27 Şubat 2011 Pazar
ARAPLARIN “KELEBEK ETKİSİ”
Mihrac Ural
26 Şubat 2001
Araplar tarihlerinin hiçbir döneminde bu kadar söz birliği içinde olmadılar. Arap ulusu da Filistin davası hariç, tarihinin hiçbir döneminde böylesine ortak duygu ve düşünce performansı göstermedi. Kendi adıma Arapların tek ulus oldukları yönünde ciddi kaygılarımın olduğu dönemler yaşadığımı söylemeliyim. Ancak, yönetimler ile halkın eğilimleri arasındaki farkı gördükçe, temel konularda halkın yönetimlerinden çok daha ilerde ortak tutum takındıklarını gördükçe, bu ulusun farklı devletlere bölünmüş olsa da bir ulus ortak hareket yeteneğini yitirmediği görülmektedir. Bu ortak davranış, bölgeyi ortak yarar yönünde bir bütün olarak harekete yönlendirmektedir.
Atlas okyanusundan Körfeze kadar, bu dev alanda yaşayan yüz milyonlarca insanın ortaya koyduğu bu ortak hareket yeteneği, dalgalar halinde çevresini de etkileyerek ilerleyeceğini belirtmek yanlış olmayacaktır.
ARAPLARIN SON YÜZYILI
Bölgemizde bu büyük kaynamayı farklı tarihi köklere bağlayabiliriz. Ele alacağımız konunun verilerine bağlı olarak bu kökler farklı olabilir. Bu günün konusuyla ilgili olarak, bu tarihi I. Dünya savaşının kapanmamış dosyalarından başlatmak, gerçeğe en yakın olandır. Arapları 22 devlete ayıran Emperyalistler, yüz yıldır da bu ulusun yer altı ve yer üstü servetlerini mümkün olan en kaba şekilde sömürüp durdular. Bunun için de birbirine kanlı bıçaklı hale getirerek inanılmaz bir insan kıyımı gerçekleştirdiler. İkinci dün ya savaşı ardından yeni sömürgeci yöntemlerle de bağımsızlık verdikleri bu ülkeleri sömürmeye devam ettiler. 400 yıllık Osmanlı hükmünün karanlık ortaçağı, güç uygarlıklarına yerini terk ederken, bu topraklarda özgür yaşamayı amaçlayan Arap halkı kabile yaşamından henüz çıkmamış haliyle dar çıkarlar uğuruna diktatörlüklerin, krallıkların esareti altında tutsak kaldılar. 20. Yüzyılın başlarında Sevra el Arabiya el Kubra (Büyük Arap Devrimi) ile yönelmek istedikleri toplumsal hamlenin önü kesilince yüz yıllık esarette başlamış oldu.
20.yy ortalarından itibaren gelişen Arap ulusçu hareketleri sistemsiz sistemleriyle, Sovyet yanlısı duruşlar sergilemelerine karşın, ülkeleri ve halkları için dengeli bir düzeneğe geçemediler. Batının baskıları arttıkça onlarla bin bir bağla bağlanmaya, ulusal davalarda kararsızlıklar yaşamaya yöneldiler. Uzun süren hükümranlıkları, iktidar olmanın rahatlığını ve bunun ardından çevreleriyle palazlanan yolsuzluk süreçlerini derinleştirmeye başladı. Bu aynı zamanda diktatörlük rejimi olarak şekillenmeye başlayan, iç siyasal reformları ihmal eden, servetlerin adil dağılımını hesaba katmayan, sorun çıkınca da ulusal dava adına büyük sloganlarla içteki tıkanmaları örten tutumlar geliştirmeye yöneldiler.
Siyasal çoğunluğu sindirmeyen, hak ve özgürlüklere yasak koyan diktatörler, istihbarat teşkilatlarının korkunç baskıları altında ülkenin siyasal bilincini körelttiler. Şekilden ibaret patiler, mezarlığa dönmüş siyasal sahada halka sunacakları bir programa üretemediler, yeni kuşağın sözcülüğü için evrensel ölçekteki gelişmeleri algılama durumunda olamadılar. Çeyrek asır içinde, bu yönetimlerin tümü birer diktatörlük haline geldiler. Irak’ta Saddam, Tunus’ta Bin Ali, Libya’da Kaddafi, Yemen’de Ali Abdullah Salih, Mısır’da Mübarek gibi örnekler 21. Yüzyılın taşınmaz birer kamburu oldular.
20. Yüzyılın başında Araplar, ulusal kurtuluş için çok önemli bir başlangıç yapmaya yöneldiler. Bu duruşlarıyla o çağın ulusal kurtuluş hareketlerinin fitilini de ateşlemiş oldular. Ancak, Bir ortaçağ sömürgeciliğinden kurtulurken bir başkasının yemi oldular. Osmanlıdan İngiliz, Fransız sömürgeciliğine el değiştirdiler.
Tarihte uluslaşma süreci geç kalmış her ulusun başına gelen felaketle yüz yüze kaldılar. Bağımsız devlet kuramayanlar, 20. Yüzyılın ortalarında ulusçu hür subayların darbeleriyle bu süreci tamamlamaya mahkum oldular. Ulusçu hareketler tarihin bir zorunlu dönemeci olarak Arap halkının önüne çıktı. Önemli adımlar ve gelişmeler kat ettiler. Bağımsız olmayı, yer altı ve üstü servetlerine sahip çıkmayı, kültürel farklılıklarıyla gelişmeyi bu süreç sağladı. İçte ise ekonomik açıdan elle tutulur büyük girişimlerde yaptıkları yadsınmaz. Ancak bu süreç darbecileri birer diktatör, her şeyi kendisinin yarattığına inanan kas katı bir akıl algısını da beraberinde getirmiş oldu. Bu süreç aynı zamanda, kimi Arap ülkelerinde şu ya da bu şekilde var olan siyasal çoğulculuk geleneğini de alıp götürdü.
SONUN BAŞLANGICI
İnsanlık ulus aileleri topluluğunun en zengini olan Araplar, uluslaşma süreçlerini dünya güçler dengesinin labirentleri arasında bir uydu olmaktan öteye geçemeyen rolleriyle (Nasır Mısır’ın bağlantısız ülkeler topluluğundaki konumu nispeten farklı olsa da) bu zenginliği toplumsal adalet ölçüleriyle paylaşma durumunda olamadılar. Her defasında kullanılmadan çürüyüp yenileştirilen, tek atım yapmamış dev askeri tersaneleriyle, hayali düşmana karşı süreklilik arz eden silahlanmalarıyla emperyalist silah tekellerinin en uygun müşteri tipini oluşturdular. Bu silahlanma Libya örneğinde tanık olduğumuz gibi sonunda kendi halkına karşı da dönebilecek bir biçim aldı. Ayrıca, teknik donanım yetersizliğinden dolayı da petrol gibi kaynaklarını emperyalist tekellere teslim eden Arap yönetimleri, uluslaşma sürecinde başlattıkları olumlu adımların sonunda birer diktatörlük rejimi, birer aile holdingi haline geldiler.
Buna “temdit ve tevris” işi (Başkanlık süresini uzatma ve miras olarak aileden birine bırakma) eklenince olumlu olumsuz bu sürecin tüm verileri, ikame edilmek istenen diktatörlük rejiminin sürekliliğiyle ilgili olduğu anlaşıldı. Toplum psikolojisi bu yönde çalışmaya yönelince artık her veri bu algının köşe taşı görevi görerek tepki birikimlerine enerji taşıyan bir kaynağa dönüşmüş olur. Arap ülkelerinde de olan budur.
Çeyrek asır ve ötesi hüküm süren ve bu süreçte katılaştıkça halkından kopan yönetimler, Filistin gibi büyük ulusal davalarda ortaya sergiledikleri içler acısı tutum, her gelişmede çirkin yüzünü gösterdikçe ( İsrail’in Lübnan’a 1982 ve 2006’da yönelttiği ölüm ve yıkım savaşları, Gazze’ye yönelik 27 Aralık 2008 savaşı ve ölüm abargosu), silahlanma çabalarının da ülke servetlerinin de şahsi çıkarlar ve şaşkın harcamalara heder edildiği ortaya çıkmış oluyordu. İsrail’in Gazze saldırısı ve Mısır’da Mübarek diktatörlüğünün ortaya koyduğu tutum, bunun arkasında gizli açık duran diğer Arap ülkelerinin tutumları, bu süreci yakından izleyen tüm siyasi çevrelerin tespit ettikleri gibi, sonun başlangıcı olan bir rol oynadı.
Bir anda her şey anlamsızlaştı. Yarım asırdır süren, uluslaşma sürecinin tüm genetik dokularını belirleyen ve Arapların tek ulus olduğu algılarına güç verip onu besleyen değerler, bu yönetimlerin eli altında bir anda paçavraya döndü. Bu da örtülmez bir durum oluşturdu. Tüm değerler bir anda anlamsızlaşıp, ödenen bedeller bir aldatmacanın uzantısı olduğu anlaşılınca, katlanılmaya değer hiçbir şey kalmadı. Arap halkı üzerine ölü toprağı serili olduğu mezarlığından ayağa kalkarak insanlık ailesinin duyarlı ve bir o kadar uygar halkı olarak kendi özgürlük ve demokrasi talebi için diktatörlükleri bir bir yıkmaya başladı.
Bu durum Arap ülkelerinin tümünde, bir anda, bir duygu ortaklığı olarak ortaya çıkan ( Arapların tek ulus oldukları gerçeğinin en önemli belirtilerinden biri de bu davranış birliğidir) ve yarım asırlık sistemleriyle cesurca yüzleşmeyi hedef alan uygar çağdaş bir sorgulamaya yöneltti. Bu sorgunun demokrasi ve özgürlük noktasından başlaması da eşyanın doğasına en uygun olanıydı. Sonrası her şeyin tek tek sorgulanacağı bir sürecin işi olacaktı.
TUNUS’TA BAŞLADI NEREDE BİTECEK?
Tunus’un “Yasemin Devrimi”, önceden tahmin edilmeyen en zayıf halkanın kopmasıyla yarım asırdır biriken, halka karşı çeyrek asırdır tüm çirkinliğiyle bir diktatörlük olarak dayatılan siyasal yapılara karşı ayaklanmalar başladı. Domino taşı etkisi esprisi doğrudur. Bunu Arap ülkeleri açısından bu espriyle açıklamak da yerindedir. Ancak Arap halkının ortaya koyduğu devrimci yükseliş, tüm insanlık için bir kelebek etkisi yaratacaktır demek yanlış değildir.
Edward N.Lorenz’in ünlü Rastlantı ve Kaos kitabında dile getirdiği “Kelebek Etkisi” tezinde; “bir kelebeğin kanat çarpmaları bile belli bir süre sonra atmosferin durumunu tümüyle değiştirebilir” diyor. Benzer bir söylemle Mevlana “Bir sineğin kanadını oynatması, Arş-ı rahman’ı titretir” diyor. Arap halkının ortaya koyduğu bu enerjinin, dalgalar halinde daha da geniş bir alana yayılacağını kestirmek zor değildir.
Bunun çok ötesinde, bir ulusun farklı devletler altında da olsa, davranış birliğini, aynı türden yönetimlere karşı ortaya koyması olarak gündeme gelen bu ayaklanmalar sadece Arap sahasında kalmayacaktır. Bunun kelebek etkisiyle dünyanın birçok kıtasına da yayılacağı üzerine siyasal yorumcular hemfikirdir.
Tunus’ta başlayan özgürlük ve demokrasi mücadelesi, Arap sahasında kalmayacaktır. İhtiyaç duyan tüm insanlığı bir yol haritası olan bu ayaklanmalar 21. Yüzyılın temel toplumsal mücadele karakteristiğini oluşturmuş bulunmaktadır. Bu devrimler, devlet yıkıp, çözme fiziksel tasfiyelerle yeniyi kurma girişimi değildir. Dev kitlesel basıncın etkisiyle, her şeyi daha adil paylaşmak, daha çok özgürlük ve demokrasi için yönlendirmek üzere ortaya çıkmıştır. Bu açıdan örgütsüz, lidersiz ve barışçıl yöntemleri temel almıştır. Libya’da olduğu gibi ise şiddete başvuran diktatörlüğe karşı elde olanla direnmekten çekinmemiştir.
SON TABLO
Arap halkı mücadelesi hızla yayılma gösteriyor. Bir iki ülke dışında tüm Arap ülkelere tam bir kızılca kıyamet içinde. Eli kulağında bekleyen ülkeler ve gelişmelerden hiç etkilenmeyen ülkeler de bulunmaktadır. Bu gelişmelerin etkilemediğine tanıklık ettiğimiz ülkelerle ilgi yazımı kısa sürede okurla paylaşacağım; bu ülkelerin böylesini bir dönemde sesiz kalmasının altında yatan gerçekçi nedenleri tarihsel süreçleriyle siyasi ve sosyal yapılarıyla irdelememiz gerekecek.
Bu ülkeler için, sağda solda sallama yöntemlerle, malum Ortadoğu uzmanları edasıyla konuşmalar yaprak, okura doğru bilgi vermenin imkanı yoktur. Verilen bilgilerin daha çok duygusal zeminde olmaktadır. Kendini devrim lideri gören kim olduğu belirsiz kişilerin çağrı yapmaları ve sonuç almayanıca da kara mizah gibi “halk, Türk TV dizilerini izliyor bu nedenle ayaklanmayı erteliyorlar” deme aptallığı göstermeleri ya da “8 Mart, olmasa 17 Nisan’da ayaklanma olabilir” türünden kahve fincanı falcılarını andıran atmasyonları hiçbir şeyi izah etme kabiliyetinde olamaz.
Her şeyin gerçekçi bir nedeni bulunmaktadır. Bunların ortaya konması ve halka bu zemlinde bilgi aktarılması gerek. Gelecek yazımda bunlara tek tek değineceğim.
Bu haftaki gelişmeleri başlıklar altında kısaca belirtecek olursak, şu önemli gerçeği tespit etmemiz zor olmayacaktır. Tunus ve Mısır devrimleri ilk aşamasını tamamlayan bu devrimler oldukça sağlıklı reflekslerle gerçekçi dönüşümler için baskılarını kararlı ve ısrarlıca sürdürmekte oldukları gözlemlenmektedir. Arap halkının insanlığa armağan edeceği özgürlük ve demokrasi dersleri arasında en önemli nokta da tas tamam budur; ayağa kalkmak ve diktatörü alaşağı etmek yetmiyor, bu devrimin birinci aşamasıdır ancak ikinci ve daha önemli aşaması var onu tamamlamak gerek. İşte Mısır ve Tunus halkı bu kararlılığı göstermeye devam ediyor.
21. yüzyıl devrim algısını kavramamış kimi sol çevreler Tunus, Mısır ve diğer Arap ülkelerinde ayağa kalmış olan halkın gerçekleştiği başarıları anlayamıyor. 19. Ve 20. Yüzyıl devrimleri gibi darbeci girişimler görmek istiyor, devrimi öyle sanmış onu bekliyor. Tarihsel devrimleri ve bunun için gerekli daha çok özgürlük ve demokrasi mücadelelerini algılayamıyorlar, bir yere oturtamıyorlar. Kim bilir kimi kafalar da bunu gerici halk girişimi olarak da yorumluyor olabilir. Bu algıların ilericilikle, devrimcilikle halkın hak ve taleplerinden yana olmakla uzak yakın bir ilişiği yoktur. Her şeyiyle yanlış yorumladıkları “Marksist-Leninist devrim” beklentisinde olan kimi sol çevrelerin bu dünyada yaşadıklarını kanıtlayacak hiçbir verileri, halka dayanan hiç bir algıları olmadığı kesindir. Bölgenin bu ölçekteki gelişmesine bu ölçekte duyarsız olanların siyasetle de ilgileri olduğunu iddia etmeleri boş bir gevezeliktir. İnançlı çevrelerin gösterdikleri refleks, solun halka ilişkisinde düştüğü tıkanmayı da yeterince açıklamaktadır.
MISIR
Dün Mısır devrimi ikinci ayına girmişti (25 Ocak – 25 Şubat 2011). Artık gün saymayacağız. 25 Şubata 2011 Cuma günü, bir kez daha milyonlar Tahrir meydanına toplanarak. Devrim kazanımlarının eritilmek istendiğini, Askeri Konseyin oyalamalarına müsaade etmeyeceklerini, Mübarek’in Ahmet şefik başkanlığında atadığı hükümetin yeni yamalarla revize edilip yoluna devam edişinin ret edildiğini haykırdılar.
Diktatörlük artığı devletin hiçbir kurum ve kadrosunun değişmediğini, diktatörlük rejiminin tek egemeni olan Demokratik Vatan Partisi üyesi valilerin tüm illerde hala görev başında oldukları, emniyet teşkilatında hiçbir şeyin değişmediği zulüm aygıtının olduğu gibi sistem ve kurumsal olarak sürmeye devam ettiğini ve bunun devrimi en büyük düşmanı güçler olduğunu dile getirdiler.
Askeri konseyin oyalamalarına daha fazla izin vermeyeceğini açıklayan 25 Ocak Devrim’i önderleri ve siyasal temsilciler, milyonların bir kez daha meydana çağırdıkları geçen Cuma gününe de gelenekte olduğu gibi “Diktatörlük rejimi artıklarından arınma Cuması” adını verdiler.
Önceki yazılarımda da dile getirdiğim “halkla Askeri konsey, her adımda yüz yüze gelecekler” tespiti hızla gündem konusu oluyor.
Mısır halkı kazanımlarını kaybetmeyecek bir kararlılık gösterdiği gözlemlenen bu adımla kazanımlarının arkasında olduğunun ısrarını dile getirmiş oldu. Bu sürecin derinleşerek devam edeceği açıktır.
TUNUS
Tunus halkı 14 Ocak Yasemin devrimi’nin demokratik hak ve taleplerini oyalamalarla sessizce katletmek isteyen geçici hükümete karşı sert kitlesel uyarılarını tırmandırma kararı aldı. Dün cumadan itibaren de meydanlarda 50 bin kişilik bir kitleyle oturmaya başlayacakları ilan ederek sivil itaatsizliği derinleştireceklerini gösterdiler. Devrim Tunus’ta da kararlı halk kitlelerinin gücüyle kendi kazanımlarının genişleteceğini gösteriyor.
LİBYA
Kaddafi yönetimi ülkenin büyük bir çoğunluğunda yönetimi kaybetmiş durumda. Karmaşık siyasi dokusuna karşı halkın demokrasi ve özgürlük talebi üzerinde yükselen ayaklanmalar, Kaddafi yönetimine son verecek bir boyut adı. Artık Kaddafi yönetimi saatlere bakan bir sonuçla yüz yüze bulunmaktadır.
Libya konusunu ayrıca makaleler dizisiyle işlemeye devam edeceğiz. Bu satırlardan Batının iki yüzlü davranışları ve Libya’nın içine düştüğü bu kaos ortamını istismar ederek askeri bir işgale gitmesi riskine dikkat çekmemiz gerekiyor. Libya’nın zengin petrol ve gaz servetlerini askeri bir işgalle, denetim altına alarak halkın tasarrufunu engellemek isteyecek böylesi bir batılı girişim, tüm Araplar ve Libya halkını karşısında bulacağı açıktır.
BAHREYN, ÜRDÜN, YEMEN, IRAK
Bu ülkelerde de Arap halk günü birlik kitlesel gösterileriyle değişim taleplerini dile getirmeye devam ediyor.
Bahreyn, artık diyalogların yetersiz kaldığı bir sürece girdi. Sistemin köklü değişimi, krallığın rejiminin parlamenter rejimi bir biçimde geçişi ve yeni anayasanın hazırlanması yönündeki baskılarını artırmış bulunuyor. Lülüa Meydanında yüz binler toplanmaya başladı. 30 km boyunda 20 km eninde, irili ufaklı 36 kaya adasıyla birlikte toplan 695 km² olan bu küçük ülke, Türkiye’nin en küçük ili Bayburt’tan 6 kat daha küçüktür. Bahreyn’in demografik yapısını hiçe sayan küçük bir aşiretin baskıcı hükmü altında olması artık devam etmezsi mümkün olmayan bir durumdur.
Bahreyn’i medyatik kılan diğer bir unsur da halkının %80’ Şii mezhebe mensup olmasıdır. Hakim aile ise Sünni mezhepten. Bölgedeki gelişmelerinden en karlı çıkan tarafı temsi etmeye devam eden İran’ın yarattığı tedirginlik, Bahreyn halkının “ne Şii ne Sünni biz hepimiz bir vatanın evlatlarıyız” diyerek cevap vermektedir. Bahreyn halkı, mücadelesini daha çok demokrasi ve özgürlük olarak belirlemiş ve bunu kazanma aşamasına kadar çıtayı yükseltmiştir.
Yemen ve Ürdün’de halk diktatörlüğe karşı meydanları boş bırakmadan protestolarını yükselteme devam etmektedir. Artık diyalogu da kabullenmeyen muhalefet güçleri, aldatmalarla zaman tüketmeyeceklerini, diktatörlüğün yıkılmasından daha gaz bir talebe razı olmayacakları ısrarında karırlı bir direniş sergilemektedirler.
Yemen, yaman bir yerdir. Her an silahların patlaması beklenen bir alan. Buna rağmen halk uygar, barışçıl mücadele sınırlarını sonuna kadar zorlamaya çalışmaktadır.
Ürdün’de durum artan bir kitlesel katılımla, daha çok sol güçlerinde etkisi altında yükselen muhalefet, karlık rejiminden çıkmayı parlamenter bir sistemin inşasına kadar taleplerini ilerletmiş bulunmaktadırlar. Orak-çekiçli, kızıl bayraklı, kitlesel katılımlı yürüyüşlerin olduğu tek yer da Ürdün’dür.
Bu yükselişe bu gün 26 Şubat 2011 tarihi itibariyle Moritanya Arap halkının binlerce göstericiyle meydanlara indiği haberleri verilmeye başlandı.
Irak haklı da artık yeter diyerek patladı. Dün Cuma gününü Iraklı gençler, “Öfke Günü” ilan etmişlerdi. Toplumsal adalet adına yola çıkan kitlelerle emniyet kuvvetleri arasında şiddetli çatışmaların yükseldiği,14 Iraklının öldüğü belirtilmektedir. Irak, bu adımla Saddam dönemi dahil bu tarihi kesitin ilk ciddi, bağımsız demokrasi ve özgürlük hareketi ortaya koyduğu söylenebilir.
Bu veriler göstermektedir ki, bölge halkları artık demokratik olmayan, özgürlüğü esas almayan hiçbir yönetime, hükümranlık sürme hakkı tanımayacaktır.
Kıssadan hissemiz ise
Bölgedeki gelişmelerden kaçamayacağımız gerçeğini görerek, iktidarların da halkın da net olarak konumunu belirlemesi gerekmektedir. Daha çok demokrasi ve özgürlük için diyalogu esas almak, barışı öncelikli kılmak, oyalamalara prim vermek anlamına getirilmemelidir.
İktidarların geleneksel oyalamalarla ortaya koydukları duruş, halkın kendi haklarını elde etmek için daha fazla sesiz kalmayacağına da bir işarettir.
Siyaset halk için bir gevdir. İktidarlar, halkın çıkarları için siyasetin merkezindedirler. Geç kalan hak aşılmış bir haktır, böylesi bir durumda daha ileri talepler hak haline getirir.
Kimse kimseyi zora koşmadan, hepimize ait olan bu ülkede hak gaspına son vermemiz gerek.
26 Şubat 2001
Araplar tarihlerinin hiçbir döneminde bu kadar söz birliği içinde olmadılar. Arap ulusu da Filistin davası hariç, tarihinin hiçbir döneminde böylesine ortak duygu ve düşünce performansı göstermedi. Kendi adıma Arapların tek ulus oldukları yönünde ciddi kaygılarımın olduğu dönemler yaşadığımı söylemeliyim. Ancak, yönetimler ile halkın eğilimleri arasındaki farkı gördükçe, temel konularda halkın yönetimlerinden çok daha ilerde ortak tutum takındıklarını gördükçe, bu ulusun farklı devletlere bölünmüş olsa da bir ulus ortak hareket yeteneğini yitirmediği görülmektedir. Bu ortak davranış, bölgeyi ortak yarar yönünde bir bütün olarak harekete yönlendirmektedir.
Atlas okyanusundan Körfeze kadar, bu dev alanda yaşayan yüz milyonlarca insanın ortaya koyduğu bu ortak hareket yeteneği, dalgalar halinde çevresini de etkileyerek ilerleyeceğini belirtmek yanlış olmayacaktır.
ARAPLARIN SON YÜZYILI
Bölgemizde bu büyük kaynamayı farklı tarihi köklere bağlayabiliriz. Ele alacağımız konunun verilerine bağlı olarak bu kökler farklı olabilir. Bu günün konusuyla ilgili olarak, bu tarihi I. Dünya savaşının kapanmamış dosyalarından başlatmak, gerçeğe en yakın olandır. Arapları 22 devlete ayıran Emperyalistler, yüz yıldır da bu ulusun yer altı ve yer üstü servetlerini mümkün olan en kaba şekilde sömürüp durdular. Bunun için de birbirine kanlı bıçaklı hale getirerek inanılmaz bir insan kıyımı gerçekleştirdiler. İkinci dün ya savaşı ardından yeni sömürgeci yöntemlerle de bağımsızlık verdikleri bu ülkeleri sömürmeye devam ettiler. 400 yıllık Osmanlı hükmünün karanlık ortaçağı, güç uygarlıklarına yerini terk ederken, bu topraklarda özgür yaşamayı amaçlayan Arap halkı kabile yaşamından henüz çıkmamış haliyle dar çıkarlar uğuruna diktatörlüklerin, krallıkların esareti altında tutsak kaldılar. 20. Yüzyılın başlarında Sevra el Arabiya el Kubra (Büyük Arap Devrimi) ile yönelmek istedikleri toplumsal hamlenin önü kesilince yüz yıllık esarette başlamış oldu.
20.yy ortalarından itibaren gelişen Arap ulusçu hareketleri sistemsiz sistemleriyle, Sovyet yanlısı duruşlar sergilemelerine karşın, ülkeleri ve halkları için dengeli bir düzeneğe geçemediler. Batının baskıları arttıkça onlarla bin bir bağla bağlanmaya, ulusal davalarda kararsızlıklar yaşamaya yöneldiler. Uzun süren hükümranlıkları, iktidar olmanın rahatlığını ve bunun ardından çevreleriyle palazlanan yolsuzluk süreçlerini derinleştirmeye başladı. Bu aynı zamanda diktatörlük rejimi olarak şekillenmeye başlayan, iç siyasal reformları ihmal eden, servetlerin adil dağılımını hesaba katmayan, sorun çıkınca da ulusal dava adına büyük sloganlarla içteki tıkanmaları örten tutumlar geliştirmeye yöneldiler.
Siyasal çoğunluğu sindirmeyen, hak ve özgürlüklere yasak koyan diktatörler, istihbarat teşkilatlarının korkunç baskıları altında ülkenin siyasal bilincini körelttiler. Şekilden ibaret patiler, mezarlığa dönmüş siyasal sahada halka sunacakları bir programa üretemediler, yeni kuşağın sözcülüğü için evrensel ölçekteki gelişmeleri algılama durumunda olamadılar. Çeyrek asır içinde, bu yönetimlerin tümü birer diktatörlük haline geldiler. Irak’ta Saddam, Tunus’ta Bin Ali, Libya’da Kaddafi, Yemen’de Ali Abdullah Salih, Mısır’da Mübarek gibi örnekler 21. Yüzyılın taşınmaz birer kamburu oldular.
20. Yüzyılın başında Araplar, ulusal kurtuluş için çok önemli bir başlangıç yapmaya yöneldiler. Bu duruşlarıyla o çağın ulusal kurtuluş hareketlerinin fitilini de ateşlemiş oldular. Ancak, Bir ortaçağ sömürgeciliğinden kurtulurken bir başkasının yemi oldular. Osmanlıdan İngiliz, Fransız sömürgeciliğine el değiştirdiler.
Tarihte uluslaşma süreci geç kalmış her ulusun başına gelen felaketle yüz yüze kaldılar. Bağımsız devlet kuramayanlar, 20. Yüzyılın ortalarında ulusçu hür subayların darbeleriyle bu süreci tamamlamaya mahkum oldular. Ulusçu hareketler tarihin bir zorunlu dönemeci olarak Arap halkının önüne çıktı. Önemli adımlar ve gelişmeler kat ettiler. Bağımsız olmayı, yer altı ve üstü servetlerine sahip çıkmayı, kültürel farklılıklarıyla gelişmeyi bu süreç sağladı. İçte ise ekonomik açıdan elle tutulur büyük girişimlerde yaptıkları yadsınmaz. Ancak bu süreç darbecileri birer diktatör, her şeyi kendisinin yarattığına inanan kas katı bir akıl algısını da beraberinde getirmiş oldu. Bu süreç aynı zamanda, kimi Arap ülkelerinde şu ya da bu şekilde var olan siyasal çoğulculuk geleneğini de alıp götürdü.
SONUN BAŞLANGICI
İnsanlık ulus aileleri topluluğunun en zengini olan Araplar, uluslaşma süreçlerini dünya güçler dengesinin labirentleri arasında bir uydu olmaktan öteye geçemeyen rolleriyle (Nasır Mısır’ın bağlantısız ülkeler topluluğundaki konumu nispeten farklı olsa da) bu zenginliği toplumsal adalet ölçüleriyle paylaşma durumunda olamadılar. Her defasında kullanılmadan çürüyüp yenileştirilen, tek atım yapmamış dev askeri tersaneleriyle, hayali düşmana karşı süreklilik arz eden silahlanmalarıyla emperyalist silah tekellerinin en uygun müşteri tipini oluşturdular. Bu silahlanma Libya örneğinde tanık olduğumuz gibi sonunda kendi halkına karşı da dönebilecek bir biçim aldı. Ayrıca, teknik donanım yetersizliğinden dolayı da petrol gibi kaynaklarını emperyalist tekellere teslim eden Arap yönetimleri, uluslaşma sürecinde başlattıkları olumlu adımların sonunda birer diktatörlük rejimi, birer aile holdingi haline geldiler.
Buna “temdit ve tevris” işi (Başkanlık süresini uzatma ve miras olarak aileden birine bırakma) eklenince olumlu olumsuz bu sürecin tüm verileri, ikame edilmek istenen diktatörlük rejiminin sürekliliğiyle ilgili olduğu anlaşıldı. Toplum psikolojisi bu yönde çalışmaya yönelince artık her veri bu algının köşe taşı görevi görerek tepki birikimlerine enerji taşıyan bir kaynağa dönüşmüş olur. Arap ülkelerinde de olan budur.
Çeyrek asır ve ötesi hüküm süren ve bu süreçte katılaştıkça halkından kopan yönetimler, Filistin gibi büyük ulusal davalarda ortaya sergiledikleri içler acısı tutum, her gelişmede çirkin yüzünü gösterdikçe ( İsrail’in Lübnan’a 1982 ve 2006’da yönelttiği ölüm ve yıkım savaşları, Gazze’ye yönelik 27 Aralık 2008 savaşı ve ölüm abargosu), silahlanma çabalarının da ülke servetlerinin de şahsi çıkarlar ve şaşkın harcamalara heder edildiği ortaya çıkmış oluyordu. İsrail’in Gazze saldırısı ve Mısır’da Mübarek diktatörlüğünün ortaya koyduğu tutum, bunun arkasında gizli açık duran diğer Arap ülkelerinin tutumları, bu süreci yakından izleyen tüm siyasi çevrelerin tespit ettikleri gibi, sonun başlangıcı olan bir rol oynadı.
Bir anda her şey anlamsızlaştı. Yarım asırdır süren, uluslaşma sürecinin tüm genetik dokularını belirleyen ve Arapların tek ulus olduğu algılarına güç verip onu besleyen değerler, bu yönetimlerin eli altında bir anda paçavraya döndü. Bu da örtülmez bir durum oluşturdu. Tüm değerler bir anda anlamsızlaşıp, ödenen bedeller bir aldatmacanın uzantısı olduğu anlaşılınca, katlanılmaya değer hiçbir şey kalmadı. Arap halkı üzerine ölü toprağı serili olduğu mezarlığından ayağa kalkarak insanlık ailesinin duyarlı ve bir o kadar uygar halkı olarak kendi özgürlük ve demokrasi talebi için diktatörlükleri bir bir yıkmaya başladı.
Bu durum Arap ülkelerinin tümünde, bir anda, bir duygu ortaklığı olarak ortaya çıkan ( Arapların tek ulus oldukları gerçeğinin en önemli belirtilerinden biri de bu davranış birliğidir) ve yarım asırlık sistemleriyle cesurca yüzleşmeyi hedef alan uygar çağdaş bir sorgulamaya yöneltti. Bu sorgunun demokrasi ve özgürlük noktasından başlaması da eşyanın doğasına en uygun olanıydı. Sonrası her şeyin tek tek sorgulanacağı bir sürecin işi olacaktı.
TUNUS’TA BAŞLADI NEREDE BİTECEK?
Tunus’un “Yasemin Devrimi”, önceden tahmin edilmeyen en zayıf halkanın kopmasıyla yarım asırdır biriken, halka karşı çeyrek asırdır tüm çirkinliğiyle bir diktatörlük olarak dayatılan siyasal yapılara karşı ayaklanmalar başladı. Domino taşı etkisi esprisi doğrudur. Bunu Arap ülkeleri açısından bu espriyle açıklamak da yerindedir. Ancak Arap halkının ortaya koyduğu devrimci yükseliş, tüm insanlık için bir kelebek etkisi yaratacaktır demek yanlış değildir.
Edward N.Lorenz’in ünlü Rastlantı ve Kaos kitabında dile getirdiği “Kelebek Etkisi” tezinde; “bir kelebeğin kanat çarpmaları bile belli bir süre sonra atmosferin durumunu tümüyle değiştirebilir” diyor. Benzer bir söylemle Mevlana “Bir sineğin kanadını oynatması, Arş-ı rahman’ı titretir” diyor. Arap halkının ortaya koyduğu bu enerjinin, dalgalar halinde daha da geniş bir alana yayılacağını kestirmek zor değildir.
Bunun çok ötesinde, bir ulusun farklı devletler altında da olsa, davranış birliğini, aynı türden yönetimlere karşı ortaya koyması olarak gündeme gelen bu ayaklanmalar sadece Arap sahasında kalmayacaktır. Bunun kelebek etkisiyle dünyanın birçok kıtasına da yayılacağı üzerine siyasal yorumcular hemfikirdir.
Tunus’ta başlayan özgürlük ve demokrasi mücadelesi, Arap sahasında kalmayacaktır. İhtiyaç duyan tüm insanlığı bir yol haritası olan bu ayaklanmalar 21. Yüzyılın temel toplumsal mücadele karakteristiğini oluşturmuş bulunmaktadır. Bu devrimler, devlet yıkıp, çözme fiziksel tasfiyelerle yeniyi kurma girişimi değildir. Dev kitlesel basıncın etkisiyle, her şeyi daha adil paylaşmak, daha çok özgürlük ve demokrasi için yönlendirmek üzere ortaya çıkmıştır. Bu açıdan örgütsüz, lidersiz ve barışçıl yöntemleri temel almıştır. Libya’da olduğu gibi ise şiddete başvuran diktatörlüğe karşı elde olanla direnmekten çekinmemiştir.
SON TABLO
Arap halkı mücadelesi hızla yayılma gösteriyor. Bir iki ülke dışında tüm Arap ülkelere tam bir kızılca kıyamet içinde. Eli kulağında bekleyen ülkeler ve gelişmelerden hiç etkilenmeyen ülkeler de bulunmaktadır. Bu gelişmelerin etkilemediğine tanıklık ettiğimiz ülkelerle ilgi yazımı kısa sürede okurla paylaşacağım; bu ülkelerin böylesini bir dönemde sesiz kalmasının altında yatan gerçekçi nedenleri tarihsel süreçleriyle siyasi ve sosyal yapılarıyla irdelememiz gerekecek.
Bu ülkeler için, sağda solda sallama yöntemlerle, malum Ortadoğu uzmanları edasıyla konuşmalar yaprak, okura doğru bilgi vermenin imkanı yoktur. Verilen bilgilerin daha çok duygusal zeminde olmaktadır. Kendini devrim lideri gören kim olduğu belirsiz kişilerin çağrı yapmaları ve sonuç almayanıca da kara mizah gibi “halk, Türk TV dizilerini izliyor bu nedenle ayaklanmayı erteliyorlar” deme aptallığı göstermeleri ya da “8 Mart, olmasa 17 Nisan’da ayaklanma olabilir” türünden kahve fincanı falcılarını andıran atmasyonları hiçbir şeyi izah etme kabiliyetinde olamaz.
Her şeyin gerçekçi bir nedeni bulunmaktadır. Bunların ortaya konması ve halka bu zemlinde bilgi aktarılması gerek. Gelecek yazımda bunlara tek tek değineceğim.
Bu haftaki gelişmeleri başlıklar altında kısaca belirtecek olursak, şu önemli gerçeği tespit etmemiz zor olmayacaktır. Tunus ve Mısır devrimleri ilk aşamasını tamamlayan bu devrimler oldukça sağlıklı reflekslerle gerçekçi dönüşümler için baskılarını kararlı ve ısrarlıca sürdürmekte oldukları gözlemlenmektedir. Arap halkının insanlığa armağan edeceği özgürlük ve demokrasi dersleri arasında en önemli nokta da tas tamam budur; ayağa kalkmak ve diktatörü alaşağı etmek yetmiyor, bu devrimin birinci aşamasıdır ancak ikinci ve daha önemli aşaması var onu tamamlamak gerek. İşte Mısır ve Tunus halkı bu kararlılığı göstermeye devam ediyor.
21. yüzyıl devrim algısını kavramamış kimi sol çevreler Tunus, Mısır ve diğer Arap ülkelerinde ayağa kalmış olan halkın gerçekleştiği başarıları anlayamıyor. 19. Ve 20. Yüzyıl devrimleri gibi darbeci girişimler görmek istiyor, devrimi öyle sanmış onu bekliyor. Tarihsel devrimleri ve bunun için gerekli daha çok özgürlük ve demokrasi mücadelelerini algılayamıyorlar, bir yere oturtamıyorlar. Kim bilir kimi kafalar da bunu gerici halk girişimi olarak da yorumluyor olabilir. Bu algıların ilericilikle, devrimcilikle halkın hak ve taleplerinden yana olmakla uzak yakın bir ilişiği yoktur. Her şeyiyle yanlış yorumladıkları “Marksist-Leninist devrim” beklentisinde olan kimi sol çevrelerin bu dünyada yaşadıklarını kanıtlayacak hiçbir verileri, halka dayanan hiç bir algıları olmadığı kesindir. Bölgenin bu ölçekteki gelişmesine bu ölçekte duyarsız olanların siyasetle de ilgileri olduğunu iddia etmeleri boş bir gevezeliktir. İnançlı çevrelerin gösterdikleri refleks, solun halka ilişkisinde düştüğü tıkanmayı da yeterince açıklamaktadır.
MISIR
Dün Mısır devrimi ikinci ayına girmişti (25 Ocak – 25 Şubat 2011). Artık gün saymayacağız. 25 Şubata 2011 Cuma günü, bir kez daha milyonlar Tahrir meydanına toplanarak. Devrim kazanımlarının eritilmek istendiğini, Askeri Konseyin oyalamalarına müsaade etmeyeceklerini, Mübarek’in Ahmet şefik başkanlığında atadığı hükümetin yeni yamalarla revize edilip yoluna devam edişinin ret edildiğini haykırdılar.
Diktatörlük artığı devletin hiçbir kurum ve kadrosunun değişmediğini, diktatörlük rejiminin tek egemeni olan Demokratik Vatan Partisi üyesi valilerin tüm illerde hala görev başında oldukları, emniyet teşkilatında hiçbir şeyin değişmediği zulüm aygıtının olduğu gibi sistem ve kurumsal olarak sürmeye devam ettiğini ve bunun devrimi en büyük düşmanı güçler olduğunu dile getirdiler.
Askeri konseyin oyalamalarına daha fazla izin vermeyeceğini açıklayan 25 Ocak Devrim’i önderleri ve siyasal temsilciler, milyonların bir kez daha meydana çağırdıkları geçen Cuma gününe de gelenekte olduğu gibi “Diktatörlük rejimi artıklarından arınma Cuması” adını verdiler.
Önceki yazılarımda da dile getirdiğim “halkla Askeri konsey, her adımda yüz yüze gelecekler” tespiti hızla gündem konusu oluyor.
Mısır halkı kazanımlarını kaybetmeyecek bir kararlılık gösterdiği gözlemlenen bu adımla kazanımlarının arkasında olduğunun ısrarını dile getirmiş oldu. Bu sürecin derinleşerek devam edeceği açıktır.
TUNUS
Tunus halkı 14 Ocak Yasemin devrimi’nin demokratik hak ve taleplerini oyalamalarla sessizce katletmek isteyen geçici hükümete karşı sert kitlesel uyarılarını tırmandırma kararı aldı. Dün cumadan itibaren de meydanlarda 50 bin kişilik bir kitleyle oturmaya başlayacakları ilan ederek sivil itaatsizliği derinleştireceklerini gösterdiler. Devrim Tunus’ta da kararlı halk kitlelerinin gücüyle kendi kazanımlarının genişleteceğini gösteriyor.
LİBYA
Kaddafi yönetimi ülkenin büyük bir çoğunluğunda yönetimi kaybetmiş durumda. Karmaşık siyasi dokusuna karşı halkın demokrasi ve özgürlük talebi üzerinde yükselen ayaklanmalar, Kaddafi yönetimine son verecek bir boyut adı. Artık Kaddafi yönetimi saatlere bakan bir sonuçla yüz yüze bulunmaktadır.
Libya konusunu ayrıca makaleler dizisiyle işlemeye devam edeceğiz. Bu satırlardan Batının iki yüzlü davranışları ve Libya’nın içine düştüğü bu kaos ortamını istismar ederek askeri bir işgale gitmesi riskine dikkat çekmemiz gerekiyor. Libya’nın zengin petrol ve gaz servetlerini askeri bir işgalle, denetim altına alarak halkın tasarrufunu engellemek isteyecek böylesi bir batılı girişim, tüm Araplar ve Libya halkını karşısında bulacağı açıktır.
BAHREYN, ÜRDÜN, YEMEN, IRAK
Bu ülkelerde de Arap halk günü birlik kitlesel gösterileriyle değişim taleplerini dile getirmeye devam ediyor.
Bahreyn, artık diyalogların yetersiz kaldığı bir sürece girdi. Sistemin köklü değişimi, krallığın rejiminin parlamenter rejimi bir biçimde geçişi ve yeni anayasanın hazırlanması yönündeki baskılarını artırmış bulunuyor. Lülüa Meydanında yüz binler toplanmaya başladı. 30 km boyunda 20 km eninde, irili ufaklı 36 kaya adasıyla birlikte toplan 695 km² olan bu küçük ülke, Türkiye’nin en küçük ili Bayburt’tan 6 kat daha küçüktür. Bahreyn’in demografik yapısını hiçe sayan küçük bir aşiretin baskıcı hükmü altında olması artık devam etmezsi mümkün olmayan bir durumdur.
Bahreyn’i medyatik kılan diğer bir unsur da halkının %80’ Şii mezhebe mensup olmasıdır. Hakim aile ise Sünni mezhepten. Bölgedeki gelişmelerinden en karlı çıkan tarafı temsi etmeye devam eden İran’ın yarattığı tedirginlik, Bahreyn halkının “ne Şii ne Sünni biz hepimiz bir vatanın evlatlarıyız” diyerek cevap vermektedir. Bahreyn halkı, mücadelesini daha çok demokrasi ve özgürlük olarak belirlemiş ve bunu kazanma aşamasına kadar çıtayı yükseltmiştir.
Yemen ve Ürdün’de halk diktatörlüğe karşı meydanları boş bırakmadan protestolarını yükselteme devam etmektedir. Artık diyalogu da kabullenmeyen muhalefet güçleri, aldatmalarla zaman tüketmeyeceklerini, diktatörlüğün yıkılmasından daha gaz bir talebe razı olmayacakları ısrarında karırlı bir direniş sergilemektedirler.
Yemen, yaman bir yerdir. Her an silahların patlaması beklenen bir alan. Buna rağmen halk uygar, barışçıl mücadele sınırlarını sonuna kadar zorlamaya çalışmaktadır.
Ürdün’de durum artan bir kitlesel katılımla, daha çok sol güçlerinde etkisi altında yükselen muhalefet, karlık rejiminden çıkmayı parlamenter bir sistemin inşasına kadar taleplerini ilerletmiş bulunmaktadırlar. Orak-çekiçli, kızıl bayraklı, kitlesel katılımlı yürüyüşlerin olduğu tek yer da Ürdün’dür.
Bu yükselişe bu gün 26 Şubat 2011 tarihi itibariyle Moritanya Arap halkının binlerce göstericiyle meydanlara indiği haberleri verilmeye başlandı.
Irak haklı da artık yeter diyerek patladı. Dün Cuma gününü Iraklı gençler, “Öfke Günü” ilan etmişlerdi. Toplumsal adalet adına yola çıkan kitlelerle emniyet kuvvetleri arasında şiddetli çatışmaların yükseldiği,14 Iraklının öldüğü belirtilmektedir. Irak, bu adımla Saddam dönemi dahil bu tarihi kesitin ilk ciddi, bağımsız demokrasi ve özgürlük hareketi ortaya koyduğu söylenebilir.
Bu veriler göstermektedir ki, bölge halkları artık demokratik olmayan, özgürlüğü esas almayan hiçbir yönetime, hükümranlık sürme hakkı tanımayacaktır.
Kıssadan hissemiz ise
Bölgedeki gelişmelerden kaçamayacağımız gerçeğini görerek, iktidarların da halkın da net olarak konumunu belirlemesi gerekmektedir. Daha çok demokrasi ve özgürlük için diyalogu esas almak, barışı öncelikli kılmak, oyalamalara prim vermek anlamına getirilmemelidir.
İktidarların geleneksel oyalamalarla ortaya koydukları duruş, halkın kendi haklarını elde etmek için daha fazla sesiz kalmayacağına da bir işarettir.
Siyaset halk için bir gevdir. İktidarlar, halkın çıkarları için siyasetin merkezindedirler. Geç kalan hak aşılmış bir haktır, böylesi bir durumda daha ileri talepler hak haline getirir.
Kimse kimseyi zora koşmadan, hepimize ait olan bu ülkede hak gaspına son vermemiz gerek.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder