Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler
Bu devlet altında
Mihrac Ural
mircihan@gmail.com
23 Ocak 2007
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.
Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.
Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz...
Ülkenin bölünme kaygılarını ırkçı-milliyetçi ilkellik üretirken, bunlara karşı gösterilen bu tavırsızlık, bu ilgisizlik, bu hantallıkta yüz vermektedir. Kendinden başka her şeyi düşman sayan zihniyetin yarattığı gerginlikler, gösterdiği ölümcül refleksler, hiçbir millete yarar sağlamadığının artık anlaşılması gerek.
Bu tabloda bölücülerin kimliği ve amaçları açıktır. Bölgemizde süre giden emperyalist projelere kimlerin zemin hazırladığı, provokasyonlarıyla kimlerin, barış içinde birlikte yaşama şansını yok ettiği yalın hale gelmiştir. Bunlar, yaşadığımız toprakların doğasına bile aykırı olan ırkçı-ulusalcı, tek boyutlu siyasal eğilimlerin temsil ettiği, farklılığı hazmetmeyen, etnik yapılara ve onların demokratik hak ve hukukuna karşı düşmanlığı olan, karanlık akıl ve derin devlet temsilcileridir. Tarihi süreç içinde genetik kalıtım gibi, farklılıklara düşmanlık sürdürenlerin oluşturduğu bu akıl sistematiği, ülkemizin ve bölgemizin yaşadığı iç ve dış sorunların temel kaynağını oluşturmaktadır.
Bu bataklık kurumadan, dökülen tüm güz yaşları timsah gözyaşı olmaya, gösterilen saygı ise katilin, cenazeye katılması kadar pervasızca bir ahlaksızlık olmaya mahkumdur.
19 ocak 2007 korkak bir tetikçi, öncelikli özelliği bir düşün insanı olan ve daha ötesi bu topraklarını doğasındaki etnik mozaiğin önemli bir rengini, barış ve birlik arzusunu, insan hakları, demokratik hak ve hukukun temsilcisi olan bir insanı, Hrant Dink’i katletti. Bu toprakların doğasıyla uyumlu tüm insanlar, farklılıklarıyla barış içinde yaşama arzusu duyan onurlu tüm kitleler derin bir acıyla ve tarih bilinç altlarının deney ve birikimleriyle algılanan kıyımların dehşetiyle sarsıldılar. Bilinen o karanlık akıl sistematiği, bilinen yöntemleriyle yeniden ruhlara, düşüncelere ve yeri gelince pervasızca varlığa ölümcül tecavüze girişmiştir. Hepimiz derinden sarsıldık, iliklerimize kadar acı ve kaygıyla dolduk. Duygusallığımız o boyuta ki, katil karanlık akıl sistematiğini, tetikçilerle karıştırma tehlikesine maruz kalanlarımız hiçte az olmadı. Tetikçi yakalandı haberleri, gerçek katili göz ardı edecek bir illüzyon konumuna gelme tehlikesi gösterdi. Oysa, bu menfur saldırı, derin devletle ve bu devleti oluşturan sistemle, tarihten gelen genetik kodlarında yer edinmiş özgünlüğüyle yakından ilgisi bulunuyordu.
Hrant Dink farklı olduğu için katledildi. Katil ise yakalanmadı, yakalanamayacakta. Katil, ne o korkak, alçak ve aşağılık yöntemlerle silah sıkandır ne de, o silahın sıkılması için fiili olarak hazırlık yapan şebekedir. Bunların tümü konu mankenidir. Buz dağının görülen kısmından ibarettir. Katil bu devleti oluşturan, ona derinlik veren ve on yıllardır bu yol ve yöntemlerle fiziki katliamlarına ara vermeyen akıl sistematiğidir. Bu açıdan tetikçinin yakalanıp adalet önüne çıkarılması, karanlık akıllara inmiş bir rahmet gibidir. Gerçek suçluyu tanımlamak ve tarihin adaleti önüne çıkarmak ise hala gerçekleşmemiş bir toplumsal sorumluluğumuz olarak olduğu yerde durmaktadır.
Çok ilginçti ki, Tarihi Ermeni soy kırımıyla ilgili dün ve bu gün yapılan suçlu tespitlerinde aynı yolu izleyen bir derin devletle ve onun ideolojik uydusu milliyetçi-ulusalcı yarı-aydınlarla karşı karşıya bulunuyoruz. Geçmişte olduğu gibi bu gün de, aynı sisli tespitlerle gerçekleri örteme çabalarının olduğunu hatırlatmak gerek. Bilindiği gibi I. Dünya savaşı sürecinde, daha geçmişten ve daha sonra da sürecek olan bir Ermeni soy kırımı bilinçlice devam etmiştir. Resmi tarihin ve onun her boydan uydularının bu gerçek üzerine sisli tartışmalar yapmasına karşın, Ermenilere karşı gerçek bir soy kırım yapılmıştır; bir millete, bir dine, bir kültürel topluluğa yöneltilmiş, sistemli, çok yönlü ve kitlesel karakterli bir kıyım varsa, orada bir jenosit var demektir. Ermenilere karşı, 24 Nisan 1915’te tehcir ve tenkilin, bilinçlice ve resmi makamlarca yapılması kararı ve bunun yakın takiple aşama aşama sonuçları ve verilerinin el yazılı belgelerle takip edilmiş olması ve sonuçta yüz binlerce Ermeni’nin fiilen katlinin, jenosit dışında bir tanımı olamaz. Bu tarihten öncesine dayalı tasfiye eğilimleri ve bu tarih sonrası, hatta Cumhuriyet döneminde jenositten kurtulmuş olanların takibi, mal mülk sorununda bilinçli tasfiye politikalarının izlenmesi ve her tarihi kesitte bir gerekçeyle yeniden katledilmek üzere göçe, sürgüne tenkile maruz kalmaları bu gerçeğe bir işarettir.
Bu gerçeklerin 1915’te olanları, derin karanlıklar devletinin ürünü, insanlık dışı bir kanlı kıyım olarak belirmesine rağmen, bu güne kadar süren inkar politikasından bir adım geri atılmamıştır. Jenosidi, komik nedenlere bağlama, “çoğunluğu doğal nedenlerle, hastalık ve yorgunluk ve zaman zaman devlet dışı çetelerin saldırıları sonucu” gündeme geldiği ısrarında beis görülmemektedir. Bu iddialardan en ilginci, Hrant dinki’in katili ve ilgili şebekenin süratle yakalandığının ilan edilip, adalete teslim edilmesini çağrıştırıyor. Ulusalcı yarı aydınlardan gelen bu iddiada,1915 Ermeni soykırımının, Osmanlının istihbarat ve silahşörler örgütü olan Teşkilat-ı Mahsusa mensubu Mülazım Halil ve Çerkez Ahmed adlı iki çapulcunun marifetleri olduğunu dile getirir. Bunların da derhal yakalanarak idam edilmeleriyle, adaletin yerini bulduğu, katillerden hesap sorulduğu dile getirilir. Bu komedi senaryo geçmişte, “Türk’ün ayranını kabartmasalardı, azınlıklar arkadan hançerlemekle Türkü kışkırtmasalardı, topraklarımız parça parça elden giderken tek çaremiz bu azınlıklardan kurtulmaktı, doğal ve haklı bir kendini koruma duygusudur bu....vb” sözlerle kendini ifade ederdi. O günden bu güne bir şey değişmedi, azınlıklara,farklılıklara karşı şiddetin tırmandığı bu günlerde de tekrar eden bu söylemler, gerçekleri sisli hale getirme gibi bir görev üstlenmiş konumdalar. (Bu noktayla ilgili geniş bilgi için, Bu tür tezlerin seslendiricilerinden olan Taner Akçam’ın “Türk ulusal kimliği ve bazı özellikleri” adlı kitabı ve bu kitabın eleştirisini içeren Mihrac Ural’ın “Ermeni Jenosidi ve Küçük Enver Taner Akçam” adlı broşürüne bakılabilir) Bu gün aynı sözlerle, aynı senaryoyla Hrant Dink’in katli sisli hale getirilmek istenmekte ve ihale Ogün Samsat ve kışkırtıcılarına çıkartmakla yetinmektedir.
Tarihi okur ve yorumlarken vakaları bireyselleştirme çabaları “kötülerin yaptığı işi, topluma mal etmemeli” yönlü mazur görülebilir önermelerle denklemler kurarak, toplumsal sorumluluklarımızdan, ulusal ve siyasal yükümlülüklerimizden kaçınmayı öğütleyenler, bu sisli ortamı daha yoğunlaştırmaktadırlar. Kavramlara sanal dünyalarında yükledikleri zorlama manalarla, tarihte derin izler taşıyan olaylara, özgürleşmemiz gereken sorumlu olmadığımız, kötü bireylerin işleri olarak ilan edip, bir soy kırımını bireylere ihale etmekte bir beis görmemektedirler. Buradan hareketle, Ermenileri katleden “kötü Türkler ve onları koruyan iyi Türkler” olduğunu kurgulamamızı istemektedirler; bunu da inanılmaz bir çirkinlikle, “Ermenilerin yarısı hala yaşıyorsa, iyi Türklerin koruması sayesindedir” diye de, vicdanımızı minnet borcu altına sokmak istemektedirler.
“Sorunun her iki tarafında da, her iki etnik-ulus grubundan insanlar vardır” (Taner Akçam, ‘Ermeni ve Türk kavramlarının kullanılması’ Agos gazetesi 24 0cak 2003). denilerek kurulan denklem, bu günün iyi Türkü geçmişin kötü Türkünden kendini özgürleştirsin ona sahip çıkmasın, onu nötrleştirsin, aynı şekilde kin besleyen maktul Ermeni’den bu günün aklı selim Ermeni’si kendini özgürleştirsin, zaten olay tarihin gerisinde kalmış, şu an somut Ermeni’yi bire bir etkileyen bir şey yok, pay ve paydanın aynı olması durumunda sonuç sıfır çıkacağına göre, kullanılan kavramlarımızı somut aktörleri bire bir tanımlamak üzere değiştirdiğimizde, tarihte kalan katliamları da sıfırlamış oluruz diyor. Katilleri kolektif kimlikleriyle tanımlayan kavramlar yerine, sosyal, ulusal, siyasal yükümlülükleri sırtımızdan atacak kavramlarla tanımlamak gerek deniyor. Yani, Ermeni soy kırımını, o gün yaşayan Ermenilerin yarısını katledenleri, her kim ise, örgüt yada şahıs olarak tanımlamak bu özgürleşmenin ilk adımıdır, deniliyor. Bu yüzden kavramlarımızı değiştirmek gerek, diyor. Bu mantığa göre, Ermeni katliamı iddialarına bir balans ayarı verilmiş olarak, sorun belli bir örgüte ya da şahıslara ihale edilmiş olunur, deniyor. Böylece bu günün Türk’ü de Ermeni’si de geçmişten özgürleşerek barış içinde kaygısız yaşama fırsatı yakalamış sonucuna varılıyor. Özetle bu düşünceyi Taner Akçam’ın şu satırlarında görmek güç değildir. “Sorunun özünü, geçmişte bu cinayeti işlemiş, İttihat ve Terakki Partisi ve onun savunucuları ile, bugünkü Türkler arasında mesafe koymayı kolaylaştıracak kavramlar üretmek oluşturur. Bunun için ise, gerek tarihte gerek bugün, bir olayı anlattığımızda, olayın aktörlerini Türkler-Ermeniler vb. gibi genel kavramlarla tanımlamamak gerekir. Kim ise aktör, onu söylemek gerekir. "Türkler şöyle yaptı, böyle yaptı" demek yerine, yapan örgüt, kişi kim ise doğrudan onun adını vermek gerekiyor.” (Agos gazetesi 07. 08. 2004 “Başka Türkler” de vardı (I) )
Bu geniş hayalli önermenin, tarihi ve tarihi olayları ve bunun sonucu ortaya çıkan hak taleplerini buharlaştırması güç olmaz. Zira, artık ne ilgili örgüt bu dünyadadır ne de, o örgütten tek bir kişi yaşamaktadır. Bu durumda davalı kimse yoktur. Dava bir cinayet davasına düşürülmüş olduğundan dolayı da, hak talebi ıskat (düşmüş) olmuş olur. Zaten Cemal Paşa o iki Teşkilat-ı Mahsusa densizi (Mülazım Halil ve Çerkez Ahmed), Ermeni katillerini idam etmişti. Yok, bu yetmez, olmadı diyorsanız, buyurun, size bir de, “ 8 Mart 335 tarihinde irade-i seniye-yi Hazreti Padişahiye iktiran eden kararname ile müteşekkil Divan-ı Harb Örfi Muhakematı” nın İttihat ve Terakki örgütü ve tüm üst düzey yöneticilerini “tehcire tabi tutulan kafilelerin katl-u-ifnası hususunda” ve vatan ihanetten de suçlu bulundukları ve haklarında ölüm cezalarının verildiğinin belgesini servis yapalım, deniyor ( bkz. Taner Akçam, “Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni sorunu” kitabı ve ekleri, özellikle verdiği Osmanlı belgesinin yer aldığı s:194 ve sonrası).
Oysa tarihi, ulusal, kitlesel davalarda ne zaman aşımı işler, nede şahıs ya da örgütün artık var olmaması davanın düşmesine yol açar. Vakıa, bir milletin soy kırımına uğraması, tapulu mülklerinin gasp edilmesi,hazineye devredilmesi, yer yer kamu malı haline gelmesi, taşınır servetlerine el konularak resmi güçler tarafından hazineye devri ve bu kanalla o devlet altında yaşayan herkesin bir biçimde bu servetleri, midesine lüp etmesi hadisesidir. Bununla da kalınmamış, yeni devlet eski devletin mirasçısı olarak, bu fiillere devam edip, süreci derinleştirmesi söz konusudur. Suçlu ve suç aletleri, mirasçılarıyla birlikte, olduğu gibi durmaktadır. Ve zaman zaman, 6-7 Eylül 1955 olaylarında olduğu gibi, tasfiyelere yönelmekte hiç tereddüt etmemektedir. Bu seremonide ne şahıslar nede örgütler sorumlu ilan edilemez.
Bu bir düzenektir, akıl sistematiğidir ve devamla, devlet eliyle, cürümlerini sürdürmektedir. Millet bu tarihi sorumluluğu ve yükümlülüğü devleti adıyla üstlenir. Zira devletin, verilmiş ya da gasp edilmiş bir yetkiyle millet iradesine rağmen, işlediği tarihi suçlara ve cürümlere karşı tepkisini de özrünü de bu yolla ilan eder; “Devletim, benim irademe rağmen, verdiğim yetkiyi kötüye kullanarak bu suçları işlemiştir, faturası ne ise, yine benim adıma verdiğim yetkiyle ve onayla öder” diyebilen ve bununu fiilen hayata geçiren bir millet, bu kirli suçlardan kendini aklamak için yeterli bir adım atmış olur. Bu anlamda Soy kırımının kabul edilmesi, bir milleti küçük düşürmez, tersine, adını kullanan devleti de olsa, sesiz kalmayacağını, hesap soracağını göstererek, milletler topluluğunda daha onurlu bir yer edinir. Taner Akçam’ın sandığının tersine, kavramları değiştirmek hiçbir şeyi değiştirmez. Kasıt “tarihle barışma” ise, bunun yolu, objektif değişimlerin bir ürünü ve sonucu olarak bilince çıkan ve sözle ifade edilen kavramlarda değil, bu tür kavramları yaratacak fiili adımlarda, haksızlıkların fiilen giderilmesi çabalarında aranmalıdır. Adaleti kavram değişiklikleri değil, hak kazanımları ikame eder.
Hele hele, kavramları değiştirmeliyiz,“Ermeni ve Türk taraflarının birbirleri hakkında kullandıkları kavramların "ahistorik" yani tarih dışı olduğundan söz ediyorum. Taraflar birbirlerini, bugünkü gerçek kimlikleriyle, bugünün reel olguları olarak değerlendirmiyorlar.” (Taner Akçam, Agos gazetesi, 31 Ocak 2003 “Tarih Dışı Kavramlar” makalesi) derken, bu soykırımın sorumlusu, milletinden aldığı onayı ya da milletinden gasp etmiş olduğu onayı kötüye kullanan Osmanlı devlet ve onun doğal mirasçısı ve bir biçimdeki devamı olan Türkiye Cumhuriyetidir demek yerine, yıllar önce, 1992 de basılan “Türk ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu” s;108’de, “Teşkilatı Mahsusa birlikleri ve Kürtlerden oluşan Hamidiye alayları bu baskınlarda baş rolü oynarlar. İlerinde, Ermenileri kitleler halinde katledecek olan da bu birlikler olacaktır” demek ve bu sisli kanaatle, Osmanlıyı aklayarak, maşası olan herhangi bir etnik topluluğa mensup olanları öne çıkartıp hedef şaşırtıp, gerçekleri örtme çabasını, yıllar sonra bir Ermeni gazetesinde “soykırım sırasında öldürmelerin daha çok Kürtlerin yaşadığı bölgede gündeme gelmesi, konvoylara doğrudan saldırarak Ermenileri öldürenlerin çoğunlukla Kürt sivil halk olması” ( Taner Akçam, Agos gazetesi 07. 08. 2004 “Başka Türkler’de vardı (I)” ) diyerek tekrar etmek, kavram değişikliğinden çok, suçlu değişikliğine yönelmek anlamına gelir. Oysa kavramlar dün de bu günde gerçekleri olduğu gibi tanımlamaktadır. Suçlu devlettir, milletin yetkisini kötüye kullanmıştır, milleti onursuzlaştırmıştır ve millette, yani Türk milleti de, buna karşı, devletten ve cürümlerinden kendini kurtarmaya muktedir evlatlara da sahiptir. Kavram kargaşası ve hokkabazlığı içinde, kendi milletini, katil bir devletin maşası, onaylayıcısı konumuna düşürüp, hesap sormaktan aciz gösteren bu sisli yaklaşımlar gerçekte, Türk milletine yapılacak en büyük haksızlıktır. Yarı aydınların içine düştükleri hatalar da hep bu mantıktan kaynaklanıyor; laf ve kavram kalabalığı ve karmaşası içinde gerçeklerin örtülebileceği sanılır.
Kaldı ki, Ermeni hak talebi, kapı kapı Türk milletinden olanların yakasına yapışmayı öneren bir hak talebi değildir. Millet bir tüzel kişilik değildir, cürümlerden münezzehtir. Cürümü, millet adına yetkilerini kullanan devlet işlemiş olsa da, gerçek budur. Karanlık akıl sisteminin millet saflarında derin izlere sahip olması, genel kabul görmesi (Almanya’da Nazizm, İtalya’da faşizm gibi) bu gerçeği değiştirmez. II. Dünya savaşı sonrası, Alman ve Japon devletlerine ciddi yasaklar gelmesine karşın, ne Alman ne de Japon milletine, gelişim ve barış içinde onurlu bir yaşam sürmesi önünde engel konmamıştır ki, bu sürecin sonunda her iki millette bu gün refahının doruklarını yaşamaktadır. Bu da gösteriyor ki, bu milletler kendi adlarını ve yetkilerini kötüye kullanan devletlerinin suçlu bulunmasından hiçte zarar görmemişleridir, tersine, büyük gelişim ve onurlu konumlarına yoğunluk kazandırmışlardır. Türk milletinin de yapması gereken budur. Bunu yapacak kadar da “damarlarında asil kan” mevcuttur.
Suçlu olan, millet adına aldığı yetkiyi kötüye kullanarak, cürümleri işleyen devlettir. Devletin bu düzeneğini, tarihi devamlılığıyla, ilgisi ve bağlantısıyla kavramayacak olursak, her zulüm vuku bulduğu yerde kalır, ne tarih ne tarihin davası kalır. Bu sisli mantıkların amacı da, son tahlilde bu noktaya varmaktır. Ancak işleri bozan, aynı karanlık akıl devletinin, cürümlerine devam etmesi ve vukuatları tarihte işlenip bitmiş, üstü küllenmiş olarak bırakmamasıdır. Bu yüzden, tarihi olayları iyi katil, kötü katil, iyi maktul kötü maktul denklemleriyle, acemi bir hokkabazlıkla gözümüze baka baka, bilincimize dayatmak, hiçbir çözüme katkısı olmayacaktır.
Hrant’ın ölümünden önce biriken bu türden yazınsal akılları n, yukarıda eleştirmeye çalıştığımız sisli yaklaşımlarıyla, bu acı günde nasıl bir işleve sahip olduğunu gözlemlemek güç olmasa gerek. Bu anlamda,timsah gözyaşlarını daha çok kimlerin döktüğünü görmek zor olmasa gerek. (Geniş bilgi için bkz. Taner Akçam, Agos gazetesi 2003-4 tarihleri arasında yayınlanan “Helen’in hikayesi”, “Başka ‘Türkler’de vardı 1 ve 2”, “Ermeni ve Türk kavramlarının kullanılması”, “Tarih Dışı kavramlar” başlıklı makaleleri ve bu yaklaşıma cevaben kaleme aldığımız “Bir hokkabazın iki Türk/ iki Ermeni denklemi” makale). Oysa gerçekler bunun çok ötelerindedir.
Hrant, derin ve karanlık devletin kurbanlar listesinin halefidir. Seleflerinin vuku bulduğu tarih kesitleri, haleflerinin kimler olacağına da önemli bir veriler sunmaktadır. Hrant’ın seleflerinin birey ve toplum olarak, etnik ve kültürel olarak başına gelenleri anlamadan, haleflerinin başına gelecekleri anlamak mümkün olmayacak, tetikçiler yakalandıkça gevşeyip, karanlıkların içine çekilmekten kurtulamayacağız. Bu oyun bir kara delik oyunudur, ışığı bile soğurur, anaforuna kapılana rahmet tanımaz, atomlarına ayrıştırır. Farklılıklarımızdan istenen de buna düşmektir. Bir hızlandırıcı tünel içinde, farklılıkların çarpıştırılmasıyla elde edilen enerji, onların projelerine su taşımaktadır.
Bilinmeli ki, bu aklın tarihten gelen genetik bir dokusu, davranış yöntemi ve uygulayıcı araçları bulunmaktadır. Bu akıl, bu gün, baskı araçlarıyla, yüz yıllardır Anadolu’da birlikte yaşamaya zorladığı, fiziki olarak tasfiye edip niceliksel olarak yok ettiği, fiziki olarak yok edemediklerini köleleştirdiği tüm etnik yapıları, kendi egemenliği altında, karanlık derinlikleri olan devletiyle yönetme çabasındadır. Buna toplumun tüm aydın, demokrat, devrimci, insan hakları savunucularının ölüm dahil çektiği acıların kaynağında olan aynı karanlık derin devleti eklemek gerekmektedir.
Dünyamızdaki dönüşüm ve değişimi yakalayabilme yetisinde olmayanların, on yıllardır pompalamaya çalıştıkları tutuculuk ve onun kendini ırkçılığa kadar uzanan milliyetçilik ya da onun bir versiyonu olan ulusalcılıkla açığa vuran tepkiler, tarihi boyunca farklılıkları fiziksel olarak tasfiye etme geleneğine sahip akıllara, ruhları, düşünceleri de katletme pervasızlığı kazandırmıştır. Bunun altında büyük bir tarih bilinç boşluğu ya da tersi, verili tarih bilinç altı yatmaktadır. O da, tarihi boyunca göçebe yaşam bilincinden sıyrılamamanın, göçebileceği bir alan kalmadığı bu çağdaş dünyada, üzerinde yaşadıkları topraklarda kendilerinden önce var olan varlıkların farklılıklarını gerçek bir vatan bilinci olmaması nedeniyle içselleştirememeleridir. Bu bir toplumsal travmadır. Sorun bireylerin değil, toplumun tarihsel seyrinde oluşan bilincindedir. Zaman zaman sönmüş gibi görülse de, en ılımlısında, en barışçıl olanında, en demokratın da bile “ayran kabarması”na tanık olunabilir. Bu açıdan, Hrant Dink’in korkakça ve kalleşçe katledilmesi üzerine gösterilecek tepkilerin, bu menfur cinayetin konu mankenleri olan tetikçilere, azmettiricilere ve arkalarında duran güçlerle sınırlı tutulamayacak kadar önem ve derinlik arz ettiğinin bilinmesi gerekmektedir. Bu bizleri derin devletin karanlık akıl sistematiğinin tarihsel tanımlamasına götürmektedir.
Bu akıl, kılıçla istila ettiği toprakları ve üstünde yaşayan yerli etnik toplumları, bu toprakları tarihte yaşama açmış ve kelimenin bilimsel anlamıyla bu toprakları gerçek bir vatana dönüştürmüş olan halkları ve kültürlerini, yeni ve üstün bir uygarlıkla içselleştirme durumunda olamamıştır. Anadolu’da, farklı etnik yapıların, bu gün dahil kendilerini ortak bir üst kimlikle tanımlamamaları, TC. vatandaşı olmalarına karşın, üst kimlik tanımlamasında “Türkiye Vatandaşlığı” kavramını, devletle vatandaş arasındaki ilişkiyi hukuki olarak belirlemekten başka anlamı olmaması dolaysıyla, kültürel, tarihi vb üst kimlik öğelerini kapsamaması ve bir etnik yapının tanımını çağrıştırması nedeniyle, haklı olarak ortak bir üst kimlik tanımlaması olarak kabullenmemeleri, kiminin kendini Kürt, Ermeni, Rum, Arap ya da Alevi, Sünni, Hıristiyan vb olarak tanımlaması bunu gösteriyor (Geniş bilgi için bkz. Mihrac Ural, “Baykal ve üst kimlik” başlıklı makale). 21. Yy da hala kendini ortak bir kimlikte tanımlayamayan bir toplum, egemenliği altında yaşadığı devletle çok ciddi sıkıntıları olduğuna işarettir. Anadolu’ya bin yıllık bir karanlığı çökerten bu zihniyet, insanlık tarihine aydınlık uygarlıklarıyla katkı yapan tüm etnik dokulara karşı, zamana yayılmış bir imha palanı gerçekleştirmiştir. Buna rağmen, evrimin köklü ve dengeli gelişimiyle bir farklı kültür ve uygarlık sistematiğine sahip olan, ayrı varlık oluşturmuş bulunan Anadolu yerli halklarının, tarihte yaşama ilk kez açmakla vatan haline getirdikleri toprakları, uzaktan bir kısrak başı gibi gelip uzanarak gasp edenleri, bin yıllık, “birde gel bana sor” türünden bir ortak yaşam sonunda, bu vatanın ortağı olarak içselleştirmişlerdir. Bu tutum, geçmişte çaresizlikten de olsa, Anadolu’nun yerli halklarının uygarca bir davranışıydı.
Ancak karanlık akıl sistematiği, bu genişliği dahi sindirememiştir. Göçebe toplumun uygarlık kuramayacağı gerçeği karşısında bu toprakların yerli halklarından yerleşimi yani medeniyeti öğrenmiştir, daha da batıya gitme iç güdüsüyle yeni toprak gasp etme girişimleri, Viyana kapıları önünde son bulunca, gerinsin geriye Anadolu’da istikrar bulmaya çalışmıştır. Dili, tarihin gelişmeleri karşısında yetmezliğe düşmüş, yerli halkların dillerinden oluşan bir dile sığınmıştır. Yapılaşma, sanat, kültür konularında, bu topraklara kendinden, beraber getirdiği hiçbir şeyle katkı yapmamıştır. Var olanı bile geliştirmemiştir. Malum milliyetçilerden Taha Akyol, böylesi bir yaşamın Osmanlı için taşıdığı anlamı şöyle dile getirmektedir; “Hiç kargaşalı göçebe ve durgun köylü toplumundan bilim çıkmamıştır.” (Taha Akyol, Bilim ve yanılgı sayfa; 29). Osmanlı sürecinin, Türk toplumu üzerine sinmiş, genetik karanlık akıl sistemlerinin oluşmasına bir zemin oluşturduğu gerçeğini, ünlü ulusalcı yazarlardan İlhan Arsel’in de parmak basmıştır. Arsel, zaman zaman ağır ırkçı-milliyetçi yazılarda kaleme almıştır. Bu yazılarından, özellikle Arap düşmanlığı güttüğü “Arap Milliyetçiliği ve Türkler”, “Şeriat ve Kadın”, “Şeriattan kıssalar” adlı yazım ciltleriyle polemiklerimizi “lhan Arsel’in sanal kavgaları” başlığı taşıyan makalemizde yaptık. Ancak yazar, Osmanlı değerlendirmelerini kendi iç toplumsal sorunlarıyla ilgili irdelemelerinde, dikkate değer belirlemeler yaptığı teslim edilmelidir. Konumuzla ilgili olarak şunları dile getirmiştir; “Bin yıl boyunca çektiklerimiz hep bu ilkelliklerdendir... Din adına Cihad’a başvurmakla, hemen her on beş yirmi yılda bir savaşlara çıkmakla ya da Akdeniz’i ‘Türk gölü’ haline sokmakla ya da Viyana kapılarına dayanmakla ve dört kıtaya egemen olduğumuzu sanmakla ve kaba gücü ve imancılığı tek başarı yolu saymakla kendi kendimizi aldatmış ve daha doğrusu bizleri bu yalanlarla oyalayan aydın ucubelerine kanmış ve işte nihayet bu gün yer yüzünün geri ülkeleri arasında yer almışızdır.” (İlhan Arsel, Aydın ve ‘Aydın’. S:84). Evet, Karanlık aklın selefleri “Kaba gücü...tek başarı yolu saymakla kendi kendimizi aldatmış”, bu günde aynı yolu tek başarı yolu olarak sürdürmekte olan haleflerin olduğuna görmekteyiz. Bu yaklaşımı bir başka aydın-bilim adamı ulusalcı yazar, kronoloji içinde şöyle sıralar;“ Geçmiş bin yılda doğu’dan geldik, Batı’ya doğru yol aldık. Geçmiş bin yıla Şaman olarak başladık. Moğollarla ve Çinlilerle karışık Oğuz boyları olarak Orta Asya’dan yola çıktık. İslam diniyle tanıştık. Bizans’ın yerine geçerek, başta Rumlar olmak üzere, tüm Arap, acem, Kafkas, Anadolu ve Balkan halklarıyla Karıştık. Osmanlılar olarak Üç semavi dinin, Museviliğin, Hıristiyanlığın, İslam’ın, tüm mezhepleri ve tarikatlarıyla ile ilişkiye girdik, kimini benimsedik geliştirdik, kimine üvey evlat kimine düşman muamelesi yaptık. Kılıçlarımızla Avrupa’nın ortasına ulaştık... Kendi oluşturduğumuz gelişmelerin kurbanı olduk, toprak ağalığına bağlı dinsel bir tarım imparatorluğunu, endüstriyel bir ulus-devlete dönüştüremedik, zayıfladık, yenildik, işgal edildik, siyasal haritadan silindik.” (Emre Kongar, Küresel terör ve Türkiye s: 153-154). Bin yıl gibi halkların yaşamında çok uzun olmayan bir süreçte, yaşamını göçebe talancı fütuhatçılığına endekslemenin sonucu, bu ölçüde karmaşık, değişken istikrarsız kültürel, madeni ve ulusal kimlik arbedesi içinde olan bir toplumun yaşadığı travmalar, başlarına şiddetten başka bir şey bilmeyen karanlık akıl egemenlerini musallat etmesi ya da üretmesi kaçınılmaz gibi görülüyor.
Buna, değerli araştırmacı tarih yazarlığıyla, gösterdiği sağlam siyasal-yazınsal duruşlarıyla, önemli bir aydın yazar olarak parlayan Ayşe Hür’ün, Hrant dink’in katliyle ilgili mail iletişimimizde dile getirdiği “son yılların işi değil bu, Osmanlı’dan miras bize. Çetecilik, darbecilik genlerimize işlemiş” tespiti, bu karanlık aklı sistematiğinin belirlenmesine önemli bir gönderme olarak görülmelidir.
Bu süreci Osmanlı ardından, Cumhuriyeti kuran Atatürk ise, özetle şu sözlerle tespit etmiştir, “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir.” (Atatürk’ün, 7 Şubat 1923 Balıkesir Zağnospaşa camiinde verdiği ilk ve son hutbesinden, aktaran Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)
Bizlerin buna ekleyecek hiçbir şeyi yoktur.
Tarihi seyrinde, bu karanlık aklın gazabından Türk etnik toplumunun çektiği acıları burada atlamadan, teslim etmemiz gerek. Osmanlı karanlık aklı Türk’ü “en aşağılık yaratık”, “bila idrak”, “kara kemikli” vb çirkin kavramlarla tanımlar. Saltanat ve ilgili makamları hiçbir yerde kendilerini Türk olarak tanımlamaz. Aidiyetleri yok gibidir. Devşirme sisteminin etkisiyle de, bu karanlıklar aklı ve düzenekleri egemen erkin bekası için Türkler dahil her kese karşı bir kıyım aracı olarak işlemiştir. Beyliklere karşı yürütülen egemenlik savaşları, kıran kırana bir savaş olarak, Türk beyliklerine karşı, değer beyliklerden daha çok kanlı bir biçimde sürmüştür. Ulus bilinci bir yana, etnik bilinç diye bir belirtinden söz etmek mümkün değildir. Bunu Osmanlının karanlık akıl düzenekleri için, çok olumlu gösteren, Farklılıklar arasında ayrımcılık yapmamış bir imparatorluk gibi lanse etmeye çalışanlar bile çıkmıştır; Bu yaklaşım, tabi ki, % 99 ‘u Hıristiyan olan Anadolu’nun, %99’u Müslüman oluşunu açık, özgür, karşılıklı tartışarak ve ikna temelinde gerçekleştiği vehmi içinde olması normal gelebilir. Ya da bin yıl önce %99’u farklı etnik toplumlardan oluşan Anadolu’nun, bu gün Türkiye Cumhuriyeti olarak egemen etnik toplumunun “anayurdu” haline gelişini, özgür alım satım, Farklı olanların gönüllü göçleriyle, demografik “değişime” uğradığına inandığı söylenebilir. Evet bu karanlık akılın kimseye rahmeti yoktu, kendi etnik toplumuna bile sürüden öteye gitmeyen bir gözle bakıyor ve istila ettiği topraklar için, aidiyetini kabul etmediği sayısal bir topluk olarak bakıyordu. Cumhuriyet kuruluşunda bile Türk toplumunun modern bir ulus olmanın evrim ve birikimlerini tamamlamamış olması, cumhuriyet döneminin bu süreç için bir başlangıç olmasının anlamı da budur. Oysa bu süreç, Avrupa ulusları için yüzyıllar önce tamamlanmıştır. Karanlık aklın tarih içindeki bu serüveni ve mutasyonları, gelecek kuşakları için, genetik bir miras olarak tecelli edecekti. Günümüzün önemli sorunları da buradan geliyor.
Cumhuriyeti, yeni bir yaşam planıyla kurmak isteyenlerin, kendilerini bu karanlık aklın genlerinden kurtaramamalarını da, burada görmek gerek. Yeni devlet Cumhuriyet ve kurucuları, geçmişin derin izlerini üzerlerinde taşıdıklarını göstermede geç kalmadılar. Bu konuda, Emre Kongar’ın tespiti dikkat çekicidir; “Türkiye Cumhuriyeti, altı yüz yıllık Osmanlı İmparatorluğunun bir ürünü olarak düşünülebilir. Atatürk tarafından eski düzene karşı bir tepki olarak kurulan Cumhuriyet, yaklaşık yüz yıl sonra bile, imparatorluğun kimi niteliklerini yapısında taşımaktadır” (Emre Kongar, 21. Yüz yılda Türkiye, sayfa; 49). Nitekim gelişmeler bu tespitleri doğrular nitelikte oldu. Hasta adam bir nebze sağlık belirtisi gösterdikçe, ya yeni toprak gasplarına ya da tehcir, tenkil, toplu katliama baş vurmaktan hiç çekinmedi. Lozan anlaşması, kurulan Cumhuriyetin kıblesi olarak görülür. Bu anlaşmanın hükümleri dahi uygulanmazken, Cumhuriyette selefi Osmanlı gibi, etnik yapıları toplu katliamlarla yok etme politikası, sürgünlerle, mal, mülk ve yerleşim sorunlarıyla peşlerini bırakmaz.
1915 Ermeni soykırımı, 20.yy’ın ilk soy kırımı olarak tarihe geçerken, Osmanlı karanlık aklının kaygı ve korkularla oluşmuş Anadolu’daki yerleşimi, denetim altına almak için ve denetim altına alamayacağı her alandan intikam için “yanmış topraklar” siyaseti gütmüştür. Yıllar sonra II. Dünya savaşı sırasında Nazi Almanya’sının özellikle baş vuracağı bir siyaset olan bu yanık toprak siyaseti, düşman eline geçme ihtimali olan topraklardaki her şeyi, canlılar başta olmak üzere, yakıp yıkmak olarak belirlenmiştir. Bu tür siyasetlerin saikları, hükümranlık altına alınmış toprakların, gerçek bir vatan olmaması, üstünde yaşayan halkın ise hükümran etnik toplumdan farklı olması ve o toprağın yerlisi olmasından duyulan kaygı ve korkudur. Bu korku Osmanlıyı fethettiği her karış toprakta bir kader gibi takip etmiştir. Cumhuriyette bundan kurtulamamıştır. Bu durum toplumda ciddi bir psişik konum kapsar. Hırsız psikolojisidir bu. Misafir olduğu evde, bir şeyleri çalmış olarak oturmaya, yaşamaya devam etme halidir; her an çaldığı şey tekrar alınabilir evden kovulabilir, ev sahibi kendini bu hırsızdan özgürleştirebilir duygusu içinde olma halidir bu. Bu durum toplumların yaşamında, gaspçının adil olmaması, paylaşımı, hakkı ve hukuku tanımaması koşulunda çok vahim depresyonlara da yol açar; herkesi ve her şeyi düşman görmek ve buna göre davranmak. “Türkün, Türk’ten başka dostu yoktur” söylemi, burada anlamını bulur.
20.yy’ın Osmanlı üzerinde gösterdiği bu türden etkileri, ardı arkası kesilmeden geçmişte gasp edilen toprakların, birer birer yerli halkları tarafından kurtarılıp özgürlüğe kavuşması, 5000 000 km karelik bir imparatorluktan, birkaç yüz bin km karelik alana sıkışılmaya başlanmasının yıkıcı etkileri, işlenmiş tarihi haksızlıkların bir sonucu olarak içselleştirilip, hatalardan arınmak yerine, geride elde kalanlarda daha adil ve özgürlükçü yaşamak yerine, suçlunun kendini saldırarak koruması konuma düşülmüştür. Her geri adım, geride kalan her şeyi yanık topraklar haline getirmeye yöneltmiştir. I. Savaş sonunda, Osmanlının yıkılıp dağılması ve yöneticilerinin utanç verici tarzda toplumlarını terk ederek kaçışları, yani yanık topraklar siyasetini kendi etnik toplumlarına reva görecek tarzda icra etmeleri, gerçekte başlangıcı ve sonu bir olan bir tarihi trajediyi anlatmaktadır. Anadolu topraklarının hiçbir yerli toplumu, tarihte ilk kez yaşam için açarak vatana dönüştürdükleri topraklara, Osmanlılar gibi bakmamıştır. Korkular ve kaçışlar üzerine kurulmuş tarihsel sürecin, rahmetsiz bir pervasızlıkla, zayıf gördüklerini tasfiye etmesi ve güçlü gördükleri karşısında rezil bir tarzda onursuzlaşması, 20.yy’da Osmanlı, ayrıntılarıyla tanımlar. Ermeni soykırımı, bu haksız ve şaşkın yönelimde karanlık aklın ürünü olarak görmek gerek. Burada Türk milletini ısrarla tenzih etmeliyiz. Büyük acılar çekerek, sultanlarının gaspları “arkasından serserilik” etmeye zorlanarak, sür git dayatılan göçebelikten ne kendine ne de başkasına yararlı-kararlı bir medenileşme üretmeden ve sonunda yöneticilerinin maceralarının kefareti olarak, emperyalistlerin tahakkümü altında yüz üstü kalarak, Anadolu yerlileri kadar zulüm görmüşlerdir.
Bu tarih içinde, aynı etnik toplumun farklı boy ve aşiretlerinin kıran kırana süren savaşları, saltanat makamı dışında kalan herkesin tehlike sayılıp tasfiyesinin, kardeş kıyımına kadar uzanan bir meşruiyet kazandırılması (Fatih Yasası) sonucu, göçebelik ve başka milletlerin toprak ve zenginliklerini gasp peşinde koşma, yüz yıllar boyu bir başkent sahibi olmama, kendi etnik dilini devlet dili olarak görmeyip küçümseme, istila ettiği hiçbir toprakta yerleşme gibi millet kaderini ilgilendiren bir stratejiye sahip bulunmama vb. nedenler sonucu millet olma bilinci öylesine köreltilip, kirletilerek ve sindirilmiş ki, Cumhuriyet dönemi bile uluslaşma sürecine sıfırdan başlama durumunda kalmış ve bu açıdan tarihin treninin kaçırıldığına tanık olunmuştur. Ünlü Türkçü Ziya Gökalp bu gerçeği, “ Osmanlı efendileri, Türkleri başka milletlere temessül etmelerine çalışıyorlardı. Tabi Osmanlı efendilerin bu uğursuz siyaseti, Türk milleti için çok büyük zararlara sebep oldu. Zira bu hareket yalnız başka milletlerin Türklüğe temessülüne manı olmakla kalmadı. Bir çok Türk ailelerin hatta aşiretlerin, başka milliyetlere temessül etmesine de bais oldu.” diyerek dile getirir. ( Ziya Gökalp Makaleler IX. S:34)
Tarihi bu günün gözüyle, kavram ve deyimleriyle yazıp okuyanların büyük palavrası olan Osmanlının Türk milletini temsil ettiği iddiasının bilimsel hiçbir temeli yoktur. O kesitte Osmanlının böylesi bir hedefi olmadığı gibi bireyler bazında dahi, Türk milletine ait bir değer belirleme bilinci ve kanaati olan kimse yoktur. Selçuklulardan, Osmanlılara, saltanat kendini “Salatin-i el Rum, Salatin-i Ardı Rum, Rumeli sultanları” olarak kendilerini tanımlar Türk olarak tanımlamaktan utanç duyarlardı; Rum sultanları, Türk tanımlamasından 19. sonlarına kadar ısrarla kaçınmışlardır. Bunu İstila ettikleri topraklarda yaşayan farklı etnik yapıları göz önüne alarak yaptıklarını iddia etmek ise komiktir. Kaldı ki, öyle olsa da, bu Türk aidiyetinden bir kaçışı ifade eder, diğer halde ise, böylesi bir bilincin hiçbir zaman taşınmadığına bir veridir. Türk milletinin, tarihiyle yüzleşmede cesur olmasını kolaylaştıracak unsurlardan biri de budur, Yöneticilerinin karanlık emellerinin ve düzeneklerinin vebalinden kurtulup, uluslar ortamında onurluca yer almasını kolaylaştıracaktır. Atatürk’ün, Cumhuriyeti kurma planı ve başlangıç adımları bu cesarete denk düşer.
Bu gerçeklerinden bakınca, 20.yy’ın verileriyle geçmiş tarihi okumak, Türk ulusunu, Osmanlı karanlık akıl düzeneklerinin bir maşası olarak ilan etmek gibi çirkin ve haksız bir yaklaşım olur. Türk etnik toplumunun millet olma bilinci, gerçekte, ciddi ilk adımlarını 20.yy’da atmıştır, bunun 100 yıl değil 50 yıl öncesi hiç yoktur; Osmanlı okullarında uygulanması hiç önemsenmeyen II. Adulhamit’in 1894 tarihindeki, okullarda Türkçe okutma emri, ulusal bilinçle ilgili geç kalınmışlığın bir verisi olarak görülmelidir.
Atatürk’ün “ulusal egemenlik” vurgusunun mesajı da, tas tamam burada yatar. Bunu “Osmanoğulları, zorla Türk Ulusunun egemenliğine el koymuşlardır. Bu yolsuzluklarını altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini eline almış bulunmaktadır.” (Nutuk.II, s:475) diyerek açıkça ifade etmiştir.
Türk milli bilincinin entelektüel bir çevre düşüncesi olmaktan bir millet düşüncesi haline gelmesiyle ilgili olarak da, Ziya Gökalp’ın “ Türkçülerin ortaya attığı ‘Türkçülük’ fikri gençliğe munhasır zümrevi bir tere’iyi umum Türk milletine teşkil ederek onu bir mefkure haline getiren, Trablusgarp, Balkan harpleri ile Cihan harbindeki felaketler olmakla beraber, bu mefkureye resmiyet veren ve onu fiilen tatbik eden Mustafa Kemal hazretleridir” belirlemesi bu gerçeğe bir işarettir. ( Ziya Gökalp Makaleler IX. S:30)
Cumhuriyet tüm çabasına ve zorlamalarına rağmen ( Anadolu medeniyetler tarihinin yeniden yazılıp yorumlanması, Güneş dil teorisi vb. zorlamalar), Anadolu etnik dokusuna ortak bir üst kimlik kazandırma durumunda olamamıştır. Anadolu’nun, tarihten bu güne gelebilen tüm etnik toplulukları, kendilerine dayatılan ortak bir üst kimlikte altında kendilerini ifade etmeyi kabullenmemişlerdir. Bu gün hala Kürt, Ermeni, Arap vb. sorunlarından bahsediliyorsa, bunun başka bir anlamı yoktur.
Bu süreçlerin derin etkisi altında şekillenen toplum psikolojisi, derin devletin de karanlık akıl sisteminin de mayası olmuştur. Ermenilerin soy kırımına maruz kalmasında, bu acımasız süreç ve bunun ürünü akıllar rol oynamıştır. Bu eğilimleri, Ermeni tehciri ve soy kırımına yol açan mantığın ana dokularında da yakalamak güç değildir.
19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915). Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir. Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.
Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür. Bu bir soy kırımıdır. Bunu öncelikle egemen ulus aydınlarının, tarihçilerinin ilan etmesi ve halkın kabulüne ikamesi için tüm imkanların (eğitimden, basına, okuldan, resmi kurumlara kadar her alan ve imkanla bu karanlık geçmişin üstesinden gelebilmek için) seferber edilmesi gerekmektedir. Oysa tam tersi yapılmıştır. Cumhuriyet, bu inanılmaz yıkım ve kıyımın devamını zamana yayılmış üsluplarla da olsa sürdürmüştür.
Ayşe Hür, Radikal 2, 15 Ekim 2006 tarihli, “Akıl Tutulması, Vicdan Tutulması” başlıklı makalesinde bu süreci, tarihle cesurca yüzleşerek, şöyle dile getirmektedir; “1915-16 tehcirinde, evlerini, topraklarını ve maddi birikimlerini birkaç gün içinde terk etmeye zorlanmış ve çoğu yollarda ölmüş, öldürülmüş yüz binlerin geride bıraktığı evler, tarlalar, hayvan sürüleri, depolanmış tahıllar, ticaret malları, kişisel eşyalar, değerli taşlar ve kağıtlar herhalde buhar olup uçmadı, muhtemelen birilerinin zenginliğine zenginlik kattı. Ama gariptir, bu mektup trafiği kamuoyunda hiç yankı uyandırmadı. Belki de hiç garip değil, kim ailesinin ya da ülkesinin gayri meşru ya da helal olmayan yollardan servet sahibi olduğunu bilmek ister.
“Ermenilerin parası Bu servetin miktarı konusundaki tevatür değişik. 1918'de sabık Britanya Başbakanı Sir James Baldwin ve yardımcısı Herbert Asquith yeni Başbakan Ramsey McDonald'a Ermenilere niye maddi yardım yapılması gerektiğini anlatan raporlarında şöyle diyorlardı: "Toplam beş milyon Türk poundu (yaklaşık 33 ton altına eşdeğer) Türk hükümeti tarafından 1916'da Berlin'deki Reichs Bank'a yatırıldı. Bunun büyük bir miktarı Ermenilerin parasıdır". 1925'te aynı konuyu görüşen ABD Senatosu ise miktarı 40 milyon dolar olarak tahmin etti. Ermeni araştırmacı Dikran Kuyumcuyan'ın hesaplarına göre Ermenilerin terk ettikleri servet o günün parası ile toplam 14,5 milyar franka, bugünün parasıyla 100 milyar dolara eşdeğerdi. (Kuyumcuyan hesaplamalarını kırsalda yaşayan aile başına 17 bin frank, şehirde yaşayanlar için 36 bin frank'tan yapmış.)
“24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşması da sadece vatandaşlığını koruyan azınlıkların mülkiyet haklarını korumayı taahhüt ediyordu. (Bu anlaşmanın ilgili maddelerinin yıllardır nasıl ihlal edildiğini gayet iyi biliyoruz.) Türkiye, Lozan'dan galip çıkmanın güveniyle Eylül 1923'de Kilikya (Adana havalisi) ve Doğu Anadolu'dan savaş sırasında göç eden Ermenilerin geri dönüşünü yasaklayan bir yasa çıkardı. Ağustos 1926'da, Lozan'ın yürürlüğe girdiği 19 Ağustos 1924'ten önce edinilmiş tüm malları müsadere etme hakkına sahip olduğunu, Mayıs 1927'de ise Temmuz 1923 ile Mayıs 1927 tarihleri arasında ülke dışında olanların Türk vatandaşlığından çıkarılacağını ilan etti. Esas hedefin Ermeniler (ve Rumlar) olduğu açıktı. Durumu Cemiyet-i Akvam'da protesto eden Ermeniler hiçbir sonuca ulaşamadılar.
“Hem sosyokültürel açıdan hem ekonomik açıdan zayıf olan diaspora Ermenileri ise göç ettikleri yeni ülkelere uyum sağlamakla meşguldüler. Türkiye bu ortamdan istifade ile bakiyeyi yok etmeye devam etti. Ortaçağ Ermeni Krallığının başkenti Ani'nin kalıntıları başta olmak üzere tarihi eserler yıkıldı ya da yıkılmaya terk edildi. Bazıları camiye veya başka yapılara çevrildi. 1950'lerde, ilk adımı İTF tarafından 5 Ocak 1916'da başlatılan işe devam edilerek, binlerce köy, kasaba ve yöre ismi Türkçeleştirilirken son Ermeni izleri de silindi. Son yıllara kadar Ermeni binalarının onarımı hükümet iznine bağlı idi, yeni bina yapımı ya da genişletme çalışmalarına ise izin verilmedi. (Yıllardan sonra atılan nadir olumlu adımlar, Bitlis ve Van Akdamar Adasındaki tarihi kiliselerin onarımı. Bunlardan dolayı Kültür Bakanlığı'nı yürekten kutlamak lazım.) Bu tabloya bakınca, Ermeni diasporasındaki yaygın Türk düşmanlığının sadece tarihi ele alış biçimimizden değil, aynı zamanda Ermeni kültürel varlıklarına karşı bugünkü tutumumuzdan da kaynaklandığını söyleyenlere itiraz etmek kolay olmuyor. Nitekim diasporaya göre ‘soykırım hâlâ devam ediyor.’ ”
Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
Bundan da anlaşılmalı ki, “Zamanın nesiller üzerindeki verasetini bir nesil içinde değiştirmek mümkün değildir” ( Eski Maarif Vekili Hikmet Baydur’dan aktaran, Cemal kutay Türkçe İbadet. s:177).
Ermenilerin başına gelenler faslında, Osmanlıdan Cumhuriyete, fiziki olarak yok edilen Ermenileri ruhen ve düşünsel alanda yok etmek için peşlerine takılıp iz sürülmesiyle bu gerçek daha açık hale gelir. Hrant Dink’in katliyle belirginleşen, tek kişide olsa uç veren her farklının budanacağı gösterilir.
Şaka gibi, olaylara zorlamayla farklı anlamlar yüklemek gibi gelebilir. Ancak tarafsız bir gözle dönüp baktığımızda, Hrant gibi biri, daha önce, öne çıkmış olsaydı aynıyla katledileceğini görecektik. Bu gerçeği, tarihe cesaretle bakarak onunla yüzleşme eğilimini demokrat-devrimci, solcu hiç kimse, bu karanlık akıl sistematiğinin torunlarından hiç kimse göstermez. Sıranın kendilerine gelmeyeceğini sananlar bulardır ve tarihteki konumları ve tutumları da buralarda belirginleşmiştir.
Kürtler ve Araplara gelince, iki büyük lokma (Nüfusun % 25’indan fazla), fiziki olarak yok edilemezler ancak köleleştirilebilirler. Ortak din bunun çimentosu olur. Öyle de yapıldı, Lozan’da, etnik yapılar tasnifi Müslim, gayri Müslim ayrımıyla yapıldı. Müslüman olanlar tek millet sayıldı. Tek bayrak, tek millet, tek dil bunun ardından tufan gibi gelip bindi. Ancak bu milletler, gelen tufandan çok daha eskilere dayalı köklü ve medeni yapı taşlarıyla dillerini, etnik yapılarını korudular. Zaten gelen tufanın bu bapta gücü yoktu, hayal peşinde yel değirmenleriyle savaşıyordu. Ancak karanlık ve derin bir devlet hükümranlığı, bu toprakların halklarını üzerinde kılıç zoruyla egemen kılınmıştı. Kürt toprakları, artık kendi etnik dokusunun özgürlüğü olmadan, hak ve hukuku bulunmadan ilhak edilmişti. Buruda başlayan ortak yaşam hikayesi, kürdün, tarihe yayılmış bitip tükenmeyen işkence, kıyım, yıkım, tenkil, sürgün, faili meçhul, toplu kıyım ve son çeyrek asırda resmen tasfiye edilen 30 000 insanın katlinden oluşan yaşamın dayanılmaz ağırlığıyla sürmeye devam edecekti. Yok sayılan Kürtler, “bir realite olarak var” (Süleyman Demirel) oldukları, her ne demekse, ilan edilmelerine rağmen, sonsuz engellerle, siyasal yaşamın bir parçası olmaları, kader haline getirilmiştir. Kürt realitesini hatırlamalarına etken olan siyasal Kürt gücünün barış çağrılarına ise, yeni ölüm operasyonlarıyla cevap verme geleneği kesilmeden devam edecekti. Köleliğin bu türünü bilmeyenlere, söylenecek tek şey, Kürtler gibi, bir haftalığına ana dillerinizin yasak olduğunu düşünerek yaşamayı deneyin, zulmü daha iyi kavrama şansı elde edeceksiniz; sürgünleri, tenkil ve faili meçhulleri yaşamayın, onları yaşarsanız, tecrübenizden yararlanma olanağımız kalmaz.
Son on yıllarda ise, Kürtlerin başına gelenleri belirtmeye bile gerek yok. Baskı ve hak gasplarının devamı, bir milletin tüm dinamikleriyle yok sayılması, doğal olarak o etnik yapının hak talebini dile getirecek dinamikleri harekete geçirecekti; bu dinamiklere terör, kökü dışarıda demek ise komedidir, boşa çabadır; devletin tüm imkanlarının imha amacıyla kullanılmasına rağmen, “29 Kürt isyanı bastırıldı” denilmesine rağmen, Kürt halkının hak arayışının sona ermemesinin başka bir izahı olamaz.
Hala sınır ötesi operasyon diye, en ırkçısından, en ulusalcısına, en sağından, sosyal demokratına kadar ayranı kabarmışların, gözü dönmüşlerin ülkesi haline gelmenin kefaretini, farklılıkların, azınlıkların ödemesi bir kader olarak alınlarına yazmaktalar. Kürdü katletmek için, nerede olursa olsan, bize de etki yapar, bizim kürdün de gözünü açar ilkelliğiyle sınır ötesi hayaller ve maceralar örerek, kışkırtılan ve pompalanan ırkçı-ulusalcı tepkilerin, içte, kendine ortak bir üst kimlik dahi bulamamış ülkede farklı ilan edilenleri kırmaya, kıymaya kadar yöneleceği açıktır. İstedikleri de budur. Bu karanlık derin devletin düzeneklerinden biri de buna dayalıdır. Bunu sergüzeştliği, “aydın” geçinen ulusalcı yazarlardan, Hürriyet genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün yapması kadar, buna cevaben, müdahaleci bir Emekli Org. eskisi Çetin Doğan’ın “Mehmetçiğin kanını Geliçya’da, Yemen’de akıttık. Niçin akıttığımızı hala soruyoruz.” Diyerek, Kuzey Irak Kürt bölgesine sınır ötesi operasyona karşı durup, kışkırtıcı basını “Mütareke basını” diye suçlamasının ilginçliği dikkat çekicidir. Bu denklemden, yaşamın fiili içinde olanların gerçeği kavrayışıyla, ulusalcı ideolojik girdaplarda kendini kaybetmiş, aydın olduğu iddiasında olanların, hayalci, maceraperest sığlıklarının traji-komik durumlarını çıkarmak yanlış olmayacaktır. Bu da, üstünde durduğumuz kışkırtmaların nerelerden beslendiğine önemli bir veri olarak görülmelidir.
Araplar bu çileleri, acılarını içselleştirerek çektiler. Şehirli, medeni bir halk olan Araplar, özellikle Kilikya’da, Mersin ve Adana’da ana dilleri, dini inançları, ağır ve ahlaksız tecavüzlere maruz kaldı. Cumhuriyetin emekleme devrinde İskan ve Sıhhiye (sağlık) bakanı ve daha önce Maarif (eğitim) bakanlığı koltuğunda oturan Dr. Rıza Nur, hayatının en tehlikeli dönemlerini Mısır’da, Arap ellerinde saklanarak ve Arap topraklarında Arap ekmeği yiyerek, doktorluk mesleğini Arap ellerinde icra edip yaşamını sürdürme şansı bularak ikame eden birisi olmasına nağmen, aynı karanlık akıl sistematiğinin bir temsilcisi olarak Araplara karşı yaptığı marifetleri bakın nasıl dile getiriyor, “ İşe başladım: ilk iş olarak Sıhhiye Vekaletinde ne kadar Arnavut, Arap, Yahudi, ilh... Bu makule doktorlar varsa onları azlettim. Zaten Maarif Vekaletinde de böyle yapmıştım.” Aynı zat, “Hilmi adında bir doktor Suriye’den Adana’ya gelmiş. Hizmet istiyor... Bu Hilmi’yi tanırım. Şamlıdır. Askeri Tıbbiyede bir sınıfta idik...” diyor, yani aynı vatanın insanları olduğunu belirtiyor ve ekliyor, “Adana valisine şu emri verdim ve kendisine de aynen tebliğ edin dedim: ‘Türk vatanının ekmeği, Türk evlatlarına mahsustur. Araplar kendi yerlerinin ekmeğini yesin. Hilmi gibi Arap şarlatanlarına hele bir lokma yoktur. O keşifleriyle Arapları ihya etsin. Hemen kolundan tutup hudut haricine atınız’ Dediğim gibi yaptılar. Onu da hudut haricine attılar.
İskan ve Sıhhiye Vekaletine ait Adana Şehrinin etrafında Nasiriler var (Arap Alevileri. bn.). Hala Arapça konuşurlar. Valiye bunları ‘Kaldır başka yerlere serperek iskan et’ dedim” (Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım c:3. s:228)
Bu karanlık akıl, o gün bu gündür hiçbir fırsatı kaçırmadan azınlık saydıklarına ve kendi topraklarında çoğunluk olan etnik dokulara karşı, aman vermeden kıyım ve yıkım sürdürmüştür. Hatay’ın ilhakı ise, bu sürecin bir halkası olarak, Osmanlı akıl karanlığının toprak ilhakıyla ilgili genetik uzantısının temsil etmiştir. Bu ilhak, hasta adamın biraz iyileşince neler yapacağına önemli bir göstergedir. Tüm uluslararası hukuk ve temayüller ayaklar altına alınarak, Arap halkının, yapılan iki seçimde de (14-15 Kasım 1936 ve 15 Nisan 1938) açıkça ve ezici bir çoğunlukla ilan ettiği Araplığı, 4 Temmuz 1938’de, bir albayın at sırtında ordularının botlarıyla tepelenip çiğnenerek, yok sayılarak, ilhak gerçekleşmiştir. Arap halkı on binlerin katıldığı bir çok miting ve gösteriyle bu gelişmeleri protesto etmiş, şehitler vermiş ancak, gaspçı zihniyet o dönemin güçler dengesi ve II. dünya savaşı kombinezonları içinde, bu tepkileri ayaklar altına almaktan çekinmemiştir. Uluslar arası anlaşmalar kapsamında hala yeri olmayan bu ilhakın yarası, Arap halkının dili, kültürü ve aidiyetinin, acımasızca köleleştirilmesiyle sonuçlanmıştır (Geniş bilgi için bkz. Mihrac Ural, “7. Ordu ve Hatay davası”).
Acılar hala devam ediyor, Milli Güvenlik Konseyinin, mülk değişimleri, sermaye birikimleri ve yerleşimlere ilişkin ağır takibatları, kültürel etkinlik yasaklamaları ve demografik değişimler için Afgan, Kafkas göçmenlerinin Saddam yöntemiyle yerleştirilmeleri, tüm hızıyla sürmektedir. Araplar, takip altında. Siyasal hakları, özgürlükleri ulusal kimlikleriyle var olma özgürlükleri yasaklı olarak, kendine ait olmayan bir üst kimliğin hükümranlığı altında yaşamaya mahkum durumdadır.
Tarihleriyle cesaretle yüzleşmeyi burada da yerine getiremeyenler, sıranın kendilerine gelmeyeceğini sananlar oldu. Dün Kürtler nasıl yok sayıldılarsa, bu gün Araplar hala yok sayılmaktadırlar. “Ayrı varlık” olarak tanımlanan Hatay davasının, tüm siyasi liderleri sürgüne uğradı. Binlerce sürgün içinde bu güne kadar topraklarına dönme hakkı kazanan olmadı. Osmanlı hanedanlığının, etnik tüm aidiyetini kaybetmiş ne olduğu belirsiz unsurları, debdebeli bir karşılamayla, TV dizilerinin ağdalı ve iç burkan sunumlarıyla, ülkelerine dönmesine rağmen (ki, her insanın kendi vatanına dönme hakkı, en doğal ve en insanca bir hak olarak yanında olmamız kaydıyla), Hatay Arap halkının siyasi liderleri, Uruba Hareketinin tüm kadro ve militanları, toprakları dışında ölüme mahkum edildi.
Uruba Hareketi, demokratik bir Arap özgürlük hareketiydi. Liva İskenderun ( Hatay ilinin gerçek adı), Arap halkının, Arap alemi içinde saygın ve geniş yeri olan Zeki El Arsuzi önderliğinde kurduğu bir özgürlük hareketidir. Fransızların meşru olmayan, uluslar arası ve mandaterlik anlaşmasına aykırı olarak, II. Dünya Savaşı arifesinde oluşan güçler dengesinin bir oyunu olarak anavatanından koparılmaya karşı yükselen bir halk hareketidir. Liva İskenderu’nun, okyanustan halice (Fas’tan, Arap-Fars körfezi’ne) kadar uzanan Arap ulusal bütünlüğünden koparılarak ilhak edilmesine karşı mücadele eden, demokratik bir kitle bir hareketiydi. O günün koşullarında yüksek eğitimleriyle, yayımları ve gazeteleriyle (Urubu gazetesi, Liva dergisi, Ahd-i Cedid gazetesi vb.) güçlü bir halk hareketi olarak, onlarca protesto mitingi organize eden ve on binlerin katıldığı gösterilerle ilhaka karşı tepkisini halk kitlelerine dayanarak gösterebilen, 20. Yy, böylesine küçük bir ilinde görülmüş en geniş kapsamlı özgürlük hareketi olarak tarihteki yerini almıştır.
Bu hareketin önderi, Arap aleminin en önemli siyaset ve bilim adamları olarak tarihteki yerleri almıştır; Zeki El Arsuzi, halen Arap aleminin emperyalizme karşı direnen, orta-doğudaki oyunlarını bozma mücadelesinde kararlıca yürüyen Suriye Sosyalist Arap Baas partisinin kurcusu, felsefe ve siyaset bilimcisi. Doğduğu toprakları bir daha görmeden, Şam’da vefat etti. Muhammed Ali El Zerka, Arap aleminin önemli coğrafyacılarından, edebiyatçı, Şair, hukuk adamı ve siyaset bilimcisidir, onlarca kitabın yazarı mücadele adamıdır. Mısır’da vefat etti. Bu satırların yazarı, Üstad Muhammed Ali El Zerka’nın, yaşayan diğer Uruba liderleriyle olduğu gibi yakın dostluğunu kazanma şansı yakalamış, bilim ve siyaset derinliklerinden yararlanma fırsatına nail olmuştur. Bu büyük beyinin, vatanı dışında ölüme mahkum edilmesinin acıları hala diridir. Arap aleminin yaşayan en büyük şairi Süleyman El İsa, aldığı ödüller kadar, Şiire yaptığı katkılarıyla, divanları ve tiyatro eserleriyle de bir dua yen olarak, özlemle üzerine onlarca şiir ve tiyatro yazdığı şehrinden uzakta yaşamaya mahkum olmuştur. Büyük hukuk adamı, Arap aleminin ve dünyanın sayılı hukuk profesörlerinden, Halep hukuk fakültesi eski dekanı, hukuk kitaplarıyla kuşakları eğiten bilim adamı Kemal Ğali, Suriye Anayasa mahkemesi eski başkanı İbrahim Fevzi, Suriye eski Sağlık bakanı Vehib El Ganim, Suriye Parlamentosu Başkanı Ethem Mustafa, Arap Birlik Partisi başkanı, Suriye Vatan Cephesi başkan yardımcısı olarak görevini halen sürdürmekte olan Faiz İsmail ve buna eklenecek onlarca isim ve tüm özellikleriyle onlardan hiçte geri kalmayan ikinci kuşakları sürgün edilmiş, geldiği toprakların hasretiyle ölmüş ya da ölümü beklemektedirler.
İkinci kuşak olan bu satırların yazarı ve dava arkadaşları da aynı kadere mahkum edildiler. İşkencelerden, zindan sürgünlerinden derin izler taşıya taşıya, ülkelerinden koparılmış olarak, çeyrek asırdır süren sürgün yaşamının dayanılmaz ağırlığına mahkum edildiler; bu kuşak, bu acılara katlanarak hak ve özgürlük mücadelesini sürdürmeye zorlanmıştır (diğer ulusal topluluk siyasileri ve halk kitlelerinden, buraya sığmayacak kadar yoğun sürgün ve ölüm listelerini ayrıca hatırlamak kaydıyla). Bunun, zulüm olarak tanımlanıp tanımlanmayacağından kuşkusu olanlara, ana dilleriyle bir haftalık konuşama yasağı altında yaşamayı, emekleriyle kazandıkları servetlerin güvenlik takibi altına her hareketinin izlenmesi, dini inançları için devletten hiçbir ödenek almamaları koşulunda ve sürgünlerde ölene dek yasaklı olarak yaşamayı denemelerini tavsiye ederiz.
Karanlık aklın ürünleri arasında, II. Dünya savaşı koşullarında“Varlık Vergisi” zulmü, 6-7 eylül 1955 olayların ve Kıbrıs’ın işgalini uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. Buna rağmen yıllar önce (1999) kaleme aldığım bu akılla ilgili broşürümde aynı konuyla ilgili olarak şunları dile getirmiştim:
“Bu akıl, azınlıklara karşı ölüm kusan yöntemlerini, 11.11.1942 de kabul edilen ve ertesi gün yürürlüğe geçirilen “Varlık Vergisi” ile bir kez daha icra ediyordu. Bu vergi, azınlıkların iktisadi olduğu kadar, fiziki olarak yok edilmeleri, yurtlarından, iş yerlerinden sökülmeleri amacıyla, II. Dünya savaşı bahane edilerek yürürlüğe kondu. O karanlık günlerin İstanbul Defterdarı Faik Ökte olayla ilgili anılarını yazdığı “Varlık Vergisi Faciası” adlı kitabında, “Yan yana iki dükkanda çalışan, aynı kirayı veren, aynı istidatta olan Müslim ve Gayrı-Müslim iki vatandaşa tarh ettiğimiz vergilerin arasındaki ölçüsüz fark, verginin ilan günü foyamızı meydana vurmuştu” (Faik Ökte, Varlık Vergisi Faciası, sayfa 15) diyerek, gerçekleri dile getiriyor.
“Varlık vergisine alakadarların itiraz hakları yoktu”. Bu durum vergiye “zapt ve müsadere şekli vermekteydi”. “ Varlık Vergisi bu şekliyle, dünya vergi nizamı içinde itiraz yolları kapalı olan vergilerin de mevcut olabileceğine feci bir misal vermiştir.” (Age,sayfa;109). Türk aklının bu icadı, Osmanlının istila ettiği topraklarda yaşayan milletleri haraca bağlama geleneğinin, nasıl da TC. döneminde açıkça sürdürüldüğüne bir göstergedir. Bu aynı zamanda, TC’nin, Osmanlının kirli mirasını sahiplenişine bir belgeydi.
“10 gün kadar Emniyet arşivlerinde, Kazanç hesap mütahassıslarını” çalıştırdıklarını (Age, s; 81) dile getiren Defterdar, Yunanlı isimlerle, hedef seçilen İstanbul Rumlarının isim benzerliğinden dolayı zorlandıklarını ifade ederken, seçilen hedefin kimler olduğu açığa vuruluyordu. Buna karşın, “vergi miktarı ve mükellef adedi ne olursa olsun, Amerikalılar varlık vergisi vermemiştir” (Age, s; 126). Vergisi, mal ve mülkünün tasfiyesine rağmen karşılanmayan binlerce mükellef, iaşesi kendi hesabına olmak üzere Erzurum’a, Aşkale’ye, Sivrihisar’a, zorunlu çalışma kamplarına, ölüme gönderiliyordu; Nazilerin, Yahudilere karşı uyguladıkları çalışma ve ölüm kampları, Türk aklının azınlıklara karşı temel politikası olmuştu. Zamanın İstanbul Defterdarı Faik Ökte’nin, tahsildarı olduğu Varlık Vergisi için son sözü, “ bu zecri vasıtanın bu günkü vergi fikriyle, insanlık ölçütleriyle ölçülmesine imkan olmadığını söylemek yerinde olur.” (Age. s; 159) şeklinde olmuştur. Defterdar Öke’nin vicdan muhasebesi olan bu eseri, “bu akıl” temsilcileri tarafından “Öke’nin yazdığı kitap ‘vatana İhanet’ olarak karşılandı” (Meriç, A.A, s;6). Aynı aklın papağanları “Dünya yüzünde ve bütün tarih boyunca bundan daha adilane vergi olmamıştır.” diyordu.
Sonuçta, mal ve mülklerini ucuza kapatarak kaçamaya mahkum edilenler, “Misafir” (Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun sözü) sayıldıkları binlerce yıllık ana yurtlarından, bir daha geri dönmemek üzere göçüyordu. İstenilende tas tamam bu idi. Lozan azınlıklara kimi haklar vermişti, TC’de, hak alanı böyle yok ediyordu. Anadolu gibi, “sermaye de bu yolla Türkleştiriliyordu.”
Rumların diğer azınlıklarla birlikte çektiği Varlık Vergisi kıyımı son değildi. Bu kıyımda İstanbul’un demografik yapısı bir darbe daha almıştı. Hak ver yok et politikasıydı bu. Rumları, çok geçmeden bir kıyım daha bekliyordu. 6-7 Eylül 1955 olaylarında bu aklın tetikçileri, İstanbul’un gerçek yerlileri ve kurucuları olan Rumların her türden varlığını ateşe veriyordu. Son Rum göçünün kapıları açılmıştı. Bu kez bahane, Kıbrıs sorunuydu. “Selanik’te bulunan, Atatürk’ün doğduğu evin yakıldığı” çığlıkları, arzulanan kıyım için bir işaret sayıldı. Bu süreç, Kıbrıs sorunu devam ettikçe sürdü. Her hangi bir dış sorun bahanesiyle, eziyetler azınlıkların ensesine dayanmış bir bıçak işlevi görüyordu. “Türk aklı”, muasır medeniyete ulaşmayı, azınlıkların yok edilmesine bağlamıştı. Türkiye Cumhuriyeti, uluslar arası anlaşmalarla hak vermeye mecbur kaldığı tüm azınlıkları yok etti, yok saydıklarını, inkar ettiklerini ise köleleştirdi; Kürtler ve Araplar, Müslüman olmanın kefaretini ise bu güne kadar, ulusal kimliği inkar edilmiş köle olarak çekti.” (Mihrac Ural Türk Aklı s: 18)
Sonuçları itibariyle, Varlık Vergisi de, 6-7 Eylül olayları da bir tür, etnik temizlikti. Bu olaylardan sonra İstanbul’un gerçek dokusundan, mozaiğinden geriye çok az şey kaldı. Bu olaylarla karanlıkların derin devleti, farklılıklara, ayrı varlıklara, etnik azınlıklara, kendi topraklarında çoğunluk olup, hiçbir hakkı olmadığı devlet hükmü altında yaşayanlara ürkütücü mesajlar verdi. Geçmişte işlenen bu cürümler lokal olduğu sanıldı, mahallidir, bir şehre aittir, sınırlıdır denildi. Oysa gerçek hiçte öyle değildi. Kıbrıs’ın işgali bu eğilimlerin bir uzantısı olarak gündeme geldi. Sözde, Cumhuriyet, Osmanlıdan farklı bir yaşam planıyla kuruluyordu. Talan ve gaspların ardından serserice gidilmeyecekti. Kendisi üretecek kendisi tüketecekti, kimsenin varlığında gözü olmayacaktı. Verilen sözler bunlardı. Ama hiç biri tutulmadı, genetik baskınlık devreye girdi. İçgüdüsel itimler harekete geçti. Karanlık akıl oralardaydı zaten.
Cumhuriyet henüz emekliyordu, bu yüzden dış değil, iç temizlikle meşgul olabilirdi. 6-7 Eylül olayları bu anlamda, önceki Kürt katliamlarının halefi, sonrakilerin ise selefi olmuştur. Kıbrıs işgali ise, hasta adamın kendini biraz iyi hissetmesi koşulunda neler yapabileceğini göstermesi kadar, karanlık akıl sosyal-demokratlarının da, milliyetçi solcularının da, ne kadar büyük bir şehvetle şoven olacaklarına önemli bir veriydi. Burada biraz durup farklı olanların, ayrı varlıkların, etnik azınlıkların kime nasıl güvenerek birlikte barış içinde yaşayabileceklerini düşünün ? Veriler, bir toplumsal travmayla karşı karşıya olduğumuzu ve her tarihi kesitin özgün olaylarında bununla yüz yüze getirmektedir.
Kıbrıs’ın işgali öncesi ve sonrası yaşananları hatırlayanlar iyi bilir. İlk okullarda, “ya taksim ya ölüm” diye bağırarak hançerelerimizin yırtılmasını isteyenler, “çatla, patla Makarios, Kıbrıs bizim olacak” diye mitinglere sürükleyip o çocuk bilinçlerimizi kirletenler, Kıbrıs’ı ordularıyla işgal ederken, toplumun ezici çoğunluğunu arkalarında bulacaklarından emin olabilirler. Yapılandırdıkları, unsurlarını oluşturdukları, ham maddesini hazırladıkları kirli işlerine istedikleri kadar destek bulmaları hiçte güç değildir. Sorun böylesi işlerde toplum desteğinin ortaya çıkıp çıkmadığını ölçerek, popülizm yapmaksa, her zaman bu sonuca ulaşabilirler. Ama, haklı ve tarih indinde güçlü olamazlar. Kendi kurdukları yapıların rehini olarak yıkıma uğramaktan kaçınamazlar. Kıbrıs işgaliyle Türkiye’nin çirkin bir rehine konumuna düşüşü, 80 milyonluk bir ülkenin Avrupa birliğine adım atma yönündeki eğilimlerine nasıl gem vurduğunu görmek, bu aklın geçmişte yaptıklarının ne türden bir yıkım olduğunu anlamak kadar, bu gün yaptıklarının da, yarın için ne türden bir kıyım olacağını anlamaktır.
Kıbrıs sorununu, işgaliyle bir handikap haline getirenlerin, çifte standartları, egemen oldukları devlet hükümranlığı altındaki farklılıklara ve azınlıklara ciddi bir zulüm mesajı vermekten de geri kalmıyorlar. Kıbrıs’ta soydaş adı altında sayıları, ancak on binlerle anılacak bir etnik topluluğa siyasi amaç ve yanılgısına kapıldıkları, özgür olma, birlikte barış içinde ortak bir yaşamı onaylamama ve ayrılıp devlet kurma hakkı tanınırken, kendi devletlerinin hükümranlığı altından on milyonu aşkın bir etnik topluluk olan Kürtlerin en basit haklarını bile tanımamaları, birlikte, barış içinde yaşamaya karşı onarılması mümkün olmayan bir tahribat olarak belirmektedir. Bu adaletsizliğin göz göre göre ikamesinin yaratacağı zulüm ve psikolojik tahribatın, azınlıklarda, farklı etnik topluluklarda yaratacağı tepkisel sonuçlara gösterilecek tepkinin meşru ve haklı olması mümkün değildir. Bu açıdan bakılınca, karanlık akıl düzeneklerinin ardı arkası kesilmeden ördüğü düzenek, yükselen ırkçı-ulusalcı ilkelliğin bölücülüğüne de, halkların kendi haklarını savunmak için baş vurmaya zorlandıkları mücadeleye de temel teşkil ettiği görülür.
Bu anlattığımız tarih seremonisine eklenecek çok şey var. Amacımız, farklılıklara karşı derin devletin karanlık akıl düzenekleriyle nasıl cevap verdiğinin anlaşılmasıdır. Buna hiçbir etnik fark gözetmeden, demokratik hak ve taleplerin sindirilmesi için, yapılan askeri faşist darbeleri, işkenceleri, gerekçesiz idamları, faili meçhul cinayetleri, provokasyon amaçlı bombalamaları, adam kaçırmaları, sürgünleri, zindanda tutuklu katliamları, F tipi cehennem azaplarını da eklemek gerek. Her bir fenomende, karşımıza farklılığı asla hazmetmeyen, kendinden başka dünyada her şeye karşı kaygılı ve düşman olan bir karanlık akıl ve onun derin devlet çıkar. Bu yanıyla bölücülüğün temelini, halkların, farklılıkların birlikte, barış içinde yaşamalarına karşı düşmanlığın odağını görürüz. Ceza yasalarında 301 gibi, çağdaş insan aklının almayacağı, tek boyutlu yaşamı dayatan, ırkçı-milliyetçi düşünce düşmanlığını ve onun tek cezalı mahkumu Hrant Dink’i görürüz.
Derin karanlıklar devletinin tarih seyir defterinde, farklılıklar adına öne çıkanların katlinden, sürgünlerinden, işkencelerinden ve ölümlerinden başka bir şey yoktur. Bu acılara dökülen timsah göz yaşları ise, özrü kabahatinden büyük bir davranış sergilemektedir; on yıllarca aralıksız ve pervasızca, başta azınlıklara karşı sürdürülen ağır ithamlar, kışkırtmalar, kamuoyu oluşturma girişimleri, lanetler ve küfürlerle örülü kabahatleri örtecek hiçbir özür olmaz.
Evet, Hrant Dink bir Ermeni olarak doğmuş olmanın kefaretini, etnik topluluğu adına ve gerçekte hepimiz adına, tüm farklı olanlar adına katledilerek ödemek durumunda kaldı. Ancak bu suikast, Ermeni gerçeğini, Ermeni sorununu ve Ermenilerin maruz kaldığı soykırım gerçeğini yok edemedi, bizim de farklılığımızı, ayrı varlık oluş gerçeğimizi hiç değiştirmedi, ürkütemedi, tersine cesaretlendirdi; devletin boynunda asılı olan kefaretin yok olmasını ise hiç getirmedi. Ülke mozaiğinin önemli bir rengi olan Ermenilerin, barış içinde birlikte yaşamdaki yerinin doldurulmaz özelliğini ortadan kaldırmadı. Kaldıramaz da. Tersine Dink’in cenazesinde hepimiz Ermeni’ydik. Korkakça ve kalleşçe işlenen bu cinayete karşı, daha da güçlü bir birlik için, farklılığımızı daha da belirgin hale getirdik. Farklılığımızın özgürlüğünü, kısa bir süre için de olsa, derin karanlıklar devletinin hükümranlığına karşı, özgürce yaşadık ve bundan sonra hangi yolların bu özgürlüğü kalıcı şekilde koruyabileceğimize ilişkin düşüncelerimizi ilan etme fırsatını kazandık. Birimizi katlettiler ama bizleri bütünleştirdiler daha da özgür kıldılar.
Etkisi ve sonuçları itibariyle, zaman ilerledikçe daha da önem kazanacak olan Hrant Dink’in ölümü, bu topraklarda yaşama kararlığı gösteren herkes için ciddi anlamlar taşımaktadır. Bunun kavranması için derin devletin karanlık düzeneklerini, tarihi perspektif tutarlılığı içinde bilince çıkartıp, kitlelere mal edilmesi gerekmektedir. Büyük bir bilinç, tarihle yüzleşme cesareti ve değişim için kararlı olmak gerekmektedir. Bunun için, sıranın kendilerine gelmeyeceğini sanan ve egemen ulusun büyük bir çoğunluğunu teşkil eden kitlelerin düşünsel evrimlerinin ve rollerinin ortaya konması gerekmektedir. Türk toplumuna yüz yılı aşkın süredir pompalanan ırkçı-milliyetçi kaygı ve korkuların yersiz olduğu, göçebelikle, kılıç zoru ve at nallarıyla tepeleyip aldıkları bu toprakların herkes için yeterli bir vatan olduğunu, herkesle bu nedenle düşmanlık yerine barış içinde birlikte yaşamanın mümkün olduğunu, herkesin kazandığı bir yaşam sürecinin inşasının zor olmadığını anlatmak gerek.
Egemen ulusun yaşamakta olduğu travma, onu derin devletin karanlıklarına, ölüm düzeneklerine mahkum olduğu yanlışına götürmüştür. Öyle ki, en basit bir toplumsal sorunda, ordunun yönetime el koyması yönünde en demokrat çevrelerin çıkardığı davetiyeler dikkat çekicidir. Bu psikozdan kurtulmadan, egemen ulusun karanlıklar devletinin kefaretinden kendini kurtarması mümkün olamaz. Bu ise, bu gün yeterince belirgin olmasa da, bu topraklarda halkların derin devletle sorunlarını çözmek için iç savaştan başka bir şansları kalmamış demektir. Oysa bu devlet altında birlikte barış içinde yaşamının tüm meşruiyeti kaybolmuş olmasına rağmen, halkların bir arada barış içinde yaşama ilkesi ve ona ait bir yapılanma olarak demokratik devlet umudunu yaşatmak başta Türk ulusu olmak üzere tüm farklılıkların önünde duran en insani görevdir. Bunu başaramasak, bölgemiz Orta doğuya musallat olan, emperyalist güçlerin çıkar projeleri için çok uygun zeminleri kendi ellerimizle yaratmış olacağız. Kanlı iç savaşlar, geleceği karartılmış kuşaklar, ölmek yada öldürmek dengesinde ifadesini bulan sosyal ilişkiler, böylece ikame edilmiş olur.
Bu satırların yazarı, düşünce sisteminde, her olayda bir komplo aramaya yer vermez. Komplo teorileri akıl yürütmede aczi olanlar için kolay kazanılmış sonuçlar sunabilir ama, bu hiçbir gerçeği yansıtmaz. Buna rağmen, birbiriyle görünür hiçbir bağlantısı olmayan unsurlar, ilgili oldukları oranda ortak paydalar içinde birbirleriyle bağlantılı olabilirler. Bu ilişki, belli bir zemin içinde, güçlü ve geniş ağları olan etkinlikler tarafından, anında kullanılabilmeleri mümkündür. Bu kullanım, bağlantısız olayları bir merkezden yönetilen ve oluşturulan öğeler haline getirir ki, komplo izlenimi bu noktada kendini gösterir. Hrant Dink’in katli böylesi sonuçlar yaratma özelliği taşımaktadır. Bu da bölgemizde yaşanmakta olan sürecin ortamına uygun bir veridir.
Bölgemizde emperyalistlerin geliştirdikleri “Yeniden Düzenlenmiş ya da Büyük Ortadoğu Projeleri” için ülkelerde “yaratıcı anarşi”diye tanımladıkları, kargaşa ortamları yaratma hedefleri bulunmaktadır. Bunun için, ya Lübnan’da olduğu gibi bir başbakanın (Refik el Hariri) öldürülmesi yada Sudanda Darfur sorunu, Irak’ta mezhep savaşları, Mısırda Kıpti Hıristiyan sorunu etkin şekilde kışkırtılmaktadır. Bu tür sorunlarını iç mekanizmalarıyla çözemeyen ülkeler, çıkarları için dünyayı bir ahtapot gibi sarmış emperyalist müdahalelere maruz kalmaktan kurtulamıyorlar. Ve bir kez bu azgın sömürü çevreleri olaylara el attılar mı, artık çözüm diye bir şey beklemek, barış ve sükunet aramak, geç kalmış, boşuna bir çaba haline gelir. Bu ülkelerin kaderinde iç savaş bitip tükenmez bir tv dizi olur çıkar. Komplo olmasa da, bu durum bir komplo görüntüsü verir. Küreselleşen dünyamızda, cereyan eden ilgisiz herhangi bir olayı, kendi lehlerine çevirmekte zorlanmayan emperyalist ahtapot, Hrant Dik’in katledilmesini de aynı amaçla kullanması zor değildir. Bu komplo gibi gelebilir, ancak bu olayların nedenleri ve çözümleri için toplumsal bir konsensüs oluşturulamasa, bir komplonun bile beceremeyeceği sorunlara yol açması kaçınılmaz olur.
Bu sonuçlarla yüz yüze kalmak istemeyen toplumların önünde tek çıkış yolu demokratikleşmedir. Temel hak ve özgürlükleri, farklılıkların barış ve güven içinde yaşamalarını sağlayacak sınıra kadar götürmektir. Anayasal güvencelerle kurumsal kökleşmelerle ve bunları ikircimsiz uygulamaktır.
Bu yapılamazsa, “yaratıcı anarşi” dinilen çarkı kendi elleriyle yaratmış toplumlar olarak, hangi farklılığımızın kimin maşası olup olmadığına bakma hakkı kaybedilmiş olacaktır. Zira o bataklıkta kurtuluş için, tarihi zulümlere katlanarak, bu güne gelen farklılıklar, batma endişesiyle yılana bile sarılacaktır. Bu satırların yazarı, Kuzey Irak’ta Kürtlerin konumunu bu açıdan bin kez mazur görür. Unutulmamalı ki, rüzgar ekenler fırtına biçmekten kurtulamaz.
Bu satırların yazarı mutavazı tarihi bilgi birikimine ve bölgedeki gelişmelerde tanıklığını yaptığı olaylara bakarak, bölgemize saldıran emperyalist güçlerin, bir biçimde, bir dizi iç gelişmelere de dayanarak Türkiye’nin birbiriyle savaşan parçalara bölünmesi için bir projeyi yaşama geçirmekte geç kalmayacağını dile getirir. Kaçınılmaz gibi görülen bu proje, karşısında ya demokratik hak ve hukukunu kazanmış tüm Türkiye halklarını bulacak, yada bu halklardan bir kısmı kendi güvenliği ve hak kazanımları ümidiyle, sürecin bir parçası olup, emperyalist yaratıcı anarşiye yakıt olacaktır. Bunu belirleyecek olan Türkiye’deki iç gelişmelerdir. Bu gün Hrant’ın öldürülmesiyle de belirginleşen eğilim, egemen ulus saflarında pompalanan ırkçı-milliyetçiliğin tırmanışı, böylesi bir anarşinin yaratılmasına hizmet etmektedir. Bu durumda bir komplo bulunuyorsa, ırkçı-milliyetçilerin ya da “artık ne demekse ulusalcıların” (Yağmur atsız, Radikal gazetesi ) ortaklığına düştükleri emperyalist bir “komplo”dan bahsetmek yanlış olmayacaktır.
Ve buradan, kaygı ve korkuların ana fenomeni haline getirilen bölücülük ithamının gerçek sahiplerine ulaşmak güç olmaz. Tüm veriler, ırkçıların, milliyetçi tepkicilerin tarihin her kesitinde ve her mekanda aynı işlevi gördüğü, farklılıkları sindirme, yok etme adına bölücülük yaptığı ve ne uluslarına ne de vatan edindikleri topraklara, birlik ve barış getiremediklerini göstermektedir. Gerçekte de, bu toprakların tarihinde hiçbir biçimde ne Ermeniler, ne Rumlar ne Kürtler ne de Araplar bölücü olmadılar. Ağır zulümlere rağmen, kıyımlara, jenositlere, sürgünlere, tenkil ve tehcirlere rağmen bölücülük yapmadılar. Kendi topraklarında tarihin derinliklerinden gelen yaşamlarını, adil bir hak eşitliği içinde sürdürmekten başka bir talepleri de olmadı. Tarihte ilk kez yaşama açtıkları ve bu anlamda gerçek vatana çevirdikleri topraklarında, binlerce mil öteden gelenlerin yerleşmelerini ve ortak yaşama katılmalarını içselleştirdiler. Üstelik büyük tarihi kapışmalarda, birlik adına maceracı savaşlara ortak oldular evlatlarını şehit verdiler. Buna rağmen, istedikleri tek şey özgürlükleri, siyasi ve demokratik haklarını elde etmekten öte değildi. Küreselleşen dünyamızda, sınırların artık çok anlamlı olmadığı bir süreç yaşanmaktadır, bin yıllık zor bir ortak yaşam sonunda, bu halkların demokratik bir devlet çatısı altında, gönüllü ortak yaşam hakkını kullanmaları kadar doğal hiçbir şey olamaz.
Hepimize, tüm farklılıklarımıza, yeterli bir vatan olan bu coğrafyada, etnik var oluşumuzun doğal, insani, hatta dini boyutta da meşru olan haklarını, siyasi ve kültürel boyutlarıyla bir bütün olarak, demokratik bir devlet çatısı altında, anayasal kurumlarca açıkça ifade edilip güvenceye kavuşturulmuş bir şekilde temin edilmesi, barış içinde ortak bir yaşam için tek güvencedir.
Bölücülük, bunu kavrama yetisinde olmayan ilkel akılların, tarihten gelen genetik ırkçı-milliyetçi tek boyutluluğun, karanlık bir devlet düzeneği altında, tarihe karşı direnmeye çalışan, zor ve şiddetle yaşam sürdürmeyi beceri sayanların yaptığından başka bir şey değildir. Bölücüler bunlardır ve amaçlarına ulaşmak için ellerinden gelen her şeyi, ulusların çıkarına aykırı her şeyi yapmaktan çekinmemektedirler. Bu da milliyetçilerin emperyalistlerle bölgemizde ortak paydalarda halklara karşı zulüm tezgahı örmekte oldukları kanısını haklı göstermektedir.
Bu yüzden, bu derin karanlıkların devleti altında birlikte yaşamanın tartışma götürür hale geldiği bir kesitte, halkların barış içinde bir arada yaşama gibi onurlu ve yüksek çıkarlarını temsil eden demokratik bir devlet çatısı altında yaşama arzusu, gerçekte farklılıklarımıza rağmen tüm halkların ulus ve toplulukların çıkarına olan tek seçenektir. Bu seçeneğin başarısı daha çok, tarihte ve bu gün önemli yeriyle, potansiyelleriyle, Türk ulusunun aydınları, sivil toplum güçleri, emekçileri, ilericileri, devrimci demokratları, insan hakları savunucuları, çağı yakalamış liberalleri de dahil ırkçı-ulusalcı güçler dışında tüm etkinliklerinin kurucu çabasına bağlıdır. Bu gün vatanseverlik bu noktada belirginleşiyor. Hrant Dink’in katli, hepimiz adına kurban edilmiş, bir bedel, bir kefaret olacaksa bu amacın gerçekleşmesi için tüm zorluklara katlanmak kaydıyla, mücadeleyi yükseltmemiz gerekecektir. Hrant’a saygı ve anısına bağlılığın başka bir yolu yoktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder