Mihrac Ural
27 Mart 2008
Kimse kukla doğmaz. Bazen kukla olunur, bezen kukla edilir, bazen de kukla olma durumuna düşülür. Bölgemizde bunların tümü günü birlik tüketilir. Dünya ve bölge işlerini kavramayanların kukla durumuna düşmemeleri, düşürülmemeleri çok güçtür. Bu satırların yazarı komplo mantığını her zaman hafife almıştır; aklın verilerini iyi değerlendirememenin ucuz düşünce yoludur komplocu algılayış. Ama bu, ne komployu yok eder ne de kuklaları. Ortak ülkemizde bu anti demokratik inat devam ettikçe, daha çok kuklayla yüz yüze geleceğimizden herkes emin olabilir. Bunları üreten, bataklık devletin artık çürümüş olmasındandır. Birbirine düşmüş kurumlarıyla bu devlet, ilk fırsatta halkına karşı birleşip, dıştan destek alarak sınır dışı operasyon düzenleyebilmektedir. Dış müdahalenin kapılarını sonuna kadar açan da bu devlettir. Dış mihraklar suçlamasıyla kendini aklamaya çırpınan aynı bu devlettir. Bu devletin siyasal, askeri ve bürokratik kadrolarının sorunu ne ülke nede halktır; kim ne biçimde olursa olsun ele geçirdiği iktidarı sürdürmek ve bunun sistemini oturtmaktan başka bir erek ve ideal taşımamaktadır. Ergenekon kadar AKP'nin kapatılma davaları bu anlamda sorunun hiç bir temel yönüne işaret etmez. Yasamanın hukuk kadar, ordunun yürütme kadar çürüdüğü bir koşulda felç olmuş devletin, insafsızlıkla tecelli eden rahmeti altında birlikte yaşamak bir tür paranoyaklıktır. Bundan bir biçimde kurtulmanın yolu, halkın özgürlük ve demokrasi kıyamını gerektirir. Bu olmazsa, bu ülkede sürmekte olan uluslararası operasyonların sonu gelmeyecektir. Bu operasyonlarda hiç kimsenin kazanmayacağı ise; Irak, Lübnan örneğinde olduğu gibi gayet açıktır.
Dr. DENİZ ÜLKÜ ARIBOĞAN'IN ÇIKIŞLARI
Kimse sizi aldatmasın, Ergenekon, Kızıl Elma, Turan diye dikkatlerinizi dağıtmasın. Denklemin unsurları da çözümü de farklı yerde. Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Deniz Arıboğan'ın iddiaları bunları anlamak için iyi birer veri olabilirler. Baba Mahir Kaynaklı, ekstrem yönlerine rağmen, söylediklerini algılamak mevcut durum tahlilleri için olumludur. Rektörün bir durum belirlemesi olan sözleri, milliyetçi refleksleriyle dile getirdiği çözüm önerileri ve isteklerini bir kenara bırakacak olursak, işlenmeye değer başlıkları ihtiva ettiği görülecektir.
Rektörün belirlemeleri şunlar;
1.
Türkiye`de, bir devleti oluşturan bütün bacakların tümünün kırıldığının görüldüğünü, yargı sisteminin iflas etmiş durumda
2. Yasama, yürütme ve yargının en önemli bacaklarından bir tanesi olan yargının şuan şaibe altında siyasallaştırılmış durumda
3. Hem yasama hem yürütmede kriz vardır. Devletin hukuk sistemi iflas ettiğinde, devletin meclisi, hükümeti iflas ettiğinde ordusunun ne vaziyette olduğuna bakmak gerekir. Devletin ordusu üzerindeki şaibelerde hem bu
Ergenekon davası hem de
Kuzey Irak operasyonu sonrası yapılan spekülasyonlarla oldukça zedelenmiştir.
Orduyu kıpırdayamaz hale getirmiş durumda… Devletin en güçlü kurumlarından bir tanesi
Ordu`nun üzerinden siyaset yapılması kabul edilemez bir şeydir.
4. Artı bu ülkenin en önemli yapıştırıcılarından biri olan
Müslümanlık denilen konu tamamen
irtica veya şeriatla örtüştürülmüş durumdadır. Kısaca bu devleti, bu toplumu bir arada tutan bütün bacakların üzerine çok direk bir saldırı var şu anda ve devlet çökmek üzere...
Türkiye`de çok ciddi bir uluslararası operasyon var.
5. Böyle bir çöküşten ya kaos ya askeri darbenin ortaya çıkması beklenir. Her iki durumda da ortaya çıkacak görüntü çok nettir.
Türkiye `de askeri bir yönetim gelirse, istikrarlı ya da çok demokratik bir yönetim sağlasalar bile uluslar arası kamuoyu nezdinde bunun bir askeri yönetim olacağıdır ve bir Kürt devletinin kurulmasını anormal şekilde kolaylaştıracaktır
6. Sistemin böyle gitmesi ve devletin kendi içinde çatışmaya devam etmesi halinde iki yıl sürmez bir Kürt devletinin ortaya çıkacağını
7. Olası bir ekonomik krizi durdurabilecek
Türkiye`nin güçlü bir alt yapısı olmadığını da açıklayan Prof. Dr.
Deniz Ülke Arıboğan , ekonomik krizle birlikte
Güneydoğu `da çok şiddetli tepkiler ortaya çıkabileceğine
8. “Hiçbir siyasi partinin
Türkiye `de İslami sahiplenmeye hakkı yoktur. Çok tehlikeli bir gidiş olduğunu düşünüyorum ve konunun tamamen Kürt sorununa bağlanacağını ve
Kuzey Irak`tan
Nevruz hadiseleri ile şiddetli bir dalga geleceğini düşünüyorum.
Türkiye `nin karşısına dev gibi bir sorun çıkacak. Uluslar arası kanallarda
Türkiye `ye müdahale edilebilir.
Birleşmiş Milletler kanalı ile gelip oraya bir kanal çizerler ve “senin askerin oraya gidemez” der. Masaya oturmazsak zaten birileri kendi masalarını kurmuş durumdalar.” Dedi
YARGI AYNI YARGIRektör Deniz Arıboğan’ın, Amerika’yı yeniden keşfetmiş gibi “Yasama, yürütme ve yargının en önemli bacaklarından bir tanesi olan yargının şu an şaibe altında siyasallaştırılmış durumda” söylemi ise, ülkemizi ne kadar tanıdığına işarettir. Bu ülkenin Osmanlıdan bu yana tarihinin hiçbir döneminde, siyasallaşmamış haliyle bir hukuk süreci olmamıştır. Tarihi tüm verilerince ve tüm kesitlerince belirgin olan bu durumu “şu an şaibe altında” diye tanımlamak; bilgi eksikliği değilse, durumun vahametinden duyulan panikten başka bir şey değildir. Osmanlı teokratik yapısından kaynaklanan hukuk algılayışını bir kenara koyalım. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş ve oturma sürecinin malum hukuksuzluk süreçlerini de geçelim. Yakın bir dönemde yargının en önemli merkezi yerinde olanların açıklamalarını bir makalemde şöyle dile getirmiştim:
“6 Eylül 99 yeni yargı döneminin başlangıç günüdür. Bu gün vesilesiyle açış konuşması yapan Yargıtay Başkanı Dç. Dr. Sami Selçuk, …konuşmasının veciz yanları oldukça çarpıcıdır; “Sırt sırta dönmüş iki Türkiye” belirlemesiyle, “bir yanda halk Türkiye’si ki, gerçek Türkiye budur ile kendi koyduğu hukukuyla halkla cebelleşen Türkiye” açıklaması, ülkenin yöneticileri eliyle, nasıl bir bölücülüğe maruz kaldığını yeterince açığa vurmuştur. Bu noktada dile getirdiği “İnsanın ortak özelliği farklılığıdır” belirlemesinin, Tüm kültürlere saygılı bir toplum olunması, farklı kültürlerin bölücülükle suçlanmayacağı, böyle davranışların zayıflık olduğu “Toplum ve insan teslim alınamaz, devletleştirilemez, devlette insanlaştırılamaz” diyerek, insanın ve insan haklarının devletten üstün olduğu bağlamına getirmiştir. Bu bağlamda “Hukuk kimliğinin evrensel olduğunu, hukukun olmadığı yerde insanın köle olduğunu, siyasetin bulaştığı kuşkulu yargının, kirli adalet salgılayacağını” dile getirerek, yargıyı siyasi iradeye bağımlı kılmak isteyen bir devletin toplumu ne tür açmazlara sürüklediğine işaret etmiştir.” ( bkz. Mihrac Ural. Demokratik Devlet üzerine adlı makalesi.)
Bu satırlarda dile gelenler, ülkemizin her dönemi için geçerli hukukun siyasallaşmasını tanımlar. Bunun en yakın örneği ise, 22 temmuz erken seçimlere gidişe yol açan 11. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Anayasa Mahkemesi’nin gösterdiği hukuksuzluk örneğini belirtmek gerek. Kime ve neden yapıldığının hiç önemi olmayan kararıyla, Anayasa Mahkemesi ciddi bir hukukun ülkemizde ne ölçüde siyasallaştığına bir veri oluşturdu. Bununla ilgili makalemde de şunları dile getirdim: “Anayasa mahkemesi 1 Mayıs 2007 tarihi itibariyle, TBMM’de birinci turu yapılmış Cumhurbaşkanlığı seçimini iptal ettiği kararını açıkladı… Anayasa Mahkemesi gibi, yüksek adalet duygusunun en önemli beslenme kaynağı olan bir kurumdan, siyasete alet olan kararların alınması, toplumun adalete olan güven duygusuna ağır bir darbe olmuştur. Bu süreci pekiştiren ve önceden tasarlanmış bir senaryo gibi birbirini tetikleyen tutum ve davranışlara, siyasi denetimin altında, atanmış olmanın sınırları içinde olması gereken bir silahlı kuvvetler kurumunun, kendine has bir devlette karar alır gibi, siyasi erke muhtıra vermesi, önemli bir gelişme olarak karşımıza gelmiştir. Bu gelişme halkın siyasal tercihleri üzerinde bir ipotek koyma pervasızlığı olduğu kadar, Anayasa Mahkemesi kararlarını etkilemesiyle, ülkede zaten kaybolmuş her türden adalet duygusunun yıkıma sürüklenmesine yol açmıştır. ( Bkz. Mihrac Ural. “Anayasa Mahkemesi Kararı” adlı makale)
Bu iki örnek arasında on yıl yoktur. Örneklerimize binlercesini eklemek mümkündür. Adaletin tecellisi ülkemizde her zaman siyasal bir işleve sahip olmuştur. Rektör, 24 partiyi kapatmakla, dünyada en çok parti kapatan bir ülkenin hukuk sisteminde yaşadığını, bu arbede de unuttuğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu açıdan gerekçesi ne olursa olsun AKP‘nin ve DTP’nin kapatılma istemiyle hukuka müdahalenin en pervasız cinsini sürükleyen egemen güçlerin, siyasete bulaşmamış bir hukuka sahip olmadıklarını söyleyeceğim.
Rektör, kurgularının esiri olarak sürdürdüğü konuşmasında, devletin en güçlü birliğini ve ayakları üzerinde en sağlam duruşunu sergilediğine inandığı koşullar olan, halkın özgürlük ve demokrasi istemi karşısındaki birlik duruşundan yola çıkarak ordu ve dine, çağdaş aklın asla tasvip etmeyeceği ve doğruluğu çok tartışmalı payeler vehmetmektedir.
ORDUNUN ŞAİBELERİ
Rektör, “Devletin ordusu üzerindeki şaibelerde hem bu
Ergenekon davası hem de
Kuzey Irak operasyonu sonrası yapılan spekülasyonlarla oldukça zedelenmiştir.
Orduyu kıpırdayamaz hale getirmiş durumda… Devletin en güçlü kurumlarından bir tanesi
Ordu`nun üzerinden siyaset yapılması kabul edilemez bir şeydir.” diyor. Bu cümleler bir bilim kadınından değil de ilkel milliyetçi, ulusalcı ucuz bir siyasiden gelmiş olsa anlaşılır bir refleks olarak algılanabilirdi. Ancak ortak ülkemizin yüksek çıkarları etrafında bu tür toptancı söylemlerin, yarardan çok bilinç bulanıklığına yol açtığı görülmektedir.
Bilinmelidir ki, ordu tarihinin hiçbir döneminde şaibeden arınmış bir ordu değildi. 1683, II. Viyana kuşatmasından bu yana askeri anlamda hiçbir başarısı olmayan ordunun, bu gün vatandaşını katletmek için sınır dışı operasyonlara yabancı bir güç odağının icazetiyle çıkması ve operasyonunu aynı kaynaktan emirle sonlandırması ise, gizlenmesi gereken değil, tersine halka açık açık söylenmesi gereken bir gerçektir. Ülküsü, halkın ortak iradesiyle ve yüksek çıkarlarıyla oluşmamış bir ordunun şaibesiz bir ordu olması düşünülemez. Ordunun, ortak ülkemizin vatandaşları olan Kürtlere karşı geliştirdiği refleksler, şaibelerinin en önemli unsurudur. Tüm vatandaşlardan alınan vergilerle, ülkenin kaynakları ve değerleriyle beslenen ordunun bunu düşman bir saldırı etkinliği olarak sahiplerine iade etmesinden daha şaibeli bir şey olamaz. Ordunun tarihi hezimetlerinin ve son operasyondaki hezimetinin temelinde bu vardır.
Koruculuk sistemi ile ordu arasındaki bağlar ise şaibelerin en renklisidir. Bu sistem, ordunun kirli işler için nasıl da kendi vatandaşlarına karşı maşalar kullanabileceğine, her türden gayri meşru işlere bulaşacağına bir göstergedir.
Ordu faili meçhul cinayetlerin öbeğidir ve örgütçüsüdür. Ülke sınırlarını dış bir düşmandan halkı için korumakla görevli olması gereken ordunun emir komuta zincirine sıkıca bağlı “intikam Tugayları” gibi cinayet şebekeleri örgütlemesi ve kuvvetler ayrılığına tamamen aykırı olarak kendini yargı yerine koyarak infazlarda bulunması ve bunu gizli yaparak dehşet ortamları yaratması, bu ordunun kirli tarihinde küçük bir ayrıntıdır. Vatandaşına dışkı yedirecek kadar zıvanadan çıkmış ordunun temiz bir işine rastlanmamıştır.
Ordunun yüksek kademelerin ülke mozaiğini temsil etmekten uzak olması bunun bir uzantısıdır. Albay rütbesini aşan Kürt, Arap ya da başka bir etnik yapıdan insanın bile yer almaması şaibelerin en büyüğüdür. Böylesine tek boyutlu, tek renkli bir ordunun çok renkli ortak ülkemizin temsilcisi olması ve onun ülküsünü taşımasının mümkün olmayacağını anlamak güç değildir. Bu yüzden Kürt sorunu bir iç savaş olarak, birilerine ait ordunun Kürt ulusunu katletme girişimi olarak algılanmaktadır. Arıboğan’ın bilincini oluşturan erkenden kendi masamıza oturalım önermesinin kaynağı, bu adaletsiz ve şaibeli ordu yapısıyla da ilgilidir. Bunu değiştirme yönünde önermeler yerine orduyu kutsamak, kendi vatandaşlarına karşı operasyonlarını zafer diye lanse etmek, bu masaya hangi amaçlarla oturulacağını gösterir. Böylesi bir ön yargıyla bu masadan anlaşma değil, yeni yıkımlar çıkar.
Ordunun şaibesi, Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle devam eden ittihatçı mantık dokusuyla devam etmiştir. Üç kez darbe yaparak siyaset kimyalarını bozup, ülkenin siyasi miras birikimine ait bilinçleri karartan bir ordunun ülke ve halk yararını olumlu bir mevzi içinde olması düşünülemez. Kendini yasamanın ve yargının üstünde gören bu ordunun halkına karşı sorumlu olmayı, onun emri altında bulunmayı hiçbir zaman içselleştirmemiştir. Zaman zaman yargıya kadar uzanan kuvvet komutanlarının görev suistimalleri, rüşvet skandalları bu çöplükte bulunması normal veriler olarak karşımızda durmaktadır.
Bu ülkenin birliği önünde en tehlikeli kurum da tastamam işte bu kurumdur; ordu ideolojisiyle, kurumsal yapısı ve statüleriyle ülkemizin ilerlemesi karşısındaki en büyük engeldir demek yanlış olmayacaktır. Rektör hanımın bunu anlamamak için gösterdiği direnç, orduyu bir yedek terek gibi siyasete karışmasın ama iyiden iyiye korunsun diyerek yapmaktadır.
DİN VE BİRLİKBu noktadan “bu ülkenin en önemli yapıştırıcılarından biri olan
Müslümanlık”tır söylemine geçebiliriz.
Arıboğan, “hiçbir siyasi partinin
Türkiye`de İslami sahiplenmeye hakkı yoktur.” diyor. Din herkese birleştirici bir çimento olarak lazımdır, bunu tekele almak Kürt sorununa daha da kışkırtıcı etkiler yapar diye belirlemeler yapıyor. Bu söylem, dinin tarih içindeki rolleriyle ilgili ciddi bir bilgi eksikliğiyle söylenmemişse, daha vahimi olan, dünyevi işlerimizi kıymeti kendinden menkul uhrevi iddialara bağlamak demektir. Bu tarihi olarak geri atılmış bir adım olduğu kadar, her türden ilerleme zeminini de yok edici bir yaklaşımdır.
Buna rağmen bu bapta söylenmesi gereken şey, dinin tarih içinde hiçbir zaman hiçbir şeyi birleştiremediğidir. Dinin böylesi bir işlev için ne hacim açısından ne de dokusu itibariyle buna elverişli olmadığını belirtmeliyim. Dinin sık sık gündeme geldiği kesitlere baktığımızda bunun sosyal-siyasal çöküş dönemleri olduğunu görüyoruz. İnsanlar kendilerini farklı tanımlarken yaşadığı ülkenin içinde bulunduğu ciddi sorunlara da böylelikle işaret etmektedir; kimileri kendini Kürt, Türk, Arap, Alevi, Sünni, kapalı, açık olarak tanımlayarak bunu dile getirmektedir.
Kimlik bunalımının olduğu ülkelerde yaşanan üst kimlik sorunu, bu yöndeki arayışları yoğunlaştırdıkça karışıklığı da arttırdığı bilinmektedir. Yasakçı mantık, kişilerin ve toplulukların kendini ifade etme özgürlüklerinin kısıtlılığı bu tür karmaşaya sürekli dinamik katmaktadır. Dinin bir üst kimlik olarak birleştirici etkinliği konusu ise, dünyevi akılların çözüm bulma ya da bulmak istememe durumlarıyla yakından bağlantılı olarak işi Allaha havale etme kolaycılığından ileri gelmedir. Ülkemizde bu durum, ayrıları zorla tekleştirme çabalarının bir uzantısı olarak gündeme gelmektedir.
Üst kimlikle ilgili dinin işlevlerinin sınırlarını ele aldığım bir makalede bu konuyu etraflıca belirtmeye çalıştım ve konuyu şöyle bağlamıştım; “Din bir üst kimlik olamaz, birey ile Allah’ı arasındaki ilişkiyi insanlar ve toplumlar arasında bir ilişkiye düşürmek, tarihin hiçbir döneminde olmadığı gibi bu gün de gerçekleşmeyecek duaya amin demektir. Din bir tanımlama değil, işlevsel bir fonksiyonlar bütünüdür; kişi fiilen din emirlerini ve özel olarak, dinin beş şartını yerine getirmekle Müslüman olur. Oysa üst kimlik taşımak için -özel bir durum yoksa- ağırlıklı bir ortak bölen etrafında yazılı ya da tarihsel süreçle onaylı toplum sözleşmesi yapmış belli bir insan topluluğu içinde bir unsur olmak yeterlidir. Üst kimliğini değiştirmeden, dinini değiştiren toplumlar tarihte az değildir. Ortaçağ din ve mezhep savaşları (otuz yıl savaşları, yüz yıl savaşları), fetih savaşlarıyla fethedilen ülke halklarının topluca din değiştirmelerine rağmen üst kimlikleri egemen din tarafından belirlenmemiştir. Protestanlığı kabul etmelerine rağmen ne İngilizler ne de Almanlar, etnik temelde belirlenen üst kimliklerini değiştirmediler. Türk üst kimliğine sahip toplumların tarih içinde Şamanizm’den İslam’a ya da Şamanizm’den Yahudiliğe (Hazar Türkleri), Hıristiyanlığa (Moldavyalı Türkler) geçerek din değiştirmelerine rağmen, üst kimliklerini korumaları gibi. Arapların durumu daha açık bir örnektir. Araplar İslam dininin kurucusu olan bir millettir; aynı etnik kökenden, ortak dil ve coğrafyadan olmalarına rağmen, kültürel açıdan olduğu kadar siyasal talepleri açısından, sorunları, stratejik güvenlikleri ve ortak büyük hedefleri aynı olmasına rağmen, kurulu Arap devletleri vatandaşlarını ortak bir üst kimlikte tanımlamak oldukça güçtür. Arapların, dünyanın her yerinde kendilerini Arap olarak tanımlarken beraberinde mutlaka ya Mısırlı, ya Suriyeli, Iraklı, Libyalı, Ürdünlü, Cezayirli, Tunuslu vb. olarak tanımlamayı tercih ettikleri bilinmektedir. Kafkaslarda yaşayan etnik yapıları Türk olan, dinleri de Müslüman olan ancak üst kimlikte Kırgız, Türkmen, Özbek olan toplulukları hatırlamak bu fasıl için yeterli olacaktır. “ (Bkz. Mihrac Ural. “Baykal ve Üst Kimlik” makalesi)
Kaldı ki, dünyanın hiçbir Müslüman ülkesinde, hatta Suudi Arabistan’da bile mezhep farklılıkları nedeniyle din birleştirici bir çimento olmamıştır. Her topluluk şu an mensup olduğu dinden önceki süreçlerin tarihi kültürel bağlamında oluşturduğu ruhi şekillenmelerin sayikiyle kendi aidiyetini tanımlamaktadır. Bu kural dışında yeryüzünde başka bir örnekte yoktur. Yargıtay kararıyla din derslerine Alevilerin girmeyebileceği kararı bile ülkemizde kaç İslam’ın olduğuna ve bunun birlikte nasıl bir yere sahip olduğuna önemli bir gönderme sayılmalıdır.
Ama denize düşen yılana sarılır misali, Arıboğan dini tek başına kİmse sahiplenmesin diyerek bir yedek teker arayışına yönelen söylemleri, ülkemiz sorunlarının çözümünde, gerçekçi verilere dayanılmak istenmediğini gösterir niteliktedir diyorum.
MASAYA OTURMAKRektör Arıboğan’ın tüm söylemlerinde en çok dikkat çeken vurgu, üzerinde tedirgince, kaygı ve korkularla durduğu şey; Kürtlerin siyasal hakları olarak beliriyor. Ancak konuyu ele alışı bir bilim kadını olarak değil, bir medyum gibi olması, Arıboğan’ın söylemlerinde tekrar eden bir çizgi olarak bu konuda da kendini göstermektedir; iktidar partisinin kapatılması ve Ergenekon davasının gerçekte Kürt sorununu çok ciddi biçimde gündeme getirilmek amaçlı yapıldığına dair endişelerini “iki yıl sürmez bir Kürt devletinin ortaya çıkacağını” ifade edip, "bunu söylememin en önemli sebeplerinden bir tanesi Leyla Zana`nın en son yaptığı açıklama; ‘Abdullah Öcalan’ın 2010 yılında bizlerle beraber olacak’ diye kaynak göstermesi, bilim öğreten insanların düştükleri, düşünde oluşturma traji-komik hallerine bir işaret gibidir.
Kürt ulusunun tarih içinde yetiştirdiği en önemli lider figürlerinden biri olan Öcalın’ın özgürlüğe kavuşması er ya da geç gerçekleşmesi gereken ve her şeye rağmen gerçekleşecek olan bir taleptir. Ancak bunun iyi niyet dileği olarak dile getiren Leyla Zana’nın verdiği tarihe bağlayarak işlemenin kıymeti, Kürt sorununa iyi niyetle yaklaşmaktan gelmemektedir. Arıboğan, elinizi çabuk tutun, siz bu sorunu kendi çıkarınıza göre çözemezseniz birileri gelip kendi çıkarına göre çözecektir endişesiyle yapmaktadır. “Masaya oturmazsak zaten birileri kendi masalarını kurmuş durumdalar.” cümlesindeki panik bunu yeterince ele vermektedir.
Buradan da anlaşılıyor ki Rektör Arıboğan, ülkemizin sorunlarına bir bilim kadını olarak sosyal ve siyasal algılayışla yaklaşmıyor. Kulvarda yarıştığı dış güçlere karşı ipi ilk önce göğüslemekle ilgili bir yarış olarak algılıyor. Bu noktada “masaya oturma” gibi ülkemizin çok önemli bir sorununu net olarak belirleme durumunda olmuyor.
Evet masaya oturmak mutlak olarak gereklidir; ama kiminle ve hangi koşulda?... Diğer taraf kim olacak bu belirgin değil. Kutsadığı ordunun hezimetini muzaffer ilan ettiği son sınır dışı operasyon Kürt ulusal kurtuluş güçlerine yönelik olduğuna göre, masaya oturma önerisi Kürt ulusunun bu günkü gerçek temsilcileri olan PKK’lılarla olmayacağını bilmek güç değildir. Zaten bu özgürlük gücüne “terörist, bölücü“ gibi ahlaki olmayan haksız tanımlamalarla saldırılmaktadır. Geriye kim kalır, Türkiye Kürt sorununu kiminle masaya oturarak çözer, Kürt ulusunun gerçek temsilcileriyle masaya oturmadan hangi sorun, hangi düzlemde çözülebilir bu açık değildir. Bu açıdan Arıboğan’ın, masa önermesi en iyi niyetle ayakları havada tutarsız bir önerme olarak ortaya atılmıştır demek yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin açık ve net sorunlarını olduğu kadar muhataplarını da belirlemeye ihtiyacı vardır.
Arıboğan’ın, masaya oturma esprisinin mantık dokusu da çok sakattır. Taraflar masaya barış amacıyla gelip oturduklarında iki eşit güç olarak, ön şartsız otururlar. Ancak Arıboğa’nın masasında durum tam tersidir. Devlet için en güçlü kurum diye methettiği ordu için,
Türkiye`de askeri bir yönetim gelirse, istikrarlı ya da çok demokratik bir yönetim sağlasalar bile uluslararası kamuoyu nezdinde bunun bir askeri yönetim olacağıdır ve bir Kürt devletinin kurulmasını anormal şekilde kolaylaştıracaktır” diyerek, masaya oturmanın en önemli şartını Kürt ulusunun siyasal haklarının geciktirilmesi olarak belirlemiş olmaktadır; Kürt ulusunun kendi kaderini bir devlet kuruluşuyla belirleme hakkına, Kürtlerin böylesi bir acil talep dayatması olup olmadığına bakmadan, baştan yasak koymaktır. Bu duruş, bu akılla birleşince masayı başkalarının kurması da kaçınılmaz olacaktır. Dış müdahale yaygarası yapanların gerçekte dış müdahaleyi davet edenler olduğunu burada da görmek güç değildir.
Arıboğan’nın masa davetindeki paniğin bir ucu da, Barzani fobisine odaklanmış gibidir. Tarihi Kürt-Arap düşmanlığı, Türkiye’nin yanı başında bir Kürt-Arap birliğine, federasyonuna dönüşme ihtimaline karşı, ortak ülkemizin temel sorunu olan Kürt ulusal sorununu gerçekliğiyle kavramaktan çok, komşularımızla kaşık atma yarışına çevirmeye endeksli olarak öneriliyor gibidir. Barzani’nin uluslararası meşruiyetine yapılan göndermelerden de bunu anlamak güç değildir. Sorunları kendi gerçekliğimiz temelinde değil de, bir tarafa bağlı olarak kavrama hatası gerçekte, sorunlarımızın çözümü değil nedenidir. Bu hataya bilim adamlığı adına düşmek ise çok vahim mesajlar içermektedir. Ülkemizin gelecek kuşaklarına bağlanacak umutları da alıp götürür mesajlardır bunlar…
Onlarca makale yazdım, tekrar olacak; Kürt ulusal gerçeği kuzey Irak için olduğu kadar, Türkiye için de temel bir sorundur. Bölgemizin Filistin sorunundan sonraki en önemli ulusal sorunu Kürt sorunudur. Bu gerçeği görmeyenler, Kürt ulusunun siyasal özgürlüğü için yürüttüğü ve başarısı muhkem olan yürüyüş karşısında, siyasetleri her defasında yeniden iflas etmeye mahkumdur.
Öncelikle bilinmelidir ki, Kürt ulusu bir gerçektir. Bu gerçek kendi anavatanında, kendi tarihi, kültürü, dili, coğrafyasıyla ekonomik iç içe modern bir ulusun tüm vasıflarına sahiptir. Bu ulus tarihin karanlık dönemlerinden bu güne kadar, parçalanmışlığına rağmen hiçbir bölge devleti tarafından asimile edilmemiş olmasının da gösterdiği gibi, bilgi ve enformasyon çağında, küreselleşmenin insanlığı birbirine yakinen bağladığı bir tarih kesitinde artık ne asimile ne de yok etmeye muktedir bir güç yoktur. Bu ulusu özgürlük ve demokrasi talebini dile getiren etkinliklerini, yeryüzünün tüm silahlı orduları birleşse de yenilgiye uğratamaz. Sınır dışı değil gökyüzü ve yeryüzüne ait tüm operasyonlar ölüm yağdırsa da Kürt ulusunun siyasal haklarından vazgeçmesi mümkün değildir. Bunun için Kürt ulusu her defasında yeniden yeni kuşaklarını bu haklı dava için sunabilecek kadar hakkının arkasında durma kararlılığındadır. Bu gerçekler ülkemiz sosyal, siyasal sorunlarının derinliğinde olan temel sorunlardır. Bu gerçek kavranmadan yapılacak bir önerme ya da durum tespiti sorunu çözmeye yeterli olmayacaktır. “Masaya oturma” olayı ise bu anlamda, dış güçlerin masasının hazır olmasından değil, ortak ülkemizin vatandaşlarının sorunlarını demokratik olarak çözme iradesinden kaynaklanmalıdır. Bu algılayışın öncülük edeceği bir barış oturumu olmadan, ülkemizin sürekli bir şekilde “çok ciddi bir uluslararası operasyon”lardan kurtuluşunun imkanı olmayacaktır. Bu yüzden gerçek bölücüleri uzakta değil; milliyetçiliğin, ulusalcılığın bataklıklarında bulmak zor olmayacaktır.
Ülkesinin mozaik yapısını hiçe sayan, tek boyutluluğu, tek renkliliği, tek sesliliği dayatan ve kendi vatandaşını katletmek için askeri aparatını harekete geçirip, ABD’den de icazet alarak sınır ötesi operasyon yapan, halkından kopmuş devletin kimin kucağına nasıl düşeceğini Irak örneği yeterince göstermiştir. Suçlu arayan suçlular bunlardan başkası değildir. Rektör medyatik bir kahraman olabilir, olayın reytingleriyle ilgili kıyaslar bunu kışkırtabilir; ama ülkemizin sorunlarının çözümü için gerçeklerin korkusuzca belirlenmesine ve çözümden yana cesur siyasi iradelere gerek vardır.
BU EKONOMİYLE
“Olası bir ekonomik krizi durdurabilecek
Türkiye`nin güçlü bir alt yapısı olmadığını da açıklayan Prof. Dr.
Deniz Ülke Arıboğan , ekonomik krizle birlikte
Güneydoğu`da çok şiddetli tepkiler ortaya çıkabileceğine” işaret etti.
Ekonomiyi para politikalarının suni verileri ve oyunlarıyla iyiye gider bir görüntü içinde tutmak, iktisat cambazlarının dünyanın her yerinde başardıkları bir sistem haline gelmiştir. 108 milyar dolarlık borç yükü altında ulusal gelirin faizlere ödenmesinin soluksuz bıraktığı ekonomi, enflasyonist politikalardan uzaklaşma adına uygulanan sıkı para politikası, faizlerin artırılması ülkeyi ciddi bir talep sorunuyla karşı karşıya getirecektir. Bu süreç ekonominin durgunlukla enflasyonun kesişme noktalarını çoğaltacağı bilinmektedir. Ülkemizde görülen nispi iyileşmelerin belli bir iktisadi ömre sahip olduğu ve bunun tükenmeye doğru gittiği de bilinmektedir. Ekonomistlerin olduğu kadar siyasilerinde, bilim adamlarının da gözlemlediği bu süreç Türkiye’nin yakın dönemde nelerle karşı karşıya kalacağına önemli bir göndermedir.
Bu açıdan Arıboğan’ın, tespitleri arasında gerçekçi oylan en önemli yaklaşım olarak bu nokta durmaktadır. Yaklaşan çöküşe karşı ülkenin direnebilecek bir alt yapı ve kaynaklarının olmaması, ülkede sadece ekonomik sonuçlarıyla açacağı yaraları değil; tıkanmış çözümsüz bırakılmış tüm siyasal ve sosyal sorunları da alevlendirecektir. Bundan Kürt sorununun payını alması kaçınılmazdır. Ancak Arıboğan, ekonomik çöküşün ülke genelini ayrımsız yaralayacak sonuçlarından tek bir anlam çıkarma uğraşısındadır, o da Kürtler şiddetli tepkiler gösterebilirler yönünde olmuştur. Bu Kürt fobisinin ele alınan her konuda ısrarla öne çıkarılması, ülkemizin bir sorunu olmaktan çok, uzaydan paraşütle indirilmiş ya da bir dış mihrakın işaretiyle oluşmuş imajını verme çabasını yansıtıyor.
Türkiye son 300 yıllık tarihi içinde ekonomik açıdan kendi kaynakları üzerinde bir denge tutturamamış dünyanın ender ülkelerinden biridir. İnanılmaz kaynaklarını, denizlerle kuşatılmış coğrafyasının olanaklarını hiçbir zaman etkin bir ekonomik veriye dönüştürememiştir. Bunun tarihi nedenleri olduğu kadar, stratejik yönelimlerinin de önemli bir payı bulunmaktadır. Ülke iç sorunu olmaktan başka anlamı olmayan tüm sorunların, bu yanlış ekonomik yönelimler nedeniyle de sorunların çözümsüzlüğü, bir çürümeye ve çatışma ortamlarının içine sürüklenmeye yol açmıştır. Bu tarihi bakış ve verili ekonomik ölçümlere rağmen bir mahalle kavgası yürütmekten aciz ordularını kendi vatandaşlarının katli için sınır ötesi operasyonlara sürükleyen, gençlerinin birbirini öldürmesi için zorunlu askerlik yasasına sırtını dayamakta bir abes görmemektedir. Fiyaskoyla sonuçlanan bu tür girişimlerden de ders almayanlar, ekonomik çöküşle birlikte patlak verecek birikmiş sorunlara yine bir dış neden arama komikliğine düşmekte, halkını bu tür söylemlerle aldatmaya devam etmekte bir zorluk çekmeyeceklerdir. Bunun sorumlusu, sonuçlar değil nedenlerdir. Arıboğan, bu noktayı tüm iddialarında ihmal ederek yaklaşımlar yapmakla, haksız milliyetçi refleksleriyle bilim çözümlerini birbirine karıştırma durumunda olmaktadır.
Bu bölümü yorumsuz aktaracağım bir alıntıyla sonlandıracağım, “yaşanan krizin, yaklaşık 3 aydır şiddetli bir şekilde devam eden askeri operasyonların ardından gelmesi hiç tesadüf değildi. Bu üç aylık dönem içerisinde kaç uçağın havalandığı, ne kadar bomba yağdırdığı, kaç araçlık askeri filonun sürekli hareket halinde olduğu, ne kadarlık asker ve mühimmat sevk edildiği, iaşe ve silah giderlerinin Genelkurmay bütçesini ne kadar aştığı sır gibi saklanıyor. Ancak Mart ayının ilk haftasında ekonomiden sorumlu bakanlar ile Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay yetkililerinin “ek askeri bütçe” konusunu görüşmek üzere toplanmaları, 2008 yılının ödeneklerinin daha şimdiden tüketildiği yorumlarına neden olmuştu. 223 milyar YTL’lik 2008 bütçesi içerisinde savunmaya ayrılan pay 13.3 milyar YTL idi. 2006'da 11.8 7 milyar YTL kaynak ayrılan Milli Savunma Bakanlığı periyodik artışla bu yıl 13,3 milyar YTL’ye ulaşmıştı, ancak savaşa ayrılan bütçe olanakları bu görünen ayzbergin kat kat fazlası... Çünkü bu bütçenin yanı sıra bugüne kadar kaynağı ve harcamaları denetlenemeyen Savunma Sanayi Destekleme Fonu (SSDF) ile Türk Silahlı Kuvvetlerini Geliştirme Vakfı (TSKGV)’nin sağladığı gelirler de savaşa aktarılan kaynaklar arasında yer aklıyor. Ayrıca dış kredi ve hibeler yoluyla TSK’nın temin ettiği varlıklar da bu bütçenin tamamen dışında bulunuyor. Buna rağmen operasyonların yükü, askerin ek bütçe talebi biçiminde AKP’nin masasına getirildi.
“Türkiye’nin yaşadığı bu kriz, dünya ekonomisindeki gelişmelere göre kendine sakin bir liman arayan küresel finans sahiplerinin kaçma becerilerine göre şekil alacak. Hisse senetlerine bağlanmış olan kaynakların ne kadar hızla kaçacakları, krizin şokunu ve şiddetini de belirleyen unsur olacak. Çünkü küresel oyuncular, askeri operasyonların başarısızlığı sonrasında, Türkiye’nin askeri harcamalarına akan kaynakların geri dönüşü konusundaki iyimserliğini de kaybetmişti ve olası bir seçim durumunda ellerindeki sermayeyi koruma telaşına düşmüşlerdi.” (İlhami Vural)
ERGENEKON DAVASI
Ergenekon davası, soğuk savaş halindeki iki temel siyasal gücün belli bir süreçte yakınlaşması sonucu atılan bir safradır. Basının yarattığı hava kadar değeri olmayan bir davadır. Perinçek, Selçuk, Alemdar gibi çevreler ülkemizin siyasal bölünmesinde artık marjinal bile değillerdir. Oyun çok daha büyük yerde "yaratıcı anarşi"nin beklenen büyük kaosları yaratacak işlevlerindedir. Ülkemiz yakın bir dönemde bu çöküşe doğru uzanıyor, ama Ergenekon davası bunun temel unsuru değildir. Olsa olsa büyük bir nitelik içinde sıradan bir niceliktir.
Bu açıdan olayları bölge ölçeğinde enerji kaynakları ve enerji yollarının denetim ve korunmasıyla ilgili pragmatik hesapların belirleyeceği süreçlerle bağlantısı ölçeğinde ele almak gerek. Böylesi bir bakış, ABD başkan yardımcısının bölge ziyaretiyle de önemli bir kesişme içindedir. Yeni ABD yönetimine giderken ciddi bir kırılma yaşanması, amaçlarına nispeten (Irak işgali ve petrol kaynaklarına el koymakla öncelikli olarak) varmış olan, ancak bunu istediği ölçekte bir bölge siyasal haritasına çeviremeyen ABD'nin kimi çılgınlıklara girişmesini getirebilir. Ancak genel doğrultulara bakılırsa, İran’a karşı hala bir şey yapıp yapamayacağı konusunda kararsızlık ya da hazırlık içinde olan ABD'nin bölgede çıkarlarını pekiştirmede takip edeceği yollar, ülkemizde ve bölgemizdeki olayların mecrasını belirleyecektir. Böylesi stratejik süreçlerde, ne Ergenekon çetesi ne de onları uzun süre kendi bataklıklarında besleyenlerin oyunun kurallarını belirleme şansı yoktur.
Buna rağmen, ülkemizde siyasal yönetimlerin bu büyük oyun içine sürüklenişte düştükleri handikapları akılda tutmakta yarar vardır. Bu da anti demokratik siyasal süreçleri sürdürme inadı ya da devlet statüsünün açılıma yetersiz olma konumunu sürdürmedeki ısrarlarıdır. Milliyetçi duruşun ırkçılığa kadar uzanan dayatmalarıyla, ülke mozaiğinin kararsız, dengesiz ve iç savaşa doğru itilmesi, toplumun çağdaşlaşma sürecinin kesintiye uğratılması yönünde galebeciliğin (çoğunluk baskısı) yarattığı karanlık basınç gibi sayılabilecek birçok etmenin, ülkedeki kaosa yaptığı katkıları göz önüne almak gerekir.
Kimlik bunalımını aşmamış bir ülkenin, bunu demokrasiyle aşma çabası yerine daha da ilkel bir gericilikle, dinin “birleştirici çimentosu” adı altında tarihte hiç bir zaman sonuç vermemiş girişimlerle gerçeği örtme inadından çıkılmaz ise, tek boyutlu bir ülke ütopyasında diretmenin yaratacağı kaosun sonucu, iyiden iyiye bölünmüş bir ülkeyle karşı karşıya kalmak kaçınılmaz olacaktır. Bu açıdan süreç, Ergenekon’dan daha önemli boyutlar taşıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder