17 Ocak 2011 Pazartesi
HİZBULLAH(Made in Turkey)
Mihrac Ural
10 Ocak 2011
“Ümmeti Mahammediye” adı altında tek ulusçu çakarlar için istihdam edilen Kürt kökten dinciliği, sonunda kendini bir biçimde Hizbullah adı altında ifade etti. Derin devletin malum komplolarının bir kuklası olarak, insanlık suçları işledi, ölüm denklemlerinde eli kanlı bir doğum yaptı.
Bu doğum, derin devletin izlerini omuzlarına yüklemiş olsa da tarihsel bir zorunluluktu; Kürt uluslaşma evriminin inkişafında ortaya çıkacak farklılıklardan biri de böylelikle siyaset sahnesindeki yerini almış oldu.
Derin devletin çirkin oyunlarıyla bir araç olarak kullanılıp atılan ve belki bir kez daha bu oyunun kuklası olma ihtimali içinde olan Hizbullah ya kendi tarihiyle yüzleşecek ve bunu aşacaktır ya da aynı çarklara su taşıyacaktır. Bunu birlikte göreceğiz.
Her halükarda ülkemizin iki önemli tehlikesinden söz etmiştim; Alevilerin Türk milliyetçiliğine ve Kürtlerin dini siyasete alet yapanların kapanına düşme riski, bu iki tehlikeyi tanımlıyor. Bu bir anlamıyla Hizbullah’la da ilgili bir konudur.
Yaklaşan seçimler, Kürt halkını tüm tayflarıyla birleştirirken bu risk daha da artabilir, buna çok dikkat edilmelidir.
Hizbullah’ın en azından tarafsızlaştırılması için geliştirilecek adımlar hiçbir zaman bu riskin kapanına düşüşü getirmemelidir.
Ortak ülkemizde tüm halkların demokrasi ve özgürlük talepleri geleceği, barış içinde bir arada güvenceye alacak projelerle ikame edilebilir. Farklılıkları hazmedemeyecek, köktenci algılar bu gerçeğe kendilerini adapte etmeden, bu sürece katabilecekleri bir şey olamaz tersine zarar verirler.
Buna rağmen Kürt İslam ümmetinin bir biçimde kendini ifade etmesi, doğal bir evrimin sonucudur, bu gelişme her yöneyle hesaba katılması gereken bir veridir.
***
Yaşar Kaya, bir röportajda Kürt burjuvazisi üzerine sorulan soruya “neden Kürtlerin de burjuvazisi olmasın neden Kürtlerin de kendi Rönesansları, aydınlama çağları olmasın” mailinde bir cevap verdi.
Kürt siyasal tarihinin önemli isimlerinden biri olarak Yaşar Kaya, önemli ve bir o kadar haklı cümlesinin geniş anlamda yorumlanacak özelikleri olduğunu belirtmek isterim.
Evet neden olmasın?
Olmaması zaten mümkün değil. Bir ulus gerçek anlamda bir ulus ise bütün özellikleriyle inkişaf edecektir. Burjuvazisi de Hizbullahı da gelip sahnedeki yerini alacaktır.
Türkiye devrimci hareketinin her tür boy ve soydan devrimci hareketi sonuçta Kürtleri temsil edemedi. Kürtleri içselleştiremediği için ya da içselleştirse bile sonuçta var olan Kürt gerçeği kendi devrimci hareketini oluşturma zorunluluğu gereği, bu halk kendi devrimci siyasal değerlerini ortaya kayması kaçınılmazdı. PKK bunun sonucudur. Bu tarihsel gerçeğin çok doğru algılanması gerekli.
Ortak örgütlenme, bu anlamıyla tarihsel olarak gerçekçi olmadığı kadar birinin diğeri üzerinden rant elde etme girişimi biçimini de alabilir. Bu nedenle,hiçbir gerekçe ayrı bir varlığa ait olan bir özgün yapılanmayı tutsak edecek bir biçim içinde tanımlama ya da var etmeyi sonuna kadar sürdüremez.
Kürtlerin ayrı örgütlenme çabaları, 200 yıllık tarih içinde her zaman önde olan bir eğilim olarak belirmiştir. 20.Yüzyılın Marksist-Leninist formasyonları içinde sınıf mücadelesi adı altında ortak örgütlenme önermeleri ise bir aldatmacadan öteye geçememiştir; bu gün bile aynı ısrarı sürdüren sol milliyetçilik, sözde “sınıf mücadelesinin bölünmemesi için” iddiası altında bir milliyetçilik tezahürü olarak belirir. Egemen ulus işçi sınıf, bu söylemde ezilen ulus işçi sınıfını kendi çıkarları için kullanmakta bir sakınca görmez.
En ağdalı söylemlerle bu günde örtülmek istenen gerçek, bir ölçüye kadar sınıf mücadelesini gerçek içeriği ve tarihi misyonunu doğru kavramamakla yakından ilgilidir. Tarihi boyunca hiçbir tarihsel devrim gerçekleştirmemiş sınıf mücadelesine böylesi hayali roller yükleyerek varılacak yer, egemen ulusun egemen işçi sınıfı kanalıyla ezilen ulus ve işçi sınıfını esir etmeye devam ettiği yerdir.
Her varlık ayrı bir varlıktır. Kendini üretimin ya da toplumun belli bir düzleminde kapsadığı yer itibariyle maddi bir gerçeklik ya da kültürel, siyasi bir duruş olarak ifade etse de her varlık ayrı varlığına ait bir alan oluşturur. Bu alan o varlığa ait bir kimlik belgesidir.
Ayrı varlık olarak kendini ifade edemeyen varlıklar ise, bir dişlisi olacağı varlık sisteminde kendini konumlarken o bütünün bir parçası olarak sürdürür.
Kürt ulusu inkişaf ederken tüm renkleriyle maddi ve kültürel dokularıyla ve bu bütünü içinde yer alan her etkinliğiyle ortaya çıkmıştır. Bu süreç çağdaş örgütlenme ve mücadele etkinlikleri içinde de kendini bu biçimde ayrı bir varlık olarak göstermiştir.
Ortak bir devlet çatısı altında yer almış olmak, mücadelenin ortak hedefe yönelik olması hatta taleplerin demokrasi ve özgürlük paydasında eşitlenmiş olması bile, ayrı olan varlıkların özgün örgütlenmelerini ve özgür mücadele etme eğilimlerinin önünde bir engel olamaz. Çünkü bu davranış ve kurumlaşmanın dinamikleri, kendine özgü bir varlığın ürünüdür.
Bu tezahür dün değil de bu gün çok daha bariz bir biçimde ortaya çıkması, bu gerçeğin varlığını değiştiren değil zaman olarak olgunlaşmanın ancak bu kesite denk düştüğünün ifadesidir.
Derin devlet eliyle eli kanlı bir örgüt olarak da olsa Hizbullah’ın tarih sahnesine çıkışını bu çerçevede doğru algılamak önem taşır.
ÜMMET
Hizbullah neyin nesi.
Bu makalenin konusu basında afişe olmuş eylemler ya da bu eylemlerin failleri olarak Hizbullah değil. Bunun üzerine çok şey yazıldı çizidi daha da fazlası yapılacak.
Konumuz bir ulusun tüm renkleriyle kendini siyasal arenada temsil etmesi olaydır. Yakın ve benzer bir örnek verecek olursak Filistin davası bunun için biçilmiş kaftandır; El FETİH örgütüyle başlayan özgürlük savaşı, Marksist örgütlerle devam etmiş, bu gün bu mücadele öncekilerle birlikte HAMAS, CİHAD gibi İslami örgütlerin de etkinliğiyle devam etmektedir.
Arada farklar az değil ancak genel bir bakışla, durumun benzerliği çok açıktır. Kürt siyasal yelpazesinin inkişafı, yaşanmış bin yıllık bir ortaklık geleneği, ortak din, hatta ortak mezhep paydası altında olmasının yarattığı geciktirici engelleri önemle saymak mümkün. Bunlara, İslam dininin bir “ümmeti Muhammediye” dini olarak birleştirici önermesinin ulusal inkişafta oynadığı dizginleşici etkileri de saymak yanlış olmayacaktır ki makalemizin konusunun esası da buna dayanmaktadır.
Bunu anlamak için, bunu algılamak ve sıkıntısız hazmetmek için çok önemli bir gerçeği bilmek gerek.
Bu gerçek, son makalelerimde sık sıkı işlediğim İslam’da “ümmet” ve ülkemizde ümmetti yadsıyan tek milliyetçi dini algı merkezlidir.
Makalemi kısa tutmak için çok kapsamlı olan ümmet mevzusuna uzunca girmeyeceğim.
“Ümmet”, İslami inanç argümanının temel taşıdır.
Hz. Muhammede’in bir hadisi “La farka beyn acemi ve Arabi illa bittakva” der.
Yani, Allah indinde Arap’la, Acem’i (İranlı, yada her hangi bir millet) arasındaki tek fark, takvadadır (Takva= inanç içerikli, tanrıdan korku ya da çekincedir, onun emirlerini yerine getirip getirmemededir)
İslam’ın kendi ümmeti vardır. Kuranda onlarca ayette çok farklı anlamlarda geçen ümmet kavramı birçok biçimiyle toplulukları ifade eder. Irk, dil, inanç, iyilik kötülük toplulukları olarak da ifade edilir. İnsanlığın bir ümmet olduğu (“İnsanlar tek bir ümmetti” Bakara-213).ve sonra ümmetlere ayrıldığı da ifade edilir.
İslam da bu ümmetlerden biridir. “Sana da kendinden önceki Kitabı doğrulayıcı ve onu kollayıp koruyucu olarak bu Kitab’ı gerçekle indirdik. Artık onların aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen gerçekten ayrılıp onların keyiflerine uyma! Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı, fakat verdiği nimetlerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyleyse iyiliklerde yarışın…” (Maide - 48)
Ümmeti Muhammediye, Kuran’da vahiyle inmiş ayetlerde belirlenen inanç sistemine, peygamberin yaşamı boyunca yapılmasını uygun gördüğü sünnet denilen ameline, İslam bilginlerini icma kararları ve kıyaslarına uyan insan topluluğu olarak belirlenebilir. Bu topluluk, özgünlüğüyle, dil, gelenek ve görenek, coğrafi farklılıkları önemsemeyen olduğu iddiasında, inancın birleştirdiği bir topluluktur.
Bu veriler, gerçek anlamda hiçbir zaman, farklı toplulukların İslam adı altında “Ümmeti Muhammediye” olarak bir ve birlik olmalarını sağlayamamıştır. Ulusların, ulusal sınırların ve ulusal devletlerin tarih sahnesine çıkmadan önceki kesitlerde, farklılıkların bir imparatorluk altında, hatta teokratik imparatorluklar altında toplandığı kesitlerde bile İslam ümmetini bir ve birlik tutamamıştır.
Ümmet, inanç kardeşliği, Müslüman kardeşliği gibi revaçta olan tanımların kullanılması bir ve bütünlük olmayı hiçbir zaman ikame edememiştir. Egemen olanlar kendi dar ümmetlerini İslam ümmeti diye diğer ümmetler üzerinde bir hegemonya aracı olarak kullanmıştır. Bununla da kalmayıp İslam olan aynı din ve mezhepten devletler birbiriyle kanlı savaşlara girmiş birbirini yıkarak tarih sahnesinden silmiştir; denebilir ki, küffarın (Müslüman olmayanların) İslam ümmetine verdiği zararın, yıkım ve ölümün binlerce katını aynı ümmetten olanların birbirine vermiştir.
İslam, inanç birliği hatta aynı mezhepten olma bile farklılıkları bir ümmet içinde birleştirememiştir. Bu Hz Muhammed dönemi için bile geçerli bir tespittir, o da, peygamberin ölümü ardından ortaya çıkan bölünmeler peygamber döneminde olgunlaşmış ve hemen sonrasında inkişaf etmiş ayrılıkları ifade eder. Bu ayrılıklar üstelik aynı ümmetin en dar halkasında, Haşimi-Emevi-Abbasi gibi aileler arasında bile vuku bulmuştur. Bu yanıyla İslam, tarihinin hiçbir kesitinde farklılıkları birlik ve bütünlük içinde tutma başarısı gösterememiştir.
Bu anormal bir durum değildir. Dini inanç etrafında bir ümmet oluşturmak, daha dar veriler üzerinde oluşturulacak bir ümmetten çok daha zorludur ve bir ütopya olmaya mahkumdur. Çıkarlar dünyası, yaşamı oluşturan en küçük halkadan itibaren müthiş bir bencillik içindedir, bu bir var oluş mücadelesidir de. Bunu ortak kültürel algılarla aşmak ise tarihin evrimiyle uyumu gerektirir, ulusların tarih sahnesine çıkış şafağında ümmet bir ulusu temsil ettiği oranda anlamlıdır; bunun içinde de egemen olan ve ezilenler olmasına karşın, dil ortaklığı, coğrafi birlik, ekonomik üretim ağı birliği ve bunun ortak bir pazarda dönüşümü gibi sağlam yapıştırıcılarla tutunabilmiştir.
İnanç ise, uhrevi algılarıyla, maddi yaşam dünyası karşısında her zaman hezimete uğramıştır; bu hezimeti örtmek için, vekaleti hangi noterden alınmış belli olmayan Allah adına hüküm sürmek hiçbir zaman çare olmamıştır.
İslam çimentosu, hiçbir harcı tutacak kadar yeterli bir alaşım değildir, hangi harca katıldıysa boş çuval misali dik durmamıştır.
İslam, ulusal devletler, ülkeler, coğrafyalar sürecinde yedek teker olarak işe koyulmak da istenmiştir. Farklı ulus ve azınlıkların bir ulus olarak özümsenemediği, asimile edilemediği dolaysıyla kendi uluslaşma sürecinin bağımsızlık dürtüleriyle özgür yaşama istemi karşısında birleştirici bir rol oynayabilir diye kullanılan din (Özellikle İslam dini) bu sınavında da başarısız olmuştur. Bu konuda ülkemiz en iyi örneklerden biridir.
Daha doğru bir tanımlamayla, din birlik için ilkelerini önermiş ve buyurun bunlar etrafında bir ve bütün olun demiştir. Kurandaki ayetler de buna işaret ediyor. Ancak, dar ulusal çıkarlarda anlamını bulan milliyetçilik, bu ilkeler etrafında birleşme eğilimindeki diğer tüm ümmet türlerini kendi uydusu ve çakarlarının bir paravanı halene getirerek hükümranlığını kuruyor böylece önerme patrik anlamda ve tarihsel yeterli olgunluk olmaması nedeniyle iflasla yüz yüze kalıyor.
Her iki halde de din siyasetin bir paravanı olmaktan kurtulamıyor. Ümmeti Muhammediye bu anlamda kocaman bir hayal olup çıkıyor.
KÜRT ÜMMETİ’NİN İSLAMİ ZUHURU
Çok gerilere gitmeyeceğim. Abbasi döneminde Kürt etkinliğine ve Kürtlerin ağırlıklı olarak Şafii olmasında bunun rolü ve bu güne dek Kürtlerin kendilerini Abbasi soyundan sayma eğilimlerine değinmeyeceğim (Bu soy bağının en azından dini bir soy bağı anlamında da olsa ).
Konumuzu yakından ilgilendiren yanıyla bu süreçte Said-i Nursi ile birlikte başlayan “Nur Risaleleri”yle ideolojik literatürünü oluşturan Nurcu hareket, makalemi ilgilendiren konunun tarih kökü için yeterli bir derinliktir.
Hizbullah’ın geçmişi, ümmeti Muhammediye illüzyonuyla Kürtleri egemen milletin tek boyutlu İlkel çıkarları etrafında örgütleyen dini siyasete alet eden bir harekete dayanır. Bu hareketin geçmişi ya da ideolojik temelleri ise, bir Kürt din adamı olan, Osmanlının I. Dünya savaşına katılışında padişah adana okunan cihat fetvasının yazarı Said-i Nürsi’dir.
Said-i Nursi din bilgisiyle dönemin en parlak din hocalarından biridir. Said-i Nursi, uzun süren zindan, ölümü ve cesedinin devlet eliyle yok edilişi sonrası (cesedi birkaç farklı yerde gömülüp çıkarılmasından sonra yakılıp, küllerinin Kıbrıs açıklarında denize serpildiği söylenir), talebelerince oluşturulan Nurcu Hareket üzerinden izini sürdürür.
Bu tarihi kökler üzerinden bu güne gelen Fethullah Gülen’nin cemaati, ülkemiz tarihinin en kapsamlı Amerikan yanlısı, bir zamanların anti-Komünist dernekleri adı altında dünden bu güne süren demokrasi düşmanı milliyetçi, yeni Osmanlıcı bir harekettir.
Bu hareket bir biat hareketi olmasına karşın, ümmeti muhamediye’yi tek ulus çıkarı etrafında yeni- Osmanlıcılık adı altında sürdürme amacı içindedir: Bu hareketin kirli çabaları üzerine birden çok makale yazan bu satırların yazarı, son dönemin siyasal olaylarında temel aktör olarak eski, Ergenekoncu derin devlet yerine, yeni derin devletin temel şebeksini oluşturmaktadır.
Cemaat, Nurcu olmakla öğünür, ancak ideolojik önderinin Kürt olduğunu gerçeğini örtemeye çalışır; Soranlara sözlü cevaplarda “iki Said-i Nursi var Kürt olanın bizimle ilgisi yoktur“ diye cevap verilir. Bu inkara rağmen nurcu hareket fakir Kürt çocuklarını kuşatmada ve din adı altında asimile etmede yoğun çabaları olmuştur. Ümmeti Muhamediye burada da tek ulusçu çarklara su taşımıştır.
Kürt Hizbullah, işte bu hattın ümmetlere bölünmesiyle oluşmuştur. Gelişmesinin belli bir olgunluk seviyesinde Kürt İslam inancının kendi ayrı varlığına bir İslam ümmeti oluşturma çabası olarak siyasal sahneyi çıkarılmıştır. Bu çıkış Kürt ulusunun inkarı üzerinde olması nedeniyle de ölüm denklemleri üzerinde olmuştur; insanlık dışı vahşet katliamlarının sahibi olarak beliren bu tabloda Hizbullah, derin devletin denetiminde Kürt özgürlük hareketinin önünü kesmek için bir maşa olarak sürece sürülmüştür.
Ancak böyle olsa da bu gelişme, bir ulusun kendi farklılıklarıyla tarih sahnesinde kendini ifade etme unsurlarından biri olarak görülmelidir. Olguları sosyolojik açıdan, tarihin gerçekçi verileri olarak algılamak onları örten sansasyonel etkilerle değerlendirmekten daha önemlidir. Cumhuriyet ulusal devleti kurarken Sebatistlerin (“Yahudi dönmeleri”) rolü üzerinde çok şey yazılır; bunlar doğru olsa da Türk ulusu, bir ulusal devlet kurma olgunluğuna gelmemiş olsaydı bu asla olamazdı. Bu örnekte olduğu gibi, derin devlet Hizbullah’ı yoktan var etmedi. Konumuza dönecek olursak.
Kuranda “Eğer Allah dileseydi elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyleyse iyiliklerde yarışın” (Maide 48) denilerek insanlığın ümmetlere ayrıldığını ve bu ayrımın her ümmetin bir imtihanı olarak gerekleşeceğini ifade ediyor. Bu bir yanıyla birden çok İslam ümmeti olacağına da bir işaret sayılabilir.
Kuranda,
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır.” (Hucurat-13)
Bu yanıyla, Kürtleri ne tarihsel ne tek ulus devlet ne de tek vatan koşullarında asimile ederek içinde eritememiş olan egemen ulus, Kürtlerin inkişafı yoğunlaştıkça bunu ifade eden etkinliklerle yüz yüze kalması kaçınılmaz olacaktır.
Bu yüz yüze kalış aynı zamanda Kürt ulusal etkinliklerinin tümü için de geçerlidir; PKK’da, BDP’da bu gerçekle yüz yüze kalmıştır demek yanlış olmayacaktır.
Hizbullah olayı da tam bu noktada anlam kazanıyor.
Kürt uluslaşma süreci ve siyasal özgürlük yönündeki mücadelesi bu yanıyla olgunlaşıp, ayrışmasında yeni doğumlar yaptığı görülmektedir.
Olguları nesnel açıdan tanımlamamız gerekiyorsa, tarihsel durum budur; Kürt dini akımları gelişmekte ve bir ulus olmanın tüm tayfını üreten canlı bir organizma olarak Hizbullah’ın da siyasal sahneye çıkışı kaçınılmaz oluyor.
Yeterli dinamiği varsa, Kürt ulusu içinde yer alan tüm farklılıkların (Kürt Alevi gücünün ya da Zazaların da) tarih sahnesine çıkışı gündeme gelebilir. Bu Kürt özgürlük hareketinin gelişimine bağlı olduğu kadar, bu süreçte egemen ulusun baskı ve kovuşturmasının düzeyine de bağlı olacaktır (siyasi açıdan bu inkişaf demokrasi ve özgürlük sürecine aykırı olmaması önem taşır)
Ancak tarihin tüm deneyleri gösteriyor ki, bir ulus uyanıp ayağa kalkmışken bu güçlerin tümü ortak bir bölen etrafında, demokrasi ve özgürlüğü kazanmaya yönelir. Hizbullah’ın geleceğiyle ilgili belirlemelerimiz de bu zemin üzerinde olacaktır: bu daha çok Kürt ulusunun iç dinamikleri, siyasal etkinliklerinin ilişki ve çelişkilerince belirlenecektir. Kimsenin dışarıdan gazel okuma hatasına düşmemesi gerektiğini bir kez daha altını çizerek belirtmek gereklidir.
Bu çıkışı engellemek için çırpınan egemen ulus yönetimleri, dini akımları kullanmasına karşın iflas etmekten Kurtulamamıştır.
Dini siyasete alet ederek, İslam’i toplumları ümmet adı altında birleştirecek tek çimento olduğu iddiasıyla Kürt ulus gerçeğini bin bir biçimde inkar edenler, kendi İslamlarına alternatif bir Kürt İslam’ı üreterek cevap vermeleri manidardır. Buradan da dinin ümmetle ilgili tarihsel işlevine ilişkin yaptığımız soyutlama bir kaz daha yerli yerine oturmaktadır; İslam ümmeti söylemi egemen gücün çıkarları için diğer toplulukları aldatma aracından başka bir şey değildir. Ülkemiz somutunda böylesi bir ağırlığı ve rekabeti Kürt Hizbulah’ı kaldırıp kaldıramamasının bir önemi yoktur, adı ne olursa olsun bu geçek er ya da geç, bir biçimde gerçekleşecek.
Bu ayrışmanın en sert, en uç çıkışlarla başlaması da eşyanın tabiatına uygundur.
Dipten gelen dalga, doğada da toplumlarda da böylesine acımasız ve kanlı gelir ve sonra yerli yerine oturdukça normale döner. Bu açından ele alındığında Hizbullah’ı algılamak için, işlediği cinayetler ve insanlık dışı korkunç eylemleri tek boyutlu algılamak yeterli değildir.
Hizbullah bir icram şebekesidir. Üstelik bunu, çarpıtılmış din algısıyla da yapıyor. işlenen insanlık suçları İslam açısından da asla onaylanmaz bir şeydir. Ancak bu tusinami bir biçimde dinginleşerek, kendi özgün yerini kendi “ümmeti” içinde bulacaktır.
Nitekim, yorumcuların, avukatlarının dile getirdiği gerçek de bu yöndedir. Teknolojinin, sanal dünyanın yarattığı değerleri kullanarak, bilişim çağını küreselleşme ortamında kendi siyasal tercihleri için çırpındıkları da bilinmektedir.
ORTAK ÜLKEMİZ AÇISINDAN HİZBULLAH
Hizbullah, siyasetin ortak ülkemizdeki işleviyle bizi de ilgilendiren bir veridir. Bu gücün Kürt ulusal özgürlük mücadelesine karşı oluşturulmuş bir güç olarak sahneyi çıkışı, ilgimizin de nedenidir.
Bize göre Kürt özgürlük hareketi, ortak ülkemiz demokrasi mücadelesinin temel manivelasıdır. Hepimiz adına, bizlerin de omuz verdiği bir mücadele olarak egemen devlete ve gerici yönetimlerine karşı halklarımız adına bir duruştur.
Bu mücadelede Hizbullah’ın alacağı yeni konum, tutumlarımızı belirleyecek olan önemli bir etmendir. Bu hareket Filistin’deki, Lübnan’daki isim benzerleriyle, işlev benzerliğini kurabilir mi, bu çok zor görünüyor. Bunun için, geçmişiyle yüzleşmesi ve arınması gerekli. Bunun için ne bildiri ne bir basın açıklamasına gerek vardır. Bunun için bundan sonraki sürecin pratiği, gerçek göstergeleri belirleyici olacaktır. Hiç umudumuz olmasa da …
Bu aynı zamanda Kürt özgürlük hareketi içinde temel bir kıstas olacaktır. Kürtler içişlerini kendileri herkesten daha iyi bilirler; bu satırlarda bunun üzerine bir müdahale olmayacaktır. Bu konu Kürt ulusunun iç işleridir ve kararı kendileri verecektir.
Kürt ulusu yükseliş çağının en önemli kesitinde kendi birliğini farklılıklarıyla bir bayrak altında toplayacak dirayettedir. Bu toparlanma, yakın dönemdeki seçimlerde başarılabilirse çok anlamlı olacaktır ve farklı bir boyut kazanacaktır. Hizbullah’ı örneklerini Lübnan’da ve Filistin’de gördüğümüz dini siyasal ve sosyal hareketler gibi, halkı için bir çaba içinde, kendi gerici devletinin maşası olmaktan sıyrılmış, insan hak ve özgürlükleri çizgisinde ortak olabilecek bir hat tutturabilir mi? Bu imkansız gibi duruyor.
Kürt Hizbullah yaklaşan seçimlerde, iddia edildiği oranda bir kitle etkisi var ise, İslam çimentosu adı altında ümmeti Muhammediye diyerek, Kürt halkını kandırıp oylarını yedeklemeye çalışan AKP’nın dini siyasete alet eden politikalarına karşı bir işleve sahip olmalıdır. Bütün bu değerlendirmeler öncelikle Kürt özgürlük hareketi ve siyasal temsilcilerinin süzgecinden geçecektir.
Tamamlanmamış uluslaşma evrim süreçleri zincirlerini yitirdikçe, farklılaşmalarda hızla kendini ifade etmektedir. İki kutuplu bir dünyanın soğuk savaşın sona ermesiyle çözülüşü ardından, bir zamanlar kukla ve maşa olarak Amerika tarafından, Sovyetlere karşı “Yeşil Kuşak” adı altında Sovyetleri kuşatılması amacıyla kullanıla kökten dinci hareketler, bulunduğu alanda Amerika karşıtlığı dahil yeni duruşlar sergilemeye başladılar. Bir taraftan El-kaide gibi, uluslararası terör örgütleri haline dönüşenler diğer tarafta ise HAMAS, CİHAD, HİZBULLAH (Lübnan) haklı halk davalarının mücadele unsuru haline geldi.
Tamamlanmamış ulusal evrim süreçlerinde rol oynama eğilimi taşıyan bu yanıyla özgürlük süreçlerine katkı sağlayan toplumsal işlevleriyle kitleselleşen, halkın desteğini alarak yasal siyasi süreçlerde de boy göstererek, kamu hizmeti icra edebilenlerin olumlu konumlanışı gündeme gelmiştir.
Ortak ülkemizde Kürt özgürlük hareketinin gelişimiyle gündeme gelen ayrışmada Kürt İslam’ı da kendini bir çıkışla ifade etmeye yöneldiğine tanık olduk. Atılan ilk adımların çok ciddi sakatlıkları olmasına, insanlık dışı kıyıcılığına karşı bu doğumun kendi özgünlüğü içinde tarihsel olarak kaçınılmaz olan bir doğumdu. Bu doğumda derin devletin rolü, desteği bu gerçeği değiştirmez.
Buna rağmen, Türkiye derin devleti imalatı olarak Hizbullah (Made in Turkey), ne HAMAS, ne CİHAD, ne de Lübnan HİZBULLAH’ıyla karşılaştırılmayacak kadar farklı bir kulvardadır. Bu örgütler halklaşmış, sosyalleşmiş, siyasallaşmış birer savaş örgütü olarak, İsrail Siyonizmin ve onun adı arkasında bölgeye ölüm saçan emperyalist güçlere karşı direnmektedirler; bununla kalmayıp, bölge savaş tarihinin tanık olmadığı zaferleri de kazanmaktadır. Türkiye işi Hizbullah ise, devletin maşası olarak ABD’nin kuklası olarak özgürlük hareketine, Kürt halkına karşı savaş sürdürmektedir.
TAHLİYELER
Eli kanlı Hizbullah liderlerinin tahliyesi, her insanın vicdanında ağır bir yara açmıştır. Bu çok normal bir duygusallıktır. Bu canilerin yaptıklarını insani bir yere oturtmanın mümkünü yoktur, yaptıkları dehşete düşüren bir vahşettir. Ancak adalet, duyguların esiri olursa orada büyük bir adaletsizlik var demektir.
İnfaz yasalarından, tutukluluk sürelerinin kısaltılmasından en çok yararlananların cürüm şebekeleri olması bir yanıyla normaldir, diğer yanıyla adaletsizdir. Normaldir ziya zindanlar adli cürüm şebekeleriyle doludur sayısal olarak da onlar çoğunluk olanlardır. Ayrıca, hiçbir iktidar, siyasi ve düşünce suçlarını affetmekte öncelik vermez, tersini yapar. Adli suçlular ise onun için bir tehlike değil tersine Hizbullah gibiler yararlı da olabilirler. Bu dengesizlik, sistemle ilgili bir adaletsizliği ikame eder durur.
Adalet sisteminin radikal değişimini tartışmak, lokal tartışmalardan daha verimli olacağını öncelikle belirlemek gerek. Dolaysıyla tutukluluk sürelerinin azaltılmasına itiraz edilmeyeceğini de hesaba katarak ve tersine daha da kısaltılması gerektiğini savunarak tutum koymak yanlış değildir. Bu sonuçtan kimin ne kadar yararlandığı ise eşitlik ve adalet duygusunun korunması açısından tartışılamaz.
Adli mekanizmanın yanlış çalışan çarkları, yetersizlikleri, öncelik sorunları, kadro imkansızlıkları iktidarların siyasallaştırma baskılarıyla bir bütün olarak gözden geçirilmeyi gerektiriyor. Bu alanda gündeme gelen gecikmeler adaletinde tecellisini geciktirdiği açıktır. Bu satırların yazarı, işkence, zindan, firar, sürgün gibi aşamalardan 30 yıldır zorluklarla geçmiş olmasına karşın, mahkemedeki davalarının hala bitmemiş olması, bu gecikmelerden kimlerin daha çok acı çektiğini göstermeye yeterlidir; bu ülkede düşünce suçları, siyasi davalar nedeniyle çekilen acıların büyük bir kısmı, bitmeyen davaların, bitmeyen tutukluluk halleriyle yakından ilgilidir.
Bu olumsuzluklar nedeniyle de, cürüm şebekelerine kimi fırsatlar ve şanslar tanınsa da uzun süreli tutukluluk halinin bu nedenle devamı ya da kabulü savunulamaz. Hukukun herkese eşit dağıtılması gerektiği ilkesi gereğince, şuna uygulanır buna uygulanmaz da denilemez.
Hizbullah liderleri tahliye olsa da olmasa da, erken ya da geç sorun bu değil. Sorun Hizbullah gerçekliğidir ya da Kürt ulusal varlığının bir parçası olarak, kökten dinciliğin ortaya çıkışı, amaç ve hedefleridir. Bunu tarihsel ve toplumsal bağlamda yerli yerine oturtmak konumuzun esasıdır.
KAPANA DÜŞMEK
Bu başlık 23 Aralık 2010 tarihle makalemin başlığıdır. Söz konusu makalede kaygılarımı dile getirdim. Ülkemizin en riskli dönemeci en riskli sorunlarıyla at başı gidiyor dedim; Alevilerin Türk milliyetçilik ve Kürtlerin Sünni gericilik kapanına düşme tehlikesine dikkat çektim. Her iki durumda da kaybedecek olan demokrasi mücadelemiz özgürlük kazanımlarımızdır dedim.
Aydınlara, ilerici güçlere ve sorumluluk taşıyan her iki tarafın öncü şahsiyetlerine önemli görevler düşmektedir. Bunu tarihe not olarak düştüm. Söz konusu makalemin bu makaleyle bağlantısı da burada anlamlı hale geliyor.
Hizbullah’ı, bu kapanın aracı da olabilir engeli de. Buna çok dikkat edilmesi gerek. Bu sorumluluk Kürt özgürlük hareketinin omuzlarındadır.
Hizbullah’ın kendini yeniden konumlandırışını anlamlı kılacak üç temel dönüşüm bulunmaktadır. Bunlar, birincisi; Kürt özgürlük hareketine karşı duruşları (bu duruş ortak ülkemizin demokrasi ve özgürlük mücadelesine karşı duruşlarını da tanımlayacaktır) ikincisi; kirli tarihleriyle yüzleşerek bunu aşıp aşmayacaklarının ortaya çıkması, üçüncüsü; devlet ve güvenlik kuruluşlarına karşı alacakları tutumudur.
Bu üç durakta Hizbullah gerçek kimliğiyle bir kez daha kamuoyunun karşısında yerini alacaktır. Hizbullah’ın bunu başaramayacağı açık olsa da, bu kavgada inatla kimseyi düşman saflara katmamak gerektiğini hatırlatmakla yetiniyorum.
10 Ocak 2011
“Ümmeti Mahammediye” adı altında tek ulusçu çakarlar için istihdam edilen Kürt kökten dinciliği, sonunda kendini bir biçimde Hizbullah adı altında ifade etti. Derin devletin malum komplolarının bir kuklası olarak, insanlık suçları işledi, ölüm denklemlerinde eli kanlı bir doğum yaptı.
Bu doğum, derin devletin izlerini omuzlarına yüklemiş olsa da tarihsel bir zorunluluktu; Kürt uluslaşma evriminin inkişafında ortaya çıkacak farklılıklardan biri de böylelikle siyaset sahnesindeki yerini almış oldu.
Derin devletin çirkin oyunlarıyla bir araç olarak kullanılıp atılan ve belki bir kez daha bu oyunun kuklası olma ihtimali içinde olan Hizbullah ya kendi tarihiyle yüzleşecek ve bunu aşacaktır ya da aynı çarklara su taşıyacaktır. Bunu birlikte göreceğiz.
Her halükarda ülkemizin iki önemli tehlikesinden söz etmiştim; Alevilerin Türk milliyetçiliğine ve Kürtlerin dini siyasete alet yapanların kapanına düşme riski, bu iki tehlikeyi tanımlıyor. Bu bir anlamıyla Hizbullah’la da ilgili bir konudur.
Yaklaşan seçimler, Kürt halkını tüm tayflarıyla birleştirirken bu risk daha da artabilir, buna çok dikkat edilmelidir.
Hizbullah’ın en azından tarafsızlaştırılması için geliştirilecek adımlar hiçbir zaman bu riskin kapanına düşüşü getirmemelidir.
Ortak ülkemizde tüm halkların demokrasi ve özgürlük talepleri geleceği, barış içinde bir arada güvenceye alacak projelerle ikame edilebilir. Farklılıkları hazmedemeyecek, köktenci algılar bu gerçeğe kendilerini adapte etmeden, bu sürece katabilecekleri bir şey olamaz tersine zarar verirler.
Buna rağmen Kürt İslam ümmetinin bir biçimde kendini ifade etmesi, doğal bir evrimin sonucudur, bu gelişme her yöneyle hesaba katılması gereken bir veridir.
***
Yaşar Kaya, bir röportajda Kürt burjuvazisi üzerine sorulan soruya “neden Kürtlerin de burjuvazisi olmasın neden Kürtlerin de kendi Rönesansları, aydınlama çağları olmasın” mailinde bir cevap verdi.
Kürt siyasal tarihinin önemli isimlerinden biri olarak Yaşar Kaya, önemli ve bir o kadar haklı cümlesinin geniş anlamda yorumlanacak özelikleri olduğunu belirtmek isterim.
Evet neden olmasın?
Olmaması zaten mümkün değil. Bir ulus gerçek anlamda bir ulus ise bütün özellikleriyle inkişaf edecektir. Burjuvazisi de Hizbullahı da gelip sahnedeki yerini alacaktır.
Türkiye devrimci hareketinin her tür boy ve soydan devrimci hareketi sonuçta Kürtleri temsil edemedi. Kürtleri içselleştiremediği için ya da içselleştirse bile sonuçta var olan Kürt gerçeği kendi devrimci hareketini oluşturma zorunluluğu gereği, bu halk kendi devrimci siyasal değerlerini ortaya kayması kaçınılmazdı. PKK bunun sonucudur. Bu tarihsel gerçeğin çok doğru algılanması gerekli.
Ortak örgütlenme, bu anlamıyla tarihsel olarak gerçekçi olmadığı kadar birinin diğeri üzerinden rant elde etme girişimi biçimini de alabilir. Bu nedenle,hiçbir gerekçe ayrı bir varlığa ait olan bir özgün yapılanmayı tutsak edecek bir biçim içinde tanımlama ya da var etmeyi sonuna kadar sürdüremez.
Kürtlerin ayrı örgütlenme çabaları, 200 yıllık tarih içinde her zaman önde olan bir eğilim olarak belirmiştir. 20.Yüzyılın Marksist-Leninist formasyonları içinde sınıf mücadelesi adı altında ortak örgütlenme önermeleri ise bir aldatmacadan öteye geçememiştir; bu gün bile aynı ısrarı sürdüren sol milliyetçilik, sözde “sınıf mücadelesinin bölünmemesi için” iddiası altında bir milliyetçilik tezahürü olarak belirir. Egemen ulus işçi sınıf, bu söylemde ezilen ulus işçi sınıfını kendi çıkarları için kullanmakta bir sakınca görmez.
En ağdalı söylemlerle bu günde örtülmek istenen gerçek, bir ölçüye kadar sınıf mücadelesini gerçek içeriği ve tarihi misyonunu doğru kavramamakla yakından ilgilidir. Tarihi boyunca hiçbir tarihsel devrim gerçekleştirmemiş sınıf mücadelesine böylesi hayali roller yükleyerek varılacak yer, egemen ulusun egemen işçi sınıfı kanalıyla ezilen ulus ve işçi sınıfını esir etmeye devam ettiği yerdir.
Her varlık ayrı bir varlıktır. Kendini üretimin ya da toplumun belli bir düzleminde kapsadığı yer itibariyle maddi bir gerçeklik ya da kültürel, siyasi bir duruş olarak ifade etse de her varlık ayrı varlığına ait bir alan oluşturur. Bu alan o varlığa ait bir kimlik belgesidir.
Ayrı varlık olarak kendini ifade edemeyen varlıklar ise, bir dişlisi olacağı varlık sisteminde kendini konumlarken o bütünün bir parçası olarak sürdürür.
Kürt ulusu inkişaf ederken tüm renkleriyle maddi ve kültürel dokularıyla ve bu bütünü içinde yer alan her etkinliğiyle ortaya çıkmıştır. Bu süreç çağdaş örgütlenme ve mücadele etkinlikleri içinde de kendini bu biçimde ayrı bir varlık olarak göstermiştir.
Ortak bir devlet çatısı altında yer almış olmak, mücadelenin ortak hedefe yönelik olması hatta taleplerin demokrasi ve özgürlük paydasında eşitlenmiş olması bile, ayrı olan varlıkların özgün örgütlenmelerini ve özgür mücadele etme eğilimlerinin önünde bir engel olamaz. Çünkü bu davranış ve kurumlaşmanın dinamikleri, kendine özgü bir varlığın ürünüdür.
Bu tezahür dün değil de bu gün çok daha bariz bir biçimde ortaya çıkması, bu gerçeğin varlığını değiştiren değil zaman olarak olgunlaşmanın ancak bu kesite denk düştüğünün ifadesidir.
Derin devlet eliyle eli kanlı bir örgüt olarak da olsa Hizbullah’ın tarih sahnesine çıkışını bu çerçevede doğru algılamak önem taşır.
ÜMMET
Hizbullah neyin nesi.
Bu makalenin konusu basında afişe olmuş eylemler ya da bu eylemlerin failleri olarak Hizbullah değil. Bunun üzerine çok şey yazıldı çizidi daha da fazlası yapılacak.
Konumuz bir ulusun tüm renkleriyle kendini siyasal arenada temsil etmesi olaydır. Yakın ve benzer bir örnek verecek olursak Filistin davası bunun için biçilmiş kaftandır; El FETİH örgütüyle başlayan özgürlük savaşı, Marksist örgütlerle devam etmiş, bu gün bu mücadele öncekilerle birlikte HAMAS, CİHAD gibi İslami örgütlerin de etkinliğiyle devam etmektedir.
Arada farklar az değil ancak genel bir bakışla, durumun benzerliği çok açıktır. Kürt siyasal yelpazesinin inkişafı, yaşanmış bin yıllık bir ortaklık geleneği, ortak din, hatta ortak mezhep paydası altında olmasının yarattığı geciktirici engelleri önemle saymak mümkün. Bunlara, İslam dininin bir “ümmeti Muhammediye” dini olarak birleştirici önermesinin ulusal inkişafta oynadığı dizginleşici etkileri de saymak yanlış olmayacaktır ki makalemizin konusunun esası da buna dayanmaktadır.
Bunu anlamak için, bunu algılamak ve sıkıntısız hazmetmek için çok önemli bir gerçeği bilmek gerek.
Bu gerçek, son makalelerimde sık sıkı işlediğim İslam’da “ümmet” ve ülkemizde ümmetti yadsıyan tek milliyetçi dini algı merkezlidir.
Makalemi kısa tutmak için çok kapsamlı olan ümmet mevzusuna uzunca girmeyeceğim.
“Ümmet”, İslami inanç argümanının temel taşıdır.
Hz. Muhammede’in bir hadisi “La farka beyn acemi ve Arabi illa bittakva” der.
Yani, Allah indinde Arap’la, Acem’i (İranlı, yada her hangi bir millet) arasındaki tek fark, takvadadır (Takva= inanç içerikli, tanrıdan korku ya da çekincedir, onun emirlerini yerine getirip getirmemededir)
İslam’ın kendi ümmeti vardır. Kuranda onlarca ayette çok farklı anlamlarda geçen ümmet kavramı birçok biçimiyle toplulukları ifade eder. Irk, dil, inanç, iyilik kötülük toplulukları olarak da ifade edilir. İnsanlığın bir ümmet olduğu (“İnsanlar tek bir ümmetti” Bakara-213).ve sonra ümmetlere ayrıldığı da ifade edilir.
İslam da bu ümmetlerden biridir. “Sana da kendinden önceki Kitabı doğrulayıcı ve onu kollayıp koruyucu olarak bu Kitab’ı gerçekle indirdik. Artık onların aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen gerçekten ayrılıp onların keyiflerine uyma! Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı, fakat verdiği nimetlerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyleyse iyiliklerde yarışın…” (Maide - 48)
Ümmeti Muhammediye, Kuran’da vahiyle inmiş ayetlerde belirlenen inanç sistemine, peygamberin yaşamı boyunca yapılmasını uygun gördüğü sünnet denilen ameline, İslam bilginlerini icma kararları ve kıyaslarına uyan insan topluluğu olarak belirlenebilir. Bu topluluk, özgünlüğüyle, dil, gelenek ve görenek, coğrafi farklılıkları önemsemeyen olduğu iddiasında, inancın birleştirdiği bir topluluktur.
Bu veriler, gerçek anlamda hiçbir zaman, farklı toplulukların İslam adı altında “Ümmeti Muhammediye” olarak bir ve birlik olmalarını sağlayamamıştır. Ulusların, ulusal sınırların ve ulusal devletlerin tarih sahnesine çıkmadan önceki kesitlerde, farklılıkların bir imparatorluk altında, hatta teokratik imparatorluklar altında toplandığı kesitlerde bile İslam ümmetini bir ve birlik tutamamıştır.
Ümmet, inanç kardeşliği, Müslüman kardeşliği gibi revaçta olan tanımların kullanılması bir ve bütünlük olmayı hiçbir zaman ikame edememiştir. Egemen olanlar kendi dar ümmetlerini İslam ümmeti diye diğer ümmetler üzerinde bir hegemonya aracı olarak kullanmıştır. Bununla da kalmayıp İslam olan aynı din ve mezhepten devletler birbiriyle kanlı savaşlara girmiş birbirini yıkarak tarih sahnesinden silmiştir; denebilir ki, küffarın (Müslüman olmayanların) İslam ümmetine verdiği zararın, yıkım ve ölümün binlerce katını aynı ümmetten olanların birbirine vermiştir.
İslam, inanç birliği hatta aynı mezhepten olma bile farklılıkları bir ümmet içinde birleştirememiştir. Bu Hz Muhammed dönemi için bile geçerli bir tespittir, o da, peygamberin ölümü ardından ortaya çıkan bölünmeler peygamber döneminde olgunlaşmış ve hemen sonrasında inkişaf etmiş ayrılıkları ifade eder. Bu ayrılıklar üstelik aynı ümmetin en dar halkasında, Haşimi-Emevi-Abbasi gibi aileler arasında bile vuku bulmuştur. Bu yanıyla İslam, tarihinin hiçbir kesitinde farklılıkları birlik ve bütünlük içinde tutma başarısı gösterememiştir.
Bu anormal bir durum değildir. Dini inanç etrafında bir ümmet oluşturmak, daha dar veriler üzerinde oluşturulacak bir ümmetten çok daha zorludur ve bir ütopya olmaya mahkumdur. Çıkarlar dünyası, yaşamı oluşturan en küçük halkadan itibaren müthiş bir bencillik içindedir, bu bir var oluş mücadelesidir de. Bunu ortak kültürel algılarla aşmak ise tarihin evrimiyle uyumu gerektirir, ulusların tarih sahnesine çıkış şafağında ümmet bir ulusu temsil ettiği oranda anlamlıdır; bunun içinde de egemen olan ve ezilenler olmasına karşın, dil ortaklığı, coğrafi birlik, ekonomik üretim ağı birliği ve bunun ortak bir pazarda dönüşümü gibi sağlam yapıştırıcılarla tutunabilmiştir.
İnanç ise, uhrevi algılarıyla, maddi yaşam dünyası karşısında her zaman hezimete uğramıştır; bu hezimeti örtmek için, vekaleti hangi noterden alınmış belli olmayan Allah adına hüküm sürmek hiçbir zaman çare olmamıştır.
İslam çimentosu, hiçbir harcı tutacak kadar yeterli bir alaşım değildir, hangi harca katıldıysa boş çuval misali dik durmamıştır.
İslam, ulusal devletler, ülkeler, coğrafyalar sürecinde yedek teker olarak işe koyulmak da istenmiştir. Farklı ulus ve azınlıkların bir ulus olarak özümsenemediği, asimile edilemediği dolaysıyla kendi uluslaşma sürecinin bağımsızlık dürtüleriyle özgür yaşama istemi karşısında birleştirici bir rol oynayabilir diye kullanılan din (Özellikle İslam dini) bu sınavında da başarısız olmuştur. Bu konuda ülkemiz en iyi örneklerden biridir.
Daha doğru bir tanımlamayla, din birlik için ilkelerini önermiş ve buyurun bunlar etrafında bir ve bütün olun demiştir. Kurandaki ayetler de buna işaret ediyor. Ancak, dar ulusal çıkarlarda anlamını bulan milliyetçilik, bu ilkeler etrafında birleşme eğilimindeki diğer tüm ümmet türlerini kendi uydusu ve çakarlarının bir paravanı halene getirerek hükümranlığını kuruyor böylece önerme patrik anlamda ve tarihsel yeterli olgunluk olmaması nedeniyle iflasla yüz yüze kalıyor.
Her iki halde de din siyasetin bir paravanı olmaktan kurtulamıyor. Ümmeti Muhammediye bu anlamda kocaman bir hayal olup çıkıyor.
KÜRT ÜMMETİ’NİN İSLAMİ ZUHURU
Çok gerilere gitmeyeceğim. Abbasi döneminde Kürt etkinliğine ve Kürtlerin ağırlıklı olarak Şafii olmasında bunun rolü ve bu güne dek Kürtlerin kendilerini Abbasi soyundan sayma eğilimlerine değinmeyeceğim (Bu soy bağının en azından dini bir soy bağı anlamında da olsa ).
Konumuzu yakından ilgilendiren yanıyla bu süreçte Said-i Nursi ile birlikte başlayan “Nur Risaleleri”yle ideolojik literatürünü oluşturan Nurcu hareket, makalemi ilgilendiren konunun tarih kökü için yeterli bir derinliktir.
Hizbullah’ın geçmişi, ümmeti Muhammediye illüzyonuyla Kürtleri egemen milletin tek boyutlu İlkel çıkarları etrafında örgütleyen dini siyasete alet eden bir harekete dayanır. Bu hareketin geçmişi ya da ideolojik temelleri ise, bir Kürt din adamı olan, Osmanlının I. Dünya savaşına katılışında padişah adana okunan cihat fetvasının yazarı Said-i Nürsi’dir.
Said-i Nursi din bilgisiyle dönemin en parlak din hocalarından biridir. Said-i Nursi, uzun süren zindan, ölümü ve cesedinin devlet eliyle yok edilişi sonrası (cesedi birkaç farklı yerde gömülüp çıkarılmasından sonra yakılıp, küllerinin Kıbrıs açıklarında denize serpildiği söylenir), talebelerince oluşturulan Nurcu Hareket üzerinden izini sürdürür.
Bu tarihi kökler üzerinden bu güne gelen Fethullah Gülen’nin cemaati, ülkemiz tarihinin en kapsamlı Amerikan yanlısı, bir zamanların anti-Komünist dernekleri adı altında dünden bu güne süren demokrasi düşmanı milliyetçi, yeni Osmanlıcı bir harekettir.
Bu hareket bir biat hareketi olmasına karşın, ümmeti muhamediye’yi tek ulus çıkarı etrafında yeni- Osmanlıcılık adı altında sürdürme amacı içindedir: Bu hareketin kirli çabaları üzerine birden çok makale yazan bu satırların yazarı, son dönemin siyasal olaylarında temel aktör olarak eski, Ergenekoncu derin devlet yerine, yeni derin devletin temel şebeksini oluşturmaktadır.
Cemaat, Nurcu olmakla öğünür, ancak ideolojik önderinin Kürt olduğunu gerçeğini örtemeye çalışır; Soranlara sözlü cevaplarda “iki Said-i Nursi var Kürt olanın bizimle ilgisi yoktur“ diye cevap verilir. Bu inkara rağmen nurcu hareket fakir Kürt çocuklarını kuşatmada ve din adı altında asimile etmede yoğun çabaları olmuştur. Ümmeti Muhamediye burada da tek ulusçu çarklara su taşımıştır.
Kürt Hizbullah, işte bu hattın ümmetlere bölünmesiyle oluşmuştur. Gelişmesinin belli bir olgunluk seviyesinde Kürt İslam inancının kendi ayrı varlığına bir İslam ümmeti oluşturma çabası olarak siyasal sahneyi çıkarılmıştır. Bu çıkış Kürt ulusunun inkarı üzerinde olması nedeniyle de ölüm denklemleri üzerinde olmuştur; insanlık dışı vahşet katliamlarının sahibi olarak beliren bu tabloda Hizbullah, derin devletin denetiminde Kürt özgürlük hareketinin önünü kesmek için bir maşa olarak sürece sürülmüştür.
Ancak böyle olsa da bu gelişme, bir ulusun kendi farklılıklarıyla tarih sahnesinde kendini ifade etme unsurlarından biri olarak görülmelidir. Olguları sosyolojik açıdan, tarihin gerçekçi verileri olarak algılamak onları örten sansasyonel etkilerle değerlendirmekten daha önemlidir. Cumhuriyet ulusal devleti kurarken Sebatistlerin (“Yahudi dönmeleri”) rolü üzerinde çok şey yazılır; bunlar doğru olsa da Türk ulusu, bir ulusal devlet kurma olgunluğuna gelmemiş olsaydı bu asla olamazdı. Bu örnekte olduğu gibi, derin devlet Hizbullah’ı yoktan var etmedi. Konumuza dönecek olursak.
Kuranda “Eğer Allah dileseydi elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyleyse iyiliklerde yarışın” (Maide 48) denilerek insanlığın ümmetlere ayrıldığını ve bu ayrımın her ümmetin bir imtihanı olarak gerekleşeceğini ifade ediyor. Bu bir yanıyla birden çok İslam ümmeti olacağına da bir işaret sayılabilir.
Kuranda,
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır.” (Hucurat-13)
Bu yanıyla, Kürtleri ne tarihsel ne tek ulus devlet ne de tek vatan koşullarında asimile ederek içinde eritememiş olan egemen ulus, Kürtlerin inkişafı yoğunlaştıkça bunu ifade eden etkinliklerle yüz yüze kalması kaçınılmaz olacaktır.
Bu yüz yüze kalış aynı zamanda Kürt ulusal etkinliklerinin tümü için de geçerlidir; PKK’da, BDP’da bu gerçekle yüz yüze kalmıştır demek yanlış olmayacaktır.
Hizbullah olayı da tam bu noktada anlam kazanıyor.
Kürt uluslaşma süreci ve siyasal özgürlük yönündeki mücadelesi bu yanıyla olgunlaşıp, ayrışmasında yeni doğumlar yaptığı görülmektedir.
Olguları nesnel açıdan tanımlamamız gerekiyorsa, tarihsel durum budur; Kürt dini akımları gelişmekte ve bir ulus olmanın tüm tayfını üreten canlı bir organizma olarak Hizbullah’ın da siyasal sahneye çıkışı kaçınılmaz oluyor.
Yeterli dinamiği varsa, Kürt ulusu içinde yer alan tüm farklılıkların (Kürt Alevi gücünün ya da Zazaların da) tarih sahnesine çıkışı gündeme gelebilir. Bu Kürt özgürlük hareketinin gelişimine bağlı olduğu kadar, bu süreçte egemen ulusun baskı ve kovuşturmasının düzeyine de bağlı olacaktır (siyasi açıdan bu inkişaf demokrasi ve özgürlük sürecine aykırı olmaması önem taşır)
Ancak tarihin tüm deneyleri gösteriyor ki, bir ulus uyanıp ayağa kalkmışken bu güçlerin tümü ortak bir bölen etrafında, demokrasi ve özgürlüğü kazanmaya yönelir. Hizbullah’ın geleceğiyle ilgili belirlemelerimiz de bu zemin üzerinde olacaktır: bu daha çok Kürt ulusunun iç dinamikleri, siyasal etkinliklerinin ilişki ve çelişkilerince belirlenecektir. Kimsenin dışarıdan gazel okuma hatasına düşmemesi gerektiğini bir kez daha altını çizerek belirtmek gereklidir.
Bu çıkışı engellemek için çırpınan egemen ulus yönetimleri, dini akımları kullanmasına karşın iflas etmekten Kurtulamamıştır.
Dini siyasete alet ederek, İslam’i toplumları ümmet adı altında birleştirecek tek çimento olduğu iddiasıyla Kürt ulus gerçeğini bin bir biçimde inkar edenler, kendi İslamlarına alternatif bir Kürt İslam’ı üreterek cevap vermeleri manidardır. Buradan da dinin ümmetle ilgili tarihsel işlevine ilişkin yaptığımız soyutlama bir kaz daha yerli yerine oturmaktadır; İslam ümmeti söylemi egemen gücün çıkarları için diğer toplulukları aldatma aracından başka bir şey değildir. Ülkemiz somutunda böylesi bir ağırlığı ve rekabeti Kürt Hizbulah’ı kaldırıp kaldıramamasının bir önemi yoktur, adı ne olursa olsun bu geçek er ya da geç, bir biçimde gerçekleşecek.
Bu ayrışmanın en sert, en uç çıkışlarla başlaması da eşyanın tabiatına uygundur.
Dipten gelen dalga, doğada da toplumlarda da böylesine acımasız ve kanlı gelir ve sonra yerli yerine oturdukça normale döner. Bu açından ele alındığında Hizbullah’ı algılamak için, işlediği cinayetler ve insanlık dışı korkunç eylemleri tek boyutlu algılamak yeterli değildir.
Hizbullah bir icram şebekesidir. Üstelik bunu, çarpıtılmış din algısıyla da yapıyor. işlenen insanlık suçları İslam açısından da asla onaylanmaz bir şeydir. Ancak bu tusinami bir biçimde dinginleşerek, kendi özgün yerini kendi “ümmeti” içinde bulacaktır.
Nitekim, yorumcuların, avukatlarının dile getirdiği gerçek de bu yöndedir. Teknolojinin, sanal dünyanın yarattığı değerleri kullanarak, bilişim çağını küreselleşme ortamında kendi siyasal tercihleri için çırpındıkları da bilinmektedir.
ORTAK ÜLKEMİZ AÇISINDAN HİZBULLAH
Hizbullah, siyasetin ortak ülkemizdeki işleviyle bizi de ilgilendiren bir veridir. Bu gücün Kürt ulusal özgürlük mücadelesine karşı oluşturulmuş bir güç olarak sahneyi çıkışı, ilgimizin de nedenidir.
Bize göre Kürt özgürlük hareketi, ortak ülkemiz demokrasi mücadelesinin temel manivelasıdır. Hepimiz adına, bizlerin de omuz verdiği bir mücadele olarak egemen devlete ve gerici yönetimlerine karşı halklarımız adına bir duruştur.
Bu mücadelede Hizbullah’ın alacağı yeni konum, tutumlarımızı belirleyecek olan önemli bir etmendir. Bu hareket Filistin’deki, Lübnan’daki isim benzerleriyle, işlev benzerliğini kurabilir mi, bu çok zor görünüyor. Bunun için, geçmişiyle yüzleşmesi ve arınması gerekli. Bunun için ne bildiri ne bir basın açıklamasına gerek vardır. Bunun için bundan sonraki sürecin pratiği, gerçek göstergeleri belirleyici olacaktır. Hiç umudumuz olmasa da …
Bu aynı zamanda Kürt özgürlük hareketi içinde temel bir kıstas olacaktır. Kürtler içişlerini kendileri herkesten daha iyi bilirler; bu satırlarda bunun üzerine bir müdahale olmayacaktır. Bu konu Kürt ulusunun iç işleridir ve kararı kendileri verecektir.
Kürt ulusu yükseliş çağının en önemli kesitinde kendi birliğini farklılıklarıyla bir bayrak altında toplayacak dirayettedir. Bu toparlanma, yakın dönemdeki seçimlerde başarılabilirse çok anlamlı olacaktır ve farklı bir boyut kazanacaktır. Hizbullah’ı örneklerini Lübnan’da ve Filistin’de gördüğümüz dini siyasal ve sosyal hareketler gibi, halkı için bir çaba içinde, kendi gerici devletinin maşası olmaktan sıyrılmış, insan hak ve özgürlükleri çizgisinde ortak olabilecek bir hat tutturabilir mi? Bu imkansız gibi duruyor.
Kürt Hizbullah yaklaşan seçimlerde, iddia edildiği oranda bir kitle etkisi var ise, İslam çimentosu adı altında ümmeti Muhammediye diyerek, Kürt halkını kandırıp oylarını yedeklemeye çalışan AKP’nın dini siyasete alet eden politikalarına karşı bir işleve sahip olmalıdır. Bütün bu değerlendirmeler öncelikle Kürt özgürlük hareketi ve siyasal temsilcilerinin süzgecinden geçecektir.
Tamamlanmamış uluslaşma evrim süreçleri zincirlerini yitirdikçe, farklılaşmalarda hızla kendini ifade etmektedir. İki kutuplu bir dünyanın soğuk savaşın sona ermesiyle çözülüşü ardından, bir zamanlar kukla ve maşa olarak Amerika tarafından, Sovyetlere karşı “Yeşil Kuşak” adı altında Sovyetleri kuşatılması amacıyla kullanıla kökten dinci hareketler, bulunduğu alanda Amerika karşıtlığı dahil yeni duruşlar sergilemeye başladılar. Bir taraftan El-kaide gibi, uluslararası terör örgütleri haline dönüşenler diğer tarafta ise HAMAS, CİHAD, HİZBULLAH (Lübnan) haklı halk davalarının mücadele unsuru haline geldi.
Tamamlanmamış ulusal evrim süreçlerinde rol oynama eğilimi taşıyan bu yanıyla özgürlük süreçlerine katkı sağlayan toplumsal işlevleriyle kitleselleşen, halkın desteğini alarak yasal siyasi süreçlerde de boy göstererek, kamu hizmeti icra edebilenlerin olumlu konumlanışı gündeme gelmiştir.
Ortak ülkemizde Kürt özgürlük hareketinin gelişimiyle gündeme gelen ayrışmada Kürt İslam’ı da kendini bir çıkışla ifade etmeye yöneldiğine tanık olduk. Atılan ilk adımların çok ciddi sakatlıkları olmasına, insanlık dışı kıyıcılığına karşı bu doğumun kendi özgünlüğü içinde tarihsel olarak kaçınılmaz olan bir doğumdu. Bu doğumda derin devletin rolü, desteği bu gerçeği değiştirmez.
Buna rağmen, Türkiye derin devleti imalatı olarak Hizbullah (Made in Turkey), ne HAMAS, ne CİHAD, ne de Lübnan HİZBULLAH’ıyla karşılaştırılmayacak kadar farklı bir kulvardadır. Bu örgütler halklaşmış, sosyalleşmiş, siyasallaşmış birer savaş örgütü olarak, İsrail Siyonizmin ve onun adı arkasında bölgeye ölüm saçan emperyalist güçlere karşı direnmektedirler; bununla kalmayıp, bölge savaş tarihinin tanık olmadığı zaferleri de kazanmaktadır. Türkiye işi Hizbullah ise, devletin maşası olarak ABD’nin kuklası olarak özgürlük hareketine, Kürt halkına karşı savaş sürdürmektedir.
TAHLİYELER
Eli kanlı Hizbullah liderlerinin tahliyesi, her insanın vicdanında ağır bir yara açmıştır. Bu çok normal bir duygusallıktır. Bu canilerin yaptıklarını insani bir yere oturtmanın mümkünü yoktur, yaptıkları dehşete düşüren bir vahşettir. Ancak adalet, duyguların esiri olursa orada büyük bir adaletsizlik var demektir.
İnfaz yasalarından, tutukluluk sürelerinin kısaltılmasından en çok yararlananların cürüm şebekeleri olması bir yanıyla normaldir, diğer yanıyla adaletsizdir. Normaldir ziya zindanlar adli cürüm şebekeleriyle doludur sayısal olarak da onlar çoğunluk olanlardır. Ayrıca, hiçbir iktidar, siyasi ve düşünce suçlarını affetmekte öncelik vermez, tersini yapar. Adli suçlular ise onun için bir tehlike değil tersine Hizbullah gibiler yararlı da olabilirler. Bu dengesizlik, sistemle ilgili bir adaletsizliği ikame eder durur.
Adalet sisteminin radikal değişimini tartışmak, lokal tartışmalardan daha verimli olacağını öncelikle belirlemek gerek. Dolaysıyla tutukluluk sürelerinin azaltılmasına itiraz edilmeyeceğini de hesaba katarak ve tersine daha da kısaltılması gerektiğini savunarak tutum koymak yanlış değildir. Bu sonuçtan kimin ne kadar yararlandığı ise eşitlik ve adalet duygusunun korunması açısından tartışılamaz.
Adli mekanizmanın yanlış çalışan çarkları, yetersizlikleri, öncelik sorunları, kadro imkansızlıkları iktidarların siyasallaştırma baskılarıyla bir bütün olarak gözden geçirilmeyi gerektiriyor. Bu alanda gündeme gelen gecikmeler adaletinde tecellisini geciktirdiği açıktır. Bu satırların yazarı, işkence, zindan, firar, sürgün gibi aşamalardan 30 yıldır zorluklarla geçmiş olmasına karşın, mahkemedeki davalarının hala bitmemiş olması, bu gecikmelerden kimlerin daha çok acı çektiğini göstermeye yeterlidir; bu ülkede düşünce suçları, siyasi davalar nedeniyle çekilen acıların büyük bir kısmı, bitmeyen davaların, bitmeyen tutukluluk halleriyle yakından ilgilidir.
Bu olumsuzluklar nedeniyle de, cürüm şebekelerine kimi fırsatlar ve şanslar tanınsa da uzun süreli tutukluluk halinin bu nedenle devamı ya da kabulü savunulamaz. Hukukun herkese eşit dağıtılması gerektiği ilkesi gereğince, şuna uygulanır buna uygulanmaz da denilemez.
Hizbullah liderleri tahliye olsa da olmasa da, erken ya da geç sorun bu değil. Sorun Hizbullah gerçekliğidir ya da Kürt ulusal varlığının bir parçası olarak, kökten dinciliğin ortaya çıkışı, amaç ve hedefleridir. Bunu tarihsel ve toplumsal bağlamda yerli yerine oturtmak konumuzun esasıdır.
KAPANA DÜŞMEK
Bu başlık 23 Aralık 2010 tarihle makalemin başlığıdır. Söz konusu makalede kaygılarımı dile getirdim. Ülkemizin en riskli dönemeci en riskli sorunlarıyla at başı gidiyor dedim; Alevilerin Türk milliyetçilik ve Kürtlerin Sünni gericilik kapanına düşme tehlikesine dikkat çektim. Her iki durumda da kaybedecek olan demokrasi mücadelemiz özgürlük kazanımlarımızdır dedim.
Aydınlara, ilerici güçlere ve sorumluluk taşıyan her iki tarafın öncü şahsiyetlerine önemli görevler düşmektedir. Bunu tarihe not olarak düştüm. Söz konusu makalemin bu makaleyle bağlantısı da burada anlamlı hale geliyor.
Hizbullah’ı, bu kapanın aracı da olabilir engeli de. Buna çok dikkat edilmesi gerek. Bu sorumluluk Kürt özgürlük hareketinin omuzlarındadır.
Hizbullah’ın kendini yeniden konumlandırışını anlamlı kılacak üç temel dönüşüm bulunmaktadır. Bunlar, birincisi; Kürt özgürlük hareketine karşı duruşları (bu duruş ortak ülkemizin demokrasi ve özgürlük mücadelesine karşı duruşlarını da tanımlayacaktır) ikincisi; kirli tarihleriyle yüzleşerek bunu aşıp aşmayacaklarının ortaya çıkması, üçüncüsü; devlet ve güvenlik kuruluşlarına karşı alacakları tutumudur.
Bu üç durakta Hizbullah gerçek kimliğiyle bir kez daha kamuoyunun karşısında yerini alacaktır. Hizbullah’ın bunu başaramayacağı açık olsa da, bu kavgada inatla kimseyi düşman saflara katmamak gerektiğini hatırlatmakla yetiniyorum.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder