HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

3 Nisan 2008 Perşembe

OSMANLI AKLI'NIN TARİH SERÜVENİ (IV. Son Bölüm)

Mihrac Ural
5. Kısım

“Osmanlı Aklı”nın ilhakçılığı
ve Liva İskenderun’un ( Hatay ) gaspı

Önce ilhakçılık yoktu. İşgalcilik vardı; Orta Asya’dan, Batıya doğru akınlar vardı, gasp, istila ve servet talanı için uygar ulusların yarattığı değerlerin peşine düşüş vardı. Belli bir toprak parçasını vatan edinme anlayışı olmadığından, başka talan alanları elde edilene kadar işgal vardı, haraca bağlayarak denetleme vardı. Osmanlılar Orta Avrupa’ya kadar uzandıklarında, geride kalan yerlerden, talan edilecek servetlerin durumuna bağlı olarak, adım adım çekilme eğilimlerini benimser olmuştu. Viyana kapıları önünde ağır askeri çöküşü yaşamamış olsalardı bu göçebelik, okyanus sahillerine kadar sürer ve belki oradan da yeni dünyalara uzanmaya kadar giderdi. Belli bir yurtları ya da yurt edinme diye hiç bir düşünceleri yoktu ve bundan dolayı, insanlığın en uygar topraklarında, uygarlığa sırt çevirmişlerdi; yerleşmeyi hiç düşünmediler, hazıra konmak için sürekli talan seferleriyle kovalamaca yaşadılar. Bu yüzden ilhakçı değil işgalciydiler, zira ilhakın yapılacağı bir anayurt yoktu.
Yurt düşüncesini kendi düşün dinamikleriyle oluşturamamış Osmanlı barbarlığı, sürdüre geldiği işgal kuşağındaki hiçbir kültür birikimini özümseyememiş, geçicide olsa etkilendiği kültürlere karşı kayıtsız kalmıştır. Bu süreçte Orta Asya’dan taşıdıkları inanç türlerini (Şamanlık gibi) ve kültür etkilerini hiç yaşamamış gibiydiler. Coğrafyalar değiştikçe her şeyleri toptan değişiyordu. Bu yaşam sistemi, İslam olmaları ve İslam’ı yaşamaları açısından da aynıyla sürmüştür. Avrupa içlerine ayak bastıkça, İslam geride kalan topraklara ait, egemenlik altına alınan milletlere ait, göçlerde, seferlerde taşınması gereksiz bir yük olarak algılanmaya başlanıyordu. Bu noktada, Fatih Sultan Mehmed’in Hıristiyanlığa karşı ilgisi, yalnızca anne tarafının etkisi değildi, Batı’ya doğru süren talancı akınların, yeni alanlardan gasp edilmesi gereken değerler arasında görülmesindendir. İstanbul’un fethi arifesinde Papa’ya hitaben yazıldığı iddia edilen mektupta, “İstanbul’un fethini, Hektor’un intikamı olarak algılanması gerektiğine işaret edilerek, Yunanlılara karşı Latinlerin Troya’da uğradıkları acı yenilginin intikamı olarak anlatılması ve tebaasıyla birlikte Hıristiyan olması önünde engel bulunmadığını söylemesi” bu gerçeği dile getiriyor. Böylesi bir mektubun varlığı tartışmalı olsa da, Fatih’in bu güne ulaşan ferman ve şiirleri, söz konusu edilen mektubun içeriğini aynıyla teyit etmektedir; kiliseleri sahiplenişi, fütuhatta geleneksel olan yıkım ve yerlerine cami yapımına karşı duruşu, annesi adına bağışlaması ve şiirinde Hz. İsa’ya gösterilen tapınmacı inanç teması buna işaret etmektedir. Buna ek, “Fatih’in mezarının, türbesindeki sandukanın altından girilen bir dehlizle yakın bir kilisenin tam altında bulunduğu” iddialarının bu güne kadar tekzip edilememesi, bu gerçeğe bir gönderme olsa gerek.
Fatih’le birlikte başlayan “Devşirme imparatorluğu”, Batı’ya doğru süren barbar göçebeliğin mantık dokusunda böylesine bir eğilimin bulunması oldukça normaldir “İstanbul’u aldıktan sonra ereği Roma’ydı.” (İnalcık, 1964:58). Bu konuda Emre Kongar gibi bilim adamlarının yaptığı belirlemeler dikkat çekicidir; “Fatih’in cihan imparatorluğu özlemi, onun, Hıristiyan aleminin de imparatorluğu için gerekli önlemleri almaya ve atılımları yapmaya yöneltmiştir. Ortodoks Patriğini himayesine alması ve kendi resmini (ressam Bellini’ye bn.) yaptırması, bu atılımların sadece bir-iki örneğidir.”, “ Bir yandan Bizans toprağı ve halkı üzerine yönetici olarak gelmiş olması, öte yandan Ortodoks ve Katolik Hıristiyanların da imparatorluk tacına göz dikmiş bulunması” bu eğilimlerin alt yapısını oluşturuyor.(Emre Kongar, 21. yüzyılda Türkiye, sayfa;19-52)
Burada sorun Fatih’in dini ya da inancı değil, bunun tarzıdır. Sorun uygar olmayanların inançlara ilişkin yaklaşımlarıdır. Din ve özellikle semavi dinler uygarlıkla yakından ilgilidirler; yerleşimi ve imarı zorunlu kılarlar, yani uygarlığın değişmez bir parçasını oluştururlar. Ancak yurdu olmayan ve belli bir alanı kendine yurt görme durumunda olmayanlar açısından din, tamamıyla bir yüktür, yerine göre ve yapılacak göçlere göre, ya taşınır ya da atılır. Osmanlının İslam’ı da bu yöndedir. Halife olduklarını iddia etmelerine rağmen, hiçbir Osmanlı padişahının hac farzını yerine getirmemesini izah etmenin başka bir yolu olamaz.
Osmanlı’nın İslam’ı, Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği mesajın erdemlerine inanç olarak belirmemiştir. Osmanlı’nın İslam’ı, İslam topraklarını işgalde elde edilen ganimetin bir parçası olarak görülmüştür. Yavuz Sultan Selim’in, hilafeti almasının anlamı da budur. Bu ganimet, talancılıkta önemli bir ideolojik ve psikolojik silah oluşturması yanı sıra, İslam milletlerden savaşçı elde etme aracıydı; nitekim, hilafet alındıktan sonra girişilen işgaller, kıyımlar, yıkım ve gaspların tümü, İslam adına cihad olarak lanse edilmeye çalışılmıştır. Oysa, ne Allah adına ne de İslam’ın erdemleri adına böylesi bir barbarlık yapılamaz. Osmanlı, ne başlangıçta ne de sonuçta bir inanç sistemi olarak, İslam’ı özümsemedi.
Tarihi doğru okuyanlar bilirler ki, başlangıçta işgaller için bir araç olan İslam, sonuçta, gerileme çağında egemenlik altında tutulan reaya ve esir İslam milletleri üzerinde baskı ve haraç toplama edatı olarak kullanılmıştır; bundan en büyük zararı da İslam’ın kurucu milleti Araplar çekmiştir. Osmanlının son dönemlerinde tüm çirkefliğiyle beliren teokratik devletin insanlık dışı şeriat yaptırımları, gerçekte İslam’ın yozlaştırılmış, çıkar amaçlarıyla içi boşaltılmış bir versiyonundan ibarettir. Osmanlının Viyana önlerinde askeri olarak kırılması ve Batı’ya daha fazla uzanamayacağının anlaşılması, Doğuya gerisin geriye dönebilecekleri bir yurdun olmaması sonucu açığa çıkan ayakları havada olma gerçeği, kendi emek ürünü bir değer sahibi olamamanın yarattığı bir konjonktürdür. Erdemlerine hiçbir zaman inanmadıkları İslam’ı, kraldan daha kralcı şekilde savunmalarının psikolojik itimleri bundandır.
Bu gün dahi, malum aklın önemli temsilcilerinden Cemal Kutay, Tanrı, putperest Arapları ıslah etmek için, “utanç verici hallerinden kurtarmak için” peygamber gönderme ihtiyacı duymuştur. “Türk yurdu hiçbir zaman kesitinde bir PEYGAMBER’e muhtaç olacak kadar ahlak düşüşüne uğramadığı için böyle bir zorunluk duyulmamıştır” ( Cemal Kutay, “Türkçe İbadet” Show kitap, sayfa: 52, ayrıca bkz. 50, 51, 172 ) diyebilmektedir. Peygamberliği, bir ulusun kültürel ve düşünsel birikimlerinin en yoğun tecellisi olarak, insanlığa ulusal köklerin tarihinden sunulmuş etkin bir uygarlık dinamizmi yönünde algılayacağına, Arapların bu ulusal, tarihsel beceri ve birikimleri “utanç verici” bir belirti olarak gösteriliyor. Ayrıca bu akıl, “utanç verici düşkünlük” içindeki ümmeti ıslah etmek için gönderilen peygamberin prensiplerini, böyle bir düşkünlük içinde olmayan Türk yurdunda savunma ve Türklerin Müslüman olma gereğini nasıl izah edeceği merak konusu olsa gerek; sağlıklı insan ne diye hasta reçetesiyle tedavi edilsin, anlaşılır bir şey değil. İşte o malum aklın İslam algılayışı ve inancı bundan ibarettir.
Bu yaklaşım, ne tutarlıdır ne de uygardır. Osmanlı İslam’ı, yeni tür bir toplumsal yaşam düzenlenişi, insanlık tarihinin belli bir kesitinde oluşan toplumsal bilincin şekillendireceği uygarlığa temel prensiplerin programı olarak ele almadıklarından, başka bir milletin yarattığı değerleri, gasp edilmesi gereken bir talan ganimeti olarak gördüklerinden, bundan kendi ulusları yararına, uygarlık yönünde faydalanamadılar. Dün de, bugün de İslam’a aynı dar açıdan baktılar. Cemal Kutay da İslam’a, bu akıl sistematiği çerçevesinde ilkelce bakıyor.
O malum akıl, kendi emekleriyle yaşama açtığı toprakların oluşturduğu gerçek bir yurdun sahibi değildir, yerleştiği ve yurt ilan ettiği topraklar kendi öz toprakları olmadığı gerçeğinin bilinç altına yerleştirdiği korkularla kendini, yerli ve yerleşik hissetmemektedir. Bu yüzden, bir ulusun peygamber yaratan değerlerini, birikimlerini, yerleşikliğini, inancın toprağı vatan haline dönüştüren mabetlerini ve toplumsal kümelenişlerinden doğan statüleri algılayamamaktadır. Barbar göçebeliğini düşünsel alanda aşamamış toplumların en büyük handikabı da buradadır. Tüm komşularıyla düşman olmanın nedeni de budur. TC, bu açmazlarından kendini bu gün de kurtaramamıştır.
İşgalci anlayış ezici şekilde, Türkiye Cumhuriyeti’ne miras kalmıştır. Ancak Misak-ı Milli sınırlarının da işgal edilmiş topraklardan oluşması ve içine girilen gerilemenin en son durağı olarak bu alanlara sıkışılması, sonuçta Türk milletini iki önemli unsuru kavramaya götürmüştür. Birincisi; tarihsel gelişmelerin, iletişimin evrenselleşmeye yöneliminin katkıları, genç Osmanlıların ve özellikle subayların Balkanlardaki ulusal uyanışa tanık olmaları, ondan çok şey öğrenmeleri, Avrupa ulusal devlet oluşumlarının, başarılarını düşünceye yükselttiği ulusal bilincin oluşumu. İkincisi; bu bilincin doğal uzantısı olan, belli bir toprak parçasını vatan edinme, işgal değil ilhak etme ( burada ilhak kelimenin en geniş anlamıyladır, kültürel, tarihsel, sosyal, siyasal vb. içselleştirme eylemidir ) bilincinin oluşması. Böylece, işgal edilmiş Anadolu toprakları, ilhak edilmiş vatan toprakları haline getirildi. Buradan, Anadolu’nun tarihsel olarak “Türk yurdu” olduğunun ispatlanmasına girişildi.
Bütün bu traji-komedi, gidecek yeri kalmamış, ulaştığı her yere yıkımı getirmiş, çevresiyle hiçbir zaman barışık olmamışların, işgallerinden arta kalan topraklarda tutunabilme, vatan edinebilme iddiası olarak belirmişti. Barbarlıktan uygarlığa doğru atılmış bir adımdı. Ancak bu gelişmenin mantık yapısı o malum akıldan geliyordu ve kendisine ait olmayan toprak gaspının meşrulaştırılması gibi kabul edilmez bir zemin üzerinde yükseliyordu. Osmanlı aklı, Anadolu topraklarını bu temel üzerinde “40 Asırlık Türk Yurdu” ilan ediyordu.
Artık gidilebilecek yer kalmamıştı, başarılacak talan seferlerinin devri de bitmişti. Emperyalizm çağında kurtlar sofrasının işleyiş sistemi, çaptan düşmüş Osmanlı aklı hiçbir kırıntı bırakmazdı. Elde kalanlarla yetinecekti; bunun kalıcı olacağı da çok şüpheliydi. Böylece başlayan yurt kavramı, ulus bilinci, ulusal devlet bilinci gibi çağdaş öğe ve kurumlaşmalarını, çağdaş olmayan akıl verileriyle, işgalleri haksızca ve meşru olmayan yollarla ilhaka dönüştürerek ikame ediliyordu. Sonuçta bu eğilim ve bu dengesizlik, tartışmalı bir vatan ve ülke sınırları oluşturuyordu. Yerli milletler, toprakları üzerinde girişilen bu tasarrufa karşı, gelişen ulus bilinçlerinin dinamikleriyle itirazlarını yükseltmekten geri kalmıyordu. Kürtlerin ayaklanışı, Arapların uyanışı, Ermeni, Asuri, Yunanlı, Pontuslu vd. azınlıkların varlıkları ölçüsündeki tepkileri, bu malum aklın yöntemlerine ve haksızlıklarına karşı yükseliyordu.
İşgal döneminden ilhak dönemine giriş, Türk ulusunun vatan oluşturma çabasının bir parçası olarak belirdi. Ancak bu tarihsel dönüşüm, “Osmanlı aklı”nın traji-komik “bilimsel” verilerine dayandırıldı. Anadolu elde kalan son toprak parçasıydı. Bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan milletler vardı. Başkasının vatanını kendine vatan ilan etmek kolay değildi. Tarihi kökler ve gerekçeler olmalıydı. “Osmanlı aklı” bunu kendine yakışır tarzda ortaya koydu; “Anadolu tarihinin tüm kavimlerinin esası Türk’tür” tezi ortaya atıldı. Bu amaçla bilimsel çalışmalar (!) yapıldı, konferanslar düzenlendi. Tarih yeniden yazılıyordu ve Osmanlı işgallerinden arta kalan toprakların vatan olması için uydurma tarih tezleri geliştiriliyordu. Sümerler, Hititler, Etiler, Türk olup çıkıyorlardı; “Bu memleket,.. 7 bin senelik en aşağı Türk beşiğidir” (Atatürk’ün el yazmasından aktaran Cemal Kutay, “Türkçe ibadet” sayfa: 55). Bu akıl, sadece Anadolu’yu değil “elden çıkan” Balkanları dahi aynı şekilde, “o Anadolu kadar Türk topraklar”ı olarak görüyor. Fethi Okyar bu hayalleri, Atatürk, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay’ın bulunduğu .bir toplantıda şöyle dile getiriyor; “ 1912’de bir anda karşıya dikilmiş gözüken Yunan, Bulgar, Sırp, Karadağ ittifakının, en karamsar olan kaynakların bile tahminlerini yanıltan zaferi nasıl mümkün olmuş, o Anadolu kadar Türk topraklar, nasıl göz açıp kapayıncaya kadar elden çıkmıştı ? ” ( aktaran, Cemal Kutay, Age. sayfa; 157). Hiçbir ciddi bilimsel veriye dayanmayan bu kanaatler gerçekte bilinç altına yerleşmiş büyük korkunun dışa vurumuydu. Amaçsız, programsız, ulusal bir bilinç taşınmadan, uygarlıkla hiçbir içsellik kazanmadan sür git başkalarının servetlerini talan üzerine kurulmuş barbar yaşam biçimlerinin vatansızlığını, yok olma kaygıları ve korkularını dile getiriyordu. Tarihi, bu korkuların ışığında yazmanın sonuçları, doğal olarak böylesine ekstrem olacaktı. “Osmanlı aklı”nın önemli verilerinden biride budur; sahip olmadıkları, gasp ettikleri değerler üzerinde kraldan daha kralcı bir sahiplenişe gerekçe yaratmaktır.
Türkiye Cumhuriyeti, işgallerin ilhakıyla kuruldu. “Hasta Adam”ın, Osmanlıda geçirdiği tüm evrimsel geçmişi, yeni bir bünyeye aynı genetik tepkime ve yönelimlerle yerleşmesiydi. Bu özgün yapılanmanın, ilhaklarla oluşturduğu vatanı, yeni ilhaklarla genişletmeye yönelmesi geç kalmadı. Liva İskenderun’un (Hatay) ilhakı bunun ilk adımını oluşturuyordu. “Osmanlı aklı” bu girişimi bilimin tüm kurallarını ayaklar altına alarak “Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz” tezini ortaya attı ve ilhak için inanılmaz sahtekarlıklara yöneldi. Bu çabaların başında Atatürk yer aldı. Zaman zaman Fransız Büyükelçisi Ponsot’a “...ben Sancak’ın Türkiye’ye ilhakını istemiyorum, Sancak Türkiye ve Fransa’nın ortak denetiminde olur. Hatta ordusu da bulunmasın, jandarma ve polis yeterlidir...” diyerek geri adımlarla soruna yaklaşmış. Zaman zaman ise başlattıkları “Türk tarih tezi” doğrultusunda, zamanın Suriye Başbakanı Cemil Mardam ve Suriyeli siyaset adamı Emir Adil Aslan’a “Fransızlar Hatay’da bir Alevilik işi çıkardılar. Aleviler Türk’tür. Alevi, aleve tapan demektir. Dillerinin Arapça olması köklerini değiştirmez. Acaba Suriyeliler hangi ırktandır? Biz aynı ırktanız.” diyerek, bilime katkı yapan (!) iddialarda bulunmuş, Liva İskenderun’un ( Hatay ) Türk olduğu ve ilhaklarla oluşan “son vatan”a bir ek olarak ilhak edilmesinin meşruiyeti oluşturulmaya çalışılmıştır. Sorun çıkmaza girdiği yerde, kendini güçlü, karşısındakini meşgul ve pek fazla ilgili görmediği bir kesitte, örneğin Fransızlara ( İkinci dünya paylaşım savaşının arifesinde ), ayrıca Suriyeli yetkililere gözdağı vermek üzere “Hatay nedir? Küçük bir şey, bizim için sorun bir toprak işi değildir, namus sorunudur. Sizin tam bağımsızlık işinizi Fransızlar engellerse Ordumuz yeterlidir. Size söz veriyorum, gerekirse girer, sonra yine çıkarım” yönünde konuşmalarda bulunmuştur. (Alıntıların tümü, Bilal Şimşir’in “Atatürk’ün yabancı devlet adamları ile görüşmeleri” kitabından aktarılmıştır. Sırasıyla sayfa; 119, 202-207 ). Liva İskenderun ( Hatay ), bu karmaşanın sonucunda, ulusunun kuzeyinden ve köklerinden koparılarak, işgallerin ilhaka dönüşmesiyle kurulmaya çalışılan “son Türk vatanı”na zorla eklenmiştir. Ancak, Osmanlı aklına inat bu güne dek “Ayrı Varlık” olmaya devam etmiştir; özgürlük arayışlarını örgütlemeye ve yükseltmeye koyulmuştur.
Kendilerine ait olmayan toprakları anayurt edinmek için Sümerleri, Sümer Türkleri, Etileri, Eti Türkleri, Arapları, kendileriyle aynı ırktan, Alevileri, aleve tapanlar olarak ilan eden bilimsel (!) keşifler yapıldı. Bu beyhude çabalarla, insanlığın aydınlanmasına, tarih birikimlerine kara bir örtü konuldu. Bütün bunlar, “Osmanlı aklı”nın işleyişine, temelsizliğine ve aykırı bir akıl oluşuna işaret eden öğeler olarak belirmektedir. Ancak bundan da öte, bu aklın tüm belirtileri Osmanlı mirasının bir ulusun uygar dünyada ne ölçüde kirletilebileceğine, ilkel ve anlaşılması güç oluşuna da bir gösterge olsa gerek.
Bu akıl, tüm etkinliğiyle bu günün Türkiye’sini alttan üste kadar sarmalamış durumdadır. Milliyetçi eğilimleri, aşırı ırkçı eğilimlere doğru kaydıran, sosyal-demokratları dahi aşırı milliyetçiliğe yuvarlayan bir baskı ortamı oluşturmuştur. Militarizmin sivil siyasete gizli gizli yaptığı dayatmalar, artık açıkça ve kaba bir müdahaleyle yapılır hale gelmiştir. Toleransı, ayrı renkleri, mozaik yapısı doğanın tüm verilerinde, ”Allah’ın yarattığı her şeyde” en canlı haliyle ifade edilen yaşam, bu ilkel aklı tarafından reddedilerek, tek boyutluluk dayatılıyor. Anadolu’yu Türkleştirme çabasının anlamı da budur. Böylece barış yolları, uyumlaşma ve güven içinde olma ihtimalleri yok olup gidiyor. Bütün bunlar, halkın iradesine karşı, siyasal kadroların verili siyasal sistemlerinin kirli zemininde, üstten bir dayatma olarak işlevlendirilmektedir.
Unutulmamalı ki, bilinen kirli özellikleriyle “Osmanlı aklı”, hiçbir şekilde Türk halkına ait değildir ve onu tanımlamaz; Türk halkına en ağır zulmü yapıp onu horlayan, bugüne dek bir türlü net bir ulusal kimliği dahi çözümlenemeyen Osmanlı despotlarının oluşturduğu bir akılsızlık türüdür; “Osmanlı bir devşirme imparatorluğudur” (Emre Kongar) diyenlerin haklı gerekçeleri burada yatıyor. Türk ulusu bundan münezzehtir, ancak TC. yönetimleri bu kirli mirasa sarılarak, kendi ulusunu lekelemeyi, bir yaşam tarzı olarak tercih etmiştir. Bu yüzden Türk ulusu, sırtına yıkılmak istenen bu kirli mirası reddetme sınavıyla karşı karşıya kalmıştır. İnsanlığın, Anadolu ulus ve halklarının, Türk ulusunun bu sınavdan alın teriyle çıkmasını bekleme hakları bulunmaktadır. Zira kader birliğinin ve barışın geleceğini, bu sınavın sonucu tayin edecektir.
Bu akıl bin yıl geriden gelen sistemiyle çağdaş dünyaya kafa tutarak egemenliğini sürdürme iddiasındadır. Yalnızca, Anadolu’nun uygarlık beşiğine değil, tüm insanlığa yönelen bu meydan okumanın ne yazık ki, başta Türk ulusunu yıkıma götürdüğünün farkında değildir. İnsanlığın toplu tepkisinin hızla şekillenerek kendisine yöneldiğinin de farkında değildir. Sık sık tekrar ettiğimiz, Türk ulusu, bu akıl yüzünden, “vatan kaybetme tehlikesine doğru yuvarlanmaktadır” söyleminin anlamı burada yatıyor. Çağdaş dünyada, ne maddi ne de düşün ürünü tek boyutlu bir şey yoktur. Onurlu Türk insanları bu tehlikenin farkına vararak barışı, kardeşliği ve dayanışmayı Anadolu’nun tarihsel gücüne uyumlu olan bu gerçekçi talepleri ikame edecek kuşakları yaratmak zorundadır. Bunları yaratmaktan aciz de değildir. Bunun ilk adımı, Osmanlının kirli mirasını fiilen reddetmektir.
Bu günün tüm verileri; TC’nin, çözümlenmeyen demokratik talepler, uyulmayan insan hakları, düşünce özgürlüğü istemlerine dayatılan işkence ve zindanlar, Kürt, Arap ve ezilen Anadolu uluslarına dayatılan çok boyutlu yıkım, Osmanlı barbarlığının ürünü olan Osmanlı aklının, tüm kasvetiyle Türkiye Cumhuriyetine miras kaldığı görülmektedir. Buna karşın, TC reddi miras yapmamakla kalmamış, sahiplendiği mirası şaşkınca bir teröre yükseltmiştir. Ülke içinde ve komşularıyla ilişkilerde tam bir kaosa sürüklenmiş, politika üretme yerine, küçücük hadiselerde savaş tehdidini esas alan yaklaşımları tercih eder duruma gelmiştir. Yurt edindiği Anadolu’da ve bölgemiz Orta-doğuda hızla yalnızlaşmaya ve güvenilmez bir unsur olma konumuna düşmüştür.
Bu noktadan itibaren, bu akla karşı direnmek, onunla ilişki kurmanın tek yolu haline gelmiştir. Bu yüzden, bu aklın acılarını geçmişinde yaşayanların, bu gün acı çekenlerle dayanışması, tarihsel bir yükümlülük olarak belirmektedir. Avrupa kamuoyunun bu konuda üstüne önemli görevler düşmektedir. Böyle bir dayanışma ayrıca, erdemli ve onurlu bir uygarlık ölçütü olarak tüm ulus ve azınlıklardan Anadolu halklarının zulme karşı başkaldırışı, direnişi olarak algılanmalıdır.
Sonuç ;
“Osmanlı aklı”, Türk ulusuna Osmanlı’dan arta kalan kirli ve onursuz bir mirastır. Şimdi, Türk ulusu ya reddi miras diyecek ve aklanacak ya da, mirasyedi olup kirlenecektir.
Avrupalılar, “Osmanlı aklı” tanımlamasını, Osmanlılardan yüzyıllar boyu çektikleri acıları ve ilişkilerde tanık oldukları tek boyutlu dayatma ve zorbalığı anlatmak için kullandılar. Bu gün hala, birilerini aşağılamak, akılsız ya da akılların en alt katından olduğunu ifade etmek üzere bu tanımlamayı kullanırlar. Ülkemizde gelişen insan hakları ve demokrasi taleplerine, Kürt ulusunun özgürlük istemlerine karşı Türkiye egemen güçlerinin, takındıkları anti-demokratik, tek boyutlu militarist, sekter tutumlar, Avrupa kamuoyunda “Osmanlı aklı” tanımlamasını yeniden güncelleştirdi; Türk ulusunun, Osmanlı artıklarına mirasyedi olması ya da, reddi miras tutumu alması bu noktada anlam kazanıyor.
Unutulmamalı ki, bilinen kirli özellikleriyle “Osmanlı aklı”, hiçbir şekilde Türk halkına ait değildir ve onu tanımlamaz; Türk halkına en ağır zulmü yapıp onu horlayan, bu güne dek bir türlü net bir ulusal kimliği dahi çözümlenemeyen Osmanlı despotlarının oluşturduğu bir akılsızlık türüdür. Türk ulusu bundan münezzehtir, ancak TC. yönetimleri bu kirli mirasa sarılarak, kendi ulusunu lekelemeyi, bir yaşam tarzı olarak tercih etmiştir. Bu yüzden Türk ulusu, sırtına yıkılmak istenen bu kirli mirası reddetme sınavıyla karşı karşıya kalmıştır. İnsanlığın, Anadolu ulus ve halklarının, Türk ulusunun bu sınavdan alın akıyla çıkmasını bekleme hakları bulunmaktadır. Zira kader birliğinin ve barışın geleceğini, bu sınavın sonucu tayin edecektir.

Hiç yorum yok: