24 Şubat 2011 Perşembe
KADDAFİ KONUŞTUKÇA…
Libya ayaklanmaları üzerine 2. Makale.
Mihrac Ural
23 Şubat 2011
Arapların ünlü ses sanatçısı Ümmü Gülsüm’ün bu günlerde en çok yayınlanan şarkı dizesi, döneme uygun olan, “Ena şaabu la arif el mustahila // Vala artadi bil huludi bedila // biladi meftuha kes-sema tadummu essedika ve tamhu dahila” (Ben halkım imkansız diye bir şey tanımam, ebedi olmaktan başka bir şeyi kabullenmem, ülkem gökyüzü gibi dostu bağrına basar, aykırıları imha eder) dizesidir.
Arap halkı, demokrasi ve özgürlük için ülkelerinde ve dünyanın her köşesinde ayaktadır. Yıkılması “imkansız” sanılan diktatörlükleri yıkıyor, aydınlık için zorbalıklara dur diyor.
Korku duvarlarını yıkan bu halk, yeryüzünün tüm halklarına “cesaretli olun” diyor.
***
Libya halk ayaklanmasının 9. Günü (14-23 Şubat 2011). Ancak onlar 17 Şubat çağrısıyla başlayan yaygın ayaklanmaları esas alarak 17 Şubat devrimi adını koyuyorlar. Yani 7. Gündeyiz.
İki gün önce oğul Seyfül İslam konuştu. Dün ise Kaddafi. O yine heyecanlı bir hatipti. Tarihi anlattı, yaptıklarını, 42 yıldır vermekte olduğu çabaları, Libya’yı ortaçağ karanlıklarından çağdaş bir ülke haline gelişindeki emeklerini dile getirdi. Çok etkileyici sözler söyledi örnekler verdi. Empati yaparak bir değerlendirme ortaya konulacaksa Kaddafi’nin konuşmasını iki bölüme ayırır ve çok olumlu bölümün etkisiyle, akıl almaz bir cinneti ifade eden diğer bölümün ortaya çıkışını daha iyi kavradığınızı sanırsınız.
Kaddafi 40 yıl içinde yüz milyarlarca dolarlık servetleri ortaya koyarak ülkesini yapılandırdı bu doğru. Kim olsa bunu yapar mıydı ? Bu ayrı, geride kalan bir soru. Krallık Libya’sı bir ortaçağ ülkesiydi ve sömürgeden de beterdi. Ülkenin kalkınması yer altı ve üstü servetlerine sahip çıkarak bunu ülkenin kalkınmasına sunmanın ilk adımları Kaddafi’yel başlar. Yiğidi öldür ama hakkını ver derler. Kaddafi bu servetleri kendinden vermedi, o bu ülkenin servetlerini yönlendirdi. İktidar olmanın adı da budur. Bu açıdan olumlusuyla olumsuzuyla bu günkü Libya’da Kaddafi’nin emekleri bulunuyor.
Konuşmasında bunları uzun uzun aktardı. Ancak bu olumlu çabaların tümünü yok eden sistemsiz bir sistem kurarak, ortaçağ kabile reisi yöntemiyle, halk komiteleri adı altında, genel halk kongreleri adı altında tek kişilik bir baskı rejimi kurdu. 1 milyon 779.000 km² karelik bir alanı ve servetlerini hangi isim altında olursa olsun, tek kişinin sözüne bağlı olarak yönetmek, akıllı bir davranış olamaz. “Kutsal kabile” algısının çağdaş işlerde nhe tür sonuçlar yarattığını burada görmek zor değil.
Gerçek anlamda İmkansız olanı mümkün diye dayatmanın tek yolu diktatörlüktür. Kaddafi buna gelip dayandı. Bu da filmin ikinci bölümünü oluşturdu. Demokratik hak ve özgürlükler yok edildi. Sulta altında tutulamayan hiçbir farklılığın yaşamasına müsaade edilmedi. Düşman, kökü dışarıda bir faaliyet sayıldı. Kaddafi bu sanıyla, kendi halkını ağır kavramlarla suçladı ve akıl almaz tehditlerle müjdeledi; fareler, mikroplar diye tanımladığı protestocuları, devletin kendini hukuk sınırları içinde savunacağını belirterek ceza kanunun idamdan başka bir cezası olmayan maddelerini okudu, Daha da ötesine geçerek, yarın’a (23 Şubat 2011) kadar mühlet tanıyarak, uyum olmazsa, “sahra sahra, şehir şehir, ev ev köşe bucak üzerinize geleceğim, kutsal yürüyüşle canlı bir şeye bırakmayacağım” dedi.
Kaddafi, bunu anlatmak için de çok yanlış bir örnek seçti; “Amerika’nın terörle mücadelesinde, silahlı bir kişi için Irakta, Afganistan’da neleri nasıl yakıp yıktığını aktararak benzer bir süreçte güç kullanarak, devletin kanunlarda belirtilmiş kendini koruma hakkını kullanacağını” belirtti.
Bu yaklaşım, çocuklukta izlediğimiz filmlerden hatırlayacağınız ünlü Yahudi Kahraman Samsun Dalila’nın, orta-doğuda bu gün de yaygınca kullanılan bir söylemine çok benziyor; “bana da düşmanıma da”, yani zarar gelecekse sadece bana değil düşmanıma da gelir.
Bu yaklaşım, kanlı bir sürecin kapılarını aralamaktır.
Birçok yakın gözlemci Libya uzmanının, sık sık ifade ettiği gibi Kaddafi bir psikopat gibiydi. Öyle de konuştu.
Böyle mi? Buna doktorlar bile zor tanı koyabilir. Ancak konuştukça batan bir çizgi içinde olduğu kesindir. Ülkesinin tüm doğu şehirleri ayaklanmış, güvenlik ve ordu güçleri halkın eline düşmüşken, kendisi ve oğlunun sık sık dile getirdiği “Libya bir kabileler ülkesi” söylemine rağmen kabilelerin büyük bir kısmı karşı tavra girmişken, kanlı bir iç savaşın kime ne türden bir kazancı olabilir? İktidar tutkusu, hüküm sürmeyi tanrıdan vekaleti alınmış bir iş haline getirmişse, hangi halk bu zorbalığa dayanabilir ki.
Kaddafi, “devlet kademsinde bir mevkiim yoktur. Olsaydı istifamı basar, suratınıza da atarak bu sorunu çözerdim “ dedi.
Kaddafi, bu söylemiyle iç savaş ısrarını anlamsız kılıyor. İktidar halkın çıkarları için bir araç ise, bunun için halka karşı savaşmak cinnettir.
Kaddafi uzun bir zamandır izahı mümkün olmayan söylemleri gibi bu kez de konuştukça battı.
Konuşmasının başından sonuna kadar “devrimci terminolojiyi” terk etmeden yaptığı tehditler, artık 21. Yüzyılla ilgisi olmayan söylemlerdi. Barış, özgürlük ve demokrasinin talep edildiği yerde iktidarların diyalogdan başka bir yolu tercih etmeleri, koşullar ne olursa olsun bunun dışında bir yola sapmaları diktatörlükten başka bir şey değildir.
Hiç kimse iktidara tanrı tarafından yetkilendirilmiş değildir. Halkın onayını kaybedenler, iktidarlarını halkın tercihine teslim etme zorundadırlar. Bunu bilmeyenler, halk adına, halka zulüm çektirirler. Halkın buna uzun zaman seyirci kalması ise mümkün değildir. Bölgemizin her bir örneği bunun açık kanıtıdır.
KUTSAL KABİLE KUTSAL YÜRÜYÜŞ
Libya kadim bir ülke. Herodot tarihinde geniş yer almış. Kabileleri dün olduğu gibi bu güne kadar bozulmadan gelmiş bir toplum. Zaten insanlığın son 300 yılının gerisine gidersek, bozulmadan binlerce yıl öncenin halini görmek mümkün. Libya, 1551 de Osmanlı kaptanı deryası Turgut Reis tarafından fethedilince, tıpkı Osmanlı gibi, değişmeden 20.Yüzyıla ulaşmıştır.
Osmanlı Libya’yı Trablusgarp savaşı (29 Eylül 1911 – 18 Ekim 1912) diye tarihe geçen savaşta elden çıkarmıştır. Osmanlının Libya’da bu güne taşınan hiçbir izi yoktur. Osmanlı yapısı denilenler ise Roma, Kartaca artıklarının onarılmasıdır. Bunun dışında olanlar ise, farklı bir uygarlık izi olmadığı için, orijinali varken taklidinin iz bırakması söz konusu olamaz.
Buna rağmen, araştırmalarım, Osmanlı Teşkilatı Mahsusa’nın Libya’da etkince çalıştığını göstermektedir. İtalyanlara karşı bağımsızlık savaşı veren, Ömer Muhtar’ın, Atatürk’ten yardım talep ettiği ancak cevap almadığı bilinmektedir (gönderilen mektuplar Atatürk’e ulaşmadığı, İtalyan bir subay tarafından ele geçirildiği söylenir). Mareşal Fevzi Çakmak’ın Libyalı olduğu, akrabalarının hala Libya’da yaşadığı bilinmektedir. Daha da ötesi, 1978-79 Basın Yayın Genel müdürü olan Ünlü yazar Orhan Koloğlu’nun babası Sadullah Koloğlu, Libya’nın ilk başbakanlarından (1949-50).
Bunlara iz denirse, Osmanlıdan arta kalan izler bundan ibarettir; ama hakkını yememek gerek ittihatçıların Teşkilatı Mahsusa ile geride bıraktıkları izin bu günkü Libya tablosunda önemli bir role olduğunu teslim etmemiz gerek. “İttihatçı darbeci aklın Libya’daki izleri” üzerine ayrıca durmamız gerekecek.
Bunlara rağmen, bu gün iktidar çevresi ve ayaklanmacı çevre için, Osmanlı hoş görülmeyen bir unsur olarak algılanmaktadır; ayaklanmalarda Türk şirketlerine yapılan saldırılar bu algının bir izi gibidir.
Libya’da 24 Aralık 1951’da bağımsızlık ilan edildi. Bunu BM 1 Ocak 1952 De kabul etti. Kaddafi’nin iktidardan askeri darbeyle düşürdüğü İdris Sunusi, üç bölgenin birleşmesiyle kral oldu.
En eskisinden en yenisine hiçbir hükümran güç Libya’nın toplumsal dokusunda yer alan kabileler üzerinde bir etki yapmadığı bu gün çok daha iyi anlaşılıyor.
İrili ufaklı 90 Kabileden oluşan bir Libya. Üstelik kabileciliği Kuran’da geçen bir ayete bağlayarak kutsayan bir toplum; “Ey insanlar ! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için, boylara ve kabilelere ayırdık…” (Hucurrat/13)
Kurandaki bir ayete dayanarak yasalarına bile Kabileciliği bir toplumsal unsur olarak taşıyan bu ülke, iktidarı ve muhalefetiyle tarihin gerisinde yer alan kimi dayanaklar üzerinde ideallerini ortaya koymaya çalışmaları da eşyanın tabiatına uygun olur. Ayaklananlar da Kendilerine katılan kabile sayı ve isimlerini vererek güç gösterisinde bulunma çabasında olmalarını böylesi bir algıya oturtmak yanlış değildir..
Libya, bu haliyle kanlı bir sürecin uzun ve acılı kesitlerinden geçecek gibidir. Ancak her şeye rağmen, Arap halkının 21. Yüzyılda ortaya koyduğu bu duyarlı duruş, tüm insanlık için özgürlük ve demokrasi yolunda, her türden baskıya ve diktatörlüğe başkaldırı olarak algılanacaktır.
Çok farklı algı düzlemlerine karşın, özgürlükleri için ayağa kalkan Libya Arap halkı, Tunus ve Mısır devrimi ardından etkin halk ayaklanmalarıyla, bu süreci tamamlayan bir çizgide yola koyulmuştur. Libya’daki bu gelişme, kendi özgünlüğüne rağmen, bölgemizde genel anlamda demokrasi mücadelesine önemli bir katkıdır.
Libya bu aşamadan sonra geriye dönülmesi mümkün olmayan bir sürece girmiştir. Kaddafi, bilinen dengesizliklerinden birini halkın bu hak talebine karşı beklenmedik bir çark kırışıyla olumlu yönde ortaya koyabilirse, bundan sadece Libya halkı değil, hayalini kurduğu, son konuşmasında da “önderi” olduğunu söylediği “uluslararası devrimci güçler”de yararlanmış olacaktır.
Bu verilerin ışığında Kaddafi’nin “Kutsal Yürüyüş” dediği kanlı iç savaşa yer yoktur (Kaddafi Arapçada kutsal yürüyüş derken, daha çok Bir buldozerin önüne gelen her şeyi sürükleyen ilerlemesi anlamında bir kavram kullanmıştır; Zahf. Bu kavram, yürümek (meşi) fiili değildir. Türkçe’de tam karşılığı olmadığı için “Kutsal Yürüyüş” terimini kullandım. Bunu Kutsal sürükleyiş, söküş olarak okumak mümkün)
Kabile kutsallığı, kutsal yürüyüşle yüz yüze kalması halinde oluşacak felaket, geride kutsallık adına hiçbir şey bırakmayacaktır. Mal ve can, ar ve namus, sınıf ve katman, ulus ve mezhep ama bile istisna her şey kanlı bir arenada sırt üstü yatırılmış olacaktır. Gerisi ise batılı emperyalist güçlerin bileceği bir iş olacak. Bunun da ötesinde, Bölgedeki her gelişmenin altında ezilen İsrail Siyonistleri, Libya’daki gelişmelerin bozduğu kimyalardan karlı çıkacak bir leş kargası olarak beklediği bilinmelidir.
Libya halkının onurlu ve bilinçli kesimleri bunu da sık sık dile getirerek, halkın dirayetli tutumuna işaret vermektedir.
İYİ ŞEYLER YAPMIŞ OLMAK YETMİYOR
Çok iyi şeyler yapmış olmak yetmiyor. Kendinde iyi olan her şey, çevresi için de iyi olmayı bilmelidir. Bu başarılamıyorsa, kendinde iyi olan olguları, baskı ve dayatmanın, zulmün bir aracı haline getirmişseniz, tarihinize ait olumlu hiçbir çabanızın bir değeri kalmaz.
Tutkularınız, zaman içinde sizi kozada böcek haline getiren örgüler nedeniyle, halkın taleplerini ve içine düştüğü tıkanmaları, kaosları göremiyorsanız, bundan sonra olumlu sandığınız her yaptırım bir baskının, zulmün, diktatörlüğün ifadesi olmaya mahkumdur.
Darbeci devrimciliğin vardığı son duruk budur. Bu bir kaderi gibidir. Tarihsel devrimlerin geri dönüşü mümkün olmayan gelişmelerinin aksine, siyasi bir darbeden başka anlama gelmeyen, devrimci söylemlerden öteye bir devrimcilik ikame edemeyen tarihin tüm darbeci devrimcilik örnekleri, aynı akıbete uğruyor; diktatörlükte tıkanıyor ve halkla yüz yüze geliyor. Kaddafi’nin gelip dayandığı yer burasıdır.
Siyaset de devrimlerde halk içindir. Bunu, sınıflara, inançlara, etnik aidiyetlere mahkum ederek daraltmak, katletmektir. Bunun da ötesinde, iktidarlar muhaliflerine iktidar olma fırsat ve olanağını yok ettikçe, ezici çoğunluğu alsalar da diktatörlüğe yönelmekten kurtulamazlar. Bunun da adı sivil diktatörlük ya da başka bir şey, tümü aynı kapıya çıkar. Diktatörlüklerin yıkılışı ise hep birbirine benzer; bunu devrimcilik, halkçılık adına ya da Allah adına yapmanın arasında hiçbir fark yoktur.
Kaddafi konuştukça, geçmişindeki olumlu sayılabilecek her şeyi silip geçti. Kaddafi konuştukça battı. Onu anlamak artık çok güç. Halkın iradesine karşı direnmenin bu türü, insanlık suçu sayılabilecek bir kanlı savaşın kapılarını aralamaktır. Buna kimsenin hakkı yok.
Halkın iradesine karşı direnen hiçbir güç, başarılı olamaz; çıkar dünyasının, en küçük olayda fırtına koparan Batılı ağızlar sussa bile, başarı şansı olmayacaktır.
Kaddafi, İsraillilerin bile dillendirmeye başladıkları “Amerika’nın dostluğuna asla güvenilmez” sözünü, en iyi bilenlerden biridir. Bu söz Fransız’ı, İtalyan’ı, İngiliz’i için aynıyla geçerlidir. Çıkarlar üzerine binmiş geçici dostluklar, halkın birliği ve geleceğiyle yer değiştiremez. Libya halkı en iyisini, haklı özgürlük ve demokrasi talebiyle kazanmalıdır. Bunun önünde engel olarak, bir yere varılamaz.
Kıssadan hissemiz,
Bölge halklarının açtığı büyük uyanış kapısından girip kendi haklarımızı bir an önce kazanmamız gerekmektedir. Bunun için cesaretimizi toparlamamız gerekiyor.
Halkın taleplerine cevap vermek istemeyen iktidarlar, oyalamalarla bu gün yapılması mümkün olanı erteleyip imkansız hale getirebileceklerini sanıyorlarsa aldanıyorlar.
Kendini aldatana söylenecek bir söz yoktur. Halkımız biraz da Ümmü Gülsüm’e kulak versin yeter.
Mihrac Ural
23 Şubat 2011
Arapların ünlü ses sanatçısı Ümmü Gülsüm’ün bu günlerde en çok yayınlanan şarkı dizesi, döneme uygun olan, “Ena şaabu la arif el mustahila // Vala artadi bil huludi bedila // biladi meftuha kes-sema tadummu essedika ve tamhu dahila” (Ben halkım imkansız diye bir şey tanımam, ebedi olmaktan başka bir şeyi kabullenmem, ülkem gökyüzü gibi dostu bağrına basar, aykırıları imha eder) dizesidir.
Arap halkı, demokrasi ve özgürlük için ülkelerinde ve dünyanın her köşesinde ayaktadır. Yıkılması “imkansız” sanılan diktatörlükleri yıkıyor, aydınlık için zorbalıklara dur diyor.
Korku duvarlarını yıkan bu halk, yeryüzünün tüm halklarına “cesaretli olun” diyor.
***
Libya halk ayaklanmasının 9. Günü (14-23 Şubat 2011). Ancak onlar 17 Şubat çağrısıyla başlayan yaygın ayaklanmaları esas alarak 17 Şubat devrimi adını koyuyorlar. Yani 7. Gündeyiz.
İki gün önce oğul Seyfül İslam konuştu. Dün ise Kaddafi. O yine heyecanlı bir hatipti. Tarihi anlattı, yaptıklarını, 42 yıldır vermekte olduğu çabaları, Libya’yı ortaçağ karanlıklarından çağdaş bir ülke haline gelişindeki emeklerini dile getirdi. Çok etkileyici sözler söyledi örnekler verdi. Empati yaparak bir değerlendirme ortaya konulacaksa Kaddafi’nin konuşmasını iki bölüme ayırır ve çok olumlu bölümün etkisiyle, akıl almaz bir cinneti ifade eden diğer bölümün ortaya çıkışını daha iyi kavradığınızı sanırsınız.
Kaddafi 40 yıl içinde yüz milyarlarca dolarlık servetleri ortaya koyarak ülkesini yapılandırdı bu doğru. Kim olsa bunu yapar mıydı ? Bu ayrı, geride kalan bir soru. Krallık Libya’sı bir ortaçağ ülkesiydi ve sömürgeden de beterdi. Ülkenin kalkınması yer altı ve üstü servetlerine sahip çıkarak bunu ülkenin kalkınmasına sunmanın ilk adımları Kaddafi’yel başlar. Yiğidi öldür ama hakkını ver derler. Kaddafi bu servetleri kendinden vermedi, o bu ülkenin servetlerini yönlendirdi. İktidar olmanın adı da budur. Bu açıdan olumlusuyla olumsuzuyla bu günkü Libya’da Kaddafi’nin emekleri bulunuyor.
Konuşmasında bunları uzun uzun aktardı. Ancak bu olumlu çabaların tümünü yok eden sistemsiz bir sistem kurarak, ortaçağ kabile reisi yöntemiyle, halk komiteleri adı altında, genel halk kongreleri adı altında tek kişilik bir baskı rejimi kurdu. 1 milyon 779.000 km² karelik bir alanı ve servetlerini hangi isim altında olursa olsun, tek kişinin sözüne bağlı olarak yönetmek, akıllı bir davranış olamaz. “Kutsal kabile” algısının çağdaş işlerde nhe tür sonuçlar yarattığını burada görmek zor değil.
Gerçek anlamda İmkansız olanı mümkün diye dayatmanın tek yolu diktatörlüktür. Kaddafi buna gelip dayandı. Bu da filmin ikinci bölümünü oluşturdu. Demokratik hak ve özgürlükler yok edildi. Sulta altında tutulamayan hiçbir farklılığın yaşamasına müsaade edilmedi. Düşman, kökü dışarıda bir faaliyet sayıldı. Kaddafi bu sanıyla, kendi halkını ağır kavramlarla suçladı ve akıl almaz tehditlerle müjdeledi; fareler, mikroplar diye tanımladığı protestocuları, devletin kendini hukuk sınırları içinde savunacağını belirterek ceza kanunun idamdan başka bir cezası olmayan maddelerini okudu, Daha da ötesine geçerek, yarın’a (23 Şubat 2011) kadar mühlet tanıyarak, uyum olmazsa, “sahra sahra, şehir şehir, ev ev köşe bucak üzerinize geleceğim, kutsal yürüyüşle canlı bir şeye bırakmayacağım” dedi.
Kaddafi, bunu anlatmak için de çok yanlış bir örnek seçti; “Amerika’nın terörle mücadelesinde, silahlı bir kişi için Irakta, Afganistan’da neleri nasıl yakıp yıktığını aktararak benzer bir süreçte güç kullanarak, devletin kanunlarda belirtilmiş kendini koruma hakkını kullanacağını” belirtti.
Bu yaklaşım, çocuklukta izlediğimiz filmlerden hatırlayacağınız ünlü Yahudi Kahraman Samsun Dalila’nın, orta-doğuda bu gün de yaygınca kullanılan bir söylemine çok benziyor; “bana da düşmanıma da”, yani zarar gelecekse sadece bana değil düşmanıma da gelir.
Bu yaklaşım, kanlı bir sürecin kapılarını aralamaktır.
Birçok yakın gözlemci Libya uzmanının, sık sık ifade ettiği gibi Kaddafi bir psikopat gibiydi. Öyle de konuştu.
Böyle mi? Buna doktorlar bile zor tanı koyabilir. Ancak konuştukça batan bir çizgi içinde olduğu kesindir. Ülkesinin tüm doğu şehirleri ayaklanmış, güvenlik ve ordu güçleri halkın eline düşmüşken, kendisi ve oğlunun sık sık dile getirdiği “Libya bir kabileler ülkesi” söylemine rağmen kabilelerin büyük bir kısmı karşı tavra girmişken, kanlı bir iç savaşın kime ne türden bir kazancı olabilir? İktidar tutkusu, hüküm sürmeyi tanrıdan vekaleti alınmış bir iş haline getirmişse, hangi halk bu zorbalığa dayanabilir ki.
Kaddafi, “devlet kademsinde bir mevkiim yoktur. Olsaydı istifamı basar, suratınıza da atarak bu sorunu çözerdim “ dedi.
Kaddafi, bu söylemiyle iç savaş ısrarını anlamsız kılıyor. İktidar halkın çıkarları için bir araç ise, bunun için halka karşı savaşmak cinnettir.
Kaddafi uzun bir zamandır izahı mümkün olmayan söylemleri gibi bu kez de konuştukça battı.
Konuşmasının başından sonuna kadar “devrimci terminolojiyi” terk etmeden yaptığı tehditler, artık 21. Yüzyılla ilgisi olmayan söylemlerdi. Barış, özgürlük ve demokrasinin talep edildiği yerde iktidarların diyalogdan başka bir yolu tercih etmeleri, koşullar ne olursa olsun bunun dışında bir yola sapmaları diktatörlükten başka bir şey değildir.
Hiç kimse iktidara tanrı tarafından yetkilendirilmiş değildir. Halkın onayını kaybedenler, iktidarlarını halkın tercihine teslim etme zorundadırlar. Bunu bilmeyenler, halk adına, halka zulüm çektirirler. Halkın buna uzun zaman seyirci kalması ise mümkün değildir. Bölgemizin her bir örneği bunun açık kanıtıdır.
KUTSAL KABİLE KUTSAL YÜRÜYÜŞ
Libya kadim bir ülke. Herodot tarihinde geniş yer almış. Kabileleri dün olduğu gibi bu güne kadar bozulmadan gelmiş bir toplum. Zaten insanlığın son 300 yılının gerisine gidersek, bozulmadan binlerce yıl öncenin halini görmek mümkün. Libya, 1551 de Osmanlı kaptanı deryası Turgut Reis tarafından fethedilince, tıpkı Osmanlı gibi, değişmeden 20.Yüzyıla ulaşmıştır.
Osmanlı Libya’yı Trablusgarp savaşı (29 Eylül 1911 – 18 Ekim 1912) diye tarihe geçen savaşta elden çıkarmıştır. Osmanlının Libya’da bu güne taşınan hiçbir izi yoktur. Osmanlı yapısı denilenler ise Roma, Kartaca artıklarının onarılmasıdır. Bunun dışında olanlar ise, farklı bir uygarlık izi olmadığı için, orijinali varken taklidinin iz bırakması söz konusu olamaz.
Buna rağmen, araştırmalarım, Osmanlı Teşkilatı Mahsusa’nın Libya’da etkince çalıştığını göstermektedir. İtalyanlara karşı bağımsızlık savaşı veren, Ömer Muhtar’ın, Atatürk’ten yardım talep ettiği ancak cevap almadığı bilinmektedir (gönderilen mektuplar Atatürk’e ulaşmadığı, İtalyan bir subay tarafından ele geçirildiği söylenir). Mareşal Fevzi Çakmak’ın Libyalı olduğu, akrabalarının hala Libya’da yaşadığı bilinmektedir. Daha da ötesi, 1978-79 Basın Yayın Genel müdürü olan Ünlü yazar Orhan Koloğlu’nun babası Sadullah Koloğlu, Libya’nın ilk başbakanlarından (1949-50).
Bunlara iz denirse, Osmanlıdan arta kalan izler bundan ibarettir; ama hakkını yememek gerek ittihatçıların Teşkilatı Mahsusa ile geride bıraktıkları izin bu günkü Libya tablosunda önemli bir role olduğunu teslim etmemiz gerek. “İttihatçı darbeci aklın Libya’daki izleri” üzerine ayrıca durmamız gerekecek.
Bunlara rağmen, bu gün iktidar çevresi ve ayaklanmacı çevre için, Osmanlı hoş görülmeyen bir unsur olarak algılanmaktadır; ayaklanmalarda Türk şirketlerine yapılan saldırılar bu algının bir izi gibidir.
Libya’da 24 Aralık 1951’da bağımsızlık ilan edildi. Bunu BM 1 Ocak 1952 De kabul etti. Kaddafi’nin iktidardan askeri darbeyle düşürdüğü İdris Sunusi, üç bölgenin birleşmesiyle kral oldu.
En eskisinden en yenisine hiçbir hükümran güç Libya’nın toplumsal dokusunda yer alan kabileler üzerinde bir etki yapmadığı bu gün çok daha iyi anlaşılıyor.
İrili ufaklı 90 Kabileden oluşan bir Libya. Üstelik kabileciliği Kuran’da geçen bir ayete bağlayarak kutsayan bir toplum; “Ey insanlar ! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için, boylara ve kabilelere ayırdık…” (Hucurrat/13)
Kurandaki bir ayete dayanarak yasalarına bile Kabileciliği bir toplumsal unsur olarak taşıyan bu ülke, iktidarı ve muhalefetiyle tarihin gerisinde yer alan kimi dayanaklar üzerinde ideallerini ortaya koymaya çalışmaları da eşyanın tabiatına uygun olur. Ayaklananlar da Kendilerine katılan kabile sayı ve isimlerini vererek güç gösterisinde bulunma çabasında olmalarını böylesi bir algıya oturtmak yanlış değildir..
Libya, bu haliyle kanlı bir sürecin uzun ve acılı kesitlerinden geçecek gibidir. Ancak her şeye rağmen, Arap halkının 21. Yüzyılda ortaya koyduğu bu duyarlı duruş, tüm insanlık için özgürlük ve demokrasi yolunda, her türden baskıya ve diktatörlüğe başkaldırı olarak algılanacaktır.
Çok farklı algı düzlemlerine karşın, özgürlükleri için ayağa kalkan Libya Arap halkı, Tunus ve Mısır devrimi ardından etkin halk ayaklanmalarıyla, bu süreci tamamlayan bir çizgide yola koyulmuştur. Libya’daki bu gelişme, kendi özgünlüğüne rağmen, bölgemizde genel anlamda demokrasi mücadelesine önemli bir katkıdır.
Libya bu aşamadan sonra geriye dönülmesi mümkün olmayan bir sürece girmiştir. Kaddafi, bilinen dengesizliklerinden birini halkın bu hak talebine karşı beklenmedik bir çark kırışıyla olumlu yönde ortaya koyabilirse, bundan sadece Libya halkı değil, hayalini kurduğu, son konuşmasında da “önderi” olduğunu söylediği “uluslararası devrimci güçler”de yararlanmış olacaktır.
Bu verilerin ışığında Kaddafi’nin “Kutsal Yürüyüş” dediği kanlı iç savaşa yer yoktur (Kaddafi Arapçada kutsal yürüyüş derken, daha çok Bir buldozerin önüne gelen her şeyi sürükleyen ilerlemesi anlamında bir kavram kullanmıştır; Zahf. Bu kavram, yürümek (meşi) fiili değildir. Türkçe’de tam karşılığı olmadığı için “Kutsal Yürüyüş” terimini kullandım. Bunu Kutsal sürükleyiş, söküş olarak okumak mümkün)
Kabile kutsallığı, kutsal yürüyüşle yüz yüze kalması halinde oluşacak felaket, geride kutsallık adına hiçbir şey bırakmayacaktır. Mal ve can, ar ve namus, sınıf ve katman, ulus ve mezhep ama bile istisna her şey kanlı bir arenada sırt üstü yatırılmış olacaktır. Gerisi ise batılı emperyalist güçlerin bileceği bir iş olacak. Bunun da ötesinde, Bölgedeki her gelişmenin altında ezilen İsrail Siyonistleri, Libya’daki gelişmelerin bozduğu kimyalardan karlı çıkacak bir leş kargası olarak beklediği bilinmelidir.
Libya halkının onurlu ve bilinçli kesimleri bunu da sık sık dile getirerek, halkın dirayetli tutumuna işaret vermektedir.
İYİ ŞEYLER YAPMIŞ OLMAK YETMİYOR
Çok iyi şeyler yapmış olmak yetmiyor. Kendinde iyi olan her şey, çevresi için de iyi olmayı bilmelidir. Bu başarılamıyorsa, kendinde iyi olan olguları, baskı ve dayatmanın, zulmün bir aracı haline getirmişseniz, tarihinize ait olumlu hiçbir çabanızın bir değeri kalmaz.
Tutkularınız, zaman içinde sizi kozada böcek haline getiren örgüler nedeniyle, halkın taleplerini ve içine düştüğü tıkanmaları, kaosları göremiyorsanız, bundan sonra olumlu sandığınız her yaptırım bir baskının, zulmün, diktatörlüğün ifadesi olmaya mahkumdur.
Darbeci devrimciliğin vardığı son duruk budur. Bu bir kaderi gibidir. Tarihsel devrimlerin geri dönüşü mümkün olmayan gelişmelerinin aksine, siyasi bir darbeden başka anlama gelmeyen, devrimci söylemlerden öteye bir devrimcilik ikame edemeyen tarihin tüm darbeci devrimcilik örnekleri, aynı akıbete uğruyor; diktatörlükte tıkanıyor ve halkla yüz yüze geliyor. Kaddafi’nin gelip dayandığı yer burasıdır.
Siyaset de devrimlerde halk içindir. Bunu, sınıflara, inançlara, etnik aidiyetlere mahkum ederek daraltmak, katletmektir. Bunun da ötesinde, iktidarlar muhaliflerine iktidar olma fırsat ve olanağını yok ettikçe, ezici çoğunluğu alsalar da diktatörlüğe yönelmekten kurtulamazlar. Bunun da adı sivil diktatörlük ya da başka bir şey, tümü aynı kapıya çıkar. Diktatörlüklerin yıkılışı ise hep birbirine benzer; bunu devrimcilik, halkçılık adına ya da Allah adına yapmanın arasında hiçbir fark yoktur.
Kaddafi konuştukça, geçmişindeki olumlu sayılabilecek her şeyi silip geçti. Kaddafi konuştukça battı. Onu anlamak artık çok güç. Halkın iradesine karşı direnmenin bu türü, insanlık suçu sayılabilecek bir kanlı savaşın kapılarını aralamaktır. Buna kimsenin hakkı yok.
Halkın iradesine karşı direnen hiçbir güç, başarılı olamaz; çıkar dünyasının, en küçük olayda fırtına koparan Batılı ağızlar sussa bile, başarı şansı olmayacaktır.
Kaddafi, İsraillilerin bile dillendirmeye başladıkları “Amerika’nın dostluğuna asla güvenilmez” sözünü, en iyi bilenlerden biridir. Bu söz Fransız’ı, İtalyan’ı, İngiliz’i için aynıyla geçerlidir. Çıkarlar üzerine binmiş geçici dostluklar, halkın birliği ve geleceğiyle yer değiştiremez. Libya halkı en iyisini, haklı özgürlük ve demokrasi talebiyle kazanmalıdır. Bunun önünde engel olarak, bir yere varılamaz.
Kıssadan hissemiz,
Bölge halklarının açtığı büyük uyanış kapısından girip kendi haklarımızı bir an önce kazanmamız gerekmektedir. Bunun için cesaretimizi toparlamamız gerekiyor.
Halkın taleplerine cevap vermek istemeyen iktidarlar, oyalamalarla bu gün yapılması mümkün olanı erteleyip imkansız hale getirebileceklerini sanıyorlarsa aldanıyorlar.
Kendini aldatana söylenecek bir söz yoktur. Halkımız biraz da Ümmü Gülsüm’e kulak versin yeter.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder