HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

3 Nisan 2008 Perşembe

MEVCUT DURUMU DOĞRU KAVRAMAK

Mihrac Ural

27 Mart 2008

Kimse kukla doğmaz. Bazen kukla olunur, bezen kukla edilir, bazen de kukla olma durumuna düşülür. Bölgemizde bunların tümü günü birlik tüketilir. Dünya ve bölge işlerini kavramayanların kukla durumuna düşmemeleri, düşürülmemeleri çok güçtür. Bu satırların yazarı komplo mantığını her zaman hafife almıştır; aklın verilerini iyi değerlendirememenin ucuz düşünce yoludur komplocu algılayış. Ama bu, ne komployu yok eder ne de kuklaları. Ortak ülkemizde bu anti demokratik inat devam ettikçe, daha çok kuklayla yüz yüze geleceğimizden herkes emin olabilir. Bunları üreten, bataklık devletin artık çürümüş olmasındandır. Birbirine düşmüş kurumlarıyla bu devlet, ilk fırsatta halkına karşı birleşip, dıştan destek alarak sınır dışı operasyon düzenleyebilmektedir. Dış müdahalenin kapılarını sonuna kadar açan da bu devlettir. Dış mihraklar suçlamasıyla kendini aklamaya çırpınan aynı bu devlettir. Bu devletin siyasal, askeri ve bürokratik kadrolarının sorunu ne ülke nede halktır; kim ne biçimde olursa olsun ele geçirdiği iktidarı sürdürmek ve bunun sistemini oturtmaktan başka bir erek ve ideal taşımamaktadır. Ergenekon kadar AKP'nin kapatılma davaları bu anlamda sorunun hiç bir temel yönüne işaret etmez. Yasamanın hukuk kadar, ordunun yürütme kadar çürüdüğü bir koşulda felç olmuş devletin, insafsızlıkla tecelli eden rahmeti altında birlikte yaşamak bir tür paranoyaklıktır. Bundan bir biçimde kurtulmanın yolu, halkın özgürlük ve demokrasi kıyamını gerektirir. Bu olmazsa, bu ülkede sürmekte olan uluslararası operasyonların sonu gelmeyecektir. Bu operasyonlarda hiç kimsenin kazanmayacağı ise; Irak, Lübnan örneğinde olduğu gibi gayet açıktır.
Dr. DENİZ ÜLKÜ ARIBOĞAN'IN ÇIKIŞLARI



Kimse sizi aldatmasın, Ergenekon, Kızıl Elma, Turan diye dikkatlerinizi dağıtmasın. Denklemin unsurları da çözümü de farklı yerde. Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Deniz Arıboğan'ın iddiaları bunları anlamak için iyi birer veri olabilirler. Baba Mahir Kaynaklı, ekstrem yönlerine rağmen, söylediklerini algılamak mevcut durum tahlilleri için olumludur. Rektörün bir durum belirlemesi olan sözleri, milliyetçi refleksleriyle dile getirdiği çözüm önerileri ve isteklerini bir kenara bırakacak olursak, işlenmeye değer başlıkları ihtiva ettiği görülecektir.
Rektörün belirlemeleri şunlar;


1. Türkiye`de, bir devleti oluşturan bütün bacakların tümünün kırıldığının görüldüğünü, yargı sisteminin iflas etmiş durumda


2. Yasama, yürütme ve yargının en önemli bacaklarından bir tanesi olan yargının şuan şaibe altında siyasallaştırılmış durumda


3. Hem yasama hem yürütmede kriz vardır. Devletin hukuk sistemi iflas ettiğinde, devletin meclisi, hükümeti iflas ettiğinde ordusunun ne vaziyette olduğuna bakmak gerekir. Devletin ordusu üzerindeki şaibelerde hem bu Ergenekon davası hem de Kuzey Irak operasyonu sonrası yapılan spekülasyonlarla oldukça zedelenmiştir. Orduyu kıpırdayamaz hale getirmiş durumda… Devletin en güçlü kurumlarından bir tanesi Ordu`nun üzerinden siyaset yapılması kabul edilemez bir şeydir.



4. Artı bu ülkenin en önemli yapıştırıcılarından biri olan Müslümanlık denilen konu tamamen irtica veya şeriatla örtüştürülmüş durumdadır. Kısaca bu devleti, bu toplumu bir arada tutan bütün bacakların üzerine çok direk bir saldırı var şu anda ve devlet çökmek üzere... Türkiye`de çok ciddi bir uluslararası operasyon var.

5. Böyle bir çöküşten ya kaos ya askeri darbenin ortaya çıkması beklenir. Her iki durumda da ortaya çıkacak görüntü çok nettir. Türkiye `de askeri bir yönetim gelirse, istikrarlı ya da çok demokratik bir yönetim sağlasalar bile uluslar arası kamuoyu nezdinde bunun bir askeri yönetim olacağıdır ve bir Kürt devletinin kurulmasını anormal şekilde kolaylaştıracaktır

6. Sistemin böyle gitmesi ve devletin kendi içinde çatışmaya devam etmesi halinde iki yıl sürmez bir Kürt devletinin ortaya çıkacağını

7. Olası bir ekonomik krizi durdurabilecek Türkiye`nin güçlü bir alt yapısı olmadığını da açıklayan Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan , ekonomik krizle birlikte Güneydoğu `da çok şiddetli tepkiler ortaya çıkabileceğine

8. “Hiçbir siyasi partinin Türkiye `de İslami sahiplenmeye hakkı yoktur. Çok tehlikeli bir gidiş olduğunu düşünüyorum ve konunun tamamen Kürt sorununa bağlanacağını ve Kuzey Irak`tan Nevruz hadiseleri ile şiddetli bir dalga geleceğini düşünüyorum. Türkiye `nin karşısına dev gibi bir sorun çıkacak. Uluslar arası kanallarda Türkiye `ye müdahale edilebilir. Birleşmiş Milletler kanalı ile gelip oraya bir kanal çizerler ve “senin askerin oraya gidemez” der. Masaya oturmazsak zaten birileri kendi masalarını kurmuş durumdalar.” Dedi


YARGI AYNI YARGI

Rektör Deniz Arıboğan’ın, Amerika’yı yeniden keşfetmiş gibi “Yasama, yürütme ve yargının en önemli bacaklarından bir tanesi olan yargının şu an şaibe altında siyasallaştırılmış durumda” söylemi ise, ülkemizi ne kadar tanıdığına işarettir. Bu ülkenin Osmanlıdan bu yana tarihinin hiçbir döneminde, siyasallaşmamış haliyle bir hukuk süreci olmamıştır. Tarihi tüm verilerince ve tüm kesitlerince belirgin olan bu durumu “şu an şaibe altında” diye tanımlamak; bilgi eksikliği değilse, durumun vahametinden duyulan panikten başka bir şey değildir. Osmanlı teokratik yapısından kaynaklanan hukuk algılayışını bir kenara koyalım. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş ve oturma sürecinin malum hukuksuzluk süreçlerini de geçelim. Yakın bir dönemde yargının en önemli merkezi yerinde olanların açıklamalarını bir makalemde şöyle dile getirmiştim:


“6 Eylül 99 yeni yargı döneminin başlangıç günüdür. Bu gün vesilesiyle açış konuşması yapan Yargıtay Başkanı Dç. Dr. Sami Selçuk, …konuşmasının veciz yanları oldukça çarpıcıdır; “Sırt sırta dönmüş iki Türkiye” belirlemesiyle, “bir yanda halk Türkiye’si ki, gerçek Türkiye budur ile kendi koyduğu hukukuyla halkla cebelleşen Türkiye” açıklaması, ülkenin yöneticileri eliyle, nasıl bir bölücülüğe maruz kaldığını yeterince açığa vurmuştur. Bu noktada dile getirdiği “İnsanın ortak özelliği farklılığıdır” belirlemesinin, Tüm kültürlere saygılı bir toplum olunması, farklı kültürlerin bölücülükle suçlanmayacağı, böyle davranışların zayıflık olduğu “Toplum ve insan teslim alınamaz, devletleştirilemez, devlette insanlaştırılamaz” diyerek, insanın ve insan haklarının devletten üstün olduğu bağlamına getirmiştir. Bu bağlamda “Hukuk kimliğinin evrensel olduğunu, hukukun olmadığı yerde insanın köle olduğunu, siyasetin bulaştığı kuşkulu yargının, kirli adalet salgılayacağını” dile getirerek, yargıyı siyasi iradeye bağımlı kılmak isteyen bir devletin toplumu ne tür açmazlara sürüklediğine işaret etmiştir.” ( bkz. Mihrac Ural. Demokratik Devlet üzerine adlı makalesi.)


Bu satırlarda dile gelenler, ülkemizin her dönemi için geçerli hukukun siyasallaşmasını tanımlar. Bunun en yakın örneği ise, 22 temmuz erken seçimlere gidişe yol açan 11. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Anayasa Mahkemesi’nin gösterdiği hukuksuzluk örneğini belirtmek gerek. Kime ve neden yapıldığının hiç önemi olmayan kararıyla, Anayasa Mahkemesi ciddi bir hukukun ülkemizde ne ölçüde siyasallaştığına bir veri oluşturdu. Bununla ilgili makalemde de şunları dile getirdim: “Anayasa mahkemesi 1 Mayıs 2007 tarihi itibariyle, TBMM’de birinci turu yapılmış Cumhurbaşkanlığı seçimini iptal ettiği kararını açıkladı… Anayasa Mahkemesi gibi, yüksek adalet duygusunun en önemli beslenme kaynağı olan bir kurumdan, siyasete alet olan kararların alınması, toplumun adalete olan güven duygusuna ağır bir darbe olmuştur. Bu süreci pekiştiren ve önceden tasarlanmış bir senaryo gibi birbirini tetikleyen tutum ve davranışlara, siyasi denetimin altında, atanmış olmanın sınırları içinde olması gereken bir silahlı kuvvetler kurumunun, kendine has bir devlette karar alır gibi, siyasi erke muhtıra vermesi, önemli bir gelişme olarak karşımıza gelmiştir. Bu gelişme halkın siyasal tercihleri üzerinde bir ipotek koyma pervasızlığı olduğu kadar, Anayasa Mahkemesi kararlarını etkilemesiyle, ülkede zaten kaybolmuş her türden adalet duygusunun yıkıma sürüklenmesine yol açmıştır. ( Bkz. Mihrac Ural. “Anayasa Mahkemesi Kararı” adlı makale)


Bu iki örnek arasında on yıl yoktur. Örneklerimize binlercesini eklemek mümkündür. Adaletin tecellisi ülkemizde her zaman siyasal bir işleve sahip olmuştur. Rektör, 24 partiyi kapatmakla, dünyada en çok parti kapatan bir ülkenin hukuk sisteminde yaşadığını, bu arbede de unuttuğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu açıdan gerekçesi ne olursa olsun AKP‘nin ve DTP’nin kapatılma istemiyle hukuka müdahalenin en pervasız cinsini sürükleyen egemen güçlerin, siyasete bulaşmamış bir hukuka sahip olmadıklarını söyleyeceğim.

Rektör, kurgularının esiri olarak sürdürdüğü konuşmasında, devletin en güçlü birliğini ve ayakları üzerinde en sağlam duruşunu sergilediğine inandığı koşullar olan, halkın özgürlük ve demokrasi istemi karşısındaki birlik duruşundan yola çıkarak ordu ve dine, çağdaş aklın asla tasvip etmeyeceği ve doğruluğu çok tartışmalı payeler vehmetmektedir.

ORDUNUN ŞAİBELERİ


Rektör, “Devletin ordusu üzerindeki şaibelerde hem bu Ergenekon davası hem de Kuzey Irak operasyonu sonrası yapılan spekülasyonlarla oldukça zedelenmiştir. Orduyu kıpırdayamaz hale getirmiş durumda… Devletin en güçlü kurumlarından bir tanesi Ordu`nun üzerinden siyaset yapılması kabul edilemez bir şeydir.” diyor. Bu cümleler bir bilim kadınından değil de ilkel milliyetçi, ulusalcı ucuz bir siyasiden gelmiş olsa anlaşılır bir refleks olarak algılanabilirdi. Ancak ortak ülkemizin yüksek çıkarları etrafında bu tür toptancı söylemlerin, yarardan çok bilinç bulanıklığına yol açtığı görülmektedir.



Bilinmelidir ki, ordu tarihinin hiçbir döneminde şaibeden arınmış bir ordu değildi. 1683, II. Viyana kuşatmasından bu yana askeri anlamda hiçbir başarısı olmayan ordunun, bu gün vatandaşını katletmek için sınır dışı operasyonlara yabancı bir güç odağının icazetiyle çıkması ve operasyonunu aynı kaynaktan emirle sonlandırması ise, gizlenmesi gereken değil, tersine halka açık açık söylenmesi gereken bir gerçektir. Ülküsü, halkın ortak iradesiyle ve yüksek çıkarlarıyla oluşmamış bir ordunun şaibesiz bir ordu olması düşünülemez. Ordunun, ortak ülkemizin vatandaşları olan Kürtlere karşı geliştirdiği refleksler, şaibelerinin en önemli unsurudur. Tüm vatandaşlardan alınan vergilerle, ülkenin kaynakları ve değerleriyle beslenen ordunun bunu düşman bir saldırı etkinliği olarak sahiplerine iade etmesinden daha şaibeli bir şey olamaz. Ordunun tarihi hezimetlerinin ve son operasyondaki hezimetinin temelinde bu vardır.

Koruculuk sistemi ile ordu arasındaki bağlar ise şaibelerin en renklisidir. Bu sistem, ordunun kirli işler için nasıl da kendi vatandaşlarına karşı maşalar kullanabileceğine, her türden gayri meşru işlere bulaşacağına bir göstergedir.


Ordu faili meçhul cinayetlerin öbeğidir ve örgütçüsüdür. Ülke sınırlarını dış bir düşmandan halkı için korumakla görevli olması gereken ordunun emir komuta zincirine sıkıca bağlı “intikam Tugayları” gibi cinayet şebekeleri örgütlemesi ve kuvvetler ayrılığına tamamen aykırı olarak kendini yargı yerine koyarak infazlarda bulunması ve bunu gizli yaparak dehşet ortamları yaratması, bu ordunun kirli tarihinde küçük bir ayrıntıdır. Vatandaşına dışkı yedirecek kadar zıvanadan çıkmış ordunun temiz bir işine rastlanmamıştır.


Ordunun yüksek kademelerin ülke mozaiğini temsil etmekten uzak olması bunun bir uzantısıdır. Albay rütbesini aşan Kürt, Arap ya da başka bir etnik yapıdan insanın bile yer almaması şaibelerin en büyüğüdür. Böylesine tek boyutlu, tek renkli bir ordunun çok renkli ortak ülkemizin temsilcisi olması ve onun ülküsünü taşımasının mümkün olmayacağını anlamak güç değildir. Bu yüzden Kürt sorunu bir iç savaş olarak, birilerine ait ordunun Kürt ulusunu katletme girişimi olarak algılanmaktadır. Arıboğan’ın bilincini oluşturan erkenden kendi masamıza oturalım önermesinin kaynağı, bu adaletsiz ve şaibeli ordu yapısıyla da ilgilidir. Bunu değiştirme yönünde önermeler yerine orduyu kutsamak, kendi vatandaşlarına karşı operasyonlarını zafer diye lanse etmek, bu masaya hangi amaçlarla oturulacağını gösterir. Böylesi bir ön yargıyla bu masadan anlaşma değil, yeni yıkımlar çıkar.

Ordunun şaibesi, Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle devam eden ittihatçı mantık dokusuyla devam etmiştir. Üç kez darbe yaparak siyaset kimyalarını bozup, ülkenin siyasi miras birikimine ait bilinçleri karartan bir ordunun ülke ve halk yararını olumlu bir mevzi içinde olması düşünülemez. Kendini yasamanın ve yargının üstünde gören bu ordunun halkına karşı sorumlu olmayı, onun emri altında bulunmayı hiçbir zaman içselleştirmemiştir. Zaman zaman yargıya kadar uzanan kuvvet komutanlarının görev suistimalleri, rüşvet skandalları bu çöplükte bulunması normal veriler olarak karşımızda durmaktadır.

Bu ülkenin birliği önünde en tehlikeli kurum da tastamam işte bu kurumdur; ordu ideolojisiyle, kurumsal yapısı ve statüleriyle ülkemizin ilerlemesi karşısındaki en büyük engeldir demek yanlış olmayacaktır. Rektör hanımın bunu anlamamak için gösterdiği direnç, orduyu bir yedek terek gibi siyasete karışmasın ama iyiden iyiye korunsun diyerek yapmaktadır.


DİN VE BİRLİK

Bu noktadan “bu ülkenin en önemli yapıştırıcılarından biri olan Müslümanlık”tır söylemine geçebiliriz.

Arıboğan, “hiçbir siyasi partinin Türkiye`de İslami sahiplenmeye hakkı yoktur.” diyor. Din herkese birleştirici bir çimento olarak lazımdır, bunu tekele almak Kürt sorununa daha da kışkırtıcı etkiler yapar diye belirlemeler yapıyor. Bu söylem, dinin tarih içindeki rolleriyle ilgili ciddi bir bilgi eksikliğiyle söylenmemişse, daha vahimi olan, dünyevi işlerimizi kıymeti kendinden menkul uhrevi iddialara bağlamak demektir. Bu tarihi olarak geri atılmış bir adım olduğu kadar, her türden ilerleme zeminini de yok edici bir yaklaşımdır.

Buna rağmen bu bapta söylenmesi gereken şey, dinin tarih içinde hiçbir zaman hiçbir şeyi birleştiremediğidir. Dinin böylesi bir işlev için ne hacim açısından ne de dokusu itibariyle buna elverişli olmadığını belirtmeliyim. Dinin sık sık gündeme geldiği kesitlere baktığımızda bunun sosyal-siyasal çöküş dönemleri olduğunu görüyoruz. İnsanlar kendilerini farklı tanımlarken yaşadığı ülkenin içinde bulunduğu ciddi sorunlara da böylelikle işaret etmektedir; kimileri kendini Kürt, Türk, Arap, Alevi, Sünni, kapalı, açık olarak tanımlayarak bunu dile getirmektedir.
Kimlik bunalımının olduğu ülkelerde yaşanan üst kimlik sorunu, bu yöndeki arayışları yoğunlaştırdıkça karışıklığı da arttırdığı bilinmektedir. Yasakçı mantık, kişilerin ve toplulukların kendini ifade etme özgürlüklerinin kısıtlılığı bu tür karmaşaya sürekli dinamik katmaktadır. Dinin bir üst kimlik olarak birleştirici etkinliği konusu ise, dünyevi akılların çözüm bulma ya da bulmak istememe durumlarıyla yakından bağlantılı olarak işi Allaha havale etme kolaycılığından ileri gelmedir. Ülkemizde bu durum, ayrıları zorla tekleştirme çabalarının bir uzantısı olarak gündeme gelmektedir.

Üst kimlikle ilgili dinin işlevlerinin sınırlarını ele aldığım bir makalede bu konuyu etraflıca belirtmeye çalıştım ve konuyu şöyle bağlamıştım; “Din bir üst kimlik olamaz, birey ile Allah’ı arasındaki ilişkiyi insanlar ve toplumlar arasında bir ilişkiye düşürmek, tarihin hiçbir döneminde olmadığı gibi bu gün de gerçekleşmeyecek duaya amin demektir. Din bir tanımlama değil, işlevsel bir fonksiyonlar bütünüdür; kişi fiilen din emirlerini ve özel olarak, dinin beş şartını yerine getirmekle Müslüman olur. Oysa üst kimlik taşımak için -özel bir durum yoksa- ağırlıklı bir ortak bölen etrafında yazılı ya da tarihsel süreçle onaylı toplum sözleşmesi yapmış belli bir insan topluluğu içinde bir unsur olmak yeterlidir. Üst kimliğini değiştirmeden, dinini değiştiren toplumlar tarihte az değildir. Ortaçağ din ve mezhep savaşları (otuz yıl savaşları, yüz yıl savaşları), fetih savaşlarıyla fethedilen ülke halklarının topluca din değiştirmelerine rağmen üst kimlikleri egemen din tarafından belirlenmemiştir. Protestanlığı kabul etmelerine rağmen ne İngilizler ne de Almanlar, etnik temelde belirlenen üst kimliklerini değiştirmediler. Türk üst kimliğine sahip toplumların tarih içinde Şamanizm’den İslam’a ya da Şamanizm’den Yahudiliğe (Hazar Türkleri), Hıristiyanlığa (Moldavyalı Türkler) geçerek din değiştirmelerine rağmen, üst kimliklerini korumaları gibi. Arapların durumu daha açık bir örnektir. Araplar İslam dininin kurucusu olan bir millettir; aynı etnik kökenden, ortak dil ve coğrafyadan olmalarına rağmen, kültürel açıdan olduğu kadar siyasal talepleri açısından, sorunları, stratejik güvenlikleri ve ortak büyük hedefleri aynı olmasına rağmen, kurulu Arap devletleri vatandaşlarını ortak bir üst kimlikte tanımlamak oldukça güçtür. Arapların, dünyanın her yerinde kendilerini Arap olarak tanımlarken beraberinde mutlaka ya Mısırlı, ya Suriyeli, Iraklı, Libyalı, Ürdünlü, Cezayirli, Tunuslu vb. olarak tanımlamayı tercih ettikleri bilinmektedir. Kafkaslarda yaşayan etnik yapıları Türk olan, dinleri de Müslüman olan ancak üst kimlikte Kırgız, Türkmen, Özbek olan toplulukları hatırlamak bu fasıl için yeterli olacaktır. “ (Bkz. Mihrac Ural. “Baykal ve Üst Kimlik” makalesi)
Kaldı ki, dünyanın hiçbir Müslüman ülkesinde, hatta Suudi Arabistan’da bile mezhep farklılıkları nedeniyle din birleştirici bir çimento olmamıştır. Her topluluk şu an mensup olduğu dinden önceki süreçlerin tarihi kültürel bağlamında oluşturduğu ruhi şekillenmelerin sayikiyle kendi aidiyetini tanımlamaktadır. Bu kural dışında yeryüzünde başka bir örnekte yoktur. Yargıtay kararıyla din derslerine Alevilerin girmeyebileceği kararı bile ülkemizde kaç İslam’ın olduğuna ve bunun birlikte nasıl bir yere sahip olduğuna önemli bir gönderme sayılmalıdır.

Ama denize düşen yılana sarılır misali, Arıboğan dini tek başına kİmse sahiplenmesin diyerek bir yedek teker arayışına yönelen söylemleri, ülkemiz sorunlarının çözümünde, gerçekçi verilere dayanılmak istenmediğini gösterir niteliktedir diyorum.
MASAYA OTURMAK
Rektör Arıboğan’ın tüm söylemlerinde en çok dikkat çeken vurgu, üzerinde tedirgince, kaygı ve korkularla durduğu şey; Kürtlerin siyasal hakları olarak beliriyor. Ancak konuyu ele alışı bir bilim kadını olarak değil, bir medyum gibi olması, Arıboğan’ın söylemlerinde tekrar eden bir çizgi olarak bu konuda da kendini göstermektedir; iktidar partisinin kapatılması ve Ergenekon davasının gerçekte Kürt sorununu çok ciddi biçimde gündeme getirilmek amaçlı yapıldığına dair endişelerini “iki yıl sürmez bir Kürt devletinin ortaya çıkacağını” ifade edip, "bunu söylememin en önemli sebeplerinden bir tanesi Leyla Zana`nın en son yaptığı açıklama; ‘Abdullah Öcalan’ın 2010 yılında bizlerle beraber olacak’ diye kaynak göstermesi, bilim öğreten insanların düştükleri, düşünde oluşturma traji-komik hallerine bir işaret gibidir.

Kürt ulusunun tarih içinde yetiştirdiği en önemli lider figürlerinden biri olan Öcalın’ın özgürlüğe kavuşması er ya da geç gerçekleşmesi gereken ve her şeye rağmen gerçekleşecek olan bir taleptir. Ancak bunun iyi niyet dileği olarak dile getiren Leyla Zana’nın verdiği tarihe bağlayarak işlemenin kıymeti, Kürt sorununa iyi niyetle yaklaşmaktan gelmemektedir. Arıboğan, elinizi çabuk tutun, siz bu sorunu kendi çıkarınıza göre çözemezseniz birileri gelip kendi çıkarına göre çözecektir endişesiyle yapmaktadır. “Masaya oturmazsak zaten birileri kendi masalarını kurmuş durumdalar.” cümlesindeki panik bunu yeterince ele vermektedir.

Buradan da anlaşılıyor ki Rektör Arıboğan, ülkemizin sorunlarına bir bilim kadını olarak sosyal ve siyasal algılayışla yaklaşmıyor. Kulvarda yarıştığı dış güçlere karşı ipi ilk önce göğüslemekle ilgili bir yarış olarak algılıyor. Bu noktada “masaya oturma” gibi ülkemizin çok önemli bir sorununu net olarak belirleme durumunda olmuyor.


Evet masaya oturmak mutlak olarak gereklidir; ama kiminle ve hangi koşulda?... Diğer taraf kim olacak bu belirgin değil. Kutsadığı ordunun hezimetini muzaffer ilan ettiği son sınır dışı operasyon Kürt ulusal kurtuluş güçlerine yönelik olduğuna göre, masaya oturma önerisi Kürt ulusunun bu günkü gerçek temsilcileri olan PKK’lılarla olmayacağını bilmek güç değildir. Zaten bu özgürlük gücüne “terörist, bölücü“ gibi ahlaki olmayan haksız tanımlamalarla saldırılmaktadır. Geriye kim kalır, Türkiye Kürt sorununu kiminle masaya oturarak çözer, Kürt ulusunun gerçek temsilcileriyle masaya oturmadan hangi sorun, hangi düzlemde çözülebilir bu açık değildir. Bu açıdan Arıboğan’ın, masa önermesi en iyi niyetle ayakları havada tutarsız bir önerme olarak ortaya atılmıştır demek yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin açık ve net sorunlarını olduğu kadar muhataplarını da belirlemeye ihtiyacı vardır.

Arıboğan’ın, masaya oturma esprisinin mantık dokusu da çok sakattır. Taraflar masaya barış amacıyla gelip oturduklarında iki eşit güç olarak, ön şartsız otururlar. Ancak Arıboğa’nın masasında durum tam tersidir. Devlet için en güçlü kurum diye methettiği ordu için, Türkiye`de askeri bir yönetim gelirse, istikrarlı ya da çok demokratik bir yönetim sağlasalar bile uluslararası kamuoyu nezdinde bunun bir askeri yönetim olacağıdır ve bir Kürt devletinin kurulmasını anormal şekilde kolaylaştıracaktır” diyerek, masaya oturmanın en önemli şartını Kürt ulusunun siyasal haklarının geciktirilmesi olarak belirlemiş olmaktadır; Kürt ulusunun kendi kaderini bir devlet kuruluşuyla belirleme hakkına, Kürtlerin böylesi bir acil talep dayatması olup olmadığına bakmadan, baştan yasak koymaktır. Bu duruş, bu akılla birleşince masayı başkalarının kurması da kaçınılmaz olacaktır. Dış müdahale yaygarası yapanların gerçekte dış müdahaleyi davet edenler olduğunu burada da görmek güç değildir.
Arıboğan’nın masa davetindeki paniğin bir ucu da, Barzani fobisine odaklanmış gibidir. Tarihi Kürt-Arap düşmanlığı, Türkiye’nin yanı başında bir Kürt-Arap birliğine, federasyonuna dönüşme ihtimaline karşı, ortak ülkemizin temel sorunu olan Kürt ulusal sorununu gerçekliğiyle kavramaktan çok, komşularımızla kaşık atma yarışına çevirmeye endeksli olarak öneriliyor gibidir. Barzani’nin uluslararası meşruiyetine yapılan göndermelerden de bunu anlamak güç değildir. Sorunları kendi gerçekliğimiz temelinde değil de, bir tarafa bağlı olarak kavrama hatası gerçekte, sorunlarımızın çözümü değil nedenidir. Bu hataya bilim adamlığı adına düşmek ise çok vahim mesajlar içermektedir. Ülkemizin gelecek kuşaklarına bağlanacak umutları da alıp götürür mesajlardır bunlar…

Onlarca makale yazdım, tekrar olacak; Kürt ulusal gerçeği kuzey Irak için olduğu kadar, Türkiye için de temel bir sorundur. Bölgemizin Filistin sorunundan sonraki en önemli ulusal sorunu Kürt sorunudur. Bu gerçeği görmeyenler, Kürt ulusunun siyasal özgürlüğü için yürüttüğü ve başarısı muhkem olan yürüyüş karşısında, siyasetleri her defasında yeniden iflas etmeye mahkumdur.
Öncelikle bilinmelidir ki, Kürt ulusu bir gerçektir. Bu gerçek kendi anavatanında, kendi tarihi, kültürü, dili, coğrafyasıyla ekonomik iç içe modern bir ulusun tüm vasıflarına sahiptir. Bu ulus tarihin karanlık dönemlerinden bu güne kadar, parçalanmışlığına rağmen hiçbir bölge devleti tarafından asimile edilmemiş olmasının da gösterdiği gibi, bilgi ve enformasyon çağında, küreselleşmenin insanlığı birbirine yakinen bağladığı bir tarih kesitinde artık ne asimile ne de yok etmeye muktedir bir güç yoktur. Bu ulusu özgürlük ve demokrasi talebini dile getiren etkinliklerini, yeryüzünün tüm silahlı orduları birleşse de yenilgiye uğratamaz. Sınır dışı değil gökyüzü ve yeryüzüne ait tüm operasyonlar ölüm yağdırsa da Kürt ulusunun siyasal haklarından vazgeçmesi mümkün değildir. Bunun için Kürt ulusu her defasında yeniden yeni kuşaklarını bu haklı dava için sunabilecek kadar hakkının arkasında durma kararlılığındadır. Bu gerçekler ülkemiz sosyal, siyasal sorunlarının derinliğinde olan temel sorunlardır. Bu gerçek kavranmadan yapılacak bir önerme ya da durum tespiti sorunu çözmeye yeterli olmayacaktır. “Masaya oturma” olayı ise bu anlamda, dış güçlerin masasının hazır olmasından değil, ortak ülkemizin vatandaşlarının sorunlarını demokratik olarak çözme iradesinden kaynaklanmalıdır. Bu algılayışın öncülük edeceği bir barış oturumu olmadan, ülkemizin sürekli bir şekilde “çok ciddi bir uluslararası operasyon”lardan kurtuluşunun imkanı olmayacaktır. Bu yüzden gerçek bölücüleri uzakta değil; milliyetçiliğin, ulusalcılığın bataklıklarında bulmak zor olmayacaktır.

Ülkesinin mozaik yapısını hiçe sayan, tek boyutluluğu, tek renkliliği, tek sesliliği dayatan ve kendi vatandaşını katletmek için askeri aparatını harekete geçirip, ABD’den de icazet alarak sınır ötesi operasyon yapan, halkından kopmuş devletin kimin kucağına nasıl düşeceğini Irak örneği yeterince göstermiştir. Suçlu arayan suçlular bunlardan başkası değildir. Rektör medyatik bir kahraman olabilir, olayın reytingleriyle ilgili kıyaslar bunu kışkırtabilir; ama ülkemizin sorunlarının çözümü için gerçeklerin korkusuzca belirlenmesine ve çözümden yana cesur siyasi iradelere gerek vardır.

BU EKONOMİYLE
“Olası bir ekonomik krizi durdurabilecek Türkiye`nin güçlü bir alt yapısı olmadığını da açıklayan Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan , ekonomik krizle birlikte Güneydoğu`da çok şiddetli tepkiler ortaya çıkabileceğine” işaret etti.

Ekonomiyi para politikalarının suni verileri ve oyunlarıyla iyiye gider bir görüntü içinde tutmak, iktisat cambazlarının dünyanın her yerinde başardıkları bir sistem haline gelmiştir. 108 milyar dolarlık borç yükü altında ulusal gelirin faizlere ödenmesinin soluksuz bıraktığı ekonomi, enflasyonist politikalardan uzaklaşma adına uygulanan sıkı para politikası, faizlerin artırılması ülkeyi ciddi bir talep sorunuyla karşı karşıya getirecektir. Bu süreç ekonominin durgunlukla enflasyonun kesişme noktalarını çoğaltacağı bilinmektedir. Ülkemizde görülen nispi iyileşmelerin belli bir iktisadi ömre sahip olduğu ve bunun tükenmeye doğru gittiği de bilinmektedir. Ekonomistlerin olduğu kadar siyasilerinde, bilim adamlarının da gözlemlediği bu süreç Türkiye’nin yakın dönemde nelerle karşı karşıya kalacağına önemli bir göndermedir.
Bu açıdan Arıboğan’ın, tespitleri arasında gerçekçi oylan en önemli yaklaşım olarak bu nokta durmaktadır. Yaklaşan çöküşe karşı ülkenin direnebilecek bir alt yapı ve kaynaklarının olmaması, ülkede sadece ekonomik sonuçlarıyla açacağı yaraları değil; tıkanmış çözümsüz bırakılmış tüm siyasal ve sosyal sorunları da alevlendirecektir. Bundan Kürt sorununun payını alması kaçınılmazdır. Ancak Arıboğan, ekonomik çöküşün ülke genelini ayrımsız yaralayacak sonuçlarından tek bir anlam çıkarma uğraşısındadır, o da Kürtler şiddetli tepkiler gösterebilirler yönünde olmuştur. Bu Kürt fobisinin ele alınan her konuda ısrarla öne çıkarılması, ülkemizin bir sorunu olmaktan çok, uzaydan paraşütle indirilmiş ya da bir dış mihrakın işaretiyle oluşmuş imajını verme çabasını yansıtıyor.

Türkiye son 300 yıllık tarihi içinde ekonomik açıdan kendi kaynakları üzerinde bir denge tutturamamış dünyanın ender ülkelerinden biridir. İnanılmaz kaynaklarını, denizlerle kuşatılmış coğrafyasının olanaklarını hiçbir zaman etkin bir ekonomik veriye dönüştürememiştir. Bunun tarihi nedenleri olduğu kadar, stratejik yönelimlerinin de önemli bir payı bulunmaktadır. Ülke iç sorunu olmaktan başka anlamı olmayan tüm sorunların, bu yanlış ekonomik yönelimler nedeniyle de sorunların çözümsüzlüğü, bir çürümeye ve çatışma ortamlarının içine sürüklenmeye yol açmıştır. Bu tarihi bakış ve verili ekonomik ölçümlere rağmen bir mahalle kavgası yürütmekten aciz ordularını kendi vatandaşlarının katli için sınır ötesi operasyonlara sürükleyen, gençlerinin birbirini öldürmesi için zorunlu askerlik yasasına sırtını dayamakta bir abes görmemektedir. Fiyaskoyla sonuçlanan bu tür girişimlerden de ders almayanlar, ekonomik çöküşle birlikte patlak verecek birikmiş sorunlara yine bir dış neden arama komikliğine düşmekte, halkını bu tür söylemlerle aldatmaya devam etmekte bir zorluk çekmeyeceklerdir. Bunun sorumlusu, sonuçlar değil nedenlerdir. Arıboğan, bu noktayı tüm iddialarında ihmal ederek yaklaşımlar yapmakla, haksız milliyetçi refleksleriyle bilim çözümlerini birbirine karıştırma durumunda olmaktadır.

Bu bölümü yorumsuz aktaracağım bir alıntıyla sonlandıracağım, “yaşanan krizin, yaklaşık 3 aydır şiddetli bir şekilde devam eden askeri operasyonların ardından gelmesi hiç tesadüf değildi. Bu üç aylık dönem içerisinde kaç uçağın havalandığı, ne kadar bomba yağdırdığı, kaç araçlık askeri filonun sürekli hareket halinde olduğu, ne kadarlık asker ve mühimmat sevk edildiği, iaşe ve silah giderlerinin Genelkurmay bütçesini ne kadar aştığı sır gibi saklanıyor. Ancak Mart ayının ilk haftasında ekonomiden sorumlu bakanlar ile Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay yetkililerinin “ek askeri bütçe” konusunu görüşmek üzere toplanmaları, 2008 yılının ödeneklerinin daha şimdiden tüketildiği yorumlarına neden olmuştu. 223 milyar YTL’lik 2008 bütçesi içerisinde savunmaya ayrılan pay 13.3 milyar YTL idi. 2006'da 11.8 7 milyar YTL kaynak ayrılan Milli Savunma Bakanlığı periyodik artışla bu yıl 13,3 milyar YTL’ye ulaşmıştı, ancak savaşa ayrılan bütçe olanakları bu görünen ayzbergin kat kat fazlası... Çünkü bu bütçenin yanı sıra bugüne kadar kaynağı ve harcamaları denetlenemeyen Savunma Sanayi Destekleme Fonu (SSDF) ile Türk Silahlı Kuvvetlerini Geliştirme Vakfı (TSKGV)’nin sağladığı gelirler de savaşa aktarılan kaynaklar arasında yer aklıyor. Ayrıca dış kredi ve hibeler yoluyla TSK’nın temin ettiği varlıklar da bu bütçenin tamamen dışında bulunuyor. Buna rağmen operasyonların yükü, askerin ek bütçe talebi biçiminde AKP’nin masasına getirildi.

“Türkiye’nin yaşadığı bu kriz, dünya ekonomisindeki gelişmelere göre kendine sakin bir liman arayan küresel finans sahiplerinin kaçma becerilerine göre şekil alacak. Hisse senetlerine bağlanmış olan kaynakların ne kadar hızla kaçacakları, krizin şokunu ve şiddetini de belirleyen unsur olacak. Çünkü küresel oyuncular, askeri operasyonların başarısızlığı sonrasında, Türkiye’nin askeri harcamalarına akan kaynakların geri dönüşü konusundaki iyimserliğini de kaybetmişti ve olası bir seçim durumunda ellerindeki sermayeyi koruma telaşına düşmüşlerdi.” (İlhami Vural)
ERGENEKON DAVASI

Ergenekon davası, soğuk savaş halindeki iki temel siyasal gücün belli bir süreçte yakınlaşması sonucu atılan bir safradır. Basının yarattığı hava kadar değeri olmayan bir davadır. Perinçek, Selçuk, Alemdar gibi çevreler ülkemizin siyasal bölünmesinde artık marjinal bile değillerdir. Oyun çok daha büyük yerde "yaratıcı anarşi"nin beklenen büyük kaosları yaratacak işlevlerindedir. Ülkemiz yakın bir dönemde bu çöküşe doğru uzanıyor, ama Ergenekon davası bunun temel unsuru değildir. Olsa olsa büyük bir nitelik içinde sıradan bir niceliktir.
Bu açıdan olayları bölge ölçeğinde enerji kaynakları ve enerji yollarının denetim ve korunmasıyla ilgili pragmatik hesapların belirleyeceği süreçlerle bağlantısı ölçeğinde ele almak gerek. Böylesi bir bakış, ABD başkan yardımcısının bölge ziyaretiyle de önemli bir kesişme içindedir. Yeni ABD yönetimine giderken ciddi bir kırılma yaşanması, amaçlarına nispeten (Irak işgali ve petrol kaynaklarına el koymakla öncelikli olarak) varmış olan, ancak bunu istediği ölçekte bir bölge siyasal haritasına çeviremeyen ABD'nin kimi çılgınlıklara girişmesini getirebilir. Ancak genel doğrultulara bakılırsa, İran’a karşı hala bir şey yapıp yapamayacağı konusunda kararsızlık ya da hazırlık içinde olan ABD'nin bölgede çıkarlarını pekiştirmede takip edeceği yollar, ülkemizde ve bölgemizdeki olayların mecrasını belirleyecektir. Böylesi stratejik süreçlerde, ne Ergenekon çetesi ne de onları uzun süre kendi bataklıklarında besleyenlerin oyunun kurallarını belirleme şansı yoktur.

Buna rağmen, ülkemizde siyasal yönetimlerin bu büyük oyun içine sürüklenişte düştükleri handikapları akılda tutmakta yarar vardır. Bu da anti demokratik siyasal süreçleri sürdürme inadı ya da devlet statüsünün açılıma yetersiz olma konumunu sürdürmedeki ısrarlarıdır. Milliyetçi duruşun ırkçılığa kadar uzanan dayatmalarıyla, ülke mozaiğinin kararsız, dengesiz ve iç savaşa doğru itilmesi, toplumun çağdaşlaşma sürecinin kesintiye uğratılması yönünde galebeciliğin (çoğunluk baskısı) yarattığı karanlık basınç gibi sayılabilecek birçok etmenin, ülkedeki kaosa yaptığı katkıları göz önüne almak gerekir.

Kimlik bunalımını aşmamış bir ülkenin, bunu demokrasiyle aşma çabası yerine daha da ilkel bir gericilikle, dinin “birleştirici çimentosu” adı altında tarihte hiç bir zaman sonuç vermemiş girişimlerle gerçeği örtme inadından çıkılmaz ise, tek boyutlu bir ülke ütopyasında diretmenin yaratacağı kaosun sonucu, iyiden iyiye bölünmüş bir ülkeyle karşı karşıya kalmak kaçınılmaz olacaktır. Bu açıdan süreç, Ergenekon’dan daha önemli boyutlar taşıyor.

Hiç yorum yok: