HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

28 Nisan 2010 Çarşamba

1 MAYIS ve TEMEL ALGILARIMIZ

1 MAYIS ve TEMEL ALGILARIMIZ

Mihrac Ural
27 Nisan 2010

Hiçbir sınıf kendini de var eden üretim tarzını yıkamaz, değiştiremez de. Üretim tarzının değişimi, yadsınmanın yadsınması kanunu gereği, ancak yeni bir üretim tarzıyla, aşılarak gerçekleşir; her yeni üretim tarzı, kendine ait temel sınıfları eski sistemin rahminde olgunlaştırır. Eskinin içinde yeni sistemin olgunlaşması, sınıf mücadelesinin açtığı demokrasi ve özgürlük alanlarıyla ilgilidir. Demokrasi içinde eğitim esprisi budur.

Kapitalizmi yadsıyacak, tarihe gömecek yeni üretim ilişkisinin beslenme kanalları daha çok demokrasi ve özgürlük alanlarıdır. Geleceğin kuruluşunda, sınıf mücadelesinin bu anlamda olumlu rolleri bulunur. Bu yanıyla, temelde sistem içi reformist bir mücadele olan sınıf mücadelesi, aynı zamanda gelecek sistemin devrimci sürecine bir katkı olarak işlev görür. Devrimcilerin, sınıf mücadelesindeki yeri, demokrasi ve özgürlük alanlarının genişletilmesiyle, bu noktada anlam bulur. Tarihsel devrim burada, bu günden başlar.

Tarihsel devrim, geri dönüşü olmayan devrimdir. Yeni bir üretim tarzının, yeni bir toplumsal düzenlenişin tüm verileriyle olgunlaşıp hakim olmasıdır. Böylesi bir dönüşüm, siyasal iktidarı bir gece ansınız almakla gerçekleşmez, aynı gece yayınlanacak bir siyasal kararnameyle yeni ve daha ileri bir üretim tarzına girilmez. Bu nedenle sınıf mücadelesini siyasal iktidarı ele geçirme mücadelesi olarak algılamak, onu yüklenemeyeceği sorumlulukların altına sokmak demektir. Asli işlevinden saptırmak ve dolaysıyla işlevsiz kılmak demektir.

Sınıf mücadelesi, demokrasi ve özgürlük alanlarını daha çok genişletmek için gerekli bir araçtır. Bu anlamıyla, bu günün rahminde yatan devrimci unsurlara sahip çıkmak, sınıf mücadelesinde de aktif olmayı gerektirir. 1 Mayıs’ın tarihsel anlam ve içeriğinin devrimci öğesi de buradadır. İhmal edilmez reformist bir mücadele ola sınıf mücadelesinde taraf olmanın devrimciliği de buradadır.

Tarihsel devrim algısı, devrimci görevlerin tarihe ertelenmesi değildir; devrimciliği güncel pratik görevler içinde her an yaşamak ve bunun hangi boyutta bir süreklilik içinde olduğunu bilince çıkartmaktır. Gerçek ve geri dönüşü olmayan ileri bir üretim tarzına, yeni bir uygarlığa geçişin beslenme kaynaklarını güncelin her mücadelesinde yaratmak, tarihsel devrimin güncelde anlam bulması olarak tecelli eder.

Sınıf mücadelesi yanı sıra, çevre için, kadın hakları için, çocuklar için, inanç ve etnik haklar ve özgürlükleri uğruna mücadelenin ikame edeceği her boyutta demokrasi için mücadele etmek, tarihsel devrimciliğin güncel sorumluluğudur.

Bu sorumluluklar temel iktidar programlarımızda gerçekleştirdiği tüm değişim ve ilerlemelere rağmen, bir örgütsel yapı ve disiplini içinde olmayı gerekli kılar. Bunun temelleri ise dünün ve bu günün verileri içinde değişim ve gelişmeleriyle iktidar mücadelesini taşıyabilen bir örgütsel yapıdır. Böylesi bir örgütlü yapının kuralları ise, hiçbir zaman reformist olamaz; disiplini dışlamaz, laçka ve açık olamaz.

Örgütsel disiplinin bittiği yerde, devrimci mücadele de biter. Sınıf mücadelesini ihmal edilmez de olsa bir reformist mücadele olduğunu belirleyen algımız, devrimci mücadelenin önemine ve sıkılığına çok daha fazla önem veren bir algıdır. Bunun için örgütsel yapımız kararlı bir siyasi irade olarak, disiplinli olma yükümlülüğü taşır. Tarihsel devrimin, tarihe ertelenmez görevlerini yerine getirmenin yolu da buradan geçer.

***


1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı. Bu gün emek dünyasının hak ve hukuk mücadelesinde büyük dönüşümlerin olduğunu ilan eden bir gündür. Bu gün burjuvazinin, feodalizmi tarihin çöp tenekesine atarken omuz omuza olduğu işçi ve emekçilere karşı sürdürdüğü baskıcı, anti-demokratik ve her türden hak kazanımına set çeken duruşuna karşı girişilen mücadelenin en anlamlı günüdür.

İşçilerin ve emekçilerin haklarını vermemekle ortaya koyduğu gerici tutum, burjuvaziyi her zaman kendi sistemini sarsan gerginliklerle yüz yüze bırakmıştır. 1 Mayıs zaferi, bu direncin kırılması kadar, sistemin denge içinde çalışma yollarının da gösterildiği bir başarı gündür. Bu gün, bir tarafın hep kazandığı, diğerinin her haktan yoksun bırakıldığı bir sistemin çalışma şansının olmadığını açığa vurmuştur. Kapitalizm bir üretim sistemi olarak temelde burjuvazi kadar işçi ve emekçi sınıflara dayanır; biri olmadan diğeri de olamaz. Sistemin akılcı işlerliği, temel sınıflarının kabul edilebilir hak dengelerine bağlıdır. 1 Mayıs bu gerçeğin en anlamlı ifadesidir.

Kapitalist sistemin rasyonel çalışmasının zorunlu şartı, sistemin temel sınıflarının hak ve taleplerinin karşılanmasıyla mümkündür. Sınıf mücadelesinin anlamı ve tarihi de budur. Tarihin tüm üretim sistemlerinde sınıf mücadelesinin temel işlevi, sistemin daha rasyonel çalışması için gerekli reformların yapılması yönünde bir mücadeleyi ifade eder. Sınıf mücadelesinin sınırı burada başlar ve burada biter. Bu açıdan, tarihin tüm üretim ilişkilerinde ve son olarak kapitalizmde sınıf mücadelesi, sistemi yıkmaktan çok, uyumlu çalışmasını sağlamak için temel sınıflarının hak ve taleplerini, çıkar ve güvencelerini sağlayan ve bunun sonucu, üretimin düzenini istikrara kavuşturma çabası olarak belirir. Tarihin hiçbir sınıflı toplumunda, sınıf mücadelesinin devrimle değil, reformlarla sonuçlanması bundandır.

1 Mayıs bayramının tarihsel anlamı da buradadır. Bu bayram, emekçi sınıfların, hak ve hukukları, talep ve çıkarları temin edilmeksizin kapitalist üretim ilişkisinin denge içinde sürme olanağının olmayacağının ilanıdır. İşçi ve emekçi sınıfları bu bayramla birlikte, uzun süren ve hala devam eden sınıf mücadelesiyle sistemin de dengelerini koruması açısından hak ve hukuk kazanımlarını ve bu kazanımları güvenceye almayı amaç edinmiştir.

Sınıf mücadelesi bu yanıyla, sistem içi mücadeledir; ihmal edilmemesi gereken reformist mücadeledir. Bu mücadele yeni ve ileri bir üretim ilişkisine, yeni bir uygarlığa yol açamaz. Ancak bu mücadele özgürlük ve demokrasi alanlarını genişletmekle, gelecek toplumun kuruluşu için de ihmal edilmez bir mücadeledir.
Hiçbir sınıf kendini de var eden üretim tarzını yıkamaz, değiştiremez de. Üretim tarzının değişimi, yadsınmanın yadsınması kanunu gereği, ancak yeni bir üretim tarzıyla, aşılarak gerçekleşir; her yeni üretim tarzı, kendine ait temel sınıfları eski sistemin rahminde olgunlaştırır. Eskinin içinde yeni sistemin olgunlaşması, sınıf mücadelesinin açtığı demokrasi ve özgürlük alanlarıyla ilgilidir. Demokrasi içinde eğitim esprisi budur.

Kapitalizmi yadsıyacak, tarihe gömecek yeni üretim ilişkisinin beslenme kanalları daha çok demokrasi ve özgürlük alanlarıdır. Geleceğin kuruluşunda, sınıf mücadelesinin bu anlamda olumlu rolleri bulunur. Bu yanıyla, temelde sistem içi reformist bir mücadele olan sınıf mücadelesi, aynı zamanda gelecek sistemin devrimci sürecine bir katkı olarak işlev görür. Devrimcilerin, sınıf mücadelesindeki yeri, demokrasi ve özgürlük alanlarının genişletilmesiyle, bu noktada anlam bulur. Tarihsel devrim burada, bu günden başlar.

Bunu doğru algılamak için, gelecek üretim tazıyla ilgili söylenmesi gereken birkaç cümle bulunmaktadır.

Gelecek üretim tarzı yeni bir uygarlık olacaktır. Bu da küresel üretim ilişkisinde anlam bulacaktır. Küresel olmak, üretim ilişkisi anlamında olmakla, dünya çapında olmak aynı anlama gelmez. Biri üretimin tazını, diğeri ise yaygınlığı ifade eder. Kapitalizm küreseldir ama küresel bir üretim tarzı değildir, üretimde küreselleşmek kapitalizmin doğasına aykırıdır.

Küresel üretim ilişkisi kapitalizmden farklıdır; gelecek toplumun üretim ilişkisidir. Bu üretim tarzı kapitalizmi yadsıyan, tarihin ilerlemesine paralel olan, tarihin bu kesiti itibariyle özgürlük ve demokrasinin gerçek temsilcisi bir sistemdir.

Bu üretim tarzı, emperyalist-kapitalist küreselleşmeyle temelden zıttır. Emperyalist-kapitalist küreselleşme, üretimin değil tarihe karşı direniş politikalarının küreselleşmesidir; global ve mahalli savaşlar, işgaller, darbeler, siyasi dayatmaların küresel ölçekte dayatılmasıdır. Hiç kimse bu iki küreselleşmeyi, kavram benzerliği nedeniyle birbirine karıştırmasın.

Kapitalist sistemin üretim tarzı doğası gereği ulusaldır; kapitalizmin şafağında ulusların doğuşu bunu ifade eder. Meta ihracından, sermaye ihracına, teknoloji ihracına kadar gelip dayanan bu sistem, üretimin küreselleşmesine karşı direnmektedir; ticareti, Pazar arama ve pazarlamayı küresel ölçekte zorlamasına karşı üretimin küresel ölçekte bir katılımla gerçekleşmesine karşıdır.
Küresel üretim ise, üretime evrensel ölçekte, iletişim ağları aracılığıyla, bilgi dönüşümleriyle yer küremizin en ücra köşesinden gelen sanal ve fiili katkılarla yapılan bir üretimdir; bu üretim tarzının temelleri, tüm üretim tarzlarının temel dinamosu teknoloji ve bilgi devrimleriyle atılmıştır. Tüm üretim tarzlarının ana amacı ürün üretmektir. Ürünlerin üretilmesi arasındaki fark, tarz üretim ilişkilerinin de farklılaşmasına yol açar. “Emek araçlarının manüfaktüre”, “makine araçlarının kapitalizmi” tanımlamasının anlamı da budur. Küresel üretimde üretimin tarzı ise, iletişim ağlarıyla, bilgi ham maddesi ve bilgi emeğinin katkısıyla, kopütürel, elektronik ileri teknoloji araçlarıyla yapılan sanal üretim ve tüketimiyle farklılaşır. Sanal olarak üretilmeyen ve sanal olarak tüketilerek denenmeyen bir ürün, artık çağdaş bir ürün değildir, kapitalizmde ürünler bu tarzla üretilmez. Bu tarz iletişim ağlarıyla bilgi katkısını yer kürenin en ücra köşelerinden alarak üretim sürecine fiili olarak katmasıyla kapitalist tarzdan farklılaşır.

Aradaki fark, basit bir fark gibidir. Ancak tüm üretim tarzları böylesi temel bir farkla birbirinden ayrılırlar; manüfaktür üretim ile kapitalist üretimi “emek araçları” ile “makine araçları” arasındaki farkla tanımladığımız gibi, küresel üretim tarzını da elektronik araçlar belirliyor. Elektronik araçlar, bilgi iletişim ağları, bilgi ham maddesini küresel ölçekte işleyerek evrensel ölçekte bilgi emeğinin katkısıyla yaptığı üretim tarihle uyumlu, insan kolektif akıl ürünlerinin sonuçlarıyla bir bileşke içinde toplumsal yaşamı yeniden düzenlemektedir. Kapitalizm bu zemin üzerinde yadsınmaktadır, tarihe karışmaktadır. Tarihsel devrim de budur, geri dönüşü mümkün olmayan devrim, siyasal iktidarın bir gece ansızın ele geçirilmesi olmayan devrim budur. Daha çok özgürlük ve demokrasi bu devrimin en temel sloganıdır ve talebidir. Üretici güçleri önünü tıkayan gerici siyasal ve toplumsal engelleri aşacak etkinlik de budur.

Bu üretim tarzı, hala gelişme sürecinde olmasından dolayı kapitalizmin kanatları altında görünmesi, nitelikçe farklı bir üretim tarzı olduğu gerçeğini değiştirmez; unutulmamalıdır ki kapitalizmde yüz yıllar boyu feodal kralların kanatları altında evrimleşerek egemen bir sistem haline gelmiştir…

1Mayıs, sistem içi mücadelenin taçlandığı bir günüdür. Ancak, özgürlükler ve demokrasi için açtığı alanla gelecek küresel üretim ilişkisi toplumunun, yani yeni bir uygarlığın da yapı taşlarını oluşturan süreçlerin de günüdür. Yadsınmanın yadsınması, eskinin içinde doğan yeninin özgürlük ve demokrasi kazanımlarıyla var olmasıdır. Bu, tarihle uyumlu bir sürecin ilerletilmesi anlamında devrimci olmanın da adıdır.

Tarihsel devrim bu anlamıyla, bu günün rahminde yatan devrimci unsurlara sahip çıkmakla başlar. 1 Mayısın tarihsel anlam ve içeriğinin devrimci öğesi de buradadır. İhmal edilmez reformist bir mücadele ola sınıf mücadelesinde taraf olmanın devrimciliği de buradadır. Bu da daha çok demokrasi ve özgürlük anlamındadır.
Tarihsel devrim, geri dönüşü olmayan devrimdir. Yeni bir üretim tarzının, yeni bir toplumsal düzenlenişin tüm verileriyle olgunlaşıp hakim olmasıdır. Böylesi bir dönüşüm, siyasal iktidarı bir gece ansınız almakla gerçekleşmez, aynı gece yayınlanacak bir siyasal kararnameyle yeni ve daha ileri bir üretim tarzına girilmez. Bu nedenle sınıf mücadelesini siyasal iktidarı ele geçirme mücadelesi olarak algılamak, onu yüklenemeyeceği sorumlulukların altına sokmak demektir. Asli işlevinden saptırmak ve dolaysıyla işlevsiz kılmak demektir.

Sınıf mücadelesi, demokrasi ve özgürlük alanlarını daha çok genişletmek için gerekli bir araçtır. Bu anlamıyla, bu günün rahminde yatan devrimci unsurlara sahip çıkmak, sınıf mücadelesinde de aktif olmayı gerektirir. 1 Mayıs’ın tarihsel anlam ve içeriğinin devrimci öğesi de buradadır. İhmal edilmez reformist bir mücadele ola sınıf mücadelesinde taraf olmanın devrimciliği de buradadır.

Tarihsel devrim algısı, devrimci görevlerin tarihe ertelenmesi değildir; devrimciliği güncel pratik görevler içinde her an yaşamak ve bunun hangi boyutta bir süreklilik içinde olduğunu bilince çıkartmaktır. Gerçek ve geri dönüşü olmayan ileri bir üretim tarzına, yeni bir uygarlığa geçişin beslenme kaynaklarını güncelin her mücadelesinde yaratmak, tarihsel devrimin güncelde anlam bulması olarak tecelli eder.

Sınıf mücadelesi yanı sıra, çevre için, kadın hakları için, çocuklar için, inanç ve etnik haklar ve özgürlükleri uğruna mücadelenin ikame edeceği her boyutta demokrasi için mücadele etmek, tarihsel devrimciliğin güncel sorumluluğudur.
Bu sorumluluklar temel iktidar programlarımızda gerçekleştirdiği tüm değişim ve ilerlemelere rağmen, bir örgütsel yapı ve disiplini içinde olmayı gerekli kılar. Bunun temelleri ise dünün ve bu günün verileri içinde değişim ve gelişmeleriyle iktidar mücadelesini taşıyabilen bir örgütsel yapıdır. Böylesi bir örgütlü yapının kuralları ise, hiçbir zaman reformist olamaz; disiplini dışlamaz, laçka ve açık olamaz.

Örgütsel disiplinin bittiği yerde, devrimci mücadele de biter. Sınıf mücadelesini ihmal edilmez de olsa bir reformist mücadele olduğunu belirleyen algımız, devrimci mücadelenin önemine ve sıkılığına çok daha fazla önem veren bir algıdır. Bunun için örgütsel yapımız kararlı bir siyasi irade olarak, disiplinli olma yükümlülüğü taşır. Tarihsel devrimin, tarihe ertelenmez görevlerini yerine getirmenin yolu da buradan geçer.

1 Mayıs bu temel parametrelerle bilince çıkarılmalı, gelecek için taşıdığımız umutların rahmi olmalıdır.

26 Nisan 2010 Pazartesi

1 MAYIS ve TEMEL ALGILARIMIZ

Mihrac Ural

27 Nisan 2010


Hiçbir sınıf kendini de var eden üretim tarzını yıkamaz, değiştiremez de. Üretim tarzının değişimi, yadsınmanın yadsınması kanunu gereği, ancak yeni bir üretim tarzıyla aşılarak gerçekleşir; her yeni üretim tarzı, kendine ait temel sınıfları eski sistemin rahminde olgunlaştırır. Yeni sistemin eskinin içindeki olgunlaşmasında, sınıf mücadelesinin açtığı demokrasi ve özgürlük alanları çok önemlidir. Kapitalizmi yadsıyacak, tarihe gömecek yeni üretim ilişkisinin beslenme kanallarından biri de bu mücadeledir. Bu yanıyla, temelde sistem içi reformist bir mücadele olan sınıf mücadelesi, aynı zamanda gelecek sistemin devrimci sürecine bir katkı olarak işlev görür. Devrimcilerin, sınıf mücadelesindeki yeri tam bu noktada anlam bulur. Tarihsel devrim burada bu günden başlar.

Tarihsel devrim bu anlamıyla, bu günün rahminde yatan devrimci unsurlara sahip çıkmakla başlar. 1 Mayısın tarihsel anlam ve içeriğinin devrimci öğesi de buradadır. İhmal edilmez reformist bir mücadele ola sınıf mücadelesinde taraf olmanın devrimciliği de buradadır.

Bu da daha çok demokrasi ve özgürlük anlamındadır.

Tarihsel devrim, devrimci görevlerin tarihe ertelenmesi değildir; devrimciliği güncel pratik görevler içinde her an yaşamak ve bunun hangi boyutta bir süreklilik içinde olduğunu bilince çıkartmaktır. Küresel üretim ilişkisi ve tarihsel devrim algısı devrimci görevlerin temel ekseni olan, daha çok demokrasi ve özgürlük için, siyasal-toplumsal-ekonomik iktidar program yenileştirmelerimize rağmen, reformist de olsa sınıf mücadelesinin içinde aktif yerimizi almaktır.

Sınıf mücadelesi yanı sıra, çevre için, kadın hakları için, çocuklar için, inanç ve etnik haklar ve özgürlükleri uğruna mücadelenin ikame edeceği her boyutta demokrasi için mücadele etmek, tarihsel devrimciliğin güncel sorumluluğudur.

Bu sorumluluklar temel iktidar programlarımızda gerçekleştirdiği tüm değişim ve ilerlemelere rağmen, bir örgütsel yapı ve disiplini içinde olmayı gerekli kılar. Bunun temelleri ise dünün ve bu günün verileri içinde değişim ve gelişmeleriyle iktidar mücadelesini taşıyabilen bir yapıyı ifade eder. Böylesi bir örgütlü yapının kuralları ise, hiçbir zaman reformist olamaz; disiplini dışlamaz, laçka ve açık olamaz.

Örgütsel disiplinin bittiği yerde, devrimci mücadele de biter. Sınıf mücadelesini ihmal edilmez de olsa bir reformist mücadele olduğunu belirleyen algımız, devrimci mücadelenin önemine ve sıkılığına çok daha fazla önem veren bir algıdır. Bunun için örgütsel yapımız kararlı bir siyasi irade olarak, disiplinli olma yükümlülüğü taşır. Tarihsel devrimin, tarihe ertelenmemiş görevlerini yerine getirmenin yolu da buradan geçer.

***


1 Mayıs işçinin emekçinin bayramı. Bu gün emek dünyasının hak ve hukuk mücadelesinde büyük dönüşümlerin olduğunu ilan eden bir gündür. Bu gün burjuvazinin, feodalizmi tarihin çöp tenekesine atarken omuz omuza olduğu işçi ve emekçilere karşı sürdürdüğü baskıcı, anti-demokratik ve her türden hak kazanımına set çeken duruşuna karşı girişilen mücadelenin en anlamlı günüdür.

İşçilerin ve emekçilerin haklarını vermemekle ortaya koyduğu gerici tutum, burjuvaziyi her zaman kendi sistemini sarsan gerginliklerle yüz yüze bırakmıştır. 1 Mayıs zaferi, bu direncin kırılması kadar, sistemin denge içinde çalışma yollarının da gösterildiği bir başarı gündür. Bu gün, bir tarafın hep kazandığı, diğerinin her haktan yoksun bırakıldığı bir sistemin çalışma şansının olmadığını açığa vurmuştur. Kapitalizm bir üretim sistemi olarak temelde burjuvazi kadar işçi ve emekçi sınıflara dayanır; biri olmadan diğeri de olamaz. Sistemin akılcı işlerliği, temel sınıflarının kabul edilebilir hak dengelerine bağlıdır. 1 Mayıs bu gerçeğin en anlamlı ifadesidir.

Kapitalist sistemin rasyonel çalışmasının zorunlu şartı, sistemin temel sınıflarının hak ve taleplerinin karşılanmasıyla mümkündür. Sınıf mücadelesinin anlamı ve tarihi de budur. Tarihin tüm üretim sistemlerinde sınıf mücadelesinin temel işlevi, sistemin daha rasyonel çalışması için gerekli reformların yapılmasıyla ilgilidir. Sınıf mücadelesinin sınırı burada başlar ve burada biter. Bu açıdan, tarihin tüm üretim ilişkilerinde ve son olarak kapitalizmde sınıf mücadelesi, sistemi yıkmaktan çok, uyumlu çalışmasını sağlamak için temel sınıflarının hak ve taleplerini, çıkar ve güvencelerini sağlayan ve bunun sonucu, üretimin düzenini istikrara kavuşturma yönünde gelişmiştir. Tarihin hiçbir sınıflı toplumunda, sınıf mücadelesinin devrimle değil, reformlarla sonuçlanması bundandır.

1 Mayıs bayramının tarihsel anlamı da buradadır. Bu bayram, emekçi sınıfların, hak ve hukukları, talep ve çıkarları temin edilmeksizin kapitalist üretim ilişkisinin denge içinde sürme olanağının olmayacağının ilanıdır. İşçi ve emekçi sınıfları bu bayramla birlikte, uzun süren ve hala devam eden sınıf mücadelesiyle sistemin de dengelerini koruması açısından hak ve hukuk kazanımlarını ve bu kazanımları güvenceye almayı amaç edinmiştir.

Sınıf mücadelesi bu yanıyla, sistem içi mücadeledir; ihmal edilmemesi gereken reformist mücadeledir. Bu mücadele yeni ve ileri bir üretim ilişkisine, yeni bir uygarlığa yol açamaz. Ancak bu mücadele özgürlük ve demokrasi alanlarını genişletmekle, gelecek toplumun kuruluşu için de ihmal edilmez bir mücadeledir.
Hiçbir sınıf kendini de var eden üretim tarzını yıkamaz, değiştiremez de. Üretim tarzının değişimi, yadsınmanın yadsınması kanunu gereği, ancak yeni bir üretim tarzıyla aşılarak gerçekleşir; her yeni üretim tarzı, kendine ait temel sınıfları eski sistemin rahminde olgunlaştırır. Yeni sistemin eskinin içindeki olgunlaşmasında, sınıf mücadelesinin açtığı demokrasi ve özgürlük alanları çok önemlidir. Kapitalizmi yadsıyacak, tarihe gömecek yeni üretim ilişkisinin beslenme kanallarından biri de bu mücadeledir. Bu yanıyla, temelde sistem içi reformist bir mücadele olan sınıf mücadelesi, aynı zamanda gelecek sistemin devrimci sürecine bir katkı olarak işlev görür. Devrimcilerin, sınıf mücadelesindeki yeri tam bu noktada anlam bulur. Tarihsel devrim burada, bu günden başlar.

Bunu doğru algılamak için, gelecek üretim tazıyla ilgili söylenmesi gereken birkaç cümle bulunmaktadır.

Gelecek üretim tarzı yeni bir uygarlık olacaktır. Bu da küresel üretim ilişkisinde anlam bulacaktır. Küresel olmak, üretim ilişkisi anlamında olmakla, dünya çapında olmak aynı anlama gelmez. Biri üretimin tazını, diğeri ise yaygınlığı ifade eder. Kapitalizm küreseldir ama küresel bir üretim tarzı değildir, üretimde küreselleşmek kapitalizmin doğasına aykırıdır.

Küresel üretim ilişkisi kapitalizmden farklıdır; gelecek toplumun üretim ilişkisidir. Bu üretim tarzı kapitalizmi yadsıyan, tarihin ilerlemesine paralel olan, tarihin bu kesiti itibariyle özgürlük ve demokrasinin gerçek temsilcisi bir sistemdir.

Bu üretim tarzı, emperyalist-kapitalist küreselleşmeyle temelden zıttır. Emperyalist-kapitalist küreselleşme, üretimin değil tarihe karşı direniş politikalarının küreselleşmesidir; global ve mahalli savaşlar, işgaller, darbeler, siyasi dayatmaların küresel ölçekte dayatılmasıdır. Hiç kimse bu iki küreselleşmeyi, kavram benzerliği nedeniyle birbirine karıştırmasın.

Kapitalist sistemin üretim tarzı doğası gereği ulusaldır; kapitalizmin şafağında ulusların doğuşu bunu ifade eder. Meta ihracından, sermaye ihracına, teknoloji ihracına kadar gelip dayanan bu sistem, üretimin küreselleşmesine karşı direnmektedir; ticareti, Pazar arama ve pazarlamayı küresel ölçekte zorlamasına karşı üretimin küresel ölçekte bir katılımla gerçekleşmesine karşıdır.

Küresel üretim ise, üretime evrensel ölçekte, iletişim ağları aracılığıyla, bilgi dönüşümleriyle yer küremizin en ücra köşesinden gelen sanal ve fiili katkılarla yapılan bir üretimdir; bu üretim tarzının temelleri, tüm üretim tarzlarının temel dinamosu teknoloji ve bilgi devrimleriyle atılmıştır. Tüm üretim tarzlarının ana amacı ürün üretmektir. Ürünlerin üretilmesi arasındaki fark, tarz üretim ilişkilerinin de farklılaşmasına yol açar. “Emek araçlarının manüfaktüre”, “makine araçlarının kapitalizmi” tanımlamasının anlamı da budur. Küresel üretimde üretimin tarzı ise, iletişim ağlarıyla, bilgi ham maddesi ve bilgi emeğinin katkısıyla, kopütürel, elektronik ileri teknoloji araçlarıyla yapılan sanal üretim ve tüketimiyle farklılaşır. Sanal olarak üretilmeyen ve sanal olarak tüketilerek denenmeyen bir ürün, artık çağdaş bir ürün değildir, kapitalizmde ürünler bu tarzla üretilmez. Bu tarz iletişim ağlarıyla bilgi katkısını yer kürenin en ücra köşelerinden alarak üretim sürecine fiili olarak katmasıyla kapitalist tarzdan farklılaşır.

Aradaki fark, basit bir fark gibidir. Ancak tüm üretim tarzları böylesi temel bir farkla birbirinden ayrılırlar; manüfaktür üretim ile kapitalist üretimi “emek araçları” ile “makine araçları” arasındaki farkla tanımladığımız gibi, küresel üretim tarzını da elektronik araçlar belirliyor. Elektronik araçlar, bilgi iletişim ağları, bilgi ham maddesini küresel ölçekte işleyerek evrensel ölçekte bilgi emeğinin katkısıyla yaptığı üretim tarihle uyumlu, insan kolektif akıl ürünlerinin sonuçlarıyla bir bileşke içinde toplumsal yaşamı yeniden düzenlemektedir. Kapitalizm bu zemin üzerinde yadsınmaktadır, tarihe karışmaktadır. Tarihsel devrim de budur, geri dönüşü mümkün olmayan devrim, siyasal iktidarın bir gece ansızın ele geçirilmesi olmayan devrim budur. Daha çok özgürlük ve demokrasi bu devremin en temel sloganıdır ve talebidir. Üretici güçleri önünü tıkayan gerici siyasal ve toplumsal engelleri aşacak etkinlik de budur.

Bu üretim tarzı, hala gelişme sürecinde olmasından dolayı kapitalizmin kanatları altında görünmesi, nitelikçe farklı bir üretim tarzı olduğu gerçeğini değiştirmez; unutulmamalıdır ki kapitalizmde yüz yıllar boyu feodal kralların kanatları altında evrimleşerek egemen bir sistem haline gelmiştir…

1Mayıs, sistem içi mücadelenin taçlandığı bir günüdür. Ancak, özgürlükler ve demokrasi için açtığı alanla gelecek küresel üretim ilişkisi toplumunun, yani yeni bir uygarlığın da yapı taşlarını oluşturan süreçlerin de günüdür. Yadsınmanın yadsınması, eskinin içinde doğan yeninin özgürlük ve demokrasi kazanımlarıyla var olmasıdır. Bu, tarihle uyumlu bir sürecin ilerletilmesi anlamında devrimci olmanın da adıdır.

Tarihsel devrim bu anlamıyla, bu günün rahminde yatan devrimci unsurlara sahip çıkmakla başlar. 1 Mayısın tarihsel anlam ve içeriğinin devrimci öğesi de buradadır. İhmal edilmez reformist bir mücadele ola sınıf mücadelesinde taraf olmanın devrimciliği de buradadır. Bu da daha çok demokrasi ve özgürlük anlamındadır.
Tarihsel devrim, devrimci görevlerin tarihe ertelenmesi değildir; devrimciliği güncel pratik görevler içinde her an yaşamak ve bunun hangi boyutta bir süreklilik içinde olduğunu bilince çıkartmaktır. Küresel üretim ilişkisi ve tarihsel devrim algısı devrimci görevlerin temel ekseni olan, daha çok demokrasi ve özgürlük için, siyasal-toplumsal-ekonomik iktidar program yenileştirmelerimize rağmen, reformist de olsa sınıf mücadelesinin içinde aktif yerimizi almaktır.

Sınıf mücadelesi yanı sıra, çevre için, kadın hakları için, çocuklar için, inanç ve etnik haklar ve özgürlükleri uğruna mücadelenin ikame edeceği her boyutta demokrasi için mücadele etmek, tarihsel devrimciliğin güncel sorumluluğudur.
Bu sorumluluklar temel iktidar programlarımızda gerçekleştirdiği tüm değişim ve ilerlemelere rağmen, bir örgütsel yapı ve disiplini içinde olmayı gerekli kılar. Bunun temelleri ise dünün ve bu günün verileri içinde değişim ve gelişmeleriyle iktidar mücadelesini taşıyabilen bir yapıyı ifade eder. Böylesi bir örgütlü yapının kuralları ise, hiçbir zaman reformist olamaz; disiplini dışlamaz, laçka ve açık olamaz.

Örgütsel disiplinin bittiği yerde, devrimci mücadele de biter. Sınıf mücadelesini ihmal edilmez de olsa bir reformist mücadele olduğunu belirleyen algımız, devrimci mücadelenin önemine ve sıkılığına çok daha fazla önem veren bir algıdır. Bunun için örgütsel yapımız kararlı bir siyasi irade olarak, disiplinli olma yükümlülüğü taşır. Tarihsel devrimin tarihe ertelenmemiş görevlerini yerine getirmenin yolu da buradan geçer.

1 Mayıs bu temel parametrelerle bilince çıkarılmalı, gelecek için taşıdığımız umutların rahmi olmalıdır.

23 Nisan 2010 Cuma

ERMENİLERİ CUMHURİYET DE KATLETTİ (4) DİE SANCAK EPİSODE

(4. Bölüm)

ANI BELGE
İLK KEZ "AYRI VARLIK" BLOGUNDA YAYINA GİRMEKTEDİR

Not: Bu belgenin çevirisi Sayın Özcan Burno’nun ilk tercümesi üzerinde gelişti. AGOS gazetesi tarih bölümü uzmanlarınca da düzeltildi. En son Sayın Nadir Nadi Çelik ince ayrıntıları da içeren gözden geçirmesiyle son halini aldı.


Leopold Gaszczyk

Sayfa 1.

(Die Sancak Episode)



Ermeniler, Hıristiyanlar ve Araplar çoğunlukla bütün mallarını üçüncü kez terk ederek Türklerden kaçmak zorunda kalmışlardır.

20 Ekim.1921 tarihinde "Franklin-Bouillon" Ankara barış antlaşması yaptıktan sonra, Fransa ise aynı zamanda Toros sınırları olan Mersin Limanı, bereketli topraklara sahip Adana ve aynı zamanda da Nil Deltası bağlantı noktası olan sınır topraklardan (capituladet) feragat eder.

Yeni Sancak sınırı, Payas'tan Hadjar'a doğru *yani Payas'tan kuzey doğu istikameti Hadjar'a* ve oradan kıvrılarak, güney doğu ve oradan da daha önce geçici konumdaki sınır olan Suriye-Türkiye istikameti Ekbes meydanına doğru çizildi.
Not: Sevgili okurlarımız ve dostlarımız bu konuda daha ayrıntılı bilgi almak istiyorlarsa, daha sonra sınır komisyonu başkanlığına getirilen "General.L Ernst" daha fazla bilgilere sahiptir.

Bu yeni oluşturulan sınırdan sonra, Kilikya’da yaşayan Ermeni, Hıristiyan ve İslam Halk toplulukları, taşınmaz mal varlıklarını terk ederek fanatik çapulculardan, çıplak canlarını kurtarmak için muhacir konuma düştüler.
Aslında Kilikya kaçışı hakkında fazlasını yazacak olursam bu ilettiklerim birçok sayfalara sığmaz, o nedenle biz kaçıştan sonraki yaşantı üzerine bilgi vereceğiz.
(Alexandretta) İskenderun otonomileşerek baş Şehir olarak Sancaklaşır.
1918’e değin sıtma hastalığının hüküm sürdüğü, hiç kimsenin burada yaşamak istemediği İskenderun şehri, kısa bir süre içerisinde toparlanıp modern bir Liman şehri olarak, kuzey Suriye’nin en önemli ihracat ve ithalat limanına sahip konuma gelir. Manda koloni kuvvetleri su ve kanalizasyon şebekeleri döşemeğe başlarlar. 450. 00.. metrekare bataklık olan bölgeyi kurutup, verimli toprak haline getirdikten sonra, oralara okaliptus ağaçları dikerek

Sayfa-2

sıtma hastalığı ve haşarat mücadelesi için, tahsis edilen sağlık sorumluları tarafından düzenli olarak tonlarca petrol sıkılıp bölge temizlenir. Sokak ve caddeler modernleştirilerek yayalar ve ulaşım araçlarını rahatlatır.
Yollar inşa edilir, asfalt dökülür ve Amanos Dağlarına ulaşım sağlanarak Halep ile Kuzey Suriye’nin Hinterlandına bağlantı sağlanır. Üç gün süren mesafeler artık otomobille iki saatte kat edilir.

Daha önce işlenmeyen ekim (tarım) arazileri işlenmeye başlandı ve yeni ekim arazileri, Ermeniler tarafından işlenerek verimli topraklara dönüştürülerek modern hale getirildi. Yeni yerleşim yerleri oluştu. Kilikya topraklarından kaçan Ermeniler, İskenderun-Kırıkhan-Antakya'ya yerleştirildiler. İlk yılları zor geçirdiler, her şeye ellerinde hiç para olmadan sıfırdan başlamak zorundaydılar, ancak Ermeniler doğuştan dirençli oldukları için bu kötü zamanı çabuk geçirdiler. Bunun üzerine yeniden kalkınma dönemi başladı, ancak bu süre maalesef kesintiye uğrayacaktı.

Fransız mandası ve Milletler Cemiyeti öncülüğünde, Ermeni köylü Halkı'na yeni köyler oluşturuldu. (das kalte wasser)Soğuksu- (Nord/ neu Marasch) (Yeni) Maraş - Hayaşen bölgesi, Kuzey Zeytun yani, yeni Zeytun köylerine (3 köy olmak üzere) her köye 250 Ermeni köylü Ailesi yerleştirildi. Ama yerleştirdikleri ilk üç köy bataklık bölgelerinin göbeğinde bulunduğu için çok kötü sonuç verdi. Antakya'daki – Antakya gölünün çevresindeki yerleşim bölgesi kanalizasyon ve benzeri alt yapıdan mahrum, sıtma hastalığı, yılan, akrep, sivrisinek ve bunlara benzer tehlikeli haşaratların kol gezdiği, yani insan sağlığı için elverişli olmayan, bataklık bir bölgeydi.

Yerleşimin ilk haftasında hastalıklardan kaynaklanan ölüm, kapılarını çaldı. Askeri Çay da denilen Hayasen (100 sene önce Türk sultanları tarafından, inkilapçı Çerkezler için sürgün yeri olarak kullanılıyordu. Gerçekten de bugün de bu köylerde halen ikamet eden Çerkezler mevcuttur. Hayasen'de yaşayan yaşlı Çerkezler "Türklerin sürgüne gönderdikleri atalarından binlercesinin sıtma hastalığından öldükleri"ni anlatmaktadır.

Sayfa-3
Daha sonraki yıllarda çerkezlerden hayatta kalmayı başaranlara oturdukları yerden 10 km uzakta olmamak kaydıyla hastalık taşıyan sivrisineklerden korunmaları daha olanaklı olan daha yüksek bölgelerde yaşama izni verildi.

Sıtma hastalığı kurbanlarına, önce Hayasen'de sonra Kuzey Maraş ve daha sonra, hemen hemen aynı anda Soğuksu'da da rastlanıldı.

Karen Jeppe´nin isteği üzerine, bütün çevreye 'Dr.Derghazarian' ile bir çok geziler yaptım. Dr.Derghazarian ile birlikte, o bölgelere on binlerce ağrı kesici ve antimalaria (Anti Sıtma) ilaçları dağıtıp, yüzlerce (Chinin) aşı yaparak yardım etmeye çalıştık. Bölge gezimizden sonra, aynı güzergah üzerinden geri dönerken her defasında daha fazla hasta ve mezarlara tanık olduk. Sadece Hayaşen'de (Hayaschen) 110 aile babasından 56’sının sıtma'dan öldüklerine tanık olduk. Sıtmadan ölen kadın ve çocuk sayıları, Erkeklere nazaran yaklaşık 3 katı fazla olarak hesap ettik. Yılan sokmasından 5 Erkek,6 Çocuk. Kuzey (Nor Maraş diyor, Nord demiyor, bu yeni Maraş olabilir) Maraş ve Soğuksu'da Hayaşen'de olduğu gibi değil ama buna benzer daha az kayıplar verilmiştir

Daha sonra, Türklerin artık oraya yerleşmiş oldukları bir zamana denk gelen bir gezide, şunu gözlemledim, tek bir insan dahi bu hastalıktan yatağa düşmemişti. Oysa ilk gittiğimizde o bölgeye bütün erkekler, kadınlar, çocuklar, hatta eğer yanlış hatırlamıyorsam inekler ve öküzler bile hastalanmıştı. Biz ev ev dolaşıp kinin iğneleri yapmıştık ve haplar vermiştik, su da verdik, yine de sivrisinek ordularına karşı güçsüz kalındı. Akşam Halep’e dönerken yaşlı bir ermeni papaza rastladık, bu papaz Kırık -Han’dan geliyordu ve kendi camiasına bakmak üzere Kırık-Han’dan gelmişti. Kendisi de defalarca Malaryaya yakalanmış ve kuvvetten düşmüştü, yorgun argın yoluna devam ediyordu. Doktor ona son ilaçları da toparlarken sordu: Burada ne yapıyorsunuz sayın inanç adamı? . Papaz yanıtladı : “Hastalara bakmak için geldim, ben de sıtma hastalığına yakalandım çok zor bir durumdayım, sizden rica etsem bana da bir igne yapabilir misiniz ?” Dr. Derghazarian papaza 1 gram kinin iğnesi yaptı. Papaz çabucak çok ağır hastası olan ailelere gitti, dua etti, elinden geldiği kadar onları teselli etti, saat yediye doğru eve dönmek için yola koyulduk. Kırıkhan’da papazı bıraktık. Bize şu sözlerle veda etti: Hoşça kalın, benim için ve bu zavallı çiftçiler için yaptıklarınızdan ötürü size yürekten teşekkür ediyorum, daha ne kadar yaşayacaklar kim bilir.”

Biz daha sonra da buralara defalarca gittik, ve her defasında yeni mezarlarla karşılaştık, sıtma ve ölümle mücadele ettik. Nor-Zeitun’u sadece iki kez ziyaret ettik, çünkü bu köy daha iyi (sağlıklı) bir yere kurulmuştu ve ulaşılması da zordu. Hastalara Antakya’dan ulaşmak daha kolaydı ve oradaki doktorlar bu işi üstlenmişti.

Sayfa-4

Köy isimlerini yazamadığım bölgeler arasında, Kilikyalı Ermeni mültecileri. İskenderun -Belen - Reyhanlı - Antakya - Harbiye -Samandağ- Arsuz - Batıyaz –Soğukluk -Güselli -Narguislik -Mesgüdü -Yapraklı ve Atik'de yaşıyorlardı. Bu en sondan saydığım yedi köy yayla köyleriydi , geçimlerini turizm ve kış aylarında ise kömürden sağlıyorlar.

Resimde gösterilen haritada, Sadece büyük Şehirler gösterilmiş ve altları kırmızı ile çizilmiştir. Açıklayıcı birkaç bilgi vermek gerekiyor. Soğukoluk, Güselli ve Narguislik, Belen çevresinde "Rakım" Denizden yüksekliği 750 metredir, Atik Sağ tarafta "Rakım"600 metre yüksekte. Daha önceki savaş'tan tanınan Batıyaz ise, Antakya'ya ve yarım yol kadar Kessab ve Norzaytun'a daha yakındır. Mesgüdü ve Yapraklı Belen'in güneyindedir ve bu bölgelere ancak atla ulaşılabilir. Oralara ziyaretlerimiz atlarla gerçekleşmiştir. Bu saydığım yerler, etrafı birbirinden güzel sık meşe ve çam ağaçlarıyla kaplı ormanlık bölgedir.

Sancak ekonomide büyürken, siyasi açıdan sorunlarla baş etmek zorundaydı. Söylentilere göre , Türk devletince seçim baskıları sonucu Sancak, Fransız veya Türk'lerin himayesine gireceğidir. Başka duyumlar ise, Türk devletinin istekleri doğrultusunda Sancak bölgelerinde yaşayan Ermenilerin sınıra yakın bölgelerden, güneye doğru Ermenilerin sınıra yakın oluşları sorun teşkil eder şüphesiyle uzaklaştırılmaları isteniyor. 7 Nisan 1934'te, Antakya'yı ziyaret edecek (Stadthalter) Antep Türk Valisi için Türkler büyük bir karşılama töreni yaptı. Hemen ardından aynı yıl (1934) Mayıs'ta Türk Askeri Sancak'ı ele geçirecek diye söylendi.

Gerçekten de nüfusun yaklaşık % 30-35’ini oluşturan radikal Türkler ve bir kısım ve bu Sancak’ta yaşayan Türkler

Sayfa-5

Mustafa Kemal Atatürk’ün hükümetine sempati besliyorlardı. Buna karşın yine Türkler, Araplar, Suniler, Aleviler, Kürtler, Çerkesler, Ermeniler, Katolikler ve Ortodoksları oluşturan % 65’lik bir kesim Türkiye’ye hiçbir şekilde bağlanmak istemiyordu.

İlk başlarda bu siyasi kargaşa çok da dikkate alınmadı, ancak Ermeniler bir süre sonra başlarına gelecek tehlikenin farkına vararak, yalnız kalmamak için dayanışmaya ve Araplarla bir birlik oluşturmaya başladılar.

Ancak en çok Yabancı Manda Hükümetine güvendiler, ki bu hükümet onları ileride büyük bir hayal kırıklığına uğratacaktı.

Tüm Sancak sakinleri gün geçtikçe daha da huzursuz olmaya başladılar.
Türkler açık ve gizli propaganda yapıyorlardı. Kıraathanelerde farklı beyanlarda bulunan, farklı yaklaşımları sergileyen, farlı din ve tarikatlara, dogmalara bağlı bulunan Türk yanlısı ve Türk karşıtı binlerce kişi toplandı. Fikir ayrılıkları sıklıkla silahlı çatışmalarla ve kavgalarla sonuçlanıyor, insanlar yaralanıyor, hatta ölüyorlardı. Uzun yıllar Fransız ve Suriyeli subaylar tarafından örnek bir şekilde sağlanan güvenlik gittikçe daha çok tehlikeye düşüyordu. Yolculara saldırılıyor, Amanos Dağındaki güvenlik kuvvetlerine saldırılıyor ve küçük köylere saldırılar yapılıyordu. Sadece Sancak bölgesinde olan sürekli çatışmalar yaşanıyordu. Bütün bu çatışmalar ve huzursuzlukların belli bir güç tarafından organize edildiğini, bütün bu hileli dönen dolapların arkasındaki amacın ne olduğunu çocuklar dahi farkındaydılar. Ancak Jandarma, Polis ve manda yönetiminin gücü bunları engellemeye yetmiyordu. Sanki burayı yöneten devlet (manda) silahlı karşılık vermemek ve sadece pasif karşılık vermek için talimat almıştı. Gerçi tutuklamalar yapılıyordu, kah Suriyeli, kah Türk sözcüleri ve parti başkanları tutuklanıyor, ama bir süre sonra serbest bırakılıyordu ve bunlar halkı daha da kışkırtıyorlardı. İşte tamda bu zamanda Atatürk, "Hatayı kurtarmak için" kurduğu ‘’özel teşkilat’’ı devreye sokmuştur. “Hatai” kelimesini çevirirseniz, anlamı Hititlilerin memleketi demektir. Türkler o tarihlerde oraya Hititlilerin beşiği diyorlardı. Bu mıntıka Hatay ve tüm Sancak mıntıkasını kuşatıyor, Türkler de kendilerini Hititlilerin mirasçısı olarak varsayıyorlardı? …Bugün ise bu Hititlilerin beşiği diye övülen vilayet, bütün öteki Türk vilayetleri gibi yağmalanmış bir yerdir, Hititlilik düşü sona ermiş ve unutulmuştur, zaten Hititliler üzerine söylenenler de sadece siyasi bir taktikti.

Sayfa-6

Suriyeliler Sancağı kaybetmekten korktuklarından “İskenderun’un Müdafaası Komitesi” kurdular. Durum gittikçe geriliyordu. Ankara radyosu her gün saat 13.00’te Türk Kolordu Komutanlığının Ekbes Keuy’e girdiğini söylüyor. Burası Suriye sınırında sadece 3 km uzaktaydı. Milletler Cemiyeti Sancak’ı Türkiye’ye geri vermediği takdirde Türkiye’nin bu birlikten ayrılacağını ve hakkını silah zoruyla alacağını, başka bir deyişle Sancak’ı işgal edeceğini belirtiyordu.

Bu arada bir tür Plebistic (bir tür referandum) organize etmek ve durumu Milletler Cemiyeti’ne sunmak için hazırlıklar yapılmaya başlanmıştı. Ancak Türkler böyle düzenli girişimlerden hiç hoşlanmıyorlardı, bu nedenle açıkça sandığa gidecek her seçmeni öldüreceklerini söylediler. Bunun üzerine Araplar, İslam dinine ait olan diğer kesimler ve Hıristiyanlar kendilerini korumak için bir askeri grup oluşturdular. Antakya’da hükümetin içinde bulunduğu saray askeri güçler tarafından (tanklar vb. ) korunuyordu. Bu tür önlemlerle en azından başlangıçta biraz huzur sağlandı, seçimler yapıldı ve saat 20.00 de sonuçlar ilan edildi. Herhangi bir Türk aday seçilmemişti, Arap milletvekilleri seçilmişti. Böylelikle ayaklanma yeniden başladı. Yeniden seçilen Suriyeli milletvekillerine kendi evlerinde saldırıldı, milletvekilleri yaralandı, tankerlere saldırıldı, sonuçta bir kişi öldü ve çok sayıda kişi yaralandı. Antakya’dan sorumlu Fransız subayı olayları yatıştırmak için ayaklanan 23 kişiyi tutuklattı. Ancak sınırın ötesinde basın ve Türk yanlıları ortalığı karıştırmaya devam ediyordu.

Milletler Cemiyeti tarafından gözlemciler gönderildi. Norveçli Hans Holstad, Hollandalı General Coron, İsviçreli Albay von Wattenyl oluşan komisyonun harcadığı giderler 75.000 İsviçre Frank’ı tutmuştu ve bütün bu masrafları Fransa karşıladı. Çok kısa bir sürede komisyon ayaklanmanın yapıldığını ispat etmişti. Bu komisyon Türkler, Araplar ve Ermenilerin bir arada çok iyi geçindiğini, çok iyi çalıştığını ve nüfusun çok büyük bir çoğunluğunun sadece ve sadece huzur içinde yaşamak istediklerini belgeledi. Komisyon radikallerin partisinin bu krize neden olduğunu ve hala radikallerin ayaklanma için nüfusu kışkırtmaya devam ettiklerini de ispat etti. Kemalistlerin en büyük uğraş verdiği ve ayaklanmanın yoğunlaştığı Antakya’nın merkezinde de Kemalistleri aslında Türkiye’ye bağlanmak istemediklerini ve bağımsız olmak istediklerini beyan ettiler.

Sayfa-7


Fransız ve Türk valilerin huzurunda Milletler Cemiyeti bilirkişileri yeni seçimler için yaptıkları çalışmaları raporladılar. Baştan aslında % 20-%30 oranını geçmeyen radikallerin Türkiye’ye bağlanmak için, yapılacak seçimleri engelleyeceği belliydi. Rüşvet, tehdit ve benzeri zor kullanarak seçimlerin yarıda kesilmesine neden oldular, öte yandan Manda makamları son derece zayıf kaldı ve karşı koymadı. Neden bu şekilde davrandıkları biz ölümlülerin anlamasına imkan yok zaten. Komisyon büyük bir hüzünle ve kızgınlıkla seçimlerde yapılan sahtekarlıklara seyirci kaldı, sonuçlarını Milletler Cemiyetine bildirdi ve sonunda görevini tamamlayamadan geri çekildi. Yapılan bütün görüşmeler Türklerin karşı koyması sonucu başarıya ulaşamadı. 1938 yılı başta Ermeniler olmak üzere Sancak’ta ikamet edenler için korkunç bir yıl oldu, Adeta kaçar gibi Hıristiyanlar, Müslüman Araplar, Ermeniler, Aleviler ve Sünnilerin büyük bir oranı İskenderun ve Antakya’yı ve civardaki öteki yerleri terk ettiler. Fakir halk orada kalmak zorunda kaldığı için buraları terk edemedi, çünkü yolculuk için parası yoktu. Kalanlar haklı olarak korktukları ve kaçtıkları şeyi, sancağın Türkler tarafından işgalini yaşadılar. Türklerin işgalinden birkaç hafta ya da ay sonra ekteki fotoğraflarda görüldüğü gibi Fransızlar otomobil kiralayarak Ermenileri Suriye’ye taşıdılar. Fotoğraflar, fotoğraf çekilmesi yasak olduğu için çok zor koşullar altında çekilmiştir. Halep de, sadece 45 km uzaklıktaki sınırlarda Türkler tarafında çok sıkı sınır kontrolleri yapılıyordu. Zavallı mülteciler döşeklerini dahi yanlarında götüremiyorlardı, tabii onlar Ermeniydi ve bir kez daha cendereden geçirilmeleri gerekiyordu. Halep’te sancaktan kaçanların geçici olarak yatıp kalkabileceği kiliselerde, okullarda ve sokaklarda yürekler parçalayan sahnelerle karşılaşılıyordu.




Sayfa-8


Allah’tan mevsim sonbahardı ve kış değildi. Uzun süredir mülteci akınına uğrayan Halep şehrinin bütün mültecileri almasına olanak yoktu. Ermeniler organize oldular ve aralarında para, yiyecek, çamaşır ve giysi topladılar. Topladıkları malzemeleri ihtiyacı olan Ermenilere dağıtıyorlardı. Fransız mandası da yardımcı oluyordu ve Sancak’tan kaçan mülteciler için yeni yerleşim yerleri oluşturuyordu.

Bazıları ise Lübnan'da bulunan "Andjar" Beyrut-Şam (Damaskus) arası "Sidor'a" yakın ve "TYR"e yerleştirildiler. Daha önce Lübnan'a yerleştirilen Ermeni'lerde görülen Sıtma, yeni gelenlerle aynısı vardı.

Sancak’tan kaçan Ermeni mültecilerin yaşadıkları zorluklar ve acılar olaylardan sekiz yıl sonra bugün dahi daha bitmemiştir. Yüzlerce aile bu üzücü olayların ve bu olaylarla bağlantılı zorluklar sonucunda evsiz barksız kaldılar, iş bulamadılar, yorgunluktan ve hastalıktan öldüler. Geri kalan yüzlercesi ise hayalet ve iskeletler gibi (yaşayan ölüler gibi) sağlık arayışındalar. Onlar nihayet şu sözleri söylemek istiyorlar :

“Bu yer (toprak parçası) benim, küçük de olsa benim.
Ben burada yaşıyorum, burada seviliyorum, burada dinleniyorum.
Burası benim vatanım, ben burada evimdeyim.”

Ermenilerin bu istekleri, 600 yıl süren bir takip ve zulüm yaşadıktan sonra mümkün olacak mı, bunu sadece Tanrı bilir.
Biz de isteklerinin yerine gelmesi için ümit edelim ve elimizden geldiği sürece onlara yardım edelim

Halep,

28 Mayıs 1946 (İmza)

22 Nisan 2010 Perşembe

24 Nisan Gelecek İçin Gerçekle Yüzleşme Günü

Mihrac Ural

24 Nisan 2010



Bu coğrafyanın insanı da toprağı da yakılmıştır; doğası tahrip edilmiş, kimyası bozulmuştur.

Binlerce yıllık dengeleri, insanlığa ışık saçan uygarlıkları, at nalları altında yıkılmış, kılıç darbeleriyle yere serilmiştir; “kılıç hakkı” adı altında, zenginliğinin mozaik dokusu tek boyutlu sefilliğe sürülmüştür.

Geleceğimize barikat kuran geçmiş budur.

Bunun adı tarih, belleklere kazılı, gelecek kuşakların yollarına döşeli, geleceğin içindeki geçmiş olarak bizimle yaşayan, yakamıza yapışan, gerçeğin ta kendisi olan tarih, işte bu tarih.

Yüzleşmemiz gereken tarih, aşmamız gereken geçmiş, içimizi kemiren kıyım ve yıkım tastamam budur.

Geleceğimizi kurup, kurgularken her basamağında yüz yüze kaldığımız, kaoslarımızın derinleşmesinde keskin rolleriyle karşımıza çıkan, utancımızı suratımıza bir şamar gibi vuran bu tarih, cesur bir yüzleşmeyle aşılmayı bekliyor.

***



24 Nisan 1915, Ermeni katliamının Anadolu uygarlıklarına bir hançer gibi saplandığı gündür.

Uygarlığın ilk ışıkları, Anadolu’dan tüm insanlığa yayıldı. Uygarlık öncüleri, bunun bedelini ise “kılıç hakkı” adı altında, akıllara ziyan zorbalık, kıyım ve yıkımla ödedi.

İnsan topluluklarının kimyalarını bozan, binlerce yıllık dengeleri alt üst eden kanlı süreç, barbarlığın uygarlığa saldırısı olarak belirdi; Toprakları ve zenginlikleri gasp etmek isteyen talancı, istilacı güçler uygar yerli toplumları acımasızca ezip durdu. Yerli halkın bitip tükenmeyen tarihsel çileleri böylece başlamış oldu.

Bu acımasız çarklar, Anadolu’da hükümranlık altında yaşayan her farklılığı hedef alarak sürdü; Ermeniler, Kürtler, Araplar, Süryaniler ve diğeri, ortaçağın acımasız ölüm denklemlerinde kıvranıp durdu.

Tarihin, perdelerini çağdaş uygarlığa açtığı bir kesitte, aklın yaşama cesurca müdahalesinde yarattığı aydınlanmadan nasibini alamamış Osmanlı, tarihin derinliklerinden çıkıp gelen ortaçağ aklıyla hüküm sürdüğü toprakları ezip durdu. İnanç asimilasyonlarıyla tek boyutlu yapılan bu coğrafya mozaik dokusunun zenginliğini yitirdi, karanlıklara gömüldü. Adı kıyımlarla, darbelerle katliamla özdeşleyen İttihatçılık bu aklın rahminden doğdu.

İttihatçılık, ortaçağ talan ve gasp olanaklarının tükenip tıkandığı bir koşulda, aynı akılla içe dönük kıyımın adıdır; darbecilik, silahşorluk, teşkilat-ı mahsus-iye gibi kirliliğin, ölüm sentezleri budur. Bu ise, hükümranlık alanlarını yeniden, bir kez daha fethetmek için toplu kıyım demektir. Ermeni kıyımı bu aklın ürünüydü.

II. Viyana kuşatmasının (14 Temmuz 1683) tıkadığı, batıya gidiş umutlarının yıkıldığı, Anadolu’dan başka sığınacak mekan kalmadığı bir koşulda içe dönük kıyım tük acımasızlığıyla kendini göstermiştir. İslam’ı insan merkezli bir önerme olarak ele almak yerine cihat çağrısı olarak hükümranlık altındaki halkları doğrayan bir araç haline getirmek bu süreçle birlikte öne çıkmıştır. Bu süreç 20.yy başlarında ittihatçıların eliyle Anadolu’nun en kadim toplumunun toplu tasfiyesine kadar uzanmıştır.

Ortaçağ akılları, Anadolu tarihini, demografisini yeniden yapılandırma anlamına gelen akıl almaz girişimleri, isim isim, aile aile, köy, ilçe şehir, şehir siciller tutularak ve her adımda takip edilerek Ermeni milletini toplu bir kıyıma maruz bırakılmıştır. Ortaya konan tüm belgeler bu girişimin vahşi bir ırk temizliği, jenosid olduğunu göstermiştir. 20. Yy ilk etnik temizliği de budur. Hepimizin sırtında kambur gibi duran bu insanlık dışı katliam, geleceğimiz karartmaya devam eden kara bir delik gibi, insani tüm değerlerimizi yutmaya devam ediyor.

Osmanlı aklı, tarihinin her döneminde sorunlarını kıyımla çözdü. Cumhuriyette bu iz üzerinde yürüdü. Kürtlerin çekmeye devam ettiği acılar, Cumhuriyetteki Osmanlının Ermenileri, Kilikya sürgünlerinde,1938’lere kadar konak konak, Hatay’dan Halep’e Beyrut’a, sürgün yollarında katledişinin devamı olarak gündemdedir.

Bu coğrafyanın insanı da toprağı da yakılmıştır; doğası tahrip edilmiş, kimyası bozulmuştur.

Binlerce yıllık dengeleri, insanlığa ışık saçan uygarlıkları, at nalları altında yıkılmış, kılıç darbeleriyle yere serilmiştir; “kılıç hakkı” adı altında, zenginliğinin mozaik dokusu tek boyutlu sefilliğe sürülmüştür.

Geleceğimize barikat kuran geçmiş budur.

Bunun adı tarih, belleklere kazılı, gelecek kuşakların yollarına döşeli, geleceğin içindeki geçmiş olarak bizimle yaşayan, yakamıza yapışan, gerçeğin ta kendisi olan tarih, işte bu tarih.

Yüzleşmemiz gereken tarih, aşmamız gereken geçmiş, içimizi kemiren kıyım ve yıkım tastamam budur.

Geleceğimizi kurup, kurgularken her basamağında yüz yüze kaldığımız, kaoslarımızın derinleşmesinde keskin rolleriyle karşımıza çıkan, utancımızı suratımıza bir şamar gibi vuran bu tarih, cesur bir yüzleşmeyle aşılmayı bekliyor.

Yüz yıl öncesi geçmişimizin, yüz yıl sonrası geleceğimizin önüne koyduğu barikatla yüzleşmemiz, insani, hukuki, vicdani benliğimizin mihenk taşıdır.

Tarihle yüzleşmek, tarihi hareket halindeki geçmiş haline getirmek değildir. Tarihle yüzleşmek tarihçi olmayı da gerektirmiyor.

Gelecek kaygısı taşımak, gelecek nesilleri adil ve eşit toplumsal bir yaşamda buluşturmak, bu yüzleşmenin ana temasıdır. İnsani olandır ve gelecek kuşaklar için bırakacağımız en uygar mirastır.

21 Nisan 2010 Çarşamba

ERMENİLERİ CUMHURİYET DE KATLETTİ (3) Ön Söz

(3) BÖLÜM

LEOPOLD GASZCZYK’NİN ANI BELGESİ

“DİE SANCAK EPİSODE”

(( ÖNSÖZ ))




Mihrac Ural

1.Yazım: 12 Temmuz 2009
2. Yazım: 21 Nisan 2010


Bir tarihi belge.

Sizlerle paylaşacağım bu belge, araştırmalarımıza göre ilk kez yayınlanacak Leopold Gaszczyk’nin (Gazçik) anı belgesidir.

Bu belge, vukuatın tarih tanıklığını yapmış bir inanç yolcusunun, olayları abartısız, gördüğü gibi, dünden bu güne 8 sayfalık anısıyla taşımasıdır.

1919-1946 dönemini içeren bu anı belge, üzerinde çok durulan Ermeni soykırımına farklı bir boyuttan ve zaman kesitinden bakıyor. Bununla kalmıyor; Hatay davasında halkın tutum ve davranışlarını, iradesini ve eğilimlerini, Arapları, Ermenileri, Kürtleri hatta Kemalist Türklerin hangi aklıselimle zulme, baskıya, zorbalığa ve faşizanlığa karşı omuz omuza duruşlarını dile getiriyor.

Leopold Gaszczyk’nin anı belgesi, Danimarka Krallık Arşivinden temin edilmiştir. Bu arşivlerde şu kayıtlarla yer almaktadır. “ Die Sandjak Episode/Leopold Gaszczyk. Rigsarkivet, Danske Armenierevenners Arkiv, 1058, pakke10, 1919-1949. Diverse materiale

Bu belge bir anıdır. Dile getirdiklerini başka belgelerle de kesiştirdiğimizde bir dönemin özgün gerçeklerini, tarihin gerektirdiği akademik bilimsel kesinlikle ortaya koymak güç olmayacaktır. Leopold’un anılarında geçen, Hatay’da yaşayan halkların baskılara karşı omuz omuza Cumhuriyette süren Osmanlı aklı zulmüne karşı dayanışması, bu güne taşınabilecek önemli bir gözlemdir. Bu enstantanelerin orijinal fotoğrafları, belgeyle birlikte okura sunulacaktır; fotoğraflar, üstadım Av. Muhammed Ali el Zerka’nın vefatından önce bana emanet ettiği arşivdendir.

Belge aylardır elimizde bulunuyor. Yayını için 5 Temmuz 1938 Hatay’ın askerle işgal günü anısını bekledim. Bu günün önemini ve bir halkın iradesini hiç saymakta kullanılan yöntemlerin bilince bir kez daha çıkmasını istedim. Darbe, darbeci tartışmalarının sürdüğü, Ergenekon çetecilerinin yargılandığı, Askeri faşist bir darbe silahlarının gölgesinde, mutlak bir çoğunluk sağlamanın nasıl kolay olduğu ve bunun sonucu 1982 Anayasasının onaylandığı ülkemiz gerçeğinin hatırlanmasını istedim. İradesi askeri baskıyla kuşatılmış bir toplumun tarihte nelere maruz kalmış olabileceğinin hatırlanmasını tarihle yüzleşmemiz açısından hangi kriterleri algılamamız gerektiği mesajını göndermek istedim. Bu amaçla 5 Temmuz anısıyla ilgili belirlemelerimi ortaya koydum.

5 Temmuz 1938 günü Arap halkının iradesine, üç kez yapılan seçim ve sayımlarla, ezici çoğunlukla ve açıkça beyan ettiği tercihine, askeri işgalle cevap verildiği gündür; Fransız emperyalistleriyle çıkar birliği içinde, II. Dünya savaşı hazırlıklarının çirkin pazarlıklarıyla Hatay halkının iradesine karşı bir askeri işgal gündeme gelmiştir. Hatay’ın ilhakı da bu işgalin ardından gelmiştir.

5 Temmuz 1938 günü, Hatay halkın iradesi, askerlerin at nalları altında tutsak alınmıştır. Bu süreci uzun bir makaleyle, belgeleri ve fotoğraflarıyla ortaya koydum. Halkıma ve demokrasi tutkunlarına “bu günü unutmayın” dedim.

Sözüm, intikam değil, tarihle cesurca yüzleşme amaç ve hedefine yönelik bir mesajdı. Ortak ülkemin demokrasi mücadelesinin birlik yolu için, bu coğrafyada hepimizin özgür olması ve kazanımlarımızın güvence altına alınarak barışçıl bir ortak yaşam için 5 Temmuz günü anısını dile getirdim.

Türk, Kürt, Arap vb. milliyetçilik eğilimlerinin ortak yaşamımız karşısında en büyük tehlike olduğunu her yazımda dile getirdim. Burada da bir kez daha tekrar ediyorum; milliyetçiliğin her türü insanlığı katleden bir vebadır.

Milliyetçilik vebasını her koşulda ve mekanda yenilgiye uğratmamız gerek. Bunun en kestirme yolu özgürlük ve demokrasinin derinleşmesi ve genişletilmesidir. Bu yol güçlülerin yoludur. Tarihe ilerleme yönünde bakanların, kendine ve dayandığı tarihi köklere güveni olanların yolu. Bu yol düşüncelerin yarış yoludur, kavgaların değil. Bu yol, düşünceyi düşünceyle, belge ve kanıtların tanıklıklarıyla dönüştürmeyi temel alan bir yoldur. Halkımın kimlik hakları için bu yola güveniyor, bu yola inanıyorum.

Var olmayı başaran bir düşünce yok edilemez, ancak dönüştürülebilir diye düşünüyorum. Bu, doğa kanunu olan maddenin sakınımıdır. Düşünce için de aynıyla geçerlidir. Mücadelemi bu ilke üzerinde algılıyorum. Milliyetçi statücülüğe, gericiliğe ve bu aklın yarattığı tahribatlara karşı ortak ülkemizin tüm halklarını kapsayan ortak bir mücadeleyle başarı sağlanacağına inanıyorum. Bu yüzden, tarihle cesurca yüzleşebilmemiz için daha çok belgeye, daha çok kanıta, daha çok insanın ortak erdem ve değerlerini temsil eden düşüncelerine ihtiyacımız var. Bu verileri buldukça, bunları çağdaş dünyanın iletişim ağlarıyla, küresel üretim ve küresel paylaşım için, bilgi paylaşımı olarak da aramızda işlevlendirmeliyiz diyorum.

Bu amaçla ve bu zemin üzerinden halkımın kimlik hakları uğruna mücadelesini, ortak ülkemizin demokrasi mücadelesinin ayrılmaz bir parçası ve önemli bir manivelası olarak ele alıyorum. Bu mücadele, her türden bölücülüğe de karşı bir duruştur. Bu gün yayınlamakta olduğum bu belgede dile gelen gerçekler, bu amaçların mesajı olarak algılanmalıdır.


Anı belgenin yazarı Leopold Gaszczyk Polonyalı bir sivil toplum gönüllüsüdür. Danimarkalı bir sivil etkinlik adına I. Dünya savaşı ardından Ülkemizin güney bölgesine gelmiştir. 1922’den itibaren de Antakya, İskenderun ve Halep arasında insani yardım amacıyla çalışmış, dönemin sosyal, siyasal olaylarına tanıklık etmiştir. Leopold Gaszczk, bölgemizde o dönemler “Urfalı kız” diye ünlenen “Danimarkalı Ermeni dostları” örgütü başkanı Karen Jeppe’in yardımcısıdır. Karen Jeppe’nin sıtmadan ölümü üzerine de (1935), örgütün başkanlığına getirilmiştir. 1946 yılına kadar da soy kırımından kurtulabilmiş Ermenilerin yaşama tutunma mücadelesine yardımcı olmuştur. Bu süreçte, Kilikyalı Ermenilerin İskenderun, Antakya ve havalisine göçlerinin de canlı tanığıdır.

Ermeni soykırımı üzerine çok şey yazıldı. Anlaşılan daha da çok şey yazılmalıdır. Bu konuda ortaya çıkmayan çok az şey kaldı. Ancak tarihte ilk kez Ermeni konusuyla birlikte, Hatay davası ve Arap halkının bu davadaki acı anıları ortak bir belgede yer aldı. Ülkemiz halklarının ortak kaderi acıda bir olduğu kadar özgürlükte de bir olması gerektiğine işaret etmektedir. Bu açıdan belge, ülkemiz tarihiyle yüzleşmenin önemli unsuru olacaktır.

Bu belge özgündür, Ermenilerin Osmanlıdan başlayıp, Cumhuriyet döneminin en önemli yıllarına kadar süren acılarını, Arap halkının Hatay’ın işgaline ve sonra ilhakına kadar uzanan olaylar dizininde yüz yüze kaldığı çok yönlü kırımlarını gün yüzüne çıkarmaktadır. Leopold o günün bire bir tanığıdır, hiçbir siyasi kaygı taşımadan gördüklerini dile getirmiştir. Tarihi tarih yapan belgeler olduğu gerçeği, ilk kez yayınlanacak bu belgenin tarihi önemine de bir işarettir.

Leopold Gaszczyk, 28 Mayıs 1946 olarak tarihlediği anılarını Almanca kaleme almış. Bu anı belgeyi Danimarka Krallık Arşivinden gün yüzüne çıkaran, toplum bilimci Sayın Nadir Nadi Çelik’tir. Böylesi önemli bir belgenin gün yüzüne çıkışından dolayı Sayın Nadir Nadi Çelik’e okurlarım ve halkım adına teşekkür ederim. İlk kez yayınlanacak olan bu belgenin okura ulaştırılması ve önsözünün yazılması için bana tanıdığı fırsattan dolayı onurlu olduğumu belirtmeliyim.

Bu belgenin çevirisinde Frankfurt’ta haftalarca çalışan, üniversite Proflarıyla yorucu randevu ve ilişkileri sürdüren, halkının kimlik hakları için hiçbir özveriden kaçınmayan Pedagog Sayın Özcan Burno’ya da ayrıca teşekkür ederim.

CUMHURİYETİN OSMANLI AKIL MİRASÇILIĞI

Kurucuları tarafından Cumhuriyet’in ayrı bir planla kurulduğu dile getirilir. Osmanlıyla aralarında keskin bir fay hattı kurdukları söylenir. Ancak bu niyet, gerçekçi bir biçimde yerli yerine oturtulamaz. İçinden çıkılıp gelinen Osmanlı mirası yeni devleti genetik olarak her kurumda ve bu kurumların başında olan yöneticilerin geleneklerinde, düşünce tarzlarında canlı bir geçmiş olarak işlev görmeye devam eder.

24 Nisan 1915 üzerinden henüz uzun bir zaman bile geçmemiştir. İttihat ve Terakki yönetimi Osmanlı devletinin egemen iktidar gücü olarak Ermeni soy kırımını gerçekleştirmiş imparatorluğu savaşlara sürükleyerek, Alman emperyalizminin yanında yer alıp çöküşü hızlandırmıştır. Osmanlı tarihi kapanırken, aynı malzemeden yeni bir dekorla cumhuriyet kurulmuştur; paşalar ve bile istisna tüm devlet kadroları yeni yapının içinde eski akılla yerlerini almıştır. Osmanlı aklı, Türkiye Cumhuriyeti’nin her refleksinde karşımıza çıkacak bir akıl olarak kanlı süreçlere imzasını atmaya hazırdır.

Cumhuriyet değerleri önemlidir. Ortaçağın karanlık teokratik yönetiminin rahmeti altından kurtulan tüm Anadolu halkları, Cumhuriyette bir özgürlük görmüştür. İlk adımlar gerçek bir farklı planla kurgulanmış gibi, farklılıkları anayasal haklarla güvenceye alma eğilimi bile göstermiştir. 24 anayasası kısırlığına rağmen bir başlangıç sayılabilirdi. Ancak kuruluş malzemesi Osmanlı olanın, cumhuriyetçi davranması güçtü. Osmanlı aklı; duruşları ve yönelimleriyle, cumhuriyetin ruhunda kısa sürede tecelli ediyordu. Cumhuriyet döneminde Kürtlere karşı takınılan tutum bunu yansıtıyordu. Dağları korku bürümüştü, cumhuriyet kurucu milletlerinin özgürlüklerine karşı duruyordu

Türkiye Cumhuriyetinin tarih sahnesine çıkışta Sağlık ve Milli Eğitim Bakanı olan Dr.Rıza Nur, anılarında Ermeni’sinden Kürt’üne, Arnavut’undan Araplarına karşı devletin kuruluş çalışmalarında temel alınan ırkçı, milliyetçi yönelimleri şöyle dile getiriyordu. “ Aklım, fikrim yıllardan beri bu kitleleri dağıtıp münferiden iskan suretiyle temessül etmek ve Türkiye’yi mütecanis yapıp ırk belasından, bunların Avrupalılar elinde alet olmasından, bu isyan ve inkiraz kusur ve sebebinden kurtarmak” (Dr. Rıza Nur Hayat ve Hatıratım C.2 sayfa:310)

Türk olmayanın Türklüğü kabul etmeyenin burada yeri yoktur” (Age. C:2. S:461)

Cumhuriyet bu akılla Osmanlının genetik mirasçısı olduğunu yeterince yansıtıyordu. Cumhuriyet ne kadar Osmanlı ise, o kadar da inkarcıdır. Osmanlıya karşı reddi miras yaparken egemenliği altındaki farklılıklara karşı acımasız, “katli vacip” tavırlar sürdürdü. Ermeni konusunda mezar sessizliği sürdüğü gibi, aldatıcı bir görüntünün altında, sürgünler ölüm denklemleri, göçe zorlama ve mülksüzleştirme, açlık altında inletme gibi insanlıktan nasibini almamış yaptırımlar dayatılıyordu. Leopold’un anı belgesinde bu gerçekleri çıplak halleriyle göreceğiz.

Cumhuriyet sadece inkarla kalmadı, inkarın tarihi olayları kangrenleştirip toplumu bozmasına ek Osmanlının politikasını azınlıklar üzerinde zamana yayılmış bir ölüm kumpası haline getirdi. Cumhuriyet, 1920’li yılların ortalarından itibaren Avrupa’yı saran faşist dalganın etkisi altına hızla girdi. 1929 ekonomik kriziyle birlikte de çirkin bir ırkçılık sergilemeye koyuldu. Azınlıkların sindirilmesine yönelik kapılar sonuna kadar açıldı. Kuruluşundan bu güne azınlıklar üzerine sıradan bir istatistik çalışma durumun vahametini göstermeye yeterlidir.

Irkçılık yükselmişti, tarih, dil, kültür ve toplumsal olanla ilgili her şey tek boyutlu olmaya başlamıştı. Farklı olan artık tasfiye edilecekti. Böyle de yapıldı. Cumhuriyet ilk çeyrek asır içinde; Kürtler gibi, Ermenileri ve Arapları da ağır bir faşizan baskı altında göçe zorlamış, kırmış, bataklıklarda iskana mecbur ederek, sıtmanın toplu ölüm girdaplarına geçirmiştir. Osmanlının katli vacibinden, cumhuriyetin kökünü kazıma siyasetine böylece gelinmiştir.

Leopold’un anıları bu önemli kesitin görünmeyen yüzünü ortaya çıkarıyor.

Cumhuriyet gökten zembille gelmedi. O, bir Osmanlı artığıdır. Hala Osmanlı aklıyla da yürütülmek istenmektedir. Yapısı ve dokusuyla tarihin bu süreçlerini, azınlıkların, farklılıkların içselleştirilmesini kapsayabilecek genlikte değildir. Bu tarihe sahip çıkma gibi beyhude bir çaba içinde olanlar, Osmanlının kardeşin kardeşi hunharca katline icazet veren Fatih yasalarına, Sultan Kanuni Süleyman denilen adamın gözleri önünde oğlu, şehzadesi Mustafa’nın kementle boğdurmasına, Yeniçeri cellatlarının bile yapmaya cesaret edemediği bir abesi, Kuyucu Murat Paşanın “yarın büyür de düşmanımız olur” diye günahsız bir çocuğu kuyu başında, boynunu eliyle burkarak katletmesine, Türk halkını “Etrak-i bila idrak” diye aşağılayıp, en asil aşiretleri kılıçtan geçirmesine “Devletun bekası” diye bakabilirler. Ancak 500 yıl sonra da olsa yıkılıp giden Osmanlının, neyin bekası olduğunu nasıl izah ederler bilinmez. Oysa o tarihten baki kalan, kangrenli sorunlardan başka bir şey değildir.

Bu günün kaosları, kimlik bunalımları ve sorunlarının kaynağında da bu tarihi gerçeklerin anlamlı sonuçları yatmaktadır. 1000 yıllık Anadolu serüveninde, tarihe ışık saçan uygarlıklar kılıçla yok edilip dönüştürüldü (Bilim adamlarından bir kısmı, bu gün bile buna “kılıç hakkı” (Erhan Afyoncu) diyebiliyorlar. (Murat Bardakçı’nın Hebertürk TV’de sunduğu “Tarihin Arka Odası” programı. 15 Ağustos 2009 Cumartesi)

Ancak bu dönüştürmeler, herkesi tanımlayacak bir üst kimlik üretemedi. Bu günkü kimlik bunalımlarımızın anlamı da buradadır. Eski toplumlar, imparatorluklar birçok etnik yapının bir üst kimlikle birleşmesiyle modern ulusları yarattılar. Osmanlı bunu başaramadı. Ayrı varlıkların bir üst kimlikle sağlanmayan bileşkeleri nedeniyle, alt kimliklerimiz, kefareti merhametsizce ödenen bir cürüm olarak ele alınmasına gidildi. Kendi ürünleri olan ortamın cürüm bedellerini bize ödetmeye giriştiler.

Kaosların nedeni ol ve buna düşeni yargılayıp, mahkum etmek, tutsak etmek, katletmek üzerine kurulu bir denklemin rahmeti altında yaşamak, ortaçağlara gerisin geriye dönmektir. Bu dayatma bir Osmanlı aklıdır. Cumhuriyetteki Osmanlı da tas tamam budur. Tarihten taşınacak mesaj bu olamaz. Ülkemizin tarihiyle cesurca yüzleşmesinin sac ayağı da bu verilerde yatmaktadır.

Osmanlı mirası onurlu bir miras değildir. Kimse milli gurur yanlışına yaslanmasın, Osmanlının hiçbir boyutu milli değildi. Cumhuriyet tarihte geç kalmış uluslaşma sürecini, yine yanlış bir milli algıyla, ırkçı bir düzlemde tek boyutlu olarak sürdürdü. Bu gün yaşadığımız sorunların önemli bir kısmının, Osmanlının kapanmamış dosyaları olması da bundandır.

1000 yıldır, bu topraklarda farklı olmak ölümle eş değer olmuştur. Ayrı varlık olmak, potansiyel düşman olmaktır. Bu ırkçı içgüdünün Solun çirkin simalarında bile kendini azı dişleriyle gösterdiğine tanık olmaktayız. Farklı olanı itham, şaibeli göstermek kolaycılığı bu aklın alâmetifarikasıdır.

Bu tarihten ve karanlık sürecinden Türk ulusunu tenzih ederek belirtmeliyim ki, egemenler başkasının özgürlüklerini çiğneyerek, katliama maruz tutarak kendi uluslarını tutsak etmiş ve katletmiştir.


HAK VERDİĞİNİ YOK ET
YOK, SAYDIĞINI KÖLE ET


Lozan Anlaşması cumhuriyetin Kabe’sidir. Ancak Lozan bile bu topraklarda dürüstçe uygulanmadı; ne sınır çizgileriyle ne de azınlık hakları karşısındaki duruşuyla yaşam bulabildi. Yaşama ikircimli duruşlarla yaklaşım geleneği altında Lozan sıradan bir maske olmanın ötesine geçemedi.

Lozan’da azınlık adı altında hak kazananlar (ki, bunlar daha çok etnik ve dini farklılığı bir arada taşıyan Hıristiyanlardı) yok edildiler, Müslüman genellemesi içinde eşitler olarak gösterilenler (ki bunlar Kürtler ve Araplardır, hem Müslüman hem de farklı etnik topluluklardır) ise köle oldular, kültürleri dilleri, alfabeleri kıyıma uğradı.

Bu girişimler, geç kalmış uluslaşma sürecine bir şey katmadı. Zira egemenlerin bu ortak ülkede bir üst kimlik oluşturma çabaları tarihin trenini kaçırmıştı. Her etnik topluluk, bin yılın kasvetine rağmen kendi öz yapısını korumuş ve bu günün verileri içinde farklı bir uluslaşma yönelimiyle özgürlük ister olmuştur. Geri dönüşü olmayan bu fay hattını bir bölünmeye karşı esnek kılacak tek şey ise daha çok özgürlük ve demokrasi olması gerekirken, vahşi bir Osmanlı saldırganlığıyla, yok etme girişimleri ve dış güçlerden alınan desteklerle vatandaşına sınır ötesi operasyonları öne çıkmıştır.

Ermenilerin 1915’te uğradığı talihsizlik bir başka boyutta Kürtlerin ve Arapların başına yıkılmıştır. Ancak Osmanlı gibi, Cumhuriyetin de bir sınırı, bir hacmi vardı. Gelip dayanacağı, ötesine geçemeyeceği bir yer, bir tutum vardı. O yerde kırılmayı toplayacak hiçbir güç olamazdı.

Özgürlük isteyen bir halkın ayağa kalkışını, güvenlik önlemleriyle sindirmek için yeryüzünün hiçbir ordusu yeterli olamazdı. Anadolu’nun İslamlaştırılması %99’a varmış olması bile her şeyin sonu değildi. Farklılıklarımızın Hıristiyan boyutu gerçek anlamda yok edilmiş olsa da, uluslararası kamuoyu hakkın takipçisi olarak yoluna devam edecektir.

Müslüman çoğunluk diye hak verilmeyerek köle edilen Kürtler ve Arapların durumu, içi boş çuvala döndürme halleri ile tanımlanabilirdi. Dil, kültür, alfabe gibi bu çağın insan hakları kapsamında olan haklar, toplu kıyımla içi boşaltılıyordu. Ancak geç kalınmıştı. Tarihin trenini kaçıranlar 1000 yılda başaramadıklarını artık bu çağda asla ikame edemezlerdi. Bu halklar yerliydi, kendi topraklarında, yaşama ilk kez açtıkları ve kesintisizce üzerinde ziraat yaparak anavatana dönüştürdükleri bu topraklar onlarındı. Kökleriyle birlikte bir kez daha bin kez daha yeşerebilme zeminine sahiptiler; nitekim öyle de oldu. Kürtler dün Araplar bu gün özgürlük için buradayız, hakkımızı istiyoruz dedi. Tarihle gerçekçi bir cesur yüzleşmenin kapalı kanallarını böylece açılmaya yöneldi.

Leopold’un anısı bu açıdan da önemli bir basamaktır. Dünü çıplak gözle görmemize yardımcı olacak, hatalarımızın nerede başlayıp nerelere kadar sürdüğünü görmemize yardımcı olacaktır.


ARAP HALKINA SÖZÜM


Torosların güneyi Arap halkının yerleşim alanıdır. Bu alanda yerli bir halk yaşar. Bu halklar ulus gibi tarihi kategoriler içinde kültürel olarak kendilerini farklılıklarıyla ifade etmişlerdir. Ulusal, kültürel ve inanç değişimlerine rağmen bu halk, binlerce yıldır bu topraklar üzerinde yaşar. Bu toprakları yaşama ilk kez açan bu halktır. Bakir toprakları anavatan yapmak için gerekli sürekliliği de temsil etmektedir. Bu topraklarda Araplar, diğer halklarla iç içe çoğunluk olarak yaşamaktadırlar; tarih içinde farkı egemenliklere karşın, topraklarını terk etmeyip, kültürel aidiyetlerine sahip çıkışlarıyla anavatanlarında kültürel-sosyal dokularını, kararlı ca ve kesilmeden üretmektedirler.

Tarihin en eski şehirli Arapları bu coğrafyadadır. Antakya gibi bir metropol merkezinin temel unsuru da bu halktır. Kadim Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı gibi devletsel siyasal egemenlikler bu halkın kültürel çizgisini sürdürme kararlılığını bozamamıştır. Farklılıkların harmonisiyle barış içinde yaşama genişliği de buradan gelmektedir. Bu güne kadar süren bu mozaik, uygarlıkların ve inançların barış coğrafyası olmuştur.

Arap halkı, Cumhuriyetin kuruluşunda Müslüman çoğunluk adı altında eşitlerden biri olarak sayıldığı söylendi. Kurtuluş savaşına katılmış emperyalizme karşı en sert direnişlerin olduğu güney bölgesinde önde olan bu halk, “Cumhuriyetin kurucu eşitleri olan toplumlar” adı altında hiçbir ulusal hakka sahip olamadı. Böylesi “eşit” olmanın bedeli ağır ödendi. Osmanlı döneminde var olan haklarını da kaybettiler. Bu bir kıyımdı.

Kıyım” kelimesini sert bulanları, alfabesi bile başka uluslardan ödünç alınmış bir dilin, 2500 yıllık alfabesiyle tarihte yer alan, yazan, iletişim kuran Arap dili alfabesini yasaklamanın ne anlama geldiğini düşünmeye davet edeceğim. Empati yapıp demokrat olmaya davet edeceğim.

Her şeye rağmen, Cumhuriyet Araplar için önemli bir ilerlemeydi. Bunun için Osmanlı sürecinden çıkışta laikliğe ve özgürlüğe koşar adımlarla yöneldiler. Ama kısa sürede bir vehim peşinde oldukları gördüler. Cumhuriyetin ırkçı, milliyetçi politikaları suratlarına bir şamar gibi indi. İkinci sınıf vatandaş konumuna sürüldüler. Cumhuriyet devletinin hiçbir üst kurumunda onlara yer verilmedi, bir genel müdürlükleri, bir generallikleri bile yoktu. Tarihten gelen soyadlarını almaları yasaktı, ulusal isimleri kullanma hakları yasaktı, köyleri, şehirleri, yerleşim birimlerinin adları bile değiştirildi. Düğünlerinde, hüzünlerinde ana dilleriyle konuşmaları yasaktı. Ağır cezalarla işkence zindanlarla cevap buldu, kültürel her duruşları. Bu gün bile Milli Güvenlik Kurulunun yasak kararlarına özel olarak muhatap olmaya devam etmektedirler.

“Arap halkı ve sorunları de nereden çıktı” diyen ırkçıların ortak ülkemizi ne türden bir yıkıma sürüklemek istediklerini anlamak için, Kürtlerin haklarını savunmaya başladıkları ilk dönemleri hatırlamaya davet ederim. Bu senaryonun kanlı bilançoları ve ağır faturalarını tekrar ödememek için, farklılıklarımızın doğal haklarını öncelikle teslim etmek gerektiğini dile getiririm, Yeni anayasa çalışmalarının bunun için de önem taşıdığına dikkat çekerim. Bu ülkede eşit olmak kendi kimliğiyle barış içinde yaşamanın gereklerini yerine getirmek demektir. Eşitliği, güvenceye almadan kurum, kuruluş ve yasalarla bir toplumsal sözleşme olarak gelecek kuşaklara emanet etmeden eşitlikten söz etmek kendini aldatmaktır; artık kimse kimseyi aldatamayacak bir tarihi dönemeçte olduğumuzu unutmamak gerek.

Cumhuriyet öncelikle Arapça diline karşı ırkçı bir yaklaşım sergiledi. Buna da devam etti. Bu noktada bilinçlice işlenen hataları bilmek gerek. Cumhuriyet, İslam dili ile Arap dilini birbirine karıştırıp Arap halkının üzerine yürüdü.

İslam’ın Kuran’da mesajını bulan dili Arapçaydı ve bu yanıyla evrenseldi, tüm Müslümanlara aitti. Türkü, Kürdü, Farsı, Hindi, Pakistan’ı, Endenozya’sı, Malezya’sı dini inanç ritüellerini Arapça icra eder. Arapçanın bu yanı, Arap dilinin “emperyalist amaçlar taşıdığı” gibi haksız bir suçlamaya maruz kalmasını gündeme getirmiştir. Suçlanmıştır.

Bu yönelimler, Cumhuriyet dönemi boyunca, dini gericiliğin, şeriat taassubunun günahını Arapçanın sırtına yıkmıştır. Bu milliyetçi refleks, ırkçı bir mahiyet alarak Araplara karşı tam bir kültür soykırımına dönüşmüştür.

Cumhuriyetin farklılıklara ilişkin yaklaşımında bu tür hatalar, farklı kültürleri bir üst kimlikte birleştirme dinamiklerinden yoksunluğuyla birleşince, siyasal egemenlik bir hak gaspı haline geldi. Arapçayı ortak ülkemizin etnik bir topluluğunun dil ve ulusal kültürünün olmazsa olmaz unsuru olarak algılamak yerine onu, siyasal bir hedef haline getirdi.

Bu satırların yazarı Atatürk’ün “Ana dille ibadet” tezini savunur ve dini ritüellerin her ulusun anadiliyle ifade edilmesini ister. Her ulusun kendi ana diliyle ibadet etmesinin, Arapçaya yönelen haksız eleştirileri sona erdirmesini umut eder.

Bunun için Arapların ya da Arapçanın yapabileceği bir şey yoktur; egemen ulus kendi siyasal kararlarıyla bunu ikame edecektir. Siyasal erk kararlarıyla bunu yapmıyorsa, Türk halkının bunu talep etmesi ve bunun için direnmesi gerekmektedir. Din algılarının yanlış yönelimleri ve bunun sonucu oluşan statülere mahkum olmaktan kurtulmamış bir halkın sorumluluğunu Arapçaya yüklemek adaletli değildir. Türk halkı bu adaletsiz duruşa karşı tavır sergileme yükümlülüğü altındadır. Tarihiyle bu açıdan da yüzleşmeyi bilmelidir. Bu da olmuyorsa kimse Arapları ve Arapçayı suçlamamalıdır. Bu aynı zamanda, Arapça diline yöneltilen “emperyalizm” suçlamalarına karşı bir özgürlük talebidir.

Arapça bir ulusun dilidir, tarihsel gelişimiyle bir kültürel sürecinin temel taşıdır. Bu dil Cumhuriyetin bu güne kadar süren yasakları altında yok edilmek istenmiştir. Arapça dili yasaklı tek Müslüman ülke Türkiye’dir. Laikliğin yanlış yöntemleri, kendini bu alanda çıplak olarak gösterir. Oysa laiklik, din ve devlet işlerini birbirinden ayırmaktır; Türkiye laikliği din ve devlet işlerini aynılaştırmak gibi durmaktadır. İnanç özgürlükleri konusunda devletin tutumu bu gerçeğin açık ifadesidir.

Dil konusu, uzun bir konu belgemizle ilgili olarak bu açıklama yeterlidir. Ancak Alfabe kıyımı üzerinde söylenmesi gerekenler vardı. O da çok vahimdir. Çift taraflı keskin bıçak olan bir konudur.

Cumhuriyet Latin alfabesine geçmekle (1928) çağdaş medeniyeti yakalayacağı sanısındaydı. Şekil değiştirmekle özün gelişeceğine inanılıyordu. Ancak özünü bilmeyen, köklerinden beslenmeyen hiçbir kültür gelecekte kendini temsil edecek bir değer yaratamazdı. Nitekim öyle oldu. Bir gece ansızın alfabenin değişmesiyle bin yıllık bir tarih, toplumun hafızası olan arşivlerden silinmiş oldu. Gelecek kuşakların geçmişle bağı bir kılıç darbesiyle kesilmişti. Tipik bir Osmanlı davranışı, tipik bir teşkilatı mahsus-iye, ittihatçı aklı; Cumhuriyetteki Osmanlı tas tamam bu idi.

Bu gün Osmanlıyı okumak için özel uzmanlar bile yetmemektedir. Kendi tarihini alfabe değiştirerek yok eden dünyanın tek devleti Türkiye Cumhuriyetidir.

Arap alfabesi her alfabe gibi bilmeyen için zordur. Bin yıllık Osmanlı alfabesi ise toplumun bildiği bir alfabeydi, onunla okuyup yazıyordu. Kökleri bu alfabedeydi. Dünya iletişim ağlarına baktığımızda en ileri teknolojileri ve bilgi mübadelelerini Arap alfabesiyle yapan 1 milyarı aşkın insan topluluğu var. Alfabe bu açıdan gelişmenin engeli değil tersine kökleri üzerinde yükseldikçe her alfabe çağdaş ilerlemeyi yakalayabilecek kapasiteye sahipti. Çağdaş uluslar arasında alfabesini değiştiren bir ulus tarihle bağını koparması dolaysıyla her zaman bir ayağı aksak kalacaktır. Buna rağmen kendi ulusu için uygun gördüğü bu kararı, egemenliği altında olan bir Arap etnik topluluğu için bir dayatmaya çevirmek ise insan hakları ihlalidir, kültür hakları ihlalidir.

Başka ulusları tutsak eden bir ulus özgür olamaz sözü, burada çok anlamlı bir yere oturuyor. Türk ulusu yöneticilerinin yanlışlarıyla, geçmişini unutmak gibi bir tutsaklığa düşüyordu. Ayrıca, vehim üzerine kurulan Anadolu’yu tek boyutlu milli bir coğrafyaya çevirmek için ortaya konan tezlerin kısa sürede iflas etmesi, bu gidişin sınırlarını da belirlemiş oluyordu. Güneş dil teorisi, “40 asırlık Türk yurdu” söylencesi, “Hitit Türkleri”, “Sümer Türkleri” gibi akıl dışı iddialar, bir ulusa yerlisi olmadığı topraklarda zorlamayla tarih yaratamazdı. Bu veriler ortak ülkemizde, tarihin de kültürün de dil ve alfabenin de herkesi kapsayan bir eşitliğin yükseltilmesinin tek alternatif olduğunu gösteren bir veridir.

Bu tarihi kesit içinde, ülkemizin mozaik dokusunun zedelenmesi, diğer sahalarda olduğu gibi, Araplar üzerinde de yoğun etkisini gösteriyordu.

Leopold’un anıları, bu gerçeklere işaret ediyor.

Atatürk, "Hatayı kurtarmak için" kurduğu ‘’özel teşkilat’’ı devreye sokmuştur. “Hatai” kelimesini çevirirseniz, anlamı Hititlilerin memleketi demektir. Türkler o tarihlerde oraya Hititlilerin beşiği diyorlardı. Bu mıntıka Hatay ve tüm Sancak mıntıkasını kuşatıyor, Türkler de kendilerini Hititlilerin mirasçısı olarak varsayıyorlardı? …Bugün ise bu Hititlilerin beşiği diye övülen vilayet, bütün öteki Türk vilayetleri gibi yağmalanmış bir yerdir, Hititlilik düşü sona ermiş ve unutulmuştur, zaten Hititliler üzerine söylenenler de sadece siyasi bir taktikti.” (Leopold’un anıları s:5)

Bu olguların Hatay kısmını algılamak için öncelikle bilinmesi gereken, Hatay ilhakının gayri kanuniliğidir. Leopold’un anılarını okurken bu noktanın taşıdığı önem için bilinmesi gerekenler bulunmaktadır.

Hatay’ın Türkiye’ye ilhakını onaylayan hiçbir anlaşma, uluslararası geçerliliğe sahip değildir.

Fransa ile Türkiye arasında 23 Haziran 1939 tarihinde Ankara’da, Türk tarafını temsilen Saraçoğlu, Fransa tarafı adına Massigli’nin imzaladığı “Hatay’ın Türkiye’ye bırakılması” anlaşması hukuki değildir. Bu yüzden de Milletler Cemiyeti (MC. Cemiyeti Akvam) yasası 18. maddesi uyarınca kütüğe geçirilmemiştir. Bunun anlamı bu anlaşma uluslararası bir onay almamıştır, batıldır. (Bkz. Em.Büyükelçi İsmail Soysal, Konferanslar. Hatay Sorunu Ve Türk-Fransız Siyasal İlişkileri (1936-1939). Türk Tarih kurumunca verilen konferans 15 Şubat 1985)

Hatay uluslararası hukuka aykırı olarak, 5 Temmuz 1938’de askeri işgal edilmiştir. Türkiye, 23 Haziran 1939’da Fransa’yla yaptığı anlaşmayı, 30 Haziran 1939’da 3658 sayılı yasayla onaylamış ve Hatay’ı, TBMM 7 Temmuz 1939 tarih ve 3711 sayılı yasayla il olarak ilhak etmiştir. 23 Temmuz 1939 tarihinde de TBMM’den gelen bir heyetle Hatay resmen olduğu kadar fiilen de Cumhuriyet Türkiye’sinde (CT) varlığına son verilmiştir.

Bütün bu işlemler çalınacak minarenin kılıfı olarak ardı ardına organize edilmiş, Hatay halkının, Araplar başta olmak üzere Kürt, Türk, Ermenilerin iradesi hiçe sayılmıştır.

II. Dünya savaşı arifesinde, perde arkasında dönen çıkar ve kombinezon oluşumlarının bir çerezi olarak harcanan Hatay, Uluslararası anlaşmalarla kurulmuş devletini bile komik bir oyunla kaybetmiştir. Meclisi, anayasası, mahkemeleri bayrağı ve tüm verileriyle kurulu olan Hatay devletini yıkan irade, Osmanlı aklı iradesidir. Bu akıl, fırsatı, haksız girişimi, halkın iradesini hiçe sayarak halka dayatmıştır.

Hatay’ın ilhakına karşı direnenler sadece Araplar değildi. Onurlu Türk halkı da, Kürt halkı da, Ermeniler, hatta Kemalist Türkler de işgal ve ilhaka karşı duruş sergilemişti. O günlerin tanığı olan Leopold bunu açıkça dile getiriyor. Bunu belgeleyen tarihi fotoğraflar bu önsözle birlikte bloğumda (http://mirural.blogspot.com/ ) yayın halinde olacaktır.

Leopold anılarında bu kesite ilişkin şunları dile getiriyor:

Milletler Cemiyeti tarafından gözlemciler gönderildi. Norveçli Hans Holstad, Hollandalı General Coron, İsviçreli Albay von Wattenyl oluşan komisyonun harcadığı giderler 75.000 İsviçre Frank’ı tutmuştu ve bütün bu masrafları Fransa karşıladı. Çok kısa bir sürede komisyon ayaklanmanın yapıldığını ispat etmişti. Bu komisyon Türkler, Araplar ve Ermenilerin bir arada çok iyi geçindiğini, çok iyi çalıştığını ve nüfusun çok büyük bir çoğunluğunun sadece ve sadece huzur içinde yaşamak istediklerini belgeledi. Komisyon radikallerin partisinin bu krize neden olduğunu ve hala radikallerin ayaklanma için nüfusu kışkırtmaya devam ettiklerini de ispat etti. Kemalistlerin en büyük uğraş verdiği ve ayaklanmanın yoğunlaştığı Antakya’nın merkezinde de Kemalistleri aslında Türkiye’ye bağlanmak istemediklerini ve bağımsız olmak istediklerini beyan ettiler.
Sayfa-7


Fransız ve Türk valilerin huzurunda Milletler Cemiyeti bilirkişileri yeni seçimler için yaptıkları çalışmaları raporladılar. Baştan aslında % 20-%30 oranını geçmeyen radikallerin Türkiye’ye bağlanmak için, yapılacak seçimleri engelleyeceği belliydi. Rüşvet, tehdit ve benzeri zor kullanarak seçimlerin yarıda kesilmesine neden oldular, öte yandan Manda makamları son derece zayıf kaldı ve karşı koymadı. Neden bu şekilde davrandıkları biz ölümlülerin anlamasına imkan yok zaten. Komisyon büyük bir hüzünle ve kızgınlıkla seçimlerde yapılan sahtekarlıklara seyirci kaldı, sonuçlarını Milletler Cemiyetine bildirdi ve sonunda görevini tamamlayamadan geri çekildi. Yapılan bütün görüşmeler Türklerin karşı koyması sonucu başarıya ulaşamadı. 1938 yılı başta Ermeniler olmak üzere Sancak’ta ikamet edenler için korkunç bir yıl oldu, Adeta kaçar gibi Hıristiyanlar, Müslüman Araplar, Ermeniler, Aleviler ve Sünnilerin büyük bir oranı İskenderun ve Antakya’yı ve civardaki öteki yerleri terk ettiler. Fakir halk orada kalmak zorunda kaldığı için buraları terk edemedi, çünkü yolculuk için parası yoktu. Kalanlar haklı olarak korktukları ve kaçtıkları şeyi, sancağın Türkler tarafından işgalini yaşadılar..”
(Leopold’un anıları Sayfa 6-7)

Arap halkının cumhuriyet serüveni bir yana, Hatay davası ise başka bir yana. Ancak bu gün bu iki dava bir toprak davası değil, bir kimlik davası olarak birleşmiştir. Bu noktaya herkesin dikkat etmesi gerek. Hatay davasında Arapların stratejileri, kimlik haklarıdır. Bölünmeye de şiddetle karşıdır. Araplar, yaşadıkları toprakların yerlisidir. Bölünmek isteyenler Arapların hakkını gasp ederek, verme yetkisi olup vermeyenlerdir. Hatay davası bu gün bir halkın kimlik davasıdır. Torosların güneyinde 4 milyon insanı ilgilendiren bir kültür hakkının davasıdır; bir dil, bir alfabe, yaşam ve inanç davasıdır.

Arap halkı Hatay sorunu gündeme geldiği andan itibaren, daha ağır bir baskı ve kültürel kıyım politikasına uğramıştır. Tarihle yüzleşirken atlanmaması gereken ayrıntılar, sağlıklı sonuçların elde edilmesi için çok büyük öneme sahiptir. Bu yanıyla Hatay Arap halkı; üç seçimde de özgürlüğünü ilan etmesine karşın, Türkiye’ye askeri zorla katılmaya mecbur edilmesi, unutulmaması gereken bir dönemeçtir.

Bu sürece gelinirken Kilikya sürgünleri Ermenilerin yeni bir göç dalgasıyla korku ve kaygılarla sürüklenişinin acı tablosu Leopold’un anılarında açıkça yer almıştır.

Kilikya Ermenilerinin İskenderun, Antakya ve havalisine sürgünleri bir trajediydi. Bu alanların o dönem itibariyle bataklık olması, sivrisineklerin taşıdığı sıtmayla ölüme mahkum olmak demekti. Nitekim Osmanlı egemenleri isyancı Çerkez aşiretlerini bu alana toplu olarak sürüp, hastalıktan kırılmalarını sağlıyorlardı. Osmanlı aklı Ermenileri buraya sürerken giydiği cumhuriyet elbisesi onu gizleyemiyordu. Anıların bu kesitini yazarından izlemek, insanlık adına bir acıdır. Katletmek ilkel bir içgüdüdür. Zayıfın davranışıdır, korkularıyla kendini tutsak edenlerin işidir. Cumhuriyette büyük korkuların esiri olarak Osmanlıdan devraldığı bu kıyımı sürdürmekte beis görmemiştir; 24 Nisan 1915 sürgünlerinde katlolmakla, 1930’lu yılların bataklıklarında Sıtmadan katledilmek arasında kimse bir fark aramasın. Mantığa ve bu mantıkta ısrarlı olunup olunmadığına bakmak gerek. Ermeni soykırımı, Arap halkının 1930’larda ki kültürel kıyımıyla birlikte sürdürülmüştür.

Leopold’un anılarını doğrulayan diğer kaynaklar da bu gerçeklere işaret etmektedir. “Sancak’tan Ermeni göçü iltihakla birlikte başlamıştır. Albay Collet taşıma işleminin Fransız askerî araçlarıyla yapılmasını sağlamıştır. Bu faaliyet esnasında 400 askerî araç ve 2 gemi kullanılmıştır. Levant serie E Syrie Liban vol: 471, 862 no’lu telgrafa göre 14.500 Ermeni’nin Sancak’tan ayrılması sağlanmıştır.” (http://www.nuveforum.net/706-tarih-bolumu/52064-fransiz-isgalinden-sonra-antakya-civarina-ermenilerin-yerlestirilmesine-yonelik/ )

Hatay Arap halkı topraklarının yerlisi olarak, ilhaka rağmen, cumhuriyetin getirdiği yeni değerlere angaje olmaktan başka seçeneği kalmamıştı. Fransız manda yönetiminin belirsizlikleri içinde kıvranan anavatanından kopmaya rağmen, kültürel varlığını, ana dilini koruma eğilimi gösterdi. Hüzünlerinde, sevinçlerinde, manilerinde ağıtlarında Arapçayı yaşattı. Binlerce yıldır kendi toprağında yaşayan insanlar üzerlerinden geçen devletlerin, imparatorlukların siyasal iktidarların at nalları altında olma pahasına anavatan haline getirdikleri toprakları terk etmediler, kültürlerini bırakmadılar.

Hatay bir Arap kentidir. Böyle kalma kararlılığı da göstermektedir. Demografik yapıda yapılan oyunlara; Afganların, Varto deprem mağdurlarının vb. yeni yerleşimcilerin olmalarına rağmen, siyasal tercihleri ve kimlik haklarını, ortak ülkemizin demokrasi ve özgürlük mücadelesi bazında çözme gibi sağlıklı bir yolu sonuna kadar deneme kararlılığındadır.

Bu konuları “7. Ordu ve Hatay Davası” başlıklı makalemde detaylarıyla anlatmaya çalıştım. Ama bu gün sizlerle bir tarih belgesini paylaşıyorum. Bir görgü tanığının, işgal ve ilhaka giden sürecin acı tablosunu sunacağım. Bu anı belgeyle, o güne gidecek acıyı içinizde hissedeceksiniz. İnsan olarak ve özelde Arap olarak ne kadar onursuzlaştığınızı anlayacak ve yüzünüze bir şamar yemiş hale geleceksiniz.

Acıyı erdem sayma yanlışına düşmüş bir Arap halkı duruşu olduğunu göreceksiniz ve bundan utanç duyacaksınız. Bu gün ortak ülkemizin anti-demokratik yuvarlanışının halklarımıza dayattığı sessiz ölümü, dün Hatay’da Arap halkının nasıl yaşadığına tanık olacaksınız.

Bu gün haksızlığa uğrayan her haklının aynaya dönüp duyarsızlığının kefareti olarak suratına iki şamar indirmesi önerisini kendi halkıma önereceğim. “Arap” demenin bile hafif alaylı bir serzeniş anlamı taşıdığı bu ülkede, artık kimlik haklarımız için yapmamız gereken çok önemli görevlerin olduğunu bilince çıkarmalıyız.

İnsanlığa büyük bir uygarlık sunmuş Arap ulusunun tüm erdem ve değerlerini üzerinde taşıyan Arapların hakları için yapmaları gereken çok şey bulunmaktadır. Onursuzlaştırılan, ikinci sınıf vatandaş diye ötelenen, kolektif kimliğine milyonlarca temsilcisiyle duyarsız kalan her Arap, insanlığını da duyarsızlaştırmış demektir. Kendisi için bir şey yapamayanın, başkası için bir şey yapması beklenemez.

On yıllar önce bir Polonyalının, “Danimarkalı Ermeni dostları” örgütü başkanının onurlu duruşu ve anılarını tarihe not edişiyle, Arapların hikayesini yazmıştır. Bu hikaye tarihle cesurca yüzleşecek olan tüm halklar için önemli bir çıkış noktasıdır. Siz okuyun siz karar verin.

20 Nisan 2010 Salı

ERMENİLERİ CUMHURİYET DE KATLETTİ (2) Leopold F. Gaszczyk kimdir?

Nadir Nadi ÇELİK


Leopold’un kim olduğunu ve neler yaptığını üç beş cümlede anlatmak mümkün olduğu gibi, yüzlerce sayfada da anlatmak mümkündür. Ancak ne üç beş cümle ne de yüzlerce sayfa onun tarihte ki konumlanışını ve olaylara karşı duruşunu ve bu duruşun dayandığı felsefenin temel özelliklerini bir bütün olarak aktarmaya yeterli olmayacaktır. Onu anlatmakta ki zorluk onun bir kahraman olmayışından kaynaklanır. Heykelsiz kahramanları anlatmak sizlerinde tahmin edebileceği gibi her köşede heykelleri dikili duran herhangi bir kahramanı anlatmak kadar kolay değildir. Heykelsiz ya da kahraman olmayan kahramanlara dair kullanacağınız her ifade aynı zamanda onu yeterince anlatmadığınız hissini yaşatır size. Açıkça belirtmem gerekir ki, şu anda okuduğunuz ve tarafımdan kaleme alınan bu satırlar Leopold’u anlatmak iddiasından ziyade onun biyografisiyle ilişkin elde edilen sınırlı bilgilerin kısa notlar biçiminde aktarılmasından başka bir şey değildir.
İttihatçıların coğrafyamızda yol açtığı trajik sürece tanık olan, Leopold bir asker olarak katıldığı savaşta insan öldürme sanatının incelikleri yerine tam aksine insan yaşatmanın inceliklerini kavramıştı. O, İttihatçıların topraklarımızın kadim halklarına yönelik imha hareketine karşılık insan yaşatmanın bin bir yöntemini yaratıp geliştirdi ve geliştirdiği bu yöntemler sayesinde binlere onbinlere varan mağdurları kurtarmayı başarabildi.
Leopold, 15.11.1896 tarihinde Avusturya'nın Schlesien şehrine bağlı Weisskirchen kasabasında doğdu. (Avusturya'nın-Schlesien şehri 1.nci dünya savaşından sonra Polanya sınırlarına dahil edilmiştir. Ve bu vesileyle Leopold F.Gaszczyk, Avusturya ve Polonya pasaportlarına sahipti. )

1915 yılında Avusturyalı olarak, Avusturya-Macaristan imparatorluk ordusunda Rusya’ya karşı asker üniformasını taşıdı. 1916'da Bukowina ve Karpaten 'de mevzi (Siperler) kazıcısı olarak görev aldı.

1917-18 'de İtalya’da İsonso savaşında muharebe mücadelesi verdi. Leopold, savaş süresince üç kez yaralandı. Bunun üzerine kendisine samariter dersi, telefon- telegraf okulu ve hemşirelik alanlarında görevler verildi.

1919 'da görevli olarak Belgrada gönderildi. Yine 1919 yılının ağustos’unda Halep (Haleppo- Aleppo) ve Damaskus'ta (Şam) bulundu.

Savaşın sona ermesiyle birlikte Leopold F. Gaszczyk, , ermeni soykırımının mağdurları ile yakından ilgilenen ve bir Amerikan sivil kuruluşu olan Near East Relief’te elektrik mekanisti olarak çalıştı. 1919 'da Kayseri, Sivas, Samsun ve Harput'ta Elektronik cihazları montaj'ına başkanlık etti.

Söz konusu görevleri sırasında Karadeniz' de ikinci kez Rum ve Ermenilerin sürgün edilişlerine tanık oldu.

1923 senesinde ise Danimarka'lı Karen Jeppe’nin başkanlığında ki Danimarkalı Ermeni Dostları adındaki kurumda, Karen Jeppe’nin yardımcısı olarak çalıştı. Halep’te Ermeni Mülteci ve Dul yerleşim kamplarında Hasta bakıcılığı görevini üstlendi. Karen Jeppe’nin 1935 yılında vefatı üzerine kurumun başkanlığına getirildi. 1946 yılında kurumun kendisini ilga edişine kadar başkanlık görevini sürdürdü.
Görevde bulunduğu dönemde soykırım kurbanlarının dere kenarlarında atılmış ve giderek çürüyen cesetlerine, çöl yollarında katledilmiş Ermeni kadın ve çocuklarının iskeletlerine, Maraş ve Adana yöresinden kaçıp, Sancak’ a sığınan bir avuç insanın trajedisine tanık oldu.
Halep yanı sıra Sancak’taki (İskenderun, Antakya ve havalisi) soykırım ve savaş mağdurları ile de ilgilenirken bu kez de Sancak’ın Türkiye’ye devredilme sürecindeki uluslararası politik ayak oyunlarına ve bu ayak oyunlarının kurbanı olan Arap halkının acılarına tanık oldu. Bu sürece dair 8 sayfalık anı belge niteliğinde yazı kaleme kaldı. Leopold’un tüm yardım çalışmaları boyunca yüz sayfayı aşan rapor, anı, mektup niteliğinde yazmaları mevcuttur. Bu yazmalar genellikle Almanca ve İngilizce kaleme alınmıştır.
Kocasını soykırımda yitirerek dul kalan Ermeni Horome ile evli olan Leopold’un 1946 yılında başkanlığını yaptığı kurumun ilgasından (faaliyetinin sona erdirilmesi) sonraki hayatı ve faaliyetleriyle ilişkin ve yine hangi tarihte ve nerede öldüğüne dair şu ana kadar yürüttüğümüz çabalara rağmen bir bilgiye ulaşmak mümkün olmadı. Bu konuda ilerde edilecek bilgiler siz okurlarla şüphesiz ki anında paylaşılacaktır.
Yukarıda belirttiğim gibi Leopold’u anlatmak gibi bir büyük iddiadan tamamen uzak olan bu yazıyı burada noktalıyor ve sizleri Sayın Mihrac Ural’ın yorumları ve Lepold’un anı belgesiyle baş başa bırakıyorum.

Leopold Gazsczyk daha iyi anlamak için onu şiirinden de tanımak yerinde olacaktır; duygu yüklü, anlam yüklü, yürekleri dinamit kutusu yapan kısa şiirini birlikte okuyalım.


Bu küçük yer benim ufak olsa bile
Burada ben yaşıyorum
Burada ben seviyor, seviliyorum
Burada ben ikamet ediyorum
Burası benim vatanım
Burada ben evdeyim.


600 senelik sıcak avcılığınız sizin dilekleriniz ise, bunu Allah bilir..

Umut ve yardım etmek mümkün olduğunca.

Suriye/Halep (Aleppo)
Tarih; 28.Mayıs 1946.

Leopold Gaszcyk

ERMENİLERİ CUMHURİYET DE KATLETTİ...(1)

Ermenileri Cumhuriyet de katletti…
Bu acı gerçeğin, Leopold Gazsczyk’in kaleminden belgesi
“DİE SANCAK EPİSODE”
İlk kez AYRI VARLIK blogunda
yayınlanıyor.


http://mirural.blogspot.com/

Mihrac Ural

19 Nisan 2010

Belge Danimarka Krallık Arşivinden Toplum Bilimci Sayın Nadir Nadi Çelik’in araştırmalarıyla gün yüzüne çıkarıldı.

Belge çevrisi üzerinde Pedegog, tercüman, Sayın Özcan Burno emek verdi. İlk çeviri nüshası üzerinde AGOS gazetesi Tarih bölümü çalışmalarını sürdürdü ve yeni bir çeviri nüshası oluşturdu. Bu nüsha üzerinde Bir kez daha Sayın Özcan Burno çalıştı. En son olarak Sayın Nadir Nadi Çelik, ince eleyen sık dokuyan çalışmasıyla yayına hazır hale getirildi.

Tarihe bu belgeyi bir not olarak düşen Leopold Gaszczyk’tir. Polonya asıllıdır, Danimarkalı Ermeni Dostları Derneği başkanı “Urfalı kız” lakaplı Karen Jeppe’in yakın çalışma arkadaşı ve aynı derneğin sonraki başkanıdır. Tarihe düştüğü notlar anılarıdır, kendi gözlemleri, fotoğraflarıyla Cumhuriyetteki Osmanlının tanıklığını yapmaktadır.

L. Gaszczyk, anı belgesine “DİE SANCAK EPİSODE” başlığı koymuştur. Sancak, Osmanlı idari birimlerinden biridir. O gün, tarihi adıyla Liva İskenderun – Antakya sancağı ve havalisi olarak bilinen idari alana SANCAK denirdi. Bu günkü Hatay ilini kapsayan alan.

Episode kelimesi ise, olay, hadise, vaka, serüven olarak anlamlandırılabilir. Yunanca’da tiyatroda bir perde, bölümdür, Latinceden de tüm Avrupa dillerine yerleşmiştir. Leopold Gaszczyk’ın anı belgesinde bu başlık en yakın anlamıyla Sancak trajedisinde bir bölüm anlamına gelir.
Belge bu gerçeği tarihe not düşüyor. Yarın 20 Nisandan itibaren yayına girecek olan anı belge dosyasının birinci bölümü Leopold Gazsczyk biyografisi ve belgeye ön söz yer alacaktır. Ardından belgeye ait fotoğraflar ve el çizimi harita yer alacaktır. 23

Nisanda da anı belge ilk kez okurla buluşacaktır.

PROFESYONEL BİR NAMUSUZA SON KEZ...

Zeki BAYTERİN

16 Nisan 2010

Hakkımda yayınlanan son yazı profesyonel bir namussuz tarafından hazırlanmıştır. En değer verdiğim hanım kardeşimiz için ileri geri konuştuğumu yazmışlar. Bu şebeke hep aynı şeyi yapıyor tartışmalarda ahlaksızlık temel argümanları olmuş bataklıktan çıkmıyorlar. Bunun nedeni nedir ?

Açık gerçekleri görmektir, doğrudan yana tavır takınmaktır. Vicdanın sesini dinlemek, belge ve kanıtlara inanmak, devrimci duruş ve yoldaşlığın verilerine görmektir…

Bunlar Mihrac Ural sendromu içindeler. Dünyada bir başka örneği olmayan, tek kişiye saldırıyla her şeyi açıklayabileceklerini sanan ve sonunda her şeyleriyle yalan dolan olan çabaları artık örtülemez hale gelmiştir.

Bir iki kişiden fazla olmayan biri itirafçı biri MİT’e satılmış adam, devrimcilik mi istiyorlar hayır, örgüt mü kuruyorlar hayır, geçmişi onurlu mu görüyorlar hayır, 28 yıldır TKEP’li olmalarını unutup Acili yeniden mi örgütlüyorlar hayır… Peki dertleri nedir ? Bu kin deryasının bir izahı olmalı. Tarihte eşi olmayan bu çirkinlik neden?
Kişi, bir iddia ortaya atıyorsa bir kaç açıklama yapar bitirir. Uzatmak her zaman bir şeyleri örtmektir. Bunların yaptığın bu işin içinde başka ellerin oynadığına işarettir. Bu ısrarın başka izahı yoktur; bu kadar yok saydıkları bir insan için bu kadar çırpınış, onun büyüklüğünü göstermekten başka ne anlama gelir ki, baş edemiyorlar, kimseyi de ikna edemiyorlar, bu nedenle temcit pilavı gibi tekrarları oynuyorlar.

Boşuna onlara “ömrünüz boyunca beni yazacaksınız” denmedi…

Oysa, Mihrac Ural’a karşı dursaydım göz bebekleri olacaktım. Gerçekleri görüp onun can dostu olunca akıl zorlaması yöntemlerle üzerime saldırıyorlar. Dikkat edin, gerçekten yana, devrimcilikten yana, geçmişine bağlılıktan yana, değerler ve yoldaşlığa sahip çıkmaktan yana, dürüstçe sözünü söyleyip arkasında durmaktan yana kim tavır aldıysa bunlara karşı durdu.
Onları çileden çıkaran da budur. Ben de Ali Çakmaklı dayımla ilgili gerçekleri tüm ayrıntılarıyla gördüm ve açıkça vicdanımın sesini duyarak tavrımı ortaya koydum.

Yazıştım. Bu yazışmalar, AYRI VARLIK blogunda yayınlandı. Şimdi bu yazışmaları, MİT ajanı İbrahim Yalçın sanki gizi bir şeyi açığa çıkartıyor gibi tekrarla yayına almış. Bu çok iyi oldu. Yazışmalarımın yayınlanması bana gurur verir. Önerim, bu yazışmaları herkesin tekrar tekrar okumasıdır; Mihrac Ural’la yazışmalarımdaki seviyeye, olgunluğa, yapılan karşılıklı önermelere, insancılığa, dürüstçe söylenen sözlere bakın. Devrimci harekete duyulan bağlılığa ve kaygıya, siyasi dil için yapılan önermelere, şahsi konulara girmeme yönünde ısrarlı vurgulara bakın.
Bir de bunların çirkin diline göz atın. Onların her gün durmadan tekrar eden belden aşağı, analara, babalara, bacılara, kardeşlere, çocuklara, bebek yaşındaki küçüklere karşı saldırılarına bakın. Seç, beğen al…

Ahlaksızlığın her türü, her biçimi sergilendi durdu bu tartışmalarda. İbrahim Yalçın bir ahlaksızdır onun ortağı da bir onursuzdur. İkisi, görevli olarak bu çirkinlikleri sürdürmesi esasında tüm devrimci harekete karşı bir saldırı anlamı taşımaktadır.

İnsanları birbirine kırdırmak için çırpınışları dikkatten mi kaçıyor sanıyorlar; Alevi iseniz Sünni’ye, Arap’sanız Türklere, Antakyalıysanız Adanalılara, İstanbullulara ispiyonlamalarına göz atın. Hepsinde, kardeşi kardeşe, dostu dosta, yoldaşı yoldaşa kırdırma taktiği sırıtıyor.
Son olarak Antakyalıyı Antakyalıya kırdırma çabalarına tanık olduk. Bu gün Mihrac Ural, M.B ile uzun uzun telefon konuşması yaptığını ve bu çirkin insanların onun adına ne türden yalanlar aktardığını öğrenmiş olduk. Anneler, bacılar, babalar için söyledikleri, Fuat Çiler için yazdıkları ahlaksız söylemlere karşı Burgaz'ın "herkes, ahlakı ne ise onu yapar" diyerek gösterdiği tepkiyi öğrendik… Dahası var…

Anlaşıldı ki, Antakyalıyı Antakyalıya kırdırma taktiği tutmuyor. Bir de Adanalıyı Adanalıya kırdırma taktiğini deniyorlar. Bu çevresiz, bu ahlaksızlar herkesi kendileri gibi sanıyorlar. Ama yanılıyorlar. Öncelikle gerçekler saklanamıyor. Sonra ortak çevrenin insanları birbirini kendileri gibi satmıyor, yalan söylemiyor, gerçeği açığa çıkarmak için çok çabaya da gerek kalmıyor…

MİT ajanı İbrahim’in işi bu, insanları birbirine kırdırmak. Bu kez de benim adıma yalan kurgu ve uydurmalar serisine başladı. Amaç Adanalıyı Adanalıya kırdırmak. İddia o ki, hayatım boyunca bacım bildiğim, ailesiyle bir aile bütünselliği içinde olduğum, saygımda her zaman güzüm gibi koruduğum C .A'ın hanımına ilişkin kötü söz söylemiş mişim, C.A için küçük düşürücü lafa etmiş mişim…

Bu şerefsiz, bu satılmış adamlar işi gücü bırakmış insanların hanımlarını konu etmekle meşguller anlaşılan. Hep belden aşağı söylemler. “Deşifre etmek” dedikleri bu olsa gerek.

Şeref haysiyetlerini ayaklar altına alıp afişe etmek hangi etik duruşa girer bilemiyorum ama onlara soruyorum sizin ananız bacınız yok mu be ahlaksızlar…
Şimdi bende şöyle desem etik olur mu, karısını MİT eline düşürüp göz ameliyatı yaptırdığını unuttu mu? Şehit lider İlker Akman’ın kız kardeşini boşayıp, kızıyla sokağa atan İtirafçının ahlaksızlığını unuttu mu? Ya da Isparta ceza evinde, isyan ortamında, kitap sayfaları arasında B.G ile yaptığı ahlaksız yazışmaları hatırlamıyor mu? Daha onlarcasını sıralamak mümkün ama bunlarla iştigal kime ne kazandırır ki…
Tencere dibin kara seninki benden kara…
Bu alan bizim alanımız değil. Gerektiğinde adamın suratına söylenmesi gereken sözümüzü söylemekten geri kalmayız ama namusa dokunmayız. Bu yüzden diyorum ki, bu çirkinliklere bulaşanlar yalanla iştigale mahkumdurlar.
Bunlar, kişilerin namus ve şeref hassasiyetleriyle ilgili yapmakta oldukları bu çirkinliğin hesabını bir gün mutlaka vereceklerdir.

Artık her şey açık ve ortada duruyor. Hep kurgu yapıyorlar ve akıl zorlaması iddialarla şaibe yaratıyorlar. Bunun adı görevdir… Bu adam, görevlidir. Dolaysıyla herkes işini yapıyor demek yanlış değildir…
26 Mart 2010 14 devrimci arkadaşımızı ispiyon ederek gözaltına alınmalarını, 14 aylık ihbar çalışması sonucu becermeyi umut ettiği sonuçlar bunu yeterince ortaya koyuyor.

Bu satırlarda son kez, satılmış adama sesleniyorum. Amaçlarınıza alet olmadığım için, en değerli dostluk ilişkilerimizi kirletmeye gücünüz yetmeyecektir.
Ben adımla yazıyorum, altında da imzam var, gelin bu yazılarımı tartışın. Hoşunuza gider gitmez orası sizi ilgilendirir, ama düşünceyi tartışın. Hayatında tek bir siyasi yazı yazmamış bu sefil satılmışın düşünce diye bir derdi olmadığı için verecek bir cevabı da yok. Arkadaşlar layık görmüş (Mihrac Ural değil) yaşıma başıma, insan ilişkilerimden aktardıklarıma bakarak “dede korkut” demişler, sağ olsunlar. Herkesi adıyla çağırırlar; ona da MİT ajanı diyorlar. Ortağına da itirafçı… Hazmetmeyi bileceksin ya da pislik içinde olmayacaksın, anlaşıldı mı…
Yalan serginizde payıma “sarhoş, feodal” düşmüş. Benden aktarmışlar, ben bu sözleri söylerken dar kafalılara için söylemedim. Tekrar ediyorum, kendimi sıradan biri olarak gördüğümü tevazu ve mahcubiyetle dile getirdim. Kırk diploma aldığımı söylemedim ama sizin gibi kimseye “o çocuğu…”, “… aşağı kasım paşa” demedim. Ölen anaya “… canı cehenneme” deme şerefsizliği göstermedim, “ şırfıntı…” tabirini kimsenin bacısına karşı söylemedim. Yalanım dolanım hiç yok, söyleyeceğimi açık ve derk söylerim. Altında da imzam olur. Ya siz, sinsi sinsi ne yaparsınız söyleyin bakayım…

Tekrar ediyorum. Ben sıradan biri devrimciyim, feodal yanım da ağır basar. Bir devrimci olarak karınca kadarınca da yaşam tecrübem var. İnsan ilişkisine dair ön görülerimle doğruyla yanlışı seçerim. Seçimimi de yaptım. Sizin gibi ahlaksızlardan yakamı silktim.

Çünkü temiz değilsiniz, çünkü insan değilsiniz. Kardeşi kardeşe kırdırtmak sizin işiniz. Siyaset yazmayı beceremeyecek kadar da siyaset dışı lümpenlersiniz. Neler yazmış fi zamanında iddiasında olanın siyasi yazı kapasitesini gördük sonunda, yazmadığını yazdım diye yutturmalarını da anladık sonunda…

Muhbir şebekler, yaşınıza, başınıza, ak saçlarınıza sarkık, burkuk hallerinize bakarak sizlere önerim, görevli olduğunuz yerden yarından tezi yok emeklilik için müracaat ediniz.

Sizi başka bir şey paklamaz.