Mihrac Ural
5. Kısım
“Osmanlı Aklı”nın ilhakçılığı
ve Liva İskenderun’un ( Hatay ) gaspı
Önce ilhakçılık yoktu. İşgalcilik vardı; Orta Asya’dan, Batıya doğru akınlar vardı, gasp, istila ve servet talanı için uygar ulusların yarattığı değerlerin peşine düşüş vardı. Belli bir toprak parçasını vatan edinme anlayışı olmadığından, başka talan alanları elde edilene kadar işgal vardı, haraca bağlayarak denetleme vardı. Osmanlılar Orta Avrupa’ya kadar uzandıklarında, geride kalan yerlerden, talan edilecek servetlerin durumuna bağlı olarak, adım adım çekilme eğilimlerini benimser olmuştu. Viyana kapıları önünde ağır askeri çöküşü yaşamamış olsalardı bu göçebelik, okyanus sahillerine kadar sürer ve belki oradan da yeni dünyalara uzanmaya kadar giderdi. Belli bir yurtları ya da yurt edinme diye hiç bir düşünceleri yoktu ve bundan dolayı, insanlığın en uygar topraklarında, uygarlığa sırt çevirmişlerdi; yerleşmeyi hiç düşünmediler, hazıra konmak için sürekli talan seferleriyle kovalamaca yaşadılar. Bu yüzden ilhakçı değil işgalciydiler, zira ilhakın yapılacağı bir anayurt yoktu.
Yurt düşüncesini kendi düşün dinamikleriyle oluşturamamış Osmanlı barbarlığı, sürdüre geldiği işgal kuşağındaki hiçbir kültür birikimini özümseyememiş, geçicide olsa etkilendiği kültürlere karşı kayıtsız kalmıştır. Bu süreçte Orta Asya’dan taşıdıkları inanç türlerini (Şamanlık gibi) ve kültür etkilerini hiç yaşamamış gibiydiler. Coğrafyalar değiştikçe her şeyleri toptan değişiyordu. Bu yaşam sistemi, İslam olmaları ve İslam’ı yaşamaları açısından da aynıyla sürmüştür. Avrupa içlerine ayak bastıkça, İslam geride kalan topraklara ait, egemenlik altına alınan milletlere ait, göçlerde, seferlerde taşınması gereksiz bir yük olarak algılanmaya başlanıyordu. Bu noktada, Fatih Sultan Mehmed’in Hıristiyanlığa karşı ilgisi, yalnızca anne tarafının etkisi değildi, Batı’ya doğru süren talancı akınların, yeni alanlardan gasp edilmesi gereken değerler arasında görülmesindendir. İstanbul’un fethi arifesinde Papa’ya hitaben yazıldığı iddia edilen mektupta, “İstanbul’un fethini, Hektor’un intikamı olarak algılanması gerektiğine işaret edilerek, Yunanlılara karşı Latinlerin Troya’da uğradıkları acı yenilginin intikamı olarak anlatılması ve tebaasıyla birlikte Hıristiyan olması önünde engel bulunmadığını söylemesi” bu gerçeği dile getiriyor. Böylesi bir mektubun varlığı tartışmalı olsa da, Fatih’in bu güne ulaşan ferman ve şiirleri, söz konusu edilen mektubun içeriğini aynıyla teyit etmektedir; kiliseleri sahiplenişi, fütuhatta geleneksel olan yıkım ve yerlerine cami yapımına karşı duruşu, annesi adına bağışlaması ve şiirinde Hz. İsa’ya gösterilen tapınmacı inanç teması buna işaret etmektedir. Buna ek, “Fatih’in mezarının, türbesindeki sandukanın altından girilen bir dehlizle yakın bir kilisenin tam altında bulunduğu” iddialarının bu güne kadar tekzip edilememesi, bu gerçeğe bir gönderme olsa gerek.
Fatih’le birlikte başlayan “Devşirme imparatorluğu”, Batı’ya doğru süren barbar göçebeliğin mantık dokusunda böylesine bir eğilimin bulunması oldukça normaldir “İstanbul’u aldıktan sonra ereği Roma’ydı.” (İnalcık, 1964:58). Bu konuda Emre Kongar gibi bilim adamlarının yaptığı belirlemeler dikkat çekicidir; “Fatih’in cihan imparatorluğu özlemi, onun, Hıristiyan aleminin de imparatorluğu için gerekli önlemleri almaya ve atılımları yapmaya yöneltmiştir. Ortodoks Patriğini himayesine alması ve kendi resmini (ressam Bellini’ye bn.) yaptırması, bu atılımların sadece bir-iki örneğidir.”, “ Bir yandan Bizans toprağı ve halkı üzerine yönetici olarak gelmiş olması, öte yandan Ortodoks ve Katolik Hıristiyanların da imparatorluk tacına göz dikmiş bulunması” bu eğilimlerin alt yapısını oluşturuyor.(Emre Kongar, 21. yüzyılda Türkiye, sayfa;19-52)
Burada sorun Fatih’in dini ya da inancı değil, bunun tarzıdır. Sorun uygar olmayanların inançlara ilişkin yaklaşımlarıdır. Din ve özellikle semavi dinler uygarlıkla yakından ilgilidirler; yerleşimi ve imarı zorunlu kılarlar, yani uygarlığın değişmez bir parçasını oluştururlar. Ancak yurdu olmayan ve belli bir alanı kendine yurt görme durumunda olmayanlar açısından din, tamamıyla bir yüktür, yerine göre ve yapılacak göçlere göre, ya taşınır ya da atılır. Osmanlının İslam’ı da bu yöndedir. Halife olduklarını iddia etmelerine rağmen, hiçbir Osmanlı padişahının hac farzını yerine getirmemesini izah etmenin başka bir yolu olamaz.
Osmanlı’nın İslam’ı, Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği mesajın erdemlerine inanç olarak belirmemiştir. Osmanlı’nın İslam’ı, İslam topraklarını işgalde elde edilen ganimetin bir parçası olarak görülmüştür. Yavuz Sultan Selim’in, hilafeti almasının anlamı da budur. Bu ganimet, talancılıkta önemli bir ideolojik ve psikolojik silah oluşturması yanı sıra, İslam milletlerden savaşçı elde etme aracıydı; nitekim, hilafet alındıktan sonra girişilen işgaller, kıyımlar, yıkım ve gaspların tümü, İslam adına cihad olarak lanse edilmeye çalışılmıştır. Oysa, ne Allah adına ne de İslam’ın erdemleri adına böylesi bir barbarlık yapılamaz. Osmanlı, ne başlangıçta ne de sonuçta bir inanç sistemi olarak, İslam’ı özümsemedi.
Tarihi doğru okuyanlar bilirler ki, başlangıçta işgaller için bir araç olan İslam, sonuçta, gerileme çağında egemenlik altında tutulan reaya ve esir İslam milletleri üzerinde baskı ve haraç toplama edatı olarak kullanılmıştır; bundan en büyük zararı da İslam’ın kurucu milleti Araplar çekmiştir. Osmanlının son dönemlerinde tüm çirkefliğiyle beliren teokratik devletin insanlık dışı şeriat yaptırımları, gerçekte İslam’ın yozlaştırılmış, çıkar amaçlarıyla içi boşaltılmış bir versiyonundan ibarettir. Osmanlının Viyana önlerinde askeri olarak kırılması ve Batı’ya daha fazla uzanamayacağının anlaşılması, Doğuya gerisin geriye dönebilecekleri bir yurdun olmaması sonucu açığa çıkan ayakları havada olma gerçeği, kendi emek ürünü bir değer sahibi olamamanın yarattığı bir konjonktürdür. Erdemlerine hiçbir zaman inanmadıkları İslam’ı, kraldan daha kralcı şekilde savunmalarının psikolojik itimleri bundandır.
Bu gün dahi, malum aklın önemli temsilcilerinden Cemal Kutay, Tanrı, putperest Arapları ıslah etmek için, “utanç verici hallerinden kurtarmak için” peygamber gönderme ihtiyacı duymuştur. “Türk yurdu hiçbir zaman kesitinde bir PEYGAMBER’e muhtaç olacak kadar ahlak düşüşüne uğramadığı için böyle bir zorunluk duyulmamıştır” ( Cemal Kutay, “Türkçe İbadet” Show kitap, sayfa: 52, ayrıca bkz. 50, 51, 172 ) diyebilmektedir. Peygamberliği, bir ulusun kültürel ve düşünsel birikimlerinin en yoğun tecellisi olarak, insanlığa ulusal köklerin tarihinden sunulmuş etkin bir uygarlık dinamizmi yönünde algılayacağına, Arapların bu ulusal, tarihsel beceri ve birikimleri “utanç verici” bir belirti olarak gösteriliyor. Ayrıca bu akıl, “utanç verici düşkünlük” içindeki ümmeti ıslah etmek için gönderilen peygamberin prensiplerini, böyle bir düşkünlük içinde olmayan Türk yurdunda savunma ve Türklerin Müslüman olma gereğini nasıl izah edeceği merak konusu olsa gerek; sağlıklı insan ne diye hasta reçetesiyle tedavi edilsin, anlaşılır bir şey değil. İşte o malum aklın İslam algılayışı ve inancı bundan ibarettir.
Bu yaklaşım, ne tutarlıdır ne de uygardır. Osmanlı İslam’ı, yeni tür bir toplumsal yaşam düzenlenişi, insanlık tarihinin belli bir kesitinde oluşan toplumsal bilincin şekillendireceği uygarlığa temel prensiplerin programı olarak ele almadıklarından, başka bir milletin yarattığı değerleri, gasp edilmesi gereken bir talan ganimeti olarak gördüklerinden, bundan kendi ulusları yararına, uygarlık yönünde faydalanamadılar. Dün de, bugün de İslam’a aynı dar açıdan baktılar. Cemal Kutay da İslam’a, bu akıl sistematiği çerçevesinde ilkelce bakıyor.
O malum akıl, kendi emekleriyle yaşama açtığı toprakların oluşturduğu gerçek bir yurdun sahibi değildir, yerleştiği ve yurt ilan ettiği topraklar kendi öz toprakları olmadığı gerçeğinin bilinç altına yerleştirdiği korkularla kendini, yerli ve yerleşik hissetmemektedir. Bu yüzden, bir ulusun peygamber yaratan değerlerini, birikimlerini, yerleşikliğini, inancın toprağı vatan haline dönüştüren mabetlerini ve toplumsal kümelenişlerinden doğan statüleri algılayamamaktadır. Barbar göçebeliğini düşünsel alanda aşamamış toplumların en büyük handikabı da buradadır. Tüm komşularıyla düşman olmanın nedeni de budur. TC, bu açmazlarından kendini bu gün de kurtaramamıştır.
İşgalci anlayış ezici şekilde, Türkiye Cumhuriyeti’ne miras kalmıştır. Ancak Misak-ı Milli sınırlarının da işgal edilmiş topraklardan oluşması ve içine girilen gerilemenin en son durağı olarak bu alanlara sıkışılması, sonuçta Türk milletini iki önemli unsuru kavramaya götürmüştür. Birincisi; tarihsel gelişmelerin, iletişimin evrenselleşmeye yöneliminin katkıları, genç Osmanlıların ve özellikle subayların Balkanlardaki ulusal uyanışa tanık olmaları, ondan çok şey öğrenmeleri, Avrupa ulusal devlet oluşumlarının, başarılarını düşünceye yükselttiği ulusal bilincin oluşumu. İkincisi; bu bilincin doğal uzantısı olan, belli bir toprak parçasını vatan edinme, işgal değil ilhak etme ( burada ilhak kelimenin en geniş anlamıyladır, kültürel, tarihsel, sosyal, siyasal vb. içselleştirme eylemidir ) bilincinin oluşması. Böylece, işgal edilmiş Anadolu toprakları, ilhak edilmiş vatan toprakları haline getirildi. Buradan, Anadolu’nun tarihsel olarak “Türk yurdu” olduğunun ispatlanmasına girişildi.
Bütün bu traji-komedi, gidecek yeri kalmamış, ulaştığı her yere yıkımı getirmiş, çevresiyle hiçbir zaman barışık olmamışların, işgallerinden arta kalan topraklarda tutunabilme, vatan edinebilme iddiası olarak belirmişti. Barbarlıktan uygarlığa doğru atılmış bir adımdı. Ancak bu gelişmenin mantık yapısı o malum akıldan geliyordu ve kendisine ait olmayan toprak gaspının meşrulaştırılması gibi kabul edilmez bir zemin üzerinde yükseliyordu. Osmanlı aklı, Anadolu topraklarını bu temel üzerinde “40 Asırlık Türk Yurdu” ilan ediyordu.
Artık gidilebilecek yer kalmamıştı, başarılacak talan seferlerinin devri de bitmişti. Emperyalizm çağında kurtlar sofrasının işleyiş sistemi, çaptan düşmüş Osmanlı aklı hiçbir kırıntı bırakmazdı. Elde kalanlarla yetinecekti; bunun kalıcı olacağı da çok şüpheliydi. Böylece başlayan yurt kavramı, ulus bilinci, ulusal devlet bilinci gibi çağdaş öğe ve kurumlaşmalarını, çağdaş olmayan akıl verileriyle, işgalleri haksızca ve meşru olmayan yollarla ilhaka dönüştürerek ikame ediliyordu. Sonuçta bu eğilim ve bu dengesizlik, tartışmalı bir vatan ve ülke sınırları oluşturuyordu. Yerli milletler, toprakları üzerinde girişilen bu tasarrufa karşı, gelişen ulus bilinçlerinin dinamikleriyle itirazlarını yükseltmekten geri kalmıyordu. Kürtlerin ayaklanışı, Arapların uyanışı, Ermeni, Asuri, Yunanlı, Pontuslu vd. azınlıkların varlıkları ölçüsündeki tepkileri, bu malum aklın yöntemlerine ve haksızlıklarına karşı yükseliyordu.
İşgal döneminden ilhak dönemine giriş, Türk ulusunun vatan oluşturma çabasının bir parçası olarak belirdi. Ancak bu tarihsel dönüşüm, “Osmanlı aklı”nın traji-komik “bilimsel” verilerine dayandırıldı. Anadolu elde kalan son toprak parçasıydı. Bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan milletler vardı. Başkasının vatanını kendine vatan ilan etmek kolay değildi. Tarihi kökler ve gerekçeler olmalıydı. “Osmanlı aklı” bunu kendine yakışır tarzda ortaya koydu; “Anadolu tarihinin tüm kavimlerinin esası Türk’tür” tezi ortaya atıldı. Bu amaçla bilimsel çalışmalar (!) yapıldı, konferanslar düzenlendi. Tarih yeniden yazılıyordu ve Osmanlı işgallerinden arta kalan toprakların vatan olması için uydurma tarih tezleri geliştiriliyordu. Sümerler, Hititler, Etiler, Türk olup çıkıyorlardı; “Bu memleket,.. 7 bin senelik en aşağı Türk beşiğidir” (Atatürk’ün el yazmasından aktaran Cemal Kutay, “Türkçe ibadet” sayfa: 55). Bu akıl, sadece Anadolu’yu değil “elden çıkan” Balkanları dahi aynı şekilde, “o Anadolu kadar Türk topraklar”ı olarak görüyor. Fethi Okyar bu hayalleri, Atatürk, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay’ın bulunduğu .bir toplantıda şöyle dile getiriyor; “ 1912’de bir anda karşıya dikilmiş gözüken Yunan, Bulgar, Sırp, Karadağ ittifakının, en karamsar olan kaynakların bile tahminlerini yanıltan zaferi nasıl mümkün olmuş, o Anadolu kadar Türk topraklar, nasıl göz açıp kapayıncaya kadar elden çıkmıştı ? ” ( aktaran, Cemal Kutay, Age. sayfa; 157). Hiçbir ciddi bilimsel veriye dayanmayan bu kanaatler gerçekte bilinç altına yerleşmiş büyük korkunun dışa vurumuydu. Amaçsız, programsız, ulusal bir bilinç taşınmadan, uygarlıkla hiçbir içsellik kazanmadan sür git başkalarının servetlerini talan üzerine kurulmuş barbar yaşam biçimlerinin vatansızlığını, yok olma kaygıları ve korkularını dile getiriyordu. Tarihi, bu korkuların ışığında yazmanın sonuçları, doğal olarak böylesine ekstrem olacaktı. “Osmanlı aklı”nın önemli verilerinden biride budur; sahip olmadıkları, gasp ettikleri değerler üzerinde kraldan daha kralcı bir sahiplenişe gerekçe yaratmaktır.
Türkiye Cumhuriyeti, işgallerin ilhakıyla kuruldu. “Hasta Adam”ın, Osmanlıda geçirdiği tüm evrimsel geçmişi, yeni bir bünyeye aynı genetik tepkime ve yönelimlerle yerleşmesiydi. Bu özgün yapılanmanın, ilhaklarla oluşturduğu vatanı, yeni ilhaklarla genişletmeye yönelmesi geç kalmadı. Liva İskenderun’un (Hatay) ilhakı bunun ilk adımını oluşturuyordu. “Osmanlı aklı” bu girişimi bilimin tüm kurallarını ayaklar altına alarak “Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz” tezini ortaya attı ve ilhak için inanılmaz sahtekarlıklara yöneldi. Bu çabaların başında Atatürk yer aldı. Zaman zaman Fransız Büyükelçisi Ponsot’a “...ben Sancak’ın Türkiye’ye ilhakını istemiyorum, Sancak Türkiye ve Fransa’nın ortak denetiminde olur. Hatta ordusu da bulunmasın, jandarma ve polis yeterlidir...” diyerek geri adımlarla soruna yaklaşmış. Zaman zaman ise başlattıkları “Türk tarih tezi” doğrultusunda, zamanın Suriye Başbakanı Cemil Mardam ve Suriyeli siyaset adamı Emir Adil Aslan’a “Fransızlar Hatay’da bir Alevilik işi çıkardılar. Aleviler Türk’tür. Alevi, aleve tapan demektir. Dillerinin Arapça olması köklerini değiştirmez. Acaba Suriyeliler hangi ırktandır? Biz aynı ırktanız.” diyerek, bilime katkı yapan (!) iddialarda bulunmuş, Liva İskenderun’un ( Hatay ) Türk olduğu ve ilhaklarla oluşan “son vatan”a bir ek olarak ilhak edilmesinin meşruiyeti oluşturulmaya çalışılmıştır. Sorun çıkmaza girdiği yerde, kendini güçlü, karşısındakini meşgul ve pek fazla ilgili görmediği bir kesitte, örneğin Fransızlara ( İkinci dünya paylaşım savaşının arifesinde ), ayrıca Suriyeli yetkililere gözdağı vermek üzere “Hatay nedir? Küçük bir şey, bizim için sorun bir toprak işi değildir, namus sorunudur. Sizin tam bağımsızlık işinizi Fransızlar engellerse Ordumuz yeterlidir. Size söz veriyorum, gerekirse girer, sonra yine çıkarım” yönünde konuşmalarda bulunmuştur. (Alıntıların tümü, Bilal Şimşir’in “Atatürk’ün yabancı devlet adamları ile görüşmeleri” kitabından aktarılmıştır. Sırasıyla sayfa; 119, 202-207 ). Liva İskenderun ( Hatay ), bu karmaşanın sonucunda, ulusunun kuzeyinden ve köklerinden koparılarak, işgallerin ilhaka dönüşmesiyle kurulmaya çalışılan “son Türk vatanı”na zorla eklenmiştir. Ancak, Osmanlı aklına inat bu güne dek “Ayrı Varlık” olmaya devam etmiştir; özgürlük arayışlarını örgütlemeye ve yükseltmeye koyulmuştur.
Kendilerine ait olmayan toprakları anayurt edinmek için Sümerleri, Sümer Türkleri, Etileri, Eti Türkleri, Arapları, kendileriyle aynı ırktan, Alevileri, aleve tapanlar olarak ilan eden bilimsel (!) keşifler yapıldı. Bu beyhude çabalarla, insanlığın aydınlanmasına, tarih birikimlerine kara bir örtü konuldu. Bütün bunlar, “Osmanlı aklı”nın işleyişine, temelsizliğine ve aykırı bir akıl oluşuna işaret eden öğeler olarak belirmektedir. Ancak bundan da öte, bu aklın tüm belirtileri Osmanlı mirasının bir ulusun uygar dünyada ne ölçüde kirletilebileceğine, ilkel ve anlaşılması güç oluşuna da bir gösterge olsa gerek.
Bu akıl, tüm etkinliğiyle bu günün Türkiye’sini alttan üste kadar sarmalamış durumdadır. Milliyetçi eğilimleri, aşırı ırkçı eğilimlere doğru kaydıran, sosyal-demokratları dahi aşırı milliyetçiliğe yuvarlayan bir baskı ortamı oluşturmuştur. Militarizmin sivil siyasete gizli gizli yaptığı dayatmalar, artık açıkça ve kaba bir müdahaleyle yapılır hale gelmiştir. Toleransı, ayrı renkleri, mozaik yapısı doğanın tüm verilerinde, ”Allah’ın yarattığı her şeyde” en canlı haliyle ifade edilen yaşam, bu ilkel aklı tarafından reddedilerek, tek boyutluluk dayatılıyor. Anadolu’yu Türkleştirme çabasının anlamı da budur. Böylece barış yolları, uyumlaşma ve güven içinde olma ihtimalleri yok olup gidiyor. Bütün bunlar, halkın iradesine karşı, siyasal kadroların verili siyasal sistemlerinin kirli zemininde, üstten bir dayatma olarak işlevlendirilmektedir.
Unutulmamalı ki, bilinen kirli özellikleriyle “Osmanlı aklı”, hiçbir şekilde Türk halkına ait değildir ve onu tanımlamaz; Türk halkına en ağır zulmü yapıp onu horlayan, bugüne dek bir türlü net bir ulusal kimliği dahi çözümlenemeyen Osmanlı despotlarının oluşturduğu bir akılsızlık türüdür; “Osmanlı bir devşirme imparatorluğudur” (Emre Kongar) diyenlerin haklı gerekçeleri burada yatıyor. Türk ulusu bundan münezzehtir, ancak TC. yönetimleri bu kirli mirasa sarılarak, kendi ulusunu lekelemeyi, bir yaşam tarzı olarak tercih etmiştir. Bu yüzden Türk ulusu, sırtına yıkılmak istenen bu kirli mirası reddetme sınavıyla karşı karşıya kalmıştır. İnsanlığın, Anadolu ulus ve halklarının, Türk ulusunun bu sınavdan alın teriyle çıkmasını bekleme hakları bulunmaktadır. Zira kader birliğinin ve barışın geleceğini, bu sınavın sonucu tayin edecektir.
Bu akıl bin yıl geriden gelen sistemiyle çağdaş dünyaya kafa tutarak egemenliğini sürdürme iddiasındadır. Yalnızca, Anadolu’nun uygarlık beşiğine değil, tüm insanlığa yönelen bu meydan okumanın ne yazık ki, başta Türk ulusunu yıkıma götürdüğünün farkında değildir. İnsanlığın toplu tepkisinin hızla şekillenerek kendisine yöneldiğinin de farkında değildir. Sık sık tekrar ettiğimiz, Türk ulusu, bu akıl yüzünden, “vatan kaybetme tehlikesine doğru yuvarlanmaktadır” söyleminin anlamı burada yatıyor. Çağdaş dünyada, ne maddi ne de düşün ürünü tek boyutlu bir şey yoktur. Onurlu Türk insanları bu tehlikenin farkına vararak barışı, kardeşliği ve dayanışmayı Anadolu’nun tarihsel gücüne uyumlu olan bu gerçekçi talepleri ikame edecek kuşakları yaratmak zorundadır. Bunları yaratmaktan aciz de değildir. Bunun ilk adımı, Osmanlının kirli mirasını fiilen reddetmektir.
Bu günün tüm verileri; TC’nin, çözümlenmeyen demokratik talepler, uyulmayan insan hakları, düşünce özgürlüğü istemlerine dayatılan işkence ve zindanlar, Kürt, Arap ve ezilen Anadolu uluslarına dayatılan çok boyutlu yıkım, Osmanlı barbarlığının ürünü olan Osmanlı aklının, tüm kasvetiyle Türkiye Cumhuriyetine miras kaldığı görülmektedir. Buna karşın, TC reddi miras yapmamakla kalmamış, sahiplendiği mirası şaşkınca bir teröre yükseltmiştir. Ülke içinde ve komşularıyla ilişkilerde tam bir kaosa sürüklenmiş, politika üretme yerine, küçücük hadiselerde savaş tehdidini esas alan yaklaşımları tercih eder duruma gelmiştir. Yurt edindiği Anadolu’da ve bölgemiz Orta-doğuda hızla yalnızlaşmaya ve güvenilmez bir unsur olma konumuna düşmüştür.
Bu noktadan itibaren, bu akla karşı direnmek, onunla ilişki kurmanın tek yolu haline gelmiştir. Bu yüzden, bu aklın acılarını geçmişinde yaşayanların, bu gün acı çekenlerle dayanışması, tarihsel bir yükümlülük olarak belirmektedir. Avrupa kamuoyunun bu konuda üstüne önemli görevler düşmektedir. Böyle bir dayanışma ayrıca, erdemli ve onurlu bir uygarlık ölçütü olarak tüm ulus ve azınlıklardan Anadolu halklarının zulme karşı başkaldırışı, direnişi olarak algılanmalıdır.
Sonuç ;
“Osmanlı aklı”, Türk ulusuna Osmanlı’dan arta kalan kirli ve onursuz bir mirastır. Şimdi, Türk ulusu ya reddi miras diyecek ve aklanacak ya da, mirasyedi olup kirlenecektir.
Avrupalılar, “Osmanlı aklı” tanımlamasını, Osmanlılardan yüzyıllar boyu çektikleri acıları ve ilişkilerde tanık oldukları tek boyutlu dayatma ve zorbalığı anlatmak için kullandılar. Bu gün hala, birilerini aşağılamak, akılsız ya da akılların en alt katından olduğunu ifade etmek üzere bu tanımlamayı kullanırlar. Ülkemizde gelişen insan hakları ve demokrasi taleplerine, Kürt ulusunun özgürlük istemlerine karşı Türkiye egemen güçlerinin, takındıkları anti-demokratik, tek boyutlu militarist, sekter tutumlar, Avrupa kamuoyunda “Osmanlı aklı” tanımlamasını yeniden güncelleştirdi; Türk ulusunun, Osmanlı artıklarına mirasyedi olması ya da, reddi miras tutumu alması bu noktada anlam kazanıyor.
Unutulmamalı ki, bilinen kirli özellikleriyle “Osmanlı aklı”, hiçbir şekilde Türk halkına ait değildir ve onu tanımlamaz; Türk halkına en ağır zulmü yapıp onu horlayan, bu güne dek bir türlü net bir ulusal kimliği dahi çözümlenemeyen Osmanlı despotlarının oluşturduğu bir akılsızlık türüdür. Türk ulusu bundan münezzehtir, ancak TC. yönetimleri bu kirli mirasa sarılarak, kendi ulusunu lekelemeyi, bir yaşam tarzı olarak tercih etmiştir. Bu yüzden Türk ulusu, sırtına yıkılmak istenen bu kirli mirası reddetme sınavıyla karşı karşıya kalmıştır. İnsanlığın, Anadolu ulus ve halklarının, Türk ulusunun bu sınavdan alın akıyla çıkmasını bekleme hakları bulunmaktadır. Zira kader birliğinin ve barışın geleceğini, bu sınavın sonucu tayin edecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder