HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

21 Şubat 2011 Pazartesi

LİBYA; KADDAFİ’NİN ÇÖKÜŞÜ

Mihrac Ural

22. Şubat 2011


Tarihin darbeci türden tüm devrim girişimleri, ilerleyen zamanın etkisiyle de, çürüyor. Devlet erkini uzun süre elde tutmak, bir yandan siyasal pervasızlıkları ve halkı hiçe saymayı, diğer yandan yolsuzluklardan oluşmuş ahlaki çürümeleri, kültürel yozlaşmaları ve anti demokratik tutuculuğu getiriyor. Böylesi bir bataklıkta, içi boşaltılmış sözde devrimcilikten başka bir şey kalmıyor. Bu aşamadan sonra da kimlik bulanıklığı, siyasi kayganlık başlıyor. Gelinen yerde diktatörlük artık halkın boy hedefidir. Kaddafi buraya gelip dayanmıştır.

Evrensel ölçekte tutarsız politikaya bir örnek aranırsa, Kaddafi şampiyonluğu kimseye bırakmaz. Bu kimliksizlik içte de dışta da Kaddafi’yi yalnızlığa sürükledi; ne olduğu beli olmayan sosyalistlikten, İslam sosyalizmine. Oradan Arap ulusalcılığına ve ardından Araplıktan istifa ederek, Afrikalılığa uzanan karman çorman bir yola sürüklenip durdu. Dünyanın tüm ülkelerinin gıptayla baktığı zenginlikler bu sisler arasında el konuldu, heder edildi.

Libya halkı, istenmeyen bir kanlı sürece girse de özgürlük ve demokrasiyi kazanmak için mücadele etmekten çekinmeyeceği açıktır.

Halkın iradesi hiç bir diktatörlüğe sonuna kadar izin vermiyor, vermeyecek de.

Sonuçta kim ne olursa olsun halkın iradesi karşısında durma şansına sahip değildir.


***

Libya halkı ayaklanmanın 8. Gününe girdi ( 14 – 22 Şubat 2011). Tunus ve Mısır devrimlerinin aksine Libya çok kanlı bir sürece işaret eder gibi duruyor. 7. Günün bilançosu 250 ölü 1200 yaralı.

Libya’da gelişmelerin çok sıkıntılı olacağı açık. Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin sert mizacı, Libya halkının keskin sirke gibi olayları ele alışı, Yemen’de beklenen sertliği de aşan bir tablo oluşturdu. Karşılıklı açıklamalar Libya’da gelişmelerin demokrasi ve özgürlük gelişiminin ötesinde kimi sonuçlar yaratabileceği kaygısı vermektedir.

Libya’nın doğusu Mısır sınırı. Bu bölgeler ve insan toplulukları (Aşiret ve kabileler) Mısırdan hızla etkilenen kesimlerdir. Libya’daki ayaklanmaların haritasına baktığımızda da bunu görmek zor değil. Tobruk, Derne, El bayda ve en önemlisi tarihi boyunca direngen bir şehir olan, Kaddafi’nin askeri darbesine en çok destek veren Libya’nın ikinci büyük şehri Binigazi ayaklanan halkın eline geçmiş oldu. Esas olarak Akdeniz sahiline yerleşmiş olan Libya 1886 km sahilinin 500 km’lik doğu kısmının, Mısır sınırından itibaren halkın eline geçtiği artık netlik kazanmış bulunmaktadır. Başkent Tarblusgarp ve çevresinde ise halkın büyük kitlesel gösteriler yaptığı haberleri, saat başı yeni gelişmelerle verilmektedir. Kaddafi iktidara ülkenin batı sahillerinde ve Petrol havzalarının bulunduğu alanda hüküm süren kabilesiyle sınırlı hale geldiği belirtilmektedir.

Libya halkı, “Eşaabu Yeridu Iskat el Sanam” (Halk putların kırılmasını istiyor) diyerek sokaklara döküldü. Ölümü göze alan, kurşunlara göğsü açık yürüyerek güvenlik kuvvetlerinin merkezlerini ordu depolarını ve şehirleri ele geçirmeye yöneldi.

Kaddafi’nin oğlu Seyfül İslam’ın dün gece yaptığı konuşma ise bardağı taşıran son damla oldu. Seyfül İslam, sakince “Libya’da sorunların çözümü için iki yol var, ya iç savaş ye diyalog” dedi. Bunu da örnekler vererek, Libya’nın kabile yapısı nedeniyle açmazları, tek gelir kaynağı olan Petrolun tek bölgede ve tek bir kabilenin elinde olmasının paylaşımda yaratacağı sorunları, İslami hareketlerin Libya’yı emirliklere ayırıp böleceği ve dünyayla ilişkisini kopararak 70 yıl geriye götüreceği, Batılı güçlerin işgaline düşeceğini iddia etti, ayrıca ordunun kaddafi’nin denetiminde olduğu ve savaşacaklarını dile getirdi. Bu konuşma ciddi hatalar içeren, kışkırtıcı bir konuşmaydı. Bu konuşma, bir ölçüye kadar ülkemizde Kürt sorununu bölünme gerekçesi ve korkutucu heyulası sayan akılların konuşmasını andırıyordu.

Bu konuşma, Libya halkı tarafından “Libyalının aklına yapılan bir hakaret” olarak yorumlandı. “Kaddafi’siz bu ülkenin birlik ve barış içinde, bölünmeden yaşayamayacağı iddiasının kof bir iddia” olduğu, “petrol gelirlerine kimsenin el koyamayacağını ve bu ülkenin serveti olarak daha adilce paylaşılabileceğini” belirttiler.

Kaddafi’lerin bu son konuşması, Trablus halkı için bir kıvılcım etkisi yaptı; binlerce protestocu Trablus’un meşhur Yeşil Sahasına indi. Ancak Trablus hala Kaddafi’nin denetiminde olmayı sürdürüyor.

Paralı askerlerin, çapulca ve baltacıların da devreye girdiği bu iç çatışmalarda, iki tarafın birbirine ağır suçlamaları artık giden hiçbir şeyi geri getirme durumunda değildi. Libya’da 42 yıllık bir dönem kapanıyordu. Seyfül İslam’ın, dün gece konuşmasında dile getirdiği “2. Cemahiriye dönemini, yeni anayasayı, yeni bayrak ve milli marşı birlikte oluşturalım” çağrısı ise geç kalmış bir çağır olmanın da ötesinde halk tarafından, Bin Ali ve Mübarek’in son sözleri gibi yorumlandı; halkın oyalanmaya karnı toktu.

Bu konuşmanın ardından, Adalet Bakanı M.M.Abud El Celil’nın istifası, daha önceki istifalara eklenince, devletin bir anda nasılda çözüldüğünü göstermiş oldu. Bu tatarsızlık içinde bir yönetimin inatla süreceği iddiası ise tutarlı bir iddia değildir.

Yazımı noktaladığımda Kaddafi’nin savaş uçaklarıyla halka ateş açtırmak istediği, ancak pilotların bu görev ret ederek Malta’ya iniş yapıp sığındıkları belirtiliyor. Bu da çok korkunç bir girişimdir, yerde kaybedenlerin, havada kazanacakları bir şey olmayacağını ise, ayrıca belirtmeye gerek yok sanırım.

Libya, her ülke ve ulusun olaylara karşı gösterdiği özgün reflekslere sahip bir ülke. Yönetimler de öyle. Kaddafi yönetiminin reflekslerini, traji-komik bir örnekle aktararak yazımı genişletmeye çalışacağım.

KÜÇÜK BİR ATOM BOMBASI


Kaddafi 1 Eylül 1969’da, Libya kralı I. İdris el Sunusi Türkiye’de bulunduğu bir sırada yaptığı askeri darbeyle iktidara geldi. Bu darbe o kesitin moda darbeleri gibi ulusalcı anti-emperyalist bir darbe gibi ortaya çıkmıştı. Nasır’ın Arap ulusalcığının, 1967 yenilgisine rağmen tavan yaptığı bir kesitte gerçekleşmişti. Darbenin hemen ertesi günü ünlü gazetece M. Hasaneyen Heykel’in “Kahire Dosyası” adlı kitabında da belirttiği gibi; Libyalı genç subaylar iktidarı devirmiş ama ne yapacaklarını bilmez bir halde Nasır’a ‘buyur başkanımız ol’ diyerek Libya’yı ona teslim etmek istemişlerdi. Aynı kitapta Heykel, Kaddafi ve genç subaylarının davranış bozukluklarını, dünya siyaseti alanındaki tecrübesizliklerini, oturmamış talep ve kişiliklerini de anlatırken komedi gibi, “Çin’den küçük bir atom bombası satın alma“ olayını aktarır;

Kaddafi, ünlü başbakanı Abdülselam Cellud’u Çine atom bombası almak için resmi olarak gönderir. Çinliler böylesi bir satış ya da alış verişin olmayacağını, bunun çok ayrı bir teknik gelişme ve bilgi birikimiyle, yeterli hazırlıklara bağlı olduğunu buna rağmen dış siyaset açısından ilke olarak böyle bir şeye girmeyeceklerini anlatırlar. Kaddafi buna çok içerlenir ve Yardımcısını Nasır’ın yanına gönderir. Bu alış verişin olmasını ister. Cellud, yanında Kaddafi’nin mesajını alarak Nasır’a çıkar. Durumu anlatır. Nasır Çinlilere yakın bir cevap verir. Kaddafi bu kez daha da içerlenir. Şansını, son bir kez daha denemek ister ve Yardımcısını Nasır’a bir daha gönderir "bizim istediğimiz öyle kocaman değil, küçük bir atom bombası olsa da olur “ der.

Kaddafi hükmü altında Libya, böylesi bir aklın gergin dengeleri altında yaşamaya başladı. Bir mizansen gibi, her konuşması, her davranışı, siyasi duruşlarda ortaya koyduğu büyük U dönüşleriyle Kaddafi, ağırlığı olmayan bir siyasi lider tablosu oluşturdu.

Kaddafi, düşünsel olarak büyük hayaller peşinde koşan ama halkına çok az şey verebilen bir iktidar kurdu. Petrolü kamulaştırdı ama bunun zenginliğinden halkın pay alamasını sağlayamadı. Bilinen türden bir kapitalist yapının da olmadığı Libya’da sistemsiz sistem dengesizliği içinde, dev gelir kaynaklarını eritip durdu. Sosyal ve siyasal yaşamın zenginleşmesinden çok, kaynağı belirsiz tehlikeye karşı korkunç bir silahlanmaya yönelerek yaptığı gereksiz harcamalar, Afrika’nın fakir ülke liderlerine, tantanalı merasimlerde gösterilmek üzere sergilenmesinden başka bir işe yaramadı. Yer altından, yeryüzüne çıkarılan dev tatlı su nehri gibi projeler için harcanan paraların, rasyonel kullanılıp kullanılmadığı hala tartışma konusudur. Buna, dar aile ve çevresinin zenginlik kaynaklarını da eklemek yanlış olmayacaktır.

Tarihin, darbeci türden tüm devrim girişimleri, ilerleyen zamanın etkisiyle de, çürümeye yönelmektedirler. Devlet erkini uzun süre elde tutmak, bir yandan siyasal pervasızlıkları ve halkı hiçe saymayı, diğer yandan yolsuzluklardan oluşmuş ahlaki çürümeleri, kültürel yozlaşmaları ve anti demokratik tutuculuğu getirmektedir. Böylesi bir bataklıkta, anlamsız, içi boşaltılmış sözde devrimcilikten başka bir şey kalmıyor. Bu aşamadan sonra da kimlik bulanıklığı, siyasi kayganlık başlıyor. Gelinen yerde diktatörlük artık halkın boy hedefidir. Kaddafi buraya gelip dayanmıştır.

Uzun süren iktidarlar, başlangıçta ne kadar devrimci söylemlerle yürütülmüş olursa olsunlar sonuçta bir yere gelip tıkanarak iç bükey bir çürümeye düşmektedir. Devrim/darbe önce kendi kadrolarını tasfiye ediyor, sonra adım adım kendi sonunu hazırlayan, halkla aradaki mesafeyi açarak diktatörlük sürecine giriyor. Halkla bağlar koptukça, liderler sultası ilahların sultasına dönüyor. Bu aşamada halk “sadece aptal bir yığını” olarak görülmeye, ardından da halkın en küçük siyasal ve ekonomik talebi bile düşman talepler olarak algılanmaya başlanıyor. Libya bu sürece adım adım geldi.

Çok farklı toplumsal dokuya sahip olmasına karşın. Kabilelerin etkinliği, geniş topraklar (1 milyon 779.000 km² ) üzerinde, bir şehir kadar nüfusuyla (5 milyon), ne Tunus ne de Mısır olmayan Libya’da yönetim bu gergin ve tutucu konumuyla bölgede gelişen olumlu havayı zehirleyecek bir iç çatışmaya dönüştürme ihtimali az değildir.

Kaddafi’nin 42. Yılına giren iktidarı, onun “devrimci” söylemlerini, Anti-siyonist anti-emperyalist çıkışlarının, özellikle 2003 tarihinden itibaren kof bir söylem, iktidarını dış sorunlarla ayakta tutma çabası olarak belirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.


LİBYA’YA İKİ ZİYARET


Akıl böyle bir akıl. Bu akıl, 20.yüzyılın sonuna kadar, akıl almaz zikzaklarına rağmen söylemde halkların yandaşı, Filistin davasının önemli destekçisi, Afrika ve dünya devrimci hareketinin soğuk savaş kamplaşmasındaki destekçisi olarak göründüğü inkar edilmez. Bu kesit, Libya halkı üzerine yığılmış şiddetli ambargolar hüküm sürmüştür. Libya halkı ise Kaddafi’nin arkasında durmuş ve çok acı günlere göğüs germiştir.

Bu gerçeğin bire bir canlı tanığıyım. Libya’ya iki kez gittim. O kesit 12 Eylül karanlık rejimi günleriydi. Dünyanın her alanına dağılmış devrimcilerin sürgün günlerinde ülkeye güçlü dönmek için her alanda örgütleme yaptığı kesitlerdi. Birinci gidişim 1981 bahar aylarıydı. Bingazi havaalanına indim.

Bana söylenen, “havaalanı önünde duran dolmuşlara atlarsın Tobruk şehrine gideceğini söylersin” bu yeterli, hemen yanımızda olursun. Öyle yaptım ve ilk kez mesafe algısı diye bir olguyu Libya’da öğrenmiş oldum. 500 km mesafe aştım.

İnsanlar Libya’nın o geniş ortamında, öğle yemeği daveti için 300-500 km yapıp gerisin geriye evlerine dönebiliyorlar. Bu da “misafirliğe gitmek” oluyor. Böylesi bir ülkede, zaman nasıl akar nasıl algılanır, tepkiler, refleksler nasıl oluşur soruları için ciddi bir akademik araştırma gereklidir. Anacak bu uzun mesafe, geniş alan akıl almaz gerginliklerin birikimine engel olmak şöyle dursun, çok daha etkin bir neden oluşturuyor; Libya’yı ikinci kez ziyaretim sırasından (1982 Ağustos ), arkadaşlarımla dolaştığım pazar yerinde, küçük bir söz çekişmesinin nasıl da baltalara sarılıp iki tarafta onlarca kişinin birbirine giriştiğine tanıklık yaptım. Gergin insanlar, çok sinirli insanlar; sabah kahvaltısı yerine hafif ılık suda eritilmiş inanılmaz acılıkta biber salçasını (Hirisi) içen bir toplum.

Bu türden küçük anekdotlara eklenecek, Libya toplumu ve yönetimi hakkında bilgi oluşturacak, haberlerde sık sık adı duyulan Trablus’taki Yeşil Saha’da (Sahatül Hadra) tek bir otun bile olmadığı, bir futbol sahası kadar büyük bu alanın yeşil boya ile boyandığı gibi, içi boş görselliğe verilen önemi gösteren birçok anım var.

Libya, 1981 baharındaki ilk gidişimde, inanılmaz zenginlik ve bereketle dolu bir ülke görünümündeydi. Her şey bedava denecek kadar ucuzdu. Avrupa’nın dört bir köşesinden getirilmiş, 5-6 katlı dev süper marketlerde sunulan emtialar, her türden kaliteli giyim eşyası ve elektronik araç, bu satırların yazarını hayretler içinde bırakmıştı. Siyasi ilticacı olduğum Paris’te görmediğim ölçekte, ticari bir görsel şölenle karşılaşmıştım. Tobruk, Bingazi gibi alanlarda Libyalılara da misafir oldum.

Bingazi’de, o bolluk kesitinde bile (bu yıllarda kişi başına düşen milli gelir 5410 $ ), kaddafi’ye eleştiri yapma rahatlığı içinde olan insanlar vardı. Yabancı olduğumuz için yanımızda çok rahatça konuşabiliyorlardı; biz ise onu devrimci bir lider, emperyalizme-siyonizme karşı duran, Filistin halkına etkin destek veren bir lider olarak görüyorduk.

Libya’yı ikinci gidişim 1982 Ağustos ayı ortalarına rastlar. Kaddafi, Amerika yönetimleriyle sürekli çatışma halindeydi. Amerika terörün dünyadaki beslenme kaynağı, “şer merkezi” olarak Libya’yı gösteriyordu. Regan yönetiminin Amerika’sı, soğuk savaşın son düellolarını dünyanın her köşesinde acımasız bir savaşla yürütüyordu. Saf bulanıklığı iktidara geldiği günden beri süren Kaddafi’nin payına, bu süreçte ağır saldırılar düşüyordu; Amerikan askeri uçakları, daha sonra sık sık yapacağı gibi Libya’nın yaşam alanı olan Sirte körfezi üzerinde, hava sahasını ihlal ederek iki uçağını düşürdüğü kızılca kıyamet işaretlerinin geldiği dönmedi.

Bu kesitte o görkemli süper marketler, ithalden başka bir şeye dayanmayan lüks mallar yok olmuştu. Trablus’ta, Suk Ettelata denilen yerde arkadaşlarımla kaldım. Yakın yerdeki marketlerde koyun ve keçi beslendiğini ahıra döndürüldüklerine tanık oldum. Kaddafi o gün, çok keskin devrimci gibi gelen bir çizgide emperyalizme meydan okuyordu. Yalnız kaldığından şikayet ediyordu, “Yeşil Kitap” adı altında toplanın kısa cümle ve önermeleri, yer yüzünün üçüncü kuvveti diye anlatılıyordu. Bu broşürler dünyanın tüm dillerine çevriliyor, Erbakan dahil herkesi saflarına bir mücahit olarak almaya çalışıyordu. Sonradan anlaşılan gerçek anlamda uluslar arası yaygın bağları vardı, ancak bunların tümü, o günün koşullarında bile terör eylemi olarak adlandırılacak, halktan kopuk askeri eylemler için istihdam edilmeye çalışılıyordu.

İkinci Libya ziyaretim tutuklanıp zindana atılmakla noktalandı. Nedenini sonra öğrendim.

Bingazi’de “Eski aletler fuarı” açılmıştı. Yüksek dış duvarlarına Darvin’in insanın evrimini anlatan şempanze türü hayvandan aşama aşama ayağa kalkan insana doğru evrimin resmi çizilmişti. Tablo gibi bir resim. Yabancı ressamların çizdiği belliydi. Bir fotoğrafını almak istedim. Fotoğraf çektikten sonra fuarda gezindik. Bir süre sonra iki kişi koluma girdi ve beni karakola götürdüler. Onlar sordu ben anlattım. Filmi aldılar.

Bu fasıl, geniş araştırma yapacaklarını belirterek beni zindana attılar; zindan ki zindan…

Gergin ve kaygılı bir yönetim ikinci gelişimin en tipik göstergesiydi. Buna tanık oldum.

LİBYA KIRILIYOR


1982 yazıyla birlikte, Libya’da siyasi kimlik bunalımı türünden bir tutarsızlık hüküm sürmeye başlamıştı. Bu süreç derinleşerek devam etti.

Evrensel ölçekte tutarsız politikaya bir örnek aranırsa, Kaddafi şampiyonluğu kimseye bırakmaz, demek yanlış değildi. Dünya devrimci, ilerici demokrat hareketinin de kafasında olmadık bulanıklıklar yaratan Kaddafi’nin siyasi dengesizliği, riskli bir çizgi üzerinde her an saf değiştirebilir bir tablo oluşturuyordu.

Soğuk savaşın son düellolarının yaşandığı bu kesitte, bölgemiz orta-doğuda acımasız bir ölüm denklemi hüküm sürüyordu. Batılı emperyalist güçler Siyonist İsrail devletini aralıksız ölüm saçan bir şebekeye dönüştürmüştü; ülkelere savaş, toprak işgalleri, ekim alanlarının yakılıp yıkılması, Filistinlilere bitip tükenmek bilmeyen ölüm. Bu süreç tüm ağırlığıyla Libya’nın da üzerine çöktü.

Soğuk savaş dönemi, Libya’da ciddi iç sorunların da yaşandığı bir dönemdi. Orduda bölünmeler, 1983 ordu içinde Hizb-ül Tahrir üyesi oldukları gerekçesiyle tutuklama ve baskıcı tutumlar, İslami hareketlere karşı başlatılan ağır takibat ve idamlar (1984 Ramazanında yapılan idamlar ve 1986 yılı tutuklamaları)

Dış sorunlarda ise, Ronald Regan yönetimindeki Amerika Libya üzerine keskin bir bıçak gibi iniyordu. 15 Nisan 1986’da Trablus ve Bingazi’nin bombalanması. Doğrudan doğruya, BM üyesi bir devlete ve başkanına saldırı amaçlı bombardıman yapılması, inanılır gibi bir şey değildi. En sonunda da meşhur PAN AM Havayollarından bir uçağın düşürülmesiyle ilgili olarak Kaddafi’nin itham edilmesi ve bunun sonuçları, uzun sürecek bir gerginliğin nedeniydi.

Bu gelişmelerin sonuçlarında Libya artık kırılmıştı; havada motoru durmuş bir uçuk gibi yörüngesinden çıkmış yere çarpmak üzere düşüyordu. Araplıktan Afrikalılığa transfer olduğunu ilan edip haritasını, logolarını, stratejilerini bir anda değiştiren bir dengesiz lider konumundaydı.

Lockerbie olayı (21 Aralık 1988). Bu olay ve sonuçlanışı, Kaddafi yönetimi kadar batının hangi ahlak ölçüleriyle insana baktığını gösteren tipik bir olay oldu; çok güvenilir sanılan batı adaleti ve yargı sisteminin, para karşılığı nasıl da satın alınacağı ortaya çıkmıştır. İnsanın değeri, batı için de diktatörlüğe dönüşmüş iktidarlar için de çıkar ortaklığında bir izmarit değerine sahip olmadığı anlaşılmıştır. Uçakta ölenlerin canı, Libya’nın petrol paralarıyla adalet üstene çıkılarak satın alınmıştı. Bu süreç 2003 anlaşmasıyla noktalandı; Libya tüm sorunlarını parayla aşıp, terör listesinden çıkarılarak nükleer programını da tasfiye ederek batıyla en iyi ilişki sürecine girmiş oluyordu. İtalyanların Berluscon’si Kaddafi’nin elini öpecek kadar dost olmuştu, Batılılar, ele ele Libya petrol servetlerini işletmeye başlayacak anlaşmaları da kotarmışlardı.

Bu karanlık tünelde, Kaddafi’nin Libya’sı devrimlerden yana, siyonizme karşı emperyalizme karşı direnen bir ülke konumundaydı. Ancak yıllar hesapsız ve kimliksiz politikaları yiyip bitiriyordu. Kaddafi’nin bu yere gelişi, yanlış tutkulara önemli bir göstergedir.

LİBYA NEREYE?

Libya, dünyanın en zengin ve ucuza üretilen en büyük petrol rezervlerinin sahibidir. Yıllık net 40 Milyar dolarlık petrol girdisi bulunmaktadır. 5 milyonu nüfusu değil, 50 milyonu insanı refah içinde yaşatacak bir rakam.

Böylesine zengin bir ülkenin soğuk savaştan çıkıp geldiği haliyle 21. Yüzyılda olduğu gibi devam etmesinin mümkün olmayacağı açıktı. Bölgemizin birçok ülkesi için aynı tez geçerlidir. Bunun farkında olup önlem alan, bu süreci başarıyla geçebilir. Bu geçişi eksiklerle sürdürenler ise, risk çizgisinde olmaya devam edecekti.

Bölgemizdeki kaynamalara bakınca, yıkılın tüm diktatörlüklerin, ABD ve İsrail’le dirsek teması içinde halklarına karşı acımasız olan yönetimler olduğu görülür. Yemen, Ürdün, Haliç ülkeleri, Fas bu ülkeler arasındadır. Bunlara Irak’ı da, daha başkalarını da eklemek mümkün. Günlük haberleri izleyen herkes gelişmelerin farkındadır. “Sıra kimde?” sorusu bu gelişmelerin doğal sonucudur.

Halk devrimleri hangi ülkelere şamar vuruyor bunu tespit etmek ortak bölenini bulmak için, basit bir soyutlama yeterlidir. O da, dış politikasında Amerika ve İsrail’e tavır alan, ülke içinde halkına dayanmayan, demokrasi ve özgürlük reformlarını yapmamakta ısrar eden ülkelerdir demek yanlış değildir.

Bu çizginin dışında kalan ülkelerde, ortalık yangın yerine dönmüşken bir kıpırdanmanın olmamasının nedeni ise halklarından yana olmaları ve bölgemizde anti-emperyalist, anti-siyonist politikalarda halkı ikna edecek tutarlılıkta tavır almalarıdır. Bu durumu, kimse baskı ve kovuşturma ürünü olarak görmesin, bu yaftayla açıklamaya çalışmasın; bu dünya 21. Yüzyılda Bin Ali, Mübarek, Ali Salih ve Kaddafi’den daha sert bir baskı rejimi tanımamıştır, onlar bile dayanamadı.

Kadafi’nin yönetimi 2003 tarihinden itibaren ne bölge ne de halkı tarafından olumlu karşılanmayan bir çizgi üzerinde, halkına dayanmayan ve demokratik açılımlara yaklaşmayan bir yönetimdi.

Dün, 21 Şubat 2011 Pazartesi, Kadafi’nin oğlu Seyfül İslam’ın konuşmasında ortaya çıkan yaklaşım, Libya’nın iç savaşa gideceği yönünde kaygı verici bir yaklaşımdı. Bu yaklaşım tıkanmış politikanın sonucuydu. Halka açılmaksızın, böylesi tıkanmaların gelip dayanacağı yer, bir diktatörlük olarak halkla yüz yüze gelmekti.

Seyfül İslam’ın, yazımın girişinde de aktardığım konuşmasında, ülke algısı “özel mülk” algısıyla birbirine karışmış durumda durmaktadır. Bu algı, zor durumda verebileceği en son taviz, “bir hırsızlık malının paylaşılması” önermesini aşamaz.

Ülke siyasi yönetiminin, bir hizmet olduğu, halka ait tüm değerlerin dengeli bir biçimde halkın yararına idare edilmesi olduğunu kavrayamamış olan bu algılar, uzun iktidar sürecinde ülkeyi bir hara gibi yönetime götürürler. Bu noktadan itibaren de, mülklerine uzanacak her eli düşman ilan etmek zor olmaz.

Bu yaklaşım, ülkeyi elinde silah ve güç olanın, eline geçirdiği alanı kendi mülkü olarak idare etmesine kadar giden çağdışı kabile sistemine götürür. Seyfül İslam’ın, parmağını sallayarak yaptığı tehdit de buna yol açacak gibi durmaktadır. Bu ise Libya’nın yıkımıdır. Kimsenin kazanamayacağı bir savaş ve kaosa düşmenin adıdır.

Arap halkının 21. Yüzyılda tüm insanlığa demokrasi ve özgürlükler yönünde yol haritası çizdi. Libya’da açılan kanlı süreç, Arap halkının uygar bir devrim süreci açan, barışçıl, darbeci olmayan, devleti yıkma, ele geçirme kolaycılığına kaçmayan, kitlelerin basıncını yönetimlerin halk için çalışmasına kanalize etme amacı taşıyan ayaklanmalarıyla oluşturdukları örneğe aykırı olarak duruyor. Sürecin doğal dengelerini, kimyasını bozuyor.


Libyanın bu kanlı süreci devam ederse, bundan bölge halklarının kazanacağı hiçbir şey olmaz. Bu süreçte, Libya halkı kaybedeceği kadar, Emeryalist-siyonist güçler kazanan tek taraf haline gelir. Oysa Arap halkının Tunus’ta Mısır’da başarıyla tamamladığı mücadele ve başarılar, bu güçlerin bölgedeki iflaslarına bir işaretti. Libya’daki gelişmeler ise, halka hiçbir şey kazandırmayacak karanlık bir tablo gibi gelip oturuyor.

Kaddafi yönetiminin geçmişinde yer alan onurlu duruşları tekrar bilince çıkararak yönetimi halka, barışçıl şekilde devretmesi bu süreçte beklenecek en olumlu gelişme olacaktır. Halk yönetimini, halk komitelerini, kongrelerini Yeşil Kitap’ta temel söylem olarak öne çıkaran kaddafi’nin, tutarlılığı da bunu bağlıdır. Yönetimi halka derhal terk etmesi yapacağı en önemli tarihi görevdir. Ancak veriler bu yönde gelişmiyor, Kaddafi kolayı değil, imkansızı seçti bu ise yıkım olacaktır.

Sonuçta kim ne olursa olsun halkın iradesi karşısında durma şansına sahip değildir.

Arap aleminin en tutarlı kalemlerinden ve siyaset yorumcularından bir olan, El Küds-ül Arabi gazetesinin sahibi Abdülbari Atvan’ın Libya’da sonuç ne olabilir sorusuna verdiği cevap, tümüyle katıldığım bir cevap olmasa da bilinmeye değer görüyorum:

1- Sistemin zararı azaltmak için gönüllü olarak çekilmesi. 1969 da İdris Senusi’nin askeri darbe haberini aldığında yaptığı gibi. Elindeki malları ve servetini yeni rejime teslim ederek Mısır’a gitti ve Abdunnasır rejiminin yardımlarıyla yaşadı.

2- Libya’nın iki ya da üç devlete bölünmesi. Böylece rejim onlardan birisinde kalacak.

3- Halka ayaklanmasının genişlemesi ve rejimin başını ve ailesini (Hayatlarını kurtarmak ve yargıdan kurtulmak için) Afrika ülkelerinden birine kaçmaya mecbur etmesi.

Son seçenek, halk ayaklanmasının başarıya ulaşması ve Libya’nın bölünmemesi bizim en çok tercih ettiğimiz şıktır. Bu Arap halklarının büyük çoğunluğunun en büyük temennisidir.”
(Abdül. Bari Atvan, Küds el Arabiye)

Bu temenniye katılmamak mümkün değil.

Bu satırların yazarı açısından, Libya halkı tüm zorlukları aşarak özgürlük ve demokrasiyi ikame edeceği yönündedir. Libya halkı önüne konan zor ve kanlı süreci başarıyla geçebilecektir.

Kıssadan hissemize gelince,

Halkların ölümleri göze alarak dile getirdiği talepler hiçbir zaman suni, gerçekleşmez talepler değildir. Halk, tarihin hiçbir döneminde ayaklanmalarını hayaller için yapmamıştır.

Hayaller yalnızca, gerçeklerden kopmuş kimi lider, örgüt ve ideolojilerin işidir. Tarihin hiçbir döneminde halk yığınları hayaller için ayaklanmamıştır.

Halk kendi gerçekliğini ve ihtiyaçlarını, üstelik büyük özveri ve sabırla bekleyerek, bu uğurda sonuna kadar acı da çekerek aramaya çalışır. Ayaklanma bu sürecin tıkandığı yerden itibaren gündeme gelir, yollar tükenince, tıkanma ve kaos dayatılınca, baskı ve zülüm yağmur gibi yağınca “artık dur” der. Ayaklanma aşamasına geçer. Tunus’ta, Mısır’da, Yemen’de, Bahreyn’de, Ürdün’de, Fas’ta ve son halkada Libya’da olan budur.

Bunları görmek gerek. Ülkemizi ortaçağ yöntemlerine mahkum etmeden, hiçbir şeyi gerekçe göstermeden, demokratik bir anayasa adımıyla birlikte, farklılıklarımızın hak ve hukukunu yasalar ve kurumların güvencesiyle anayasaya işlemek gerek. Bu da yetmez, demokrasi ve özgürlük tüm yönleriyle derinliğine ve genişliğine halkın kazanımları arasında yer almalıdır.

Unutulmamalıdır ki, kimse halka cebinden bir şey vermiyor. Siyaset, halkın taleplerini yerine getirmek, hakkını almasını sağlama çabasıdır. Kimse halka bir şey verdiğinin sanısına kapılarak kendini bir şey sanmasın. Halkın yarattığı değerleri, toplum dengelerini gözeterek adil bir şekilde dağıtmak, siyaseten temel görevidir. Buna vekil kılınan yöneticiler emeklerinin karşılığını fazlasıyla almaktadır.

Bunun için iktidarların da halkında cesur olmasını engelleyen bir şey yoktur. Cesareti gösterecek olan başarıyı sonuna kadar götürecek olandır. Halklarımız bu cesareti göstermekten geri kalmamalıdır.

Hiç yorum yok: