28 Şubat 2011 Pazartesi
CAHİT ÇELİK ÜZERİNE
225.DOSYA
CAHİT ÇELİK ÜZERİNE
Mehmet Yavuz
28 Şubat 2011
Mihrac Ural’ın notu:
28 Şubat 2011
Mehmet Yavuz, Antakya devrimci hareketinin ve Acilciler örgütlenmesi ilk illegal komitesinin temel yöneticilerinden biridir. Okul sıralarından bu güne, devrimci mücadele ve seyriyle demokrasi ve özgürlük kavgası içinde yerini almıştır. Tek başına kaldığı koşullarda bile halkı için çalışan, kendi alanında sendikal mücadele dahil emekçilerin örgütlenmesinde büyük başarılar kaydetmiş devrimci bir insandır.
Yılmadan, teslim olmadan, karşı karşıya kaldığı zorluklardan dolayı kimseyi sorumlu tutmadan onurlu bir demokrasi çizgisi sürdürmüştür. Dün olduğu gibi bu gün de bu çizgisinde kararlı ve ısrarlı olarak yürümektedir.
Siyasi konularda olduğu gibi, anılarını da sık sık yazarak geçmişten bu güne dersler taşıyan paylaşımları devam etmektedir. Bu güne kadar aktardığı tüm anılar, çok dikkatlice ele alınmış, tarih, şahıs ve o günün ortamı itibariyle teslim edilmesi gereken tüm gerçekleri ortaya koymuştur. Bu Nebil Rahuma konusunda olduğu gibi, Antakya devrimci hareketinin tarihiyle ilgili olarak herkesin hakkını yerli yerine oturtarak vermiştir.
Anıları arasında Yüksel Eriş hocayı da yazmıştır. Yüksel Eriş Antakya devrimci hareketi için, önemli bir yöneticiydi. Güney bölgesinin ilk adımları onunla atıldı. Gerçek bir bilge, gerçek bir sorumlu ve şehit olmasını bilecek kadar özverili bir liderdi.
Yüksel Hocayı, Dr. M.Ç bizlerle tanıştırdı. Antakya’ya yanıma gönderdi. Uzun uzun konuşmalarımız, sohbetlerimiz, bilgi alış verişlerimiz oldu. Bunları çeşitli yazılarımda ortaya koydum. Bu ilişkiyi çok az insan bire bir biliyor. Bunlardan bir kısmını Mehmet Yavuz dile getirdi. Daha fazlası da var.
Mehmet Yavuz’un aktardığı bilgiler, mutlak olarak doğrudur. Bunun bire bir tanığı olarak bunu tekrar belirtmeme bile gerek yok.
Ama nedense, amacı her şeyi şüpheli, muğlak, kirli gösterme çabasında olan geçmişi kirli insanlar, bu konuda yazılan her şeyi karalamayı alışkanlık edinmiştir.
Eleştiri herkesin hakkıdır, ancak kişi aynı ortamda hiçbir zaman bulunmamışsa, aynı ortamda bulunan herhangi birinden bir bilgi ortaya koyma durumunda değilse, tanığı yoksa ölü konuşturma gibi kirli amacı yoksa, bir anıyı nasıl şüpheli olarak karalamaya çalışır?
Böylesi bir çaba, hukuk algısı açısından sakıt olması bir yana, ahlaki açıdan da düşkün bir durum değimlidir? Kanıtsız, belgesiz, tanıksız, üçüncü kişilerce doğrulanmamış bir iddia ne kadar anlamlıdır? Bunu yapan kişi düpedüz bir ahlaksız değil mi? Ölü konuşturucularının düştüğü halleri hatırlamak bu gibi insanların bilinçaltında yaşattıklarını kavrama açısından çok önem taşıyor. Ben bunlar için sadece “kin” tanısı yaparak geçilmesi gerektiğine inanıyorum.
İşte bu vasıflarda bir şerefsizle kişiyle karşı karşıyayız. Bu adam, tanımadığı, hayatında bir araya gelmediği, haklarında tek bir satırlık kanıt, belge, üçüncü kişilerle doğrulanabilir bir bilgi sahibi almadığı insanlara saldırmayı adet edinmiştir. Bu adam Kuşum Cahit çelik…
Kendi adıma tanımam etmem. Adını bile birkaç ay öncesini bilmediğim biri. Bu şahıs daha önce bana da sataşmış oldu. İki test sorusu sorarak olayı elimin tersiyle itip kapattım (211. Ve 212. DOSYA Bkz.
http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ ). Bu kez ilgisiz olduğu bir konuda Mehmet Yavuz’un anılarına müdahale ederek, karalama yapma ihtiyacı hissetmiş; satılmayan kitap bozuntusu kağıtlarına alıcı bulmak için mi nedir, öne atılıp sile tokat yiyerek, rezil olmaktan zevk alan bir mazoşist.
Son iki aydır Bölgemiz ciddi devrim hareketleriyle kaynıyor. Gelişmeleri ele alıp okurlarıma karşı yükümlülüğümüzü yerine getirmeye çalışıyorum. Kirli tartışmaları elimin tersiyle ötelemek istiyorum. THKP-C (Acilciler) örgütü adına halkın çıkarları için bu süreçte çıkarılacak dersleri sunmaya çalışıyorum. Günü birlik yoğun araştırmalar ve soyutlamalarla sunmaya çalıştığımız çabalara karşı, muhbir çetesi tek bir satırlık siyasi yorum yapmadan 3 yıldır sürdürdükleri karalamalarına devam etme inadında kaldıklarını da iyi biliyoruz. İt ürür kervan yürür diyoruz.
Mehmet Yavuz Yüksel Eriş hocayla benim de tanık olduğum anılarını ortaya koyarken, Kuşum Cahit Çelik adlı kişinin müdahalesini bir yere oturtmaya çalışıyorum. Bir kin deryasıyla, tanımadığı, içinde yer almadığı olaylara karalama amacıyla sarılmasının kime ne yararı olur diye de düşünüyorum.
Bunu anlamak için filmi başa doğru sardığım zaman her şey daha anlamlı hale geliyor.
Okurların öncelikle bilmesi gereken şey, Kuşum Cahit’in, itirafçı Engin Erkiner’le MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın çiftleşmesinden doğan bir veledi zina olduğudur. Bunu hilkatin, tanımadığı insanlar hakkında pervasızca konuşmasını anlamak için bu kişinin kendi satırlarında kendini nasıl tanımladığına bakmak yeterlidir.
Bu konuların ilgilileri bilirler. Bu muhbir şebeklerle ilgili hiçbir araştırma yapma gereği duymadık. Yaptığımız tek şey, kendi yazılarıyla kendilerini nasıl tanımladıklarından ibarettir.
İtirafçı Engin Erkiner’e, “itirafçı” lakabını biz değil kendi kendine yapıştırdı. Polis ifadesinde açıkça Polislere yardım maksadıyla örgütün her şeyini verdiğini söyledi. O itirafçı olduğunu kendi sözleriyle ilan etti. MİT ajanı İbrahim Yalçın’da sıfatını öyle kazandı, 12 sayfalık el yazılı itirafnamesinde açıkça MİT’ten 150 000 TL alarak Acilciler 1. Kongresini ihbar etmeye geldiğini yazdı.
Kendini MİT ajanı olarak tanıttı ve hala görevine devam ettiğini ama bu göreve ne zaman başladığını açıklayamayacağını söyledi; bizim için sırat sorusu da bu oldu. 6 aydır soruyoruz, fare gibi kaçıyor, cevap vermiyor. Bu soruyu onunla ortak olanlar da yönelttik “onun adına siz cevap verin” dedik tıs yok. Cevap veremiyorlar çünkü MİT’le ilişki tarihi açıklanınca, dünden bu güne bu örgütün ve devrimci hareketin içindeki sızmanın tahribatları da açığa çıkmış olacaktır. Kuşum Cahit, bir veledi zina değilsen, sanat adına zerre kadar vicdanın varsa bu soruyu sende sor. Cevabını sen aktar. Ama ahlak kim sen kimsin…
Böylesi bir ikilinin evladı olarak, Kuşum Cihat’ın akıl algılarını kestirmek zor değildir. Bu kişi, bir “ırkçı, milliyetçi, paranoya”dır. Bu tanıyı koyanda onu çok iyi tanıyan biri. Bu tanı gerçek mi değimli, bunu anlamak için, uzağa değil bu adamın kendi sözlerine bakarak siz okurlar çok rahat cevap bulacaksınız.
İşte belge işte kanıt:
“Kurtuluş Cephesi dergisinin internet sayfalarında epeyce gezinti yaptım. Öğrendiklerimi bildiklerimle birlikte değerlendirdim. Vardığım sonuç, Kurtuluş Cephesi'nde okuduğum yazılar benim için küp dolusu pekmez değerindedir. Ermeni Soykımı yaptığımızı da yazmışlar, işte bu yazdıkları o pekmez küpüne düşmüş fare gibidir. Yüksel de benim gibiydi, içine fare düşmüş küpten pekmez yemezdi.
“Yüksel'in üç yoldaşına birden soruyorum. Yüksel'den Ermeni Soykırımı diye bir söz duydunuz mu? İlker'de Mahir'de Ermeni Soykırımı diye bir şey var mı? Öyle ise, niçin yalan atıyorsunuz?
“Yüksel Eriş …Apo'yu ve Apocu'ları sevmezdi.” ( Cahit Çelik, Yuksel Eriş Öğretmen başlıklı yazısından)
Bu milliyetçi ahlaksız, Ermeni soykırımını böylesine iğrenç bir tarzda inkar ediyor. Mahir’in İlker’in Yüksel’in sırtına yıkıma şerefsizliği gösteriyor.
Bu hilkat garibesi, her ırkçı gibi, sınır tanımaz bir ahlaksızdır, tanımadığı, bilmediği annelere, babalara, ailelere, kız kardeşlere, aklın almayacağı, anlamı olmayan karalamalar yapmaktan da çekinmeyecek kadar zıvanadan çıkmış biridir. Aile terbiyesi görmemiş bir lümpen olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.
Siyasi yanı olmayan, örgütsel kaygıları bulunmayan, halkı için bir çabası olmayan bu şebek sürüsünün siyaset dışındaki ilgileri malumdur. Karalama bunların tek yaşam kaynağıdır. Bu şebeklerin evladı zinası olan Kuşum Cahit, pervasızlığını öyle bir yere götürüyor ki, inançlara da dil uzatmaktan geri kalmıyor.
Acilcilerin asla konusu etmedikleri inançlar ve etnik yapılara karşı böylesine bir kinle karalama yapan bu şerefsizi, önce Acilcilere sonra bu inanç kökeninden gelenlerin rahmetine bırakacağım.
Veledi zina Kuşum Cahit bakın ne diyor:
“Mihrac Ural (bn), Nusayri olduğunu gizlemek için, Arap Aleviliği edebiyatı yapıyor. Nusayriliğin alevilikle hiçbir benzerliği yoktur. Anadolu inanışı alevilikte kadın erkekten üstündür, Nusayrilikte kadın insan sayılmaz. Nusayriliğe göre Allah, İmam Ali biçiminde insan gibi yaşamıştır. Aleviliğe göre bu böyle değildir. Allah’ın aslanı olmakla kendisi olmak farklı şeydir.”
Dünyayı yorumlama metodu materyalist olan bu satırların yazarı için bu sözleri söylemek, onun içinden geldiği inanç ve kültürü temsil eden milyonlarca insana böylesi bir hakarette bulunmak hangi amaca hizmet nedir bunu okura bırakıyorum. Arap Alevilerini yakından tanıyan içinde yaşayan Tüm Acilciler, Özel olarak Türk,Kürt Sünni devrimcilerin bu şerefsizin söylediği her sözün yalan olduğunu çok iyi bilirler. Arap Alevi kadınının laik algısını, toplumda erkekten daha önde ve karar sahibi olduğunu, inancın tüm hizmetlerinde yerini en önde aldığını bilmeyen yoktur. Ama adamın derdi bu değil, bunların tek amaçları Mihrac Ural’ı karalamaktır. Böyle olunca da inançlar da etnik yapılarda karalanmaya başlar. Bu gün tüm insanlığı 21. Yüzyılın toplumsal adalet, demokrasi ve özgürlük için yol haritası çizen Arap halkına karşı böylesine ırkçı bir bilinçaltıyla karalama yapmak ancak bu it sürüsüne yakışırdı.
Kendine “sanatçı” diyen birinin, etnik, inanç ve kültür dokusu hangi kökten olursa olsun herkese, insan paydasından başka bir yaklaşımı olmaması gerekir. Kuşum Cahit, henüz insan olma yönünde evrimini tamamlamamış bir hilkat olduğu için bu rezil yaklaşımı sergiliyor.
İtirafçı Engin, özel olarak Araplara ve Arap Alevilerine yaptığı karalamaları kimse unutmadı. İnanç şahsiyetlerine, bilgelerine ve özellikle öğretilerinin kurucularına yaptığı karalama hala akıllardadır. Kuşm Cahit bunun uzantısıdır. Araplar derler ki, El Kelb bi hallef ceru (it sadece enik doğurur).
Mehmet Yavuzun yazısına giriş notumu son olarak bu paranoyanın nasıl bir hasta olduğunu, kullandığı dili, narsist batıklıktaki hallerini, kendisinin çizdiği bir kuş resmi üzerine, yine kendisinin yaptığı akıl dışı yorumu göstererek noktalayacağım.
“ bir tek kuş çizimi bile, isteseydim beni dünya ölçeğinde ressam yapardı (Bu kuşu görmek için 212. Dosya’ya bakınız bn). Bu çizimi yapacak ressam, Türkiye’de Avrupa’da Amerika’da yok. Vardır diyen, palavra atmasın, alsın kalemi eline, çizsin çizebilirse. Bu çizimi yapmak için, yürek bilek bilinç yetmez, devrimci sanatçı kişilik az gelir. Ertan Saruhan’ı ve Yüksel Eriş’i de tanımak ve onlarla birlikte aynı derin duygusal coşkuyu yaşamış olmak da gerekir. Yani nereden bakarsan bak, 88x112 mm’lik kartona tükenmez kalemle çizilmiş bu Gönül Kuşu eşsiz bir sanat ürünüdür. Ama ben onu, sadece “soyut” kavramını anlatmak için değerlendirdim. "Resim Yapmayı Öğreten Boyama Kitabı 1-2-3-4" ortaya çıkınca, yalan bitti. Kapılar kapandı. Hainler hırsızlar arsızlar yüzsüzler ibneler orospular casuslar çakallar benden korkuyor.” ( Cahit Çelik,“Gönül Kuşu” adlı yazısından)
İnsan kendini bundan daha iyi nasıl anlatır söyler misiniz?
Şimdi anladınız mı? na neden Kuşum Cahit adını taktığımı. Böylesi bir muhatap alınır mı siz söyleyin…
Şimdi birlikte Mehmet Yavuz’u okuyalım.
CAHİT ÇELİK ÜZERİNE
Mehmet Yavuz
28 Şubat 2011
Yüksel Eriş ile devrimci pratik içerisinde nasıl tanıştığımı ayrıntılarıyla anlatmaya çalıştım. Ama hayretle görüyorum ki, nasıl bir keramete sahip olduğunu bilemediğim Cahit Çelik isimli biri; yaşadığım olaya kulplar bulmaya kalkışıyor.
Behey densiz; ben yaşadığımı anlatıyorum.. İsimler veriyorum.. Saatli bomba düzeneğini Yüksel'in öğrettiğini yazıyorum... Ama sen; ilk buluşmada güven sorununun nasıl aşıldığını sorgulayıp böyle bir şeyin doğru olamayacağını iddia ediyorsun..
Yaşanan olayın ne parçası, ne de tanığısın. Ama haddin olmadığı halde ahkam kesmeyi marifet sanıyorsun..
Aslında bu sorgulamayı Engin'e iletseydin, güven olgusuyla ilgili olarak daha net bir yanıt alırdın sanıyorum.. Çünkü Engin de, bir seminerde tanıştığı İbrahim Yalçın'ı hemen eylem kadrosuna almış ve AKBANK soygununa sokmuştu..
Peki, güven sorunu nasıl aşılmıştı ?
İlk görüşte aşk, onu da mı kör etmişti ?
Neden ona can alıcı bu cazibeyi hiç sormuyorsun ?
Ben, yaşadığım süreci yazdım.
Güvenin nasıl doğduğunu anlatacak kişi Yüksel'in kendisidir ama o da aramızda yok.. Kaldı ki Yüksel; önceden güven duyularak sağlanmış bir bağlantı olmasa neden Antakya'ya gelsin ?
Yaşadığım, tanık olduğum olayları edinilen tecrübeler ışığında bugün tahlil ettiğimde; hangi tesadüflerle hayatta kaldığımızı daha iyi görüyorum..
Bugün muhatap olduğumuz tartışmalar dahi; örgütsel üst yapının aslında ne kadar sakat olduğunu bize gösteriyor.
O nedenle bilir bilmez atıp tutuyorsun...
Haa.. bir de daldan dala atlayıp duruyorsun.. Hüseyin Eriş'i de korumana aldığını, canavarların ağzından kurtardığını falan ileri sürüyorsun..
Kitaplarını satmak için Antakya'dan gelen davete balıklama atlamışsın. Hüseyin Eriş'i cepheye sürüp kendini sutre gerisine atmışsın..
Kitapların satışından gelecek paranın yarısını ona verecekmişsin... Falan filan...
Ne kadar ayıp...
Hüseyin Eriş'i hiç tanımadığım halde, hakkında öne sürdüğün bu ifadelerden rahatsız oldum.. Utandım...
Hüseyin Eriş; kendisini koruyamayacak, ifade edemeyecek kadar aciz mi ?
İnsanları, anıları, olayları sürekli olarak kendi takıntılarınıza uydurmak istiyorsunuz.
Bu takıntılardan yola çıkarak kişiler hakkında hiç bilmeden aşağılayıcı sıfatlar kullanıyorsunuz.
Evet, bunlar sizin ayıplarınız....
Bana gelince; kendimi size beğendirmek gibi bir çabam yok..
Yaşadıklarımı, tanık olduklarımı yazmaya devam edeceğim.
Siz de ayıplarınızla kalın.
CAHİT ÇELİK ÜZERİNE
Mehmet Yavuz
28 Şubat 2011
Mihrac Ural’ın notu:
28 Şubat 2011
Mehmet Yavuz, Antakya devrimci hareketinin ve Acilciler örgütlenmesi ilk illegal komitesinin temel yöneticilerinden biridir. Okul sıralarından bu güne, devrimci mücadele ve seyriyle demokrasi ve özgürlük kavgası içinde yerini almıştır. Tek başına kaldığı koşullarda bile halkı için çalışan, kendi alanında sendikal mücadele dahil emekçilerin örgütlenmesinde büyük başarılar kaydetmiş devrimci bir insandır.
Yılmadan, teslim olmadan, karşı karşıya kaldığı zorluklardan dolayı kimseyi sorumlu tutmadan onurlu bir demokrasi çizgisi sürdürmüştür. Dün olduğu gibi bu gün de bu çizgisinde kararlı ve ısrarlı olarak yürümektedir.
Siyasi konularda olduğu gibi, anılarını da sık sık yazarak geçmişten bu güne dersler taşıyan paylaşımları devam etmektedir. Bu güne kadar aktardığı tüm anılar, çok dikkatlice ele alınmış, tarih, şahıs ve o günün ortamı itibariyle teslim edilmesi gereken tüm gerçekleri ortaya koymuştur. Bu Nebil Rahuma konusunda olduğu gibi, Antakya devrimci hareketinin tarihiyle ilgili olarak herkesin hakkını yerli yerine oturtarak vermiştir.
Anıları arasında Yüksel Eriş hocayı da yazmıştır. Yüksel Eriş Antakya devrimci hareketi için, önemli bir yöneticiydi. Güney bölgesinin ilk adımları onunla atıldı. Gerçek bir bilge, gerçek bir sorumlu ve şehit olmasını bilecek kadar özverili bir liderdi.
Yüksel Hocayı, Dr. M.Ç bizlerle tanıştırdı. Antakya’ya yanıma gönderdi. Uzun uzun konuşmalarımız, sohbetlerimiz, bilgi alış verişlerimiz oldu. Bunları çeşitli yazılarımda ortaya koydum. Bu ilişkiyi çok az insan bire bir biliyor. Bunlardan bir kısmını Mehmet Yavuz dile getirdi. Daha fazlası da var.
Mehmet Yavuz’un aktardığı bilgiler, mutlak olarak doğrudur. Bunun bire bir tanığı olarak bunu tekrar belirtmeme bile gerek yok.
Ama nedense, amacı her şeyi şüpheli, muğlak, kirli gösterme çabasında olan geçmişi kirli insanlar, bu konuda yazılan her şeyi karalamayı alışkanlık edinmiştir.
Eleştiri herkesin hakkıdır, ancak kişi aynı ortamda hiçbir zaman bulunmamışsa, aynı ortamda bulunan herhangi birinden bir bilgi ortaya koyma durumunda değilse, tanığı yoksa ölü konuşturma gibi kirli amacı yoksa, bir anıyı nasıl şüpheli olarak karalamaya çalışır?
Böylesi bir çaba, hukuk algısı açısından sakıt olması bir yana, ahlaki açıdan da düşkün bir durum değimlidir? Kanıtsız, belgesiz, tanıksız, üçüncü kişilerce doğrulanmamış bir iddia ne kadar anlamlıdır? Bunu yapan kişi düpedüz bir ahlaksız değil mi? Ölü konuşturucularının düştüğü halleri hatırlamak bu gibi insanların bilinçaltında yaşattıklarını kavrama açısından çok önem taşıyor. Ben bunlar için sadece “kin” tanısı yaparak geçilmesi gerektiğine inanıyorum.
İşte bu vasıflarda bir şerefsizle kişiyle karşı karşıyayız. Bu adam, tanımadığı, hayatında bir araya gelmediği, haklarında tek bir satırlık kanıt, belge, üçüncü kişilerle doğrulanabilir bir bilgi sahibi almadığı insanlara saldırmayı adet edinmiştir. Bu adam Kuşum Cahit çelik…
Kendi adıma tanımam etmem. Adını bile birkaç ay öncesini bilmediğim biri. Bu şahıs daha önce bana da sataşmış oldu. İki test sorusu sorarak olayı elimin tersiyle itip kapattım (211. Ve 212. DOSYA Bkz.
http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ ). Bu kez ilgisiz olduğu bir konuda Mehmet Yavuz’un anılarına müdahale ederek, karalama yapma ihtiyacı hissetmiş; satılmayan kitap bozuntusu kağıtlarına alıcı bulmak için mi nedir, öne atılıp sile tokat yiyerek, rezil olmaktan zevk alan bir mazoşist.
Son iki aydır Bölgemiz ciddi devrim hareketleriyle kaynıyor. Gelişmeleri ele alıp okurlarıma karşı yükümlülüğümüzü yerine getirmeye çalışıyorum. Kirli tartışmaları elimin tersiyle ötelemek istiyorum. THKP-C (Acilciler) örgütü adına halkın çıkarları için bu süreçte çıkarılacak dersleri sunmaya çalışıyorum. Günü birlik yoğun araştırmalar ve soyutlamalarla sunmaya çalıştığımız çabalara karşı, muhbir çetesi tek bir satırlık siyasi yorum yapmadan 3 yıldır sürdürdükleri karalamalarına devam etme inadında kaldıklarını da iyi biliyoruz. İt ürür kervan yürür diyoruz.
Mehmet Yavuz Yüksel Eriş hocayla benim de tanık olduğum anılarını ortaya koyarken, Kuşum Cahit Çelik adlı kişinin müdahalesini bir yere oturtmaya çalışıyorum. Bir kin deryasıyla, tanımadığı, içinde yer almadığı olaylara karalama amacıyla sarılmasının kime ne yararı olur diye de düşünüyorum.
Bunu anlamak için filmi başa doğru sardığım zaman her şey daha anlamlı hale geliyor.
Okurların öncelikle bilmesi gereken şey, Kuşum Cahit’in, itirafçı Engin Erkiner’le MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın çiftleşmesinden doğan bir veledi zina olduğudur. Bunu hilkatin, tanımadığı insanlar hakkında pervasızca konuşmasını anlamak için bu kişinin kendi satırlarında kendini nasıl tanımladığına bakmak yeterlidir.
Bu konuların ilgilileri bilirler. Bu muhbir şebeklerle ilgili hiçbir araştırma yapma gereği duymadık. Yaptığımız tek şey, kendi yazılarıyla kendilerini nasıl tanımladıklarından ibarettir.
İtirafçı Engin Erkiner’e, “itirafçı” lakabını biz değil kendi kendine yapıştırdı. Polis ifadesinde açıkça Polislere yardım maksadıyla örgütün her şeyini verdiğini söyledi. O itirafçı olduğunu kendi sözleriyle ilan etti. MİT ajanı İbrahim Yalçın’da sıfatını öyle kazandı, 12 sayfalık el yazılı itirafnamesinde açıkça MİT’ten 150 000 TL alarak Acilciler 1. Kongresini ihbar etmeye geldiğini yazdı.
Kendini MİT ajanı olarak tanıttı ve hala görevine devam ettiğini ama bu göreve ne zaman başladığını açıklayamayacağını söyledi; bizim için sırat sorusu da bu oldu. 6 aydır soruyoruz, fare gibi kaçıyor, cevap vermiyor. Bu soruyu onunla ortak olanlar da yönelttik “onun adına siz cevap verin” dedik tıs yok. Cevap veremiyorlar çünkü MİT’le ilişki tarihi açıklanınca, dünden bu güne bu örgütün ve devrimci hareketin içindeki sızmanın tahribatları da açığa çıkmış olacaktır. Kuşum Cahit, bir veledi zina değilsen, sanat adına zerre kadar vicdanın varsa bu soruyu sende sor. Cevabını sen aktar. Ama ahlak kim sen kimsin…
Böylesi bir ikilinin evladı olarak, Kuşum Cihat’ın akıl algılarını kestirmek zor değildir. Bu kişi, bir “ırkçı, milliyetçi, paranoya”dır. Bu tanıyı koyanda onu çok iyi tanıyan biri. Bu tanı gerçek mi değimli, bunu anlamak için, uzağa değil bu adamın kendi sözlerine bakarak siz okurlar çok rahat cevap bulacaksınız.
İşte belge işte kanıt:
“Kurtuluş Cephesi dergisinin internet sayfalarında epeyce gezinti yaptım. Öğrendiklerimi bildiklerimle birlikte değerlendirdim. Vardığım sonuç, Kurtuluş Cephesi'nde okuduğum yazılar benim için küp dolusu pekmez değerindedir. Ermeni Soykımı yaptığımızı da yazmışlar, işte bu yazdıkları o pekmez küpüne düşmüş fare gibidir. Yüksel de benim gibiydi, içine fare düşmüş küpten pekmez yemezdi.
“Yüksel'in üç yoldaşına birden soruyorum. Yüksel'den Ermeni Soykırımı diye bir söz duydunuz mu? İlker'de Mahir'de Ermeni Soykırımı diye bir şey var mı? Öyle ise, niçin yalan atıyorsunuz?
“Yüksel Eriş …Apo'yu ve Apocu'ları sevmezdi.” ( Cahit Çelik, Yuksel Eriş Öğretmen başlıklı yazısından)
Bu milliyetçi ahlaksız, Ermeni soykırımını böylesine iğrenç bir tarzda inkar ediyor. Mahir’in İlker’in Yüksel’in sırtına yıkıma şerefsizliği gösteriyor.
Bu hilkat garibesi, her ırkçı gibi, sınır tanımaz bir ahlaksızdır, tanımadığı, bilmediği annelere, babalara, ailelere, kız kardeşlere, aklın almayacağı, anlamı olmayan karalamalar yapmaktan da çekinmeyecek kadar zıvanadan çıkmış biridir. Aile terbiyesi görmemiş bir lümpen olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.
Siyasi yanı olmayan, örgütsel kaygıları bulunmayan, halkı için bir çabası olmayan bu şebek sürüsünün siyaset dışındaki ilgileri malumdur. Karalama bunların tek yaşam kaynağıdır. Bu şebeklerin evladı zinası olan Kuşum Cahit, pervasızlığını öyle bir yere götürüyor ki, inançlara da dil uzatmaktan geri kalmıyor.
Acilcilerin asla konusu etmedikleri inançlar ve etnik yapılara karşı böylesine bir kinle karalama yapan bu şerefsizi, önce Acilcilere sonra bu inanç kökeninden gelenlerin rahmetine bırakacağım.
Veledi zina Kuşum Cahit bakın ne diyor:
“Mihrac Ural (bn), Nusayri olduğunu gizlemek için, Arap Aleviliği edebiyatı yapıyor. Nusayriliğin alevilikle hiçbir benzerliği yoktur. Anadolu inanışı alevilikte kadın erkekten üstündür, Nusayrilikte kadın insan sayılmaz. Nusayriliğe göre Allah, İmam Ali biçiminde insan gibi yaşamıştır. Aleviliğe göre bu böyle değildir. Allah’ın aslanı olmakla kendisi olmak farklı şeydir.”
Dünyayı yorumlama metodu materyalist olan bu satırların yazarı için bu sözleri söylemek, onun içinden geldiği inanç ve kültürü temsil eden milyonlarca insana böylesi bir hakarette bulunmak hangi amaca hizmet nedir bunu okura bırakıyorum. Arap Alevilerini yakından tanıyan içinde yaşayan Tüm Acilciler, Özel olarak Türk,Kürt Sünni devrimcilerin bu şerefsizin söylediği her sözün yalan olduğunu çok iyi bilirler. Arap Alevi kadınının laik algısını, toplumda erkekten daha önde ve karar sahibi olduğunu, inancın tüm hizmetlerinde yerini en önde aldığını bilmeyen yoktur. Ama adamın derdi bu değil, bunların tek amaçları Mihrac Ural’ı karalamaktır. Böyle olunca da inançlar da etnik yapılarda karalanmaya başlar. Bu gün tüm insanlığı 21. Yüzyılın toplumsal adalet, demokrasi ve özgürlük için yol haritası çizen Arap halkına karşı böylesine ırkçı bir bilinçaltıyla karalama yapmak ancak bu it sürüsüne yakışırdı.
Kendine “sanatçı” diyen birinin, etnik, inanç ve kültür dokusu hangi kökten olursa olsun herkese, insan paydasından başka bir yaklaşımı olmaması gerekir. Kuşum Cahit, henüz insan olma yönünde evrimini tamamlamamış bir hilkat olduğu için bu rezil yaklaşımı sergiliyor.
İtirafçı Engin, özel olarak Araplara ve Arap Alevilerine yaptığı karalamaları kimse unutmadı. İnanç şahsiyetlerine, bilgelerine ve özellikle öğretilerinin kurucularına yaptığı karalama hala akıllardadır. Kuşm Cahit bunun uzantısıdır. Araplar derler ki, El Kelb bi hallef ceru (it sadece enik doğurur).
Mehmet Yavuzun yazısına giriş notumu son olarak bu paranoyanın nasıl bir hasta olduğunu, kullandığı dili, narsist batıklıktaki hallerini, kendisinin çizdiği bir kuş resmi üzerine, yine kendisinin yaptığı akıl dışı yorumu göstererek noktalayacağım.
“ bir tek kuş çizimi bile, isteseydim beni dünya ölçeğinde ressam yapardı (Bu kuşu görmek için 212. Dosya’ya bakınız bn). Bu çizimi yapacak ressam, Türkiye’de Avrupa’da Amerika’da yok. Vardır diyen, palavra atmasın, alsın kalemi eline, çizsin çizebilirse. Bu çizimi yapmak için, yürek bilek bilinç yetmez, devrimci sanatçı kişilik az gelir. Ertan Saruhan’ı ve Yüksel Eriş’i de tanımak ve onlarla birlikte aynı derin duygusal coşkuyu yaşamış olmak da gerekir. Yani nereden bakarsan bak, 88x112 mm’lik kartona tükenmez kalemle çizilmiş bu Gönül Kuşu eşsiz bir sanat ürünüdür. Ama ben onu, sadece “soyut” kavramını anlatmak için değerlendirdim. "Resim Yapmayı Öğreten Boyama Kitabı 1-2-3-4" ortaya çıkınca, yalan bitti. Kapılar kapandı. Hainler hırsızlar arsızlar yüzsüzler ibneler orospular casuslar çakallar benden korkuyor.” ( Cahit Çelik,“Gönül Kuşu” adlı yazısından)
İnsan kendini bundan daha iyi nasıl anlatır söyler misiniz?
Şimdi anladınız mı? na neden Kuşum Cahit adını taktığımı. Böylesi bir muhatap alınır mı siz söyleyin…
Şimdi birlikte Mehmet Yavuz’u okuyalım.
CAHİT ÇELİK ÜZERİNE
Mehmet Yavuz
28 Şubat 2011
Yüksel Eriş ile devrimci pratik içerisinde nasıl tanıştığımı ayrıntılarıyla anlatmaya çalıştım. Ama hayretle görüyorum ki, nasıl bir keramete sahip olduğunu bilemediğim Cahit Çelik isimli biri; yaşadığım olaya kulplar bulmaya kalkışıyor.
Behey densiz; ben yaşadığımı anlatıyorum.. İsimler veriyorum.. Saatli bomba düzeneğini Yüksel'in öğrettiğini yazıyorum... Ama sen; ilk buluşmada güven sorununun nasıl aşıldığını sorgulayıp böyle bir şeyin doğru olamayacağını iddia ediyorsun..
Yaşanan olayın ne parçası, ne de tanığısın. Ama haddin olmadığı halde ahkam kesmeyi marifet sanıyorsun..
Aslında bu sorgulamayı Engin'e iletseydin, güven olgusuyla ilgili olarak daha net bir yanıt alırdın sanıyorum.. Çünkü Engin de, bir seminerde tanıştığı İbrahim Yalçın'ı hemen eylem kadrosuna almış ve AKBANK soygununa sokmuştu..
Peki, güven sorunu nasıl aşılmıştı ?
İlk görüşte aşk, onu da mı kör etmişti ?
Neden ona can alıcı bu cazibeyi hiç sormuyorsun ?
Ben, yaşadığım süreci yazdım.
Güvenin nasıl doğduğunu anlatacak kişi Yüksel'in kendisidir ama o da aramızda yok.. Kaldı ki Yüksel; önceden güven duyularak sağlanmış bir bağlantı olmasa neden Antakya'ya gelsin ?
Yaşadığım, tanık olduğum olayları edinilen tecrübeler ışığında bugün tahlil ettiğimde; hangi tesadüflerle hayatta kaldığımızı daha iyi görüyorum..
Bugün muhatap olduğumuz tartışmalar dahi; örgütsel üst yapının aslında ne kadar sakat olduğunu bize gösteriyor.
O nedenle bilir bilmez atıp tutuyorsun...
Haa.. bir de daldan dala atlayıp duruyorsun.. Hüseyin Eriş'i de korumana aldığını, canavarların ağzından kurtardığını falan ileri sürüyorsun..
Kitaplarını satmak için Antakya'dan gelen davete balıklama atlamışsın. Hüseyin Eriş'i cepheye sürüp kendini sutre gerisine atmışsın..
Kitapların satışından gelecek paranın yarısını ona verecekmişsin... Falan filan...
Ne kadar ayıp...
Hüseyin Eriş'i hiç tanımadığım halde, hakkında öne sürdüğün bu ifadelerden rahatsız oldum.. Utandım...
Hüseyin Eriş; kendisini koruyamayacak, ifade edemeyecek kadar aciz mi ?
İnsanları, anıları, olayları sürekli olarak kendi takıntılarınıza uydurmak istiyorsunuz.
Bu takıntılardan yola çıkarak kişiler hakkında hiç bilmeden aşağılayıcı sıfatlar kullanıyorsunuz.
Evet, bunlar sizin ayıplarınız....
Bana gelince; kendimi size beğendirmek gibi bir çabam yok..
Yaşadıklarımı, tanık olduklarımı yazmaya devam edeceğim.
Siz de ayıplarınızla kalın.
KADDAFİ MÜBAREK DEĞİLDİR
Arif Işıldar
28 Şubat 2011
Tunus ve Mısır devriminin bölgede yarattığı siyasi deprem etkisi Libya’ya da sıçradı. Ancak bu etki düzeyinde kalmadı, ateş Libya’yı da sardı. Kaç günden beri Libya, tarihinin en ağır iç çatışmasını yaşıyor. Kaddafi karşıtlarının ateşlediği çatışmalar Trublus ve Bingazi gibi kentlerde can kayıplarına yol açtı. Libya lideri Muammer Kaddafi olayları kontrol altına almak için bildik şiddet yöntemlerine başvurdu. Öte yandan bu arbede de yaptığı konuşmalarda taraftarlarını devrimin değerlerine sahip çıkmak ve muhalifleri durdurmak üzere sokağa çıkmaya çağırdı. Bu çağrıya uyan taraftarlarının meydanlara çıkmasıyla çatışmaların seyri bir iç savaş havasına büründü.
Libya’nın içine sürüklendiği bu siyasal keşmekeşten nasıl kurtulacağı ve sürecin kimlerin başını yiyeceği henüz belli değil.
1969 devriminden bu yana başkanlık koltuğunda oturan Kaddafi bu badireyi atlatacak mı yoksa akıbeti Zeynel Abidin Bin Ali ve Hüsnü Mübarek’in akıbetine mi benzeyecek? Bu sorunun cevabı ilerleyen günlerde belli olacak.
Libya’da patlak veren olaylara, Tunus ve Mısır’da bir halk devrimine yol açan olaylar gibi sevinmeli miyiz? Yoksa bölgede başlangıçta halkın iradesiyle başlayan siyasal hareket giderek yön mü değiştiriyor? Mübarek rejimi ile Kaddafi iktidarını aynı kefeye koyarak vurun abalıya diyebilir miyiz? Bu ateş Suriye’yi de sararsa, alın bizden de bir bidon benzin, yaklaşımı içinde mi olacağız? Biliyoruz ki bu siyasal kasırga Suriye’yi de vurursa sadece ABD, İsrail ve işbirlikçileri değil ülkemiz de dahil birçok solcu, sosyalist bile zil takıp oynayacak. Şu ana kadar bölgede cereyan eden halk hareketi ve vuku bulan devrimlerin yanında tavır belirlemek konusunda bir çekincemiz olmadı, olamazdı da. Ancak olayların rotasının Libya gibi ülkelere yönlendirilmek istenmesi karşısında uyanık olmak ve oluşan siyasal karambolda at izi ile it izini birbirine karıştırmamak konusunda sakin ve temkinli davranmak zorundayız.
Şimdi gelelim Kaddafi Mübarek değildir söylemimize. 1969 devrimiyle başlayan Libya’nın siyasal tarihini uzun uzadıya anlatacak değiliz. Kısa birkaç not düşmekle yetinelim. Nasır hareketinin Mısır’daki başarısından sonra Libya’da harekete geçen bir grup subay kral İdris’in saltanatına son vererek o zamanlar dünyanın yükselen değeri olan sosyalizm ile İslami değerlerden harmanlanan ideolojik tez (Kaddafi’nin Yeşil Kitabı) üzerine ilerici halkçı bir yönetim ikame etti. Halkın çıkarlarıyla uyumlu bu iç politikanın dış yansımaları ise Libya’nın bölgenin siyasal dengesinde ilerici güçlerle aynı safta durması, Filistin davasına sahip çıkması ve uluslar arası düzlemde anti-emperyalist tavır geliştirmesi şeklinde somutlandı.
Suriye’nin bölge devrimci, ilerici direniş güçlerini sahiplenme konusundaki tavrı ne ise Kaddafi’nin önderliğindeki Libya’nın Kuzey Afrika ulusal-sosyal kurtuluş hareketlerini himaye etmek ve desteklemek konusundaki tavrı o olmuştur. Libya’nın bağımsız ilerici bir siyasal ülke olarak iki kutuplu dünya saflaşmasında anti-emperyalist güçlerin safında durması başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin bölgedeki hedef tahtalarından biri olmasına yetmiştir. ABD uçaklarının 1986’da Libya’yı vurması da bu hiddetin bir parçasıdır. Ancak emperyalist güçler bu saldırıyla da yetinmeyerek Kaddafi yönetimine karşı 20 yıl sürecek ağır bir ambargo başlattı. Kısacası iki kutuplu dünya saflaşmasında Libya, ABD ve müttefikleri tarafından lanetli ülkeler kategorisinde sayılan bir ülkeydi.
Ancak 90’lı yıllarda dünya güçler dengesinin değişmesiyle Libya ile Batı ülkeleri arasındaki ilişki de değişime uğradı. Artık dünya AB liderlerinden Rusya yöneticilerine kadar büyük devletlerin Kaddafi’yi çadırında ziyaret ettiği bir dünyaya doğru ilerlemekteydi. Buzlar çözülmüş, Libya’ya yönelik ambargo kaldırılmış ve zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip ülkenin pazarına balıklama dalışlar yapılmıştı. Bunun karşılığında Libya ağır bedeller ödemiş olsa da yenidünya konjonktüründe rahat bir nefes almıştı. Libya’nın bölge siyasal dengesindeki duruşunda ise kimi zaman Kaddafi’nin dengesiz ve ekstrem çıkışları olsa da negatif anlamda keskin bir dönüş yaşanmadı. Libya günümüzde de uluslar arası ilişkilerde dudak uçuklatan zikzaklar çizse de bölge siyasal dengesinde Suriye, İran ve ulusal-sosyal hareketlerin içinde yer aldığı direniş hattına tutunmaktadır.
Tabi bu sürecin bir de öteki yüzü vardır. 42 yıllık Kaddafi iktidarı yıpranmış, Yeşil Kitap teorisi ülkedeki siyasal değişime cevap vermekte yetmezliğe düşmüştür. Bunlara yönetimin bu süreçte işlediği siyasi hatalar da eklendiğinde Libya’nın ne küresel ölçekteki değişim hareketinden ne de bölgede Tunus devrimiyle başlayan demokrasi ve özgürlük tufanından kaçınması mümkündür.
Kaddafi’nin hatası varsa -ki vardır- o da ülkesini demokrasi, özgürlükler, insan hakları ve evrensel değerler istikametinde bir değişim sürecine yöneltmemiş olmasıdır. Bugün sokaklara dökülen karşıtları da ağrıyan bu elinden sıkmaya çalışmaktadır.
Muhaliflerin 69 devriminin simgesi olan bayrak yerine kral İdris döneminin bayrağını dalgalandırması oldukça düşündürücüdür. Halklardan, demokrasiden, özgürlüklerden yana olan aklı başında hiçbir beşer bölgede oluşan dalgaya kendini kaptırarak Libya’da kral İdris’e ve İran’da Şah Rıza Pehlevi dönemine ait simgelerle kendini ifade eden hareketlere olumlu yaklaşamaz.
Libya’daki muhaliflerin ve Kaddafi’nin gitmesini isteyen protestocuların tümünün kral İdris yanlısı olduğunu söylemek olayların nedenlerini hafife almak anlamına gelir. Emperyalist güçlerin bölgede patlak veren demokrasi fırtınası sarmalında kurunun yanında yeşilin de yanmasına çaba göstererek, uzun yıllardır askeri saldırılarla, ambargolarla, ithamlarla ve bir takım komplolarla dize getiremedikleri yönetimleri karambola getirip dalgaya kurban etme müdahalelerine dikkat etmek gerek. Tunus ve Mısır devriminde dış güçlerin parmağının olmaması diğer ülkelerde olmayacağı anlamına gelmiyor.
Kaddafi Mübarek değildir; buna rağmen Mübarek türü bir devrilmeyle giderse bu, tarihin bir cilvesi olacaktır. Kanlı yöntemlerle yüzlerce insanın hayatına kastedilmesi asla tasvip edilemez ve bu kınanmalıdır. Ancak Libya vahim bir iç savaş ortamına sürüklenmeden çektiği değişim sancısını çözmeyi deneyebilir.
Yönetimin de muhaliflerin de prensip olarak şiddete başvurmaması ve demokratik, özgürlükçü bir sisteme geçiş takvimi belirlenmesi, iki kutuplu dünya saflaşmasının ilerici, anti-emperyalist Libya’sına ve halkına daha çok yaraşır. Bu noktada bölge sathında Suriye’nin ağırlıklı, derinlikli, dengeli ve kararlı duruşu yanında hafife kaçan, istikrarsız ve sığ tutumunun yarattığı sorunlara ve işlediği ağır hatalara rağmen Kaddafi’nin Mübarek türü bir devrilmeyi hak ettiği söylemine katılmak güçtür.
Mübarek türü baskıcı ve bölge siyasetinde yüz kızartıcı yaklaşımların abidesi olmuş rejimlere halk zaten gereken dersi vermiştir. Ancak suç işlemek ile hata yapmak arasında fark vardır. Kaddafi hatalı yönetimler kategorisinde telakki edilmelidir. Dolayısıyla halkın, hakkında vereceği hükümde bu gerçek gözden kaçmamalıdır. Kaddafi’nin de başına gelenler toplumlar tarihinde ve siyasette zamanlamanın ne denli önemli olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Tarihsel-siyasal değişime ayak uydurma beceriksizliği Sovyetlerden Çavuşesku’ya, Saddam’dan Mübarek’e kadar birçok rejimin hayatına mal olmuştur. Şimdi de değişimsizlikten mustarip ve ölümcül hatayla malul Kaddafi sallanmaktadır.
Ancak tekrar dönüp diyeceğimiz odur ki, Libya yönetimi ve muhalefeti yanlıştan geri dönerek, demokrasinin, özgürlüklerin ve evrensel insan haklarının ikamesinde barışçıl Mısır tarzını denemelidir. Bizim ne söylediğimiz tutum takınmak anlamında bir değer taşısa da sonuçta Kaddafi hakkında asıl hükmü kendi halkı verecektir.
Özetle, Arap halklarının direnişiyle bölgede oluşan demokrasi ve özgürlük dehlizlerinde Kaddafi türü yönetimleri aratacak sürpriz gelişmelere karşı beynimizin ihtiyat bölmesini uyanık tutmalı, at izi ile it izinin birbirine karışabileceği karambol olaylara kendimizi kaptırmadan bölge halklarının demokratik siyasal değişim sürecini ilerici, devrimci değerler ekseninde şekillendirmesi yönünde ihya edici pozisyonlar almalıyız
28 Şubat 2011
Tunus ve Mısır devriminin bölgede yarattığı siyasi deprem etkisi Libya’ya da sıçradı. Ancak bu etki düzeyinde kalmadı, ateş Libya’yı da sardı. Kaç günden beri Libya, tarihinin en ağır iç çatışmasını yaşıyor. Kaddafi karşıtlarının ateşlediği çatışmalar Trublus ve Bingazi gibi kentlerde can kayıplarına yol açtı. Libya lideri Muammer Kaddafi olayları kontrol altına almak için bildik şiddet yöntemlerine başvurdu. Öte yandan bu arbede de yaptığı konuşmalarda taraftarlarını devrimin değerlerine sahip çıkmak ve muhalifleri durdurmak üzere sokağa çıkmaya çağırdı. Bu çağrıya uyan taraftarlarının meydanlara çıkmasıyla çatışmaların seyri bir iç savaş havasına büründü.
Libya’nın içine sürüklendiği bu siyasal keşmekeşten nasıl kurtulacağı ve sürecin kimlerin başını yiyeceği henüz belli değil.
1969 devriminden bu yana başkanlık koltuğunda oturan Kaddafi bu badireyi atlatacak mı yoksa akıbeti Zeynel Abidin Bin Ali ve Hüsnü Mübarek’in akıbetine mi benzeyecek? Bu sorunun cevabı ilerleyen günlerde belli olacak.
Libya’da patlak veren olaylara, Tunus ve Mısır’da bir halk devrimine yol açan olaylar gibi sevinmeli miyiz? Yoksa bölgede başlangıçta halkın iradesiyle başlayan siyasal hareket giderek yön mü değiştiriyor? Mübarek rejimi ile Kaddafi iktidarını aynı kefeye koyarak vurun abalıya diyebilir miyiz? Bu ateş Suriye’yi de sararsa, alın bizden de bir bidon benzin, yaklaşımı içinde mi olacağız? Biliyoruz ki bu siyasal kasırga Suriye’yi de vurursa sadece ABD, İsrail ve işbirlikçileri değil ülkemiz de dahil birçok solcu, sosyalist bile zil takıp oynayacak. Şu ana kadar bölgede cereyan eden halk hareketi ve vuku bulan devrimlerin yanında tavır belirlemek konusunda bir çekincemiz olmadı, olamazdı da. Ancak olayların rotasının Libya gibi ülkelere yönlendirilmek istenmesi karşısında uyanık olmak ve oluşan siyasal karambolda at izi ile it izini birbirine karıştırmamak konusunda sakin ve temkinli davranmak zorundayız.
Şimdi gelelim Kaddafi Mübarek değildir söylemimize. 1969 devrimiyle başlayan Libya’nın siyasal tarihini uzun uzadıya anlatacak değiliz. Kısa birkaç not düşmekle yetinelim. Nasır hareketinin Mısır’daki başarısından sonra Libya’da harekete geçen bir grup subay kral İdris’in saltanatına son vererek o zamanlar dünyanın yükselen değeri olan sosyalizm ile İslami değerlerden harmanlanan ideolojik tez (Kaddafi’nin Yeşil Kitabı) üzerine ilerici halkçı bir yönetim ikame etti. Halkın çıkarlarıyla uyumlu bu iç politikanın dış yansımaları ise Libya’nın bölgenin siyasal dengesinde ilerici güçlerle aynı safta durması, Filistin davasına sahip çıkması ve uluslar arası düzlemde anti-emperyalist tavır geliştirmesi şeklinde somutlandı.
Suriye’nin bölge devrimci, ilerici direniş güçlerini sahiplenme konusundaki tavrı ne ise Kaddafi’nin önderliğindeki Libya’nın Kuzey Afrika ulusal-sosyal kurtuluş hareketlerini himaye etmek ve desteklemek konusundaki tavrı o olmuştur. Libya’nın bağımsız ilerici bir siyasal ülke olarak iki kutuplu dünya saflaşmasında anti-emperyalist güçlerin safında durması başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin bölgedeki hedef tahtalarından biri olmasına yetmiştir. ABD uçaklarının 1986’da Libya’yı vurması da bu hiddetin bir parçasıdır. Ancak emperyalist güçler bu saldırıyla da yetinmeyerek Kaddafi yönetimine karşı 20 yıl sürecek ağır bir ambargo başlattı. Kısacası iki kutuplu dünya saflaşmasında Libya, ABD ve müttefikleri tarafından lanetli ülkeler kategorisinde sayılan bir ülkeydi.
Ancak 90’lı yıllarda dünya güçler dengesinin değişmesiyle Libya ile Batı ülkeleri arasındaki ilişki de değişime uğradı. Artık dünya AB liderlerinden Rusya yöneticilerine kadar büyük devletlerin Kaddafi’yi çadırında ziyaret ettiği bir dünyaya doğru ilerlemekteydi. Buzlar çözülmüş, Libya’ya yönelik ambargo kaldırılmış ve zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip ülkenin pazarına balıklama dalışlar yapılmıştı. Bunun karşılığında Libya ağır bedeller ödemiş olsa da yenidünya konjonktüründe rahat bir nefes almıştı. Libya’nın bölge siyasal dengesindeki duruşunda ise kimi zaman Kaddafi’nin dengesiz ve ekstrem çıkışları olsa da negatif anlamda keskin bir dönüş yaşanmadı. Libya günümüzde de uluslar arası ilişkilerde dudak uçuklatan zikzaklar çizse de bölge siyasal dengesinde Suriye, İran ve ulusal-sosyal hareketlerin içinde yer aldığı direniş hattına tutunmaktadır.
Tabi bu sürecin bir de öteki yüzü vardır. 42 yıllık Kaddafi iktidarı yıpranmış, Yeşil Kitap teorisi ülkedeki siyasal değişime cevap vermekte yetmezliğe düşmüştür. Bunlara yönetimin bu süreçte işlediği siyasi hatalar da eklendiğinde Libya’nın ne küresel ölçekteki değişim hareketinden ne de bölgede Tunus devrimiyle başlayan demokrasi ve özgürlük tufanından kaçınması mümkündür.
Kaddafi’nin hatası varsa -ki vardır- o da ülkesini demokrasi, özgürlükler, insan hakları ve evrensel değerler istikametinde bir değişim sürecine yöneltmemiş olmasıdır. Bugün sokaklara dökülen karşıtları da ağrıyan bu elinden sıkmaya çalışmaktadır.
Muhaliflerin 69 devriminin simgesi olan bayrak yerine kral İdris döneminin bayrağını dalgalandırması oldukça düşündürücüdür. Halklardan, demokrasiden, özgürlüklerden yana olan aklı başında hiçbir beşer bölgede oluşan dalgaya kendini kaptırarak Libya’da kral İdris’e ve İran’da Şah Rıza Pehlevi dönemine ait simgelerle kendini ifade eden hareketlere olumlu yaklaşamaz.
Libya’daki muhaliflerin ve Kaddafi’nin gitmesini isteyen protestocuların tümünün kral İdris yanlısı olduğunu söylemek olayların nedenlerini hafife almak anlamına gelir. Emperyalist güçlerin bölgede patlak veren demokrasi fırtınası sarmalında kurunun yanında yeşilin de yanmasına çaba göstererek, uzun yıllardır askeri saldırılarla, ambargolarla, ithamlarla ve bir takım komplolarla dize getiremedikleri yönetimleri karambola getirip dalgaya kurban etme müdahalelerine dikkat etmek gerek. Tunus ve Mısır devriminde dış güçlerin parmağının olmaması diğer ülkelerde olmayacağı anlamına gelmiyor.
Kaddafi Mübarek değildir; buna rağmen Mübarek türü bir devrilmeyle giderse bu, tarihin bir cilvesi olacaktır. Kanlı yöntemlerle yüzlerce insanın hayatına kastedilmesi asla tasvip edilemez ve bu kınanmalıdır. Ancak Libya vahim bir iç savaş ortamına sürüklenmeden çektiği değişim sancısını çözmeyi deneyebilir.
Yönetimin de muhaliflerin de prensip olarak şiddete başvurmaması ve demokratik, özgürlükçü bir sisteme geçiş takvimi belirlenmesi, iki kutuplu dünya saflaşmasının ilerici, anti-emperyalist Libya’sına ve halkına daha çok yaraşır. Bu noktada bölge sathında Suriye’nin ağırlıklı, derinlikli, dengeli ve kararlı duruşu yanında hafife kaçan, istikrarsız ve sığ tutumunun yarattığı sorunlara ve işlediği ağır hatalara rağmen Kaddafi’nin Mübarek türü bir devrilmeyi hak ettiği söylemine katılmak güçtür.
Mübarek türü baskıcı ve bölge siyasetinde yüz kızartıcı yaklaşımların abidesi olmuş rejimlere halk zaten gereken dersi vermiştir. Ancak suç işlemek ile hata yapmak arasında fark vardır. Kaddafi hatalı yönetimler kategorisinde telakki edilmelidir. Dolayısıyla halkın, hakkında vereceği hükümde bu gerçek gözden kaçmamalıdır. Kaddafi’nin de başına gelenler toplumlar tarihinde ve siyasette zamanlamanın ne denli önemli olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Tarihsel-siyasal değişime ayak uydurma beceriksizliği Sovyetlerden Çavuşesku’ya, Saddam’dan Mübarek’e kadar birçok rejimin hayatına mal olmuştur. Şimdi de değişimsizlikten mustarip ve ölümcül hatayla malul Kaddafi sallanmaktadır.
Ancak tekrar dönüp diyeceğimiz odur ki, Libya yönetimi ve muhalefeti yanlıştan geri dönerek, demokrasinin, özgürlüklerin ve evrensel insan haklarının ikamesinde barışçıl Mısır tarzını denemelidir. Bizim ne söylediğimiz tutum takınmak anlamında bir değer taşısa da sonuçta Kaddafi hakkında asıl hükmü kendi halkı verecektir.
Özetle, Arap halklarının direnişiyle bölgede oluşan demokrasi ve özgürlük dehlizlerinde Kaddafi türü yönetimleri aratacak sürpriz gelişmelere karşı beynimizin ihtiyat bölmesini uyanık tutmalı, at izi ile it izinin birbirine karışabileceği karambol olaylara kendimizi kaptırmadan bölge halklarının demokratik siyasal değişim sürecini ilerici, devrimci değerler ekseninde şekillendirmesi yönünde ihya edici pozisyonlar almalıyız
DIŞARDA DEMOKRAT – ÜLKESİNDE ŞAHİN
Hasip Yiğitoğlu
28 Şubat 2011
21.yüzyılın,toplumsal-sosyal-siyasal entelektüel tarihsel kültürünün,ekonomik olarak sosyal ve adil paylaşım,siyasi olarak ta,demokrasi ve özgürlük talepleri temelinde olacağı, Arap dünyasında yaşanan devrimci durumun ortaya çıkarttığı ortak duygu ve düşüncenin, insanlığa bıraktığı etkilerden net olarak anlaşılmaktadır.
Bu durumu dünyanın her noktasında yaşayan toplumların desteğine ve saygınlığına bakarak anlamak mümkündür.
Yaşanan devrimlerle ilgili olarak ta söylenecek en anlamlı şey, DANTE’nin dediği gibi SEN YOLUNDA YÜRÜ, BIRAK NE DERSE DESİNLER.
Zaten, Tunus’ta devrimden sonra devrimci halktan yeterli referans alamayan yeni hükümetin istifa etmek zorunda kalması, devrimin kendi mecrasını bulacağının ipuçlarını veriyor.
Devrimin düşünce algısına gelince, tarihsel ve nitelik olarak güncel beklentilerle örtüştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Bundan dolayıdır ki, değişim bütün olarak mazlum halklar açısından özgürlük, demokrasi, adalet talepleri serpilerek devam etmektedir.
Şimdi ani olarak ortaya çıkan devrim durumunun genel anlamda, siyaset mekanizmasının ideolojik farklılıklarından dolayı ortaya çıkan,çok yönlü beklentilerin spekülasyonlara neden olacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
Birçok şey yazılıp, çizilecek elbette. Yeni bir devrim algısı ortaya çıkmıştır çünkü.
Bu nedenle yeni durumun tartışmalara neden olmasını tarihsel dinamiklerin gelişimi yönünden,nesnel ve doğru bir algı olarak kabul etmeliyiz.
Bu anlamda, devrimin yaslanacağı ekonomik,sosyal ve siyasi zihin kanallarının belirsizliği konusunun abartılarak,yalnızca komplo teorilerine yorumlamak, zamanın güncel geleneğinden fazla şeyler istemek gibi sakıncaları da dikkate almak lazım.
Böylece,19.ve 20.yüzyıl geleneğinden farklılık gösteren bu devrim algısının anlaşılması, yaşananları diyalektik nedenler ve tarihsel süreç yönünden iyi irdelenmesi gerekiyor.
Çağın ve dönemin gerekleri iyi anlaşılmadan,tarihsel olarak siyasetin nereye gideceği doğru anlaşılamaz. Esasında yeni devrimlerin aniden yaşanmasının getirdiği şaşkınlık bundandır.
Diğer bir anlatımla,klasik olarak geçmişte siyasi partilerin, sendikaların, derneklerin halkın örgütlenme ve reaksiyonları konusunda ki inisiyatifinin belirleyiciliği,sosyal iletişim sitelerinin inisiyatifinin gerisinde kaldığının hesabı yapılamamış ,iyi anlaşılamamıştır.
İnsanları mobilize etmede facebook, twitter gibi sosyal iletişim siteleri belirleyici olmuştur.
Bu durum iyi irdelenebilir se, güncel beklentiler konusunda devrimci halk bağlaşıklarının müşterek akıl etrafında rahatlıkla toplanabileceklerini görebiliriz.
Şimdi dünya Libya’ya kenetlenmiş.
Kaddafi’nin intiharı,kendi ipini çekmesi an meselesidir.
Halkına karşı işlediği suçların vebalının ağırlığının yarattığı ruh travmasını taşıyamayacağını söylemek kehanet olmayacaktır.
Zaten,yargılanacağı mahkeme hazırlıklara başlamış bile.
Libya’da halkın parasıyla alınan silah ve uçakların, halka ölümcül bir şekilde nasıl döndüğünü televizyon ekranlarından seyrederken, ülkemizde yaşananları anımsatmıyor mu ?
Türk Tabipler Birliğinin son günlerde toplu mezarlar konusunda yaptığı açıklamalar, Libya’daki katliamdan daha ibret verici bir durumdur.
150 civarında toplu mezar. Sayıları binlerle ifade edilen toplu öldürmeler.
Kendi toprağı eşelendikçe toplu mezarlarından çıkan insan kemiklerinin acılarını hissetmeyen zihniyetlerin başkalarına yönelik gözyaşları, TİMSAH GÖZYAŞLARINDAN BAŞKA BİR ŞEY OLABİLİR Mİ ?
Onlarca kez Abdullah Öcalan’la görüşmeler yapılmasına karşın, PKK nın ateş kes çağrısına kulak tıkayanlar,gözünüz aydın ! PKK tek taraflı ateş kes ilanını geri almıştır şimdi.
Bölgede faaliyet gösteren STK larının tüm çağrılarına rağmen, hükümetin hiçbir adım atmaması, gelecekte yaşanacak trajedinin vebalını nasıl taşıyacaklardır,doğrusu anlaşılması zor bir durumdur.
Gelecekte yaşanacakların sonuçlarını tahmin etmek hiçte zor değil. Bu senaryo ,onlarca yıl uygulanıyor zaten.
Anlaşılıyor ki,Ortadoğu’da yaşananlardan hiç ibret alınmak istenmemektedir.
Dışarıda demokrat,popülist söylemleriyle meşhur,sayın başbakanın ateşkesi anlayamamış olmasını neye yorumlamak lazım.
hasipyigitoglu@hotmail.com
28 Şubat 2011
21.yüzyılın,toplumsal-sosyal-siyasal entelektüel tarihsel kültürünün,ekonomik olarak sosyal ve adil paylaşım,siyasi olarak ta,demokrasi ve özgürlük talepleri temelinde olacağı, Arap dünyasında yaşanan devrimci durumun ortaya çıkarttığı ortak duygu ve düşüncenin, insanlığa bıraktığı etkilerden net olarak anlaşılmaktadır.
Bu durumu dünyanın her noktasında yaşayan toplumların desteğine ve saygınlığına bakarak anlamak mümkündür.
Yaşanan devrimlerle ilgili olarak ta söylenecek en anlamlı şey, DANTE’nin dediği gibi SEN YOLUNDA YÜRÜ, BIRAK NE DERSE DESİNLER.
Zaten, Tunus’ta devrimden sonra devrimci halktan yeterli referans alamayan yeni hükümetin istifa etmek zorunda kalması, devrimin kendi mecrasını bulacağının ipuçlarını veriyor.
Devrimin düşünce algısına gelince, tarihsel ve nitelik olarak güncel beklentilerle örtüştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Bundan dolayıdır ki, değişim bütün olarak mazlum halklar açısından özgürlük, demokrasi, adalet talepleri serpilerek devam etmektedir.
Şimdi ani olarak ortaya çıkan devrim durumunun genel anlamda, siyaset mekanizmasının ideolojik farklılıklarından dolayı ortaya çıkan,çok yönlü beklentilerin spekülasyonlara neden olacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
Birçok şey yazılıp, çizilecek elbette. Yeni bir devrim algısı ortaya çıkmıştır çünkü.
Bu nedenle yeni durumun tartışmalara neden olmasını tarihsel dinamiklerin gelişimi yönünden,nesnel ve doğru bir algı olarak kabul etmeliyiz.
Bu anlamda, devrimin yaslanacağı ekonomik,sosyal ve siyasi zihin kanallarının belirsizliği konusunun abartılarak,yalnızca komplo teorilerine yorumlamak, zamanın güncel geleneğinden fazla şeyler istemek gibi sakıncaları da dikkate almak lazım.
Böylece,19.ve 20.yüzyıl geleneğinden farklılık gösteren bu devrim algısının anlaşılması, yaşananları diyalektik nedenler ve tarihsel süreç yönünden iyi irdelenmesi gerekiyor.
Çağın ve dönemin gerekleri iyi anlaşılmadan,tarihsel olarak siyasetin nereye gideceği doğru anlaşılamaz. Esasında yeni devrimlerin aniden yaşanmasının getirdiği şaşkınlık bundandır.
Diğer bir anlatımla,klasik olarak geçmişte siyasi partilerin, sendikaların, derneklerin halkın örgütlenme ve reaksiyonları konusunda ki inisiyatifinin belirleyiciliği,sosyal iletişim sitelerinin inisiyatifinin gerisinde kaldığının hesabı yapılamamış ,iyi anlaşılamamıştır.
İnsanları mobilize etmede facebook, twitter gibi sosyal iletişim siteleri belirleyici olmuştur.
Bu durum iyi irdelenebilir se, güncel beklentiler konusunda devrimci halk bağlaşıklarının müşterek akıl etrafında rahatlıkla toplanabileceklerini görebiliriz.
Şimdi dünya Libya’ya kenetlenmiş.
Kaddafi’nin intiharı,kendi ipini çekmesi an meselesidir.
Halkına karşı işlediği suçların vebalının ağırlığının yarattığı ruh travmasını taşıyamayacağını söylemek kehanet olmayacaktır.
Zaten,yargılanacağı mahkeme hazırlıklara başlamış bile.
Libya’da halkın parasıyla alınan silah ve uçakların, halka ölümcül bir şekilde nasıl döndüğünü televizyon ekranlarından seyrederken, ülkemizde yaşananları anımsatmıyor mu ?
Türk Tabipler Birliğinin son günlerde toplu mezarlar konusunda yaptığı açıklamalar, Libya’daki katliamdan daha ibret verici bir durumdur.
150 civarında toplu mezar. Sayıları binlerle ifade edilen toplu öldürmeler.
Kendi toprağı eşelendikçe toplu mezarlarından çıkan insan kemiklerinin acılarını hissetmeyen zihniyetlerin başkalarına yönelik gözyaşları, TİMSAH GÖZYAŞLARINDAN BAŞKA BİR ŞEY OLABİLİR Mİ ?
Onlarca kez Abdullah Öcalan’la görüşmeler yapılmasına karşın, PKK nın ateş kes çağrısına kulak tıkayanlar,gözünüz aydın ! PKK tek taraflı ateş kes ilanını geri almıştır şimdi.
Bölgede faaliyet gösteren STK larının tüm çağrılarına rağmen, hükümetin hiçbir adım atmaması, gelecekte yaşanacak trajedinin vebalını nasıl taşıyacaklardır,doğrusu anlaşılması zor bir durumdur.
Gelecekte yaşanacakların sonuçlarını tahmin etmek hiçte zor değil. Bu senaryo ,onlarca yıl uygulanıyor zaten.
Anlaşılıyor ki,Ortadoğu’da yaşananlardan hiç ibret alınmak istenmemektedir.
Dışarıda demokrat,popülist söylemleriyle meşhur,sayın başbakanın ateşkesi anlayamamış olmasını neye yorumlamak lazım.
hasipyigitoglu@hotmail.com
27 Şubat 2011 Pazar
ARAPLARIN “KELEBEK ETKİSİ”
Mihrac Ural
26 Şubat 2001
Araplar tarihlerinin hiçbir döneminde bu kadar söz birliği içinde olmadılar. Arap ulusu da Filistin davası hariç, tarihinin hiçbir döneminde böylesine ortak duygu ve düşünce performansı göstermedi. Kendi adıma Arapların tek ulus oldukları yönünde ciddi kaygılarımın olduğu dönemler yaşadığımı söylemeliyim. Ancak, yönetimler ile halkın eğilimleri arasındaki farkı gördükçe, temel konularda halkın yönetimlerinden çok daha ilerde ortak tutum takındıklarını gördükçe, bu ulusun farklı devletlere bölünmüş olsa da bir ulus ortak hareket yeteneğini yitirmediği görülmektedir. Bu ortak davranış, bölgeyi ortak yarar yönünde bir bütün olarak harekete yönlendirmektedir.
Atlas okyanusundan Körfeze kadar, bu dev alanda yaşayan yüz milyonlarca insanın ortaya koyduğu bu ortak hareket yeteneği, dalgalar halinde çevresini de etkileyerek ilerleyeceğini belirtmek yanlış olmayacaktır.
ARAPLARIN SON YÜZYILI
Bölgemizde bu büyük kaynamayı farklı tarihi köklere bağlayabiliriz. Ele alacağımız konunun verilerine bağlı olarak bu kökler farklı olabilir. Bu günün konusuyla ilgili olarak, bu tarihi I. Dünya savaşının kapanmamış dosyalarından başlatmak, gerçeğe en yakın olandır. Arapları 22 devlete ayıran Emperyalistler, yüz yıldır da bu ulusun yer altı ve yer üstü servetlerini mümkün olan en kaba şekilde sömürüp durdular. Bunun için de birbirine kanlı bıçaklı hale getirerek inanılmaz bir insan kıyımı gerçekleştirdiler. İkinci dün ya savaşı ardından yeni sömürgeci yöntemlerle de bağımsızlık verdikleri bu ülkeleri sömürmeye devam ettiler. 400 yıllık Osmanlı hükmünün karanlık ortaçağı, güç uygarlıklarına yerini terk ederken, bu topraklarda özgür yaşamayı amaçlayan Arap halkı kabile yaşamından henüz çıkmamış haliyle dar çıkarlar uğuruna diktatörlüklerin, krallıkların esareti altında tutsak kaldılar. 20. Yüzyılın başlarında Sevra el Arabiya el Kubra (Büyük Arap Devrimi) ile yönelmek istedikleri toplumsal hamlenin önü kesilince yüz yıllık esarette başlamış oldu.
20.yy ortalarından itibaren gelişen Arap ulusçu hareketleri sistemsiz sistemleriyle, Sovyet yanlısı duruşlar sergilemelerine karşın, ülkeleri ve halkları için dengeli bir düzeneğe geçemediler. Batının baskıları arttıkça onlarla bin bir bağla bağlanmaya, ulusal davalarda kararsızlıklar yaşamaya yöneldiler. Uzun süren hükümranlıkları, iktidar olmanın rahatlığını ve bunun ardından çevreleriyle palazlanan yolsuzluk süreçlerini derinleştirmeye başladı. Bu aynı zamanda diktatörlük rejimi olarak şekillenmeye başlayan, iç siyasal reformları ihmal eden, servetlerin adil dağılımını hesaba katmayan, sorun çıkınca da ulusal dava adına büyük sloganlarla içteki tıkanmaları örten tutumlar geliştirmeye yöneldiler.
Siyasal çoğunluğu sindirmeyen, hak ve özgürlüklere yasak koyan diktatörler, istihbarat teşkilatlarının korkunç baskıları altında ülkenin siyasal bilincini körelttiler. Şekilden ibaret patiler, mezarlığa dönmüş siyasal sahada halka sunacakları bir programa üretemediler, yeni kuşağın sözcülüğü için evrensel ölçekteki gelişmeleri algılama durumunda olamadılar. Çeyrek asır içinde, bu yönetimlerin tümü birer diktatörlük haline geldiler. Irak’ta Saddam, Tunus’ta Bin Ali, Libya’da Kaddafi, Yemen’de Ali Abdullah Salih, Mısır’da Mübarek gibi örnekler 21. Yüzyılın taşınmaz birer kamburu oldular.
20. Yüzyılın başında Araplar, ulusal kurtuluş için çok önemli bir başlangıç yapmaya yöneldiler. Bu duruşlarıyla o çağın ulusal kurtuluş hareketlerinin fitilini de ateşlemiş oldular. Ancak, Bir ortaçağ sömürgeciliğinden kurtulurken bir başkasının yemi oldular. Osmanlıdan İngiliz, Fransız sömürgeciliğine el değiştirdiler.
Tarihte uluslaşma süreci geç kalmış her ulusun başına gelen felaketle yüz yüze kaldılar. Bağımsız devlet kuramayanlar, 20. Yüzyılın ortalarında ulusçu hür subayların darbeleriyle bu süreci tamamlamaya mahkum oldular. Ulusçu hareketler tarihin bir zorunlu dönemeci olarak Arap halkının önüne çıktı. Önemli adımlar ve gelişmeler kat ettiler. Bağımsız olmayı, yer altı ve üstü servetlerine sahip çıkmayı, kültürel farklılıklarıyla gelişmeyi bu süreç sağladı. İçte ise ekonomik açıdan elle tutulur büyük girişimlerde yaptıkları yadsınmaz. Ancak bu süreç darbecileri birer diktatör, her şeyi kendisinin yarattığına inanan kas katı bir akıl algısını da beraberinde getirmiş oldu. Bu süreç aynı zamanda, kimi Arap ülkelerinde şu ya da bu şekilde var olan siyasal çoğulculuk geleneğini de alıp götürdü.
SONUN BAŞLANGICI
İnsanlık ulus aileleri topluluğunun en zengini olan Araplar, uluslaşma süreçlerini dünya güçler dengesinin labirentleri arasında bir uydu olmaktan öteye geçemeyen rolleriyle (Nasır Mısır’ın bağlantısız ülkeler topluluğundaki konumu nispeten farklı olsa da) bu zenginliği toplumsal adalet ölçüleriyle paylaşma durumunda olamadılar. Her defasında kullanılmadan çürüyüp yenileştirilen, tek atım yapmamış dev askeri tersaneleriyle, hayali düşmana karşı süreklilik arz eden silahlanmalarıyla emperyalist silah tekellerinin en uygun müşteri tipini oluşturdular. Bu silahlanma Libya örneğinde tanık olduğumuz gibi sonunda kendi halkına karşı da dönebilecek bir biçim aldı. Ayrıca, teknik donanım yetersizliğinden dolayı da petrol gibi kaynaklarını emperyalist tekellere teslim eden Arap yönetimleri, uluslaşma sürecinde başlattıkları olumlu adımların sonunda birer diktatörlük rejimi, birer aile holdingi haline geldiler.
Buna “temdit ve tevris” işi (Başkanlık süresini uzatma ve miras olarak aileden birine bırakma) eklenince olumlu olumsuz bu sürecin tüm verileri, ikame edilmek istenen diktatörlük rejiminin sürekliliğiyle ilgili olduğu anlaşıldı. Toplum psikolojisi bu yönde çalışmaya yönelince artık her veri bu algının köşe taşı görevi görerek tepki birikimlerine enerji taşıyan bir kaynağa dönüşmüş olur. Arap ülkelerinde de olan budur.
Çeyrek asır ve ötesi hüküm süren ve bu süreçte katılaştıkça halkından kopan yönetimler, Filistin gibi büyük ulusal davalarda ortaya sergiledikleri içler acısı tutum, her gelişmede çirkin yüzünü gösterdikçe ( İsrail’in Lübnan’a 1982 ve 2006’da yönelttiği ölüm ve yıkım savaşları, Gazze’ye yönelik 27 Aralık 2008 savaşı ve ölüm abargosu), silahlanma çabalarının da ülke servetlerinin de şahsi çıkarlar ve şaşkın harcamalara heder edildiği ortaya çıkmış oluyordu. İsrail’in Gazze saldırısı ve Mısır’da Mübarek diktatörlüğünün ortaya koyduğu tutum, bunun arkasında gizli açık duran diğer Arap ülkelerinin tutumları, bu süreci yakından izleyen tüm siyasi çevrelerin tespit ettikleri gibi, sonun başlangıcı olan bir rol oynadı.
Bir anda her şey anlamsızlaştı. Yarım asırdır süren, uluslaşma sürecinin tüm genetik dokularını belirleyen ve Arapların tek ulus olduğu algılarına güç verip onu besleyen değerler, bu yönetimlerin eli altında bir anda paçavraya döndü. Bu da örtülmez bir durum oluşturdu. Tüm değerler bir anda anlamsızlaşıp, ödenen bedeller bir aldatmacanın uzantısı olduğu anlaşılınca, katlanılmaya değer hiçbir şey kalmadı. Arap halkı üzerine ölü toprağı serili olduğu mezarlığından ayağa kalkarak insanlık ailesinin duyarlı ve bir o kadar uygar halkı olarak kendi özgürlük ve demokrasi talebi için diktatörlükleri bir bir yıkmaya başladı.
Bu durum Arap ülkelerinin tümünde, bir anda, bir duygu ortaklığı olarak ortaya çıkan ( Arapların tek ulus oldukları gerçeğinin en önemli belirtilerinden biri de bu davranış birliğidir) ve yarım asırlık sistemleriyle cesurca yüzleşmeyi hedef alan uygar çağdaş bir sorgulamaya yöneltti. Bu sorgunun demokrasi ve özgürlük noktasından başlaması da eşyanın doğasına en uygun olanıydı. Sonrası her şeyin tek tek sorgulanacağı bir sürecin işi olacaktı.
TUNUS’TA BAŞLADI NEREDE BİTECEK?
Tunus’un “Yasemin Devrimi”, önceden tahmin edilmeyen en zayıf halkanın kopmasıyla yarım asırdır biriken, halka karşı çeyrek asırdır tüm çirkinliğiyle bir diktatörlük olarak dayatılan siyasal yapılara karşı ayaklanmalar başladı. Domino taşı etkisi esprisi doğrudur. Bunu Arap ülkeleri açısından bu espriyle açıklamak da yerindedir. Ancak Arap halkının ortaya koyduğu devrimci yükseliş, tüm insanlık için bir kelebek etkisi yaratacaktır demek yanlış değildir.
Edward N.Lorenz’in ünlü Rastlantı ve Kaos kitabında dile getirdiği “Kelebek Etkisi” tezinde; “bir kelebeğin kanat çarpmaları bile belli bir süre sonra atmosferin durumunu tümüyle değiştirebilir” diyor. Benzer bir söylemle Mevlana “Bir sineğin kanadını oynatması, Arş-ı rahman’ı titretir” diyor. Arap halkının ortaya koyduğu bu enerjinin, dalgalar halinde daha da geniş bir alana yayılacağını kestirmek zor değildir.
Bunun çok ötesinde, bir ulusun farklı devletler altında da olsa, davranış birliğini, aynı türden yönetimlere karşı ortaya koyması olarak gündeme gelen bu ayaklanmalar sadece Arap sahasında kalmayacaktır. Bunun kelebek etkisiyle dünyanın birçok kıtasına da yayılacağı üzerine siyasal yorumcular hemfikirdir.
Tunus’ta başlayan özgürlük ve demokrasi mücadelesi, Arap sahasında kalmayacaktır. İhtiyaç duyan tüm insanlığı bir yol haritası olan bu ayaklanmalar 21. Yüzyılın temel toplumsal mücadele karakteristiğini oluşturmuş bulunmaktadır. Bu devrimler, devlet yıkıp, çözme fiziksel tasfiyelerle yeniyi kurma girişimi değildir. Dev kitlesel basıncın etkisiyle, her şeyi daha adil paylaşmak, daha çok özgürlük ve demokrasi için yönlendirmek üzere ortaya çıkmıştır. Bu açıdan örgütsüz, lidersiz ve barışçıl yöntemleri temel almıştır. Libya’da olduğu gibi ise şiddete başvuran diktatörlüğe karşı elde olanla direnmekten çekinmemiştir.
SON TABLO
Arap halkı mücadelesi hızla yayılma gösteriyor. Bir iki ülke dışında tüm Arap ülkelere tam bir kızılca kıyamet içinde. Eli kulağında bekleyen ülkeler ve gelişmelerden hiç etkilenmeyen ülkeler de bulunmaktadır. Bu gelişmelerin etkilemediğine tanıklık ettiğimiz ülkelerle ilgi yazımı kısa sürede okurla paylaşacağım; bu ülkelerin böylesini bir dönemde sesiz kalmasının altında yatan gerçekçi nedenleri tarihsel süreçleriyle siyasi ve sosyal yapılarıyla irdelememiz gerekecek.
Bu ülkeler için, sağda solda sallama yöntemlerle, malum Ortadoğu uzmanları edasıyla konuşmalar yaprak, okura doğru bilgi vermenin imkanı yoktur. Verilen bilgilerin daha çok duygusal zeminde olmaktadır. Kendini devrim lideri gören kim olduğu belirsiz kişilerin çağrı yapmaları ve sonuç almayanıca da kara mizah gibi “halk, Türk TV dizilerini izliyor bu nedenle ayaklanmayı erteliyorlar” deme aptallığı göstermeleri ya da “8 Mart, olmasa 17 Nisan’da ayaklanma olabilir” türünden kahve fincanı falcılarını andıran atmasyonları hiçbir şeyi izah etme kabiliyetinde olamaz.
Her şeyin gerçekçi bir nedeni bulunmaktadır. Bunların ortaya konması ve halka bu zemlinde bilgi aktarılması gerek. Gelecek yazımda bunlara tek tek değineceğim.
Bu haftaki gelişmeleri başlıklar altında kısaca belirtecek olursak, şu önemli gerçeği tespit etmemiz zor olmayacaktır. Tunus ve Mısır devrimleri ilk aşamasını tamamlayan bu devrimler oldukça sağlıklı reflekslerle gerçekçi dönüşümler için baskılarını kararlı ve ısrarlıca sürdürmekte oldukları gözlemlenmektedir. Arap halkının insanlığa armağan edeceği özgürlük ve demokrasi dersleri arasında en önemli nokta da tas tamam budur; ayağa kalkmak ve diktatörü alaşağı etmek yetmiyor, bu devrimin birinci aşamasıdır ancak ikinci ve daha önemli aşaması var onu tamamlamak gerek. İşte Mısır ve Tunus halkı bu kararlılığı göstermeye devam ediyor.
21. yüzyıl devrim algısını kavramamış kimi sol çevreler Tunus, Mısır ve diğer Arap ülkelerinde ayağa kalmış olan halkın gerçekleştiği başarıları anlayamıyor. 19. Ve 20. Yüzyıl devrimleri gibi darbeci girişimler görmek istiyor, devrimi öyle sanmış onu bekliyor. Tarihsel devrimleri ve bunun için gerekli daha çok özgürlük ve demokrasi mücadelelerini algılayamıyorlar, bir yere oturtamıyorlar. Kim bilir kimi kafalar da bunu gerici halk girişimi olarak da yorumluyor olabilir. Bu algıların ilericilikle, devrimcilikle halkın hak ve taleplerinden yana olmakla uzak yakın bir ilişiği yoktur. Her şeyiyle yanlış yorumladıkları “Marksist-Leninist devrim” beklentisinde olan kimi sol çevrelerin bu dünyada yaşadıklarını kanıtlayacak hiçbir verileri, halka dayanan hiç bir algıları olmadığı kesindir. Bölgenin bu ölçekteki gelişmesine bu ölçekte duyarsız olanların siyasetle de ilgileri olduğunu iddia etmeleri boş bir gevezeliktir. İnançlı çevrelerin gösterdikleri refleks, solun halka ilişkisinde düştüğü tıkanmayı da yeterince açıklamaktadır.
MISIR
Dün Mısır devrimi ikinci ayına girmişti (25 Ocak – 25 Şubat 2011). Artık gün saymayacağız. 25 Şubata 2011 Cuma günü, bir kez daha milyonlar Tahrir meydanına toplanarak. Devrim kazanımlarının eritilmek istendiğini, Askeri Konseyin oyalamalarına müsaade etmeyeceklerini, Mübarek’in Ahmet şefik başkanlığında atadığı hükümetin yeni yamalarla revize edilip yoluna devam edişinin ret edildiğini haykırdılar.
Diktatörlük artığı devletin hiçbir kurum ve kadrosunun değişmediğini, diktatörlük rejiminin tek egemeni olan Demokratik Vatan Partisi üyesi valilerin tüm illerde hala görev başında oldukları, emniyet teşkilatında hiçbir şeyin değişmediği zulüm aygıtının olduğu gibi sistem ve kurumsal olarak sürmeye devam ettiğini ve bunun devrimi en büyük düşmanı güçler olduğunu dile getirdiler.
Askeri konseyin oyalamalarına daha fazla izin vermeyeceğini açıklayan 25 Ocak Devrim’i önderleri ve siyasal temsilciler, milyonların bir kez daha meydana çağırdıkları geçen Cuma gününe de gelenekte olduğu gibi “Diktatörlük rejimi artıklarından arınma Cuması” adını verdiler.
Önceki yazılarımda da dile getirdiğim “halkla Askeri konsey, her adımda yüz yüze gelecekler” tespiti hızla gündem konusu oluyor.
Mısır halkı kazanımlarını kaybetmeyecek bir kararlılık gösterdiği gözlemlenen bu adımla kazanımlarının arkasında olduğunun ısrarını dile getirmiş oldu. Bu sürecin derinleşerek devam edeceği açıktır.
TUNUS
Tunus halkı 14 Ocak Yasemin devrimi’nin demokratik hak ve taleplerini oyalamalarla sessizce katletmek isteyen geçici hükümete karşı sert kitlesel uyarılarını tırmandırma kararı aldı. Dün cumadan itibaren de meydanlarda 50 bin kişilik bir kitleyle oturmaya başlayacakları ilan ederek sivil itaatsizliği derinleştireceklerini gösterdiler. Devrim Tunus’ta da kararlı halk kitlelerinin gücüyle kendi kazanımlarının genişleteceğini gösteriyor.
LİBYA
Kaddafi yönetimi ülkenin büyük bir çoğunluğunda yönetimi kaybetmiş durumda. Karmaşık siyasi dokusuna karşı halkın demokrasi ve özgürlük talebi üzerinde yükselen ayaklanmalar, Kaddafi yönetimine son verecek bir boyut adı. Artık Kaddafi yönetimi saatlere bakan bir sonuçla yüz yüze bulunmaktadır.
Libya konusunu ayrıca makaleler dizisiyle işlemeye devam edeceğiz. Bu satırlardan Batının iki yüzlü davranışları ve Libya’nın içine düştüğü bu kaos ortamını istismar ederek askeri bir işgale gitmesi riskine dikkat çekmemiz gerekiyor. Libya’nın zengin petrol ve gaz servetlerini askeri bir işgalle, denetim altına alarak halkın tasarrufunu engellemek isteyecek böylesi bir batılı girişim, tüm Araplar ve Libya halkını karşısında bulacağı açıktır.
BAHREYN, ÜRDÜN, YEMEN, IRAK
Bu ülkelerde de Arap halk günü birlik kitlesel gösterileriyle değişim taleplerini dile getirmeye devam ediyor.
Bahreyn, artık diyalogların yetersiz kaldığı bir sürece girdi. Sistemin köklü değişimi, krallığın rejiminin parlamenter rejimi bir biçimde geçişi ve yeni anayasanın hazırlanması yönündeki baskılarını artırmış bulunuyor. Lülüa Meydanında yüz binler toplanmaya başladı. 30 km boyunda 20 km eninde, irili ufaklı 36 kaya adasıyla birlikte toplan 695 km² olan bu küçük ülke, Türkiye’nin en küçük ili Bayburt’tan 6 kat daha küçüktür. Bahreyn’in demografik yapısını hiçe sayan küçük bir aşiretin baskıcı hükmü altında olması artık devam etmezsi mümkün olmayan bir durumdur.
Bahreyn’i medyatik kılan diğer bir unsur da halkının %80’ Şii mezhebe mensup olmasıdır. Hakim aile ise Sünni mezhepten. Bölgedeki gelişmelerinden en karlı çıkan tarafı temsi etmeye devam eden İran’ın yarattığı tedirginlik, Bahreyn halkının “ne Şii ne Sünni biz hepimiz bir vatanın evlatlarıyız” diyerek cevap vermektedir. Bahreyn halkı, mücadelesini daha çok demokrasi ve özgürlük olarak belirlemiş ve bunu kazanma aşamasına kadar çıtayı yükseltmiştir.
Yemen ve Ürdün’de halk diktatörlüğe karşı meydanları boş bırakmadan protestolarını yükselteme devam etmektedir. Artık diyalogu da kabullenmeyen muhalefet güçleri, aldatmalarla zaman tüketmeyeceklerini, diktatörlüğün yıkılmasından daha gaz bir talebe razı olmayacakları ısrarında karırlı bir direniş sergilemektedirler.
Yemen, yaman bir yerdir. Her an silahların patlaması beklenen bir alan. Buna rağmen halk uygar, barışçıl mücadele sınırlarını sonuna kadar zorlamaya çalışmaktadır.
Ürdün’de durum artan bir kitlesel katılımla, daha çok sol güçlerinde etkisi altında yükselen muhalefet, karlık rejiminden çıkmayı parlamenter bir sistemin inşasına kadar taleplerini ilerletmiş bulunmaktadırlar. Orak-çekiçli, kızıl bayraklı, kitlesel katılımlı yürüyüşlerin olduğu tek yer da Ürdün’dür.
Bu yükselişe bu gün 26 Şubat 2011 tarihi itibariyle Moritanya Arap halkının binlerce göstericiyle meydanlara indiği haberleri verilmeye başlandı.
Irak haklı da artık yeter diyerek patladı. Dün Cuma gününü Iraklı gençler, “Öfke Günü” ilan etmişlerdi. Toplumsal adalet adına yola çıkan kitlelerle emniyet kuvvetleri arasında şiddetli çatışmaların yükseldiği,14 Iraklının öldüğü belirtilmektedir. Irak, bu adımla Saddam dönemi dahil bu tarihi kesitin ilk ciddi, bağımsız demokrasi ve özgürlük hareketi ortaya koyduğu söylenebilir.
Bu veriler göstermektedir ki, bölge halkları artık demokratik olmayan, özgürlüğü esas almayan hiçbir yönetime, hükümranlık sürme hakkı tanımayacaktır.
Kıssadan hissemiz ise
Bölgedeki gelişmelerden kaçamayacağımız gerçeğini görerek, iktidarların da halkın da net olarak konumunu belirlemesi gerekmektedir. Daha çok demokrasi ve özgürlük için diyalogu esas almak, barışı öncelikli kılmak, oyalamalara prim vermek anlamına getirilmemelidir.
İktidarların geleneksel oyalamalarla ortaya koydukları duruş, halkın kendi haklarını elde etmek için daha fazla sesiz kalmayacağına da bir işarettir.
Siyaset halk için bir gevdir. İktidarlar, halkın çıkarları için siyasetin merkezindedirler. Geç kalan hak aşılmış bir haktır, böylesi bir durumda daha ileri talepler hak haline getirir.
Kimse kimseyi zora koşmadan, hepimize ait olan bu ülkede hak gaspına son vermemiz gerek.
26 Şubat 2001
Araplar tarihlerinin hiçbir döneminde bu kadar söz birliği içinde olmadılar. Arap ulusu da Filistin davası hariç, tarihinin hiçbir döneminde böylesine ortak duygu ve düşünce performansı göstermedi. Kendi adıma Arapların tek ulus oldukları yönünde ciddi kaygılarımın olduğu dönemler yaşadığımı söylemeliyim. Ancak, yönetimler ile halkın eğilimleri arasındaki farkı gördükçe, temel konularda halkın yönetimlerinden çok daha ilerde ortak tutum takındıklarını gördükçe, bu ulusun farklı devletlere bölünmüş olsa da bir ulus ortak hareket yeteneğini yitirmediği görülmektedir. Bu ortak davranış, bölgeyi ortak yarar yönünde bir bütün olarak harekete yönlendirmektedir.
Atlas okyanusundan Körfeze kadar, bu dev alanda yaşayan yüz milyonlarca insanın ortaya koyduğu bu ortak hareket yeteneği, dalgalar halinde çevresini de etkileyerek ilerleyeceğini belirtmek yanlış olmayacaktır.
ARAPLARIN SON YÜZYILI
Bölgemizde bu büyük kaynamayı farklı tarihi köklere bağlayabiliriz. Ele alacağımız konunun verilerine bağlı olarak bu kökler farklı olabilir. Bu günün konusuyla ilgili olarak, bu tarihi I. Dünya savaşının kapanmamış dosyalarından başlatmak, gerçeğe en yakın olandır. Arapları 22 devlete ayıran Emperyalistler, yüz yıldır da bu ulusun yer altı ve yer üstü servetlerini mümkün olan en kaba şekilde sömürüp durdular. Bunun için de birbirine kanlı bıçaklı hale getirerek inanılmaz bir insan kıyımı gerçekleştirdiler. İkinci dün ya savaşı ardından yeni sömürgeci yöntemlerle de bağımsızlık verdikleri bu ülkeleri sömürmeye devam ettiler. 400 yıllık Osmanlı hükmünün karanlık ortaçağı, güç uygarlıklarına yerini terk ederken, bu topraklarda özgür yaşamayı amaçlayan Arap halkı kabile yaşamından henüz çıkmamış haliyle dar çıkarlar uğuruna diktatörlüklerin, krallıkların esareti altında tutsak kaldılar. 20. Yüzyılın başlarında Sevra el Arabiya el Kubra (Büyük Arap Devrimi) ile yönelmek istedikleri toplumsal hamlenin önü kesilince yüz yıllık esarette başlamış oldu.
20.yy ortalarından itibaren gelişen Arap ulusçu hareketleri sistemsiz sistemleriyle, Sovyet yanlısı duruşlar sergilemelerine karşın, ülkeleri ve halkları için dengeli bir düzeneğe geçemediler. Batının baskıları arttıkça onlarla bin bir bağla bağlanmaya, ulusal davalarda kararsızlıklar yaşamaya yöneldiler. Uzun süren hükümranlıkları, iktidar olmanın rahatlığını ve bunun ardından çevreleriyle palazlanan yolsuzluk süreçlerini derinleştirmeye başladı. Bu aynı zamanda diktatörlük rejimi olarak şekillenmeye başlayan, iç siyasal reformları ihmal eden, servetlerin adil dağılımını hesaba katmayan, sorun çıkınca da ulusal dava adına büyük sloganlarla içteki tıkanmaları örten tutumlar geliştirmeye yöneldiler.
Siyasal çoğunluğu sindirmeyen, hak ve özgürlüklere yasak koyan diktatörler, istihbarat teşkilatlarının korkunç baskıları altında ülkenin siyasal bilincini körelttiler. Şekilden ibaret patiler, mezarlığa dönmüş siyasal sahada halka sunacakları bir programa üretemediler, yeni kuşağın sözcülüğü için evrensel ölçekteki gelişmeleri algılama durumunda olamadılar. Çeyrek asır içinde, bu yönetimlerin tümü birer diktatörlük haline geldiler. Irak’ta Saddam, Tunus’ta Bin Ali, Libya’da Kaddafi, Yemen’de Ali Abdullah Salih, Mısır’da Mübarek gibi örnekler 21. Yüzyılın taşınmaz birer kamburu oldular.
20. Yüzyılın başında Araplar, ulusal kurtuluş için çok önemli bir başlangıç yapmaya yöneldiler. Bu duruşlarıyla o çağın ulusal kurtuluş hareketlerinin fitilini de ateşlemiş oldular. Ancak, Bir ortaçağ sömürgeciliğinden kurtulurken bir başkasının yemi oldular. Osmanlıdan İngiliz, Fransız sömürgeciliğine el değiştirdiler.
Tarihte uluslaşma süreci geç kalmış her ulusun başına gelen felaketle yüz yüze kaldılar. Bağımsız devlet kuramayanlar, 20. Yüzyılın ortalarında ulusçu hür subayların darbeleriyle bu süreci tamamlamaya mahkum oldular. Ulusçu hareketler tarihin bir zorunlu dönemeci olarak Arap halkının önüne çıktı. Önemli adımlar ve gelişmeler kat ettiler. Bağımsız olmayı, yer altı ve üstü servetlerine sahip çıkmayı, kültürel farklılıklarıyla gelişmeyi bu süreç sağladı. İçte ise ekonomik açıdan elle tutulur büyük girişimlerde yaptıkları yadsınmaz. Ancak bu süreç darbecileri birer diktatör, her şeyi kendisinin yarattığına inanan kas katı bir akıl algısını da beraberinde getirmiş oldu. Bu süreç aynı zamanda, kimi Arap ülkelerinde şu ya da bu şekilde var olan siyasal çoğulculuk geleneğini de alıp götürdü.
SONUN BAŞLANGICI
İnsanlık ulus aileleri topluluğunun en zengini olan Araplar, uluslaşma süreçlerini dünya güçler dengesinin labirentleri arasında bir uydu olmaktan öteye geçemeyen rolleriyle (Nasır Mısır’ın bağlantısız ülkeler topluluğundaki konumu nispeten farklı olsa da) bu zenginliği toplumsal adalet ölçüleriyle paylaşma durumunda olamadılar. Her defasında kullanılmadan çürüyüp yenileştirilen, tek atım yapmamış dev askeri tersaneleriyle, hayali düşmana karşı süreklilik arz eden silahlanmalarıyla emperyalist silah tekellerinin en uygun müşteri tipini oluşturdular. Bu silahlanma Libya örneğinde tanık olduğumuz gibi sonunda kendi halkına karşı da dönebilecek bir biçim aldı. Ayrıca, teknik donanım yetersizliğinden dolayı da petrol gibi kaynaklarını emperyalist tekellere teslim eden Arap yönetimleri, uluslaşma sürecinde başlattıkları olumlu adımların sonunda birer diktatörlük rejimi, birer aile holdingi haline geldiler.
Buna “temdit ve tevris” işi (Başkanlık süresini uzatma ve miras olarak aileden birine bırakma) eklenince olumlu olumsuz bu sürecin tüm verileri, ikame edilmek istenen diktatörlük rejiminin sürekliliğiyle ilgili olduğu anlaşıldı. Toplum psikolojisi bu yönde çalışmaya yönelince artık her veri bu algının köşe taşı görevi görerek tepki birikimlerine enerji taşıyan bir kaynağa dönüşmüş olur. Arap ülkelerinde de olan budur.
Çeyrek asır ve ötesi hüküm süren ve bu süreçte katılaştıkça halkından kopan yönetimler, Filistin gibi büyük ulusal davalarda ortaya sergiledikleri içler acısı tutum, her gelişmede çirkin yüzünü gösterdikçe ( İsrail’in Lübnan’a 1982 ve 2006’da yönelttiği ölüm ve yıkım savaşları, Gazze’ye yönelik 27 Aralık 2008 savaşı ve ölüm abargosu), silahlanma çabalarının da ülke servetlerinin de şahsi çıkarlar ve şaşkın harcamalara heder edildiği ortaya çıkmış oluyordu. İsrail’in Gazze saldırısı ve Mısır’da Mübarek diktatörlüğünün ortaya koyduğu tutum, bunun arkasında gizli açık duran diğer Arap ülkelerinin tutumları, bu süreci yakından izleyen tüm siyasi çevrelerin tespit ettikleri gibi, sonun başlangıcı olan bir rol oynadı.
Bir anda her şey anlamsızlaştı. Yarım asırdır süren, uluslaşma sürecinin tüm genetik dokularını belirleyen ve Arapların tek ulus olduğu algılarına güç verip onu besleyen değerler, bu yönetimlerin eli altında bir anda paçavraya döndü. Bu da örtülmez bir durum oluşturdu. Tüm değerler bir anda anlamsızlaşıp, ödenen bedeller bir aldatmacanın uzantısı olduğu anlaşılınca, katlanılmaya değer hiçbir şey kalmadı. Arap halkı üzerine ölü toprağı serili olduğu mezarlığından ayağa kalkarak insanlık ailesinin duyarlı ve bir o kadar uygar halkı olarak kendi özgürlük ve demokrasi talebi için diktatörlükleri bir bir yıkmaya başladı.
Bu durum Arap ülkelerinin tümünde, bir anda, bir duygu ortaklığı olarak ortaya çıkan ( Arapların tek ulus oldukları gerçeğinin en önemli belirtilerinden biri de bu davranış birliğidir) ve yarım asırlık sistemleriyle cesurca yüzleşmeyi hedef alan uygar çağdaş bir sorgulamaya yöneltti. Bu sorgunun demokrasi ve özgürlük noktasından başlaması da eşyanın doğasına en uygun olanıydı. Sonrası her şeyin tek tek sorgulanacağı bir sürecin işi olacaktı.
TUNUS’TA BAŞLADI NEREDE BİTECEK?
Tunus’un “Yasemin Devrimi”, önceden tahmin edilmeyen en zayıf halkanın kopmasıyla yarım asırdır biriken, halka karşı çeyrek asırdır tüm çirkinliğiyle bir diktatörlük olarak dayatılan siyasal yapılara karşı ayaklanmalar başladı. Domino taşı etkisi esprisi doğrudur. Bunu Arap ülkeleri açısından bu espriyle açıklamak da yerindedir. Ancak Arap halkının ortaya koyduğu devrimci yükseliş, tüm insanlık için bir kelebek etkisi yaratacaktır demek yanlış değildir.
Edward N.Lorenz’in ünlü Rastlantı ve Kaos kitabında dile getirdiği “Kelebek Etkisi” tezinde; “bir kelebeğin kanat çarpmaları bile belli bir süre sonra atmosferin durumunu tümüyle değiştirebilir” diyor. Benzer bir söylemle Mevlana “Bir sineğin kanadını oynatması, Arş-ı rahman’ı titretir” diyor. Arap halkının ortaya koyduğu bu enerjinin, dalgalar halinde daha da geniş bir alana yayılacağını kestirmek zor değildir.
Bunun çok ötesinde, bir ulusun farklı devletler altında da olsa, davranış birliğini, aynı türden yönetimlere karşı ortaya koyması olarak gündeme gelen bu ayaklanmalar sadece Arap sahasında kalmayacaktır. Bunun kelebek etkisiyle dünyanın birçok kıtasına da yayılacağı üzerine siyasal yorumcular hemfikirdir.
Tunus’ta başlayan özgürlük ve demokrasi mücadelesi, Arap sahasında kalmayacaktır. İhtiyaç duyan tüm insanlığı bir yol haritası olan bu ayaklanmalar 21. Yüzyılın temel toplumsal mücadele karakteristiğini oluşturmuş bulunmaktadır. Bu devrimler, devlet yıkıp, çözme fiziksel tasfiyelerle yeniyi kurma girişimi değildir. Dev kitlesel basıncın etkisiyle, her şeyi daha adil paylaşmak, daha çok özgürlük ve demokrasi için yönlendirmek üzere ortaya çıkmıştır. Bu açıdan örgütsüz, lidersiz ve barışçıl yöntemleri temel almıştır. Libya’da olduğu gibi ise şiddete başvuran diktatörlüğe karşı elde olanla direnmekten çekinmemiştir.
SON TABLO
Arap halkı mücadelesi hızla yayılma gösteriyor. Bir iki ülke dışında tüm Arap ülkelere tam bir kızılca kıyamet içinde. Eli kulağında bekleyen ülkeler ve gelişmelerden hiç etkilenmeyen ülkeler de bulunmaktadır. Bu gelişmelerin etkilemediğine tanıklık ettiğimiz ülkelerle ilgi yazımı kısa sürede okurla paylaşacağım; bu ülkelerin böylesini bir dönemde sesiz kalmasının altında yatan gerçekçi nedenleri tarihsel süreçleriyle siyasi ve sosyal yapılarıyla irdelememiz gerekecek.
Bu ülkeler için, sağda solda sallama yöntemlerle, malum Ortadoğu uzmanları edasıyla konuşmalar yaprak, okura doğru bilgi vermenin imkanı yoktur. Verilen bilgilerin daha çok duygusal zeminde olmaktadır. Kendini devrim lideri gören kim olduğu belirsiz kişilerin çağrı yapmaları ve sonuç almayanıca da kara mizah gibi “halk, Türk TV dizilerini izliyor bu nedenle ayaklanmayı erteliyorlar” deme aptallığı göstermeleri ya da “8 Mart, olmasa 17 Nisan’da ayaklanma olabilir” türünden kahve fincanı falcılarını andıran atmasyonları hiçbir şeyi izah etme kabiliyetinde olamaz.
Her şeyin gerçekçi bir nedeni bulunmaktadır. Bunların ortaya konması ve halka bu zemlinde bilgi aktarılması gerek. Gelecek yazımda bunlara tek tek değineceğim.
Bu haftaki gelişmeleri başlıklar altında kısaca belirtecek olursak, şu önemli gerçeği tespit etmemiz zor olmayacaktır. Tunus ve Mısır devrimleri ilk aşamasını tamamlayan bu devrimler oldukça sağlıklı reflekslerle gerçekçi dönüşümler için baskılarını kararlı ve ısrarlıca sürdürmekte oldukları gözlemlenmektedir. Arap halkının insanlığa armağan edeceği özgürlük ve demokrasi dersleri arasında en önemli nokta da tas tamam budur; ayağa kalkmak ve diktatörü alaşağı etmek yetmiyor, bu devrimin birinci aşamasıdır ancak ikinci ve daha önemli aşaması var onu tamamlamak gerek. İşte Mısır ve Tunus halkı bu kararlılığı göstermeye devam ediyor.
21. yüzyıl devrim algısını kavramamış kimi sol çevreler Tunus, Mısır ve diğer Arap ülkelerinde ayağa kalmış olan halkın gerçekleştiği başarıları anlayamıyor. 19. Ve 20. Yüzyıl devrimleri gibi darbeci girişimler görmek istiyor, devrimi öyle sanmış onu bekliyor. Tarihsel devrimleri ve bunun için gerekli daha çok özgürlük ve demokrasi mücadelelerini algılayamıyorlar, bir yere oturtamıyorlar. Kim bilir kimi kafalar da bunu gerici halk girişimi olarak da yorumluyor olabilir. Bu algıların ilericilikle, devrimcilikle halkın hak ve taleplerinden yana olmakla uzak yakın bir ilişiği yoktur. Her şeyiyle yanlış yorumladıkları “Marksist-Leninist devrim” beklentisinde olan kimi sol çevrelerin bu dünyada yaşadıklarını kanıtlayacak hiçbir verileri, halka dayanan hiç bir algıları olmadığı kesindir. Bölgenin bu ölçekteki gelişmesine bu ölçekte duyarsız olanların siyasetle de ilgileri olduğunu iddia etmeleri boş bir gevezeliktir. İnançlı çevrelerin gösterdikleri refleks, solun halka ilişkisinde düştüğü tıkanmayı da yeterince açıklamaktadır.
MISIR
Dün Mısır devrimi ikinci ayına girmişti (25 Ocak – 25 Şubat 2011). Artık gün saymayacağız. 25 Şubata 2011 Cuma günü, bir kez daha milyonlar Tahrir meydanına toplanarak. Devrim kazanımlarının eritilmek istendiğini, Askeri Konseyin oyalamalarına müsaade etmeyeceklerini, Mübarek’in Ahmet şefik başkanlığında atadığı hükümetin yeni yamalarla revize edilip yoluna devam edişinin ret edildiğini haykırdılar.
Diktatörlük artığı devletin hiçbir kurum ve kadrosunun değişmediğini, diktatörlük rejiminin tek egemeni olan Demokratik Vatan Partisi üyesi valilerin tüm illerde hala görev başında oldukları, emniyet teşkilatında hiçbir şeyin değişmediği zulüm aygıtının olduğu gibi sistem ve kurumsal olarak sürmeye devam ettiğini ve bunun devrimi en büyük düşmanı güçler olduğunu dile getirdiler.
Askeri konseyin oyalamalarına daha fazla izin vermeyeceğini açıklayan 25 Ocak Devrim’i önderleri ve siyasal temsilciler, milyonların bir kez daha meydana çağırdıkları geçen Cuma gününe de gelenekte olduğu gibi “Diktatörlük rejimi artıklarından arınma Cuması” adını verdiler.
Önceki yazılarımda da dile getirdiğim “halkla Askeri konsey, her adımda yüz yüze gelecekler” tespiti hızla gündem konusu oluyor.
Mısır halkı kazanımlarını kaybetmeyecek bir kararlılık gösterdiği gözlemlenen bu adımla kazanımlarının arkasında olduğunun ısrarını dile getirmiş oldu. Bu sürecin derinleşerek devam edeceği açıktır.
TUNUS
Tunus halkı 14 Ocak Yasemin devrimi’nin demokratik hak ve taleplerini oyalamalarla sessizce katletmek isteyen geçici hükümete karşı sert kitlesel uyarılarını tırmandırma kararı aldı. Dün cumadan itibaren de meydanlarda 50 bin kişilik bir kitleyle oturmaya başlayacakları ilan ederek sivil itaatsizliği derinleştireceklerini gösterdiler. Devrim Tunus’ta da kararlı halk kitlelerinin gücüyle kendi kazanımlarının genişleteceğini gösteriyor.
LİBYA
Kaddafi yönetimi ülkenin büyük bir çoğunluğunda yönetimi kaybetmiş durumda. Karmaşık siyasi dokusuna karşı halkın demokrasi ve özgürlük talebi üzerinde yükselen ayaklanmalar, Kaddafi yönetimine son verecek bir boyut adı. Artık Kaddafi yönetimi saatlere bakan bir sonuçla yüz yüze bulunmaktadır.
Libya konusunu ayrıca makaleler dizisiyle işlemeye devam edeceğiz. Bu satırlardan Batının iki yüzlü davranışları ve Libya’nın içine düştüğü bu kaos ortamını istismar ederek askeri bir işgale gitmesi riskine dikkat çekmemiz gerekiyor. Libya’nın zengin petrol ve gaz servetlerini askeri bir işgalle, denetim altına alarak halkın tasarrufunu engellemek isteyecek böylesi bir batılı girişim, tüm Araplar ve Libya halkını karşısında bulacağı açıktır.
BAHREYN, ÜRDÜN, YEMEN, IRAK
Bu ülkelerde de Arap halk günü birlik kitlesel gösterileriyle değişim taleplerini dile getirmeye devam ediyor.
Bahreyn, artık diyalogların yetersiz kaldığı bir sürece girdi. Sistemin köklü değişimi, krallığın rejiminin parlamenter rejimi bir biçimde geçişi ve yeni anayasanın hazırlanması yönündeki baskılarını artırmış bulunuyor. Lülüa Meydanında yüz binler toplanmaya başladı. 30 km boyunda 20 km eninde, irili ufaklı 36 kaya adasıyla birlikte toplan 695 km² olan bu küçük ülke, Türkiye’nin en küçük ili Bayburt’tan 6 kat daha küçüktür. Bahreyn’in demografik yapısını hiçe sayan küçük bir aşiretin baskıcı hükmü altında olması artık devam etmezsi mümkün olmayan bir durumdur.
Bahreyn’i medyatik kılan diğer bir unsur da halkının %80’ Şii mezhebe mensup olmasıdır. Hakim aile ise Sünni mezhepten. Bölgedeki gelişmelerinden en karlı çıkan tarafı temsi etmeye devam eden İran’ın yarattığı tedirginlik, Bahreyn halkının “ne Şii ne Sünni biz hepimiz bir vatanın evlatlarıyız” diyerek cevap vermektedir. Bahreyn halkı, mücadelesini daha çok demokrasi ve özgürlük olarak belirlemiş ve bunu kazanma aşamasına kadar çıtayı yükseltmiştir.
Yemen ve Ürdün’de halk diktatörlüğe karşı meydanları boş bırakmadan protestolarını yükselteme devam etmektedir. Artık diyalogu da kabullenmeyen muhalefet güçleri, aldatmalarla zaman tüketmeyeceklerini, diktatörlüğün yıkılmasından daha gaz bir talebe razı olmayacakları ısrarında karırlı bir direniş sergilemektedirler.
Yemen, yaman bir yerdir. Her an silahların patlaması beklenen bir alan. Buna rağmen halk uygar, barışçıl mücadele sınırlarını sonuna kadar zorlamaya çalışmaktadır.
Ürdün’de durum artan bir kitlesel katılımla, daha çok sol güçlerinde etkisi altında yükselen muhalefet, karlık rejiminden çıkmayı parlamenter bir sistemin inşasına kadar taleplerini ilerletmiş bulunmaktadırlar. Orak-çekiçli, kızıl bayraklı, kitlesel katılımlı yürüyüşlerin olduğu tek yer da Ürdün’dür.
Bu yükselişe bu gün 26 Şubat 2011 tarihi itibariyle Moritanya Arap halkının binlerce göstericiyle meydanlara indiği haberleri verilmeye başlandı.
Irak haklı da artık yeter diyerek patladı. Dün Cuma gününü Iraklı gençler, “Öfke Günü” ilan etmişlerdi. Toplumsal adalet adına yola çıkan kitlelerle emniyet kuvvetleri arasında şiddetli çatışmaların yükseldiği,14 Iraklının öldüğü belirtilmektedir. Irak, bu adımla Saddam dönemi dahil bu tarihi kesitin ilk ciddi, bağımsız demokrasi ve özgürlük hareketi ortaya koyduğu söylenebilir.
Bu veriler göstermektedir ki, bölge halkları artık demokratik olmayan, özgürlüğü esas almayan hiçbir yönetime, hükümranlık sürme hakkı tanımayacaktır.
Kıssadan hissemiz ise
Bölgedeki gelişmelerden kaçamayacağımız gerçeğini görerek, iktidarların da halkın da net olarak konumunu belirlemesi gerekmektedir. Daha çok demokrasi ve özgürlük için diyalogu esas almak, barışı öncelikli kılmak, oyalamalara prim vermek anlamına getirilmemelidir.
İktidarların geleneksel oyalamalarla ortaya koydukları duruş, halkın kendi haklarını elde etmek için daha fazla sesiz kalmayacağına da bir işarettir.
Siyaset halk için bir gevdir. İktidarlar, halkın çıkarları için siyasetin merkezindedirler. Geç kalan hak aşılmış bir haktır, böylesi bir durumda daha ileri talepler hak haline getirir.
Kimse kimseyi zora koşmadan, hepimize ait olan bu ülkede hak gaspına son vermemiz gerek.
26 Şubat 2011 Cumartesi
KÜRESEL KUDRET
Mustafa Köse
26 Şubat 2011
Bilişim teknolojisinin üretime katılması anaforlar yaratmaya devam ediyor. Sosyalist sistemi dağıtan bu güç artık her tarafı sarsmaya başladı. Sovyetler birliğinin dağılmasında kendilerini menkul sanan emperyalist güçler artık bodoslama gidiyor. Emperyalist devletler merkez olmaktan çıkınca otomatik beyin kontrolü kaybetti. Gelişmiş ülkeler kendi dertlerine düştü. Böyle olunca arka bahçeleri muhafaza edemiyor. İşbirlikçi ve kast haline gelmiş iktidarların bir kısmı devriliyor, bir kısım benzerleri ise panik halinde. Lakin benzer sondan kurtuluş yok. Adil ve özgürlükçü bir demokrasi yaratılmadan küresel gazaptan kimse kurtulamayacak.
Bana göre henüz yeni ve gittikçe etki alanı genişleyen küresel değerler toplumları her alandan etkilemeye devam edecek. Ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler bunun üzerinden olacaktır. Üretimde, tüketimde, insan hak ve özgürlüklerinde yeni bir uygarlığın önünü açacaktır. Bu uygarlık yöresel değil küresel olmak zorunda. Bu uygarlıkta, herkesin bir birinden etkilendiği, herkesin birbirinin eksiğiyle ilgili söz söyleme hakkının olduğu türde olacak. Hak ve hukuk buna göre yeniden dizayn edilecek. Dünyanın her yerinde benzer yeni bir demokrasi ikame edilecektir. Bu demokrasi sivil, özgürlükçü ve eşitlikçi olmak zorundadır.
Yeni paradokslar içeren, tek düze olmayan ve hızlı devinen bir dünyaya girdik. Bundan böyle ilginç yüzleriyle karşılaşacağız. Alışık olmadığımız veya beklenmeyen değişimlerle yüzleşeceğiz. Anlamaya çalışacağız. Bunları ne kadar doğru ve çabuk anlarsak, hep birlikte karlı çıkacağız. Tereddüt edemeyiz. Zaman kaybedemeyiz.
Müslüman devletlerde gelişen son ayaklanmalar konuya iyi örnek oluşturuyor. Doğrusu bizler açısından da yeniden düşünme fırsatını veriyor. Elit ve ulusalcı kesimler AKP’nin şeriat düzeni peşinde olduğu iddialarının arkasında sığınıp değişimin önünde duramayacaklar. Başta Tunus ve Mısır ve diğer ayaklanmaya katılmış ve radikal İslam geleneğinden gelmiş kesimler de AKP’yi örnek almaları izaha ve yeni açıklamalara zemin hazırlıyor. AKP’ye benzemek istemeleri ‘bazı şeyleri anlatıcı’ olmalıdır. AKP şeriatı getirmek istiyor. Şeriatçılar da AKP’nin konumuna gelmek istiyor. Bunun üzerinde durulmalı. Küresel değişimin derinliğini kavramaya çalışılmalı.
Dinsel köklerden beslenen ve dini referans alan bütün siyasal partilerin hedefleri vardır. Bu hedefler dünde olduğu gibi en kaba taassubu içerebilir. Öyle isteyenler elbette olabilir. Ancak her istenen olmuyor. Bunun olabilmesi için belli şartların olması lazım. Dünde yaşanmış olanlar bu güne tekabül etmez. Afganistan’da, İran’da yaşananların çok farklı bir dünyada ve şartlarda olduğunu unutmamak gerek. Ayrıca, kaynamaya başlayan İran muhalefetinin yine ülkemize örnek alması yeni bir açılım getiriyor. Bu açılım küresel değerlerin bütün kesimleri (radikal dinciler dahil) değişme zorlayacağını bilmemizi gerektiriyor. Bu bağlamda, yokluğa, zulme ve baskıya karşı ayaklanan halkları anlamamızı, desteklememizi öngörüyor.
Araplarda ayaklanmakta olan ve radikal İslam’ı temsil eden kesimlerin AKP’ye benzemek istemeleri bu günün aklın ve bilimin gereğidir. Küresel imkan ve küresel sorunların iyi algılandığına işarettir. Ulus-Devlet şartlarında erki bir çeşit ele geçirmiş ve diktatör haline gelmiş iktidarları devirmek kolay değildir. Bunun için o yerlerde en geniş birliği oluşturmak şartı var. Ayrıca yığınsallığı, barışı ve demokrasiyi hedeflemek mecburiyeti var. Bunlar olmadan uluslar arası destek sağlanamaz.
Bizde AKP’ şeriat veya din devletini yapabilecek mi? Hizbullah gibi örgütler AKP’ye doğru yol alırken kendisi onların eski ideallerine doğru mu koşacak? Tartışmalı bir konu. Ancak ben bunun olası bir yol olduğu veya gerçekleşebilir bir proje olacağı kanısında değilim. Dünyanın en büyük 17 ekonomisine sahip, Kürtlerin, Alevilerin, Azınlıkların, Sivil toplum örgütlerinin ve en önemlisi küresel güçlerin geldiği noktada gerçekleştirmek öyle kolay değil. Hiç kuşkusu bunun sigortası sadece nesnellik ve evrensellik değildir. Asıl güvence demokrasi güçlerinin duyarlılığıdır. Lakin isteyenler deneyebilir. Ve yaşayanlar görür. Ben kendi adıma iyimserim.
mkose1955@hotmail.com
26 Şubat 2011
Bilişim teknolojisinin üretime katılması anaforlar yaratmaya devam ediyor. Sosyalist sistemi dağıtan bu güç artık her tarafı sarsmaya başladı. Sovyetler birliğinin dağılmasında kendilerini menkul sanan emperyalist güçler artık bodoslama gidiyor. Emperyalist devletler merkez olmaktan çıkınca otomatik beyin kontrolü kaybetti. Gelişmiş ülkeler kendi dertlerine düştü. Böyle olunca arka bahçeleri muhafaza edemiyor. İşbirlikçi ve kast haline gelmiş iktidarların bir kısmı devriliyor, bir kısım benzerleri ise panik halinde. Lakin benzer sondan kurtuluş yok. Adil ve özgürlükçü bir demokrasi yaratılmadan küresel gazaptan kimse kurtulamayacak.
Bana göre henüz yeni ve gittikçe etki alanı genişleyen küresel değerler toplumları her alandan etkilemeye devam edecek. Ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler bunun üzerinden olacaktır. Üretimde, tüketimde, insan hak ve özgürlüklerinde yeni bir uygarlığın önünü açacaktır. Bu uygarlık yöresel değil küresel olmak zorunda. Bu uygarlıkta, herkesin bir birinden etkilendiği, herkesin birbirinin eksiğiyle ilgili söz söyleme hakkının olduğu türde olacak. Hak ve hukuk buna göre yeniden dizayn edilecek. Dünyanın her yerinde benzer yeni bir demokrasi ikame edilecektir. Bu demokrasi sivil, özgürlükçü ve eşitlikçi olmak zorundadır.
Yeni paradokslar içeren, tek düze olmayan ve hızlı devinen bir dünyaya girdik. Bundan böyle ilginç yüzleriyle karşılaşacağız. Alışık olmadığımız veya beklenmeyen değişimlerle yüzleşeceğiz. Anlamaya çalışacağız. Bunları ne kadar doğru ve çabuk anlarsak, hep birlikte karlı çıkacağız. Tereddüt edemeyiz. Zaman kaybedemeyiz.
Müslüman devletlerde gelişen son ayaklanmalar konuya iyi örnek oluşturuyor. Doğrusu bizler açısından da yeniden düşünme fırsatını veriyor. Elit ve ulusalcı kesimler AKP’nin şeriat düzeni peşinde olduğu iddialarının arkasında sığınıp değişimin önünde duramayacaklar. Başta Tunus ve Mısır ve diğer ayaklanmaya katılmış ve radikal İslam geleneğinden gelmiş kesimler de AKP’yi örnek almaları izaha ve yeni açıklamalara zemin hazırlıyor. AKP’ye benzemek istemeleri ‘bazı şeyleri anlatıcı’ olmalıdır. AKP şeriatı getirmek istiyor. Şeriatçılar da AKP’nin konumuna gelmek istiyor. Bunun üzerinde durulmalı. Küresel değişimin derinliğini kavramaya çalışılmalı.
Dinsel köklerden beslenen ve dini referans alan bütün siyasal partilerin hedefleri vardır. Bu hedefler dünde olduğu gibi en kaba taassubu içerebilir. Öyle isteyenler elbette olabilir. Ancak her istenen olmuyor. Bunun olabilmesi için belli şartların olması lazım. Dünde yaşanmış olanlar bu güne tekabül etmez. Afganistan’da, İran’da yaşananların çok farklı bir dünyada ve şartlarda olduğunu unutmamak gerek. Ayrıca, kaynamaya başlayan İran muhalefetinin yine ülkemize örnek alması yeni bir açılım getiriyor. Bu açılım küresel değerlerin bütün kesimleri (radikal dinciler dahil) değişme zorlayacağını bilmemizi gerektiriyor. Bu bağlamda, yokluğa, zulme ve baskıya karşı ayaklanan halkları anlamamızı, desteklememizi öngörüyor.
Araplarda ayaklanmakta olan ve radikal İslam’ı temsil eden kesimlerin AKP’ye benzemek istemeleri bu günün aklın ve bilimin gereğidir. Küresel imkan ve küresel sorunların iyi algılandığına işarettir. Ulus-Devlet şartlarında erki bir çeşit ele geçirmiş ve diktatör haline gelmiş iktidarları devirmek kolay değildir. Bunun için o yerlerde en geniş birliği oluşturmak şartı var. Ayrıca yığınsallığı, barışı ve demokrasiyi hedeflemek mecburiyeti var. Bunlar olmadan uluslar arası destek sağlanamaz.
Bizde AKP’ şeriat veya din devletini yapabilecek mi? Hizbullah gibi örgütler AKP’ye doğru yol alırken kendisi onların eski ideallerine doğru mu koşacak? Tartışmalı bir konu. Ancak ben bunun olası bir yol olduğu veya gerçekleşebilir bir proje olacağı kanısında değilim. Dünyanın en büyük 17 ekonomisine sahip, Kürtlerin, Alevilerin, Azınlıkların, Sivil toplum örgütlerinin ve en önemlisi küresel güçlerin geldiği noktada gerçekleştirmek öyle kolay değil. Hiç kuşkusu bunun sigortası sadece nesnellik ve evrensellik değildir. Asıl güvence demokrasi güçlerinin duyarlılığıdır. Lakin isteyenler deneyebilir. Ve yaşayanlar görür. Ben kendi adıma iyimserim.
mkose1955@hotmail.com
ARAP- İSLAM DÜNYASINI KÜÇÜMSEYENLER
diyarbekir@yahoogroups.com
Oral Çalışlar
23 Şubat 2011
Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn, Yemen, Ürdün, Fas vb. ülkelerin yurttaşları, yani Arap-İslam dünyasının halkları gerçek anlamıyla bir destan yazıyorlar. Tabii İran’daki direnişi de gözden kaçırmamak gerekiyor.
Ortadoğu halkları, donmuş görünen, yerinden oynamaz sanılan diktatörlük rejimlerini sallıyorlar, deviriyorlar. Üstelik bunu barışçı gösterilerle, silahların üzerine korkusuzca yürüyerek gerçekleştiriyorlar.
Herkes, Arap-İslam âlemindeki büyük direnişi, insanlık çığlığını büyük bir merakla izliyor. Ortadoğu’da oluşmakta olan yeni haritanın dünyayı nasıl etkileyeceği üzerine tahminler yürütülüyor. Dünyanın değişimci dinamiğinin ana odak noktalarından birini artık Arap halkları oluşturuyor. Hem Batı dünyasının bir kesimi hem de Türkiye’deki Arap-İslam âlemini küçümseyen otoriter modernistler, tabloyu algılamakta büyük zorluk yaşıyorlar.
Araplar dünyayı değiştiriyor...
Arap dünyasında ciddi bir değişim potansiyelinin olduğunu ‘Doğu Konferansı’ (2004-2005) gezilerimiz sırasında hissetmiştik. ‘Doğu Konferansı’ grubunun ortaya çıkış nedeni, yakın komşularımız olan (Arap-İslam ağırlıklı) ülkeleri gezmek ve bu bölgenin aydınlarıyla, siyasetçileriyle aracısız ilişki kurmaktı.
Müslüman Kardeşler’in, Hizbullah’ın önde gelen temsilcileriyle ve liderleriyle yaptığımız konuşmalarda, bölgenin İslamcı hareketlerinin demokrasi konusundaki yeni arayışlarını hissetmiştik. Hizbullah’ın lideri Nasrallah, “İslam dünyasının en büyük zaafı, demokrasiyi anlamaması ve dine ters görmesidir” dediğinde, arayışın derinliğini fark etmiştik.
Benzer görüşleri Müslüman Kardeşler’den de dinledik. Hasan Cemal’in 2 gün önce Milliyet’te yayımlanan söyleşisinde “Seçimle gelir, seçimle gideriz” diyen ve Müslüman Kardeşler’in liderlerinden biri olan Saad el Hüseyin yeni paradigmayı net bir şekilde ortaya koyuyor.
Otoriter modernleşmeden çok partili rejime
Baasçılık uzun yıllar Arap dünyasına egemen oldu. Tek partiye dayanan ve Sovyetler’le işbirliği halinde yürüyen Baas rejimleri, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Batı’ya meylettiler. Tek parti sistemi devam ediyor, ancak işbirliği yapılan blok değişiyordu. Irak Saddam ölünceye kadar, Suriye de Hafız Esad ölünceye kadar Batı’yla tam bir diyalog kuramadı. Kaddafi ise zaman içinde Batı’yla uzlaşmaya yöneldi.
Arap halkları, 40-50 yıl boyunca çok acı çekti. Batılılar, bu dönem içinde Arap diktatörlüklerini desteklediler. Zalim Arap firavunları ile işbirliği yapan Batılılar, zulmü görmezden gelmeyi tercih ettiler. Irak’ın işgali, Türkiye’de AK Parti’nin iktidara gelmesi ve İsrail’in fütursuzluğunun yarattığı psikolojiyle birlikte oluşan yeni konjonktür, zulme karşı öfkeyi ve yeni yol arayışını güçlendirdi. Alttan alta olgunlaşan muhalefet, sonunda Arap gençlerinin önderliğinde sokağa çıktı.
‘Endişeli modern’ler yine endişeli
Bu yüzyılın şimdiye kadarki en devrimci hareketlerinden birinin Arap dünyasından yükseldiğini artık net bir şekilde söyleyebiliriz. Araplar sürpriz bir dinamik olarak dünyanın yeniden şekillenmesini yönlendirici bir rol oynamaya başlamış durumdalar ve süreç devam edecek.
Bu tablonun karşısında kararsızlık içinde olan Türkiye’deki bazı kesimler, güvensizliklerini dile getirmeyi sürdürüyorlar. Onların dünya görüşünün en derin ve sert çizgilerinden birisini, ‘Arap-İslam dünyası’nın geriliği temsil ettiği varsayımı oluşturuyor. Araplardan ‘ileri’, ‘demokratik’ bir modelin doğması, bu kesimlerin felsefi temellerinin sarsılmasına yol açabilir. O nedenle Arap-İslam dünyasına her zaman kuşkuyla bakan bu kesimler, “Mısır’a ancak otoriter İslamcılar hâkim olabilir” şeklinde bir okumayı tercih ediyorlar.
‘Endişeli’lerin endişelerini hafifletmek zordur, ama ondan daha zor olan bir şey varsa, o da, Arap halklarının demokrasi ve özgürlük direnişini engellemektir.
Oral Çalışlar
23 Şubat 2011
Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn, Yemen, Ürdün, Fas vb. ülkelerin yurttaşları, yani Arap-İslam dünyasının halkları gerçek anlamıyla bir destan yazıyorlar. Tabii İran’daki direnişi de gözden kaçırmamak gerekiyor.
Ortadoğu halkları, donmuş görünen, yerinden oynamaz sanılan diktatörlük rejimlerini sallıyorlar, deviriyorlar. Üstelik bunu barışçı gösterilerle, silahların üzerine korkusuzca yürüyerek gerçekleştiriyorlar.
Herkes, Arap-İslam âlemindeki büyük direnişi, insanlık çığlığını büyük bir merakla izliyor. Ortadoğu’da oluşmakta olan yeni haritanın dünyayı nasıl etkileyeceği üzerine tahminler yürütülüyor. Dünyanın değişimci dinamiğinin ana odak noktalarından birini artık Arap halkları oluşturuyor. Hem Batı dünyasının bir kesimi hem de Türkiye’deki Arap-İslam âlemini küçümseyen otoriter modernistler, tabloyu algılamakta büyük zorluk yaşıyorlar.
Araplar dünyayı değiştiriyor...
Arap dünyasında ciddi bir değişim potansiyelinin olduğunu ‘Doğu Konferansı’ (2004-2005) gezilerimiz sırasında hissetmiştik. ‘Doğu Konferansı’ grubunun ortaya çıkış nedeni, yakın komşularımız olan (Arap-İslam ağırlıklı) ülkeleri gezmek ve bu bölgenin aydınlarıyla, siyasetçileriyle aracısız ilişki kurmaktı.
Müslüman Kardeşler’in, Hizbullah’ın önde gelen temsilcileriyle ve liderleriyle yaptığımız konuşmalarda, bölgenin İslamcı hareketlerinin demokrasi konusundaki yeni arayışlarını hissetmiştik. Hizbullah’ın lideri Nasrallah, “İslam dünyasının en büyük zaafı, demokrasiyi anlamaması ve dine ters görmesidir” dediğinde, arayışın derinliğini fark etmiştik.
Benzer görüşleri Müslüman Kardeşler’den de dinledik. Hasan Cemal’in 2 gün önce Milliyet’te yayımlanan söyleşisinde “Seçimle gelir, seçimle gideriz” diyen ve Müslüman Kardeşler’in liderlerinden biri olan Saad el Hüseyin yeni paradigmayı net bir şekilde ortaya koyuyor.
Otoriter modernleşmeden çok partili rejime
Baasçılık uzun yıllar Arap dünyasına egemen oldu. Tek partiye dayanan ve Sovyetler’le işbirliği halinde yürüyen Baas rejimleri, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Batı’ya meylettiler. Tek parti sistemi devam ediyor, ancak işbirliği yapılan blok değişiyordu. Irak Saddam ölünceye kadar, Suriye de Hafız Esad ölünceye kadar Batı’yla tam bir diyalog kuramadı. Kaddafi ise zaman içinde Batı’yla uzlaşmaya yöneldi.
Arap halkları, 40-50 yıl boyunca çok acı çekti. Batılılar, bu dönem içinde Arap diktatörlüklerini desteklediler. Zalim Arap firavunları ile işbirliği yapan Batılılar, zulmü görmezden gelmeyi tercih ettiler. Irak’ın işgali, Türkiye’de AK Parti’nin iktidara gelmesi ve İsrail’in fütursuzluğunun yarattığı psikolojiyle birlikte oluşan yeni konjonktür, zulme karşı öfkeyi ve yeni yol arayışını güçlendirdi. Alttan alta olgunlaşan muhalefet, sonunda Arap gençlerinin önderliğinde sokağa çıktı.
‘Endişeli modern’ler yine endişeli
Bu yüzyılın şimdiye kadarki en devrimci hareketlerinden birinin Arap dünyasından yükseldiğini artık net bir şekilde söyleyebiliriz. Araplar sürpriz bir dinamik olarak dünyanın yeniden şekillenmesini yönlendirici bir rol oynamaya başlamış durumdalar ve süreç devam edecek.
Bu tablonun karşısında kararsızlık içinde olan Türkiye’deki bazı kesimler, güvensizliklerini dile getirmeyi sürdürüyorlar. Onların dünya görüşünün en derin ve sert çizgilerinden birisini, ‘Arap-İslam dünyası’nın geriliği temsil ettiği varsayımı oluşturuyor. Araplardan ‘ileri’, ‘demokratik’ bir modelin doğması, bu kesimlerin felsefi temellerinin sarsılmasına yol açabilir. O nedenle Arap-İslam dünyasına her zaman kuşkuyla bakan bu kesimler, “Mısır’a ancak otoriter İslamcılar hâkim olabilir” şeklinde bir okumayı tercih ediyorlar.
‘Endişeli’lerin endişelerini hafifletmek zordur, ama ondan daha zor olan bir şey varsa, o da, Arap halklarının demokrasi ve özgürlük direnişini engellemektir.
“YEŞİL KİTAP” ve KORGENERAL AYŞE KADDAFİ
Libya ayaklanmaları üzerine 3. Makale.
Mihrac Ural
25 Şubat 2011
Libya’yı, düne kadar yeşil bir salataya, bu günlerde ise kızıl bir kan gölüne dönüştürme eğiliminde olan, “Üçüncü Evrensel Teori” olma iddiasındaki YEŞİL KİTAP, oturmamış, belli bir disipline ait olmayan, ortaya koyduğu iddiaları birbiriyle bağlayan tutarlı bir iç dokuya sahip olmayan okumaların yazıya dökülmüş halidir.
Bu salatada “kadın” bölümü en uzun bölüm. Libya’da kadın asker olmasına asker, üniversiteli olmasına üniversiteli üstelik en yüksek oranda, ancak doğu mistisizmi ve mahalle baskısı altında en çok ezilen cinstir Ancak bu Korgeneral Ayşe için geçerli değildir. Ekonomik ve askeri üst rütbelerde babası gibi önder olan Ayşe’nin benzeri olmadığından kimsenin kuşkusu olmamalı.
Korgeneral Ayşe Kaddafi’yi yazarken “Kadınları da alın askere” diyen malum çevrelerin Kürt halkına karşı besledikleri ulusalcı duyguları göz önüne getirdim. Bu akıllar iktidar olsa, Kaddafi’yle farkları kalıp kalmayacağını düşündüm; bin fark atacaklarından şüphem yok.
Bu noktadaki kıssadan hissemiz de bu olsun.
***
Libya, kaynamaya devam ediyor. 17 Şubat 2011 geniş çaplı ayaklanmaları esas alarak tarihleme yapacaksak, bu gün 9. Gün (17 – 25 Şubat 2011). 9 günde Libya tarihinin en kapsamlı ayaklanmalarının gündeme gelmesi ve şarki vilayetlerin büyük bir çoğunluğu ayaklanan halkın eline düşmesi, 42 yıllık Kaddafi yönetimi için sonun başlangıcı olarak tanımlanabilir. Ancak bu o kadar kolay almayacak gibi.
“Kaddafi konuştukça” başlıklı Libya’yla ilgili 2. Makalemde, Libya için yaptıklarının azımsanmayacak ölçekte olumlu yanları olduğunu aktardım. Sezar’ın hakkı Sezar’a verilmelidir dedim. İlk döneminin coşkusu içinde Libya halkı da kayıtsız şartsız Kaddafi’nin ardından yürüdü; servetlerine sahip çıktı, emperyalistlerin sömürgesi olmaktan kurtuldu. Dev yatırımlarla ülke yeniden imar edildi. Ama Kaddafi, bir yandan uzun süren hükmünün denetlenmesi mümkün olmayan bataklıklaşması diğer yandan, patolojik hallerinin refleksleriyle sürdürdüğü siyaset, Libya’yı bir yere oturtulmaz hale getirdi. Sistemsiz bir sistem, vurgusunu önceki yazılarımda dile getirdim bir kez daha hatırlatıyorum. Detayları “YEŞİL KİTAP” başlığıyla altta inceleyeceğim.
Libya’nın en önemli ikinci büyük kenti Bingazi ve Tobruk’un ve doğu bölümünün önemli şehirlerinin ayaklananların eline düşmüş olması 2 milyon km² bir alana sahip ülkede, iktidarı devirmeye yetecek bir gelişme değildir. Bu iki şehri yakından bilen biri olarak, mesafelerin ne anlama geldiğini önceki yazımda izaha etmeye çalıştım. Akdeniz şeridi üzerinde tespih tanesi gibi dizili bu şehirlerarasındaki mesafeler yüzlerce kilometredir. Güneylerinde ise yeryüzünün en büyük sahrası yer alır. Ciddi bir hazırlık ve etkinlikle örgütlenip askeri savunma koşullarına, yeterli askeri malzemeye ve bilgiye sahip olunmazsa, bu şehirlerin tek tek kuşatılması ve yeniden Kaddafi güçlerinin eline düşmesi zor değil.
Ayaklanan halktır. Bu doğru. Demokrasi istedikleri ve haklı oldukları da çok doğru. Özellikle Libya dışında olan muhalefet güçlerinin anlatımlarından da anlaşılıyor ki, dünyayı kavramış, tarihi ve siyasal tarih olaylarından dersler çıkarmış ne dediğini bilen ve hedeflerini programlaştırmış yönelimler taşıyan şahsiyetler oldukları da onlarca farklı TV kanallarındaki açıklamalarıyla anlaşılıyor.
Bunlara karşın, Bingazi’de başta olmak üzere, ayaklanmacıların eline düşmüş şehirlerde ortaya çıkarılan üç renkli bayrak ve kitlelerin önünde duran şeyhlerin açıklamaları, TV konuşmalarından izlediğimiz muhalefet kesimleri değildir; pratik sahada olanlar, krallık talebi dahil, krallık bayrağı ve krallığın istiklal marşlarıyla, dini temelde bir yönelim imajı çiziyorlar. Bu, eğilimler aktif olmayan Libya halkının taleplerini temsil etmekten çok geridedirler. Derna kentinde halk komiteleri salonunda, dini çağrılar eşliğinde açılan krallık bayrağı, Libya için aranan ve beklenen demokrasi ortamını temsil etmekten uzakta duruyor.
Libya halkı için diğer riskler de küçümsenemez. Bunlar arasında bir iç savaşın patlak vermesi yer alır. Bunun çok kanlı olacağı Libya tarihini bilen herkes tarafından bilinmektedir. Kabile sistemi bunun için çok elverişli bir olgudur. Bunu da sonraki makalelerde Libya’nın ayrıntılı kabile haritası üzerinde ele almak mümkün. Buna, El Kaide gibi dini örgütsel yapıların, oldukça laik kesimlerle yüz yüze gelme ihtimallerini de eklemek yanlış olmaz. Bu her ne kadar, Kaddafi’nin 42 yılda yerleştirdiği kadın erkek eşitliğiyle ilgili ileri adımlar ve Libya’nın temel tüm kentlerinin Akdeniz sahillerinin geleneksel ılımlı İslam eğilimleri ortamında güçlü bir zemin bulamazsa da.
Ayrıca Kaddafi’nin, dini hareketleri bir korku unsuru olarak ileri sürmesiyle, kendi mücadelesini her zaman bir İslam dini mücadelesi olarak tanımlamasıyla tam bir çelişki içindedir. Lübnanlı Şii din ve siyaset adamı İmam Musa Sadır’ın yok edilişinin şüphelerini üzerinde taşıyan Kaddafi’ye, bu günün Şii Yüksek Meclisi Başkan yardımcısı Abdulemir Kabalan ve eski yardımcı M. Mehdi Şemsiddin (İmam Musa Sadır bu kurumun başkandı o kaybedilince, bulunana kadar, başkan yardımcılığıyla işlerini görür) “İmam, sizin davetiniz üzerine gittiği sizin ülkenizde kayboldu” sorusu üzerine “İslam davası benim günlük uğraşımdır, her anımı bununla yaşarım” diye cevaplayarak şüpheleri üzerinden atmaya çalışmıştır.(Peter Theroux ”Kayıp İmam (Musa sadır)” s:97)
Bunun da ötesinde Kaddafi, “Yeşil Kitap”ta, “Din insanlara en çok saygı gösteren bir yasadır. Dinsiz ve geleneksiz yasalar, bir insanın diğerine karşı icat ettiği yasadır…geçersizdir...” (Kaddafi, YEŞİL KİTAP sayfa:32) diyerek, evrensel üçüncü tez dediği temel kitabında ve “Cemahiriye” adını verdiği siyasal sistemin de bu temel üzerinde yükseliyor olması, dile getirdiği kaygılarında ciddi olmadığını gösteriyor.
Libya halkını bekleyen risklerin en önemlilerinden diğeri ise, Bu ülkenin tarihi boyunca siyasal bir örgütlenmeden yoksun olması ve bu alanı dolduracak etkin örgütlenme ve deneyimli şahsiyetlerin yetersizliğidir.
Osmanlı dönemi 1551’den 4 Ekim 1911 İtalyan işgaline kadar sürdü. Bu dönemin sonunda Osmanlılar adına ittihatçıların Libya’da bıraktıkları iz, Teşkilatı Mahsusa’yla sınırlıdır. İtalyan sömürgeciliği ise, kabileler arası savaşları kışkırtan böl yönet diktasından başka bir şey değildi; Libya sömürgecilik döneminin 30 yılında nüfusunun %30’unu kaybediyor.
Sömürgeci İtalya, Mussollini faşizminin kirli ve karanlık dünyasının tüm kinini, beceriksizliğinin, Hitler kuyrukçusu küçüklük kompleksinin intikamını Libya halkından alıyor.
Krallık dönemi ise, siyaset adına köleler pazarı olmaktan başka bir anlamı yok. Zaten, batı emperyalizmi bu alanda çıkarılan “tatlı ham” denilen, rafinesi de çok ucuza mal olan petrolü talan etmekle meşguldür. Bu dev topraklı ülkede ilgili olacakları bir başka şeyin olduğunu hiçbir zaman düşünmediler de.
Kaddafi de 1 Eylül 1969’dan itibaren, 27 yaşında bir subay olarak darbeyle iktidarı ele alıyor. Ona göre de; “Parti demek, çağdaş bir dikta rejimi ve modern diktatöryanın yönetim aracıdır… Parti; tek görüş ve çıkar sahiplerinin tüm halka egemen olmalarını sağlayan bir iktidar aracıdır” (Kaddafi, YEŞİL KİTAP, sayfa;10) Bu anlaşışının vurgusunu aynı kitapta, sayfanın yan boşluğuna, slogan olsun diye yazdırdığı “Min Tehazzaba hana” (Partizanlık hıyanettir, yani partili olmak ihanet etmektir) söylemi ise bu süreci tanımlamaya yeterlidir.
Libya halkı böylesi bir tarihten geliyor. Bu durum kabilelerin binlerce yıllık örgütlü yapısı karşısında halkı oldukça güçsüz kılacak, paylaşım üzerinde kabileciliğin akıl almaz dar çıkarlar için çatışmalarını körükleyecek bir veridir.
Buna rağmen, kabilelerin varlığı, Kaddafi’nin dile getirdiği ya da korkutmak için öne sürdüğü bir aldatmaca değildir. Libya halkı, dünyanın tüm halkları gibi, kendi doğrularını ve demokrasi ihtiyaçlarını karşılayacak mekanizmaları ve kadrolarını bulmakta zorlanamayacaktır. Dünyanın dört bir köşesine yayılmış aydınlık düşünceli muhalif çevrelerin de katkısıyla, Libya halkının özgürlük ve demokrasi ihtiyaçlarıyla oluşan bilinci, bu süreci sancılı da olsa aşmasını başaracağı kesindir.
KORGENERAL AYŞE KADDAFİ
Ayşe, Kaddafi’nin 7 erkek evlat arısında, tek kızı. Evlatlık kızı ise ABD bombardımanında öldü; Kaddafi’nin bu günlerde konuşma yaptığı, önünde altın bir bileğin havada yakaladığı USA uçağı kompozisyonlu yapıtın olduğu ev.
Ayşe, manken denilecek kadar güzel bir bayan. Avukattır da. Dünyanın en ünlü davalarında avukatlık namı bulunmaktadır. İki gün öncesine kadar Libya’daki BM’nin “İyi Niyet Elçisi”dir. Ayşe, Wikileaks belgelerine göre, Libya’da “Kaddafi holding”in önemli bir ortağıdır. 7 erkek çocuğun (Muhmmed, Seyfül İslam, Mutaasım, Said, Hamis, Hannibal) her bir belli bir ekonomik alanda yıllık cirosu milyar dolarlarla ölçülen karlar elde etmektedir. Ayşe de, Bu faaliyetler içinde azımsanmayacak yere sahiptir. Neredeyse Libya halkının dışarıdan getirmeye ihtiyaç duyduğu her malın geçeceği özel gümrük kapısı Kaddafi ailesi arasında paylaşılmış durumdadır. Bu ise Kaddafi’nin adalet, eşitlik ve sosyalizmine herhalde aykırıdır.
Yeşil Kitap’ta kaddafi “Sosyalist toplumda herhangi bir kesimin, bu kesim toplum bile olsa, insanın ihtiyaçlarına tahakkümü söz konusu olmamalıdır” (Agk, s;50)
Ancak diktatörlük rejimlerinde, bu aykırılığın hakim olanlara ve çevrelerine bir hak olarak karşımıza çıkması, tarihin her döneminde aynıyla geçerlidir. Kaddafi, Libya için yaptığı inkar edilmez çabaları zamanın yontucu süreçlerine ve çevresinin bitip tükenmez soygunlarına yem yapması ise, kurtuluşu olmayan bir son gibidir. Sosyalist, demokratik, liberal vb. ne ad taşırsa taşısın, İktidarların, muhaliflere barışçıl yoldan geçme şansının olmadığı tüm toplumlarda, diktatörlük var demektir; Nasyonal sosyalistlerin da başkalarının da ulaştıkları yer diktatörlüktür.
Bütün bunlara ek Ayşe Kaddafi, “Ferik” (Korgeneral) rütbeli, bol sermayeli bir askerdir.
Kadafi ülkesinde kadınlar için çok şeyler yapmaya çalışmış, teorisinin merkezine de kadını kendi bildiği karmaşık algılarla oturtmuş Kadına tercihli askerlik olanağı sağlanmış, üniversiteleri kızlarla dolup taşan bir ülke, ama gerçek yaşam içinde kadın doğu mistizminin karanlık algılarını, çekilmez bir yük olarak üzerinde taşımaya devam etmektedir.
Ülkede kaç kadın, hangi askeri rütbelere gelmiş bunun istatistik bilgisi yok ( güvenlik nedeniyle olmalı !). Bilinen 200 kadından oluşan (Amazon Birliği) var, ancak ekonomik ve askeri üst rütbelerde babası gibi önder olan Ayşe’nin benzeri olmadığından kimsenin kuşkusu olmamalı.
Kaddafi, Yeşil Kitap’ta, kadın için önemle vurgu yapar. Kitabın en uzun yazısı da “KADIN”başlıklı bölümüdür. 111 sayfalık, üç temel kısımdan oluşan (“Demokrasi, Ekonomi, Sosyal Temel”) Yeşil Kitap’ta “KADIN” bölümü 13 sayfadır (84-96 sayfaları arası) .
Yeşil Kitabın kadını çok karmaşık algıların, ölçümlerin bir arada olduğu bir kadındır. Yabana atılmayacak, “Kadın ‘erkek ile kadın arasında hiç fark yoktur’ kuralı karşısında özgür değildir. ‘Her şeyde’ ibaresi kadını aldatan büyük aldatmacadır” (Agk, s:90) ve “Bu gün bütün toplumlarda kadına sırf bir meta imiş gibi, bakılmaktadır Doğu, ona alınıp satılan meta imiş gibi, batı da dişi değilmiş gibi bakmaktadır” (Agk, s:94) gibi belirlemeler yanı sıra, kadını tam bir kabile reisi gibi “ kadın, şefkatlidir, kadın güzeldir, kadın gözü yaşlıdır, kadın korkaktır. Genel olarak doğal yaratılış sonucu, kadın nazik erkek ise sert yaratılışlıdır” (Agk, s:95)
Batının, kadına “dişi değilmiş gibi bakmaktadır” demesiyle anlatmak istediği de, kadını erkek gibi ağır işlerde çalıştırması, erkekten doğal olarak farklı olması nedeniyle daha çok hakka sahip olduğu gerçeğini görmediğini anlatmaya çalışmaktadır.
Burada Kaddafi’nin kadınla ilgili algılarının eleştirisine girme gibi bir amacım yok. O kendi kendini eleştiren, karman çorman tezleriyle bunu gayet güzel yerine getiriyor.
Korgeneral Ayşe Kaddafi’yi yazarken “Kadınları da alın askere” diyen malum örgütlerin Kürt halkına karşı besledikleri ulusalcı duyguları düşündüm. Bunların kadını, erkekle eşit görme algılarının, erkek askerin emir komuta zinciri içinde yaptıklarını, kadınlara da yaptırmayı reva gördüğünü göz önüne getirdim. Bu akıllar iktidar olsa, Kaddafi’yle farkları kalıp kalmayacağını da düşündüm; bin fark atacaklarından şüphem yok.
Bu noktadaki kıssadan hissemiz de bu olsun.
YEŞİL KİTAP
Uzun yazdığımdan şikayetçiler az değil. Bunun için çok alt başlıklı yöntemle yazmaya başladım. Bu alt başlığa bakarak da uzun uzun bir şey yazmayacağım. Okura aktarmalar yapmakla yetineceğim. Kaddafi kendi içinde o kadar tezat algılarla dolu ki, “Üçüncü Evrensel Teori” diye adlandırdığı ve 111. Sayfalık Yeşil Kitap (bilinen standart basımların en küçük boy broşürüdür 16/11 cm) formüle ettiği görüşleri ve bunları açıklayan 136 sayfalık, “Yeşil Kitap Açıklaması” broşürde tutarlı olabilecek birbiriyle bağıntılı bir iddia bulmak mümkün değildir.
Önceki yazımda dile getirdim. İki kez Libya’ya gittim. Her iki kez de “Devrim Komiteleri”yle buluştum. Çok sohbet ettik. Böylesi misafir sohbetlerinde, ev sahibi ve misafir her ne konuda olursa olsun çok ortak bölen bulur. Bizler de söylem ve açıklamalarda ortak bölen bulduğumuz oldu. Denem, anti-emperyalist anti siyonist duruşların dönemiydi. Kaddafi bunun en ateşli lideriydi. Bölgemizde oynanan oyanlara, Özellikle Enver Sedat başkanlığındaki Mısır’ın Camp David Anlaşmasına karşı (17 Eylül 1978), Libya, Suriye, Cezayir, Güney Yemen ve Filistin Kurtuluş Örgütü ( FKÖ) oluşan Ret Cephesi bölge halkları adına çok önemli bir oluşumdu.
Zaman içinde iktidarın çarkları altında. Söylemleri ne olursa olsun insanların ezildiğini, direnme hattındaki “deli dolu “da olsa, duruşlarını tüketebileceğini. Halka karşı iç bükey çalışan mekanizmalar kim olursa olsun iktidar sahiplerini halkla yüz yüze getirdiği görülmektedir.
Libyalı devrimcilerle buluşmamızda onlarca kitap ve video kaset hediyesi alırdık. Bunların tümünü özenle korudum. Bu makaleyi yazmaya oturduğum zaman, bu kitapları kütüphanemin önemli bir bölümünü koyduğum özel odadan bir kez daha çıkırdım. Tümü okunmuş olan bu kitapların sayfaları da adetim üzerine, çizilmiş, yan tarafa eleştiri notları alınmış, kenarları bükülmüş olmalarının yararını gördüm.
Bunların önemli olanlarını aktarmaya çalışacağım.
Bu bölümle birlikte İmam Musa el Sadır başlığı altında iki gündür eski kitapları da karıştırarak yaptığım araştırmayı ele alacaktım: makale uzayınca bu konuyu ayrı bir makale olarak almayı kararlaştırdım.
Libya’yı, düne kadar yeşil bir salataya, bu günlerde ise kızıl bir kan gölüne dönüştürme eğiliminde olan, “Üçüncü Evrensel Teori” olma iddiasındaki “YEŞİL KİTAP”, oturmamış, belli bir disipline ait olmayan, ortaya koyduğu iddiaları birbiriyle bağlayan tutarlı bir iç dokuya sahip olmayan okumaların yazıya dökülmüş halidir diye özetleyebilirim.
Kaddafi, “Üçüncü Evrensel Teori” diye kaleme aldığı Yeşil Kitap, daha iyi anlaşılması için bir açıklama broşürü de yazmıştır. Bu broşürün ilk paragrafında “Günümüzde iki örnek toplum olan kapitalist ve Marksist toplumlarda bazı özellikler gerçekleşmiş ve bu özelliklerin şartları şekil ve öz itibariyle iki toplum biçimi birbirine oldukça yakınlaşmıştır“ der (Yeşil kitap Açıklaması, 1. Dünya sarsılıyor ama değişmiyor bölümü s: 3) Bu cümlede toplum olarak Kapitalizmi belirtmesine rağmen, Sosyalizm yerine “Marksist toplum” diye bir şey icat etmesini, “Sosyalist” toplum kavramını kendisine ayırdığı için üzerinde durmayacağız. Bu giriş cümlesinin ardından da “İki örnek sistem arasında herhangi bir değişiklik yoktur” (Agb, s:7) der. Buradan sonra da “ İnsanların özgürlük ve ilerleme mücadelesi söz konusu iki sistem ile bağlanmıyor. Önümüzde bir gerçek olarak kendi çağımıza kabul ettiren üçüncü bir durum vardır bu üçüncü durumun incelenmesi ve yorumlanması gerekir.” (Agb. S:17) diye bağlar.
Kaddafi Marks’a da bir pay ayırır “Karl Marks dünyanın filozoflar tarafından incelenip açıklığa kavuşturulduğunu, ancak değiştirilemediğini açıklamıştır. Kendisi dünyayı değiştirebileceğini sanmışsa da bunu becerememiştir” (Agb.22)
Kaddafi, ise bunu beceren anlayışını “Bizim önerdiğimiz bilimsel çözüm: Her çeşit tekelciliği yok etmek sureti ile tüm sınıfları kaldırmaktır.” (Agb, s:31) diyerek özetler.
Ancak, Libya’nın bugününü çok iyi anlatan cümleyi de kurmayı unutmaz; “İnsanlar her zaman ihtiyaçlarını tekelinde tutan kişilerle mücadele ederler” (Agb, s:31)
İşte “Üçüncü Evrensel Teori”nin en bilimsel ve yaşamda kanıtlanmış tezi tas tamam budur. İnsanlar özgürlük ve demokrasilerini, ekonomik yaşam imkanlarını tekellerinde tutanlara diktatör diyor ve onlara karşı da savaşıyor. Kaddafi bunu bir bilmeye iyi bildi.
Bundan sonrası, Yeşil Kitap incilerinden birkaç cümle sunarak makalemi noktalayacağım. Alıntıların tümü Yeşil Kitap’tan. Sadece sayfa numarasını vererek geçeceğim.
“PARLAMENTO”
“Parlamento, halkı aldatan bir temsilciliktir.
“Parlamentonun var olması, halkın olmayışı anlamına gelir.
“ İktidar, parlamento ile halk arasında adeta meşru bir sed haline gelmiştir “ (5)
Sayfa yan tarafına slogan olarak yazılanlar arasında ise, “Halka vekalet olmaz Vekillik aldatmacadır”, “Parlamento kararları Gıyabi bir hüküm mahiyetindedir” (5)
“Dünyanın tanıdığı en gerici dikta rejimleri parlamento gölgesinde yaşamıştır” (9)
“PARTİ”
“Parti demek, çağdaş bir dikta rejimi ve modern diktatöryanın yönetim aracıdır” (10)
“Parti, bir azınlığın tüme olan tahakkümüdür ve şimdiye kadar sürüp giden dikte rejimlerinin son aracıdır” (10)
“Parti; tek görüş ve çıkar sahiplerinin tüm halka egemen olmalarını sağlayan bir iktidar aracıdır” (10)
“Particilik oyunu, hem alaylı ve hem de aldatıcı bir oyundur” (13)
“Particilik örtüsüz açık bir dikta rejimidir” (13)
Sayfa yan tarafına slogan olarak yazılanlar arasında ise, “ Particilik demokrasinin dejeneresidir” ve
“Min tahazzaba hana” ( kim partili olunmayı savunursa haindir) (10)
Kaddafi’nin parti üzerine tezleri, aklıma siyasette demagoji medresesinin Türkiye ekolünü kuran Demirel’in, parti kapatmaları üzerine 12 Eylül rejimine yönelik, söylemek zorunda kaldığı, “ülkenin kimyasını bozdular, yetişmiş siyasi kadroları siyasetten yasakladılar” mealindeki sözleri, Libya içinde tekrar etmek yanlış olmayacaktır.
“HALK OYLAMASI”
“Referandum Demokrasiye bir aldatmacadır.” (21)
“ İcat edilecek iktidar aracı ne bir parti, ne bir sınıf, ne bir grup, ne de bir kabile iktidarı olmayıp, ne temsilcisi ne de vekili olmayan bütün bir halk olmalıdır. Çünkü ‘halka vekalet olmaz’ ve ‘Temsilcilik kandırmacadır’” (22)
“İşte ‘YEŞİL KİTAP’ yönetim aracı sorununa nihai b.ir çözüm getiriyor ve dikta çağını geçip….milletlerin yolunu çiziyor” (22)
“KABİLENİN YARARLARI“
“Kabile, sosyal güvencenin doğal yeridir,..toplu savunma yani koruma sağlamaktadır” (76)
Bundan fazlasını aktarmak okura rahatsızlık vereceği kaygısındayım. Bu yeşil salatanın, Libya’yı neden bir kan gölüne çevirdiğini anlamak için, yukarıdaki alıntılara bakmak yeterli olacaktır.
Kıssadan hissemiz ise, en ideal tezleri savunsanız da uzun süren iktidar içinde diktatörlüğe düşme ihtimaliniz çok yüksektir. Kimse iktidar olduğu için böbürlenmesin, iktidarı veren halktır, onu değiştirecek olan da .
İktidarlar da halk da Kaddafi’nini kendi deneyimiyle de ispat ettiği şu cümleyi kulaklarına küpe yapmalıdır; “İnsanlar her zaman ihtiyaçlarını tekelinde tutan kişilerle mücadele ederler”
Mihrac Ural
25 Şubat 2011
Libya’yı, düne kadar yeşil bir salataya, bu günlerde ise kızıl bir kan gölüne dönüştürme eğiliminde olan, “Üçüncü Evrensel Teori” olma iddiasındaki YEŞİL KİTAP, oturmamış, belli bir disipline ait olmayan, ortaya koyduğu iddiaları birbiriyle bağlayan tutarlı bir iç dokuya sahip olmayan okumaların yazıya dökülmüş halidir.
Bu salatada “kadın” bölümü en uzun bölüm. Libya’da kadın asker olmasına asker, üniversiteli olmasına üniversiteli üstelik en yüksek oranda, ancak doğu mistisizmi ve mahalle baskısı altında en çok ezilen cinstir Ancak bu Korgeneral Ayşe için geçerli değildir. Ekonomik ve askeri üst rütbelerde babası gibi önder olan Ayşe’nin benzeri olmadığından kimsenin kuşkusu olmamalı.
Korgeneral Ayşe Kaddafi’yi yazarken “Kadınları da alın askere” diyen malum çevrelerin Kürt halkına karşı besledikleri ulusalcı duyguları göz önüne getirdim. Bu akıllar iktidar olsa, Kaddafi’yle farkları kalıp kalmayacağını düşündüm; bin fark atacaklarından şüphem yok.
Bu noktadaki kıssadan hissemiz de bu olsun.
***
Libya, kaynamaya devam ediyor. 17 Şubat 2011 geniş çaplı ayaklanmaları esas alarak tarihleme yapacaksak, bu gün 9. Gün (17 – 25 Şubat 2011). 9 günde Libya tarihinin en kapsamlı ayaklanmalarının gündeme gelmesi ve şarki vilayetlerin büyük bir çoğunluğu ayaklanan halkın eline düşmesi, 42 yıllık Kaddafi yönetimi için sonun başlangıcı olarak tanımlanabilir. Ancak bu o kadar kolay almayacak gibi.
“Kaddafi konuştukça” başlıklı Libya’yla ilgili 2. Makalemde, Libya için yaptıklarının azımsanmayacak ölçekte olumlu yanları olduğunu aktardım. Sezar’ın hakkı Sezar’a verilmelidir dedim. İlk döneminin coşkusu içinde Libya halkı da kayıtsız şartsız Kaddafi’nin ardından yürüdü; servetlerine sahip çıktı, emperyalistlerin sömürgesi olmaktan kurtuldu. Dev yatırımlarla ülke yeniden imar edildi. Ama Kaddafi, bir yandan uzun süren hükmünün denetlenmesi mümkün olmayan bataklıklaşması diğer yandan, patolojik hallerinin refleksleriyle sürdürdüğü siyaset, Libya’yı bir yere oturtulmaz hale getirdi. Sistemsiz bir sistem, vurgusunu önceki yazılarımda dile getirdim bir kez daha hatırlatıyorum. Detayları “YEŞİL KİTAP” başlığıyla altta inceleyeceğim.
Libya’nın en önemli ikinci büyük kenti Bingazi ve Tobruk’un ve doğu bölümünün önemli şehirlerinin ayaklananların eline düşmüş olması 2 milyon km² bir alana sahip ülkede, iktidarı devirmeye yetecek bir gelişme değildir. Bu iki şehri yakından bilen biri olarak, mesafelerin ne anlama geldiğini önceki yazımda izaha etmeye çalıştım. Akdeniz şeridi üzerinde tespih tanesi gibi dizili bu şehirlerarasındaki mesafeler yüzlerce kilometredir. Güneylerinde ise yeryüzünün en büyük sahrası yer alır. Ciddi bir hazırlık ve etkinlikle örgütlenip askeri savunma koşullarına, yeterli askeri malzemeye ve bilgiye sahip olunmazsa, bu şehirlerin tek tek kuşatılması ve yeniden Kaddafi güçlerinin eline düşmesi zor değil.
Ayaklanan halktır. Bu doğru. Demokrasi istedikleri ve haklı oldukları da çok doğru. Özellikle Libya dışında olan muhalefet güçlerinin anlatımlarından da anlaşılıyor ki, dünyayı kavramış, tarihi ve siyasal tarih olaylarından dersler çıkarmış ne dediğini bilen ve hedeflerini programlaştırmış yönelimler taşıyan şahsiyetler oldukları da onlarca farklı TV kanallarındaki açıklamalarıyla anlaşılıyor.
Bunlara karşın, Bingazi’de başta olmak üzere, ayaklanmacıların eline düşmüş şehirlerde ortaya çıkarılan üç renkli bayrak ve kitlelerin önünde duran şeyhlerin açıklamaları, TV konuşmalarından izlediğimiz muhalefet kesimleri değildir; pratik sahada olanlar, krallık talebi dahil, krallık bayrağı ve krallığın istiklal marşlarıyla, dini temelde bir yönelim imajı çiziyorlar. Bu, eğilimler aktif olmayan Libya halkının taleplerini temsil etmekten çok geridedirler. Derna kentinde halk komiteleri salonunda, dini çağrılar eşliğinde açılan krallık bayrağı, Libya için aranan ve beklenen demokrasi ortamını temsil etmekten uzakta duruyor.
Libya halkı için diğer riskler de küçümsenemez. Bunlar arasında bir iç savaşın patlak vermesi yer alır. Bunun çok kanlı olacağı Libya tarihini bilen herkes tarafından bilinmektedir. Kabile sistemi bunun için çok elverişli bir olgudur. Bunu da sonraki makalelerde Libya’nın ayrıntılı kabile haritası üzerinde ele almak mümkün. Buna, El Kaide gibi dini örgütsel yapıların, oldukça laik kesimlerle yüz yüze gelme ihtimallerini de eklemek yanlış olmaz. Bu her ne kadar, Kaddafi’nin 42 yılda yerleştirdiği kadın erkek eşitliğiyle ilgili ileri adımlar ve Libya’nın temel tüm kentlerinin Akdeniz sahillerinin geleneksel ılımlı İslam eğilimleri ortamında güçlü bir zemin bulamazsa da.
Ayrıca Kaddafi’nin, dini hareketleri bir korku unsuru olarak ileri sürmesiyle, kendi mücadelesini her zaman bir İslam dini mücadelesi olarak tanımlamasıyla tam bir çelişki içindedir. Lübnanlı Şii din ve siyaset adamı İmam Musa Sadır’ın yok edilişinin şüphelerini üzerinde taşıyan Kaddafi’ye, bu günün Şii Yüksek Meclisi Başkan yardımcısı Abdulemir Kabalan ve eski yardımcı M. Mehdi Şemsiddin (İmam Musa Sadır bu kurumun başkandı o kaybedilince, bulunana kadar, başkan yardımcılığıyla işlerini görür) “İmam, sizin davetiniz üzerine gittiği sizin ülkenizde kayboldu” sorusu üzerine “İslam davası benim günlük uğraşımdır, her anımı bununla yaşarım” diye cevaplayarak şüpheleri üzerinden atmaya çalışmıştır.(Peter Theroux ”Kayıp İmam (Musa sadır)” s:97)
Bunun da ötesinde Kaddafi, “Yeşil Kitap”ta, “Din insanlara en çok saygı gösteren bir yasadır. Dinsiz ve geleneksiz yasalar, bir insanın diğerine karşı icat ettiği yasadır…geçersizdir...” (Kaddafi, YEŞİL KİTAP sayfa:32) diyerek, evrensel üçüncü tez dediği temel kitabında ve “Cemahiriye” adını verdiği siyasal sistemin de bu temel üzerinde yükseliyor olması, dile getirdiği kaygılarında ciddi olmadığını gösteriyor.
Libya halkını bekleyen risklerin en önemlilerinden diğeri ise, Bu ülkenin tarihi boyunca siyasal bir örgütlenmeden yoksun olması ve bu alanı dolduracak etkin örgütlenme ve deneyimli şahsiyetlerin yetersizliğidir.
Osmanlı dönemi 1551’den 4 Ekim 1911 İtalyan işgaline kadar sürdü. Bu dönemin sonunda Osmanlılar adına ittihatçıların Libya’da bıraktıkları iz, Teşkilatı Mahsusa’yla sınırlıdır. İtalyan sömürgeciliği ise, kabileler arası savaşları kışkırtan böl yönet diktasından başka bir şey değildi; Libya sömürgecilik döneminin 30 yılında nüfusunun %30’unu kaybediyor.
Sömürgeci İtalya, Mussollini faşizminin kirli ve karanlık dünyasının tüm kinini, beceriksizliğinin, Hitler kuyrukçusu küçüklük kompleksinin intikamını Libya halkından alıyor.
Krallık dönemi ise, siyaset adına köleler pazarı olmaktan başka bir anlamı yok. Zaten, batı emperyalizmi bu alanda çıkarılan “tatlı ham” denilen, rafinesi de çok ucuza mal olan petrolü talan etmekle meşguldür. Bu dev topraklı ülkede ilgili olacakları bir başka şeyin olduğunu hiçbir zaman düşünmediler de.
Kaddafi de 1 Eylül 1969’dan itibaren, 27 yaşında bir subay olarak darbeyle iktidarı ele alıyor. Ona göre de; “Parti demek, çağdaş bir dikta rejimi ve modern diktatöryanın yönetim aracıdır… Parti; tek görüş ve çıkar sahiplerinin tüm halka egemen olmalarını sağlayan bir iktidar aracıdır” (Kaddafi, YEŞİL KİTAP, sayfa;10) Bu anlaşışının vurgusunu aynı kitapta, sayfanın yan boşluğuna, slogan olsun diye yazdırdığı “Min Tehazzaba hana” (Partizanlık hıyanettir, yani partili olmak ihanet etmektir) söylemi ise bu süreci tanımlamaya yeterlidir.
Libya halkı böylesi bir tarihten geliyor. Bu durum kabilelerin binlerce yıllık örgütlü yapısı karşısında halkı oldukça güçsüz kılacak, paylaşım üzerinde kabileciliğin akıl almaz dar çıkarlar için çatışmalarını körükleyecek bir veridir.
Buna rağmen, kabilelerin varlığı, Kaddafi’nin dile getirdiği ya da korkutmak için öne sürdüğü bir aldatmaca değildir. Libya halkı, dünyanın tüm halkları gibi, kendi doğrularını ve demokrasi ihtiyaçlarını karşılayacak mekanizmaları ve kadrolarını bulmakta zorlanamayacaktır. Dünyanın dört bir köşesine yayılmış aydınlık düşünceli muhalif çevrelerin de katkısıyla, Libya halkının özgürlük ve demokrasi ihtiyaçlarıyla oluşan bilinci, bu süreci sancılı da olsa aşmasını başaracağı kesindir.
KORGENERAL AYŞE KADDAFİ
Ayşe, Kaddafi’nin 7 erkek evlat arısında, tek kızı. Evlatlık kızı ise ABD bombardımanında öldü; Kaddafi’nin bu günlerde konuşma yaptığı, önünde altın bir bileğin havada yakaladığı USA uçağı kompozisyonlu yapıtın olduğu ev.
Ayşe, manken denilecek kadar güzel bir bayan. Avukattır da. Dünyanın en ünlü davalarında avukatlık namı bulunmaktadır. İki gün öncesine kadar Libya’daki BM’nin “İyi Niyet Elçisi”dir. Ayşe, Wikileaks belgelerine göre, Libya’da “Kaddafi holding”in önemli bir ortağıdır. 7 erkek çocuğun (Muhmmed, Seyfül İslam, Mutaasım, Said, Hamis, Hannibal) her bir belli bir ekonomik alanda yıllık cirosu milyar dolarlarla ölçülen karlar elde etmektedir. Ayşe de, Bu faaliyetler içinde azımsanmayacak yere sahiptir. Neredeyse Libya halkının dışarıdan getirmeye ihtiyaç duyduğu her malın geçeceği özel gümrük kapısı Kaddafi ailesi arasında paylaşılmış durumdadır. Bu ise Kaddafi’nin adalet, eşitlik ve sosyalizmine herhalde aykırıdır.
Yeşil Kitap’ta kaddafi “Sosyalist toplumda herhangi bir kesimin, bu kesim toplum bile olsa, insanın ihtiyaçlarına tahakkümü söz konusu olmamalıdır” (Agk, s;50)
Ancak diktatörlük rejimlerinde, bu aykırılığın hakim olanlara ve çevrelerine bir hak olarak karşımıza çıkması, tarihin her döneminde aynıyla geçerlidir. Kaddafi, Libya için yaptığı inkar edilmez çabaları zamanın yontucu süreçlerine ve çevresinin bitip tükenmez soygunlarına yem yapması ise, kurtuluşu olmayan bir son gibidir. Sosyalist, demokratik, liberal vb. ne ad taşırsa taşısın, İktidarların, muhaliflere barışçıl yoldan geçme şansının olmadığı tüm toplumlarda, diktatörlük var demektir; Nasyonal sosyalistlerin da başkalarının da ulaştıkları yer diktatörlüktür.
Bütün bunlara ek Ayşe Kaddafi, “Ferik” (Korgeneral) rütbeli, bol sermayeli bir askerdir.
Kadafi ülkesinde kadınlar için çok şeyler yapmaya çalışmış, teorisinin merkezine de kadını kendi bildiği karmaşık algılarla oturtmuş Kadına tercihli askerlik olanağı sağlanmış, üniversiteleri kızlarla dolup taşan bir ülke, ama gerçek yaşam içinde kadın doğu mistizminin karanlık algılarını, çekilmez bir yük olarak üzerinde taşımaya devam etmektedir.
Ülkede kaç kadın, hangi askeri rütbelere gelmiş bunun istatistik bilgisi yok ( güvenlik nedeniyle olmalı !). Bilinen 200 kadından oluşan (Amazon Birliği) var, ancak ekonomik ve askeri üst rütbelerde babası gibi önder olan Ayşe’nin benzeri olmadığından kimsenin kuşkusu olmamalı.
Kaddafi, Yeşil Kitap’ta, kadın için önemle vurgu yapar. Kitabın en uzun yazısı da “KADIN”başlıklı bölümüdür. 111 sayfalık, üç temel kısımdan oluşan (“Demokrasi, Ekonomi, Sosyal Temel”) Yeşil Kitap’ta “KADIN” bölümü 13 sayfadır (84-96 sayfaları arası) .
Yeşil Kitabın kadını çok karmaşık algıların, ölçümlerin bir arada olduğu bir kadındır. Yabana atılmayacak, “Kadın ‘erkek ile kadın arasında hiç fark yoktur’ kuralı karşısında özgür değildir. ‘Her şeyde’ ibaresi kadını aldatan büyük aldatmacadır” (Agk, s:90) ve “Bu gün bütün toplumlarda kadına sırf bir meta imiş gibi, bakılmaktadır Doğu, ona alınıp satılan meta imiş gibi, batı da dişi değilmiş gibi bakmaktadır” (Agk, s:94) gibi belirlemeler yanı sıra, kadını tam bir kabile reisi gibi “ kadın, şefkatlidir, kadın güzeldir, kadın gözü yaşlıdır, kadın korkaktır. Genel olarak doğal yaratılış sonucu, kadın nazik erkek ise sert yaratılışlıdır” (Agk, s:95)
Batının, kadına “dişi değilmiş gibi bakmaktadır” demesiyle anlatmak istediği de, kadını erkek gibi ağır işlerde çalıştırması, erkekten doğal olarak farklı olması nedeniyle daha çok hakka sahip olduğu gerçeğini görmediğini anlatmaya çalışmaktadır.
Burada Kaddafi’nin kadınla ilgili algılarının eleştirisine girme gibi bir amacım yok. O kendi kendini eleştiren, karman çorman tezleriyle bunu gayet güzel yerine getiriyor.
Korgeneral Ayşe Kaddafi’yi yazarken “Kadınları da alın askere” diyen malum örgütlerin Kürt halkına karşı besledikleri ulusalcı duyguları düşündüm. Bunların kadını, erkekle eşit görme algılarının, erkek askerin emir komuta zinciri içinde yaptıklarını, kadınlara da yaptırmayı reva gördüğünü göz önüne getirdim. Bu akıllar iktidar olsa, Kaddafi’yle farkları kalıp kalmayacağını da düşündüm; bin fark atacaklarından şüphem yok.
Bu noktadaki kıssadan hissemiz de bu olsun.
YEŞİL KİTAP
Uzun yazdığımdan şikayetçiler az değil. Bunun için çok alt başlıklı yöntemle yazmaya başladım. Bu alt başlığa bakarak da uzun uzun bir şey yazmayacağım. Okura aktarmalar yapmakla yetineceğim. Kaddafi kendi içinde o kadar tezat algılarla dolu ki, “Üçüncü Evrensel Teori” diye adlandırdığı ve 111. Sayfalık Yeşil Kitap (bilinen standart basımların en küçük boy broşürüdür 16/11 cm) formüle ettiği görüşleri ve bunları açıklayan 136 sayfalık, “Yeşil Kitap Açıklaması” broşürde tutarlı olabilecek birbiriyle bağıntılı bir iddia bulmak mümkün değildir.
Önceki yazımda dile getirdim. İki kez Libya’ya gittim. Her iki kez de “Devrim Komiteleri”yle buluştum. Çok sohbet ettik. Böylesi misafir sohbetlerinde, ev sahibi ve misafir her ne konuda olursa olsun çok ortak bölen bulur. Bizler de söylem ve açıklamalarda ortak bölen bulduğumuz oldu. Denem, anti-emperyalist anti siyonist duruşların dönemiydi. Kaddafi bunun en ateşli lideriydi. Bölgemizde oynanan oyanlara, Özellikle Enver Sedat başkanlığındaki Mısır’ın Camp David Anlaşmasına karşı (17 Eylül 1978), Libya, Suriye, Cezayir, Güney Yemen ve Filistin Kurtuluş Örgütü ( FKÖ) oluşan Ret Cephesi bölge halkları adına çok önemli bir oluşumdu.
Zaman içinde iktidarın çarkları altında. Söylemleri ne olursa olsun insanların ezildiğini, direnme hattındaki “deli dolu “da olsa, duruşlarını tüketebileceğini. Halka karşı iç bükey çalışan mekanizmalar kim olursa olsun iktidar sahiplerini halkla yüz yüze getirdiği görülmektedir.
Libyalı devrimcilerle buluşmamızda onlarca kitap ve video kaset hediyesi alırdık. Bunların tümünü özenle korudum. Bu makaleyi yazmaya oturduğum zaman, bu kitapları kütüphanemin önemli bir bölümünü koyduğum özel odadan bir kez daha çıkırdım. Tümü okunmuş olan bu kitapların sayfaları da adetim üzerine, çizilmiş, yan tarafa eleştiri notları alınmış, kenarları bükülmüş olmalarının yararını gördüm.
Bunların önemli olanlarını aktarmaya çalışacağım.
Bu bölümle birlikte İmam Musa el Sadır başlığı altında iki gündür eski kitapları da karıştırarak yaptığım araştırmayı ele alacaktım: makale uzayınca bu konuyu ayrı bir makale olarak almayı kararlaştırdım.
Libya’yı, düne kadar yeşil bir salataya, bu günlerde ise kızıl bir kan gölüne dönüştürme eğiliminde olan, “Üçüncü Evrensel Teori” olma iddiasındaki “YEŞİL KİTAP”, oturmamış, belli bir disipline ait olmayan, ortaya koyduğu iddiaları birbiriyle bağlayan tutarlı bir iç dokuya sahip olmayan okumaların yazıya dökülmüş halidir diye özetleyebilirim.
Kaddafi, “Üçüncü Evrensel Teori” diye kaleme aldığı Yeşil Kitap, daha iyi anlaşılması için bir açıklama broşürü de yazmıştır. Bu broşürün ilk paragrafında “Günümüzde iki örnek toplum olan kapitalist ve Marksist toplumlarda bazı özellikler gerçekleşmiş ve bu özelliklerin şartları şekil ve öz itibariyle iki toplum biçimi birbirine oldukça yakınlaşmıştır“ der (Yeşil kitap Açıklaması, 1. Dünya sarsılıyor ama değişmiyor bölümü s: 3) Bu cümlede toplum olarak Kapitalizmi belirtmesine rağmen, Sosyalizm yerine “Marksist toplum” diye bir şey icat etmesini, “Sosyalist” toplum kavramını kendisine ayırdığı için üzerinde durmayacağız. Bu giriş cümlesinin ardından da “İki örnek sistem arasında herhangi bir değişiklik yoktur” (Agb, s:7) der. Buradan sonra da “ İnsanların özgürlük ve ilerleme mücadelesi söz konusu iki sistem ile bağlanmıyor. Önümüzde bir gerçek olarak kendi çağımıza kabul ettiren üçüncü bir durum vardır bu üçüncü durumun incelenmesi ve yorumlanması gerekir.” (Agb. S:17) diye bağlar.
Kaddafi Marks’a da bir pay ayırır “Karl Marks dünyanın filozoflar tarafından incelenip açıklığa kavuşturulduğunu, ancak değiştirilemediğini açıklamıştır. Kendisi dünyayı değiştirebileceğini sanmışsa da bunu becerememiştir” (Agb.22)
Kaddafi, ise bunu beceren anlayışını “Bizim önerdiğimiz bilimsel çözüm: Her çeşit tekelciliği yok etmek sureti ile tüm sınıfları kaldırmaktır.” (Agb, s:31) diyerek özetler.
Ancak, Libya’nın bugününü çok iyi anlatan cümleyi de kurmayı unutmaz; “İnsanlar her zaman ihtiyaçlarını tekelinde tutan kişilerle mücadele ederler” (Agb, s:31)
İşte “Üçüncü Evrensel Teori”nin en bilimsel ve yaşamda kanıtlanmış tezi tas tamam budur. İnsanlar özgürlük ve demokrasilerini, ekonomik yaşam imkanlarını tekellerinde tutanlara diktatör diyor ve onlara karşı da savaşıyor. Kaddafi bunu bir bilmeye iyi bildi.
Bundan sonrası, Yeşil Kitap incilerinden birkaç cümle sunarak makalemi noktalayacağım. Alıntıların tümü Yeşil Kitap’tan. Sadece sayfa numarasını vererek geçeceğim.
“PARLAMENTO”
“Parlamento, halkı aldatan bir temsilciliktir.
“Parlamentonun var olması, halkın olmayışı anlamına gelir.
“ İktidar, parlamento ile halk arasında adeta meşru bir sed haline gelmiştir “ (5)
Sayfa yan tarafına slogan olarak yazılanlar arasında ise, “Halka vekalet olmaz Vekillik aldatmacadır”, “Parlamento kararları Gıyabi bir hüküm mahiyetindedir” (5)
“Dünyanın tanıdığı en gerici dikta rejimleri parlamento gölgesinde yaşamıştır” (9)
“PARTİ”
“Parti demek, çağdaş bir dikta rejimi ve modern diktatöryanın yönetim aracıdır” (10)
“Parti, bir azınlığın tüme olan tahakkümüdür ve şimdiye kadar sürüp giden dikte rejimlerinin son aracıdır” (10)
“Parti; tek görüş ve çıkar sahiplerinin tüm halka egemen olmalarını sağlayan bir iktidar aracıdır” (10)
“Particilik oyunu, hem alaylı ve hem de aldatıcı bir oyundur” (13)
“Particilik örtüsüz açık bir dikta rejimidir” (13)
Sayfa yan tarafına slogan olarak yazılanlar arasında ise, “ Particilik demokrasinin dejeneresidir” ve
“Min tahazzaba hana” ( kim partili olunmayı savunursa haindir) (10)
Kaddafi’nin parti üzerine tezleri, aklıma siyasette demagoji medresesinin Türkiye ekolünü kuran Demirel’in, parti kapatmaları üzerine 12 Eylül rejimine yönelik, söylemek zorunda kaldığı, “ülkenin kimyasını bozdular, yetişmiş siyasi kadroları siyasetten yasakladılar” mealindeki sözleri, Libya içinde tekrar etmek yanlış olmayacaktır.
“HALK OYLAMASI”
“Referandum Demokrasiye bir aldatmacadır.” (21)
“ İcat edilecek iktidar aracı ne bir parti, ne bir sınıf, ne bir grup, ne de bir kabile iktidarı olmayıp, ne temsilcisi ne de vekili olmayan bütün bir halk olmalıdır. Çünkü ‘halka vekalet olmaz’ ve ‘Temsilcilik kandırmacadır’” (22)
“İşte ‘YEŞİL KİTAP’ yönetim aracı sorununa nihai b.ir çözüm getiriyor ve dikta çağını geçip….milletlerin yolunu çiziyor” (22)
“KABİLENİN YARARLARI“
“Kabile, sosyal güvencenin doğal yeridir,..toplu savunma yani koruma sağlamaktadır” (76)
Bundan fazlasını aktarmak okura rahatsızlık vereceği kaygısındayım. Bu yeşil salatanın, Libya’yı neden bir kan gölüne çevirdiğini anlamak için, yukarıdaki alıntılara bakmak yeterli olacaktır.
Kıssadan hissemiz ise, en ideal tezleri savunsanız da uzun süren iktidar içinde diktatörlüğe düşme ihtimaliniz çok yüksektir. Kimse iktidar olduğu için böbürlenmesin, iktidarı veren halktır, onu değiştirecek olan da .
İktidarlar da halk da Kaddafi’nini kendi deneyimiyle de ispat ettiği şu cümleyi kulaklarına küpe yapmalıdır; “İnsanlar her zaman ihtiyaçlarını tekelinde tutan kişilerle mücadele ederler”
24 Şubat 2011 Perşembe
KADDAFİ KONUŞTUKÇA…
Libya ayaklanmaları üzerine 2. Makale.
Mihrac Ural
23 Şubat 2011
Arapların ünlü ses sanatçısı Ümmü Gülsüm’ün bu günlerde en çok yayınlanan şarkı dizesi, döneme uygun olan, “Ena şaabu la arif el mustahila // Vala artadi bil huludi bedila // biladi meftuha kes-sema tadummu essedika ve tamhu dahila” (Ben halkım imkansız diye bir şey tanımam, ebedi olmaktan başka bir şeyi kabullenmem, ülkem gökyüzü gibi dostu bağrına basar, aykırıları imha eder) dizesidir.
Arap halkı, demokrasi ve özgürlük için ülkelerinde ve dünyanın her köşesinde ayaktadır. Yıkılması “imkansız” sanılan diktatörlükleri yıkıyor, aydınlık için zorbalıklara dur diyor.
Korku duvarlarını yıkan bu halk, yeryüzünün tüm halklarına “cesaretli olun” diyor.
***
Libya halk ayaklanmasının 9. Günü (14-23 Şubat 2011). Ancak onlar 17 Şubat çağrısıyla başlayan yaygın ayaklanmaları esas alarak 17 Şubat devrimi adını koyuyorlar. Yani 7. Gündeyiz.
İki gün önce oğul Seyfül İslam konuştu. Dün ise Kaddafi. O yine heyecanlı bir hatipti. Tarihi anlattı, yaptıklarını, 42 yıldır vermekte olduğu çabaları, Libya’yı ortaçağ karanlıklarından çağdaş bir ülke haline gelişindeki emeklerini dile getirdi. Çok etkileyici sözler söyledi örnekler verdi. Empati yaparak bir değerlendirme ortaya konulacaksa Kaddafi’nin konuşmasını iki bölüme ayırır ve çok olumlu bölümün etkisiyle, akıl almaz bir cinneti ifade eden diğer bölümün ortaya çıkışını daha iyi kavradığınızı sanırsınız.
Kaddafi 40 yıl içinde yüz milyarlarca dolarlık servetleri ortaya koyarak ülkesini yapılandırdı bu doğru. Kim olsa bunu yapar mıydı ? Bu ayrı, geride kalan bir soru. Krallık Libya’sı bir ortaçağ ülkesiydi ve sömürgeden de beterdi. Ülkenin kalkınması yer altı ve üstü servetlerine sahip çıkarak bunu ülkenin kalkınmasına sunmanın ilk adımları Kaddafi’yel başlar. Yiğidi öldür ama hakkını ver derler. Kaddafi bu servetleri kendinden vermedi, o bu ülkenin servetlerini yönlendirdi. İktidar olmanın adı da budur. Bu açıdan olumlusuyla olumsuzuyla bu günkü Libya’da Kaddafi’nin emekleri bulunuyor.
Konuşmasında bunları uzun uzun aktardı. Ancak bu olumlu çabaların tümünü yok eden sistemsiz bir sistem kurarak, ortaçağ kabile reisi yöntemiyle, halk komiteleri adı altında, genel halk kongreleri adı altında tek kişilik bir baskı rejimi kurdu. 1 milyon 779.000 km² karelik bir alanı ve servetlerini hangi isim altında olursa olsun, tek kişinin sözüne bağlı olarak yönetmek, akıllı bir davranış olamaz. “Kutsal kabile” algısının çağdaş işlerde nhe tür sonuçlar yarattığını burada görmek zor değil.
Gerçek anlamda İmkansız olanı mümkün diye dayatmanın tek yolu diktatörlüktür. Kaddafi buna gelip dayandı. Bu da filmin ikinci bölümünü oluşturdu. Demokratik hak ve özgürlükler yok edildi. Sulta altında tutulamayan hiçbir farklılığın yaşamasına müsaade edilmedi. Düşman, kökü dışarıda bir faaliyet sayıldı. Kaddafi bu sanıyla, kendi halkını ağır kavramlarla suçladı ve akıl almaz tehditlerle müjdeledi; fareler, mikroplar diye tanımladığı protestocuları, devletin kendini hukuk sınırları içinde savunacağını belirterek ceza kanunun idamdan başka bir cezası olmayan maddelerini okudu, Daha da ötesine geçerek, yarın’a (23 Şubat 2011) kadar mühlet tanıyarak, uyum olmazsa, “sahra sahra, şehir şehir, ev ev köşe bucak üzerinize geleceğim, kutsal yürüyüşle canlı bir şeye bırakmayacağım” dedi.
Kaddafi, bunu anlatmak için de çok yanlış bir örnek seçti; “Amerika’nın terörle mücadelesinde, silahlı bir kişi için Irakta, Afganistan’da neleri nasıl yakıp yıktığını aktararak benzer bir süreçte güç kullanarak, devletin kanunlarda belirtilmiş kendini koruma hakkını kullanacağını” belirtti.
Bu yaklaşım, çocuklukta izlediğimiz filmlerden hatırlayacağınız ünlü Yahudi Kahraman Samsun Dalila’nın, orta-doğuda bu gün de yaygınca kullanılan bir söylemine çok benziyor; “bana da düşmanıma da”, yani zarar gelecekse sadece bana değil düşmanıma da gelir.
Bu yaklaşım, kanlı bir sürecin kapılarını aralamaktır.
Birçok yakın gözlemci Libya uzmanının, sık sık ifade ettiği gibi Kaddafi bir psikopat gibiydi. Öyle de konuştu.
Böyle mi? Buna doktorlar bile zor tanı koyabilir. Ancak konuştukça batan bir çizgi içinde olduğu kesindir. Ülkesinin tüm doğu şehirleri ayaklanmış, güvenlik ve ordu güçleri halkın eline düşmüşken, kendisi ve oğlunun sık sık dile getirdiği “Libya bir kabileler ülkesi” söylemine rağmen kabilelerin büyük bir kısmı karşı tavra girmişken, kanlı bir iç savaşın kime ne türden bir kazancı olabilir? İktidar tutkusu, hüküm sürmeyi tanrıdan vekaleti alınmış bir iş haline getirmişse, hangi halk bu zorbalığa dayanabilir ki.
Kaddafi, “devlet kademsinde bir mevkiim yoktur. Olsaydı istifamı basar, suratınıza da atarak bu sorunu çözerdim “ dedi.
Kaddafi, bu söylemiyle iç savaş ısrarını anlamsız kılıyor. İktidar halkın çıkarları için bir araç ise, bunun için halka karşı savaşmak cinnettir.
Kaddafi uzun bir zamandır izahı mümkün olmayan söylemleri gibi bu kez de konuştukça battı.
Konuşmasının başından sonuna kadar “devrimci terminolojiyi” terk etmeden yaptığı tehditler, artık 21. Yüzyılla ilgisi olmayan söylemlerdi. Barış, özgürlük ve demokrasinin talep edildiği yerde iktidarların diyalogdan başka bir yolu tercih etmeleri, koşullar ne olursa olsun bunun dışında bir yola sapmaları diktatörlükten başka bir şey değildir.
Hiç kimse iktidara tanrı tarafından yetkilendirilmiş değildir. Halkın onayını kaybedenler, iktidarlarını halkın tercihine teslim etme zorundadırlar. Bunu bilmeyenler, halk adına, halka zulüm çektirirler. Halkın buna uzun zaman seyirci kalması ise mümkün değildir. Bölgemizin her bir örneği bunun açık kanıtıdır.
KUTSAL KABİLE KUTSAL YÜRÜYÜŞ
Libya kadim bir ülke. Herodot tarihinde geniş yer almış. Kabileleri dün olduğu gibi bu güne kadar bozulmadan gelmiş bir toplum. Zaten insanlığın son 300 yılının gerisine gidersek, bozulmadan binlerce yıl öncenin halini görmek mümkün. Libya, 1551 de Osmanlı kaptanı deryası Turgut Reis tarafından fethedilince, tıpkı Osmanlı gibi, değişmeden 20.Yüzyıla ulaşmıştır.
Osmanlı Libya’yı Trablusgarp savaşı (29 Eylül 1911 – 18 Ekim 1912) diye tarihe geçen savaşta elden çıkarmıştır. Osmanlının Libya’da bu güne taşınan hiçbir izi yoktur. Osmanlı yapısı denilenler ise Roma, Kartaca artıklarının onarılmasıdır. Bunun dışında olanlar ise, farklı bir uygarlık izi olmadığı için, orijinali varken taklidinin iz bırakması söz konusu olamaz.
Buna rağmen, araştırmalarım, Osmanlı Teşkilatı Mahsusa’nın Libya’da etkince çalıştığını göstermektedir. İtalyanlara karşı bağımsızlık savaşı veren, Ömer Muhtar’ın, Atatürk’ten yardım talep ettiği ancak cevap almadığı bilinmektedir (gönderilen mektuplar Atatürk’e ulaşmadığı, İtalyan bir subay tarafından ele geçirildiği söylenir). Mareşal Fevzi Çakmak’ın Libyalı olduğu, akrabalarının hala Libya’da yaşadığı bilinmektedir. Daha da ötesi, 1978-79 Basın Yayın Genel müdürü olan Ünlü yazar Orhan Koloğlu’nun babası Sadullah Koloğlu, Libya’nın ilk başbakanlarından (1949-50).
Bunlara iz denirse, Osmanlıdan arta kalan izler bundan ibarettir; ama hakkını yememek gerek ittihatçıların Teşkilatı Mahsusa ile geride bıraktıkları izin bu günkü Libya tablosunda önemli bir role olduğunu teslim etmemiz gerek. “İttihatçı darbeci aklın Libya’daki izleri” üzerine ayrıca durmamız gerekecek.
Bunlara rağmen, bu gün iktidar çevresi ve ayaklanmacı çevre için, Osmanlı hoş görülmeyen bir unsur olarak algılanmaktadır; ayaklanmalarda Türk şirketlerine yapılan saldırılar bu algının bir izi gibidir.
Libya’da 24 Aralık 1951’da bağımsızlık ilan edildi. Bunu BM 1 Ocak 1952 De kabul etti. Kaddafi’nin iktidardan askeri darbeyle düşürdüğü İdris Sunusi, üç bölgenin birleşmesiyle kral oldu.
En eskisinden en yenisine hiçbir hükümran güç Libya’nın toplumsal dokusunda yer alan kabileler üzerinde bir etki yapmadığı bu gün çok daha iyi anlaşılıyor.
İrili ufaklı 90 Kabileden oluşan bir Libya. Üstelik kabileciliği Kuran’da geçen bir ayete bağlayarak kutsayan bir toplum; “Ey insanlar ! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için, boylara ve kabilelere ayırdık…” (Hucurrat/13)
Kurandaki bir ayete dayanarak yasalarına bile Kabileciliği bir toplumsal unsur olarak taşıyan bu ülke, iktidarı ve muhalefetiyle tarihin gerisinde yer alan kimi dayanaklar üzerinde ideallerini ortaya koymaya çalışmaları da eşyanın tabiatına uygun olur. Ayaklananlar da Kendilerine katılan kabile sayı ve isimlerini vererek güç gösterisinde bulunma çabasında olmalarını böylesi bir algıya oturtmak yanlış değildir..
Libya, bu haliyle kanlı bir sürecin uzun ve acılı kesitlerinden geçecek gibidir. Ancak her şeye rağmen, Arap halkının 21. Yüzyılda ortaya koyduğu bu duyarlı duruş, tüm insanlık için özgürlük ve demokrasi yolunda, her türden baskıya ve diktatörlüğe başkaldırı olarak algılanacaktır.
Çok farklı algı düzlemlerine karşın, özgürlükleri için ayağa kalkan Libya Arap halkı, Tunus ve Mısır devrimi ardından etkin halk ayaklanmalarıyla, bu süreci tamamlayan bir çizgide yola koyulmuştur. Libya’daki bu gelişme, kendi özgünlüğüne rağmen, bölgemizde genel anlamda demokrasi mücadelesine önemli bir katkıdır.
Libya bu aşamadan sonra geriye dönülmesi mümkün olmayan bir sürece girmiştir. Kaddafi, bilinen dengesizliklerinden birini halkın bu hak talebine karşı beklenmedik bir çark kırışıyla olumlu yönde ortaya koyabilirse, bundan sadece Libya halkı değil, hayalini kurduğu, son konuşmasında da “önderi” olduğunu söylediği “uluslararası devrimci güçler”de yararlanmış olacaktır.
Bu verilerin ışığında Kaddafi’nin “Kutsal Yürüyüş” dediği kanlı iç savaşa yer yoktur (Kaddafi Arapçada kutsal yürüyüş derken, daha çok Bir buldozerin önüne gelen her şeyi sürükleyen ilerlemesi anlamında bir kavram kullanmıştır; Zahf. Bu kavram, yürümek (meşi) fiili değildir. Türkçe’de tam karşılığı olmadığı için “Kutsal Yürüyüş” terimini kullandım. Bunu Kutsal sürükleyiş, söküş olarak okumak mümkün)
Kabile kutsallığı, kutsal yürüyüşle yüz yüze kalması halinde oluşacak felaket, geride kutsallık adına hiçbir şey bırakmayacaktır. Mal ve can, ar ve namus, sınıf ve katman, ulus ve mezhep ama bile istisna her şey kanlı bir arenada sırt üstü yatırılmış olacaktır. Gerisi ise batılı emperyalist güçlerin bileceği bir iş olacak. Bunun da ötesinde, Bölgedeki her gelişmenin altında ezilen İsrail Siyonistleri, Libya’daki gelişmelerin bozduğu kimyalardan karlı çıkacak bir leş kargası olarak beklediği bilinmelidir.
Libya halkının onurlu ve bilinçli kesimleri bunu da sık sık dile getirerek, halkın dirayetli tutumuna işaret vermektedir.
İYİ ŞEYLER YAPMIŞ OLMAK YETMİYOR
Çok iyi şeyler yapmış olmak yetmiyor. Kendinde iyi olan her şey, çevresi için de iyi olmayı bilmelidir. Bu başarılamıyorsa, kendinde iyi olan olguları, baskı ve dayatmanın, zulmün bir aracı haline getirmişseniz, tarihinize ait olumlu hiçbir çabanızın bir değeri kalmaz.
Tutkularınız, zaman içinde sizi kozada böcek haline getiren örgüler nedeniyle, halkın taleplerini ve içine düştüğü tıkanmaları, kaosları göremiyorsanız, bundan sonra olumlu sandığınız her yaptırım bir baskının, zulmün, diktatörlüğün ifadesi olmaya mahkumdur.
Darbeci devrimciliğin vardığı son duruk budur. Bu bir kaderi gibidir. Tarihsel devrimlerin geri dönüşü mümkün olmayan gelişmelerinin aksine, siyasi bir darbeden başka anlama gelmeyen, devrimci söylemlerden öteye bir devrimcilik ikame edemeyen tarihin tüm darbeci devrimcilik örnekleri, aynı akıbete uğruyor; diktatörlükte tıkanıyor ve halkla yüz yüze geliyor. Kaddafi’nin gelip dayandığı yer burasıdır.
Siyaset de devrimlerde halk içindir. Bunu, sınıflara, inançlara, etnik aidiyetlere mahkum ederek daraltmak, katletmektir. Bunun da ötesinde, iktidarlar muhaliflerine iktidar olma fırsat ve olanağını yok ettikçe, ezici çoğunluğu alsalar da diktatörlüğe yönelmekten kurtulamazlar. Bunun da adı sivil diktatörlük ya da başka bir şey, tümü aynı kapıya çıkar. Diktatörlüklerin yıkılışı ise hep birbirine benzer; bunu devrimcilik, halkçılık adına ya da Allah adına yapmanın arasında hiçbir fark yoktur.
Kaddafi konuştukça, geçmişindeki olumlu sayılabilecek her şeyi silip geçti. Kaddafi konuştukça battı. Onu anlamak artık çok güç. Halkın iradesine karşı direnmenin bu türü, insanlık suçu sayılabilecek bir kanlı savaşın kapılarını aralamaktır. Buna kimsenin hakkı yok.
Halkın iradesine karşı direnen hiçbir güç, başarılı olamaz; çıkar dünyasının, en küçük olayda fırtına koparan Batılı ağızlar sussa bile, başarı şansı olmayacaktır.
Kaddafi, İsraillilerin bile dillendirmeye başladıkları “Amerika’nın dostluğuna asla güvenilmez” sözünü, en iyi bilenlerden biridir. Bu söz Fransız’ı, İtalyan’ı, İngiliz’i için aynıyla geçerlidir. Çıkarlar üzerine binmiş geçici dostluklar, halkın birliği ve geleceğiyle yer değiştiremez. Libya halkı en iyisini, haklı özgürlük ve demokrasi talebiyle kazanmalıdır. Bunun önünde engel olarak, bir yere varılamaz.
Kıssadan hissemiz,
Bölge halklarının açtığı büyük uyanış kapısından girip kendi haklarımızı bir an önce kazanmamız gerekmektedir. Bunun için cesaretimizi toparlamamız gerekiyor.
Halkın taleplerine cevap vermek istemeyen iktidarlar, oyalamalarla bu gün yapılması mümkün olanı erteleyip imkansız hale getirebileceklerini sanıyorlarsa aldanıyorlar.
Kendini aldatana söylenecek bir söz yoktur. Halkımız biraz da Ümmü Gülsüm’e kulak versin yeter.
Mihrac Ural
23 Şubat 2011
Arapların ünlü ses sanatçısı Ümmü Gülsüm’ün bu günlerde en çok yayınlanan şarkı dizesi, döneme uygun olan, “Ena şaabu la arif el mustahila // Vala artadi bil huludi bedila // biladi meftuha kes-sema tadummu essedika ve tamhu dahila” (Ben halkım imkansız diye bir şey tanımam, ebedi olmaktan başka bir şeyi kabullenmem, ülkem gökyüzü gibi dostu bağrına basar, aykırıları imha eder) dizesidir.
Arap halkı, demokrasi ve özgürlük için ülkelerinde ve dünyanın her köşesinde ayaktadır. Yıkılması “imkansız” sanılan diktatörlükleri yıkıyor, aydınlık için zorbalıklara dur diyor.
Korku duvarlarını yıkan bu halk, yeryüzünün tüm halklarına “cesaretli olun” diyor.
***
Libya halk ayaklanmasının 9. Günü (14-23 Şubat 2011). Ancak onlar 17 Şubat çağrısıyla başlayan yaygın ayaklanmaları esas alarak 17 Şubat devrimi adını koyuyorlar. Yani 7. Gündeyiz.
İki gün önce oğul Seyfül İslam konuştu. Dün ise Kaddafi. O yine heyecanlı bir hatipti. Tarihi anlattı, yaptıklarını, 42 yıldır vermekte olduğu çabaları, Libya’yı ortaçağ karanlıklarından çağdaş bir ülke haline gelişindeki emeklerini dile getirdi. Çok etkileyici sözler söyledi örnekler verdi. Empati yaparak bir değerlendirme ortaya konulacaksa Kaddafi’nin konuşmasını iki bölüme ayırır ve çok olumlu bölümün etkisiyle, akıl almaz bir cinneti ifade eden diğer bölümün ortaya çıkışını daha iyi kavradığınızı sanırsınız.
Kaddafi 40 yıl içinde yüz milyarlarca dolarlık servetleri ortaya koyarak ülkesini yapılandırdı bu doğru. Kim olsa bunu yapar mıydı ? Bu ayrı, geride kalan bir soru. Krallık Libya’sı bir ortaçağ ülkesiydi ve sömürgeden de beterdi. Ülkenin kalkınması yer altı ve üstü servetlerine sahip çıkarak bunu ülkenin kalkınmasına sunmanın ilk adımları Kaddafi’yel başlar. Yiğidi öldür ama hakkını ver derler. Kaddafi bu servetleri kendinden vermedi, o bu ülkenin servetlerini yönlendirdi. İktidar olmanın adı da budur. Bu açıdan olumlusuyla olumsuzuyla bu günkü Libya’da Kaddafi’nin emekleri bulunuyor.
Konuşmasında bunları uzun uzun aktardı. Ancak bu olumlu çabaların tümünü yok eden sistemsiz bir sistem kurarak, ortaçağ kabile reisi yöntemiyle, halk komiteleri adı altında, genel halk kongreleri adı altında tek kişilik bir baskı rejimi kurdu. 1 milyon 779.000 km² karelik bir alanı ve servetlerini hangi isim altında olursa olsun, tek kişinin sözüne bağlı olarak yönetmek, akıllı bir davranış olamaz. “Kutsal kabile” algısının çağdaş işlerde nhe tür sonuçlar yarattığını burada görmek zor değil.
Gerçek anlamda İmkansız olanı mümkün diye dayatmanın tek yolu diktatörlüktür. Kaddafi buna gelip dayandı. Bu da filmin ikinci bölümünü oluşturdu. Demokratik hak ve özgürlükler yok edildi. Sulta altında tutulamayan hiçbir farklılığın yaşamasına müsaade edilmedi. Düşman, kökü dışarıda bir faaliyet sayıldı. Kaddafi bu sanıyla, kendi halkını ağır kavramlarla suçladı ve akıl almaz tehditlerle müjdeledi; fareler, mikroplar diye tanımladığı protestocuları, devletin kendini hukuk sınırları içinde savunacağını belirterek ceza kanunun idamdan başka bir cezası olmayan maddelerini okudu, Daha da ötesine geçerek, yarın’a (23 Şubat 2011) kadar mühlet tanıyarak, uyum olmazsa, “sahra sahra, şehir şehir, ev ev köşe bucak üzerinize geleceğim, kutsal yürüyüşle canlı bir şeye bırakmayacağım” dedi.
Kaddafi, bunu anlatmak için de çok yanlış bir örnek seçti; “Amerika’nın terörle mücadelesinde, silahlı bir kişi için Irakta, Afganistan’da neleri nasıl yakıp yıktığını aktararak benzer bir süreçte güç kullanarak, devletin kanunlarda belirtilmiş kendini koruma hakkını kullanacağını” belirtti.
Bu yaklaşım, çocuklukta izlediğimiz filmlerden hatırlayacağınız ünlü Yahudi Kahraman Samsun Dalila’nın, orta-doğuda bu gün de yaygınca kullanılan bir söylemine çok benziyor; “bana da düşmanıma da”, yani zarar gelecekse sadece bana değil düşmanıma da gelir.
Bu yaklaşım, kanlı bir sürecin kapılarını aralamaktır.
Birçok yakın gözlemci Libya uzmanının, sık sık ifade ettiği gibi Kaddafi bir psikopat gibiydi. Öyle de konuştu.
Böyle mi? Buna doktorlar bile zor tanı koyabilir. Ancak konuştukça batan bir çizgi içinde olduğu kesindir. Ülkesinin tüm doğu şehirleri ayaklanmış, güvenlik ve ordu güçleri halkın eline düşmüşken, kendisi ve oğlunun sık sık dile getirdiği “Libya bir kabileler ülkesi” söylemine rağmen kabilelerin büyük bir kısmı karşı tavra girmişken, kanlı bir iç savaşın kime ne türden bir kazancı olabilir? İktidar tutkusu, hüküm sürmeyi tanrıdan vekaleti alınmış bir iş haline getirmişse, hangi halk bu zorbalığa dayanabilir ki.
Kaddafi, “devlet kademsinde bir mevkiim yoktur. Olsaydı istifamı basar, suratınıza da atarak bu sorunu çözerdim “ dedi.
Kaddafi, bu söylemiyle iç savaş ısrarını anlamsız kılıyor. İktidar halkın çıkarları için bir araç ise, bunun için halka karşı savaşmak cinnettir.
Kaddafi uzun bir zamandır izahı mümkün olmayan söylemleri gibi bu kez de konuştukça battı.
Konuşmasının başından sonuna kadar “devrimci terminolojiyi” terk etmeden yaptığı tehditler, artık 21. Yüzyılla ilgisi olmayan söylemlerdi. Barış, özgürlük ve demokrasinin talep edildiği yerde iktidarların diyalogdan başka bir yolu tercih etmeleri, koşullar ne olursa olsun bunun dışında bir yola sapmaları diktatörlükten başka bir şey değildir.
Hiç kimse iktidara tanrı tarafından yetkilendirilmiş değildir. Halkın onayını kaybedenler, iktidarlarını halkın tercihine teslim etme zorundadırlar. Bunu bilmeyenler, halk adına, halka zulüm çektirirler. Halkın buna uzun zaman seyirci kalması ise mümkün değildir. Bölgemizin her bir örneği bunun açık kanıtıdır.
KUTSAL KABİLE KUTSAL YÜRÜYÜŞ
Libya kadim bir ülke. Herodot tarihinde geniş yer almış. Kabileleri dün olduğu gibi bu güne kadar bozulmadan gelmiş bir toplum. Zaten insanlığın son 300 yılının gerisine gidersek, bozulmadan binlerce yıl öncenin halini görmek mümkün. Libya, 1551 de Osmanlı kaptanı deryası Turgut Reis tarafından fethedilince, tıpkı Osmanlı gibi, değişmeden 20.Yüzyıla ulaşmıştır.
Osmanlı Libya’yı Trablusgarp savaşı (29 Eylül 1911 – 18 Ekim 1912) diye tarihe geçen savaşta elden çıkarmıştır. Osmanlının Libya’da bu güne taşınan hiçbir izi yoktur. Osmanlı yapısı denilenler ise Roma, Kartaca artıklarının onarılmasıdır. Bunun dışında olanlar ise, farklı bir uygarlık izi olmadığı için, orijinali varken taklidinin iz bırakması söz konusu olamaz.
Buna rağmen, araştırmalarım, Osmanlı Teşkilatı Mahsusa’nın Libya’da etkince çalıştığını göstermektedir. İtalyanlara karşı bağımsızlık savaşı veren, Ömer Muhtar’ın, Atatürk’ten yardım talep ettiği ancak cevap almadığı bilinmektedir (gönderilen mektuplar Atatürk’e ulaşmadığı, İtalyan bir subay tarafından ele geçirildiği söylenir). Mareşal Fevzi Çakmak’ın Libyalı olduğu, akrabalarının hala Libya’da yaşadığı bilinmektedir. Daha da ötesi, 1978-79 Basın Yayın Genel müdürü olan Ünlü yazar Orhan Koloğlu’nun babası Sadullah Koloğlu, Libya’nın ilk başbakanlarından (1949-50).
Bunlara iz denirse, Osmanlıdan arta kalan izler bundan ibarettir; ama hakkını yememek gerek ittihatçıların Teşkilatı Mahsusa ile geride bıraktıkları izin bu günkü Libya tablosunda önemli bir role olduğunu teslim etmemiz gerek. “İttihatçı darbeci aklın Libya’daki izleri” üzerine ayrıca durmamız gerekecek.
Bunlara rağmen, bu gün iktidar çevresi ve ayaklanmacı çevre için, Osmanlı hoş görülmeyen bir unsur olarak algılanmaktadır; ayaklanmalarda Türk şirketlerine yapılan saldırılar bu algının bir izi gibidir.
Libya’da 24 Aralık 1951’da bağımsızlık ilan edildi. Bunu BM 1 Ocak 1952 De kabul etti. Kaddafi’nin iktidardan askeri darbeyle düşürdüğü İdris Sunusi, üç bölgenin birleşmesiyle kral oldu.
En eskisinden en yenisine hiçbir hükümran güç Libya’nın toplumsal dokusunda yer alan kabileler üzerinde bir etki yapmadığı bu gün çok daha iyi anlaşılıyor.
İrili ufaklı 90 Kabileden oluşan bir Libya. Üstelik kabileciliği Kuran’da geçen bir ayete bağlayarak kutsayan bir toplum; “Ey insanlar ! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için, boylara ve kabilelere ayırdık…” (Hucurrat/13)
Kurandaki bir ayete dayanarak yasalarına bile Kabileciliği bir toplumsal unsur olarak taşıyan bu ülke, iktidarı ve muhalefetiyle tarihin gerisinde yer alan kimi dayanaklar üzerinde ideallerini ortaya koymaya çalışmaları da eşyanın tabiatına uygun olur. Ayaklananlar da Kendilerine katılan kabile sayı ve isimlerini vererek güç gösterisinde bulunma çabasında olmalarını böylesi bir algıya oturtmak yanlış değildir..
Libya, bu haliyle kanlı bir sürecin uzun ve acılı kesitlerinden geçecek gibidir. Ancak her şeye rağmen, Arap halkının 21. Yüzyılda ortaya koyduğu bu duyarlı duruş, tüm insanlık için özgürlük ve demokrasi yolunda, her türden baskıya ve diktatörlüğe başkaldırı olarak algılanacaktır.
Çok farklı algı düzlemlerine karşın, özgürlükleri için ayağa kalkan Libya Arap halkı, Tunus ve Mısır devrimi ardından etkin halk ayaklanmalarıyla, bu süreci tamamlayan bir çizgide yola koyulmuştur. Libya’daki bu gelişme, kendi özgünlüğüne rağmen, bölgemizde genel anlamda demokrasi mücadelesine önemli bir katkıdır.
Libya bu aşamadan sonra geriye dönülmesi mümkün olmayan bir sürece girmiştir. Kaddafi, bilinen dengesizliklerinden birini halkın bu hak talebine karşı beklenmedik bir çark kırışıyla olumlu yönde ortaya koyabilirse, bundan sadece Libya halkı değil, hayalini kurduğu, son konuşmasında da “önderi” olduğunu söylediği “uluslararası devrimci güçler”de yararlanmış olacaktır.
Bu verilerin ışığında Kaddafi’nin “Kutsal Yürüyüş” dediği kanlı iç savaşa yer yoktur (Kaddafi Arapçada kutsal yürüyüş derken, daha çok Bir buldozerin önüne gelen her şeyi sürükleyen ilerlemesi anlamında bir kavram kullanmıştır; Zahf. Bu kavram, yürümek (meşi) fiili değildir. Türkçe’de tam karşılığı olmadığı için “Kutsal Yürüyüş” terimini kullandım. Bunu Kutsal sürükleyiş, söküş olarak okumak mümkün)
Kabile kutsallığı, kutsal yürüyüşle yüz yüze kalması halinde oluşacak felaket, geride kutsallık adına hiçbir şey bırakmayacaktır. Mal ve can, ar ve namus, sınıf ve katman, ulus ve mezhep ama bile istisna her şey kanlı bir arenada sırt üstü yatırılmış olacaktır. Gerisi ise batılı emperyalist güçlerin bileceği bir iş olacak. Bunun da ötesinde, Bölgedeki her gelişmenin altında ezilen İsrail Siyonistleri, Libya’daki gelişmelerin bozduğu kimyalardan karlı çıkacak bir leş kargası olarak beklediği bilinmelidir.
Libya halkının onurlu ve bilinçli kesimleri bunu da sık sık dile getirerek, halkın dirayetli tutumuna işaret vermektedir.
İYİ ŞEYLER YAPMIŞ OLMAK YETMİYOR
Çok iyi şeyler yapmış olmak yetmiyor. Kendinde iyi olan her şey, çevresi için de iyi olmayı bilmelidir. Bu başarılamıyorsa, kendinde iyi olan olguları, baskı ve dayatmanın, zulmün bir aracı haline getirmişseniz, tarihinize ait olumlu hiçbir çabanızın bir değeri kalmaz.
Tutkularınız, zaman içinde sizi kozada böcek haline getiren örgüler nedeniyle, halkın taleplerini ve içine düştüğü tıkanmaları, kaosları göremiyorsanız, bundan sonra olumlu sandığınız her yaptırım bir baskının, zulmün, diktatörlüğün ifadesi olmaya mahkumdur.
Darbeci devrimciliğin vardığı son duruk budur. Bu bir kaderi gibidir. Tarihsel devrimlerin geri dönüşü mümkün olmayan gelişmelerinin aksine, siyasi bir darbeden başka anlama gelmeyen, devrimci söylemlerden öteye bir devrimcilik ikame edemeyen tarihin tüm darbeci devrimcilik örnekleri, aynı akıbete uğruyor; diktatörlükte tıkanıyor ve halkla yüz yüze geliyor. Kaddafi’nin gelip dayandığı yer burasıdır.
Siyaset de devrimlerde halk içindir. Bunu, sınıflara, inançlara, etnik aidiyetlere mahkum ederek daraltmak, katletmektir. Bunun da ötesinde, iktidarlar muhaliflerine iktidar olma fırsat ve olanağını yok ettikçe, ezici çoğunluğu alsalar da diktatörlüğe yönelmekten kurtulamazlar. Bunun da adı sivil diktatörlük ya da başka bir şey, tümü aynı kapıya çıkar. Diktatörlüklerin yıkılışı ise hep birbirine benzer; bunu devrimcilik, halkçılık adına ya da Allah adına yapmanın arasında hiçbir fark yoktur.
Kaddafi konuştukça, geçmişindeki olumlu sayılabilecek her şeyi silip geçti. Kaddafi konuştukça battı. Onu anlamak artık çok güç. Halkın iradesine karşı direnmenin bu türü, insanlık suçu sayılabilecek bir kanlı savaşın kapılarını aralamaktır. Buna kimsenin hakkı yok.
Halkın iradesine karşı direnen hiçbir güç, başarılı olamaz; çıkar dünyasının, en küçük olayda fırtına koparan Batılı ağızlar sussa bile, başarı şansı olmayacaktır.
Kaddafi, İsraillilerin bile dillendirmeye başladıkları “Amerika’nın dostluğuna asla güvenilmez” sözünü, en iyi bilenlerden biridir. Bu söz Fransız’ı, İtalyan’ı, İngiliz’i için aynıyla geçerlidir. Çıkarlar üzerine binmiş geçici dostluklar, halkın birliği ve geleceğiyle yer değiştiremez. Libya halkı en iyisini, haklı özgürlük ve demokrasi talebiyle kazanmalıdır. Bunun önünde engel olarak, bir yere varılamaz.
Kıssadan hissemiz,
Bölge halklarının açtığı büyük uyanış kapısından girip kendi haklarımızı bir an önce kazanmamız gerekmektedir. Bunun için cesaretimizi toparlamamız gerekiyor.
Halkın taleplerine cevap vermek istemeyen iktidarlar, oyalamalarla bu gün yapılması mümkün olanı erteleyip imkansız hale getirebileceklerini sanıyorlarsa aldanıyorlar.
Kendini aldatana söylenecek bir söz yoktur. Halkımız biraz da Ümmü Gülsüm’e kulak versin yeter.
LİBYA DA CİNAYETLER İŞLENİYOR - BATI NE YAPIYOR
Hasip Yiğitoğlu
24 Şubat 2011
Mısır ve Tunus devrim durumu ile ilgili yazılarımda belirttiğim gibi,panorama açılmış,devrim durumunun bütün bölgeyi sarmalayacağını belirtmiştim.
Şimdi Varan 3 Libya.
42 yıllık Muammer Kaddafi despotizmini alaşağı oluyor.
Yaşanan direnişler, kelimenin tam anlamıyla, bir halk hareketi niteliğindedir.
Tarih böylesi hızlı toplumsal bir süreçleri yaşamamıştı.
Ne derin Emperyalist bir kriz,nede dünya savaşı durumu var.
Zorbalığın, yoksulluğun, itilmişliğin, adaletsizliğin, ötekileştirilmenin çığlığından başka değildir.
Dünya yeni bir siyasi harita denklemiyle karşı karşıyadır.
Açıkçası,dünyanın bu durumdan nasıl etkileneceği merak içermektedir.
Tahminlerde bulunmak kolay olmasa gerek.
Tarihin değişim dinamikleri hesaba katılırsa,şu andaki durum ne olursa olsun,geleceğe umutla
bakmak için önemli bir nedendir.
Arap Müslüman dünyasında ve tüm dünyada hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylemek için kahin olmaya gerek var
mı ?
Bir gerçek daha var ki,otoriter modernistlere bir ders niteliğindedir yaşanan isyanlar.
Umarım halkı küçümsemelerinin sonuçlarını algılayabilirler.
Şimdi değişim dinamikleriyle Arap halkı ,insanlığa kurtuluşun haykırışlarını ulaştırdı.
Mazlum halkların ruhlarına bir cemre gibi düştü adeta.
Esas düşündürücü olan,onlarca yıl Arap diktatörlerini koruyan,kollayan batılıların halklara verilen zulümlere nasıl
tahammül ettikleridir.
Şimdi inandırıcılığını kaybetmiş bu emperyal zihinli batılılar suskun.
Libya da,işlenen cinayetlere karşı kıllarını kıpırdatmıyorlar.
Ne oldu insan hakları,ne oldu barış,demokrasi.
Sadece kendilerine kadar olunca mı bu değerlere sarılırlar.
Gerçi ülkemizde de bu anlayışları çok yaşadık.
Darbelerin hepsi bu anlayışın eseridir.
AKP hükümetinin kendine kadar demokrasi anlayışıyla demokratikleşme sürecini nasıl kesintiğe uğrattığı belleklerdedir
hala.
Zalim Arap Fravunları sığınacak yer arıyorlar şimdi.
Yaptıkları zulümleri sığacak bir coğrafya parçası bulamayacaklardır artık.
Daha yolun başı,neler olacak bekleyin ve görün.
Nereye giderlerse gitsinler,yaptıkları onları bulacak ve hesap vereceklerdir.
Bu zalimleri kabul etmek,yardımcı olmak sığınacak mekanlar sağlamak bir insanlık suçudur.
Herkesi bu durum karşısında ses çıkartmaya çağırıyorum.
Bu utanca karşı hemen bir kampanya başlatmalıyız.
Bu kampanyayı başlatmaları için sivil toplum örgütlerine ciddi işler düşüyor.
Ayrıca bekliyoruz.
hasipyigitoglu@hotmail.com
22 Şubat 2011 Salı
Dr. ÖMÜR, TEKBİRKLER
Ömür, kanser ve yaşlanmayla ilgili araştırmaları nedeniyle 2009 Nobel Tıp Ödülü sahibi Jack Szostak’la, Canada’da yapılan The Geological Society of America (GSA), bilim adamları konferansında
Adının hakkını da, rahmetli Cemile nenenin beklentilerini de yerine getirdin. Tebrikler iki gözüm güzel kızım.
Ömür, bu gün (22 Şubat 2011) Amerika’nın DUKE Üniversitesinde sürdürdüğü çalışmalarını, verdiği başarılı sınavla tamamlayarak Genetik mühendislik dalında doktora unvanını kazandı. O bir akıl küpü, bir dirençli yiğit, gencecik bir bilim kadınıdır. Başarıdan başarıya koşan, sarsılmaz iradesiyle emeklerini taçlandıran, zorluklara teslim olmayan, yılgınlığa düşmeyen, öğretmen bir annenin güç maddi koşullarda sunduğu emeği boşa çıkarmayan bilge kızımız.
Adını dünden bu güne gelen devrimci mücadelenin önderi bir yiğit kadından aldı. 24 Mart 1977’de şehit olan Ömür Karamollaoğlu’ndan. Şehit Ömür’ü her daim anıyoruz, o güleç yüzüyle kararlı ve inançlı mücadele azmiyle hep aramızda yaşıyor.
Şehit Ömür ve bilim kadını Ömür her ikisi ortak paydası insanlık; bayrak şu an bilim kadını Dr. Ömür’de. Üstün başarılarını insanlık için sunmaya devam edecektir.
Seni tebrik ediyorum güzel kızım. Başarılarının burada kalmayacağını da çok iyi biliyorum. Küçük ailemiz, büyük insanlık ailesine hizmet için nerede ve hangi alanda olursa olsun mücadele etmeye devam edecektir.
Dayın Mihrac Ural.
22 Şubat 2011-Salı
21 Şubat 2011 Pazartesi
LİBYA; KADDAFİ’NİN ÇÖKÜŞÜ
Mihrac Ural
22. Şubat 2011
Tarihin darbeci türden tüm devrim girişimleri, ilerleyen zamanın etkisiyle de, çürüyor. Devlet erkini uzun süre elde tutmak, bir yandan siyasal pervasızlıkları ve halkı hiçe saymayı, diğer yandan yolsuzluklardan oluşmuş ahlaki çürümeleri, kültürel yozlaşmaları ve anti demokratik tutuculuğu getiriyor. Böylesi bir bataklıkta, içi boşaltılmış sözde devrimcilikten başka bir şey kalmıyor. Bu aşamadan sonra da kimlik bulanıklığı, siyasi kayganlık başlıyor. Gelinen yerde diktatörlük artık halkın boy hedefidir. Kaddafi buraya gelip dayanmıştır.
Evrensel ölçekte tutarsız politikaya bir örnek aranırsa, Kaddafi şampiyonluğu kimseye bırakmaz. Bu kimliksizlik içte de dışta da Kaddafi’yi yalnızlığa sürükledi; ne olduğu beli olmayan sosyalistlikten, İslam sosyalizmine. Oradan Arap ulusalcılığına ve ardından Araplıktan istifa ederek, Afrikalılığa uzanan karman çorman bir yola sürüklenip durdu. Dünyanın tüm ülkelerinin gıptayla baktığı zenginlikler bu sisler arasında el konuldu, heder edildi.
Libya halkı, istenmeyen bir kanlı sürece girse de özgürlük ve demokrasiyi kazanmak için mücadele etmekten çekinmeyeceği açıktır.
Halkın iradesi hiç bir diktatörlüğe sonuna kadar izin vermiyor, vermeyecek de.
Sonuçta kim ne olursa olsun halkın iradesi karşısında durma şansına sahip değildir.
***
Libya halkı ayaklanmanın 8. Gününe girdi ( 14 – 22 Şubat 2011). Tunus ve Mısır devrimlerinin aksine Libya çok kanlı bir sürece işaret eder gibi duruyor. 7. Günün bilançosu 250 ölü 1200 yaralı.
Libya’da gelişmelerin çok sıkıntılı olacağı açık. Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin sert mizacı, Libya halkının keskin sirke gibi olayları ele alışı, Yemen’de beklenen sertliği de aşan bir tablo oluşturdu. Karşılıklı açıklamalar Libya’da gelişmelerin demokrasi ve özgürlük gelişiminin ötesinde kimi sonuçlar yaratabileceği kaygısı vermektedir.
Libya’nın doğusu Mısır sınırı. Bu bölgeler ve insan toplulukları (Aşiret ve kabileler) Mısırdan hızla etkilenen kesimlerdir. Libya’daki ayaklanmaların haritasına baktığımızda da bunu görmek zor değil. Tobruk, Derne, El bayda ve en önemlisi tarihi boyunca direngen bir şehir olan, Kaddafi’nin askeri darbesine en çok destek veren Libya’nın ikinci büyük şehri Binigazi ayaklanan halkın eline geçmiş oldu. Esas olarak Akdeniz sahiline yerleşmiş olan Libya 1886 km sahilinin 500 km’lik doğu kısmının, Mısır sınırından itibaren halkın eline geçtiği artık netlik kazanmış bulunmaktadır. Başkent Tarblusgarp ve çevresinde ise halkın büyük kitlesel gösteriler yaptığı haberleri, saat başı yeni gelişmelerle verilmektedir. Kaddafi iktidara ülkenin batı sahillerinde ve Petrol havzalarının bulunduğu alanda hüküm süren kabilesiyle sınırlı hale geldiği belirtilmektedir.
Libya halkı, “Eşaabu Yeridu Iskat el Sanam” (Halk putların kırılmasını istiyor) diyerek sokaklara döküldü. Ölümü göze alan, kurşunlara göğsü açık yürüyerek güvenlik kuvvetlerinin merkezlerini ordu depolarını ve şehirleri ele geçirmeye yöneldi.
Kaddafi’nin oğlu Seyfül İslam’ın dün gece yaptığı konuşma ise bardağı taşıran son damla oldu. Seyfül İslam, sakince “Libya’da sorunların çözümü için iki yol var, ya iç savaş ye diyalog” dedi. Bunu da örnekler vererek, Libya’nın kabile yapısı nedeniyle açmazları, tek gelir kaynağı olan Petrolun tek bölgede ve tek bir kabilenin elinde olmasının paylaşımda yaratacağı sorunları, İslami hareketlerin Libya’yı emirliklere ayırıp böleceği ve dünyayla ilişkisini kopararak 70 yıl geriye götüreceği, Batılı güçlerin işgaline düşeceğini iddia etti, ayrıca ordunun kaddafi’nin denetiminde olduğu ve savaşacaklarını dile getirdi. Bu konuşma ciddi hatalar içeren, kışkırtıcı bir konuşmaydı. Bu konuşma, bir ölçüye kadar ülkemizde Kürt sorununu bölünme gerekçesi ve korkutucu heyulası sayan akılların konuşmasını andırıyordu.
Bu konuşma, Libya halkı tarafından “Libyalının aklına yapılan bir hakaret” olarak yorumlandı. “Kaddafi’siz bu ülkenin birlik ve barış içinde, bölünmeden yaşayamayacağı iddiasının kof bir iddia” olduğu, “petrol gelirlerine kimsenin el koyamayacağını ve bu ülkenin serveti olarak daha adilce paylaşılabileceğini” belirttiler.
Kaddafi’lerin bu son konuşması, Trablus halkı için bir kıvılcım etkisi yaptı; binlerce protestocu Trablus’un meşhur Yeşil Sahasına indi. Ancak Trablus hala Kaddafi’nin denetiminde olmayı sürdürüyor.
Paralı askerlerin, çapulca ve baltacıların da devreye girdiği bu iç çatışmalarda, iki tarafın birbirine ağır suçlamaları artık giden hiçbir şeyi geri getirme durumunda değildi. Libya’da 42 yıllık bir dönem kapanıyordu. Seyfül İslam’ın, dün gece konuşmasında dile getirdiği “2. Cemahiriye dönemini, yeni anayasayı, yeni bayrak ve milli marşı birlikte oluşturalım” çağrısı ise geç kalmış bir çağır olmanın da ötesinde halk tarafından, Bin Ali ve Mübarek’in son sözleri gibi yorumlandı; halkın oyalanmaya karnı toktu.
Bu konuşmanın ardından, Adalet Bakanı M.M.Abud El Celil’nın istifası, daha önceki istifalara eklenince, devletin bir anda nasılda çözüldüğünü göstermiş oldu. Bu tatarsızlık içinde bir yönetimin inatla süreceği iddiası ise tutarlı bir iddia değildir.
Yazımı noktaladığımda Kaddafi’nin savaş uçaklarıyla halka ateş açtırmak istediği, ancak pilotların bu görev ret ederek Malta’ya iniş yapıp sığındıkları belirtiliyor. Bu da çok korkunç bir girişimdir, yerde kaybedenlerin, havada kazanacakları bir şey olmayacağını ise, ayrıca belirtmeye gerek yok sanırım.
Libya, her ülke ve ulusun olaylara karşı gösterdiği özgün reflekslere sahip bir ülke. Yönetimler de öyle. Kaddafi yönetiminin reflekslerini, traji-komik bir örnekle aktararak yazımı genişletmeye çalışacağım.
KÜÇÜK BİR ATOM BOMBASI
Kaddafi 1 Eylül 1969’da, Libya kralı I. İdris el Sunusi Türkiye’de bulunduğu bir sırada yaptığı askeri darbeyle iktidara geldi. Bu darbe o kesitin moda darbeleri gibi ulusalcı anti-emperyalist bir darbe gibi ortaya çıkmıştı. Nasır’ın Arap ulusalcığının, 1967 yenilgisine rağmen tavan yaptığı bir kesitte gerçekleşmişti. Darbenin hemen ertesi günü ünlü gazetece M. Hasaneyen Heykel’in “Kahire Dosyası” adlı kitabında da belirttiği gibi; Libyalı genç subaylar iktidarı devirmiş ama ne yapacaklarını bilmez bir halde Nasır’a ‘buyur başkanımız ol’ diyerek Libya’yı ona teslim etmek istemişlerdi. Aynı kitapta Heykel, Kaddafi ve genç subaylarının davranış bozukluklarını, dünya siyaseti alanındaki tecrübesizliklerini, oturmamış talep ve kişiliklerini de anlatırken komedi gibi, “Çin’den küçük bir atom bombası satın alma“ olayını aktarır;
Kaddafi, ünlü başbakanı Abdülselam Cellud’u Çine atom bombası almak için resmi olarak gönderir. Çinliler böylesi bir satış ya da alış verişin olmayacağını, bunun çok ayrı bir teknik gelişme ve bilgi birikimiyle, yeterli hazırlıklara bağlı olduğunu buna rağmen dış siyaset açısından ilke olarak böyle bir şeye girmeyeceklerini anlatırlar. Kaddafi buna çok içerlenir ve Yardımcısını Nasır’ın yanına gönderir. Bu alış verişin olmasını ister. Cellud, yanında Kaddafi’nin mesajını alarak Nasır’a çıkar. Durumu anlatır. Nasır Çinlilere yakın bir cevap verir. Kaddafi bu kez daha da içerlenir. Şansını, son bir kez daha denemek ister ve Yardımcısını Nasır’a bir daha gönderir "bizim istediğimiz öyle kocaman değil, küçük bir atom bombası olsa da olur “ der.
Kaddafi hükmü altında Libya, böylesi bir aklın gergin dengeleri altında yaşamaya başladı. Bir mizansen gibi, her konuşması, her davranışı, siyasi duruşlarda ortaya koyduğu büyük U dönüşleriyle Kaddafi, ağırlığı olmayan bir siyasi lider tablosu oluşturdu.
Kaddafi, düşünsel olarak büyük hayaller peşinde koşan ama halkına çok az şey verebilen bir iktidar kurdu. Petrolü kamulaştırdı ama bunun zenginliğinden halkın pay alamasını sağlayamadı. Bilinen türden bir kapitalist yapının da olmadığı Libya’da sistemsiz sistem dengesizliği içinde, dev gelir kaynaklarını eritip durdu. Sosyal ve siyasal yaşamın zenginleşmesinden çok, kaynağı belirsiz tehlikeye karşı korkunç bir silahlanmaya yönelerek yaptığı gereksiz harcamalar, Afrika’nın fakir ülke liderlerine, tantanalı merasimlerde gösterilmek üzere sergilenmesinden başka bir işe yaramadı. Yer altından, yeryüzüne çıkarılan dev tatlı su nehri gibi projeler için harcanan paraların, rasyonel kullanılıp kullanılmadığı hala tartışma konusudur. Buna, dar aile ve çevresinin zenginlik kaynaklarını da eklemek yanlış olmayacaktır.
Tarihin, darbeci türden tüm devrim girişimleri, ilerleyen zamanın etkisiyle de, çürümeye yönelmektedirler. Devlet erkini uzun süre elde tutmak, bir yandan siyasal pervasızlıkları ve halkı hiçe saymayı, diğer yandan yolsuzluklardan oluşmuş ahlaki çürümeleri, kültürel yozlaşmaları ve anti demokratik tutuculuğu getirmektedir. Böylesi bir bataklıkta, anlamsız, içi boşaltılmış sözde devrimcilikten başka bir şey kalmıyor. Bu aşamadan sonra da kimlik bulanıklığı, siyasi kayganlık başlıyor. Gelinen yerde diktatörlük artık halkın boy hedefidir. Kaddafi buraya gelip dayanmıştır.
Uzun süren iktidarlar, başlangıçta ne kadar devrimci söylemlerle yürütülmüş olursa olsunlar sonuçta bir yere gelip tıkanarak iç bükey bir çürümeye düşmektedir. Devrim/darbe önce kendi kadrolarını tasfiye ediyor, sonra adım adım kendi sonunu hazırlayan, halkla aradaki mesafeyi açarak diktatörlük sürecine giriyor. Halkla bağlar koptukça, liderler sultası ilahların sultasına dönüyor. Bu aşamada halk “sadece aptal bir yığını” olarak görülmeye, ardından da halkın en küçük siyasal ve ekonomik talebi bile düşman talepler olarak algılanmaya başlanıyor. Libya bu sürece adım adım geldi.
Çok farklı toplumsal dokuya sahip olmasına karşın. Kabilelerin etkinliği, geniş topraklar (1 milyon 779.000 km² ) üzerinde, bir şehir kadar nüfusuyla (5 milyon), ne Tunus ne de Mısır olmayan Libya’da yönetim bu gergin ve tutucu konumuyla bölgede gelişen olumlu havayı zehirleyecek bir iç çatışmaya dönüştürme ihtimali az değildir.
Kaddafi’nin 42. Yılına giren iktidarı, onun “devrimci” söylemlerini, Anti-siyonist anti-emperyalist çıkışlarının, özellikle 2003 tarihinden itibaren kof bir söylem, iktidarını dış sorunlarla ayakta tutma çabası olarak belirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
LİBYA’YA İKİ ZİYARET
Akıl böyle bir akıl. Bu akıl, 20.yüzyılın sonuna kadar, akıl almaz zikzaklarına rağmen söylemde halkların yandaşı, Filistin davasının önemli destekçisi, Afrika ve dünya devrimci hareketinin soğuk savaş kamplaşmasındaki destekçisi olarak göründüğü inkar edilmez. Bu kesit, Libya halkı üzerine yığılmış şiddetli ambargolar hüküm sürmüştür. Libya halkı ise Kaddafi’nin arkasında durmuş ve çok acı günlere göğüs germiştir.
Bu gerçeğin bire bir canlı tanığıyım. Libya’ya iki kez gittim. O kesit 12 Eylül karanlık rejimi günleriydi. Dünyanın her alanına dağılmış devrimcilerin sürgün günlerinde ülkeye güçlü dönmek için her alanda örgütleme yaptığı kesitlerdi. Birinci gidişim 1981 bahar aylarıydı. Bingazi havaalanına indim.
Bana söylenen, “havaalanı önünde duran dolmuşlara atlarsın Tobruk şehrine gideceğini söylersin” bu yeterli, hemen yanımızda olursun. Öyle yaptım ve ilk kez mesafe algısı diye bir olguyu Libya’da öğrenmiş oldum. 500 km mesafe aştım.
İnsanlar Libya’nın o geniş ortamında, öğle yemeği daveti için 300-500 km yapıp gerisin geriye evlerine dönebiliyorlar. Bu da “misafirliğe gitmek” oluyor. Böylesi bir ülkede, zaman nasıl akar nasıl algılanır, tepkiler, refleksler nasıl oluşur soruları için ciddi bir akademik araştırma gereklidir. Anacak bu uzun mesafe, geniş alan akıl almaz gerginliklerin birikimine engel olmak şöyle dursun, çok daha etkin bir neden oluşturuyor; Libya’yı ikinci kez ziyaretim sırasından (1982 Ağustos ), arkadaşlarımla dolaştığım pazar yerinde, küçük bir söz çekişmesinin nasıl da baltalara sarılıp iki tarafta onlarca kişinin birbirine giriştiğine tanıklık yaptım. Gergin insanlar, çok sinirli insanlar; sabah kahvaltısı yerine hafif ılık suda eritilmiş inanılmaz acılıkta biber salçasını (Hirisi) içen bir toplum.
Bu türden küçük anekdotlara eklenecek, Libya toplumu ve yönetimi hakkında bilgi oluşturacak, haberlerde sık sık adı duyulan Trablus’taki Yeşil Saha’da (Sahatül Hadra) tek bir otun bile olmadığı, bir futbol sahası kadar büyük bu alanın yeşil boya ile boyandığı gibi, içi boş görselliğe verilen önemi gösteren birçok anım var.
Libya, 1981 baharındaki ilk gidişimde, inanılmaz zenginlik ve bereketle dolu bir ülke görünümündeydi. Her şey bedava denecek kadar ucuzdu. Avrupa’nın dört bir köşesinden getirilmiş, 5-6 katlı dev süper marketlerde sunulan emtialar, her türden kaliteli giyim eşyası ve elektronik araç, bu satırların yazarını hayretler içinde bırakmıştı. Siyasi ilticacı olduğum Paris’te görmediğim ölçekte, ticari bir görsel şölenle karşılaşmıştım. Tobruk, Bingazi gibi alanlarda Libyalılara da misafir oldum.
Bingazi’de, o bolluk kesitinde bile (bu yıllarda kişi başına düşen milli gelir 5410 $ ), kaddafi’ye eleştiri yapma rahatlığı içinde olan insanlar vardı. Yabancı olduğumuz için yanımızda çok rahatça konuşabiliyorlardı; biz ise onu devrimci bir lider, emperyalizme-siyonizme karşı duran, Filistin halkına etkin destek veren bir lider olarak görüyorduk.
Libya’yı ikinci gidişim 1982 Ağustos ayı ortalarına rastlar. Kaddafi, Amerika yönetimleriyle sürekli çatışma halindeydi. Amerika terörün dünyadaki beslenme kaynağı, “şer merkezi” olarak Libya’yı gösteriyordu. Regan yönetiminin Amerika’sı, soğuk savaşın son düellolarını dünyanın her köşesinde acımasız bir savaşla yürütüyordu. Saf bulanıklığı iktidara geldiği günden beri süren Kaddafi’nin payına, bu süreçte ağır saldırılar düşüyordu; Amerikan askeri uçakları, daha sonra sık sık yapacağı gibi Libya’nın yaşam alanı olan Sirte körfezi üzerinde, hava sahasını ihlal ederek iki uçağını düşürdüğü kızılca kıyamet işaretlerinin geldiği dönmedi.
Bu kesitte o görkemli süper marketler, ithalden başka bir şeye dayanmayan lüks mallar yok olmuştu. Trablus’ta, Suk Ettelata denilen yerde arkadaşlarımla kaldım. Yakın yerdeki marketlerde koyun ve keçi beslendiğini ahıra döndürüldüklerine tanık oldum. Kaddafi o gün, çok keskin devrimci gibi gelen bir çizgide emperyalizme meydan okuyordu. Yalnız kaldığından şikayet ediyordu, “Yeşil Kitap” adı altında toplanın kısa cümle ve önermeleri, yer yüzünün üçüncü kuvveti diye anlatılıyordu. Bu broşürler dünyanın tüm dillerine çevriliyor, Erbakan dahil herkesi saflarına bir mücahit olarak almaya çalışıyordu. Sonradan anlaşılan gerçek anlamda uluslar arası yaygın bağları vardı, ancak bunların tümü, o günün koşullarında bile terör eylemi olarak adlandırılacak, halktan kopuk askeri eylemler için istihdam edilmeye çalışılıyordu.
İkinci Libya ziyaretim tutuklanıp zindana atılmakla noktalandı. Nedenini sonra öğrendim.
Bingazi’de “Eski aletler fuarı” açılmıştı. Yüksek dış duvarlarına Darvin’in insanın evrimini anlatan şempanze türü hayvandan aşama aşama ayağa kalkan insana doğru evrimin resmi çizilmişti. Tablo gibi bir resim. Yabancı ressamların çizdiği belliydi. Bir fotoğrafını almak istedim. Fotoğraf çektikten sonra fuarda gezindik. Bir süre sonra iki kişi koluma girdi ve beni karakola götürdüler. Onlar sordu ben anlattım. Filmi aldılar.
Bu fasıl, geniş araştırma yapacaklarını belirterek beni zindana attılar; zindan ki zindan…
Gergin ve kaygılı bir yönetim ikinci gelişimin en tipik göstergesiydi. Buna tanık oldum.
LİBYA KIRILIYOR
1982 yazıyla birlikte, Libya’da siyasi kimlik bunalımı türünden bir tutarsızlık hüküm sürmeye başlamıştı. Bu süreç derinleşerek devam etti.
Evrensel ölçekte tutarsız politikaya bir örnek aranırsa, Kaddafi şampiyonluğu kimseye bırakmaz, demek yanlış değildi. Dünya devrimci, ilerici demokrat hareketinin de kafasında olmadık bulanıklıklar yaratan Kaddafi’nin siyasi dengesizliği, riskli bir çizgi üzerinde her an saf değiştirebilir bir tablo oluşturuyordu.
Soğuk savaşın son düellolarının yaşandığı bu kesitte, bölgemiz orta-doğuda acımasız bir ölüm denklemi hüküm sürüyordu. Batılı emperyalist güçler Siyonist İsrail devletini aralıksız ölüm saçan bir şebekeye dönüştürmüştü; ülkelere savaş, toprak işgalleri, ekim alanlarının yakılıp yıkılması, Filistinlilere bitip tükenmek bilmeyen ölüm. Bu süreç tüm ağırlığıyla Libya’nın da üzerine çöktü.
Soğuk savaş dönemi, Libya’da ciddi iç sorunların da yaşandığı bir dönemdi. Orduda bölünmeler, 1983 ordu içinde Hizb-ül Tahrir üyesi oldukları gerekçesiyle tutuklama ve baskıcı tutumlar, İslami hareketlere karşı başlatılan ağır takibat ve idamlar (1984 Ramazanında yapılan idamlar ve 1986 yılı tutuklamaları)
Dış sorunlarda ise, Ronald Regan yönetimindeki Amerika Libya üzerine keskin bir bıçak gibi iniyordu. 15 Nisan 1986’da Trablus ve Bingazi’nin bombalanması. Doğrudan doğruya, BM üyesi bir devlete ve başkanına saldırı amaçlı bombardıman yapılması, inanılır gibi bir şey değildi. En sonunda da meşhur PAN AM Havayollarından bir uçağın düşürülmesiyle ilgili olarak Kaddafi’nin itham edilmesi ve bunun sonuçları, uzun sürecek bir gerginliğin nedeniydi.
Bu gelişmelerin sonuçlarında Libya artık kırılmıştı; havada motoru durmuş bir uçuk gibi yörüngesinden çıkmış yere çarpmak üzere düşüyordu. Araplıktan Afrikalılığa transfer olduğunu ilan edip haritasını, logolarını, stratejilerini bir anda değiştiren bir dengesiz lider konumundaydı.
Lockerbie olayı (21 Aralık 1988). Bu olay ve sonuçlanışı, Kaddafi yönetimi kadar batının hangi ahlak ölçüleriyle insana baktığını gösteren tipik bir olay oldu; çok güvenilir sanılan batı adaleti ve yargı sisteminin, para karşılığı nasıl da satın alınacağı ortaya çıkmıştır. İnsanın değeri, batı için de diktatörlüğe dönüşmüş iktidarlar için de çıkar ortaklığında bir izmarit değerine sahip olmadığı anlaşılmıştır. Uçakta ölenlerin canı, Libya’nın petrol paralarıyla adalet üstene çıkılarak satın alınmıştı. Bu süreç 2003 anlaşmasıyla noktalandı; Libya tüm sorunlarını parayla aşıp, terör listesinden çıkarılarak nükleer programını da tasfiye ederek batıyla en iyi ilişki sürecine girmiş oluyordu. İtalyanların Berluscon’si Kaddafi’nin elini öpecek kadar dost olmuştu, Batılılar, ele ele Libya petrol servetlerini işletmeye başlayacak anlaşmaları da kotarmışlardı.
Bu karanlık tünelde, Kaddafi’nin Libya’sı devrimlerden yana, siyonizme karşı emperyalizme karşı direnen bir ülke konumundaydı. Ancak yıllar hesapsız ve kimliksiz politikaları yiyip bitiriyordu. Kaddafi’nin bu yere gelişi, yanlış tutkulara önemli bir göstergedir.
LİBYA NEREYE?
Libya, dünyanın en zengin ve ucuza üretilen en büyük petrol rezervlerinin sahibidir. Yıllık net 40 Milyar dolarlık petrol girdisi bulunmaktadır. 5 milyonu nüfusu değil, 50 milyonu insanı refah içinde yaşatacak bir rakam.
Böylesine zengin bir ülkenin soğuk savaştan çıkıp geldiği haliyle 21. Yüzyılda olduğu gibi devam etmesinin mümkün olmayacağı açıktı. Bölgemizin birçok ülkesi için aynı tez geçerlidir. Bunun farkında olup önlem alan, bu süreci başarıyla geçebilir. Bu geçişi eksiklerle sürdürenler ise, risk çizgisinde olmaya devam edecekti.
Bölgemizdeki kaynamalara bakınca, yıkılın tüm diktatörlüklerin, ABD ve İsrail’le dirsek teması içinde halklarına karşı acımasız olan yönetimler olduğu görülür. Yemen, Ürdün, Haliç ülkeleri, Fas bu ülkeler arasındadır. Bunlara Irak’ı da, daha başkalarını da eklemek mümkün. Günlük haberleri izleyen herkes gelişmelerin farkındadır. “Sıra kimde?” sorusu bu gelişmelerin doğal sonucudur.
Halk devrimleri hangi ülkelere şamar vuruyor bunu tespit etmek ortak bölenini bulmak için, basit bir soyutlama yeterlidir. O da, dış politikasında Amerika ve İsrail’e tavır alan, ülke içinde halkına dayanmayan, demokrasi ve özgürlük reformlarını yapmamakta ısrar eden ülkelerdir demek yanlış değildir.
Bu çizginin dışında kalan ülkelerde, ortalık yangın yerine dönmüşken bir kıpırdanmanın olmamasının nedeni ise halklarından yana olmaları ve bölgemizde anti-emperyalist, anti-siyonist politikalarda halkı ikna edecek tutarlılıkta tavır almalarıdır. Bu durumu, kimse baskı ve kovuşturma ürünü olarak görmesin, bu yaftayla açıklamaya çalışmasın; bu dünya 21. Yüzyılda Bin Ali, Mübarek, Ali Salih ve Kaddafi’den daha sert bir baskı rejimi tanımamıştır, onlar bile dayanamadı.
Kadafi’nin yönetimi 2003 tarihinden itibaren ne bölge ne de halkı tarafından olumlu karşılanmayan bir çizgi üzerinde, halkına dayanmayan ve demokratik açılımlara yaklaşmayan bir yönetimdi.
Dün, 21 Şubat 2011 Pazartesi, Kadafi’nin oğlu Seyfül İslam’ın konuşmasında ortaya çıkan yaklaşım, Libya’nın iç savaşa gideceği yönünde kaygı verici bir yaklaşımdı. Bu yaklaşım tıkanmış politikanın sonucuydu. Halka açılmaksızın, böylesi tıkanmaların gelip dayanacağı yer, bir diktatörlük olarak halkla yüz yüze gelmekti.
Seyfül İslam’ın, yazımın girişinde de aktardığım konuşmasında, ülke algısı “özel mülk” algısıyla birbirine karışmış durumda durmaktadır. Bu algı, zor durumda verebileceği en son taviz, “bir hırsızlık malının paylaşılması” önermesini aşamaz.
Ülke siyasi yönetiminin, bir hizmet olduğu, halka ait tüm değerlerin dengeli bir biçimde halkın yararına idare edilmesi olduğunu kavrayamamış olan bu algılar, uzun iktidar sürecinde ülkeyi bir hara gibi yönetime götürürler. Bu noktadan itibaren de, mülklerine uzanacak her eli düşman ilan etmek zor olmaz.
Bu yaklaşım, ülkeyi elinde silah ve güç olanın, eline geçirdiği alanı kendi mülkü olarak idare etmesine kadar giden çağdışı kabile sistemine götürür. Seyfül İslam’ın, parmağını sallayarak yaptığı tehdit de buna yol açacak gibi durmaktadır. Bu ise Libya’nın yıkımıdır. Kimsenin kazanamayacağı bir savaş ve kaosa düşmenin adıdır.
Arap halkının 21. Yüzyılda tüm insanlığa demokrasi ve özgürlükler yönünde yol haritası çizdi. Libya’da açılan kanlı süreç, Arap halkının uygar bir devrim süreci açan, barışçıl, darbeci olmayan, devleti yıkma, ele geçirme kolaycılığına kaçmayan, kitlelerin basıncını yönetimlerin halk için çalışmasına kanalize etme amacı taşıyan ayaklanmalarıyla oluşturdukları örneğe aykırı olarak duruyor. Sürecin doğal dengelerini, kimyasını bozuyor.
Libyanın bu kanlı süreci devam ederse, bundan bölge halklarının kazanacağı hiçbir şey olmaz. Bu süreçte, Libya halkı kaybedeceği kadar, Emeryalist-siyonist güçler kazanan tek taraf haline gelir. Oysa Arap halkının Tunus’ta Mısır’da başarıyla tamamladığı mücadele ve başarılar, bu güçlerin bölgedeki iflaslarına bir işaretti. Libya’daki gelişmeler ise, halka hiçbir şey kazandırmayacak karanlık bir tablo gibi gelip oturuyor.
Kaddafi yönetiminin geçmişinde yer alan onurlu duruşları tekrar bilince çıkararak yönetimi halka, barışçıl şekilde devretmesi bu süreçte beklenecek en olumlu gelişme olacaktır. Halk yönetimini, halk komitelerini, kongrelerini Yeşil Kitap’ta temel söylem olarak öne çıkaran kaddafi’nin, tutarlılığı da bunu bağlıdır. Yönetimi halka derhal terk etmesi yapacağı en önemli tarihi görevdir. Ancak veriler bu yönde gelişmiyor, Kaddafi kolayı değil, imkansızı seçti bu ise yıkım olacaktır.
Sonuçta kim ne olursa olsun halkın iradesi karşısında durma şansına sahip değildir.
Arap aleminin en tutarlı kalemlerinden ve siyaset yorumcularından bir olan, El Küds-ül Arabi gazetesinin sahibi Abdülbari Atvan’ın Libya’da sonuç ne olabilir sorusuna verdiği cevap, tümüyle katıldığım bir cevap olmasa da bilinmeye değer görüyorum:
“1- Sistemin zararı azaltmak için gönüllü olarak çekilmesi. 1969 da İdris Senusi’nin askeri darbe haberini aldığında yaptığı gibi. Elindeki malları ve servetini yeni rejime teslim ederek Mısır’a gitti ve Abdunnasır rejiminin yardımlarıyla yaşadı.
2- Libya’nın iki ya da üç devlete bölünmesi. Böylece rejim onlardan birisinde kalacak.
3- Halka ayaklanmasının genişlemesi ve rejimin başını ve ailesini (Hayatlarını kurtarmak ve yargıdan kurtulmak için) Afrika ülkelerinden birine kaçmaya mecbur etmesi.
Son seçenek, halk ayaklanmasının başarıya ulaşması ve Libya’nın bölünmemesi bizim en çok tercih ettiğimiz şıktır. Bu Arap halklarının büyük çoğunluğunun en büyük temennisidir.” (Abdül. Bari Atvan, Küds el Arabiye)
Bu temenniye katılmamak mümkün değil.
Bu satırların yazarı açısından, Libya halkı tüm zorlukları aşarak özgürlük ve demokrasiyi ikame edeceği yönündedir. Libya halkı önüne konan zor ve kanlı süreci başarıyla geçebilecektir.
Kıssadan hissemize gelince,
Halkların ölümleri göze alarak dile getirdiği talepler hiçbir zaman suni, gerçekleşmez talepler değildir. Halk, tarihin hiçbir döneminde ayaklanmalarını hayaller için yapmamıştır.
Hayaller yalnızca, gerçeklerden kopmuş kimi lider, örgüt ve ideolojilerin işidir. Tarihin hiçbir döneminde halk yığınları hayaller için ayaklanmamıştır.
Halk kendi gerçekliğini ve ihtiyaçlarını, üstelik büyük özveri ve sabırla bekleyerek, bu uğurda sonuna kadar acı da çekerek aramaya çalışır. Ayaklanma bu sürecin tıkandığı yerden itibaren gündeme gelir, yollar tükenince, tıkanma ve kaos dayatılınca, baskı ve zülüm yağmur gibi yağınca “artık dur” der. Ayaklanma aşamasına geçer. Tunus’ta, Mısır’da, Yemen’de, Bahreyn’de, Ürdün’de, Fas’ta ve son halkada Libya’da olan budur.
Bunları görmek gerek. Ülkemizi ortaçağ yöntemlerine mahkum etmeden, hiçbir şeyi gerekçe göstermeden, demokratik bir anayasa adımıyla birlikte, farklılıklarımızın hak ve hukukunu yasalar ve kurumların güvencesiyle anayasaya işlemek gerek. Bu da yetmez, demokrasi ve özgürlük tüm yönleriyle derinliğine ve genişliğine halkın kazanımları arasında yer almalıdır.
Unutulmamalıdır ki, kimse halka cebinden bir şey vermiyor. Siyaset, halkın taleplerini yerine getirmek, hakkını almasını sağlama çabasıdır. Kimse halka bir şey verdiğinin sanısına kapılarak kendini bir şey sanmasın. Halkın yarattığı değerleri, toplum dengelerini gözeterek adil bir şekilde dağıtmak, siyaseten temel görevidir. Buna vekil kılınan yöneticiler emeklerinin karşılığını fazlasıyla almaktadır.
Bunun için iktidarların da halkında cesur olmasını engelleyen bir şey yoktur. Cesareti gösterecek olan başarıyı sonuna kadar götürecek olandır. Halklarımız bu cesareti göstermekten geri kalmamalıdır.
22. Şubat 2011
Tarihin darbeci türden tüm devrim girişimleri, ilerleyen zamanın etkisiyle de, çürüyor. Devlet erkini uzun süre elde tutmak, bir yandan siyasal pervasızlıkları ve halkı hiçe saymayı, diğer yandan yolsuzluklardan oluşmuş ahlaki çürümeleri, kültürel yozlaşmaları ve anti demokratik tutuculuğu getiriyor. Böylesi bir bataklıkta, içi boşaltılmış sözde devrimcilikten başka bir şey kalmıyor. Bu aşamadan sonra da kimlik bulanıklığı, siyasi kayganlık başlıyor. Gelinen yerde diktatörlük artık halkın boy hedefidir. Kaddafi buraya gelip dayanmıştır.
Evrensel ölçekte tutarsız politikaya bir örnek aranırsa, Kaddafi şampiyonluğu kimseye bırakmaz. Bu kimliksizlik içte de dışta da Kaddafi’yi yalnızlığa sürükledi; ne olduğu beli olmayan sosyalistlikten, İslam sosyalizmine. Oradan Arap ulusalcılığına ve ardından Araplıktan istifa ederek, Afrikalılığa uzanan karman çorman bir yola sürüklenip durdu. Dünyanın tüm ülkelerinin gıptayla baktığı zenginlikler bu sisler arasında el konuldu, heder edildi.
Libya halkı, istenmeyen bir kanlı sürece girse de özgürlük ve demokrasiyi kazanmak için mücadele etmekten çekinmeyeceği açıktır.
Halkın iradesi hiç bir diktatörlüğe sonuna kadar izin vermiyor, vermeyecek de.
Sonuçta kim ne olursa olsun halkın iradesi karşısında durma şansına sahip değildir.
***
Libya halkı ayaklanmanın 8. Gününe girdi ( 14 – 22 Şubat 2011). Tunus ve Mısır devrimlerinin aksine Libya çok kanlı bir sürece işaret eder gibi duruyor. 7. Günün bilançosu 250 ölü 1200 yaralı.
Libya’da gelişmelerin çok sıkıntılı olacağı açık. Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin sert mizacı, Libya halkının keskin sirke gibi olayları ele alışı, Yemen’de beklenen sertliği de aşan bir tablo oluşturdu. Karşılıklı açıklamalar Libya’da gelişmelerin demokrasi ve özgürlük gelişiminin ötesinde kimi sonuçlar yaratabileceği kaygısı vermektedir.
Libya’nın doğusu Mısır sınırı. Bu bölgeler ve insan toplulukları (Aşiret ve kabileler) Mısırdan hızla etkilenen kesimlerdir. Libya’daki ayaklanmaların haritasına baktığımızda da bunu görmek zor değil. Tobruk, Derne, El bayda ve en önemlisi tarihi boyunca direngen bir şehir olan, Kaddafi’nin askeri darbesine en çok destek veren Libya’nın ikinci büyük şehri Binigazi ayaklanan halkın eline geçmiş oldu. Esas olarak Akdeniz sahiline yerleşmiş olan Libya 1886 km sahilinin 500 km’lik doğu kısmının, Mısır sınırından itibaren halkın eline geçtiği artık netlik kazanmış bulunmaktadır. Başkent Tarblusgarp ve çevresinde ise halkın büyük kitlesel gösteriler yaptığı haberleri, saat başı yeni gelişmelerle verilmektedir. Kaddafi iktidara ülkenin batı sahillerinde ve Petrol havzalarının bulunduğu alanda hüküm süren kabilesiyle sınırlı hale geldiği belirtilmektedir.
Libya halkı, “Eşaabu Yeridu Iskat el Sanam” (Halk putların kırılmasını istiyor) diyerek sokaklara döküldü. Ölümü göze alan, kurşunlara göğsü açık yürüyerek güvenlik kuvvetlerinin merkezlerini ordu depolarını ve şehirleri ele geçirmeye yöneldi.
Kaddafi’nin oğlu Seyfül İslam’ın dün gece yaptığı konuşma ise bardağı taşıran son damla oldu. Seyfül İslam, sakince “Libya’da sorunların çözümü için iki yol var, ya iç savaş ye diyalog” dedi. Bunu da örnekler vererek, Libya’nın kabile yapısı nedeniyle açmazları, tek gelir kaynağı olan Petrolun tek bölgede ve tek bir kabilenin elinde olmasının paylaşımda yaratacağı sorunları, İslami hareketlerin Libya’yı emirliklere ayırıp böleceği ve dünyayla ilişkisini kopararak 70 yıl geriye götüreceği, Batılı güçlerin işgaline düşeceğini iddia etti, ayrıca ordunun kaddafi’nin denetiminde olduğu ve savaşacaklarını dile getirdi. Bu konuşma ciddi hatalar içeren, kışkırtıcı bir konuşmaydı. Bu konuşma, bir ölçüye kadar ülkemizde Kürt sorununu bölünme gerekçesi ve korkutucu heyulası sayan akılların konuşmasını andırıyordu.
Bu konuşma, Libya halkı tarafından “Libyalının aklına yapılan bir hakaret” olarak yorumlandı. “Kaddafi’siz bu ülkenin birlik ve barış içinde, bölünmeden yaşayamayacağı iddiasının kof bir iddia” olduğu, “petrol gelirlerine kimsenin el koyamayacağını ve bu ülkenin serveti olarak daha adilce paylaşılabileceğini” belirttiler.
Kaddafi’lerin bu son konuşması, Trablus halkı için bir kıvılcım etkisi yaptı; binlerce protestocu Trablus’un meşhur Yeşil Sahasına indi. Ancak Trablus hala Kaddafi’nin denetiminde olmayı sürdürüyor.
Paralı askerlerin, çapulca ve baltacıların da devreye girdiği bu iç çatışmalarda, iki tarafın birbirine ağır suçlamaları artık giden hiçbir şeyi geri getirme durumunda değildi. Libya’da 42 yıllık bir dönem kapanıyordu. Seyfül İslam’ın, dün gece konuşmasında dile getirdiği “2. Cemahiriye dönemini, yeni anayasayı, yeni bayrak ve milli marşı birlikte oluşturalım” çağrısı ise geç kalmış bir çağır olmanın da ötesinde halk tarafından, Bin Ali ve Mübarek’in son sözleri gibi yorumlandı; halkın oyalanmaya karnı toktu.
Bu konuşmanın ardından, Adalet Bakanı M.M.Abud El Celil’nın istifası, daha önceki istifalara eklenince, devletin bir anda nasılda çözüldüğünü göstermiş oldu. Bu tatarsızlık içinde bir yönetimin inatla süreceği iddiası ise tutarlı bir iddia değildir.
Yazımı noktaladığımda Kaddafi’nin savaş uçaklarıyla halka ateş açtırmak istediği, ancak pilotların bu görev ret ederek Malta’ya iniş yapıp sığındıkları belirtiliyor. Bu da çok korkunç bir girişimdir, yerde kaybedenlerin, havada kazanacakları bir şey olmayacağını ise, ayrıca belirtmeye gerek yok sanırım.
Libya, her ülke ve ulusun olaylara karşı gösterdiği özgün reflekslere sahip bir ülke. Yönetimler de öyle. Kaddafi yönetiminin reflekslerini, traji-komik bir örnekle aktararak yazımı genişletmeye çalışacağım.
KÜÇÜK BİR ATOM BOMBASI
Kaddafi 1 Eylül 1969’da, Libya kralı I. İdris el Sunusi Türkiye’de bulunduğu bir sırada yaptığı askeri darbeyle iktidara geldi. Bu darbe o kesitin moda darbeleri gibi ulusalcı anti-emperyalist bir darbe gibi ortaya çıkmıştı. Nasır’ın Arap ulusalcığının, 1967 yenilgisine rağmen tavan yaptığı bir kesitte gerçekleşmişti. Darbenin hemen ertesi günü ünlü gazetece M. Hasaneyen Heykel’in “Kahire Dosyası” adlı kitabında da belirttiği gibi; Libyalı genç subaylar iktidarı devirmiş ama ne yapacaklarını bilmez bir halde Nasır’a ‘buyur başkanımız ol’ diyerek Libya’yı ona teslim etmek istemişlerdi. Aynı kitapta Heykel, Kaddafi ve genç subaylarının davranış bozukluklarını, dünya siyaseti alanındaki tecrübesizliklerini, oturmamış talep ve kişiliklerini de anlatırken komedi gibi, “Çin’den küçük bir atom bombası satın alma“ olayını aktarır;
Kaddafi, ünlü başbakanı Abdülselam Cellud’u Çine atom bombası almak için resmi olarak gönderir. Çinliler böylesi bir satış ya da alış verişin olmayacağını, bunun çok ayrı bir teknik gelişme ve bilgi birikimiyle, yeterli hazırlıklara bağlı olduğunu buna rağmen dış siyaset açısından ilke olarak böyle bir şeye girmeyeceklerini anlatırlar. Kaddafi buna çok içerlenir ve Yardımcısını Nasır’ın yanına gönderir. Bu alış verişin olmasını ister. Cellud, yanında Kaddafi’nin mesajını alarak Nasır’a çıkar. Durumu anlatır. Nasır Çinlilere yakın bir cevap verir. Kaddafi bu kez daha da içerlenir. Şansını, son bir kez daha denemek ister ve Yardımcısını Nasır’a bir daha gönderir "bizim istediğimiz öyle kocaman değil, küçük bir atom bombası olsa da olur “ der.
Kaddafi hükmü altında Libya, böylesi bir aklın gergin dengeleri altında yaşamaya başladı. Bir mizansen gibi, her konuşması, her davranışı, siyasi duruşlarda ortaya koyduğu büyük U dönüşleriyle Kaddafi, ağırlığı olmayan bir siyasi lider tablosu oluşturdu.
Kaddafi, düşünsel olarak büyük hayaller peşinde koşan ama halkına çok az şey verebilen bir iktidar kurdu. Petrolü kamulaştırdı ama bunun zenginliğinden halkın pay alamasını sağlayamadı. Bilinen türden bir kapitalist yapının da olmadığı Libya’da sistemsiz sistem dengesizliği içinde, dev gelir kaynaklarını eritip durdu. Sosyal ve siyasal yaşamın zenginleşmesinden çok, kaynağı belirsiz tehlikeye karşı korkunç bir silahlanmaya yönelerek yaptığı gereksiz harcamalar, Afrika’nın fakir ülke liderlerine, tantanalı merasimlerde gösterilmek üzere sergilenmesinden başka bir işe yaramadı. Yer altından, yeryüzüne çıkarılan dev tatlı su nehri gibi projeler için harcanan paraların, rasyonel kullanılıp kullanılmadığı hala tartışma konusudur. Buna, dar aile ve çevresinin zenginlik kaynaklarını da eklemek yanlış olmayacaktır.
Tarihin, darbeci türden tüm devrim girişimleri, ilerleyen zamanın etkisiyle de, çürümeye yönelmektedirler. Devlet erkini uzun süre elde tutmak, bir yandan siyasal pervasızlıkları ve halkı hiçe saymayı, diğer yandan yolsuzluklardan oluşmuş ahlaki çürümeleri, kültürel yozlaşmaları ve anti demokratik tutuculuğu getirmektedir. Böylesi bir bataklıkta, anlamsız, içi boşaltılmış sözde devrimcilikten başka bir şey kalmıyor. Bu aşamadan sonra da kimlik bulanıklığı, siyasi kayganlık başlıyor. Gelinen yerde diktatörlük artık halkın boy hedefidir. Kaddafi buraya gelip dayanmıştır.
Uzun süren iktidarlar, başlangıçta ne kadar devrimci söylemlerle yürütülmüş olursa olsunlar sonuçta bir yere gelip tıkanarak iç bükey bir çürümeye düşmektedir. Devrim/darbe önce kendi kadrolarını tasfiye ediyor, sonra adım adım kendi sonunu hazırlayan, halkla aradaki mesafeyi açarak diktatörlük sürecine giriyor. Halkla bağlar koptukça, liderler sultası ilahların sultasına dönüyor. Bu aşamada halk “sadece aptal bir yığını” olarak görülmeye, ardından da halkın en küçük siyasal ve ekonomik talebi bile düşman talepler olarak algılanmaya başlanıyor. Libya bu sürece adım adım geldi.
Çok farklı toplumsal dokuya sahip olmasına karşın. Kabilelerin etkinliği, geniş topraklar (1 milyon 779.000 km² ) üzerinde, bir şehir kadar nüfusuyla (5 milyon), ne Tunus ne de Mısır olmayan Libya’da yönetim bu gergin ve tutucu konumuyla bölgede gelişen olumlu havayı zehirleyecek bir iç çatışmaya dönüştürme ihtimali az değildir.
Kaddafi’nin 42. Yılına giren iktidarı, onun “devrimci” söylemlerini, Anti-siyonist anti-emperyalist çıkışlarının, özellikle 2003 tarihinden itibaren kof bir söylem, iktidarını dış sorunlarla ayakta tutma çabası olarak belirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
LİBYA’YA İKİ ZİYARET
Akıl böyle bir akıl. Bu akıl, 20.yüzyılın sonuna kadar, akıl almaz zikzaklarına rağmen söylemde halkların yandaşı, Filistin davasının önemli destekçisi, Afrika ve dünya devrimci hareketinin soğuk savaş kamplaşmasındaki destekçisi olarak göründüğü inkar edilmez. Bu kesit, Libya halkı üzerine yığılmış şiddetli ambargolar hüküm sürmüştür. Libya halkı ise Kaddafi’nin arkasında durmuş ve çok acı günlere göğüs germiştir.
Bu gerçeğin bire bir canlı tanığıyım. Libya’ya iki kez gittim. O kesit 12 Eylül karanlık rejimi günleriydi. Dünyanın her alanına dağılmış devrimcilerin sürgün günlerinde ülkeye güçlü dönmek için her alanda örgütleme yaptığı kesitlerdi. Birinci gidişim 1981 bahar aylarıydı. Bingazi havaalanına indim.
Bana söylenen, “havaalanı önünde duran dolmuşlara atlarsın Tobruk şehrine gideceğini söylersin” bu yeterli, hemen yanımızda olursun. Öyle yaptım ve ilk kez mesafe algısı diye bir olguyu Libya’da öğrenmiş oldum. 500 km mesafe aştım.
İnsanlar Libya’nın o geniş ortamında, öğle yemeği daveti için 300-500 km yapıp gerisin geriye evlerine dönebiliyorlar. Bu da “misafirliğe gitmek” oluyor. Böylesi bir ülkede, zaman nasıl akar nasıl algılanır, tepkiler, refleksler nasıl oluşur soruları için ciddi bir akademik araştırma gereklidir. Anacak bu uzun mesafe, geniş alan akıl almaz gerginliklerin birikimine engel olmak şöyle dursun, çok daha etkin bir neden oluşturuyor; Libya’yı ikinci kez ziyaretim sırasından (1982 Ağustos ), arkadaşlarımla dolaştığım pazar yerinde, küçük bir söz çekişmesinin nasıl da baltalara sarılıp iki tarafta onlarca kişinin birbirine giriştiğine tanıklık yaptım. Gergin insanlar, çok sinirli insanlar; sabah kahvaltısı yerine hafif ılık suda eritilmiş inanılmaz acılıkta biber salçasını (Hirisi) içen bir toplum.
Bu türden küçük anekdotlara eklenecek, Libya toplumu ve yönetimi hakkında bilgi oluşturacak, haberlerde sık sık adı duyulan Trablus’taki Yeşil Saha’da (Sahatül Hadra) tek bir otun bile olmadığı, bir futbol sahası kadar büyük bu alanın yeşil boya ile boyandığı gibi, içi boş görselliğe verilen önemi gösteren birçok anım var.
Libya, 1981 baharındaki ilk gidişimde, inanılmaz zenginlik ve bereketle dolu bir ülke görünümündeydi. Her şey bedava denecek kadar ucuzdu. Avrupa’nın dört bir köşesinden getirilmiş, 5-6 katlı dev süper marketlerde sunulan emtialar, her türden kaliteli giyim eşyası ve elektronik araç, bu satırların yazarını hayretler içinde bırakmıştı. Siyasi ilticacı olduğum Paris’te görmediğim ölçekte, ticari bir görsel şölenle karşılaşmıştım. Tobruk, Bingazi gibi alanlarda Libyalılara da misafir oldum.
Bingazi’de, o bolluk kesitinde bile (bu yıllarda kişi başına düşen milli gelir 5410 $ ), kaddafi’ye eleştiri yapma rahatlığı içinde olan insanlar vardı. Yabancı olduğumuz için yanımızda çok rahatça konuşabiliyorlardı; biz ise onu devrimci bir lider, emperyalizme-siyonizme karşı duran, Filistin halkına etkin destek veren bir lider olarak görüyorduk.
Libya’yı ikinci gidişim 1982 Ağustos ayı ortalarına rastlar. Kaddafi, Amerika yönetimleriyle sürekli çatışma halindeydi. Amerika terörün dünyadaki beslenme kaynağı, “şer merkezi” olarak Libya’yı gösteriyordu. Regan yönetiminin Amerika’sı, soğuk savaşın son düellolarını dünyanın her köşesinde acımasız bir savaşla yürütüyordu. Saf bulanıklığı iktidara geldiği günden beri süren Kaddafi’nin payına, bu süreçte ağır saldırılar düşüyordu; Amerikan askeri uçakları, daha sonra sık sık yapacağı gibi Libya’nın yaşam alanı olan Sirte körfezi üzerinde, hava sahasını ihlal ederek iki uçağını düşürdüğü kızılca kıyamet işaretlerinin geldiği dönmedi.
Bu kesitte o görkemli süper marketler, ithalden başka bir şeye dayanmayan lüks mallar yok olmuştu. Trablus’ta, Suk Ettelata denilen yerde arkadaşlarımla kaldım. Yakın yerdeki marketlerde koyun ve keçi beslendiğini ahıra döndürüldüklerine tanık oldum. Kaddafi o gün, çok keskin devrimci gibi gelen bir çizgide emperyalizme meydan okuyordu. Yalnız kaldığından şikayet ediyordu, “Yeşil Kitap” adı altında toplanın kısa cümle ve önermeleri, yer yüzünün üçüncü kuvveti diye anlatılıyordu. Bu broşürler dünyanın tüm dillerine çevriliyor, Erbakan dahil herkesi saflarına bir mücahit olarak almaya çalışıyordu. Sonradan anlaşılan gerçek anlamda uluslar arası yaygın bağları vardı, ancak bunların tümü, o günün koşullarında bile terör eylemi olarak adlandırılacak, halktan kopuk askeri eylemler için istihdam edilmeye çalışılıyordu.
İkinci Libya ziyaretim tutuklanıp zindana atılmakla noktalandı. Nedenini sonra öğrendim.
Bingazi’de “Eski aletler fuarı” açılmıştı. Yüksek dış duvarlarına Darvin’in insanın evrimini anlatan şempanze türü hayvandan aşama aşama ayağa kalkan insana doğru evrimin resmi çizilmişti. Tablo gibi bir resim. Yabancı ressamların çizdiği belliydi. Bir fotoğrafını almak istedim. Fotoğraf çektikten sonra fuarda gezindik. Bir süre sonra iki kişi koluma girdi ve beni karakola götürdüler. Onlar sordu ben anlattım. Filmi aldılar.
Bu fasıl, geniş araştırma yapacaklarını belirterek beni zindana attılar; zindan ki zindan…
Gergin ve kaygılı bir yönetim ikinci gelişimin en tipik göstergesiydi. Buna tanık oldum.
LİBYA KIRILIYOR
1982 yazıyla birlikte, Libya’da siyasi kimlik bunalımı türünden bir tutarsızlık hüküm sürmeye başlamıştı. Bu süreç derinleşerek devam etti.
Evrensel ölçekte tutarsız politikaya bir örnek aranırsa, Kaddafi şampiyonluğu kimseye bırakmaz, demek yanlış değildi. Dünya devrimci, ilerici demokrat hareketinin de kafasında olmadık bulanıklıklar yaratan Kaddafi’nin siyasi dengesizliği, riskli bir çizgi üzerinde her an saf değiştirebilir bir tablo oluşturuyordu.
Soğuk savaşın son düellolarının yaşandığı bu kesitte, bölgemiz orta-doğuda acımasız bir ölüm denklemi hüküm sürüyordu. Batılı emperyalist güçler Siyonist İsrail devletini aralıksız ölüm saçan bir şebekeye dönüştürmüştü; ülkelere savaş, toprak işgalleri, ekim alanlarının yakılıp yıkılması, Filistinlilere bitip tükenmek bilmeyen ölüm. Bu süreç tüm ağırlığıyla Libya’nın da üzerine çöktü.
Soğuk savaş dönemi, Libya’da ciddi iç sorunların da yaşandığı bir dönemdi. Orduda bölünmeler, 1983 ordu içinde Hizb-ül Tahrir üyesi oldukları gerekçesiyle tutuklama ve baskıcı tutumlar, İslami hareketlere karşı başlatılan ağır takibat ve idamlar (1984 Ramazanında yapılan idamlar ve 1986 yılı tutuklamaları)
Dış sorunlarda ise, Ronald Regan yönetimindeki Amerika Libya üzerine keskin bir bıçak gibi iniyordu. 15 Nisan 1986’da Trablus ve Bingazi’nin bombalanması. Doğrudan doğruya, BM üyesi bir devlete ve başkanına saldırı amaçlı bombardıman yapılması, inanılır gibi bir şey değildi. En sonunda da meşhur PAN AM Havayollarından bir uçağın düşürülmesiyle ilgili olarak Kaddafi’nin itham edilmesi ve bunun sonuçları, uzun sürecek bir gerginliğin nedeniydi.
Bu gelişmelerin sonuçlarında Libya artık kırılmıştı; havada motoru durmuş bir uçuk gibi yörüngesinden çıkmış yere çarpmak üzere düşüyordu. Araplıktan Afrikalılığa transfer olduğunu ilan edip haritasını, logolarını, stratejilerini bir anda değiştiren bir dengesiz lider konumundaydı.
Lockerbie olayı (21 Aralık 1988). Bu olay ve sonuçlanışı, Kaddafi yönetimi kadar batının hangi ahlak ölçüleriyle insana baktığını gösteren tipik bir olay oldu; çok güvenilir sanılan batı adaleti ve yargı sisteminin, para karşılığı nasıl da satın alınacağı ortaya çıkmıştır. İnsanın değeri, batı için de diktatörlüğe dönüşmüş iktidarlar için de çıkar ortaklığında bir izmarit değerine sahip olmadığı anlaşılmıştır. Uçakta ölenlerin canı, Libya’nın petrol paralarıyla adalet üstene çıkılarak satın alınmıştı. Bu süreç 2003 anlaşmasıyla noktalandı; Libya tüm sorunlarını parayla aşıp, terör listesinden çıkarılarak nükleer programını da tasfiye ederek batıyla en iyi ilişki sürecine girmiş oluyordu. İtalyanların Berluscon’si Kaddafi’nin elini öpecek kadar dost olmuştu, Batılılar, ele ele Libya petrol servetlerini işletmeye başlayacak anlaşmaları da kotarmışlardı.
Bu karanlık tünelde, Kaddafi’nin Libya’sı devrimlerden yana, siyonizme karşı emperyalizme karşı direnen bir ülke konumundaydı. Ancak yıllar hesapsız ve kimliksiz politikaları yiyip bitiriyordu. Kaddafi’nin bu yere gelişi, yanlış tutkulara önemli bir göstergedir.
LİBYA NEREYE?
Libya, dünyanın en zengin ve ucuza üretilen en büyük petrol rezervlerinin sahibidir. Yıllık net 40 Milyar dolarlık petrol girdisi bulunmaktadır. 5 milyonu nüfusu değil, 50 milyonu insanı refah içinde yaşatacak bir rakam.
Böylesine zengin bir ülkenin soğuk savaştan çıkıp geldiği haliyle 21. Yüzyılda olduğu gibi devam etmesinin mümkün olmayacağı açıktı. Bölgemizin birçok ülkesi için aynı tez geçerlidir. Bunun farkında olup önlem alan, bu süreci başarıyla geçebilir. Bu geçişi eksiklerle sürdürenler ise, risk çizgisinde olmaya devam edecekti.
Bölgemizdeki kaynamalara bakınca, yıkılın tüm diktatörlüklerin, ABD ve İsrail’le dirsek teması içinde halklarına karşı acımasız olan yönetimler olduğu görülür. Yemen, Ürdün, Haliç ülkeleri, Fas bu ülkeler arasındadır. Bunlara Irak’ı da, daha başkalarını da eklemek mümkün. Günlük haberleri izleyen herkes gelişmelerin farkındadır. “Sıra kimde?” sorusu bu gelişmelerin doğal sonucudur.
Halk devrimleri hangi ülkelere şamar vuruyor bunu tespit etmek ortak bölenini bulmak için, basit bir soyutlama yeterlidir. O da, dış politikasında Amerika ve İsrail’e tavır alan, ülke içinde halkına dayanmayan, demokrasi ve özgürlük reformlarını yapmamakta ısrar eden ülkelerdir demek yanlış değildir.
Bu çizginin dışında kalan ülkelerde, ortalık yangın yerine dönmüşken bir kıpırdanmanın olmamasının nedeni ise halklarından yana olmaları ve bölgemizde anti-emperyalist, anti-siyonist politikalarda halkı ikna edecek tutarlılıkta tavır almalarıdır. Bu durumu, kimse baskı ve kovuşturma ürünü olarak görmesin, bu yaftayla açıklamaya çalışmasın; bu dünya 21. Yüzyılda Bin Ali, Mübarek, Ali Salih ve Kaddafi’den daha sert bir baskı rejimi tanımamıştır, onlar bile dayanamadı.
Kadafi’nin yönetimi 2003 tarihinden itibaren ne bölge ne de halkı tarafından olumlu karşılanmayan bir çizgi üzerinde, halkına dayanmayan ve demokratik açılımlara yaklaşmayan bir yönetimdi.
Dün, 21 Şubat 2011 Pazartesi, Kadafi’nin oğlu Seyfül İslam’ın konuşmasında ortaya çıkan yaklaşım, Libya’nın iç savaşa gideceği yönünde kaygı verici bir yaklaşımdı. Bu yaklaşım tıkanmış politikanın sonucuydu. Halka açılmaksızın, böylesi tıkanmaların gelip dayanacağı yer, bir diktatörlük olarak halkla yüz yüze gelmekti.
Seyfül İslam’ın, yazımın girişinde de aktardığım konuşmasında, ülke algısı “özel mülk” algısıyla birbirine karışmış durumda durmaktadır. Bu algı, zor durumda verebileceği en son taviz, “bir hırsızlık malının paylaşılması” önermesini aşamaz.
Ülke siyasi yönetiminin, bir hizmet olduğu, halka ait tüm değerlerin dengeli bir biçimde halkın yararına idare edilmesi olduğunu kavrayamamış olan bu algılar, uzun iktidar sürecinde ülkeyi bir hara gibi yönetime götürürler. Bu noktadan itibaren de, mülklerine uzanacak her eli düşman ilan etmek zor olmaz.
Bu yaklaşım, ülkeyi elinde silah ve güç olanın, eline geçirdiği alanı kendi mülkü olarak idare etmesine kadar giden çağdışı kabile sistemine götürür. Seyfül İslam’ın, parmağını sallayarak yaptığı tehdit de buna yol açacak gibi durmaktadır. Bu ise Libya’nın yıkımıdır. Kimsenin kazanamayacağı bir savaş ve kaosa düşmenin adıdır.
Arap halkının 21. Yüzyılda tüm insanlığa demokrasi ve özgürlükler yönünde yol haritası çizdi. Libya’da açılan kanlı süreç, Arap halkının uygar bir devrim süreci açan, barışçıl, darbeci olmayan, devleti yıkma, ele geçirme kolaycılığına kaçmayan, kitlelerin basıncını yönetimlerin halk için çalışmasına kanalize etme amacı taşıyan ayaklanmalarıyla oluşturdukları örneğe aykırı olarak duruyor. Sürecin doğal dengelerini, kimyasını bozuyor.
Libyanın bu kanlı süreci devam ederse, bundan bölge halklarının kazanacağı hiçbir şey olmaz. Bu süreçte, Libya halkı kaybedeceği kadar, Emeryalist-siyonist güçler kazanan tek taraf haline gelir. Oysa Arap halkının Tunus’ta Mısır’da başarıyla tamamladığı mücadele ve başarılar, bu güçlerin bölgedeki iflaslarına bir işaretti. Libya’daki gelişmeler ise, halka hiçbir şey kazandırmayacak karanlık bir tablo gibi gelip oturuyor.
Kaddafi yönetiminin geçmişinde yer alan onurlu duruşları tekrar bilince çıkararak yönetimi halka, barışçıl şekilde devretmesi bu süreçte beklenecek en olumlu gelişme olacaktır. Halk yönetimini, halk komitelerini, kongrelerini Yeşil Kitap’ta temel söylem olarak öne çıkaran kaddafi’nin, tutarlılığı da bunu bağlıdır. Yönetimi halka derhal terk etmesi yapacağı en önemli tarihi görevdir. Ancak veriler bu yönde gelişmiyor, Kaddafi kolayı değil, imkansızı seçti bu ise yıkım olacaktır.
Sonuçta kim ne olursa olsun halkın iradesi karşısında durma şansına sahip değildir.
Arap aleminin en tutarlı kalemlerinden ve siyaset yorumcularından bir olan, El Küds-ül Arabi gazetesinin sahibi Abdülbari Atvan’ın Libya’da sonuç ne olabilir sorusuna verdiği cevap, tümüyle katıldığım bir cevap olmasa da bilinmeye değer görüyorum:
“1- Sistemin zararı azaltmak için gönüllü olarak çekilmesi. 1969 da İdris Senusi’nin askeri darbe haberini aldığında yaptığı gibi. Elindeki malları ve servetini yeni rejime teslim ederek Mısır’a gitti ve Abdunnasır rejiminin yardımlarıyla yaşadı.
2- Libya’nın iki ya da üç devlete bölünmesi. Böylece rejim onlardan birisinde kalacak.
3- Halka ayaklanmasının genişlemesi ve rejimin başını ve ailesini (Hayatlarını kurtarmak ve yargıdan kurtulmak için) Afrika ülkelerinden birine kaçmaya mecbur etmesi.
Son seçenek, halk ayaklanmasının başarıya ulaşması ve Libya’nın bölünmemesi bizim en çok tercih ettiğimiz şıktır. Bu Arap halklarının büyük çoğunluğunun en büyük temennisidir.” (Abdül. Bari Atvan, Küds el Arabiye)
Bu temenniye katılmamak mümkün değil.
Bu satırların yazarı açısından, Libya halkı tüm zorlukları aşarak özgürlük ve demokrasiyi ikame edeceği yönündedir. Libya halkı önüne konan zor ve kanlı süreci başarıyla geçebilecektir.
Kıssadan hissemize gelince,
Halkların ölümleri göze alarak dile getirdiği talepler hiçbir zaman suni, gerçekleşmez talepler değildir. Halk, tarihin hiçbir döneminde ayaklanmalarını hayaller için yapmamıştır.
Hayaller yalnızca, gerçeklerden kopmuş kimi lider, örgüt ve ideolojilerin işidir. Tarihin hiçbir döneminde halk yığınları hayaller için ayaklanmamıştır.
Halk kendi gerçekliğini ve ihtiyaçlarını, üstelik büyük özveri ve sabırla bekleyerek, bu uğurda sonuna kadar acı da çekerek aramaya çalışır. Ayaklanma bu sürecin tıkandığı yerden itibaren gündeme gelir, yollar tükenince, tıkanma ve kaos dayatılınca, baskı ve zülüm yağmur gibi yağınca “artık dur” der. Ayaklanma aşamasına geçer. Tunus’ta, Mısır’da, Yemen’de, Bahreyn’de, Ürdün’de, Fas’ta ve son halkada Libya’da olan budur.
Bunları görmek gerek. Ülkemizi ortaçağ yöntemlerine mahkum etmeden, hiçbir şeyi gerekçe göstermeden, demokratik bir anayasa adımıyla birlikte, farklılıklarımızın hak ve hukukunu yasalar ve kurumların güvencesiyle anayasaya işlemek gerek. Bu da yetmez, demokrasi ve özgürlük tüm yönleriyle derinliğine ve genişliğine halkın kazanımları arasında yer almalıdır.
Unutulmamalıdır ki, kimse halka cebinden bir şey vermiyor. Siyaset, halkın taleplerini yerine getirmek, hakkını almasını sağlama çabasıdır. Kimse halka bir şey verdiğinin sanısına kapılarak kendini bir şey sanmasın. Halkın yarattığı değerleri, toplum dengelerini gözeterek adil bir şekilde dağıtmak, siyaseten temel görevidir. Buna vekil kılınan yöneticiler emeklerinin karşılığını fazlasıyla almaktadır.
Bunun için iktidarların da halkında cesur olmasını engelleyen bir şey yoktur. Cesareti gösterecek olan başarıyı sonuna kadar götürecek olandır. Halklarımız bu cesareti göstermekten geri kalmamalıdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)