21 Şubat 2011 Pazartesi
LİBYA; KADDAFİ’NİN ÇÖKÜŞÜ
Mihrac Ural
22. Şubat 2011
Tarihin darbeci türden tüm devrim girişimleri, ilerleyen zamanın etkisiyle de, çürüyor. Devlet erkini uzun süre elde tutmak, bir yandan siyasal pervasızlıkları ve halkı hiçe saymayı, diğer yandan yolsuzluklardan oluşmuş ahlaki çürümeleri, kültürel yozlaşmaları ve anti demokratik tutuculuğu getiriyor. Böylesi bir bataklıkta, içi boşaltılmış sözde devrimcilikten başka bir şey kalmıyor. Bu aşamadan sonra da kimlik bulanıklığı, siyasi kayganlık başlıyor. Gelinen yerde diktatörlük artık halkın boy hedefidir. Kaddafi buraya gelip dayanmıştır.
Evrensel ölçekte tutarsız politikaya bir örnek aranırsa, Kaddafi şampiyonluğu kimseye bırakmaz. Bu kimliksizlik içte de dışta da Kaddafi’yi yalnızlığa sürükledi; ne olduğu beli olmayan sosyalistlikten, İslam sosyalizmine. Oradan Arap ulusalcılığına ve ardından Araplıktan istifa ederek, Afrikalılığa uzanan karman çorman bir yola sürüklenip durdu. Dünyanın tüm ülkelerinin gıptayla baktığı zenginlikler bu sisler arasında el konuldu, heder edildi.
Libya halkı, istenmeyen bir kanlı sürece girse de özgürlük ve demokrasiyi kazanmak için mücadele etmekten çekinmeyeceği açıktır.
Halkın iradesi hiç bir diktatörlüğe sonuna kadar izin vermiyor, vermeyecek de.
Sonuçta kim ne olursa olsun halkın iradesi karşısında durma şansına sahip değildir.
***
Libya halkı ayaklanmanın 8. Gününe girdi ( 14 – 22 Şubat 2011). Tunus ve Mısır devrimlerinin aksine Libya çok kanlı bir sürece işaret eder gibi duruyor. 7. Günün bilançosu 250 ölü 1200 yaralı.
Libya’da gelişmelerin çok sıkıntılı olacağı açık. Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin sert mizacı, Libya halkının keskin sirke gibi olayları ele alışı, Yemen’de beklenen sertliği de aşan bir tablo oluşturdu. Karşılıklı açıklamalar Libya’da gelişmelerin demokrasi ve özgürlük gelişiminin ötesinde kimi sonuçlar yaratabileceği kaygısı vermektedir.
Libya’nın doğusu Mısır sınırı. Bu bölgeler ve insan toplulukları (Aşiret ve kabileler) Mısırdan hızla etkilenen kesimlerdir. Libya’daki ayaklanmaların haritasına baktığımızda da bunu görmek zor değil. Tobruk, Derne, El bayda ve en önemlisi tarihi boyunca direngen bir şehir olan, Kaddafi’nin askeri darbesine en çok destek veren Libya’nın ikinci büyük şehri Binigazi ayaklanan halkın eline geçmiş oldu. Esas olarak Akdeniz sahiline yerleşmiş olan Libya 1886 km sahilinin 500 km’lik doğu kısmının, Mısır sınırından itibaren halkın eline geçtiği artık netlik kazanmış bulunmaktadır. Başkent Tarblusgarp ve çevresinde ise halkın büyük kitlesel gösteriler yaptığı haberleri, saat başı yeni gelişmelerle verilmektedir. Kaddafi iktidara ülkenin batı sahillerinde ve Petrol havzalarının bulunduğu alanda hüküm süren kabilesiyle sınırlı hale geldiği belirtilmektedir.
Libya halkı, “Eşaabu Yeridu Iskat el Sanam” (Halk putların kırılmasını istiyor) diyerek sokaklara döküldü. Ölümü göze alan, kurşunlara göğsü açık yürüyerek güvenlik kuvvetlerinin merkezlerini ordu depolarını ve şehirleri ele geçirmeye yöneldi.
Kaddafi’nin oğlu Seyfül İslam’ın dün gece yaptığı konuşma ise bardağı taşıran son damla oldu. Seyfül İslam, sakince “Libya’da sorunların çözümü için iki yol var, ya iç savaş ye diyalog” dedi. Bunu da örnekler vererek, Libya’nın kabile yapısı nedeniyle açmazları, tek gelir kaynağı olan Petrolun tek bölgede ve tek bir kabilenin elinde olmasının paylaşımda yaratacağı sorunları, İslami hareketlerin Libya’yı emirliklere ayırıp böleceği ve dünyayla ilişkisini kopararak 70 yıl geriye götüreceği, Batılı güçlerin işgaline düşeceğini iddia etti, ayrıca ordunun kaddafi’nin denetiminde olduğu ve savaşacaklarını dile getirdi. Bu konuşma ciddi hatalar içeren, kışkırtıcı bir konuşmaydı. Bu konuşma, bir ölçüye kadar ülkemizde Kürt sorununu bölünme gerekçesi ve korkutucu heyulası sayan akılların konuşmasını andırıyordu.
Bu konuşma, Libya halkı tarafından “Libyalının aklına yapılan bir hakaret” olarak yorumlandı. “Kaddafi’siz bu ülkenin birlik ve barış içinde, bölünmeden yaşayamayacağı iddiasının kof bir iddia” olduğu, “petrol gelirlerine kimsenin el koyamayacağını ve bu ülkenin serveti olarak daha adilce paylaşılabileceğini” belirttiler.
Kaddafi’lerin bu son konuşması, Trablus halkı için bir kıvılcım etkisi yaptı; binlerce protestocu Trablus’un meşhur Yeşil Sahasına indi. Ancak Trablus hala Kaddafi’nin denetiminde olmayı sürdürüyor.
Paralı askerlerin, çapulca ve baltacıların da devreye girdiği bu iç çatışmalarda, iki tarafın birbirine ağır suçlamaları artık giden hiçbir şeyi geri getirme durumunda değildi. Libya’da 42 yıllık bir dönem kapanıyordu. Seyfül İslam’ın, dün gece konuşmasında dile getirdiği “2. Cemahiriye dönemini, yeni anayasayı, yeni bayrak ve milli marşı birlikte oluşturalım” çağrısı ise geç kalmış bir çağır olmanın da ötesinde halk tarafından, Bin Ali ve Mübarek’in son sözleri gibi yorumlandı; halkın oyalanmaya karnı toktu.
Bu konuşmanın ardından, Adalet Bakanı M.M.Abud El Celil’nın istifası, daha önceki istifalara eklenince, devletin bir anda nasılda çözüldüğünü göstermiş oldu. Bu tatarsızlık içinde bir yönetimin inatla süreceği iddiası ise tutarlı bir iddia değildir.
Yazımı noktaladığımda Kaddafi’nin savaş uçaklarıyla halka ateş açtırmak istediği, ancak pilotların bu görev ret ederek Malta’ya iniş yapıp sığındıkları belirtiliyor. Bu da çok korkunç bir girişimdir, yerde kaybedenlerin, havada kazanacakları bir şey olmayacağını ise, ayrıca belirtmeye gerek yok sanırım.
Libya, her ülke ve ulusun olaylara karşı gösterdiği özgün reflekslere sahip bir ülke. Yönetimler de öyle. Kaddafi yönetiminin reflekslerini, traji-komik bir örnekle aktararak yazımı genişletmeye çalışacağım.
KÜÇÜK BİR ATOM BOMBASI
Kaddafi 1 Eylül 1969’da, Libya kralı I. İdris el Sunusi Türkiye’de bulunduğu bir sırada yaptığı askeri darbeyle iktidara geldi. Bu darbe o kesitin moda darbeleri gibi ulusalcı anti-emperyalist bir darbe gibi ortaya çıkmıştı. Nasır’ın Arap ulusalcığının, 1967 yenilgisine rağmen tavan yaptığı bir kesitte gerçekleşmişti. Darbenin hemen ertesi günü ünlü gazetece M. Hasaneyen Heykel’in “Kahire Dosyası” adlı kitabında da belirttiği gibi; Libyalı genç subaylar iktidarı devirmiş ama ne yapacaklarını bilmez bir halde Nasır’a ‘buyur başkanımız ol’ diyerek Libya’yı ona teslim etmek istemişlerdi. Aynı kitapta Heykel, Kaddafi ve genç subaylarının davranış bozukluklarını, dünya siyaseti alanındaki tecrübesizliklerini, oturmamış talep ve kişiliklerini de anlatırken komedi gibi, “Çin’den küçük bir atom bombası satın alma“ olayını aktarır;
Kaddafi, ünlü başbakanı Abdülselam Cellud’u Çine atom bombası almak için resmi olarak gönderir. Çinliler böylesi bir satış ya da alış verişin olmayacağını, bunun çok ayrı bir teknik gelişme ve bilgi birikimiyle, yeterli hazırlıklara bağlı olduğunu buna rağmen dış siyaset açısından ilke olarak böyle bir şeye girmeyeceklerini anlatırlar. Kaddafi buna çok içerlenir ve Yardımcısını Nasır’ın yanına gönderir. Bu alış verişin olmasını ister. Cellud, yanında Kaddafi’nin mesajını alarak Nasır’a çıkar. Durumu anlatır. Nasır Çinlilere yakın bir cevap verir. Kaddafi bu kez daha da içerlenir. Şansını, son bir kez daha denemek ister ve Yardımcısını Nasır’a bir daha gönderir "bizim istediğimiz öyle kocaman değil, küçük bir atom bombası olsa da olur “ der.
Kaddafi hükmü altında Libya, böylesi bir aklın gergin dengeleri altında yaşamaya başladı. Bir mizansen gibi, her konuşması, her davranışı, siyasi duruşlarda ortaya koyduğu büyük U dönüşleriyle Kaddafi, ağırlığı olmayan bir siyasi lider tablosu oluşturdu.
Kaddafi, düşünsel olarak büyük hayaller peşinde koşan ama halkına çok az şey verebilen bir iktidar kurdu. Petrolü kamulaştırdı ama bunun zenginliğinden halkın pay alamasını sağlayamadı. Bilinen türden bir kapitalist yapının da olmadığı Libya’da sistemsiz sistem dengesizliği içinde, dev gelir kaynaklarını eritip durdu. Sosyal ve siyasal yaşamın zenginleşmesinden çok, kaynağı belirsiz tehlikeye karşı korkunç bir silahlanmaya yönelerek yaptığı gereksiz harcamalar, Afrika’nın fakir ülke liderlerine, tantanalı merasimlerde gösterilmek üzere sergilenmesinden başka bir işe yaramadı. Yer altından, yeryüzüne çıkarılan dev tatlı su nehri gibi projeler için harcanan paraların, rasyonel kullanılıp kullanılmadığı hala tartışma konusudur. Buna, dar aile ve çevresinin zenginlik kaynaklarını da eklemek yanlış olmayacaktır.
Tarihin, darbeci türden tüm devrim girişimleri, ilerleyen zamanın etkisiyle de, çürümeye yönelmektedirler. Devlet erkini uzun süre elde tutmak, bir yandan siyasal pervasızlıkları ve halkı hiçe saymayı, diğer yandan yolsuzluklardan oluşmuş ahlaki çürümeleri, kültürel yozlaşmaları ve anti demokratik tutuculuğu getirmektedir. Böylesi bir bataklıkta, anlamsız, içi boşaltılmış sözde devrimcilikten başka bir şey kalmıyor. Bu aşamadan sonra da kimlik bulanıklığı, siyasi kayganlık başlıyor. Gelinen yerde diktatörlük artık halkın boy hedefidir. Kaddafi buraya gelip dayanmıştır.
Uzun süren iktidarlar, başlangıçta ne kadar devrimci söylemlerle yürütülmüş olursa olsunlar sonuçta bir yere gelip tıkanarak iç bükey bir çürümeye düşmektedir. Devrim/darbe önce kendi kadrolarını tasfiye ediyor, sonra adım adım kendi sonunu hazırlayan, halkla aradaki mesafeyi açarak diktatörlük sürecine giriyor. Halkla bağlar koptukça, liderler sultası ilahların sultasına dönüyor. Bu aşamada halk “sadece aptal bir yığını” olarak görülmeye, ardından da halkın en küçük siyasal ve ekonomik talebi bile düşman talepler olarak algılanmaya başlanıyor. Libya bu sürece adım adım geldi.
Çok farklı toplumsal dokuya sahip olmasına karşın. Kabilelerin etkinliği, geniş topraklar (1 milyon 779.000 km² ) üzerinde, bir şehir kadar nüfusuyla (5 milyon), ne Tunus ne de Mısır olmayan Libya’da yönetim bu gergin ve tutucu konumuyla bölgede gelişen olumlu havayı zehirleyecek bir iç çatışmaya dönüştürme ihtimali az değildir.
Kaddafi’nin 42. Yılına giren iktidarı, onun “devrimci” söylemlerini, Anti-siyonist anti-emperyalist çıkışlarının, özellikle 2003 tarihinden itibaren kof bir söylem, iktidarını dış sorunlarla ayakta tutma çabası olarak belirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
LİBYA’YA İKİ ZİYARET
Akıl böyle bir akıl. Bu akıl, 20.yüzyılın sonuna kadar, akıl almaz zikzaklarına rağmen söylemde halkların yandaşı, Filistin davasının önemli destekçisi, Afrika ve dünya devrimci hareketinin soğuk savaş kamplaşmasındaki destekçisi olarak göründüğü inkar edilmez. Bu kesit, Libya halkı üzerine yığılmış şiddetli ambargolar hüküm sürmüştür. Libya halkı ise Kaddafi’nin arkasında durmuş ve çok acı günlere göğüs germiştir.
Bu gerçeğin bire bir canlı tanığıyım. Libya’ya iki kez gittim. O kesit 12 Eylül karanlık rejimi günleriydi. Dünyanın her alanına dağılmış devrimcilerin sürgün günlerinde ülkeye güçlü dönmek için her alanda örgütleme yaptığı kesitlerdi. Birinci gidişim 1981 bahar aylarıydı. Bingazi havaalanına indim.
Bana söylenen, “havaalanı önünde duran dolmuşlara atlarsın Tobruk şehrine gideceğini söylersin” bu yeterli, hemen yanımızda olursun. Öyle yaptım ve ilk kez mesafe algısı diye bir olguyu Libya’da öğrenmiş oldum. 500 km mesafe aştım.
İnsanlar Libya’nın o geniş ortamında, öğle yemeği daveti için 300-500 km yapıp gerisin geriye evlerine dönebiliyorlar. Bu da “misafirliğe gitmek” oluyor. Böylesi bir ülkede, zaman nasıl akar nasıl algılanır, tepkiler, refleksler nasıl oluşur soruları için ciddi bir akademik araştırma gereklidir. Anacak bu uzun mesafe, geniş alan akıl almaz gerginliklerin birikimine engel olmak şöyle dursun, çok daha etkin bir neden oluşturuyor; Libya’yı ikinci kez ziyaretim sırasından (1982 Ağustos ), arkadaşlarımla dolaştığım pazar yerinde, küçük bir söz çekişmesinin nasıl da baltalara sarılıp iki tarafta onlarca kişinin birbirine giriştiğine tanıklık yaptım. Gergin insanlar, çok sinirli insanlar; sabah kahvaltısı yerine hafif ılık suda eritilmiş inanılmaz acılıkta biber salçasını (Hirisi) içen bir toplum.
Bu türden küçük anekdotlara eklenecek, Libya toplumu ve yönetimi hakkında bilgi oluşturacak, haberlerde sık sık adı duyulan Trablus’taki Yeşil Saha’da (Sahatül Hadra) tek bir otun bile olmadığı, bir futbol sahası kadar büyük bu alanın yeşil boya ile boyandığı gibi, içi boş görselliğe verilen önemi gösteren birçok anım var.
Libya, 1981 baharındaki ilk gidişimde, inanılmaz zenginlik ve bereketle dolu bir ülke görünümündeydi. Her şey bedava denecek kadar ucuzdu. Avrupa’nın dört bir köşesinden getirilmiş, 5-6 katlı dev süper marketlerde sunulan emtialar, her türden kaliteli giyim eşyası ve elektronik araç, bu satırların yazarını hayretler içinde bırakmıştı. Siyasi ilticacı olduğum Paris’te görmediğim ölçekte, ticari bir görsel şölenle karşılaşmıştım. Tobruk, Bingazi gibi alanlarda Libyalılara da misafir oldum.
Bingazi’de, o bolluk kesitinde bile (bu yıllarda kişi başına düşen milli gelir 5410 $ ), kaddafi’ye eleştiri yapma rahatlığı içinde olan insanlar vardı. Yabancı olduğumuz için yanımızda çok rahatça konuşabiliyorlardı; biz ise onu devrimci bir lider, emperyalizme-siyonizme karşı duran, Filistin halkına etkin destek veren bir lider olarak görüyorduk.
Libya’yı ikinci gidişim 1982 Ağustos ayı ortalarına rastlar. Kaddafi, Amerika yönetimleriyle sürekli çatışma halindeydi. Amerika terörün dünyadaki beslenme kaynağı, “şer merkezi” olarak Libya’yı gösteriyordu. Regan yönetiminin Amerika’sı, soğuk savaşın son düellolarını dünyanın her köşesinde acımasız bir savaşla yürütüyordu. Saf bulanıklığı iktidara geldiği günden beri süren Kaddafi’nin payına, bu süreçte ağır saldırılar düşüyordu; Amerikan askeri uçakları, daha sonra sık sık yapacağı gibi Libya’nın yaşam alanı olan Sirte körfezi üzerinde, hava sahasını ihlal ederek iki uçağını düşürdüğü kızılca kıyamet işaretlerinin geldiği dönmedi.
Bu kesitte o görkemli süper marketler, ithalden başka bir şeye dayanmayan lüks mallar yok olmuştu. Trablus’ta, Suk Ettelata denilen yerde arkadaşlarımla kaldım. Yakın yerdeki marketlerde koyun ve keçi beslendiğini ahıra döndürüldüklerine tanık oldum. Kaddafi o gün, çok keskin devrimci gibi gelen bir çizgide emperyalizme meydan okuyordu. Yalnız kaldığından şikayet ediyordu, “Yeşil Kitap” adı altında toplanın kısa cümle ve önermeleri, yer yüzünün üçüncü kuvveti diye anlatılıyordu. Bu broşürler dünyanın tüm dillerine çevriliyor, Erbakan dahil herkesi saflarına bir mücahit olarak almaya çalışıyordu. Sonradan anlaşılan gerçek anlamda uluslar arası yaygın bağları vardı, ancak bunların tümü, o günün koşullarında bile terör eylemi olarak adlandırılacak, halktan kopuk askeri eylemler için istihdam edilmeye çalışılıyordu.
İkinci Libya ziyaretim tutuklanıp zindana atılmakla noktalandı. Nedenini sonra öğrendim.
Bingazi’de “Eski aletler fuarı” açılmıştı. Yüksek dış duvarlarına Darvin’in insanın evrimini anlatan şempanze türü hayvandan aşama aşama ayağa kalkan insana doğru evrimin resmi çizilmişti. Tablo gibi bir resim. Yabancı ressamların çizdiği belliydi. Bir fotoğrafını almak istedim. Fotoğraf çektikten sonra fuarda gezindik. Bir süre sonra iki kişi koluma girdi ve beni karakola götürdüler. Onlar sordu ben anlattım. Filmi aldılar.
Bu fasıl, geniş araştırma yapacaklarını belirterek beni zindana attılar; zindan ki zindan…
Gergin ve kaygılı bir yönetim ikinci gelişimin en tipik göstergesiydi. Buna tanık oldum.
LİBYA KIRILIYOR
1982 yazıyla birlikte, Libya’da siyasi kimlik bunalımı türünden bir tutarsızlık hüküm sürmeye başlamıştı. Bu süreç derinleşerek devam etti.
Evrensel ölçekte tutarsız politikaya bir örnek aranırsa, Kaddafi şampiyonluğu kimseye bırakmaz, demek yanlış değildi. Dünya devrimci, ilerici demokrat hareketinin de kafasında olmadık bulanıklıklar yaratan Kaddafi’nin siyasi dengesizliği, riskli bir çizgi üzerinde her an saf değiştirebilir bir tablo oluşturuyordu.
Soğuk savaşın son düellolarının yaşandığı bu kesitte, bölgemiz orta-doğuda acımasız bir ölüm denklemi hüküm sürüyordu. Batılı emperyalist güçler Siyonist İsrail devletini aralıksız ölüm saçan bir şebekeye dönüştürmüştü; ülkelere savaş, toprak işgalleri, ekim alanlarının yakılıp yıkılması, Filistinlilere bitip tükenmek bilmeyen ölüm. Bu süreç tüm ağırlığıyla Libya’nın da üzerine çöktü.
Soğuk savaş dönemi, Libya’da ciddi iç sorunların da yaşandığı bir dönemdi. Orduda bölünmeler, 1983 ordu içinde Hizb-ül Tahrir üyesi oldukları gerekçesiyle tutuklama ve baskıcı tutumlar, İslami hareketlere karşı başlatılan ağır takibat ve idamlar (1984 Ramazanında yapılan idamlar ve 1986 yılı tutuklamaları)
Dış sorunlarda ise, Ronald Regan yönetimindeki Amerika Libya üzerine keskin bir bıçak gibi iniyordu. 15 Nisan 1986’da Trablus ve Bingazi’nin bombalanması. Doğrudan doğruya, BM üyesi bir devlete ve başkanına saldırı amaçlı bombardıman yapılması, inanılır gibi bir şey değildi. En sonunda da meşhur PAN AM Havayollarından bir uçağın düşürülmesiyle ilgili olarak Kaddafi’nin itham edilmesi ve bunun sonuçları, uzun sürecek bir gerginliğin nedeniydi.
Bu gelişmelerin sonuçlarında Libya artık kırılmıştı; havada motoru durmuş bir uçuk gibi yörüngesinden çıkmış yere çarpmak üzere düşüyordu. Araplıktan Afrikalılığa transfer olduğunu ilan edip haritasını, logolarını, stratejilerini bir anda değiştiren bir dengesiz lider konumundaydı.
Lockerbie olayı (21 Aralık 1988). Bu olay ve sonuçlanışı, Kaddafi yönetimi kadar batının hangi ahlak ölçüleriyle insana baktığını gösteren tipik bir olay oldu; çok güvenilir sanılan batı adaleti ve yargı sisteminin, para karşılığı nasıl da satın alınacağı ortaya çıkmıştır. İnsanın değeri, batı için de diktatörlüğe dönüşmüş iktidarlar için de çıkar ortaklığında bir izmarit değerine sahip olmadığı anlaşılmıştır. Uçakta ölenlerin canı, Libya’nın petrol paralarıyla adalet üstene çıkılarak satın alınmıştı. Bu süreç 2003 anlaşmasıyla noktalandı; Libya tüm sorunlarını parayla aşıp, terör listesinden çıkarılarak nükleer programını da tasfiye ederek batıyla en iyi ilişki sürecine girmiş oluyordu. İtalyanların Berluscon’si Kaddafi’nin elini öpecek kadar dost olmuştu, Batılılar, ele ele Libya petrol servetlerini işletmeye başlayacak anlaşmaları da kotarmışlardı.
Bu karanlık tünelde, Kaddafi’nin Libya’sı devrimlerden yana, siyonizme karşı emperyalizme karşı direnen bir ülke konumundaydı. Ancak yıllar hesapsız ve kimliksiz politikaları yiyip bitiriyordu. Kaddafi’nin bu yere gelişi, yanlış tutkulara önemli bir göstergedir.
LİBYA NEREYE?
Libya, dünyanın en zengin ve ucuza üretilen en büyük petrol rezervlerinin sahibidir. Yıllık net 40 Milyar dolarlık petrol girdisi bulunmaktadır. 5 milyonu nüfusu değil, 50 milyonu insanı refah içinde yaşatacak bir rakam.
Böylesine zengin bir ülkenin soğuk savaştan çıkıp geldiği haliyle 21. Yüzyılda olduğu gibi devam etmesinin mümkün olmayacağı açıktı. Bölgemizin birçok ülkesi için aynı tez geçerlidir. Bunun farkında olup önlem alan, bu süreci başarıyla geçebilir. Bu geçişi eksiklerle sürdürenler ise, risk çizgisinde olmaya devam edecekti.
Bölgemizdeki kaynamalara bakınca, yıkılın tüm diktatörlüklerin, ABD ve İsrail’le dirsek teması içinde halklarına karşı acımasız olan yönetimler olduğu görülür. Yemen, Ürdün, Haliç ülkeleri, Fas bu ülkeler arasındadır. Bunlara Irak’ı da, daha başkalarını da eklemek mümkün. Günlük haberleri izleyen herkes gelişmelerin farkındadır. “Sıra kimde?” sorusu bu gelişmelerin doğal sonucudur.
Halk devrimleri hangi ülkelere şamar vuruyor bunu tespit etmek ortak bölenini bulmak için, basit bir soyutlama yeterlidir. O da, dış politikasında Amerika ve İsrail’e tavır alan, ülke içinde halkına dayanmayan, demokrasi ve özgürlük reformlarını yapmamakta ısrar eden ülkelerdir demek yanlış değildir.
Bu çizginin dışında kalan ülkelerde, ortalık yangın yerine dönmüşken bir kıpırdanmanın olmamasının nedeni ise halklarından yana olmaları ve bölgemizde anti-emperyalist, anti-siyonist politikalarda halkı ikna edecek tutarlılıkta tavır almalarıdır. Bu durumu, kimse baskı ve kovuşturma ürünü olarak görmesin, bu yaftayla açıklamaya çalışmasın; bu dünya 21. Yüzyılda Bin Ali, Mübarek, Ali Salih ve Kaddafi’den daha sert bir baskı rejimi tanımamıştır, onlar bile dayanamadı.
Kadafi’nin yönetimi 2003 tarihinden itibaren ne bölge ne de halkı tarafından olumlu karşılanmayan bir çizgi üzerinde, halkına dayanmayan ve demokratik açılımlara yaklaşmayan bir yönetimdi.
Dün, 21 Şubat 2011 Pazartesi, Kadafi’nin oğlu Seyfül İslam’ın konuşmasında ortaya çıkan yaklaşım, Libya’nın iç savaşa gideceği yönünde kaygı verici bir yaklaşımdı. Bu yaklaşım tıkanmış politikanın sonucuydu. Halka açılmaksızın, böylesi tıkanmaların gelip dayanacağı yer, bir diktatörlük olarak halkla yüz yüze gelmekti.
Seyfül İslam’ın, yazımın girişinde de aktardığım konuşmasında, ülke algısı “özel mülk” algısıyla birbirine karışmış durumda durmaktadır. Bu algı, zor durumda verebileceği en son taviz, “bir hırsızlık malının paylaşılması” önermesini aşamaz.
Ülke siyasi yönetiminin, bir hizmet olduğu, halka ait tüm değerlerin dengeli bir biçimde halkın yararına idare edilmesi olduğunu kavrayamamış olan bu algılar, uzun iktidar sürecinde ülkeyi bir hara gibi yönetime götürürler. Bu noktadan itibaren de, mülklerine uzanacak her eli düşman ilan etmek zor olmaz.
Bu yaklaşım, ülkeyi elinde silah ve güç olanın, eline geçirdiği alanı kendi mülkü olarak idare etmesine kadar giden çağdışı kabile sistemine götürür. Seyfül İslam’ın, parmağını sallayarak yaptığı tehdit de buna yol açacak gibi durmaktadır. Bu ise Libya’nın yıkımıdır. Kimsenin kazanamayacağı bir savaş ve kaosa düşmenin adıdır.
Arap halkının 21. Yüzyılda tüm insanlığa demokrasi ve özgürlükler yönünde yol haritası çizdi. Libya’da açılan kanlı süreç, Arap halkının uygar bir devrim süreci açan, barışçıl, darbeci olmayan, devleti yıkma, ele geçirme kolaycılığına kaçmayan, kitlelerin basıncını yönetimlerin halk için çalışmasına kanalize etme amacı taşıyan ayaklanmalarıyla oluşturdukları örneğe aykırı olarak duruyor. Sürecin doğal dengelerini, kimyasını bozuyor.
Libyanın bu kanlı süreci devam ederse, bundan bölge halklarının kazanacağı hiçbir şey olmaz. Bu süreçte, Libya halkı kaybedeceği kadar, Emeryalist-siyonist güçler kazanan tek taraf haline gelir. Oysa Arap halkının Tunus’ta Mısır’da başarıyla tamamladığı mücadele ve başarılar, bu güçlerin bölgedeki iflaslarına bir işaretti. Libya’daki gelişmeler ise, halka hiçbir şey kazandırmayacak karanlık bir tablo gibi gelip oturuyor.
Kaddafi yönetiminin geçmişinde yer alan onurlu duruşları tekrar bilince çıkararak yönetimi halka, barışçıl şekilde devretmesi bu süreçte beklenecek en olumlu gelişme olacaktır. Halk yönetimini, halk komitelerini, kongrelerini Yeşil Kitap’ta temel söylem olarak öne çıkaran kaddafi’nin, tutarlılığı da bunu bağlıdır. Yönetimi halka derhal terk etmesi yapacağı en önemli tarihi görevdir. Ancak veriler bu yönde gelişmiyor, Kaddafi kolayı değil, imkansızı seçti bu ise yıkım olacaktır.
Sonuçta kim ne olursa olsun halkın iradesi karşısında durma şansına sahip değildir.
Arap aleminin en tutarlı kalemlerinden ve siyaset yorumcularından bir olan, El Küds-ül Arabi gazetesinin sahibi Abdülbari Atvan’ın Libya’da sonuç ne olabilir sorusuna verdiği cevap, tümüyle katıldığım bir cevap olmasa da bilinmeye değer görüyorum:
“1- Sistemin zararı azaltmak için gönüllü olarak çekilmesi. 1969 da İdris Senusi’nin askeri darbe haberini aldığında yaptığı gibi. Elindeki malları ve servetini yeni rejime teslim ederek Mısır’a gitti ve Abdunnasır rejiminin yardımlarıyla yaşadı.
2- Libya’nın iki ya da üç devlete bölünmesi. Böylece rejim onlardan birisinde kalacak.
3- Halka ayaklanmasının genişlemesi ve rejimin başını ve ailesini (Hayatlarını kurtarmak ve yargıdan kurtulmak için) Afrika ülkelerinden birine kaçmaya mecbur etmesi.
Son seçenek, halk ayaklanmasının başarıya ulaşması ve Libya’nın bölünmemesi bizim en çok tercih ettiğimiz şıktır. Bu Arap halklarının büyük çoğunluğunun en büyük temennisidir.” (Abdül. Bari Atvan, Küds el Arabiye)
Bu temenniye katılmamak mümkün değil.
Bu satırların yazarı açısından, Libya halkı tüm zorlukları aşarak özgürlük ve demokrasiyi ikame edeceği yönündedir. Libya halkı önüne konan zor ve kanlı süreci başarıyla geçebilecektir.
Kıssadan hissemize gelince,
Halkların ölümleri göze alarak dile getirdiği talepler hiçbir zaman suni, gerçekleşmez talepler değildir. Halk, tarihin hiçbir döneminde ayaklanmalarını hayaller için yapmamıştır.
Hayaller yalnızca, gerçeklerden kopmuş kimi lider, örgüt ve ideolojilerin işidir. Tarihin hiçbir döneminde halk yığınları hayaller için ayaklanmamıştır.
Halk kendi gerçekliğini ve ihtiyaçlarını, üstelik büyük özveri ve sabırla bekleyerek, bu uğurda sonuna kadar acı da çekerek aramaya çalışır. Ayaklanma bu sürecin tıkandığı yerden itibaren gündeme gelir, yollar tükenince, tıkanma ve kaos dayatılınca, baskı ve zülüm yağmur gibi yağınca “artık dur” der. Ayaklanma aşamasına geçer. Tunus’ta, Mısır’da, Yemen’de, Bahreyn’de, Ürdün’de, Fas’ta ve son halkada Libya’da olan budur.
Bunları görmek gerek. Ülkemizi ortaçağ yöntemlerine mahkum etmeden, hiçbir şeyi gerekçe göstermeden, demokratik bir anayasa adımıyla birlikte, farklılıklarımızın hak ve hukukunu yasalar ve kurumların güvencesiyle anayasaya işlemek gerek. Bu da yetmez, demokrasi ve özgürlük tüm yönleriyle derinliğine ve genişliğine halkın kazanımları arasında yer almalıdır.
Unutulmamalıdır ki, kimse halka cebinden bir şey vermiyor. Siyaset, halkın taleplerini yerine getirmek, hakkını almasını sağlama çabasıdır. Kimse halka bir şey verdiğinin sanısına kapılarak kendini bir şey sanmasın. Halkın yarattığı değerleri, toplum dengelerini gözeterek adil bir şekilde dağıtmak, siyaseten temel görevidir. Buna vekil kılınan yöneticiler emeklerinin karşılığını fazlasıyla almaktadır.
Bunun için iktidarların da halkında cesur olmasını engelleyen bir şey yoktur. Cesareti gösterecek olan başarıyı sonuna kadar götürecek olandır. Halklarımız bu cesareti göstermekten geri kalmamalıdır.
22. Şubat 2011
Tarihin darbeci türden tüm devrim girişimleri, ilerleyen zamanın etkisiyle de, çürüyor. Devlet erkini uzun süre elde tutmak, bir yandan siyasal pervasızlıkları ve halkı hiçe saymayı, diğer yandan yolsuzluklardan oluşmuş ahlaki çürümeleri, kültürel yozlaşmaları ve anti demokratik tutuculuğu getiriyor. Böylesi bir bataklıkta, içi boşaltılmış sözde devrimcilikten başka bir şey kalmıyor. Bu aşamadan sonra da kimlik bulanıklığı, siyasi kayganlık başlıyor. Gelinen yerde diktatörlük artık halkın boy hedefidir. Kaddafi buraya gelip dayanmıştır.
Evrensel ölçekte tutarsız politikaya bir örnek aranırsa, Kaddafi şampiyonluğu kimseye bırakmaz. Bu kimliksizlik içte de dışta da Kaddafi’yi yalnızlığa sürükledi; ne olduğu beli olmayan sosyalistlikten, İslam sosyalizmine. Oradan Arap ulusalcılığına ve ardından Araplıktan istifa ederek, Afrikalılığa uzanan karman çorman bir yola sürüklenip durdu. Dünyanın tüm ülkelerinin gıptayla baktığı zenginlikler bu sisler arasında el konuldu, heder edildi.
Libya halkı, istenmeyen bir kanlı sürece girse de özgürlük ve demokrasiyi kazanmak için mücadele etmekten çekinmeyeceği açıktır.
Halkın iradesi hiç bir diktatörlüğe sonuna kadar izin vermiyor, vermeyecek de.
Sonuçta kim ne olursa olsun halkın iradesi karşısında durma şansına sahip değildir.
***
Libya halkı ayaklanmanın 8. Gününe girdi ( 14 – 22 Şubat 2011). Tunus ve Mısır devrimlerinin aksine Libya çok kanlı bir sürece işaret eder gibi duruyor. 7. Günün bilançosu 250 ölü 1200 yaralı.
Libya’da gelişmelerin çok sıkıntılı olacağı açık. Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin sert mizacı, Libya halkının keskin sirke gibi olayları ele alışı, Yemen’de beklenen sertliği de aşan bir tablo oluşturdu. Karşılıklı açıklamalar Libya’da gelişmelerin demokrasi ve özgürlük gelişiminin ötesinde kimi sonuçlar yaratabileceği kaygısı vermektedir.
Libya’nın doğusu Mısır sınırı. Bu bölgeler ve insan toplulukları (Aşiret ve kabileler) Mısırdan hızla etkilenen kesimlerdir. Libya’daki ayaklanmaların haritasına baktığımızda da bunu görmek zor değil. Tobruk, Derne, El bayda ve en önemlisi tarihi boyunca direngen bir şehir olan, Kaddafi’nin askeri darbesine en çok destek veren Libya’nın ikinci büyük şehri Binigazi ayaklanan halkın eline geçmiş oldu. Esas olarak Akdeniz sahiline yerleşmiş olan Libya 1886 km sahilinin 500 km’lik doğu kısmının, Mısır sınırından itibaren halkın eline geçtiği artık netlik kazanmış bulunmaktadır. Başkent Tarblusgarp ve çevresinde ise halkın büyük kitlesel gösteriler yaptığı haberleri, saat başı yeni gelişmelerle verilmektedir. Kaddafi iktidara ülkenin batı sahillerinde ve Petrol havzalarının bulunduğu alanda hüküm süren kabilesiyle sınırlı hale geldiği belirtilmektedir.
Libya halkı, “Eşaabu Yeridu Iskat el Sanam” (Halk putların kırılmasını istiyor) diyerek sokaklara döküldü. Ölümü göze alan, kurşunlara göğsü açık yürüyerek güvenlik kuvvetlerinin merkezlerini ordu depolarını ve şehirleri ele geçirmeye yöneldi.
Kaddafi’nin oğlu Seyfül İslam’ın dün gece yaptığı konuşma ise bardağı taşıran son damla oldu. Seyfül İslam, sakince “Libya’da sorunların çözümü için iki yol var, ya iç savaş ye diyalog” dedi. Bunu da örnekler vererek, Libya’nın kabile yapısı nedeniyle açmazları, tek gelir kaynağı olan Petrolun tek bölgede ve tek bir kabilenin elinde olmasının paylaşımda yaratacağı sorunları, İslami hareketlerin Libya’yı emirliklere ayırıp böleceği ve dünyayla ilişkisini kopararak 70 yıl geriye götüreceği, Batılı güçlerin işgaline düşeceğini iddia etti, ayrıca ordunun kaddafi’nin denetiminde olduğu ve savaşacaklarını dile getirdi. Bu konuşma ciddi hatalar içeren, kışkırtıcı bir konuşmaydı. Bu konuşma, bir ölçüye kadar ülkemizde Kürt sorununu bölünme gerekçesi ve korkutucu heyulası sayan akılların konuşmasını andırıyordu.
Bu konuşma, Libya halkı tarafından “Libyalının aklına yapılan bir hakaret” olarak yorumlandı. “Kaddafi’siz bu ülkenin birlik ve barış içinde, bölünmeden yaşayamayacağı iddiasının kof bir iddia” olduğu, “petrol gelirlerine kimsenin el koyamayacağını ve bu ülkenin serveti olarak daha adilce paylaşılabileceğini” belirttiler.
Kaddafi’lerin bu son konuşması, Trablus halkı için bir kıvılcım etkisi yaptı; binlerce protestocu Trablus’un meşhur Yeşil Sahasına indi. Ancak Trablus hala Kaddafi’nin denetiminde olmayı sürdürüyor.
Paralı askerlerin, çapulca ve baltacıların da devreye girdiği bu iç çatışmalarda, iki tarafın birbirine ağır suçlamaları artık giden hiçbir şeyi geri getirme durumunda değildi. Libya’da 42 yıllık bir dönem kapanıyordu. Seyfül İslam’ın, dün gece konuşmasında dile getirdiği “2. Cemahiriye dönemini, yeni anayasayı, yeni bayrak ve milli marşı birlikte oluşturalım” çağrısı ise geç kalmış bir çağır olmanın da ötesinde halk tarafından, Bin Ali ve Mübarek’in son sözleri gibi yorumlandı; halkın oyalanmaya karnı toktu.
Bu konuşmanın ardından, Adalet Bakanı M.M.Abud El Celil’nın istifası, daha önceki istifalara eklenince, devletin bir anda nasılda çözüldüğünü göstermiş oldu. Bu tatarsızlık içinde bir yönetimin inatla süreceği iddiası ise tutarlı bir iddia değildir.
Yazımı noktaladığımda Kaddafi’nin savaş uçaklarıyla halka ateş açtırmak istediği, ancak pilotların bu görev ret ederek Malta’ya iniş yapıp sığındıkları belirtiliyor. Bu da çok korkunç bir girişimdir, yerde kaybedenlerin, havada kazanacakları bir şey olmayacağını ise, ayrıca belirtmeye gerek yok sanırım.
Libya, her ülke ve ulusun olaylara karşı gösterdiği özgün reflekslere sahip bir ülke. Yönetimler de öyle. Kaddafi yönetiminin reflekslerini, traji-komik bir örnekle aktararak yazımı genişletmeye çalışacağım.
KÜÇÜK BİR ATOM BOMBASI
Kaddafi 1 Eylül 1969’da, Libya kralı I. İdris el Sunusi Türkiye’de bulunduğu bir sırada yaptığı askeri darbeyle iktidara geldi. Bu darbe o kesitin moda darbeleri gibi ulusalcı anti-emperyalist bir darbe gibi ortaya çıkmıştı. Nasır’ın Arap ulusalcığının, 1967 yenilgisine rağmen tavan yaptığı bir kesitte gerçekleşmişti. Darbenin hemen ertesi günü ünlü gazetece M. Hasaneyen Heykel’in “Kahire Dosyası” adlı kitabında da belirttiği gibi; Libyalı genç subaylar iktidarı devirmiş ama ne yapacaklarını bilmez bir halde Nasır’a ‘buyur başkanımız ol’ diyerek Libya’yı ona teslim etmek istemişlerdi. Aynı kitapta Heykel, Kaddafi ve genç subaylarının davranış bozukluklarını, dünya siyaseti alanındaki tecrübesizliklerini, oturmamış talep ve kişiliklerini de anlatırken komedi gibi, “Çin’den küçük bir atom bombası satın alma“ olayını aktarır;
Kaddafi, ünlü başbakanı Abdülselam Cellud’u Çine atom bombası almak için resmi olarak gönderir. Çinliler böylesi bir satış ya da alış verişin olmayacağını, bunun çok ayrı bir teknik gelişme ve bilgi birikimiyle, yeterli hazırlıklara bağlı olduğunu buna rağmen dış siyaset açısından ilke olarak böyle bir şeye girmeyeceklerini anlatırlar. Kaddafi buna çok içerlenir ve Yardımcısını Nasır’ın yanına gönderir. Bu alış verişin olmasını ister. Cellud, yanında Kaddafi’nin mesajını alarak Nasır’a çıkar. Durumu anlatır. Nasır Çinlilere yakın bir cevap verir. Kaddafi bu kez daha da içerlenir. Şansını, son bir kez daha denemek ister ve Yardımcısını Nasır’a bir daha gönderir "bizim istediğimiz öyle kocaman değil, küçük bir atom bombası olsa da olur “ der.
Kaddafi hükmü altında Libya, böylesi bir aklın gergin dengeleri altında yaşamaya başladı. Bir mizansen gibi, her konuşması, her davranışı, siyasi duruşlarda ortaya koyduğu büyük U dönüşleriyle Kaddafi, ağırlığı olmayan bir siyasi lider tablosu oluşturdu.
Kaddafi, düşünsel olarak büyük hayaller peşinde koşan ama halkına çok az şey verebilen bir iktidar kurdu. Petrolü kamulaştırdı ama bunun zenginliğinden halkın pay alamasını sağlayamadı. Bilinen türden bir kapitalist yapının da olmadığı Libya’da sistemsiz sistem dengesizliği içinde, dev gelir kaynaklarını eritip durdu. Sosyal ve siyasal yaşamın zenginleşmesinden çok, kaynağı belirsiz tehlikeye karşı korkunç bir silahlanmaya yönelerek yaptığı gereksiz harcamalar, Afrika’nın fakir ülke liderlerine, tantanalı merasimlerde gösterilmek üzere sergilenmesinden başka bir işe yaramadı. Yer altından, yeryüzüne çıkarılan dev tatlı su nehri gibi projeler için harcanan paraların, rasyonel kullanılıp kullanılmadığı hala tartışma konusudur. Buna, dar aile ve çevresinin zenginlik kaynaklarını da eklemek yanlış olmayacaktır.
Tarihin, darbeci türden tüm devrim girişimleri, ilerleyen zamanın etkisiyle de, çürümeye yönelmektedirler. Devlet erkini uzun süre elde tutmak, bir yandan siyasal pervasızlıkları ve halkı hiçe saymayı, diğer yandan yolsuzluklardan oluşmuş ahlaki çürümeleri, kültürel yozlaşmaları ve anti demokratik tutuculuğu getirmektedir. Böylesi bir bataklıkta, anlamsız, içi boşaltılmış sözde devrimcilikten başka bir şey kalmıyor. Bu aşamadan sonra da kimlik bulanıklığı, siyasi kayganlık başlıyor. Gelinen yerde diktatörlük artık halkın boy hedefidir. Kaddafi buraya gelip dayanmıştır.
Uzun süren iktidarlar, başlangıçta ne kadar devrimci söylemlerle yürütülmüş olursa olsunlar sonuçta bir yere gelip tıkanarak iç bükey bir çürümeye düşmektedir. Devrim/darbe önce kendi kadrolarını tasfiye ediyor, sonra adım adım kendi sonunu hazırlayan, halkla aradaki mesafeyi açarak diktatörlük sürecine giriyor. Halkla bağlar koptukça, liderler sultası ilahların sultasına dönüyor. Bu aşamada halk “sadece aptal bir yığını” olarak görülmeye, ardından da halkın en küçük siyasal ve ekonomik talebi bile düşman talepler olarak algılanmaya başlanıyor. Libya bu sürece adım adım geldi.
Çok farklı toplumsal dokuya sahip olmasına karşın. Kabilelerin etkinliği, geniş topraklar (1 milyon 779.000 km² ) üzerinde, bir şehir kadar nüfusuyla (5 milyon), ne Tunus ne de Mısır olmayan Libya’da yönetim bu gergin ve tutucu konumuyla bölgede gelişen olumlu havayı zehirleyecek bir iç çatışmaya dönüştürme ihtimali az değildir.
Kaddafi’nin 42. Yılına giren iktidarı, onun “devrimci” söylemlerini, Anti-siyonist anti-emperyalist çıkışlarının, özellikle 2003 tarihinden itibaren kof bir söylem, iktidarını dış sorunlarla ayakta tutma çabası olarak belirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
LİBYA’YA İKİ ZİYARET
Akıl böyle bir akıl. Bu akıl, 20.yüzyılın sonuna kadar, akıl almaz zikzaklarına rağmen söylemde halkların yandaşı, Filistin davasının önemli destekçisi, Afrika ve dünya devrimci hareketinin soğuk savaş kamplaşmasındaki destekçisi olarak göründüğü inkar edilmez. Bu kesit, Libya halkı üzerine yığılmış şiddetli ambargolar hüküm sürmüştür. Libya halkı ise Kaddafi’nin arkasında durmuş ve çok acı günlere göğüs germiştir.
Bu gerçeğin bire bir canlı tanığıyım. Libya’ya iki kez gittim. O kesit 12 Eylül karanlık rejimi günleriydi. Dünyanın her alanına dağılmış devrimcilerin sürgün günlerinde ülkeye güçlü dönmek için her alanda örgütleme yaptığı kesitlerdi. Birinci gidişim 1981 bahar aylarıydı. Bingazi havaalanına indim.
Bana söylenen, “havaalanı önünde duran dolmuşlara atlarsın Tobruk şehrine gideceğini söylersin” bu yeterli, hemen yanımızda olursun. Öyle yaptım ve ilk kez mesafe algısı diye bir olguyu Libya’da öğrenmiş oldum. 500 km mesafe aştım.
İnsanlar Libya’nın o geniş ortamında, öğle yemeği daveti için 300-500 km yapıp gerisin geriye evlerine dönebiliyorlar. Bu da “misafirliğe gitmek” oluyor. Böylesi bir ülkede, zaman nasıl akar nasıl algılanır, tepkiler, refleksler nasıl oluşur soruları için ciddi bir akademik araştırma gereklidir. Anacak bu uzun mesafe, geniş alan akıl almaz gerginliklerin birikimine engel olmak şöyle dursun, çok daha etkin bir neden oluşturuyor; Libya’yı ikinci kez ziyaretim sırasından (1982 Ağustos ), arkadaşlarımla dolaştığım pazar yerinde, küçük bir söz çekişmesinin nasıl da baltalara sarılıp iki tarafta onlarca kişinin birbirine giriştiğine tanıklık yaptım. Gergin insanlar, çok sinirli insanlar; sabah kahvaltısı yerine hafif ılık suda eritilmiş inanılmaz acılıkta biber salçasını (Hirisi) içen bir toplum.
Bu türden küçük anekdotlara eklenecek, Libya toplumu ve yönetimi hakkında bilgi oluşturacak, haberlerde sık sık adı duyulan Trablus’taki Yeşil Saha’da (Sahatül Hadra) tek bir otun bile olmadığı, bir futbol sahası kadar büyük bu alanın yeşil boya ile boyandığı gibi, içi boş görselliğe verilen önemi gösteren birçok anım var.
Libya, 1981 baharındaki ilk gidişimde, inanılmaz zenginlik ve bereketle dolu bir ülke görünümündeydi. Her şey bedava denecek kadar ucuzdu. Avrupa’nın dört bir köşesinden getirilmiş, 5-6 katlı dev süper marketlerde sunulan emtialar, her türden kaliteli giyim eşyası ve elektronik araç, bu satırların yazarını hayretler içinde bırakmıştı. Siyasi ilticacı olduğum Paris’te görmediğim ölçekte, ticari bir görsel şölenle karşılaşmıştım. Tobruk, Bingazi gibi alanlarda Libyalılara da misafir oldum.
Bingazi’de, o bolluk kesitinde bile (bu yıllarda kişi başına düşen milli gelir 5410 $ ), kaddafi’ye eleştiri yapma rahatlığı içinde olan insanlar vardı. Yabancı olduğumuz için yanımızda çok rahatça konuşabiliyorlardı; biz ise onu devrimci bir lider, emperyalizme-siyonizme karşı duran, Filistin halkına etkin destek veren bir lider olarak görüyorduk.
Libya’yı ikinci gidişim 1982 Ağustos ayı ortalarına rastlar. Kaddafi, Amerika yönetimleriyle sürekli çatışma halindeydi. Amerika terörün dünyadaki beslenme kaynağı, “şer merkezi” olarak Libya’yı gösteriyordu. Regan yönetiminin Amerika’sı, soğuk savaşın son düellolarını dünyanın her köşesinde acımasız bir savaşla yürütüyordu. Saf bulanıklığı iktidara geldiği günden beri süren Kaddafi’nin payına, bu süreçte ağır saldırılar düşüyordu; Amerikan askeri uçakları, daha sonra sık sık yapacağı gibi Libya’nın yaşam alanı olan Sirte körfezi üzerinde, hava sahasını ihlal ederek iki uçağını düşürdüğü kızılca kıyamet işaretlerinin geldiği dönmedi.
Bu kesitte o görkemli süper marketler, ithalden başka bir şeye dayanmayan lüks mallar yok olmuştu. Trablus’ta, Suk Ettelata denilen yerde arkadaşlarımla kaldım. Yakın yerdeki marketlerde koyun ve keçi beslendiğini ahıra döndürüldüklerine tanık oldum. Kaddafi o gün, çok keskin devrimci gibi gelen bir çizgide emperyalizme meydan okuyordu. Yalnız kaldığından şikayet ediyordu, “Yeşil Kitap” adı altında toplanın kısa cümle ve önermeleri, yer yüzünün üçüncü kuvveti diye anlatılıyordu. Bu broşürler dünyanın tüm dillerine çevriliyor, Erbakan dahil herkesi saflarına bir mücahit olarak almaya çalışıyordu. Sonradan anlaşılan gerçek anlamda uluslar arası yaygın bağları vardı, ancak bunların tümü, o günün koşullarında bile terör eylemi olarak adlandırılacak, halktan kopuk askeri eylemler için istihdam edilmeye çalışılıyordu.
İkinci Libya ziyaretim tutuklanıp zindana atılmakla noktalandı. Nedenini sonra öğrendim.
Bingazi’de “Eski aletler fuarı” açılmıştı. Yüksek dış duvarlarına Darvin’in insanın evrimini anlatan şempanze türü hayvandan aşama aşama ayağa kalkan insana doğru evrimin resmi çizilmişti. Tablo gibi bir resim. Yabancı ressamların çizdiği belliydi. Bir fotoğrafını almak istedim. Fotoğraf çektikten sonra fuarda gezindik. Bir süre sonra iki kişi koluma girdi ve beni karakola götürdüler. Onlar sordu ben anlattım. Filmi aldılar.
Bu fasıl, geniş araştırma yapacaklarını belirterek beni zindana attılar; zindan ki zindan…
Gergin ve kaygılı bir yönetim ikinci gelişimin en tipik göstergesiydi. Buna tanık oldum.
LİBYA KIRILIYOR
1982 yazıyla birlikte, Libya’da siyasi kimlik bunalımı türünden bir tutarsızlık hüküm sürmeye başlamıştı. Bu süreç derinleşerek devam etti.
Evrensel ölçekte tutarsız politikaya bir örnek aranırsa, Kaddafi şampiyonluğu kimseye bırakmaz, demek yanlış değildi. Dünya devrimci, ilerici demokrat hareketinin de kafasında olmadık bulanıklıklar yaratan Kaddafi’nin siyasi dengesizliği, riskli bir çizgi üzerinde her an saf değiştirebilir bir tablo oluşturuyordu.
Soğuk savaşın son düellolarının yaşandığı bu kesitte, bölgemiz orta-doğuda acımasız bir ölüm denklemi hüküm sürüyordu. Batılı emperyalist güçler Siyonist İsrail devletini aralıksız ölüm saçan bir şebekeye dönüştürmüştü; ülkelere savaş, toprak işgalleri, ekim alanlarının yakılıp yıkılması, Filistinlilere bitip tükenmek bilmeyen ölüm. Bu süreç tüm ağırlığıyla Libya’nın da üzerine çöktü.
Soğuk savaş dönemi, Libya’da ciddi iç sorunların da yaşandığı bir dönemdi. Orduda bölünmeler, 1983 ordu içinde Hizb-ül Tahrir üyesi oldukları gerekçesiyle tutuklama ve baskıcı tutumlar, İslami hareketlere karşı başlatılan ağır takibat ve idamlar (1984 Ramazanında yapılan idamlar ve 1986 yılı tutuklamaları)
Dış sorunlarda ise, Ronald Regan yönetimindeki Amerika Libya üzerine keskin bir bıçak gibi iniyordu. 15 Nisan 1986’da Trablus ve Bingazi’nin bombalanması. Doğrudan doğruya, BM üyesi bir devlete ve başkanına saldırı amaçlı bombardıman yapılması, inanılır gibi bir şey değildi. En sonunda da meşhur PAN AM Havayollarından bir uçağın düşürülmesiyle ilgili olarak Kaddafi’nin itham edilmesi ve bunun sonuçları, uzun sürecek bir gerginliğin nedeniydi.
Bu gelişmelerin sonuçlarında Libya artık kırılmıştı; havada motoru durmuş bir uçuk gibi yörüngesinden çıkmış yere çarpmak üzere düşüyordu. Araplıktan Afrikalılığa transfer olduğunu ilan edip haritasını, logolarını, stratejilerini bir anda değiştiren bir dengesiz lider konumundaydı.
Lockerbie olayı (21 Aralık 1988). Bu olay ve sonuçlanışı, Kaddafi yönetimi kadar batının hangi ahlak ölçüleriyle insana baktığını gösteren tipik bir olay oldu; çok güvenilir sanılan batı adaleti ve yargı sisteminin, para karşılığı nasıl da satın alınacağı ortaya çıkmıştır. İnsanın değeri, batı için de diktatörlüğe dönüşmüş iktidarlar için de çıkar ortaklığında bir izmarit değerine sahip olmadığı anlaşılmıştır. Uçakta ölenlerin canı, Libya’nın petrol paralarıyla adalet üstene çıkılarak satın alınmıştı. Bu süreç 2003 anlaşmasıyla noktalandı; Libya tüm sorunlarını parayla aşıp, terör listesinden çıkarılarak nükleer programını da tasfiye ederek batıyla en iyi ilişki sürecine girmiş oluyordu. İtalyanların Berluscon’si Kaddafi’nin elini öpecek kadar dost olmuştu, Batılılar, ele ele Libya petrol servetlerini işletmeye başlayacak anlaşmaları da kotarmışlardı.
Bu karanlık tünelde, Kaddafi’nin Libya’sı devrimlerden yana, siyonizme karşı emperyalizme karşı direnen bir ülke konumundaydı. Ancak yıllar hesapsız ve kimliksiz politikaları yiyip bitiriyordu. Kaddafi’nin bu yere gelişi, yanlış tutkulara önemli bir göstergedir.
LİBYA NEREYE?
Libya, dünyanın en zengin ve ucuza üretilen en büyük petrol rezervlerinin sahibidir. Yıllık net 40 Milyar dolarlık petrol girdisi bulunmaktadır. 5 milyonu nüfusu değil, 50 milyonu insanı refah içinde yaşatacak bir rakam.
Böylesine zengin bir ülkenin soğuk savaştan çıkıp geldiği haliyle 21. Yüzyılda olduğu gibi devam etmesinin mümkün olmayacağı açıktı. Bölgemizin birçok ülkesi için aynı tez geçerlidir. Bunun farkında olup önlem alan, bu süreci başarıyla geçebilir. Bu geçişi eksiklerle sürdürenler ise, risk çizgisinde olmaya devam edecekti.
Bölgemizdeki kaynamalara bakınca, yıkılın tüm diktatörlüklerin, ABD ve İsrail’le dirsek teması içinde halklarına karşı acımasız olan yönetimler olduğu görülür. Yemen, Ürdün, Haliç ülkeleri, Fas bu ülkeler arasındadır. Bunlara Irak’ı da, daha başkalarını da eklemek mümkün. Günlük haberleri izleyen herkes gelişmelerin farkındadır. “Sıra kimde?” sorusu bu gelişmelerin doğal sonucudur.
Halk devrimleri hangi ülkelere şamar vuruyor bunu tespit etmek ortak bölenini bulmak için, basit bir soyutlama yeterlidir. O da, dış politikasında Amerika ve İsrail’e tavır alan, ülke içinde halkına dayanmayan, demokrasi ve özgürlük reformlarını yapmamakta ısrar eden ülkelerdir demek yanlış değildir.
Bu çizginin dışında kalan ülkelerde, ortalık yangın yerine dönmüşken bir kıpırdanmanın olmamasının nedeni ise halklarından yana olmaları ve bölgemizde anti-emperyalist, anti-siyonist politikalarda halkı ikna edecek tutarlılıkta tavır almalarıdır. Bu durumu, kimse baskı ve kovuşturma ürünü olarak görmesin, bu yaftayla açıklamaya çalışmasın; bu dünya 21. Yüzyılda Bin Ali, Mübarek, Ali Salih ve Kaddafi’den daha sert bir baskı rejimi tanımamıştır, onlar bile dayanamadı.
Kadafi’nin yönetimi 2003 tarihinden itibaren ne bölge ne de halkı tarafından olumlu karşılanmayan bir çizgi üzerinde, halkına dayanmayan ve demokratik açılımlara yaklaşmayan bir yönetimdi.
Dün, 21 Şubat 2011 Pazartesi, Kadafi’nin oğlu Seyfül İslam’ın konuşmasında ortaya çıkan yaklaşım, Libya’nın iç savaşa gideceği yönünde kaygı verici bir yaklaşımdı. Bu yaklaşım tıkanmış politikanın sonucuydu. Halka açılmaksızın, böylesi tıkanmaların gelip dayanacağı yer, bir diktatörlük olarak halkla yüz yüze gelmekti.
Seyfül İslam’ın, yazımın girişinde de aktardığım konuşmasında, ülke algısı “özel mülk” algısıyla birbirine karışmış durumda durmaktadır. Bu algı, zor durumda verebileceği en son taviz, “bir hırsızlık malının paylaşılması” önermesini aşamaz.
Ülke siyasi yönetiminin, bir hizmet olduğu, halka ait tüm değerlerin dengeli bir biçimde halkın yararına idare edilmesi olduğunu kavrayamamış olan bu algılar, uzun iktidar sürecinde ülkeyi bir hara gibi yönetime götürürler. Bu noktadan itibaren de, mülklerine uzanacak her eli düşman ilan etmek zor olmaz.
Bu yaklaşım, ülkeyi elinde silah ve güç olanın, eline geçirdiği alanı kendi mülkü olarak idare etmesine kadar giden çağdışı kabile sistemine götürür. Seyfül İslam’ın, parmağını sallayarak yaptığı tehdit de buna yol açacak gibi durmaktadır. Bu ise Libya’nın yıkımıdır. Kimsenin kazanamayacağı bir savaş ve kaosa düşmenin adıdır.
Arap halkının 21. Yüzyılda tüm insanlığa demokrasi ve özgürlükler yönünde yol haritası çizdi. Libya’da açılan kanlı süreç, Arap halkının uygar bir devrim süreci açan, barışçıl, darbeci olmayan, devleti yıkma, ele geçirme kolaycılığına kaçmayan, kitlelerin basıncını yönetimlerin halk için çalışmasına kanalize etme amacı taşıyan ayaklanmalarıyla oluşturdukları örneğe aykırı olarak duruyor. Sürecin doğal dengelerini, kimyasını bozuyor.
Libyanın bu kanlı süreci devam ederse, bundan bölge halklarının kazanacağı hiçbir şey olmaz. Bu süreçte, Libya halkı kaybedeceği kadar, Emeryalist-siyonist güçler kazanan tek taraf haline gelir. Oysa Arap halkının Tunus’ta Mısır’da başarıyla tamamladığı mücadele ve başarılar, bu güçlerin bölgedeki iflaslarına bir işaretti. Libya’daki gelişmeler ise, halka hiçbir şey kazandırmayacak karanlık bir tablo gibi gelip oturuyor.
Kaddafi yönetiminin geçmişinde yer alan onurlu duruşları tekrar bilince çıkararak yönetimi halka, barışçıl şekilde devretmesi bu süreçte beklenecek en olumlu gelişme olacaktır. Halk yönetimini, halk komitelerini, kongrelerini Yeşil Kitap’ta temel söylem olarak öne çıkaran kaddafi’nin, tutarlılığı da bunu bağlıdır. Yönetimi halka derhal terk etmesi yapacağı en önemli tarihi görevdir. Ancak veriler bu yönde gelişmiyor, Kaddafi kolayı değil, imkansızı seçti bu ise yıkım olacaktır.
Sonuçta kim ne olursa olsun halkın iradesi karşısında durma şansına sahip değildir.
Arap aleminin en tutarlı kalemlerinden ve siyaset yorumcularından bir olan, El Küds-ül Arabi gazetesinin sahibi Abdülbari Atvan’ın Libya’da sonuç ne olabilir sorusuna verdiği cevap, tümüyle katıldığım bir cevap olmasa da bilinmeye değer görüyorum:
“1- Sistemin zararı azaltmak için gönüllü olarak çekilmesi. 1969 da İdris Senusi’nin askeri darbe haberini aldığında yaptığı gibi. Elindeki malları ve servetini yeni rejime teslim ederek Mısır’a gitti ve Abdunnasır rejiminin yardımlarıyla yaşadı.
2- Libya’nın iki ya da üç devlete bölünmesi. Böylece rejim onlardan birisinde kalacak.
3- Halka ayaklanmasının genişlemesi ve rejimin başını ve ailesini (Hayatlarını kurtarmak ve yargıdan kurtulmak için) Afrika ülkelerinden birine kaçmaya mecbur etmesi.
Son seçenek, halk ayaklanmasının başarıya ulaşması ve Libya’nın bölünmemesi bizim en çok tercih ettiğimiz şıktır. Bu Arap halklarının büyük çoğunluğunun en büyük temennisidir.” (Abdül. Bari Atvan, Küds el Arabiye)
Bu temenniye katılmamak mümkün değil.
Bu satırların yazarı açısından, Libya halkı tüm zorlukları aşarak özgürlük ve demokrasiyi ikame edeceği yönündedir. Libya halkı önüne konan zor ve kanlı süreci başarıyla geçebilecektir.
Kıssadan hissemize gelince,
Halkların ölümleri göze alarak dile getirdiği talepler hiçbir zaman suni, gerçekleşmez talepler değildir. Halk, tarihin hiçbir döneminde ayaklanmalarını hayaller için yapmamıştır.
Hayaller yalnızca, gerçeklerden kopmuş kimi lider, örgüt ve ideolojilerin işidir. Tarihin hiçbir döneminde halk yığınları hayaller için ayaklanmamıştır.
Halk kendi gerçekliğini ve ihtiyaçlarını, üstelik büyük özveri ve sabırla bekleyerek, bu uğurda sonuna kadar acı da çekerek aramaya çalışır. Ayaklanma bu sürecin tıkandığı yerden itibaren gündeme gelir, yollar tükenince, tıkanma ve kaos dayatılınca, baskı ve zülüm yağmur gibi yağınca “artık dur” der. Ayaklanma aşamasına geçer. Tunus’ta, Mısır’da, Yemen’de, Bahreyn’de, Ürdün’de, Fas’ta ve son halkada Libya’da olan budur.
Bunları görmek gerek. Ülkemizi ortaçağ yöntemlerine mahkum etmeden, hiçbir şeyi gerekçe göstermeden, demokratik bir anayasa adımıyla birlikte, farklılıklarımızın hak ve hukukunu yasalar ve kurumların güvencesiyle anayasaya işlemek gerek. Bu da yetmez, demokrasi ve özgürlük tüm yönleriyle derinliğine ve genişliğine halkın kazanımları arasında yer almalıdır.
Unutulmamalıdır ki, kimse halka cebinden bir şey vermiyor. Siyaset, halkın taleplerini yerine getirmek, hakkını almasını sağlama çabasıdır. Kimse halka bir şey verdiğinin sanısına kapılarak kendini bir şey sanmasın. Halkın yarattığı değerleri, toplum dengelerini gözeterek adil bir şekilde dağıtmak, siyaseten temel görevidir. Buna vekil kılınan yöneticiler emeklerinin karşılığını fazlasıyla almaktadır.
Bunun için iktidarların da halkında cesur olmasını engelleyen bir şey yoktur. Cesareti gösterecek olan başarıyı sonuna kadar götürecek olandır. Halklarımız bu cesareti göstermekten geri kalmamalıdır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder