir.
LÜBNAN BATAKLIĞINDA TUTUM
Bu gün Lübnan konusu gündemde. Burada çok daha dikkatli olunmalıdır.
Lübnan bir bataklıktır, Bu bataklıkta tafrasızlık yoktur. Taraf olmak ise yerli olmayı, köklü bir siyasal geçmiş üzerinde rol oynamayı gerektirir. Arapların lider ülkesi olduğu sanısında olan Mısır bile, bu bataklıkta eriyip gitti. Bu gün, Mısıra dönüp bir şey soran bile kalmadı. Mısır, İsrail yanlısı onursuz politikalarıyla bölgeden tamamen silindi, tecrit oldu.
Suudi Arabistan, ağzını açtığı kesesine, Haririlerin ikinci anavatanları olmasına, tek tek milletvekili ve bakanları satın almasına rağmen bu bataklıkta ciddi bir siyasi etkinlik gösterememiştir. Karl Abdullah, kendi adını bu sürece koymasına rağmen, taraflar arasında bir denge ve anlaşma zemini yaratamadı. Hastalığı ağırlaşınca, ilk tekmeyi, oğlu gibi gördüğü ve etkisi altından çıkmayan diye bilinen Saad el Hariri’den yedi.( Erdoğan’ın dikkatine)
Lübnan bataklığı Suudi çabalarına bile mezar olmuştur. Türkiye bu bataklıkta hiçbir şey yapamaz. Ancak bu, bölgede seyirci olmak anlamına gelmiyor.
Bölge saflaşmasında, gerçekten kendi ve bölge halklarının çıkarları için direnen güçlerle ortak tutum almak büyük öneme sahiptir. Bu da, İsrail ve ABD’nin bölgede geliştirmek istedikleri dayatmacı, böl yönet, yaratıcı anarşi gibi kirli senaryolara karşı duran güçlerle omuz omuza olmaktır. Ülkemizin malum statüleri buna engel olsa da bunu başarmaya çalışmak halkımızın çıkarına olan tek tutumdur.
Bölgede adil ve kapsayıcı bir barışı, Filistin halkının haklarını, İsrail işgallerini sona erdirmeyi temeline oturtamamış bir siyaset, bölgede iflasa mahkumdur.
Bu nedenle ülkemiz, bırakalım yeni Osmanlıcılığı ya da mezhep liderliğini, öncelikle kendi iç sorunlarını barışçıl ve demokratik yollarla çözmeyi başarmalıdır. İç sorunlarını çözemeyen bir ülkenin bölge sorunlarında ciddi bir rol oynaması mümkün değildir. Zirvelerde lider sayısını tamamlamak için yer almakla etkin bir siyasi rol oynanamaz.
Bölgemiz, böylesi hafif duruşları parmağında oynatacak siyaset dehalarının mekanı olduğu unutulmamalıdır.
Mihrac Ural
17 Ocak 2011
Bu gün şu sıralarda (saat: 14.00) Şehri Şam’da alışıla gelmiş zirvelerden farklı bir zirve bağlanıyor. Konu Lübnan. Zirvede Katar Emiri Şeyh Hamad bin Halife El Sani, Suriye Devlet Başkanı Beşşar el Esad, Türkiye Başbakanı R.T.Erdoğan yer alıyor.
Lübnan bir küçük ülke ama derin bir bataklık. Bu bataklıkta boğulmayan ülke kalmadı. Haçlıları temsi eden tüm Avrupa kuvvetleri, kralları ve ülkeleri, Osmanlı, İngiliz ve Fransızlar dahil bu bataklıktan çıkamadı. Son olarak Suriye’de ağır bir fatura ödemek zorunda kaldı. Buna rağmen Lübnan, Suriyesiz sorularını çözemeyeceği belirgince ortaya çıkmış oldu.
Lübnan’ın sorunları bitip tükenmez. Bu sorunların çözümünde Türkiye’nin de katkı sağlaması normal. Ancak bu katkı ne hakem olmak ne de etrafa ağabeylik rolü takınmakla olur. Bu rol Türkiye’yi birkaç gömlek aşar. Suudi Arabistan ve Mısır’ın bile bu rolü oynayamadığı göz önünü alınırsa, ülkemiz bu bataklıkta Lübnan iç sorunlarının tarafı olmamaya çalışmalıdır. Lübnan siyasal saflaşması kitlesel olarak mezhepler ve dinler üzerine kuruludur. Bu yüzden, taraf olmak ülkemizin inanç çoğulculuğu içinde de açık taraf olmak anlamına gelir. Bu laikliğe de aykırı olduğu gibi, ülkemizin içinde boğulmakta olduğu sorunların azdırılmasından başka bir sonuç getirmez.
Yeni Osmanlıcılık aptallığıyla, Osmanlı milletlerinin başına geçileceğini sananlar, Lübnan bataklığında olsa olsa bir mezhep liderliği elde ederler. O da Saad El Hariri gibi acemi siyasi liderlerin oyuncağı olarak…
Ülkemizin hiçbir siyasi tercihine cevap olmayan “Sünni liderlik” tıkalı bir yoldur. Orijinallerinin olduğu yerde marjinallerin yapabileceği bir şey olamaz. Bu, yeni Osmanlıcılıktan da daha geri bir konumdur. Bölgenin tüm halklarını ve inanç türlerini kapsamayan bir yönelim ilk durakta, kapı dışarı edilerek kovulur. Erdoğan, bilinçsiz yardımcılarının kılavuzluğunda bu risklere yuvarlanmaktadır; dün ona Cemal Abdul Nasır rolünü uygun görenlerin komikliği bu gün ona Sünni liderliği vererek, tepe taklak olmasının yollarını açmaktadırlar.
Türkiye, Lübnan sorunun tek çözüm güzergahı olan Suriye’yle koordineli bir dayanışma içinde bölge halklarının lehine olan önerileri desteklemeyi tercih etmelidir.Bu ona ayrıntılardan da bataklıktan da korur.
Ülkemizin bölgedeki siyaseti eşitlerden biri olarak paylaşım siyaseti olmalıdır. Bunun için, öncelikle kendi iç sorunlarını çözmelidir. Bu olmadan bölgede ülkemizin bir rol oynamasını kimse beklemesin. Kendi sorununu çözemeyen bir ülkenin başkalarının sorunlarını çözme çabası beyhude bir çaba olacağı unutulmamalıdır.
***
17 Ocak 2011’de Suriye’nin başkenti Şehri Şam’da, alışıla gelmiş zirvelerden farklı bir zirve bağlandı. Konu Lübnan.
Lübnan tarihi boyunca kendi iç sorununu çözemeyen bir ülke. Çünkü ne tarihte ne de bu gün gerçek anlamda bir devlet ve ülke olamadı. Olması da çok güç; Lübnan, I. Dünya savaşının galip devletlerince (özellikle Fransa ve İngiltere) Hıristiyanlara ayrı bir ülke olarak, San Remo 18-26 Nisan 1920 mandaterlik anlaşmasına aykırı olarak, Suriye’den koparılarak kurulmuştur. Bu adımdan beklenen, bu günkü İsrail’den istenen roldü; emperyalist çıkarlar için ileri bir karakol olması istenmişti. Ancak Lübnan halkı, ana ülkeden kopmadı, ayrı devletlere sokulan aynı halk herkese ve her şeye rağmen davranış ve yönelim birliği içinde olmuştur; bu uyumu bozan kimi güçlere rağmen genel kural olarak süreç böyle işlemiş ve bugüne gelinmiştir.
İki ülke arasında en büyük kopma ve karşı karşıya geliş, İsrail-ABD ortak üretimi olan “yaratıcı anarşi” tezinin kurbanı olarak katledilen Lübnan’ın Sünni Başbakan Refik Hariri suikastı ardından olmuştur (14 Şubat 2005).
Irak işgal edilmiş ve bu işgalin siyasi etkileri Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak bölgede ikame edilmek istenmişti. On yıllardır hazırlanan planların hedefi, bölgede İsrail’e tam bir egemenlik sahası açıp, enerji kaynakları üzerindeki hegemonyanın güvenli hale getirmeyi amaçlıyordu. Ancak bu plan son şansını kullanarak çöktü.
İsrail’in Lübnan’a savaş karşı açtığı savaş bu amaçla gündeme geldi. Ancak ağır bir yenilgiyle yüz yüze geldi (12 Temmuz-15 Ağustos 2006, 33 gün savaşı).
Bu yenilgiyle BOP çökerken, geride bölge üzerinde korku ve kaygı ortamının hüküm sürmesi amacıyla, başbakan Hariri suikastıyla ilgili olarak kurulan uluslararası cinayet mahkemesinin bir kılıç gibi başlar üzerinde sallanmasına devam edildi.
Ancak savaşta sonuç alamayanların, bu tür oyunlarla da sonuç alamayacağını gösteren etkin bir çaba bir kez daha bölgemizde bu oyunlara geçit olmayacağını gösteriyordu. Son olarak Katar’ın başkenti Doha’da toplanarak bir ortak çözüm bulan tarafların kurduğu hükümet, uzun sürmedi. Saad Hariri hükümeti, 11 bakanın istifasıyla sona erdi.
ORTADOĞUDA ZAYIF HALKA
Bölgemizin Batı yakası patlamak üzere olan bir volkan gibidir. Bölgenin doğu yakası (Irak-Iran- Kürdistan) dingin hale getirilirken, Batı yakası kaynatılmaya başlandı. Bu gelişmeleri takip eden okurlarım, önceki makalelerimde verdiğim sinyalleri hatırlayacaklar; Gazze’ye yeni saldırı planlayan İsrail, ABD ile birlikte Lübnan’ı karıştırmaya devam ediyor diye gelişmeleri özetledim.
Lübnan, 14 Şubat 2005 Başbakan Refik el Hariri’nin katledilmesinden bu güne rahat yüzü görmedi. Hariri’yi katledenler Lübnan kadar bölgeyi de ateş çemberi içine almak isteyenlerdi. Tarihte ilk kez şahıs için özel Uluslararası Cinayet Mahkemesi kuran Birleşmiş Miletler Güvenlik Konseyi, her defasında yeniden Lübnan’ın mozaik bileşkesini kanlı bir iç savaşa götürecek bir sathı mail yaratmış oldu. Bu çabalar Irak işgaliyle bölgede başlayan genel stratejilerin bir parçası olarak gelişti. Hala da devam ediyor.
Yalancı şahitlerin ifadeleri üzerine kurgulanan Hariri suikastı iddianamesi, Mahkeme savcısı Daniel Belmarelinde Demoklesin Kılıcı haline gelmiştir. ABD-İsrail senaryolarına uygun dizayn edilen iddianame, önce Suriye’nin suçlanması üzerine kurgulanmışken, sonra bu hedefin isabetli olmayacağı üzerine varılan görüşle yön değiştirdi. Bu kaz direnme örgütü Hizbullah’ın başına çuval geçirmek üzere yeniden düzenlendi. İsrail kaynaklarından uluslararası basına sızan bilgeler, Kanada TV’nin ortaya attığı iddialar, Diplomasi kulislerine sızan bilgiler ve söz konusu mahkeme katiplerinin açık artırmayla piyasada sattıkları ses bantları ve ifadelerden anlaşıldı ki, hedef İsrail’i en çok rahatsız eden Hizbullah seçilmiştir. Dünyanın hiçbir mahkemesi böylesine hukuk dışı çalışmamış, iddianamesi bu ölçüde sokaklardan toplanmamıştı.
Büyük bir istikrarsızlığı beraberinde getiren bu söylemler, Lübnan’da güç bela sağlanan birlik hükümetini de sarsmaktaydı. Bu durum bölgede hiçbir ülkenin lehine değildi. Bunun üzerine Suriye-Suudi Arabistan diyalogu başladı. Tırmanan gerginliğe ve Hariri mahkemesinin yıkıcı etkilerine karşı önlemler alınmaya başlandı. Suudi kralı Abdullah’ın hastalığına rağmen süren bu girişimler, Oğul haririnin ne istediğini bilmeyen, başkası tarafından yönlendirilen yönelimlerince bir kez daha iflasla yüz yüze gelmiş oldu.
Oğul Hariri, Suudi karlının hastalığı kötüye gidebilir kaygısıyla, güç toplamak adına soluğu Beyaz Sarayda aldı. “Lübnan için Arap Girişimi”ni terk eden bu davranış, oğul Hariri’ye masada güç getireceğine, başbakanlığını sona erdirdi.
Beyaz Saraya başbakan olarak giren oğul Hariri, çıkışta hükümeti istifa etmiş buldu. Direnme güçlerinden oluşan muhalefetin tüm bakanları (10 bakan) ve denge bakan diye hükümette bulunan bakanın da istifasıyla hükümet çökmüş oldu.
Bu adım, aynı zamanda, İsrail-ABD ve Lübnan’da dış güçlere bağımlı hareket eden tüm siyasi çevrelere sert bir mesajdı; kurguladıkları oyun başlarına yıkılmış oldu. Muhalefet (tüm direnme güçlerini kapsayan haliyle) Lübnan’ı İsrail-ABD gibi şer güçlerine teslim etmeyeceğini, sonu nereye varırsa varsın, direneceğini bir kez daha ilan ediyordu.
Bu gelişmeler, bölgeyi bir patlamanın eşiğine getirecek potansiyellere sahipti. 7 Mayıs 2008 olaylarında direnme güçlerinin bir anda tüm Lübnan’a hakim olabileceğini göstermesi hala hatıralarda olan bir olaydı. O gün, Fuat Senyora (Baba Hariri’nin maliye bakanı) hükümetinin, direnme örgütünün özel telefon ağını sökmek için talimat vermesi İsrail’e verilmek istenen bir primdi. Ancak bu karar dış güçlere dayanan Senyora hükümetine ağır bir fatura olarak ödetildi. O gün, Oğul Saad el Hariri ve Dürzi lider Velid Canbolat gibi liderler evlerinde tutsak alınmıştı. Ordu da tarafsız kalarak bu girişimi onaylamıştı.
Bu gün ise, 11 bakanın istifasıyla, direnme güçlerinden oluşan muhalefet, dünyaya açıkça bu ülkede İsrail ve ABD oyunlarına yer yoktur demiş oldu.
Hükümet istifası gündeme gelince, mahkeme savcısı Belmar’ın aylardır nedensiz ertelediği iddianameyi, ani bir kararla mahkemeye sunulacağını açıklandı. Bu kararla, bir kez daha söz konusu mahkemenin bir siyasi koz olarak işlev gördüğü ortaya çıkmış oldu.
Lübnan merkezli yayın yapan Cedid TV’nin günü birlik “hakika liks” diye isimlendirdiği belgeleri yayınlamaya başlayınca, Oğul Harir, istihbarat dairesi başkanı Visam el Hasan, yalancı şahit Züheyr el Saddık ve mahkeme savcılarının ortak bir ev oturumunda iddianamenin nasıl şekilleneceği konusundaki sohbetleri de kamuoyuna açıklanmış oluyordu. Böylece baba Hariri suikastı için özel olarak BM güvenlik Konseyi Kararıyla oluşturulan mahkemenin bir sokak mahkemesi kadar kıymeti olmadığı, hiçbir hukuk normu taşımadığı da açığa çıkıyordu (Pakistan’da Benazir Butto suikastına ilişkin kılını bile kıpırdatmayan BM. Güvenlik Konseyinin Lübnan’a yönelik politikası artık açıkça ortaya çıkmış oldu; bu da “Yaratıcı Anarişi”nin bir parçasıydı)
Tam bu kesitte Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, “Lübnan için iletişim toplantısı” adını verdiği girişime Türkiye dahil bir çok ülkeye çağrı yaptı. Bu çağrı somut bir biçim almadan Şam zirvesi çağrısı Lübnan için hızlı bir adım olarak gündeme geldi. Lübnan Cumhurbaşkanı da Şam zirvesinin daha rahat karar alması açısından, yeni hükümetle ilgili meclis guruplarına danışmayı Pazartesi güne kadar (24 Ocak 2011) ertelediğini açıkladı.
Bölgemizin en zayıf ve en kırılgan halkası Lübnan böylece yeniden gerginliğin merkezi, dünyanın siyasal ilgi alanının orta yerine oturmuş oldu.
Tarihi boyunca, kırılganlığın ve anı reflekslerin kaynağı olan Lübnan, yine tarihi boyunca birden çok dış gücün etkisi altında bir kez daha kaderi üzerindeki kara bulutlarla boğuşmaya başlamış oldu.
ŞAM ZİRVESİ
Şam zirvesi, Katar Emiri Şeyh Hamad bin Halife El Sani, Suriye Devlet Başkanı Beşşar el Esad, Türkiye Başbakanı R.T.Erdoğan’ın yuvarlak masa etrafındaki oturumlarıyla başladı. 17 Ocak 2011 saat 14.00 sıralarında başlayan zirve, Arap girişimi olarak değerlendirilen Suriye-Suudi Arabistan’ın Lübnan’la ilgili ortak girişimini ve kararlarını desteklediğini açıklayarak sona erdi. Zirvenin tutumunu açıklamak üzere, Katar ve Türkiye Dışişleri Bakanları Lübnan’da farklı kesimlerle görüşme turlarına başladı.
Bu gelişmeler, bir kez daha Suriye’nin, bölgede olduğu kadar Lübnan’daki siyasi yönelimlerde tartışmasız bir etkinlik olduğunu göstermiş oldu.
Zirve, Lübnan için çizilen yol haritasını, tüm siyasal güçlerin ve mozaik dokunun siyasi karara katılımını ön gören yaklaşımlarını onaylamış oldu. İstifa eden hükümetin kuruluşunda önemli rol oynayan Katar Emiri’nin bir kez daha bu role soyunması, Lübnan’da siyasi yönelimlerin belli bir standart kazandığını da göstermiş oldu. Olmazsa olmazlar, bu zirvede de belirlenmiş oldu.
Zirvede Türkiye’nin yer alması önemli. Ancak bunun çok doğru olarak kavranması gerekmektedir. Ülkemizde basının yalan kurgular üzerine oturtulmuş tahayyülleri, bu türden yer alışı zıvanadan çıkmış akıl yorumlarıyla servis yaptığı bilinmektedir. Bu zirvelerde Türkiye’nin var oluşu kimilerinin sandığı gibi, ihtiyaçtan ya da olmazsa olmazlarla ilgili değildir. Tersine, kendini olmazsa olmaz sanan özelikle Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelere karşı, Suriye’nin bölgedeki müttefikleriyle aldığı bir duruşun ürünüdür. Suriye bunu özelikle yapmaktadır. Bunu anlamak için, bölgede Türkiye’nin siyasal sahaya nasıl geçirildiğini doğru algılamayı gerektirir.
Tarih 20 Mart 2003
Irak savaşı ve ardından gelen gelişmeler bölgenin kimyasını alt üst etmiştir. İsrail’in Lübnan’a saldırısı ise Arap üçlüsü, Mısır- Suriye ve Suudi Arabistan net çizgilerle birbirinden koptu. Gerginlik öyle bir boyut aldı ki, kararları Arapların kaderinde bir köşe taşı olan bu üç ülke, diplomatik ilişkileri kesecek kadar birbirine karşı sertleşti.
Bu dönem Türkiye Suriye ilişkileri hızla iyileşmeye başladığı dönemdir. A. Öcalan’ın Suriye’den çıkışı sonrası iki ülke arasında buzların çözülüşü, güvenlik anlaşmalarıyla süren limoni süreç, Cumhurbaşkanı Sezer’in Hafız el Esad’ın ölümü üzerine taziye ziyaretine gelişi, ilişkilere hızla yeni bir muhteva kazandırdı. İslam Ülkeleri Konferansı başkanlığına Türkiyeli İhsan Ekmelleddinoğlun getirilmesinde Suriye’nin oynadığı rol bu açılımı hızla yükselten bir etmen oldu.
Bu süreç, 3 Ekim 2010 tarihli ortak hükümetler toplantısının Lazkiye’de yapılmasına kadar sürdü. Bu toplantıda Türkiye tarafı MİT’in hazırladığı Suriyeli Kürtler dosyası gündeme geldi ve iki ülkenin iki ayrı algı üzerinde sorunları çözen yaklaşımlarının belirgince ortaya çıkmasını sağladı.
Türkiye, olumlu gidişi istismar edecek bir dayatmayla bu dosyaları ortaya koyunca, Suriye’nin bilinen ilkeli duruşuyla yüz yüze geldi. Burası Ortadoğu ve on yıllar içinde oturmuş ilkelerin devletlere kazandırdığı bir kimlik vardı. Suriye Kürt sorununda diyalogu, sık sık af yapmayı, halkıyla barışmayı temel alıyordu; kovuşturmalar, zindanlar, yasaklar, kanlı operasyonlar, 200 yüz yıldır süren kanlı Kürt kıyımları ise Osmanlıdan bu güne Türkiye’nin Kürt politikasını oluşturuyordu.
İki ayrı devlet iki ayrı algı ve tarih yüz yüze gelmişti. Bu, ilişkilerde ani bir soğuma yarattı. Erdoğan, 11 Ekim 2010 tarihinde ani bir ziyaretle Suriye’ye geldi. Esad’la görüştü, meşhur ortak basın toplantısında anlayış farklılıkları tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Kürt sorununda şiddeti esas alan yaklaşımla diyalogu esas alan yaklaşım karşı karşıya geldi. İşte o gün bu gün, iki lider bir araya gelmedi. Birçok gözlemcinin dikkatinden kaçan bu ayrıntı uzun bir yazının konusudur.
Gelişmelerin bu özet anlatımına eklenmesi gereken en önemli unsur, Türkiye’nin Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yazdığı “STARTEJİK DERİNLİK” kitabında da dile gelen, yeni Osmanlıcılık mantığıyla bölge ülkeleri ve halklarını bir kez daha tek millet çıkarları için istismar etme algısıdır.
Bu algı, bölge ülkelerinden hiç birini aldatacak sihirli değneğe sahip değildir. 400 yıllık Osmanlı tarihinin kıyımları, Türkiye’den bakışla sanıldığı gibi İslam ümmetine hizmet olarak algılanmıyor. Tam tersine, eli kanlı Osmanlının Arapları 400 yıl geri götüren karanlık çağları ifade ediyor.
Osmanlı karabasanı olmasaydı, Arap alemi çağdaş dünyanın tüm gelişmelerine aynı anda sahne olabilecek potansiyellere sahip olduğu belirtilmektedir. Bölgemiz, ülke ve halkları Osmanlı kadar, Türkiye cumhuriyetinin II. Dünya savaşı sonrası, Bağdat Paktı, CENTO ve NATO adına nasıl bir Arap düşmanlığı ve İsrail yandaşlığı yapıldığını da unutmamıştır;
Nasır hareketine karşı İngiliz casusluğu yapan Türkiye Mısır Büyükelçiliği olayı (1956), Irak devriminde kralcılara destek (14 Temmuz 1958), Lübnan iç savaşında (1958), İsrail-Arap savaşlarında (1967-1973) İsrail yanlısı tutumlar ve ABD üslerinin Araplar aleyhine kullandırılması bu bölge halklarının hafızasında çok derin izler bırakmıştır.
Türkiye bu geçmişiyle yüzleşmeden ne Suriye ne de Mısır’la gelişen iyi ilişkileriyle bir sonuç alamaz. Bu kaygıları gidermek öyle kolay olmayacaktır. Ancak siyasetin denklemleri gereği, bir araya gelişler, iyi niyetler adım adım bu sonucu üretebileceğini de unutmamak gerek.
YENİ OSMANLICILIK MI? MEZHEP LİDERLİĞİ Mİ?
Yeni Osmanlıcılık, Türkiye’nin handikabıdır. Yeni Osmanlıcılık ortak bölüşüm, eşitlerin ortak girişimine değil, her ortaklığı tek ulus lehine yontmak üzerine kurgulanmıştır. 21. Yüzyıl referanslarıyla bunu yapmanın gerçeği değiştirmeyeceği açıktır. Başlangıçta çok iyi bir hava verse de sonuçta toptan bir çöküş kaçınılmazdır. İsrail’in “Ortadoğululuk” adı altında ikame etmeye çalıştığı bu önerme, bölge halkları tarafından çoktan deşifre edilerek ret edilmiştir.
Yeni Osmanlıcılığın bölgemizde deşifre edildiğine ilişkin birçok Arap aydını etkili makaleler yazdı. Türkiye’nin bu yöndeki eğilimlerinin sonuçsuz olduğunu, yapıcı değil yıkıcı olacağını ifade etti.
Türkiye’nin Osmanlı aklıyla bölgede geliştirdiği olumlu ilişkileri sonuna kadar götüremeyeceğini gösteren bir dizi gelişmenin, yeni Osmanlıcılığın, Sünni liderliğine gerilemesini getirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Yeni Osmanlıcılık diye yola koyulanların, Lübnan gibi küçük bir ülkenin, acemi oğlanlarınca oluşturulan mezhep temsilciliklerinin bir uzantısı olma yönünde gerilediği belirginlik kazanmaya başlamıştır (bunda Harir ailesinin Türkiye’deki yatırımlarının, basın, Telekom gibi büyük iktisadi etkinliklerinin de rolü olduğuna işaret etmek gerek)
Buna rağmen, Erdoğan’ın Şam zirvesine oğul Hariri’yi kurtarmaya gittiğini iddia etmek güç. Bu, Erdoğan’ı birkaç gömlek aşan bir konumdur. Erdoğan’ın da buna niyeti olmadığını biliyoruz. Ancak Irak’ın işgali sonrası, Sünni mezhep etkinliğinde önemli ve tarihi bir gerilemenin yaşandığı bilinmektedir; direnmenin temel gücü olan bu mezhep kökenli siyasal hareketler, hızla Mısır-Suudi Arabistan hattına kayarak, “ılımlı” siyasal eğilimlere dönüşmüştür. Bölgede, Iran, Suriye, Lübnan, Filistin direnme güçlerinden oluşan direnme etkinliği, daha çok Şii-Alevi eksene kaymıştır. Filistin ve kimi Lübnanlı direnme güçlerinin Sünni taban üzerinde yükselişleri olmasına karşın ana güç budur.
Türkiye, yeni Osmanlıcılıkta bir sonuç bulamayınca, önüne gelen bölgenin Sünni liderliğine soyunmak istemesi bir ihtimaldir. Özellikle acemi oğlanların sıkıştığı yerde Türkiye’yi böylesi bir sürece sürüklemeleri mümkün görünmektedir; bölge siyasetinde Türkiye’nin önünde duran en önemli sınav burada belirginleşiyor.
Bu noktada ülkemizin tarih bilgisi olmayan, bu nedenle tarihle yüzleşme kaygısı taşımayan yöneticilerinin bilmesi gereken şey, 1400 yıllık polemiklerle, ortaya çıkan sorunlara cevap aramakla inancın atomlarına değil onun da içinde yer alan ayrıntılarına sızmış, Sünni mezhep öğretisinin öncüsü Suudi Arabistan ve Mısır oldukça bu alanda da kimse bir heves içinde olmamalıdır. Henüz Arapça okumasını bile bilmeyen din adamlarıyla bu sürecin yanından bile geçilemeyeceğini bilmek gerek. Türkiye’nin kuruluş felsefesi de böylesi bir girişim önünde önemli engeldir.
Bu alan gerçek bir bataklıktır da. Böylesi bir ısrar bataklığa gönüllü olarak yatmak anlamına gelir.
Bölgemizde ve dış politikanın tüm alanlarında yeni Osmanlıcılık bir iflas siyasetidir. Bu siyaset kadar mezhep liderliğine soyunmakta bir bataklık siyasetidir. Kanlı süreçlerin içine ülkeyi sürükleme siyasetidir.
Ülkemizi bu yanlış siyasi algıyla, Balkanlardan Kafkaslara, Orta-doğuya her alanda, ilk süreci balayı gibi gelen ilişkiler geliştirmektedir. Dün Kafkaslarda iflas eden bu siyaset, ülkelerin iç işlerine karışarak darbeciliğe kadar uzanan bir müdahale siyasetine sürüklendi. Siyasetin böylesi sürüklenişleri, kimi kötü niyetli kişi ya da temsilcilerin değil, siyasi perspektif mantığının kaçınılmaz sonucudur. Bunu iyi bilmek gerek. Yanlış, şahısların niyeti değil, siyasetin yönelimindedir.
Bu yönelimin birikimleri belli bir süre sonra, ülkemizin başına, bir dizi sorunu yıkacağı açıktır. O da, Osmanlı aklıyla tüm bölgeleri ele geçirelim derken, tüm bölgeleri kaybederek ülkemizin dar sınırları içinde kaskatı olmasını getirecektir.
Hesapsız ve tek boyotlu çakarcı açılımın sonu, her şeyi kaybetmektir.
LÜBNAN BATAKLIĞINDA TUTUM
Bu gün Lübnan konusu gündemde. Burada çok daha dikkatli olunmalıdır.
Lübnan bir bataklıktır, Bu bataklıkta tafrasızlık yoktur. Taraf olmak ise yerli olmayı, köklü bir siyasal geçmiş üzerinde rol oynamayı gerektirir. Arapların lider ülkesi olduğu sanısında olan Mısır bile, bu bataklıkta eriyip gitti. Bu gün, Mısıra dönüp bir şey soran bile kalmadı. Mısır, İsrail yanlısı onursuz politikalarıyla bölgeden tamamen silindi, tecrit oldu.
Suudi Arabistan, ağzını açtığı kesesine, Haririlerin ikinci anavatanları olmasına, tek tek milletvekili ve bakanları satın almasına rağmen bu bataklıkta ciddi bir siyasi etkinlik gösterememiştir. Karl Abdullah, kendi adını bu sürece koymasına rağmen, taraflar arasında bir denge ve anlaşma zemini yaratamadı. Hastalığı ağırlaşınca, ilk tekmeyi, oğlu gibi gördüğü ve etkisi altından çıkmayan diye bilinen Saad el Hariri’den yedi.( Erdoğan’ın dikkatine)
Lübnan bataklığı Suudi çabalarına bile mezar olmuştur. Türkiye bu bataklıkta hiçbir şey yapamaz. Ancak bu, bölgede seyirci olmak anlamına gelmiyor.
Bölge saflaşmasında, gerçekten kendi ve bölge halklarının çıkarları için direnen güçlerle ortak tutum almak büyük öneme sahiptir. Bu da, İsrail ve ABD’nin bölgede geliştirmek istedikleri dayatmacı, böl yönet, yaratıcı anarşi gibi kirli senaryolara karşı duran güçlerle omuz omuza olmaktır. Ülkemizin malum statüleri buna engel olsa da bunu başarmaya çalışmak halkımızın çıkarına olan tek tutumdur.
Bölgede adil ve kapsayıcı bir barışı, Filistin halkının haklarını, İsrail işgallerini sona erdirmeyi temeline oturtamamış bir siyaset, bölgede iflasa mahkumdur.
Bu nedenle ülkemiz, bırakalım yeni Osmanlıcılığı ya da mezhep liderliğini, öncelikle kendi iç sorunlarını barışçıl ve demokratik yollarla çözmeyi başarmalıdır. İç sorunlarını çözemeyen bir ülkenin bölge sorunlarında ciddi bir rol oynaması mümkün değildir. Zirvelerde lider sayısını tamamlamak için yer almakla etkin bir siyasi rol oynanamaz.
Bölgemiz, böylesi hafif duruşları parmağında oynatacak siyaset dehalarının mekanı olduğu unutulmamalıdır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder