16 Şubat 2009
Ali Ziya Çamur “azınlık refleksimize”, milliyetçi sosyalist refleks göstermiş. Cevabı, Baskın Oran hocaya mı? Bana mı? Yazısı “azınlık olmak zor zanaattır” adlı makalemin üstüne gelmiş, konu ikimizi de bağlaması dolaysıyla ve hocanın meşguliyetini göz önüne alarak arkadaşa kısaca durumu anlatayım.
Öncelikle yazımı iyi okumasını tavsiye edeceğim. Ayrı dünyalardan bahsediyor gibiyiz. İyi okunmamış yazıya iyi cevapta verilmez hatırlatırım.
Sonra:
Vekaleti kimden alındığı belli olmayan "azınlıklara yapılan haksızlığa gösterilen reflekse elbette katılırım" deme gibi yukardan bakan milliyetçi tutumların, sosyalizmle uzak yakın bir bağının olmadığı kanaatindeyim. Ortak ülkemizi farklılıkların eşit ortakları olarak görmeksizin sorunlara ortak bir paydada çözüm bulmak mümkün değil. Bu açıdan ifadelerimize çok dikkat etmeliyiz. Yanlış söylem, olgulara bakıştaki yanlışlıktan kaynaklanabilir diyeceğim.
Nasıl olsa “tüm halkların omuz vereceği bir sosyalist devrim yaptığımızda, bu dönümlerce araziyi (salt Süryaniler diye) bu papazlara mı terk edeceğiz?” demek ise beterin beteri bir yanlışlıktır. Bu yaklaşım ne içerik açısından ne de biçim açısından demokrat olabilir; sosyalist ise hiç olamaz. Bu yaklaşımlar düpedüz despotluktur. Bu ifadelerin, ne teori açısından ne de dünya devrimleri tarihi ve deneyleri açısından sosyalist bir değeri olabilir.
Ben burada bu arkadaşımıza toprak dağıtımının sosyalist devrim olmayacağını anlatmayacağım. Ayrıca toprakları küçük parçalara bölme anlamında gerçekleşen hiçbir devrimin verimli olmadığını, maliyeti artırdığını ve sonunda arkadaşın bilebileceği, okuduğu tüm geri kalmış ülke devrimlerin de bu nedenle ne türden ekonomik yıkımlara düştüğünü de dile getirmeyeceğim. Vietnam’ın, Cezayir’in, Gine-Bisau’nun, Etiyopya’nın, Kamboçya’nın hallerini anlatsam gözyaşlarına mendil yetişmez, bunları da geçelim...
Arkadaşa daha ileri bir uygarlıktan bahsedeceğim ki, olayı daha iyi algılasın. Kapitalizmin haksız ve adaletsiz mülkiyet ilişkileri, sistem olarak; tüm emekçileri, yoksulları, adaletsizliğe uğramış mülksüzleri, derinden rahatsız eden bir vakıadır. Feodalizmin içinden çıkıp geldiği kesitte ileri olan ve insanlığa olduğu kadar yerleştiği ülkenin insanına da onamlı açılımlar ve rahatlamalar getiren kapitalizm, gelişiminin ülke sınırları içinde süreçlerini tamamlamasıyla birlikte gerici ve yetersiz bir konuma gelmiştir. Feodalizmden daha ileri bir toplum formasyonuyla, batı uygarlığı adını alan sistemiyle klasikleşen katkıları 19. yy sonlarında 20.yy başlarından itibaren tüm insanlık için bir talan ve sömürü sistemi olarak kendini daha da hissettirmeye başladı. Sermaye birikiminin de bir gasp, talan ve fütuhat sürecinin sonucu oluşması meta ihracından, 20.yy sermaye ihracıyla birlikte emperyalist bir karaktere bürünmüştür. Bu uygarlık artık 500 yıllık gelişiminin gelip tıkandığı yerde gericileşmiştir. Rekabetçi gelişim döneminin burjuva demokratik süreçlerinde topluma kattığı değerleri de tüketmiştir. Sık sık dünya savaşlarına, bölgesel savaşlara derin ekonomik krizlere bata çıka bu günlere geldiği noktada tıpkı Feodalizmin son dönemlerindeki toplumsal tıkanmalar içinde kaoslara düşmüştür. Geçici reçetelerle artık çözüm bulamayan bu uygarlık ve sistem geniş bir muhalefetle yüz yüze kalmış ama bunalımından çıkamamıştır. Yeni bir uygarlık diye 20 yy gerçekleşen devrimlerde bir gerçekçi alternatif oluşturmaması bu kaosu daha da derinleştirmiştir. Bu uzun tarihi süreç içinde tek başına sınıf mücadelesi ise bir sonuç yaratmamıştır; sınıf mücadelesinin ürünü olarak gerçekleştiği iddiasında olunan “sosyalist devrim”ler ise gerisin geriye kapitalizme dönerek aynı madalyonun farklı yüzleri olan toplumlar dışında bir sonuç yaratamamıştır.
Bu açıdan sınıf mücadelesi sistem içi bir mücadele dışında ne güç ne de gerçekçi bir tarihsel dönüşüm yapmadığı görülmüştür. 200 yıllık kapitalizm içi sınıf mücadelesinin tarihsel bir devrim, alt ve üst yapısı farklı olan, köklü değişimi tanımlayacak yeni bir uygarlığı ifade edecek süreçlere yol açamamıştır. Sınıf mücadelesi bir reformcu sistem içi mücadeleyle sınırlı dinamizmi, demokrasi, özgürlük ve daha ileri bir toplumsal sistem için mücadelenin, büyük ve tarihsel dönüşümleri gerekli kıldığı açık hale gelmiştir. Sınıf mücadelesi reformist bir mücadeledir. Sınırlara sistem içidir Kapitalizmin temel var oluşunu sağlayan sınıflarla ilgilidir. Bu temel sınıflardan biri diğeri yok etme durumunda olamaz, böyle bir yok etme, aynı zamanda kendini de yok etmedir. Kapitalizmi var eden temel sınıflardan hiç biri bir başka toplumsal sistem kuramaz, en çok kendi sistemi kapitalizmde iyileştirmeler yapmak üzere karşıt sınıfın etkinliklerini törpüleyebilir. Kapitalizmin bir sınıfının egemenliği diğeri olmadan da gerçekleşemez (sınıflardan birey tek tek o sınıfa mensup bireylerden söz etmiyorsak). Fabrikada ve tarladaki sınırlarıyla da kapsayıcı olmaktan çok uzaktır.
Bu nedenle sınıf mücadelesi dahil diğer tüm mücadele yöntem ve kitleleri de kapsayan bir süreçte, yeterli nesnel verinin oluştuğu koşullarla gerçek anlamda bir devrimden söz edilebilir. Bu determinizm değildir. İradeci müdahaleyi doğru kavramış onu doğru yönlendirmiş ve sonuç alacağı nesnel verilerin durumuna dikkatlice bağlamış bir yaklaşımdır. İçinde iradeci etki olduğu kadar objektif etkilerde hesaba katılmıştır. Bunun dışında bir önerme, bir gece ansızın iktidarın ele geçirilmesi olur, bu ise darbedir. Bunu tanıyoruz, sonuçlarını da yakın zamanda, tüm doğu Avrupa deneyinde birlikte yaşadık.
Bu noktadan hareketle diyorum ki, eski tüm kıstaslarımızın, yönelim ve örgütlenmelerimizin yeniden gözden geçirilerek değişmesi gereklidir. Artık eski söylemlerle adil, eşit ve ilgili tüm halk kesimlerinin çıkarlarını temsil edebilecek bir yönelim yapmak gerçekçi olmaktan çok uzak hale gelmiştir.
Bu yaklaşım tamamlanmamış demokrasi ve özgürlük sorunlarımıza daha çok sarılmamızı getirir. Böylesine kapsamlı bir devrimin koşulları olgunlaşana kadar yapmamız gereken çok önemli demokratik dönüşümler, özgürlük arayışlarının sonuçlanması, hak ve hukuk mücadelesinin derinliğine ikamesi olmalıdır. Siyasetin boşluk tanımadığı gerçeğiyle yeni bir uygarlığa yeni bir toplumsal sisteme gidiş sürecinde bu görevlerimizin ihmal edilmemesi ve kimseden beklenmemesi üzerine çalışmamız gerekecektir. Ortak ülkemizde Kürt ulusunun özgürlük mücadelesi, Arapların kimlik hakları, azınlık hakları, dolaysıyla tüm farklılıklarımızın sorunlarının çözümü için gerçekçi bir devrimci mücadelenin yükselmesini gereklidir diyorum.
Önermelerimiz yeni bir uygarlık, yeni bir toplumsal sistem yönelimleri içinde olan bir stratejik hedef içinde olmalıdır. Sondan başlayarak, bu yönelimin nereye gitmesi gerektiğine bir belirleme yapmak istiyorum. Bu mücadele sonucunda varılacak toplumsal sistemi ulus, ülke gibi gecikmiş tarihi statüleri aşmış olan ve yeni bir uygarlığı temsil edeceğine kani olduğum “Küresel üretim sistemi” olarak tanımlıyorum. Bu toplumsal sistemin, yakın geçmişte kurulan “sosyalist” deneyden de farklı olduğunu vurgulayarak sözlerime devam ediyorum. Bu ise hiçbir şekilde tamamlanmamış demokrasi ve özgürlük ihtiyaçları bir kenara bırakmak anlamına gelmez. Tersine onları gerçekleştirmeyi bu sürecin olmazsa olmaz koşulu sayar. Belirtmek istediğim şey, böylesi bir devrimci mücadelenin kapsamında, “az topraklıyı çok topraklı” yapma söylemi çok geri bir söylem olduğudur.
YENİ UYGARLIK, YENİ BİR TOPLUMSAL SİSTEMDİR.
Bu gün sürdürülecek demokrasi ve özgürlük mücadelesi gerçekte stratejik hedef olan yeni bir toplumsal sistemin yolunu döşeyecek mücadeledir. Bu mücadele tamamlanmış görevler aynı zamanda yeni toplumsal süreçlerin nesnel verilerini de olgunlaştıracaktır. Öznel çabaların (devrimci mücadelenin), nesnel verilerin olgunlaşmasındaki rolü de bu olacaktır.
Daha ileri bir uygarlık ise, kapitalizmin şerrinden, sömürü çarklarından insanlığı kurtaracak tek yoldur diyeceğim. Bu yolun en önemli ayırım noktasının, kapitalizmin siyasal küreselleşmeyle insanlığa bu gün dayattığı talan, savaş, sömürü, gasp, işgal, yıkıma karşı, küresel üretimle, tekniğin ve bilimin olanaklarıyla, yeryüzünün küçük emek parçacıklarını, bilgi parçacıklarını bir araya toplayıp, iş bölümüyle yabancılaştırarak insanlığın ortak kullanımına bir evrensel ürün olarak sunması olduğunu ifade edeceğim. Yeni uygarlıktır bunun adı. Devrim, bu tarihsel dönüşümün oluşturacağı toplumsal sistem karşısında bir teferruattan öteye geçmez.
Yeni uygarlık, geri dönüşü olmayan tarihsel devrimlerin ürünü olacaktır. Yeni uygarlığı ikame edecek devrim, Sovyetlerde ve dünyanın tüm 20.yy devrimlerindeki gibi geri dönüşü yaşama durumunda olmayacak bir tarihsel devrim sürecine tekabül eder. Tarihsel devrim bir devleti yıkma türünden bir ayrıntı değildir. Devletle birlikte alt ve üst yapının en köklü dönüşümüdür.
Marksın, gelişmelerinin belli bir aşamasında üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkinin olgunlaşmasının ürünü olarak ebelik rolü verdiği devrimdir bu. Basit bir anlatımla internet iletişiminin, PTT ye karşı devrimidir. Bu örneği arkadaşın aklında çok iyi tutmasını salık vereceğim. PTT iletişiminin ifade ettiği tarihsel kesit ile İnternet iletişiminin ifade ettiği tarihsel kesit arasındaki farktır. Sistem açısından, maliyet açısından küreselleşme açısından, işbölümüne yaptığı katkı ve bilginin evrensel ölçekte mübadelesine yaptığı katkı açısından iki farklı tarih, iki farklı sistemi tanımlar. Bu açıdan bir kez internet iletişimi kullanmaya başlayan hiç kimse PTT’ye dönmez. Bunu yaşamın her alanındaki gelişmelere adapte ettiğinizde karşınızda belirecek toplum alt ve üst yapılarıyla bir tarihsel devrim ürünü toplum olacaktır. Yeni uygarlık budur.
Yeni uygarlık verilerinin bu tür belirtilerini, uluslararası kapitalizmin kanatları altında gelişimini görerek onu da tekelci kapitalizmin uluslararası üretim mekanizmalarından biri olarak saymamak gerek. İki ayrı şeydir bu, 16-17. yüzyılda kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altında gelişimi gibidir. Kapitalizm güçsüz ve yeni olduğu koşulda, feodal krallıkların kanatları altında gelişerek nasıl egemen olduysa, yeni uygarlıkta, küresel üretim sistemi olarak tekelci kapitalizmin uluslararası üretiminin kanatları altından çıkıp, egemen olacaktır. Kendi farklı mülkiyet ilişkisini, toplumsal bölümlenmelerini, siyasal, kültürel düzeneklerini de kuracaktır. Ulus ve ülke merkezli olmayı aşamamış, sadece sömürü çarkları için uluslararası bir yönelim almış olan emperyalizmin tarihsel olarak zamanını doldurmuş haliyle yeni uygarlık karşısında yenilgisi de kaçınılmaz olacaktır: Devrimci irade burada da tüm yönleriyle yükselen siyasal, sosyal, kültürel bir etki olarak bu sürece dinamik katacaktır. Bunu genelleştirin, geri dönüşü olmayan bir devrim olduğunu göreceksiniz. Dolaysıyla “sosyalist devrim”i bir de teorinin gerçek anlamıyla bu açıdan algılamak, geri dönüşü olmaması için sağlam gişeden bilet almak demektir.
Bu noktada arkadaşa Pol Potçu sosyalist devrimciliği anlatmayacağım. Bildiğine eminim. Milliyetçi komünistlerin “seviye ihtilafı” taşıyan yazılarında dile getirdikleri “küresel ulus”ları, dünyanın çeşitli ülkelerine dağılmış geri ülke işçilerinin milli maçlarda gösterdikleri refleks ürünü olmasının komikliğini bir kenara bırakacak olursak, bunların Enternasyonalistlikleri bile tüm ülkelerin işçilerini kendi ulusal bayrakları altında birleştirmekten ibaret kalır. Bu noktada çok hırlaştıkları liberallerle aralarında hiçbir fark yoktur; biri devletçi millidir diğeri liberal millidir. Buna bakınca “liberal” diye suçladıkları birçok isim ise bu algılara savaş açmış onurlu aydındır ve kavgaları da bu aydınların milliyetçiliğe karşı mücadelelerini tıkama amacı taşımaktadır. Bu noktada Baskın Oran hoca ve düşün ortakları, ülkemizin aydınlık yüzü olduğu kadar gerçek insan sevgisiyle yükselen enternasyonalistlerdir. Solumuzun mevta halleri burada musalla taşına uzanmıştır.
Bu kısır ahval ve şerait altında, demokrasiye doymamış akıllardan adalet ve demokratik bir tutum beklemek ne kadar güç olsa da, başkasının topraklarını gasp etmeyi hiçbir teorik yaklaşıma sığdırmak mümkün değildir diyeceğim.
Olay, din, papaz, imam olayı değil hakkın hukuki olarak korunması olayıdır. İpin ucunu buradan bir kez kaçırdınız mı geri dönüşünüz olmaz, o zaman da adaleti hak getire. Böylesini oturmamış anlayışların “devrim” devleti de, bir şebeke devleti olur. Buna da Pol Potçuluk denir. Böyle bir devlet iç bükey, kapalı yapısıyla bataklıkta ölür de bir santim ileriye gidemez. Devrim de bu durumda darbe olur. Böyle bir devrim, bir gece ansızın bir kararnameyle kamulaştırdığı üretim araçlarını bir zaman sonra yine bir gece ansızın bir kararnameyle kaybeder. Doğu Avrupa’da olduğu gibi gerisin geriye kapitalizme döner. Bu yüzden gaspçılığı aklından tamamen çıkarmak gerek.
Mar Gabriyel (Aziz Cebrail) manastırının topraklarıyla ilgili sorun, ortak ülkemizin azınlıklarına karşı önü alınmayan hoyratlığın tecavüzüdür, “az topraklıya toprak dağıtma” sorunu değildir. Ülkemizde azınlıklara yönelik gasp olayı sadece topraklarına yönelmemiştir, dinlerine, dillerine, evlerine eğitimlerine, alfabelerine karşı da toptancı bir yönelim mahiyeti taşımaktadır. Kürtler açısından ise sınır dışı operasyonlara kadar uzanan bir ölüm denklemi olarak belirmiştir. Benim mensubu olduğum Arap etnik toplumunu ki, ülkemizin Kürtlerden sonra en büyük etnik toplumu olarak, Torosların güneyinde boydan boya yerli bir halk olarak kimliklerinden, kültürlerine, dillerinden, alfabelerine kadar toplu kıyıma uğrayıp durmuşlardır. Çoğu sosyalistlerimizin ise bundan haberleri bile yoktur, Türkiye’de Arapların olduğunu da ilk kez bu satırlardan duymuş olabilirler.
Bu açıdan basit bir toprak olayı gaspı olarak görülmemesi gereken bu girişimler bir tarihin talanı üzerindeki son at komşumu olarak ele alınmalıdır. Refleks işte tam da buna “serseri“ gidişe karşıdır. Atatürk’ün Osmanlıyı tanımlarken sözünü ettiği “fetihlerin arkasından serserilik“ etmek tas tamam budur (Aktaran, Cemal Kutay, Türkçe İbadet, s;154). Bu serseriliğe ilk tepkiyi sosyalistlerin göstermesi gerekirken, din, papaz imam adı altında es geçmeleri, kuracakları toplumlarda, halklarımızı nelerin beklediğine önemli bir mesaj gibi durmaktadır. Demokrat olmayı başaramamış birilerinin, kendilerini ve kuracakları toplumu rüyasında sosyalist olarak görmesi hoş karşılanabilir, ama buna gerçek diye inanması patolojik bir vaka olur.
Böylesi Osmanlı akıl erdemleriyle az toprakların başkasının ve özellikle azınlıkların topraklarını gasp etmeyi kendine hak görmesini, her dincinin dini az olanı doğramasına da fetva vermiş olur. Ki batılın şer-î olma halidir bu, toplumu kurmaz kaos yaratır.
Öncelikle bilinmeli ki, az topraklının sorunu toprak değildir, üretimde yer alamamak, emeğinin karşılığını alabileceği bir olanak bulamamaktır. Bu da devletin, toplumun çok yönlü sorunudur. Kapitalizm buna çözüm üretmez. Zira kapitalizm işçi rekabeti üzerine kuruludur hiçbir zaman yoksul köylüye, az topraklıya gerçekçi taleplerini karşılamak için bir sunumda olmayacaktır. Sınıf mücadelelerinin törpülemeleri sonucu, sosyal açıdan atılan adımlar ise hiçbir zaman istenileni vermez. Kapitalizm, emek arz ve talebini bu dengesizlikten sağladığını biliyoruz. Bunu aşmak ise az topraklıya toprak vermekle olmaz. Böylesi bir önerme artık demokratik bile sayılmaz. Gökdelenleri yıkıp gecekondu kurma gibi, Ak denizin görkemli sofraları yerine kuru fasulye-pilav sofralarını devrimci görme eğilimi gibidir. Az topraklıyı çok topraklı yapma projesi iflas etmiş, insanı toprak kölesi yapan bir projedir. Az topraklıyı öncelikle insan olarak ele almak gerek ve onu bulunulan çağın bilim ve tekniğiyle en yüksek üretim süreçlerine kazanmanın yollarına yönlendirmek gerek. Bunun için projeler geliştirmek ve üretim sürecinin merkezine oturtmanın araçlarını, kurumlarını oluşturmak gerekir. Bu da yeni uygarlığı kavramak onun nesnel ve iradevi gelişimde bize biçtiği devrimci rolü hakkıyla oynamayı gerektirir.
Basit bir demokratik hak savunusunu bu kadar uzattığıma bakmayın. Benim sorunum çok daha kapsamlı bir olguyu, böylesi somut bir sorundan ele alarak “sosyalist”liğimizi, devrimciliğimizi belli bir zemine oturtmaktır. Bunun için şu küresel üretim, yeni uygarlık söylemlerimi, emperyalist “uluslararası üretim”inden ayırmak için bir iki not düşmeyi uygun görüyorum.
Küresel üretim ile tekelci-kapitalist “uluslararası üretim” iki ayrı üretim biçimidir diyerek notumu aktaracağım. Bunları kesinlikle birbirine karıştırmamak gerektiğini söyleyeceğim. Emperyalizmin insanlığa dayattığı uluslararası üretim ne ulusları nede ülkeleri aşmamış hala kendini belli bir ulus ya da ülkenin sınırlarını merkez edinmiş ve onun çıkarları için üretimini yaygınlaştırmış olarak tanımlar. Bu kapitalizmin ulus ile tarihsel bağının anlamlı bir yanıdır. Kapitalist üretim küresel üretim yapamaz da. Böyle bir adım kapitalizmin bilimsel olarak çözümlenmiş üretim sürecinin yapısına aykırıdır. Hammadde+üretim araçları+ işgücü = meta sistemi ile küresel üretimin ifade ettiği soyut üretimde öncelikli süreç birbirinden nitelik olarak farklıdır. Soyut üretim öncelikli süreç, soyut hammadde+soyut üretim aracı+yüksek teknoloji ve evrensel ölçekli bilgi katılımıyla başlar. Soyut bir ürün ortaya çıkarır, bunu soyut alanda en iyi şekilde de sınar. Burada üretim küresel ölçekte bir katılımla ulus ve ülke sınırlarından gerçek anlamda çıkmış olur. Hatırlamaya çalışalım, PTT ile İnternet iletişimi arasındaki uygarlık farkı bunu anlatmaya yeterlidir. Bu kapitalizm değildir, onun kanatları altında gerçekleşiyor olsa da kapitalizmden nitelikçe farklı bir gelişimidir ve yeni uygarlığın temellerini ifade eder. Bu noktada bilgi mülkiyeti “dünyanın düz alanında” farklı bir mülkiyet sistemine tekabül eder.
Bu nedenle küresel üretim yeni bir uygarlığın verilerini sundukça, içinde liberallerden, milliyetçi komünistlere uzanan geniş bir yelpazeden, kapitalizm makyajlanarak bir kez daha pazarlanmak istenir. Milliyetçi sosyalistleri, komünistleri birbirleriyle çok hırlaşsalar da liberallerle bu noktada omuz omuza görmemiz normaldir. Birinin milliyetçilikten, diğerinin serbestçiliğin anlamsızlaştırdığını iddia ettiği farklı kültürlere yaklaşımından kaynaklanan tutumlar, azınlık haklarının çiğnenmesine icazet verip durmuştur. Ortak ülkemiz liberalleştikçe, azınlık haklarının daha çok çiğnenmesi bundandır. Milliyetçiliğin daha da derin etkilerle tahribat yapması da bundandır.
PTT’ye karşı internet’in yaptığı tarihsel devrimde belirginleşen küreselleşme insan kolektif aklının ürettiği bilgi ve tekniğin, en küçük emekleri ve bilgileri bir potada sentezleyip, büyük iş bölümüyle, sınırları, ulusları, ülkeleri aşarak yabancılaştırıp insanlığın ortak kullanımına süren bir üretim tarzıdır. Yeni uygarlığın küresel üretimi, insanlığı bu yolla tarihi ilerlemenin bir unsuru haline getirecektir. Mor Gabriyel (Aziz Cebrail) manastırının topraklarını korumadan ya da ortak ülkemizin azınlıklarının haklarını tanıyıp, içselleştirmeden böylesi bir çağın insanı olunamaz. Böylesi bir çağın karşısında yoksul köylüye toprak dağıtma noktasında takılı kalacak olanlar, adaleti, demokrasiyi ve özgürlüğü çiğnemekte sakınca görmeyen teorileri üretmekte zorlanmazlar.
Ortak ülkemizde tüm farklılıklarımızla eşitler olarak, barış özgürlük ve demokrasi içinde yaşamak istiyorsak, önce adalet duygusunu yerleştirecek tutumları geliştirmeliyiz. Kıymeti kendimizden menkul hayali siyasal önermelerle, başkasına tecavüzü meşrulaştırmak yeni bir toplum kurmak değil, eski bir soygun türünü tekrarlamaktır.
********************************
Yazıya konu olan yorum aşağıdadır.
kimdenAli Ziya Çamur
yanıtkomun-inisiyatifi@googlegroups.com
kimekomun-inisiyatifi@googlegroups.com
tarih12 Şubat 2009 Perşembe 00:21
konuYan: AZINLIK OLMAK ZOR ZANAATIR
posta listesi
gönderengooglegroups.com
imzalayangooglegroups.com
ayrıntıları gizle 12 Şub (5 gün önce) Yanıtla
Bakın azınlıklara yapılan haksızlığa karşı gösterilen reflekse elbette katılırım. Ancak burada bir illüzyon gözler önünden uzaklaştırılıyor.
Net durum nedir? Bir kaç papazın yönetimindeki dönümlerce arazi orada yatmakta, çevre köylüleri yoksulluğun pençesinde.... Bu tarlalardan umar bekliyorlar. Bunu yapınca da hemen anti Süryani hareketin öncüleri gibi görülüyor.
Bakın Oran'dan beklenen kendisi gibi olmaktır. Ama sosyalistlerin bu çabaya katılması anlaşılacak gibi değil. Bizler dinin ne olduğunu liberallerden iyi biliriz. Kaldı ki, Anadolu’da Türk-Kürt-*Laz, alevi, Süryani tüm halkların omuz vereceği bir sosyalist devrim yaptığımızda, bu dönümlerce araziyi ( salt Süryanilere diye) bu papazlara mı terk edeceğiz?
Bir başka örnek... Yörem olan Karadeniz de, eski camilere vakıf olarak bırakılmış fındık bahçeleri vardı. Her sene imamlar toplarlardı ne yaparlardı bilinmez....
70'lerden 80'lere dek bu vakıf olan fındık bahçelerine el koyduk, gelirini devrimci mücadelede kullanmak için toplayıp sattık. Kimse gıkını çıkaramadı... Kara yobazlar bile.....Şimdi 3-5 topraksız ya da az topraklı köylüler bu toprağa el koymak istiyorlar diye bu durumu anlamadan, ölçmeden sosyalist yazılar yazıyoruz çalakalem....
Bence bu durum üzerine iki defa düşünmemiz gerek. Sınıfsal bakışımız ve din olgusu açısından....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder