ARŞİV-AYRI VARLIK-
AYRI VARLIK
(Entitê Distincte)
Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...
TÜRBAN SORUNU VE LAİKLİĞİN İFLASI
YENER ORKUNOĞLU
Üniversite öğrencileri için türban serbest olsun mu olmasın mı? 21. asırda bu sorunu bize tartıştıran bir düzen tarihin çöplüğüne atılmayı hak etmiştir.Ama Türban Sorunu toplumu bölmeye devam ediyor. Dolayısıyla bu konuyu tartımaktan kaçamıyoruz maalesef. Pazar günü Kanal D'de yayınlanan 32.Gün proğramında hem islamcı hem de Atatürkçü oldukları belirten üniversiteli gençler türban üzerine tartıştılar.Öğrencilerin birikimsizlikleri ve cahillikleri karşısında irkildim. Kimse türban neden karşı olduğunu açıklayamadı. Hep ajitatif laflar., beylik sözler! Dolayısıyla tek bir genç, türban sorununda ne yapılması gerektiği konusunda tutarlı bir görüş ileri süremedi. Anlaşılan YÖK görevini 'iyi' yapmış! Üniversiteleri bilim yuvası olmaktan çıkarmış; birikimsiz, kültürsüz öğrenci üreten bir makinaya çevirmiş.Gerçi bir genç 'Sahte İslamcılar', 'Sahte laikçiler' gibi sözler etti İyi gerekçeler getirebilecek gibi başladı. Ama o gencin konuşması da Mehmet Ali Brand tarafından ağzına tıkandı.Bir kısım genç, üniversite öğrencilerinin türban takmasına karşı olurken, türbanlılar da dağal olarak türbanlı olarak üniversite okuma hakkını savundular. Kimilerine göre, türban dinsel-politik bir semboldür. Bu nedenle türbana izin verilmemeli. Kimilerine göre, türban, bir bireysel giysi biçimdir. Dolayısıyla, bireysel özgürlülerimiz kısıtlanmamalı. Bu her iki yaklaşım da tek yanlıdır. Çünkü türban, günümüzde, hem dinsel-politik bir sembol, hem de giysi biçimidir. Almanya'daki durumu aktarmakta yarar görüyorum: Bundan bir kaç yıl önce de, Alman mahkemesi, haç sembolünün okul veya sınıf duvarlarında asılı olmasını yasaklamıştı. Çünkü haç sembolü, dinsel bir semboldü ve kamu hizmeti veren alanlarda dinsel sembollere yer yoktu. Şunu bilmekte yarar var: Öğrenciler Almanya'da türbanlı veya baş örtüsü ile derslere girebilmektedirler. Burada bir sorun yok. Çünkü öğrenciler, kamu hizmeti vermiyor, kamu hizmetinden yararlanıyor. Ayrıca Almanya'da da türban ve baş örtüsü dinsel sembol sayılıyor. Bu nedenle türbanlı-baş örtülü olanlar, kamu görevi sırasında baş örtüsü ve türban takamıyorlar.Şimdi gelelim asıl konuya: Türbanlı kızlar, üniversiteyi bitirdikten sonra da, devlet görevlisi olarak türbanı giymeyi savunuyorlarsa, o zaman gidişat iyi değildir. Kimileri türban sorununu, 'suni' ve toplumunun gündemini 'saptırmaya' yarayan bir sorun görüyor. Evet, bu düşünce gerçekliğin bir kısmını yansıtmaktadır. Ama bazı sorulara cevap vermekten uzaktır. Örneğin başka bir şey değilde, neden 'irtica' ve 'türban' konuları gündeme gelmektedir? Demek ki, bu sorunların toplumsal bir temeli var. Zaten toplumsal temeli olmayan bir şeyin suni olarak gündeme getirilmesi münkün değildir.Türkiye'de üniversitelerde görevli yüzlerce profesörler, akademisyen türbana destek veriyorsa, durum vahim hale gelmiş demektir. Demek ki, akademik dünyada Siyasal İslama doğru entellektüel bir kayış var. İtalyan Marksisti Gramsci, burjuvazinin geleneksel entelleküelleri ile proletaryanın organik aydınlardan bahsederdi.Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye'de geleneksel aydınlar arasında, Siyasal İslama doğru bir kayış yaşanmaktadır. Bir başka deyişle, Siyasal İslamın hegomanyasını kabul etmeye bir TARİHİ BLOK oluşuyor. Geleneksel entellektüellerden oluşan bu TARİHİ BLOK önümüzdeki süreçte damgasını vurmaya çalışacak. Hele Türkiye sosyalistlerinin bir kısmı da 'özgürlük' adına Türbana destek veriyorsa, bu durum BLOK'un entellektüel etkisinin boyutunu göstermektedir. Siyasal İslam, Türkiyeyi, siyasal ve entellektüel olarak kuşatmıştır.Önce şunu saptayalım. Tefeci-bezirganlığın en önemli özelliklerinden biri sinsi bir politika izlemesidir. Amacına ulaşmak için, kendini koşullara uydurur ve her kılığa girer. Komünizm düşmanı olur. 'Demokrat' kesilir. 'Özgürlükçü' oduğunu ileri sürer vb.Türban sorununa, dar bir pencereden bakmak doğru olmaz. Dolayısıyla türban sorununu, yalnızca ideolojik ve politik açıdan ele almak tek taraflı ve yüzeysel bir yaklaşım olur. Türban Sorununu, ekonomik-toplumsal ve tarihsel açıdan da ele almak gerekir. Türkiye, gerçek bir burjuva demokratik devrimi yaşamamış bir ülkedirKlara Zetkin'in bir sözü vardı: 'Faşizm sosyalist devrimi başaramayan işçi sınıfının ödemek zorunda olduğu bedeldi.' Bu söz bana şunu çağrıştırıyor: 'Türkiye'de Siyasal İslamın yükselişi, din doğmatizmi ve teolojiyle hesaplaşmayan bir toplumun ödediği bedeldir.'Nasıl faşizm, burjuva demokrasinini yetmezliğinin bir ifadesi ise, Siyasal İslamın yükselmesi de, 'Doğu tipi burjuva laikliği'nin iflasının bir belirtisidir. Dine, ideolojik ve siyasal açıdan yaklaşan kemalist laiklik anlayışının çöküşüdür. Üç alanda (ulus, din, insan sorunu) burjuva ideolojisiyle hesaplaşmaya girişilmelidir. Yoksa bırakın yeni bir uygarlık kurmayı, Türkiye'nin gerçek bir demokratikleşmesi bile sağlanamaz.Türban sorunu sosyolojik açıdan ele almadan yapılacak değerlendirmeler yüzeysel olacaktır. Türbanın Sosyolojisini gelecek yazımızda ele alalım.
Bir Yorum: TÜRBAN
FADIL ÖLMEZ
”Herkese saygımız vardır; ama siyasal yapıyı, yaşadığımız düzenin gerisine çekmek isteyenlere ”hoşgörü” ile bakmayacağımızı da açıkça ilan ediyoruz.
GELENEK, İNANÇ, SİYASET ve TESETTÜR
AYŞE HÜR: Sonuç olarak örtünme ile gelenek, inanç ve siyaset arasındaki ilişkileri analiz etmek kolay değil. Ancak toz duman arasında görülen o ki, insanlık tarihi boyunca gelenek de, inanç da, siyaset de tüm enerjisini kadını ‘görünmez’ kılmaya, en azından toplumsal hayattan dışlayarak eve hapsetmeye hasretmiş. Muhafazakarlar bu işi kadını örterek yapmış, modernleşmeciler açarak yapmış. Belki de meselenin çözümü sadece kadın ve erkek cinsleri arasındaki ilişkilerde yatıyor. Bu haftayı, Osmanlı ve Türk kadınının 700 yıllık ‘görünür olma’ mücadelesine bir göz atmaya ayırdık. Kadının kendi bedeni ve kendi hayatı konusunda bizzat kendisinin söz sahibi olacağı bir dünya özlemiyle, herkese iyi okumalar….
STRATEJİK KARARLAR ve MECLİS
Mihrac Ural
TÜRBAN'DA ÖZGÜR OLMALI
Bu baskıcı rejim kökten değişmeli. Tüm inançlara özgürlük ve adil bir paylaşım olanağı tanınmalı. Birini savunurken diğerini ihmal etmek ise, özgürlüğü tek boyutlu bir siyasal baskı aracı haline dönüştürür. Devlet tüm varlıkların özgürlüğünü koyuyabilecek bir devlet olmadıkça, ortak yaşamının bir gereğide kalmayacaktır.Türbanına özgürlük isteyenler, düşünce özgürlüklerine, diğer inançların özgürlüklerine, kimlik haklarıyla ilgili özgürlük taleplerine, kendilerinin istediği ölçekte de giyim özgürlüklerine de sahip çıkmakla yükümlü olduklarını göstermedikçe, galebenin baskısıyla kazanacakları haklar bir zulüm aracı olmaya mahkumdur. Tam bu noktada inanç özgürlüğü, vekaleti kimden alınmış belli olmayan, kıymeti kendinden menkul siyasal baskı aracı haline dönüşür. Allah ise bu vekaleti peygamberine bile vermemiştir. Ortak özgürlük talepleri bir bütün olarak ortak bir payda etrafında ikame edilmeden gerçek özgürlük için bu kararlar yeterli olmayacaktır. tersine birer baskı aracı haline dönüşecektir.
TÜRBAN ve KURAN
Bedreddin Mahirİslam’da Türban farz değildir. Dinde farz olan, kişi ayrımına tabi olmaz; cariye-özgür ayırımı yapmaz. Farzın, yakın akraba önünde ya da yabancılar önünde uygulanmasında ikircimliği olmaz; her zaman ve mekanda kendini ifade eder. İslam’da farz, altı değil, beş’tir. Türban, Medine’nin Kozmopolit koşullarında bir simge olarak, özgür Müslüman kadını, köle ve cariye Müslüman kadından ayırt etmek ve tacizlerden korumak adına, süslerin örtülmesi için önerilmiştir. Kuranda da bu çerçeve içinde yer alan tüm ayetler kadının süsünü örtmesinden bahsetmiştir. Süs ise, Kuran’ın hiçbir yerinde kadın uzuvlarından biri olarak tanımlanmamıştır. Kuran’da süs ise, geçtiği her ayette açık ve sarih olarak, taşınan, takılan bir meta olarak belirlenmiştir. Tarihin derinliklerinde de başörtüsü ritüelik bir simge olarak başladı. Zaman zaman kadının üretimde yer alışının bir ihtiyacı, sosyal yaşamdaki süsü olarak devam etti. Tarih içinde inanç güdüleriyle başlayıp süse dönüşen binlerce olgu gibi, baş bağlamakta aynı yolu izlemiştir. Türban ise, bunu tersten izledi, Peygamber döneminde bir takı-simge olarak, farklı olanı tanımla aracı olarak başlayıp sonradan inanca dönüştürüldü. Örtünme dinin temel inanç unsuru olsaydı, Eskimolar peygambersiz Müslümanlar olarak, inanç şampiyonu olurlardı.
OSMANLI AKLININ TARİH SERÜVENİ ( II )
Fetih, her biçimiyle talandır, yıkım ve gasptır, kıyım ve ölümdür. Fetih tarihte bir mutasyon hareketi gibi işlevler de görmüştür. Bu dehşet dolu vahim eylem, birçok barbar geçmişli toplulukların tarihinde kalın bir çizgi gibi yerini alır. Öyle ki, coğrafyaları, demografileri, etnik ve inanç dengelerini bozma gibi onarılması mümkün olmaya eylemlerin, acımasız yaraların tarihsel kin ve düşmanlıkların da üreticisidir. Ancak gayri ahlaki ve gayri insani olan bu girişimleri, fetihçinin fethettiği topraklara getirdiği bir üst uygarlık, kurumlaştırdığı yeni üst yaşam süreçleri, bir çeşit telafi unsuru olmuştur. Ancak tüm fetihler bu telafiyi yapamamıştır. Kendi nesnel ve öznel verileri, girdiği tüm coğrafyalardan ödünç alma durumunda kalan fetihçiler için durum telafiyle örtülecek hiçbir yarayı, acıyı zulmü aşamamıştır. Bu türden fetihçiler, gasp ve talan ettikleri coğrafyalarda uygar yaşama bıraktıkları tek şey, yüz yıllar süren karanlık baskı ve ölüm denklemleriyle örülmüş bir yaşam olmuştur. Üstelik tarihin yenileşmelerine ayak uyduramayarak da, ne kendine rahmet ne diğerine merhamet etmiştir. Osmanlı bu türdendi. Osmanlı aklıda bu fillerin kendini tanımladığı davranışlar bütünüdür. Bu güne kadar gelen Osmanlı aklının tarih serüveninde bu gayri ahlaki ve gayri insanı durum, hala Anadolu'nun uygarlık beşiği topraklarda, kıyım ve yıkımı, gasp ve talanı dayatmaya devam etmektedir. Kimlik hakları pervasız bir cehaletle gasp edilmekte, etnik ve inanç baskıları çağdaş akıllara ziyan bir sorumsuzlukla sürdürülmektedir. Ulusalcılık, milliyetçilik gibi aldatıcı kavramlarla, ilkelikler, öz savunma aldatmacası olarak halkın bir kez daha fetihçiler arkasından serserice sürüklenişinin hizmetine sunulmaktadır. Bu gelişmelerin farkında olmayanlar, sıra kimde sorusunu sormaya fırsatları olmayacak bir tehlikenin eşiğinde yaşamayı, duyarsızca sürdürmektedirler. Tarihi gelişimin tüm nesnel ve öznel verilerinin yeterli olgunluğuna karşın, bu ilkel Osmanlı aklını aşacak gerçekçi atılmalara girişilememektedir. Oysa bilinmeli ki, bu akılla, bu topraklarda kimse özgür ve barışçıl bir gelecek kuramaz. Bunun için tek yol, eskimiş akılları terk etmektir. Özgürlük ve demokrasinin bir başka yolu da yoktur.
Mihrac URAL
3.“Osmanlı Aklı”nın,Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı
Bu katliam nedir, kimin işi ne adına?
ŞEHİT YOLDAŞ HANNA MAPTUNOĞLU BU PAZAR 26 KASIM 2007 DE ANTAKYA KİLİSESİNDE ANILACAKTIR
Şehit yoldaşımız HANNA MAPTUNOĞULU ANISINA tüm hemşerilerimizi bu pazar (26 Kasım 2007) Antakya Ortodoks Kilisesi ayinine devat ediyoruz.
HANNA YOLDAŞ SENİN İÇİN ÇALAN ÇAN SESLERİ ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ MÜCADELESİ İÇİN SİNYAL OLACAKTIR !
Yiğit yoldaşım, birikimlerinle, bilinç ve sükunetinle, örgütümüze yaptığın büyük eğitsel hamlelerle adın aramızda, taşa oyulmuş gibi bir alameti farikadır. Bir şairdin yaman yaman kelimelere ruh veren, bir ozandın sazının tellerini insana dönüştüren Ülkemizde yürüttüğümüz özgürlük ve demokrasi mücadelesinin en kadim militanı ve önderlerindensin. Sen bir enternasyonalist devrimcisin ayrıca. Avrupa’da gösterdiğin etkinlikler, 12 Eylül 1980 faşist darbesinin ilticaya zorladığı insanların toparlanması ve örgütlenmesinde oynadığın rol, derinliğiyle hala tüm görkemini korumaya devam ediyor. Hanna yoldaş, genç yaşta yükselttiğin mücadele, bölgemizin uğradığı emperyalist-siyonist saldırılara karşıda bir direnme unsuru olmuştur. Filistin halkının haklı davasında, şehit olana kadar omuz verişin bu tanımlamanın abartı olmadığına tartışmasız bir göstergedir. Mücadele mekanlarının tümünde ve tüm dallarında bir önder olarak yerini aldın. Siyasal eğitim kadar askeri eğitimlerin de sorumluluğunu üstlendin. Türkiye Halk kurtuluş Cephesi Merkez Komitesi üyeliğinin hakkını sonuna kadar en görkemli biçimde verdin. Şahadetin üzerinden, on yıllar geçti ancak zaman tamamlanmamış özgürlük ve demokrasi görevlerimizin kesiti olmaya devam ediyor. Bu kesitin parlayan yıldızlarından biri olarak her daim bize yön gösteriyorsun. Ülkemizin özgürlük ve demokrasi mücadelesinde bir Hıristiyan bir Arap yoldaş olarak, merkez komitesinde gösterdiğin başarılı performansınla, her görevde gösterdiğin üstün başarılarla ve sonuçta hepimizin, önünde saygıyla eğildiğimiz şehit olmanla bizim sönmeyen bir ışığımızsın. Antakya'nın kadim, Hıristiyan aleminin ilk kilisesi çanlarını şu an senin için çalıyor. Çan sesleri, seni bilincinde taşımak için gelecek kuşaklara verilmiş bir sinyal, bir mesaj olacaktır. Yüce rab Hz. İsa’nın oğlu Hana yoldaş, sana ahdimiz olsun ki, seni çarmıha geren bu devletin zalim siyasal sistemine karşı, genç kuşaklarıyla birlikte, şehrimin toprağı ve kıyıma uğramış anadilimizle sonuna kadar direnecektir. Seni bilincimizde taşırken göstereceğimiz direniş her kes için bir yeniden diriliş olacaktır. Kadim şehrimiz Antakya'nın mahalleleri, yolları okulları senin yükselttiğin direnme mücadelesini bir kez daha bilince çıkartacaktır. 24 kasım 2007. Mihrac Ural
7. ölüm yıl dönümü anısına Ahmet Kaya Yoldaş bizimlesin
O gerçek dostluğun adıydı, en gerekli zamanda dostunun yanında olmasını bilen bir yiğit devrimciydi. Anısını içimizde dirice, bilincimizde yoğunca taşıyoruz. Neyini anlatayım, yaşayanı daha çok yapacak işleri olanı anlatmak mı gerek? O yaşıyor ve mesajını iletmeye devam ediyor. Mihrac ural
KİMSENİN BİLMEDİĞİ BİR ANI
Derler ki, Picasso Paris'e ilk ayak bastığında tren garında piştovunu çekerek üç el ateş eder ve "Parisss Parisss Parisss duy sesimi, ben geldim işte buradayım" diye bağırmaya başlar. Kimse umurunda değildi ve kimse de o mahşeri kalabalıkta bu haykırışla ilgilenmedi. Picasso, Paris gibi sanat merkezindeki değirmenlerin öğütücü etkinliğine karşı bir meydan okuyuş olarak ortaya bir tavır sergilemişti. Koyduğu bu tavrının hep arkasında da kalmıştı. Sonra ülkesini büyük elçi olarak temsil edecek ve dünyanın önünde saygıyla eğildiği resimlerin ressamı olacaktı. Ben de, Ahmet Kaya yoldaşımın benzer bir haykırışına tanık oldum. Onu sizinle paylaşacağım.1992 Kasım ayının son günleri, Frankfurt’ta buluşuyorduk. Yıllardır kopmuş bir ilişkinin buluşmasıydı; özlemlerle dolu… Şehrin merkezinde dört yol kavşağı ve insan selinin ortasında bir araya gelecektik. Saatler gelip çattığında bir anda birbirimizi karşımızda gördük ve bizi ayıran caddenin trafiğinin korkunç akışına bakmadan, Almanya'da olması asla düşünülmeyecek tarzda yolu keserek hızla birbirimize koştuk! Sarıldık sıkıca, sıvazladık sırtlarımızı etkince… Ahmet aniden geri çekildi. Tedirgin oldum, nedir demeye kalmadan elini beline götürdü, şaşkınlığımı üstümden atamadan silahını çekti. Havaya doğru tuttu ve 14'lüsünün şarjörünü boşaltana kadar sıktı. Dehşete düşmüştük. Çevreden bize ne oluyoruz diye bakanlar az değildi. "İşte biz buradayız. Dünya alem sesimizi duysun biz buradayız direnmeye de devam edeceğiz" diye coşkuyla bağırdı. Aniden gerginliğim kayboldu. Picasso’yu hatırladım, Ahmet devrimciliğini, yoldaşlığını ve direncini haykırıyordu; tıpkı Picasso gibi. Bu anımın ayrıntılarını, “Taşralı bir militanın devrimci yaşam seremonisi” nde anlatacağım.
****************************************************************
HER ZAMAN BİZİMLESİN
Yoldaş Bünyamin Doğan, Yoldaş Mahrac Ural, Yoldaş Ahmet Kaya, Yoldaş Kemal Bayram
*************************************************
AHMET KAYA GERÇEKLERİN SÖZCÜSÜ
Ahmet Kaya yoldaşın acı ölüm haberi üzerine yayınlanan bildirimizi ölümünün 7. yılında tekrar yayınlıyoruz.
*********************************************************
TÜRK-KÜRT KARDEŞLİĞİ KOCAMAN BİR YALANDIR
10 ŞUBAT 1999 ÖDÜL TÖRENİNDE OLANLAR VE BİLDİRİMİZ !..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder