Kürt sorunu üzerine
ve
Ulusal devlet
Mihrac Ural
Kurulu devletlerin milli vasıfları tarihe fiilen karışmadan, bir milletin devlet kurma hakkını, “bu tür kurumların zamanı geçti” diye gereksiz görmek, milliyetçiliğin, şovenizmin gizlenmek istenen anti-demokratik tepkisinden başka bir şey değildir. Küreselleşme ise, bu tepkinin gerekçesi olamaz. Gereksiz olan bir şey varsa o da, kurulu ulusal devletine rağmen, bu ilkel statüde tutunma adına şovenizme saplanmak, başka ulusların kaderini tayin hakkı önünde durmak, çok uluslu topraklarda tek uluslu dayatmalar yaparak demokrasi ve özgürlük kanallarını tıkamaktır. Bu ilkellik olduğu kadar, kendi egemen ulusunu, küreselleşme de ifadesini bulan çağdaş uygarlığın gerisinde tutmak demektir.
Küreselleşme, özgürlüktür, özgürlük ve eşitlik koşulunda oluşan global insan ilişkilerinin anlatımıdır. Bu ilişki her devletin değil her kültürel topluluğun dahi kendi kaderini özgürüce belirleme hakkını tanır, çünkü küreselleşmede tüm tarihi dolmuş kurum ve statülerin engel olacağı hiç bir insani ilişki kabul edilemez. Bu yüzden şu veya bu tarihi fırsatları kullanıp, başka milletlerin topraklarını da içine alarak devlet kuran milletlerin, ezdikleri milletlere siyasi kaderlerini belirleme yönünde özgürlük tanımaları, küreselleşmenin temel demokratik ilkeleriyle uyumlarına olduğu kadar, çağdaş uygarlık düzeylerine de önemli bir göstergedir. Bunun için her türden ilkel milliyetçi korkuları yenebilen kuşakların cesaretlerine ihtiyaç vardır.
Her milletin bir devlet kurması zorunluluğu her zaman ve her koşulda savunulamaz. Bu doğrudur. Ancak bu, o milletlerin içinde yer aldıkları egemen ulus devletinin tarih içinde ve bu gün ezilen ulusa karşı gösterdiği demokrasi ve özgürlük performansına bağlıdır. Devlet kurmuş bir millet, egemenliği altında olan milletlere daha ileri bir uygarlık sunamamış ve bu yolla onları asimile edememiş, egemenliğini yalnızca kurulu devletinin askeri ve güvenlik teşkilatının zorbalığıyla sürdürüyor ise, ezilen milletin kendi kaderini tayin etmekten başka hiç bir şansı kalmamış demektir. Küreselleşmenin temel demokratik yaklaşımı, bu özgürlük hakkının kullanılmasını emreder. Diğer taraftan, egemen devlet tam eşitlik ilkesi çerçevesinde diğer ulusal toplulukların haklarını en demokratik ve en özgür şekilde verememekte direniyorsa, ezilen milletin küreselleşme çağının özgürlük ortamında siyasi kaderini belirleme hakkını kullanması kadar doğal hiçbir şey olamaz. Ülkemizde ve Kuzey Irak’ta Kürtlerin küreselleşme çağındaki durumu da bundan ibarettir.
Kuzey Irak Kürtleri açısından durum daha da acildir. Orada ulusal hakların kullanılması bir yana yaşamak için kullanılması gereken kader belirleme sorunu vardır. Bölge tarihimizin gelmiş geçmiş en barbar diktatörlüğünü kuran Saydam rejimi altında, sadece uluslar değil, mezheplerin dahi kendi kaderlerini özgürce tayin hakkı önünde hiçbir çağdaş aklın engel oluşturması düşünülemez. Irak’ın toprak bütünlüğü bu noktada çok önemli ve hassa bir konudur. Elbette ki, Komşu ülkelerin toprak bütünlüklerini savunmak, olası dengesiz harita değişimlerini ve ardından gelebilecek sorunları hesaba katmak çok yerindedir. Ancak bu yönde gündeme gelen söylemlerin hiç biri gerçekçi değildir ve Irak’la komşuluk ilişkisinin etik değerleri açısından dile gelmemektedir. Başta ülkemiz yönetimi olmak üzere, tüm komşu ülkeler ve ABD dahil Irak’ın bütünlüğü konusundaki söylemleri, iki yüzlü birer yalandan ibarettir; kimi Irak’ın parçalanmasından kendi topraklarının da parçalanacağı kaygısından, kimi parçalanma sonrası, kendi payına bir şey çıkmayacağından kimi de, Saydam rejiminin devamını istediğinden bu söylemi dile getiriyor. Hiç kimse Irak halkının demokratik bir devlet altında, adil ve eşit koşullarda yaşam ortaklığının gerekleri için Irak’ın birliğini savunmuyor.
Irak parçalanmamalı, Iraklıların, maceracı yönetimler altında çektiği acıların bir an önce bitmesi, yeniden eski güçlü ve onurlu konuma dönmesi arzu edilen ve uğruna çaba sarf edilmesi gereken bir komşuluk hakkıdır. Ancak bu sancısız bir Irak için gerekli olan iç sorunlarının düzenlenmesini zorunlu olarak gündeme getirmektedir. Bu düzenlemelerin başında, Kürt ulusunun on yıllar içinden çıkıp gelmiş acılarının düzeyine, güvence isteklerine ve özgürlük taleplerine ikircimsizce verilecek karşılıkla olur. Bölgemizde, ABD’nin Kürt feodal aşiretlerine dayalı ikinci bir İsrail devleti oluşturma arzuları açıkça belli olmaktadır. Bu tehlikeye karşı da tek seçenek bulunmaktadır, Kürtlerin en özgür şekilde kaderlerini belirleme yolunun açılmasıdır. Bu yapılmadan, Kürtlerin emperyalist baskılar altında alacakları tehlikeli yönelimlerden yakınmanın hiçbir kıymeti olmayacaktır. Tersine tehlikeleri katlayarak artıracaktır. Ancak bu, Kürtlerin kaderlerini belirleme haklarının ya da, tarihi fırsatların en küçüğünü kullanarak, en büyük yararı elde eden diğer uluslar gibi Kürtlerin de bu fırsatı değerlendirmeleri önünde engel olmamalıdır. Bir zalim yönetimin altında, diğerinin altına girmeyecek bir Kürt siyasal yönelim tercihi tüm bölgenin yararınadır, bölgemizin doğu yakasında süren en önemli gerginlik olan bu soruna son verecek Kürt adımı, aynı zamanda bölgemizin demokratikleşme sürecini de derinleştirecek sonuçlar üretecektir. Bu özgürlük adımının özellikleri ve örgütlenme şekli sorunu ise, itirazlarımız ve eleştirilerimiz saklı kalmak kaydıyla tartışmasız olarak Kürt ulusuna aittir. Bunun ötesinde bir belirleme yapmak abesle iştigaldir.
Avrupalı entelektüellerin, belki de kavramakta güçlük çekecekleri ve karıştıracakları en önemli şey ülkeleriyle, bölgemiz ve ülkemiz arasında ki tarihi süreç farklılıklarıdır. Onlar, sonuçta vatan haline getirdikleri topraklarda yaşayan tüm etnik unsurları bir tek ulus altında birleştirebilecek bir uygarlık atılımı yapmış ve evrimci tarzda etnik farklılıkları özümseyerek tek bir ulus ve devleti oluşturma olanağını bulmuşlardır. Bu noktadan itibaren küreselleşme, tarihi dolmuş ulusal devletlerini aşan bir kategoridir. Ve, Avrupalı modern ulus-devlet ilişkisini aşarak küreselleşirken, genelde bölgemiz, özelde ise ülkemiz bağrında ezilen ulus sancısını taşımaya devem etmektedir. Küreselleşme çağında ezilen ulus sancısıyla kıvranmanın sonuçları ise, kendini, demokrasi ve özgürlük sürecinin tıkanmasında, buna bağlı bir dizi iç sorunun çözümsüzlüğünde göstermektedir.
Der Spigel editörü buyurdu ki, “her milletin devlet kurması gerektiği görüşü, artık zamanını doldurmuş bir görüştür, Kürtlerin devlet kurması bu anlamda gerekli değildir, farklı çözümler olabilir” (medyadan, 20.Ekim.2002)
Bu söylem genel hatları itibariyle çağdaş bir söylem gibidir. Özellikle küreselleşme çağında. Ve küreselleşme taraflısı olarak, kurulu bir devlet altında bulunan devletsiz milletlerin, devlet kurmalarını savunmak çelişkili gibidir. Buna kimi ilkel milliyetçilerin ve ulusal solcuların, “Avrupa birliğine katılım, tek devlet çatısı altında daha çok sayıda ulusun toplanması istendiği bir koşulda, bizim gibi geri ülkelerin parçalanmasını, her ulusal topluluğun ayrı devlet kurmasını savunmak bir emperyalist politika değil midir” ( Doğu Perinçek, Kanal D, Teke Tek programı, 21.Ekim.2002) yönlü tepkileri de dikkat çekici gibidir.
Bu söylemler, öncelikle bilinmeli ki, basit bir demagojiye ve popülist propagandaya dayalı olarak gündeme gelmektedir; Özellikle ülkemizin içinde bulunduğu seçim ortamında. Bu demagojinin tek dayanağı, farklı toplumları ve yaşadıkları farklı evrimleri, kiminin bu türden sorunlarını çözüp çözmediğini dikkate almadan farklılıkları eşitmiş gibi ele almaktadırlar. Yüz yılların evrimiyle ulusal sorunlarını başarılı demokratik ve özgürlük süreçleriyle aşmış olup sancılarından kurtulan Avrupa ülkeleri ile, bu sancıları ellerindeki devletin zor aygıtlarını çalıştırarak bastıran ama hiçbir şekilde çözemeyen antidemokratik ülkemiz ve bölge ülkeleriyle aynı tutmaktan ileri gelmektedir. Bu demagojinin daha da çeşitlenerek popülist amaçlarla karşımıza geleceğini hesap ederek, kısaca sorunun tarihsel ve bilimsel nedenlerine değinmekte yarar bulunmaktadır.
Modern ulus ve devletleri kapitalizmin şafağında doğar. Diye beylik bir sözümüz vardır. Bu belirleme, tamamıyla materyalist, Marksist gerçekçi bir belirlemedir ve tarihin çok önemli bir kesitine aşılmamış doğruluğuyla ışık tutar. Bu özlü cümle dev bir tarihi açıklar ve kısaca şunu ifade eder, tarihsel gelişimi içinde ticaret burjuvazisi feodalizmin kapalı ekonomilerinden, sanayi kapitalizmi ekonomisine geçişte, belli bir toprak parçası üzerinde ortak tarihle şekillenen, gelenek ve görenekleriyle kaynaşan, merkezi bir pazar çerçevesinde iktisadi ilişki birliğine yönelmiş, bölgesel farklılıkları aşarak merkezi bir ekonomi yaratma yönünde ilerleyen, etnik köklerini geride bırakarak ortak bir dil ile tüm ilişkilerini düzenleyen insan toplulukları, daha merkezi, daha güçlü ve güven içinde servetlerinin birikimlerini değerlendirmesi yönünde tek bir ulus çatısı ve değerleri içinde, merkezi bir ulus devleti altında belirlenen tarihsel bir örgütlenmeye yönelmişlerdir. Kapitalizm gelişirken ulusta bir sonuç olarak, tarihi bir kategori olarak, insan topluluklarının bir örgütlenme biçimi olarak kendini gösteriyordu.
Bu süreç, ilk olarak Avrupa’da İngiltere, İspanya, Fransa, İtalya gibi ülkelerde, 15. ve 16. Yüzyıllarda başlayarak ilerledi. Bu sürecin temel ekonomik yönelimi merkantilizmdir. Merkantilizm ticari kapitalizmdir. Paraya, kıymetli madenlere ve dış ticarete önem veren bir eğilimdir. Bunun için, evin içini tam güvenli, işlerliği olan, merkezileşmiş ve geniş piyasaları denetleyebilen, çok yönlü bir örgütlenme ile tek ulus ve merkezi devlet şeklinde yapılandırmaya girişildi. Orta çağın sonu ile sanayi kapitalizmi arasındaki evrede feodalizmin yıkılışı ve merkezi devletlerin oluştuğu, kapital birikiminin sağlandığı üretim artışı ve işgücünün yükselişi, ticari kapitalizmin merkantilist ekonomi planıyla gündeme gelmiştir. Tarihin önemli bir dönemecini oluşturan ve bu günümüzün tüm sosyal, iktisadi ve siyasi yapılanmalara temel oluşturan bu dönemdir. Merkantilizm, üretimin tarihsel dinamikleri toplumun tek tek bütün unsurlarını ve sınıflarını birleşmeye zorladığını, bu birleşmenin bir köy topluluğunun ya da bir bölgenin dar sınırları içinde düşünülemeyeceğini, bir sınıfın tüm üyelerinin tüm ulus çapında birleşmeleri anlamına geldiği bir dönem oldu. Bu dönemin sözcülerinden İngiliz John Hales, Fransız Antoine de Montchrestien (Fransa, Falaise, 1576-1621) devletin güçlendirilmesi için kıymetli madenlerin korunması, iç pazarın güvencesi ve ticaretin onurlandırılması yönünde önemli söylemleri dile getirmişlerdir. Montchrestien; “ Sonuçlandırmak için diyebiliriz ki tüccarlar, devlete yararlı olmaktan da ötedir ve onların hem çalışmaları, hem de sanayi alanında seferber ettikleri kazanç kaygısıdır ki, kamu yararının büyük bir kısmını sağlamaktadır. Bundan dolayı da onların kazanç sevgisi ve kar peşinde koşmaları, sanırım, her kes tarafından iyi karşılanması gereken şeylerdir.” (aktaran, Henri Denis, Ekonomik Doktrinler Tarihi C.I, s;108) Bu söylemler arasında, İtalyanların meşhur siyaset adamı, Ünlü “Prens” (1516) kitabının yazarı ve güçlü bir merkezi devlet için her yolu mubah sayan Makyevel’i (Floransa 1469-1527) hatırlamak gerek. Bu dönemin ulusal örgütlenmesi ve merkezi ulusal devleti siyasi tanımlanması ve ilkelerini en yalın olarak dile getiren, İtalyan Makyeveldir. Epikuros tarafından önerilen toplumsal sözleşme teorisi’ne yeniden saygınlık kazandıran, merkezi devlet ihtiyacına uyarlayarak, İtalyan’ın ulusal birliğinin sağlanmasında Kavur ve Garibaldi’nin akıl hocası konumunda olan Makyevel, Latince “status” kelimesinden gelen “statu”yu (devlet anlamında) ilk kullanan olmuştur.
Merkantilist dönem, gerçektende Avrupa’ya ciddi bir dinamik getirdi, servetleri artırdı, çalışmayı, iş alanlarını üretimi madenciliği ve tekniklerini, iş ve üretim, birikim ve atılımı inanılmaz bir dinamiğe kavuşturdu. Şarkın feodal imparatorlukları Avrupalının yollarını kestikçe o, yeni yollar aradı, keşifler yaptı, alternatiflerini yaratarak modern ulus ve merkezi devletinin oluşum ve güçlenmesini sağladı. Bunun konumuzla ilgili en önemli yanı da burada, merkezileşmenin bir toprak üzerinde gerçekleşmesi sağlanırken, nelerin bir potada kaynaştığı ve ulus birlik oluşumunda nasıl bir değişim geçirildiği görülecektir.
15. ve 16 yy. merkantilistlerin yüz yılı olarak belirdi. Ticaret burjuvazisini güçlendiren nesnel koşulların bir ürünü olarak şekillenen modern ulus ve devleti, feodalizmin parçalı beylik alanlarını tek bir merkezi pazar içinde ve onun gerekleri olan her türden toplumsal, siyasal, kültürel örgütlenmeleri yaratarak gündeme geldi. Bu süreçte adım adım gelişen merkantilist ekonomi, milli sermaye ve sınıfını, kendi ulus ve devletini de kapsamlı bir düzenlemeyle geliştirdi. Birbirinden kopuk iktisadi birimler olarak çevrelerine ve dünyaya kapalı olan feodal toplumsal yapılanma, 14. 15 yüzyıldan itibaren tüm gücüyle ilerleyen çok yönlü teknik ve sermaye gelişimine paralel olarak gerileme sürecine girdi. Eski toplumun bağrında, yeni dinamik ve etkinliklerle şekillenmeye başlayan kapitalist toplum nüveleri, hızla hissedilir hale geldi. Hissedilme olayı, feodal sistemin egemen sınıflarının mali gerilemeleriyle kendini gösterdi. Bu süreç tüm yönleriyle siyasi gerilemelerini getirerek büyüdü. Ticaret sermayesi belli bir birikim sürecine yöneldikçe, sosyal, siyasal ihtiyaçları kendini gösterdi ve bu ihtiyaçların giderilmesi yönünde siyasi müdahaleler başladı. Feodal sınıflar dipten gelen bu dev sermeye birikiminin sarsıntılarına daha çok dayanamadı, kimi tasfiye oldu kimi, dönüştü. Toplum top yekun değişime doğru adım adım sürüklendi. Bu değişimde beliren merkezileşme, en can alıcı unsurdu. Üstünde yaşadıkları ve çok belirgin olmayan bağlarla birbirine bağlı ilişki türleri sürdüren topluluklar, ister farklı kavimler, ister milliyetler ister kabile ve aşiretler, hızla kendi aralarında gelişen iktisadın ihtiyaçlarına uygun bir ilişki türü geliştirme eğilimi gösterdiler. Ticari sermaye merkantilist ekonomi yönelimi içinde, belli bir toprak parçasını tüm bölgeleriyle, topluluklarıyla merkezi bir pazar içinde kaynaştırmanın gerekliliğini dayatıyordu. Denetlenmesi mümkün olan en geniş topraklarda ve geçmiş tarihin önemli ölçüde ortak değerlerini taşıyan bölgeleri bir vatan olarak birleştirip, sermaye birikimlerinin gücünü ve güvenliğini korumak üzere ulus sınırları olarak şekillendirmeye yöneldi. Bu yapılanma kendi mantık gelişimi gereği, ortak merkezi pazarda, ortak değerler etrafında, dil birliğini de gerektiriyordu. Yüz yılların ağır ve derinden gelen evrimi böylesi bir son adım için tarih ortaklığının verdiği imkanlarla artan bir birleşme eğilimi ortaya çıkmıştır. Tüm farklılıklarını, yöreselliklerini, birinin diğeri üzerinde zorla dayattığı bir yaptırım olmaksınız, ortak insani iktisadi, sosyal çıkarlar çerçevesinde kaynaştıran topluluklar 15. ve 16. yüzyıllarda yaşadıkları topraklara da ortak tek bir ulusal çatı oluşturabilecek olgunluğu ulaşmış oluyorlardı. Özetle bu süreç, üretimin ıslahı ve yeni iş bölümünün getirilmesi; ticaretin büyümesi ve belirli milliyetlerin yerleşmiş olduğu toprakların,kendi içinde bütünlüğü olan ekonomik birimler haline gelişmesi; -tek tek lehçelerin ortak bir ulusal dil haline gelmesini hızlandıran- yaygınlaşan pazar ortamında dilin ekonomik ve ticari iletişim aracı olarak daha büyük bir önem kazanması; yazılı ulusal dilin doğuşu; ulusal bilincin güçlenmesi ve yükselen, toplumu daha ileri bir yaşam standardına götüren burjuvazinin siyasal iktidarı feodal beylerden alarak egemenliğini, merkezi ulusal devletle güçlendirmekle sonuçlanan bir süreç olarak belirmiştir. Lenin, bu süreci, “ Kapitalizmin gereksinimleri arasında, nüfusun ulusal bileşiminin mümkün olduğu kadar türdeş hale gelmesi gereği de bulunacaktır, çünkü iç pazarın tam olarak ele geçirilmesi için ve iktisadi ilişkilerin tam serbestliği için ulusal nitelik, dil birliği önemli etkendir.
...Batı Avrupa için, hayır, bütün uygar dünya için kapitalist dönemin tipik, normal devleti, ulusal devlettir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, sol yayınları, s; 47-55)
İktisadın yeni unsurlarıyla birlikte, ihtiyacı duyulan örgütsel yapılanma için artık her şey hazır bunuyordu. Marks’ın deyimiyle, etnik temelden çok toplumsal temel üzerinde, yani ortak çıkarlar, ortak ahlaki değerleri ve ortak görüşler şeklinde ortaya çıkan bağlar, ulusal bağlar olarak şekillenmiştir. Burada en önemli unsur, etnik unsurlardan çok (ki, etnik unsurlar çok önemli ve olmasa olmaz koşullar olmasına rağmen) yıllar içinde şekillenmiş toplumsal, ekonomik ve politik bağlardır. Etnik bağlar, toplusal ilişkiye ulus bileşiminin kapılarına kadar getirebilir ancak ondan öteye gidemez, ekonomik gelişmelerin yarattığı yeni unsurlar katılmaksızın bu süreç ulus bileşimine uzanamaz. Ulus bileşiminin tarihsel bir kategori olması da tamamen bunu ifade eder.
Avrupa ulusları, ulusal bileşimin farklıklarından doğan sancılarını tarihin hazmedici süreçleri içinde en doğal ayıklanmanın koşulları altında, zaman zaman egemen olan topluluğun egemenlik altına aldığı dili ve kültürü benimseyerek, zaman zaman egemenlik altına alınmış toprakların milletleri egemen milletin getirdiği daha etkin, daha kolay, daha güçlü, yaygın ve dinamik etnik unsurları uzun yılların sürecinde benimseyerek, hazmederek, kaynaşarak aşmışlardır. Bu tarihi alt yapı üzerinde ekonomik gelişmelerle taçlanan süreç ulusal birliği üretirken artık geçmişte kalan etnik unsurlar, yeni kuşakları birleştiren temel değerleri temsil etmekten uzak hale gelmiştir. Dili, bu konuda oldukça belirgin bir örnek olarak sürecin anlaşılmasında önemli bir yer tutar. Avrupa’nın tarihinde kısa bir gezinti yapmak bunu bize daha net olarak anlatacaktır. Bu aynı zamanda bölgemiz ve ülkemizdeki tamamlanmamış ulusal sorunları kavrama açısından da yeterli bir perspektif sunacaktır.
Bu gün Avrupa’nın tüm ulus ve ulus devletleri geçmişte üstünde oldukça farklı etnik yapıların bulunduğu topraklar üzerinde şekillendiler. Galya, Fransa olana kadar gel gitler şeklinde değişik etnik toplulukların istilalarıyla yüz yüze gelmiş, bir zaman birileri galebe çalarak bu topraklarda hakimiyet sürdürmüştür. Franclar ancak III. Yüzyıldan itibaren ağırlıklarını hissettirmeye başlarlar. Franc kabileleri dışında onlarca farklı topluluklar bu topraklarda bulunuyordu ve hala varlıklarını mahalli bir renk olarak sürdürmektedirler. Ancak Franc kabileleri Galya’ya ve çevresine egemen olmalarının tarihiyle birlikte başlayan, karşılıklı özümsenme, asimile modern ulusların doğuş çağına gelindiğinde artık, merkantilistlerin ihtiyaç duyduğu tüm merkezileşme de son hazırlıklarına varmıştı. Savoya, Bretonca, Ocitan, Bask, Alsas-Loren, Hollandaca gibi farklı etnik unsurlar, Galya toprakları Fransız ulus bütünlüğü içinde aşılarak, bir potada eriyerek geçmişin izleri olarak bu günde yaşamlarını sürdürmektedirler. Etnik asılları ne olursa olusun tarihin kaynaşma süreçlerinde oluşan özgün dengeleriyle içselleşmiş tüm unsurlar, oluşan tek ulus örgütlenmesinde kendini ifade edebilen ortak değerler bütününe kavuşabilmiş olmaktadırlar. Bu konumdaki Alman asıllı Alsas-Loren halkı Fransız olarak, alman istilasına karşı direnebilmekte, kahramanlıklar yaratabilmektedir. Diğer taraftan Fransızlarla ortak dil ve etnik akrabalıkları olmalarına karşın Savoyalıların İtalyan ulusunun ortak değerleri içinde birleşmiş olmaları aynı anlama gelmektedir. Modern uluslar bu aşamaları tarihleri içinde başarıyla çözümlemiştirler. İspanya’da, tarih yine aynı kaideye uygun ilerler. Eski dönemlerin Vadeller, Süetler, Alenler (409), Vizgotlar (412) Roma hakimiyeti, Araplar (711) ‘ yüz yıllar süren hakimiyetleri ve bu güne kadar, Bask, Katalan, Galisyan, Valensyanlar gibi etnik sorunlara rağmen, İspanyol ulusunun oluşumu söz konusu dengelerin özümsemelerinin bir sonucu olarak şekillenmiştir. İtalya ulusu içinde aşılmış olan Alman, Arnavut, Ladino, Yunan, Fransız Savoyalılar gibi etnik unsurlar buna işaret eder. İngiltere’de, Galler’i, Saksonları, Angılları, Jütleri ve bir kısım İrlandalı etnik varlıkları bu anlamda anmak gerek.
Belli bir toprak parçası üzerinde, tüm lehçe ve mahalli ağızları aşarak, etnik baskı altında kalmadan standartlaşabilen, yeniliği getiren, kapsayıcı öğeleri bulunan, bir potada herkesin ortak olarak özümseyeceği değerleri yaratan ana etnik unsur, modern ulusun doğuşuna bayraktarlık yapmıştır. Bu ara çoğu kimsenin adını dahi anmaktan çekindiği Stalin’in yaptığı ulus tanımı diğerleri arasında en kapsamlı ve en dikkate değer olanıdır. Bu tanım geçerliliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir; “Ulus, tarihsel süreç içinde, dil ortaklığı, toprak ortaklığı, ekonomik yaşam ortaklığı ve kendini ortak kültürde belli eden psikolojik yapı ortaklığı temeline dayalı olarak oluşmuş, istikrarlı bir insan topluluğudur.”
Avrupa’da modern uluslar böylesi bir ortaklığın, ortak değerlerin birileştirici potasında, iktisadın gelip dayandığı birikimlerin alt yapısı üzerinde şekillenmiştir. Modern ulus ve devleti kurulurken, tarihin çok gerilerinde kalmış farklılıkların temel unsurları bir potada birleşerek söz konusu topraklar üzerinde her kese ait bir ortak ulus değeri haline gelmiştir. Doğal ayıklanma kuralı gereği yaşama kabiliyeti olan, yaşamda daha dinamik güce sahip olan değerler, farklı topluluklara ait olsa da bir ulus çatısı altında tüm farklılıkların ortak değeri olabilmektedirler. Yaşama kabiliyeti ve dinamiği olmayanlar ise eriyip gitmekte ve gerilerde kalmaktadır. Bunun içinde hiç bir kesim tutucu olmamakta ve giden için göz yaşı dökmemektedir. Tersine kendilerini içinde buldukları ve ifade ettikleri ortak değerler farklılıklarını aşma ve ihtiyaçlarını en iyi ve ileri şekilde karşılama olanağı yaratmaktadır. Kuşaklar değiştikçe de, bu ortak değerler dışında hiçbir farklı değerle belirlenmeyen ulus kuşakları gündeme gelmektedir. Gerisi, uğruna mücadele edilecek bir değer değil, etnik bir değer olarak yerini almaktadır. Avrupa ulusları böylesine bir tarihten bu güne geldiler ve haklı olarak bu günün küreselleşme verileri altında, artık ulus merkezli değerlerin de eskidiğini görmekte ve savunmaktadırlar. İnsani ortak değerlerle yeterince doyurulmuş yeni kuşakların iktisadın gelişim ve ihtiyaçlarına uygun küreselleşme gibi yeni tür toplumsal yapılanmalara, yönelmeleri de kaçınılmaz olmaktadır. Ulusal devlet süreci biterken, açılan evrensen yeni ilişki türleri yine dünyayı kapsayacak bir ortak değer yaratımı için tarihi startını vermiş bulunmaktadır. Lenin’in, bu süreci önemle kavramış ve bu günleri görür gibi dile getirmiş olduğunu burada zikretmemiz gerekmektedir; “Gelişen kapitalizm, ulusal sorun konusunda tarihsel iki eğilim göstermektedir. Birincisi, ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışı, her türlü ulusal ezgiye karşı savaşım ve ulusal devletin kurulmasıdır. İkincisi ise, gerek uluslar arası ilişkilerin her biçimde gelişmesi ve giderek sıklaşması, gerek ulusal engellerin yıkılması, gerekse sermayenin, genel anlamda ekonomik yaşamın, politikanın bilimin, vb. uluslar arası düzeyde birliğinin sağlanmasıdır.” (Lenin, Tüm yapıtlar, c 20, s;27) Bu noktada açık biçimde kapitalizmin ulus oluşumuna ve küreselleşmeye doğru gidişinin tarihi bir süreç olduğu vurgulanmakta, son 300 yılın tüm toplumsal örgütleniş tablosu maddeci temellerine oturtularak özetlenmektedir. Bu günün verilerinde, Avrupalının ulus devletini zamanı geçmiş olarak görmesi çok doğaldır ve dünyanın tarihsel ilerleyişi yönünde haklı bir tutumdur. Bu tutumun içine tüm insanlığın sığması için, eksik kalan, böylesi tarihi gelişimle kaynaşmamış, farklılıklarına ortak değer yaratamamış toplumların uluslaşma süreçlerini desteklemek, özgürlüklerine engel olmama gereği ortaya çıkmaktadır. Uluslaşma sürecine girmiş, ulusal devletlerini kurmuş olanların tamamlanmamış demokratik ve özgürlük süreçlerini derinleştirerek, ulusal süreçlerini tamamlamamış, ulusal devletini kuramamışlara da kimseye zarar vermeden ortak yaşama açtıkları öz toprakları üzerinde ortak ulusal değerler etrafında bu aşamayı küreselleşme hedefiyle ortak bir düzlemde sürdürmelerine yardımcı olarak yerine getirmesi gereken, tarihsel bir görev bulunmaktadır. Bu görev öncelikle Avrupa’nın uygar ulusların aydınlarına düşmektedir. Bölgemizi ilgilendiren de bu noktadır.
Yukarda özetle anlattığımız süreç, ne ülkemizde ne de bölgemizde, çok uluslu topraklar üzerinde, ulusal devletini kurmuş hiçbir millet tarafından yaşanmamıştır. 20. Yüz yılın başlarından itibaren, modern devlet kurmaya başlayan bölge ulusları, tarihin hiçbir döneminde Avrupa’nın geçirdiği ve ulusun yaratılmasında temel manivela olan iktisadi alt yapıya sahip olmamışlardır. Üstten kurulan devletler, çoğu kez emperyalistlerin bir icazeti sonucunda gibidir (her ne kadar ciddi şehitler sunularak bağımsızlık mücadelesi vermiş olsalar da). Ortak dinin etkisiyle de, egemen olan uluslar ezilenleri din birliği ve eşitliği adı altında ulusal olgunlaşmalarının yollarını kesmişlerdir. Bu uluslar devletlerini kurarken, karşılarında kendi eşiti olan diğer ulusal devlet kurma sürecindeki güçleri değil, bunu çoktan aşmış, dev emperyalist ülkeleri bulmuşlar ve bunların yarattığı basınç altında, yaşadıkları çok uluslu toprakları artan oranda baskı altına alarak diğer ulus ve azınlıkların yaşam haklarını dahi kıyıma uğratmaya yönelmişlerdir. Buna kimi etnik unsurların oluşturduğu imparatorlukların, diğer milletlerin topraklarını, servetlerini yalnızca tekrar eden bir gasp mekanizmasıyla tepelemiş olmalarını eklediğimizde, ne ezenin ne de ezilenin, normal süreçleri izleyebilen bir ulusal değer ortaklığı yaratabilme olanağının hiç kalmadığını görmek zor olmayacaktır. Dolaysıyla, zaman farklılıkların aşılıp ortak değerlerin yaratılması lehine değil aleyhine işlemiş ve farklılıklar tüm diriliğiyle bölgemizin hemen hemen tüm tarihi etnik varlıklarının ayakta kalmasına ve her fırsatta, varlığını değişik yollarla dile getirmesine yol açmıştır. Bu sancı tüm şiddetiyle hala kendini hissettirmektedir.
Ezilen uluslar, bölgemizi işgal eden gaspçı-talancı güçlerin karanlıkları altında varlıklarını idame ettirebilmenin tek yolu olarak farklılıklarını korumada bulmuşlardır. Avrupa halkları, daha iyi yaşamanın, üretip ilerlemenin, ortak topraklar altında birleşip güçlenmenin, her kes için geçerli tek yolu olarak ortak ulusal değerler şemsiyesi altında etnik farklılıklarını aşma çabasını sürdürürken ve bununla her tarafın daha çok kazanma şansını artırırken, bölgemizde süreç tersinden işliyordu. Çünkü bu çok uluslu toprakları işgal edenlerin hiçbir etnik dokusu ve ekonomik çabası ve hedefi böylesi bir temel dayanağa sahip değildi; çok uluslu toprakları at nallarıyla, kılıç darbeleriyle istila edenler kurdukları imparatorluklarda dahi kendi dillerini egemen kılamamışlardır, topraklarını gasp ettikleri milletlerin dil, kültür, sosyal yaşamlarından ağır şekilde etkilenmiş bu etkilerden bu gün dahi kurtulamamışlardır. Ülkemizde, egemen Türk ulusunun, Atatürk gibi tarihi bir önderin girişimlerine rağmen kendi ana diliyle ibadet yapmayı başaramamış olması dahi, bu sürecin trajikomik çehresini anlatmaya yeterlidir. Avrupa bu dönemde, kiliseye karşı ayaklanıp her ulus kendi kilisesini kurma, kendi diliyle ibadet yapma, yeni mezhepler etrafında ortak ulusal psikolojilerini oluşturma gibi, ilerleme atılımları yaşamaktaydı. Avrupalı sömürgelerden getirdiği servetleri yükselttiği ortak değerlerin hizmetine sunarken ya da sonuçta bu hizmeti de üretirken, bölgemizde her defasında yeniden tekrar eden talan ve gasp, sadece yeniden gasp ve talan için tüketiliyordu. İstanbul’un fethi bu anlamda şark kıtasını karanlıklara gömme, geçmişin insanlığa uygarlık ışığı saçan ilerlemesini sekteye uğratma olarak gündeme gelirken, bu nedenle yolları kapatılan, kesilen Avrupalı, yeni keşiflerle dünyayı dolaşıp ticaret yollarını aralarken, pazar olanaklarını yaratıyordu, servetleri ulusal unsurlarının gelişmesine yatırıyordu, madenleri işliyor üretimi artırıyor yeni teknik donanımlarla zanaattan sıyrılıp sanayinin yollarını aralıyordu. İşte Merkantilist dönemin Avrupalılar için hizmet ettiği ortak ulusal değerlerin yükselme süreci ve aynı dönemde bölgemizde kısırlaşan, dağıtılan, tüketilen değerlerin sonuçları böyle bir denklem oluşturuyordu.
Küçük Asya’nın ticaret yollarının kesilmesi ile aynı döneme denk düşen ortaçağdan çıkış, gerçekte İstanbul’un fethi hadisesine hiç bağlı değildi. Tersine, İstanbul’un fethiyle Asya’nın yolları kesilince, Avrupa’nın yeniden doğuşu olan Rönesans hız kazanmıştır ve bunun sonucu oluşan dev dönüşümler, insanlığı orta çağlardan çıkarmıştır. Ama orta çağlar tüm kasvetiyle yolların kesildiği noktadan itibaren vahşice sürmeye devam etmiştir. Uygarlığın kalbi bu noktada durmuştur. Bu karanlık süreç, Arap İslam medeniyetinin açtığı yenileşme çağını sekteye uğratarak başlamış. Fetihçiler, bölgemize ne kültür açısından bir yeniliği, ne dil açısından ne de ekonomik atılım açısından bir perspektif geliştirememiş, bölge halklarını ortak bir değer etrafında toplayabilme kabiliyeti olabilecek bir yönelim sunamamıştır. Bunu anlamak için, bölgemizde 500 yıl hüküm süren Osmanlının dili dahil, her hangi bir etnik öğesi yada ekonomik sunusunun egemenlik altındaki hiçbir millet tarafından ortak bir değer olarak kabullenilmemesine bakmak yeterli olacaktır.
Bunu yaşamı ilgilendiren tüm unsurlara uygulayabiliriz, kültüre, dine, inşa sistemine, müziğe, giyime, yeme-içme kültürüne ve her şeye bile istisna her şeyde, etkileyen değil etki altında kalan bir egemen toplumla karşı karşıya kalınmıştır. Göçebe toplum esprisidir bu. Doğal olarak bu verilerle, temelde iktisadi yetmezlik olmak kaydıyla, modern bir ulus değerleri etrafında vatan yaratılamazdı. Bu yüzden ortaya çıkan ulusal devletler, ezilen milletlerin ulusal sorun sancısını içinde taşıyan bir siyasi girişim olmaktan öteye gidememiştir. Görüntüsü modern ulus devleti olan Türkiye Cumhuriyeti de tas tamam böylesi bir devlettir. Kuzey Irak bundan hiç farklı değildir.
Şimdi dönüp iki farklı örneği bir kez daha karşılaştıralım, görülecektir ki, Avrupa’nın tarihi gelişimi içinde ortak değer oluşturarak kurulan modern ulus ve devletleri ile bölgemizde kurulan devletler arasında ciddi farklıklar vardır. Bu farklılıkların yarattığı dengesizlikler, oluşan ulus ve ulusal devletlerin bağrında içselleştirilememiş, birliğe katılamamış ve bunun için gerekli ne iktisadi ne de siyasi bir perspektif taşınmamış farklı ulusal toplulukların tamamlanmamış ulusal süreçleri tüm diriliğiyle ayakta kalmasına yol açmıştır. Bu yüzden de ulus devlet kategorileri tarihlerini doldurmuş olmalarına rağmen ve yeni tarihi evrede insanlığın toplumsal-siyasal-ekonomik örgütlenmesi küreselleşmede kendini ifade etmesine rağmen, eksik kalan demokrasi ve özgürlük kazanımları nedeniyle bölgemizde ve ülkemizde henüz tamamlanmamış ulusal süreçler sorunu devam etmektedir. Bu nedenle, küreselleşme çağının içinde hakkıyla tüm ulusların yerini alabilmesi için, geç bırakılan uluslaşma süreçlerine hak tanımak, çağın özgürlük anlayışıyla uyumludur. Uluslaşma süreci hakkı, atlanacak olursa yada emperyalist politik çıkarların güdümünde biçimlenmesi gerçekleşecek olursa, dengelerini baştan yitirerek, küreselleşme içinde alacağı yerin orijinal olup, global yaşamsal hareketin etkin bir dişlisi olma dinamikleri baştan yitirilmiş olacaktır. Bu, eski köleliklerin yeni koşulda, yeni biçimler altında sürdürülmüş olmasını getirecektir. Bu tehlike her zamandan daha çok bölgemiz ve ülkemiz ulusal sorunlarında takınılan anti-demokratik tutumlarla, halkları yeni sorunlara düşürecek bir handikap olacaktır.
Bölgemizin en kadim yerlilerinden olan Kürtler, yaşanan acı tarihi süreçlerin tüm izlerini taşıyan bir konumda bulunmaktadırlar. Bu konumuyla, topraklarını kendi aralarında paylaşmış milletlerin baskı ve hükümranlığının ağır faturası olarak uluslaşma süreçlerini tamamlayamamış bulunmaktadırlar. Bölgemizin en önemli ulusal sorunu da, Kürtlerin sorunu olarak belirmiştir. Bu siyasal olduğu ölçüde ekonomik ve toplumsal açıdan da bu özelliktedir. Küreselleşme çağında ulusal sürecini tamamlama gibi çelişkili bir konumda olmaları tamamıyla üstlerinde anti-demokratik hükümlerini süren ulusal devletlerden kaynaklanmaktadır. Birbirlerine de düşman olan bu devletlerin, Kürt sorunu karşısında çirkin senaryolar etrafında bir araya gelmeleri de ayrıca tarihin bir handikabı olarak, Kürtlerin ağır yüklerini daha da ağırlaştırıcı özellik arz etmektedir. Kendileri de pek bağımsız bir ulus devleti kuramamış olan bölgemiz devletlerinin Kürtlerin uluslaşma süreçlerine dengesiz ve korkakça tepkiler göstermesi, esasında farklılıklara karşı bölgemizde süre gelen tarihsel akıl sisteminin devamı olarak karşımıza geldiği görülmektedir. İktisadi evrimin dengesizlikleri, doğal olarak siyasal ve sosyal yapılanmalarında dengesizliğini getiriyor. Buna bölgemizi kanlı fütuhatlarıyla gasp edenlerin kültürel açıdan yerli milliyetlere hiçbir şey katamaması gerçeğini eklediğimizde, ezilen her ulusun özgürlüğünün bölgemizde gelişmesini istediğimiz demokrasi ve özgürlük süreci için ne kadar ciddi bir ihtiyaç olduğuna da önemli bir işarettir. Topraklarını paylaşmış hiçbir milletin, Kürtleri özümseyebilecek, asimile edebilecek daha üstün bir kültür ve sosyal ilişki türü geliştirememesi, ulusal farklılıklar içinde çok önemli olan bu unsurun da Kürtlerin haklı ulusal kaderlerini tayin etme taleplerine ciddi dinamikler katmaktadır.
Kürtler dünyadaki her hangi bir millet gibi, etkilemeye ve etkilemeye açıktırlar. Avrupa’da etkilenip, etkileyen milletlerin ortak değerler etrafında oluşturdukları tek uluslu merkezi toplumsal örgütlenmeler gibi, bölgemizde bir yapı kurulamamıştır. Kürtleri bu açıdan içine alacak bir millet ortaya çıkmamıştır. Zor ve zorbalık ise bu farklılıkları artan oranda katılaştırmıştır. Osmanlı egemenleri kendi kabile saltanatları dışında, vatan, millet diye hiçbir sorun ve kaygı duymamaları, reayalarına seferlerde asker ihtiyacı dışında bir nedenle ilgilenmeyen, göçebe aidiyetleri bir yandan tarihsel uluslaşma için gerekli ekonomik gelişmelerin önünü kesmekte diğer taraftan egemen oldukları çok uluslu topraklarda farklılıkların artan oranda derinlik kazanmasına yol açmaktadırlar. Bu ise kimilerinin yutturmaya çalıştığı Osmanlıda farklılıklara özgürlük vardı yalanıyla geçiştirilecek bir şey değildir. Tersine barbarca süren egemenlik tüm farklılıkları kılıç zoruyla sindirme yönünde çalışmıştır, ancak bu sindirmeyi takip edecek daha ileri bir sunu ve değer ortaklığı olmadığı için farklılıklar daha da dirençli olmuş, var olma mücadelesinde önemli bir kısmı, bu güne oldukça dinamik ve etkin olarak gelmiştir; Süryaniler, Ermeniler, Rumlar, Lazlar yok olma noktasına gelecek kadar ağır zulüm görmüşlerdir, daha da ağır zulüm görmelerine rağmen de Kürtler, Araplar hala güçlü dinamiklerle ulusal süreçlerinin tamamlanması için direnebilmektedirler. Bu noktada Engels’in ünlü sözü “Başka ulusları ezen hiçbir ulus özgür olamaz” ve Marks’ın “Diğer bir ulusu ezen her ulus kendi zincirlerini hazırlar” ( Marks-Engels, Seçme yapıtları c.4, s.417 ve c.2, s,176) sözlerini hatırlatarak, bölgemizin en önemli sancıları arasındaki ulusal soruna tek çözümün özgürlük olduğunu ifade edelim. Bu özgürlük artan oranda küreselleşme çağının bir ürünü olarak gelişmektedir. İnsanlığı, bütünün bir parçası gören küreselleşme çağı, öylesine özgür iradeli kuşaklar yetiştirmektedir ki, tarihi dolmuş kategorilerin mahkumu olmaktan uzaklaştıkça kendi ulus devletinin uluslaşma sürecini engellediği milletlere özgürlük vermek için kendi üstüne düşen yükümlülüğü daha da güçlüce yapmaktadır. Bu kuşakların çabası, uluslaşma sürecini tamamlamak isteyen milletlerin küreselleşme çağına daha erken ulaşmalarına da yardımcı olacaktır. Bunun sonuçta taşıdığı anlam, etnik tarihi değerleri ne olursa olsun, tüm milletlerin özgür olduğu bir bölgede, her ulustan kuşaklar küreselleşmenin yarattığı ortak değerler şemsiyesi altında, insanlıklarının ortak paydasında karşılıklı dayanışma, iletişim ve çalışma zemini içinde olacaklardır. Bu yüzden Kürtlerin uluslaşma süreçlerinin özgürce gelişerek ulus devleti dahil tüm sonuçlarına en erken şekilde ulaşması tüm bölge uluslarının çıkarınadır ve çağdaş uygarlığı yakalama yolunda tüm bölgeye sunulmuş en büyük hizmet olacaktır. Bunun önünde duran engel emperyalistlerin çıkarları ve bölgenin ilkel milliyetçileridir ki bunlarda öncekilerin çıkarlarıyla ilintili olmanın bir sonucu olarak bu davranış içinde bulunmaktadırlar.
Kürtler bu günün verileri içinde, bir taraftan tarihin önlerine koyacağı her fırsattan yararlanarak ulusal birliklerinin ihtiyacı olar sonuçlara gitmeleri, diğer taraftan da çağdaş uygarlığın, demokrasi ve özgürlüklerin aydınlığından yararlanmak için insanlığın ortak küresel değerlerine uzanmaları gerekmektedir. Bu da tamamıyla Kürtlerin bir iç sorunudur. Biz Kürt ulusunun alacağı her karara saygılı olmakla yükümlüyüz. Kendi iç işlerimizin, sancılarımızın, yükümlülüklerimizin aşılması sorunuyla ilgilenmemiz, bir başkasının iç işlerine karışmaktan daha önemlidir ve daha onurludur. Kaygılarımız başkasının iç işlerindeki düzenlemelerinden kaynaklanıyorsa, bunun tek anlamı iç sorunlarımızda hala çözülmemiş sancılarımızın bulunduğuna işarettir. Önce onları en adil şekilde çözmeye bakalım.
Doğu Perinçek’in iddiasına gelince, sürekli tekrar etmekte olduğu önemli bir hataya dikkat çekmek gerekmektedir. Öncelikle bilinmeli ki, tarihte ulusal devlet kurma fırsatını değerlendire bilen milletler, kendilerine yeterli güvenleri varsa, iktisadi-sosyal ve siyasal alanda kendi insanları için ciddi demokratik dönüşümleri yapabilmişlerse, hiç vakit kaybetmeden küreselleşme sürecinde etkileyen bir yer alma yönünde atılım yapmalıdırlar. Bu noktada tarihi geçmiş ulus, vatan, toprak, bayrak vb. geçici kategorilere mahkum olmadan (ki bu unsurlar, tıpkı eski inançlar, gelenek ve görenekler gibi belli bir tarihte doğar ve belli bir tarihte görevlerini yerine getirmenin huzuruyla gömülür giderler, daha ileri unsurlara yol açarlar. Şamanizm den İslam’a geçiş gibi, şalvar ve entari giymekten, pantolon giymeye geçmek gibi ya da Osmanlı bayrağındaki üç hilalden ay yıldızlı bayrağa geçmek gibi), daha evrensel ve ileri değerler etrafında örgütsel değerler içinde yer almaya yönelmelidir. Bu noktada tarihin mevzusu toprak, bayrak hatta dil bile değildir. Tarihin tek mevzusu insandır.
Küreselleşme, insan özgürlüğünün, kolektif insan aklının ürünleriyle, keşif ve icatlarıyla oluşmuş evrensel ve tarihsel yeniden bir örgütlenme girişimidir. Tıpkı, dün insanlığın feodal dönemden çıkarak uluslaşmaya yöneldiği gibi, bu gün ulus sürecinden küreselleşmeye yönelmektedir. Perinçek, bu ikinci aşamayı anlamakta güçlük çekmekte ve her defasında yeniden tarihsel ileri gelişmeleri, emperyalistlerin komplolar teorisine mal etmeye çalışıyor. Bu, Perinçek’in kendi ulusunun tarihine, demokratik performansına, dinamiklerine olan güvensizliğinin bir ürünüdür, Bunda da haksız sayılmız. Kişi, ulusunu kendisi gibi görmesi de bu anlamda doğaldır. Diğer taraftan, ulusal birliği ve ulusal devletinin kuruluşu zorla engellenen, ülkemizin ve bölgemizin temel sancısı olan, Kürt milletinin özgürlüğü önünde durmak, öncelikle ülkemiz ve bölgemizin demokratik gelişimi önünde durmaktır. Kendi özgürlüğümüzü tıkayan en önemli sorun, başkalarının özgürlüğü önünde duruşumuzdur.
Kürtler ülkemizde ve bölgemizde kimseden bir şey istememektedirler, yaşama açtıkları topraklarda özgürlüklerinden başka bir şey istemiyorlar. Bunu da bölücülük kapsamında yorumlanması mümkün olmayan taleplerle, en barışçıl şekilde dile getiriyorlar. Özellikle Kuzey Irak’ta, tarihin tanık olduğu en zalim yönetime karşı varlıklarının ikamesi için bir yeniden yapılanma talebindeler. Bu talep bağımsız bir Kürt devleti olarak gündeme gelmiyor, öyle de olsa bu onların en doğal hakları ve kendi istemlerinin kendi iç sorunlarının bir ürünü olacaktır. Bunu, kaba bir söylemle, kolacılığa kaçan ve her şeyi komploların gözlüğüyle gören, emperyalist böl-yönet taktiği olarak görmek, kasıtlı bir yaklaşım değilse bilgisizliktir. Bölünecek olan nedir? hangi ortak değerlerin tarihsel gelişim içinde şekillenmiş birliği bölünmeye maruz bırakılmaktadır? yok öyle şey. Tarihler boyunca, her yol ve yönteme baş vurulmasına rağmen, ortak bir değerler manzumesi içinde bütünleşemeyen farklılıkların, daha çok birbirini yok etmemeleri için, sürtünme kat sayılarını azaltmak için, aralarında hiçbir zaman olumluya olanak vermeyen grifit ilişkileri şeffaflaştırmak için farklılıkları birbirine mahkum etmeyecek bir özgürlükten bahsediliyor. Bunun adı bölmek değil var olan farklılığı ve bölünmeyi olumlu sonuçlar üretecek bir netliğe kavuşturmaktır. Emperyalist bunu asla istememektedirler, tersine birlik adına olumsuz sürtüşmelere yol açan verili statülerin ebede kadar devam etmesini ve etrafların sürekli birbirlerini tüketerek emperyalistlere muhtaç kalmasını istemektedirler. Bu ise, Perinçek’in dile getirdiği ve sürmesini istediği statüden başka bir şey değildir.
Perinçek, vatansever maskeli ilkel bir milliyetçidir. Öyle olması da suç değildir, ancak çağdaş uygarlığın bu günkü verilerinde, tarihsel olarak ilkel konumdadır; ulusal örgütlenme çağının bittiği yerde milliyetçilik yapmanın anlamı ilkelliktir, tarihi karşı direnmektir, Perinçek’te bunu yapıyor. Her kese rağmen, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı er yada geç, küreselleşmenin özgürlük ortamında gerçekleşecektir, buna en iyi katkıyı bölgemizin ve ülkemizin egemen uluslarının yeni kuşakları, ilkellikten kendini arındırmış aydınları ve halkları yapacaktır. Perinçek türü yaklaşımların, demokrasinin farklılıkların yaşam hakkı ilkesi gereği var olması ve kendini ifade etmesi en az haklı olanlar kadar gereklidir. Kararı zaman ve değişimle ortaya çıkacak yeni kıstasların yargıları verecektir. Kürt ulusu buna güvenmelidir.
Der Spigel Editörüne gelecek olursak, O türden aydınların da zaman zaman maksadını aşan söylemleriyle, yerli ilkel milliyetçilerimize yeterince malzeme sunma konumuna düşmemeleri gerektiğini belirtmek yerinde olur. Kaldı ki, bilinmesi gerek önemli bir gerçek vardır, Avrupalılar, ulusal örgütlenmelerini ve ulusal devletlerini kurarlarken üstünde yükseldikleri kapitalist ekonominin güçlendirilip, yaygınlaştırılmasının tarihi, “insanlığa kan ve kılıçla dayatılmıştır” (Marks). Oysa Kürtler, ulusal örgütlenme ve ulusal devlet haklarını, ne kimseden toprak ne de servet talep ederek gerçekleştirmek istemektedirler. Kendisinden gasp edilen servetlerin hesabını dahi sormadan, barışçıl ve sürdürülebilir olanaklar çerçevesinde ulusal haklarını talep etmektedir. Ulus ve ulusal devlet örgütlenmesini aşmış bir dünyada, özgürlükleri tıkalı tüm toplumları özgürlüğe kavuşturmak temel bir görev olması gerekirken, birilerine bu hakkı kullanmada “gereği kalmamıştır” hükmü vermek oldukça çelişkilidir. İnsanlığı küresel değerlerin eşitliği içinde kaynaştırmak için, bu değerlere yükselme önünde tamamlanmamış tarihsel görevleri yerine getirmeyi desteklemek gerekiyor. Avrupalı aydınların Kürt ulusu karşısındaki insani yükümlülükleri burada başlar. Gerisi Kürt ulusunun kendi iç sorunudur, kendi kaderidir onu yalnızca Kürtler belirler. Bu noktada, Avrupalı entelektüellerin, Kürtlerin devlet kurmaları gerekip gerekmediği yönünde başkalarına akıl vermek gibi gelenekselleşmiş tutumlar yerine, küreselleşme aşamasına gelmiş kuşaklarına, ülkelerinin emperyalist politikalarla insanlığa verdikleri büyük zararlar karşısında direnmeyi öğretmeleri tavsiye edilir. Zira, emperyalist politikalar küreselleşmeyi kirleten en tehlikeli atıktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder