Baykal ve üst kimlik
Baykal ve üst kimlik
Mihrac Ural
Bir milletin adı, ortak yaşam çerçevesinde olan diğer milletlerin üst kimliği olamaz. Böyle bir önerme, etnik toplulukları belli bir etnik topluluğun siyasal kölesi yapar. Bu ise diğerlerine olduğu kadar, o millete de haksızlıktır. Tüm etnik toplulukları Anayasal vatandaşlık adı altında bir üst kimlikle birleştirmekte bir aldatmacadan ibarettir. Anayasal vatandaşlık, kişinin etnik yapısını belirlemez, vatandaşlık haklarıyla ilgili bireysel hak ve yükümlülüklerini belirler. Belli bir devlet sınırları içinde doğan ve yaşayan her kes, özel bir durumda değilse, anayasal vatandaşlığını nüfus memurlarının yaptığı kayıtla birlikte alır. Bunun için ayrıca bir işleme gerek yoktur.
Ancak, ayrıca anayasada belirlenmedikçe, etnik toplulukların hak ve hukukundan bahsetmek mümkün değildir; bireyin kolektif kimliği ve hakları da burada başlar. Bu yüzden de üst kimlik tanımlaması, ülkemiz gibi etnik mozaiğin olduğu bir koşulda, herkesi kapsayan, özgür ve ortak onaya sahip bir tanımlama olmak durumundadır. Bu anlamda Kürtler ya da Araplar, Türkiyeli olabilir ama Türk milliyetli olamazlar. Ayrıca, farklı etnik topluluklara ortak bir üst kimlik bulmak bu gün için geç kalınmış bir tarihsel aşama gibidir. Bilişim çağı, özeli, bireyi daha çok toplumsal yapma yönündedir yani gelişen bilim ve teknoloji imkanlarıyla birey daha az bir alan ve araçla daha çok toplumsal hizmet verme konumuna varmıştır. Bu yüzden geçmiş tarih içinde farklı etnik yapıları ortak bir üst kimlikte birleştirememiş olanların bu gün bunu, siyasi bir kararla yapabilmeleri imkansız gibidir. Türkiye’nin kimlik bunalımının müzmin oluşunu bu açıdan algılamak gerek.
Baykal’ın, CHP’nin tarihsel, siyasal evrimiyle doğru orantılı evriminin sonuçları olarak ortaya çıkan siyasi çizgisinin argümanları, Türkiye etnik topluluklarını “anayasal vatandaşlık”la yetinin ve üst kimlik olarak “Türk milleti kimliği taşıyın” da ifadesini bulan önermesi, artık ilkel bir milliyetçi noktaya gelip dayanmış bulunmaktadır. Bu yaklaşım milliyetçiliği de aşmaktadır, bu bir faşizanlık gibidir. Bu argüman, CHP’nin kimlik bunalımının ifadesidir. CHP, kimliğini tarih içinde “ortanın-solu”, “demokratik-sol” ve bilinç milliyetçiliğinde ifadesini bulan “Türk milleti bir üst kimliktir” diyerek kaybetmiştir. CHP, bununla temsil ettiği kitleleri de kaybetmiştir. CHP, siyasal söylemlerinin kimliği itibariyle milliyetçiliğe düşmüştür. Ancak, bunun da sahibi var. CHP bu söylemlerle, MHP’ye siyasi mülteci olmuştur. Aslı dururken taklide yer olmayacağı gerçeği, Baykal’la birlikte CHP’nin kimlik kaosu, yeni sorunlara gebe kalmaya devam edecek demektir. Türkiye gerçeği böylesi bir noktada, CHP’yi sırtında daha fazla taşıyamaz.
CHP’nin oyları her zaman toplumun nispeten aydın, orta ve az gelirli kesimlerinden gelmiştir. CHP ise ilerleyen zamanla kendi tabanına karşı derinleşen bir yabancılaşma içinde olmuştur. 1960’lardan itibaren de kimlik bunalımı içindedir. O artık, dayandığı tabanın mozaik yapısını temsil etmekten uzak, bir milliyetçi partidir. Sol söylemin değişen dünya koşullarında önem taşımaktan çıkmasıyla birlikte, artan bir sağ çizgi üzerine oturmaya başlamıştır.
1979’da yazdığım bir makalede CHP’nin geliştirmekte olduğu siyasal çizgi ve argümanlarının “Modern faşist” diye tanımlanabileceğini belirlemiştim. “bu tespit çok ağırdır” denildi. Ben de, bir daha böylesine ağır bir belirlemeyi, aynı kavramlarla ifade etmekten kaçındım. Burada da tekrar etmeyeceğim. Dikkat çekmek istediğim şey, Ecevit’in bu gün kedi ağzıyla, açıkça ilan ettiği siyasal konumuydu; bu gün Ecivet’in aşırı milliyetçi sağ ve dini motiflere dayanan konumu üzerinde ve bunun sonucu halktan aldığı tokat gibi ağır cevapla ilgili kimsenin tartışacağı bir şey kalmamıştır. Baykal’lı CHP’de bu noktaya hızla sürüklenmektedir.
CHP, dünya değişip geliştikçe gerilerde kaldı. Kimlik belirlemede sıkıntılar yaşadıkça da, insanların ilkel tepkilerine kendini endeksle di. Milliyetçiliğe sarılmanın objektivitesi buradandı. II. dünya savaşı sonrası gelişen teknoloji devrimlerinin gereklerine uygun bir politika oluşturmak yerine, eskinin tekrarına tutundu. ABD uydusuna hızla akan dünyanın diğer ülke liberalleri, bir biçimde ülkemizde de kendilerine bu aralıktan geçiş tüneli bulduklarında, CHP’nin seçim sandıklarında ağır bir yenilgi alması kaçınılmaz oldu. Demokrat Parti iktidarı bu süreçte belirdi; bu süreç aynı zamanda demokrasi mücadelesinin kitleler nezdinde, fiili bir boyut almasına da olanak yarattı.
Soğuk savaş sürecinin etkilediği geniş bir aydın kitlesi, CHP saflarından başka bir alan bulamadığından, CHP yeni bir kimlik sahibi olma ihtimaliyle karşı karşıya geldi. Ancak CHP bu gerçek anlamda bir kitle partisi olmak üzere bir kimlik kazanımı için değerlendirmedi. 60 darbesi, askerlerin girişimiyle, elit ve halkın demokrasi mücadelesine katılımcı olarak yer almasına olanak vermeyen bir kısırlıkta takılı kaldı. Ayrıca CHP, 60 sonrası nispi özgürlükler ortamında gelişen ilerici güç ve siyasal eğilimleri özümseme başarısı gösteremedi. Böylelikle arada kaldı. Kitleler meydanlara indikçe artan siyasal çeşitlilik ve arayışlarda CHP sonuçta en karlı tarafa olacağı hayaliyle oyalanıp durdu. Oysa toplum bir çok düzlemde ayrışıyordu. Sınıfsal olduğu kadar ulusal açıdan da siyasal oluşumlar kendini ifade etme çabasındaydı. CHP tabandan gelen inanılmaz zorlamalara ancak, “Ortanın Solu” olduğunu ilan ederek cevap veriyordu. Oysa bu bir kimlik değildi, arayışta bir tıkanıştı.
Süreç derinleşip sol güçler 70’li yıllarla birlikte dünyanın tüm iktidarlarına karşı ciddi kitlesel kalkışmalara yönelince, CHP de, derinden sarsıldı. Kendi kadrolarını bir arada tutmakta aciz kaldı. Kıbrıs işgali ise, yağmurdan kaçarken doluya yakalanmak gibiydi. CHP bu girişimle kazandığını kimlik yitimiyle kaybediyordu. Bir kez daha Osmanlı genlere kendini CHP’nin siyasal tutumlarında göstermişti. İşgalcilikti bu. Oysa çağdaş dünyanın kimliğinde böylesi orta çağ anlayışları yoktur. Hatay’ın ilhakından, Kıbrıs’ın işgalini kadar geçen süre CHP’ye yeni bir çağdaş kimlik kazandırmamıştı. Bu yıllar dünya demokrasi güçlerinin her alanda mevzi kazandığı yıllardı. ABD, Vietnam’dan ağır bir yenilgiyle, onuru kırılarak çıkmıştı. Sokaklar demokrasi ve özgürlük diye inliyordu. “Demokratik-sol” söylemi artık kimseyi tatmin edecek bir slogan değildi. Bu gün Ecevit’in “Demokratik Sol” kimliğinin nerede olduğu malumdur.
CHP ayrışmanın son duraklarındaydı. Devletin anti-demokratik baskıları arttıkça, sokaklar, mahalleler, sendikalar ve askeri kışlalar saflaştıkça, illegale itilmiş sol, ağırlığını yerel olan her alanda göstermeye başlamıştı. CHP de, artık gereksiz bir örtü haline gelmişti. Her siyasal görüş kendini adıyla tanımlıyordu. CHP bu sürece karşı, nehir akıntısına kapılmış bir odun parçası gibiydi. Siyasal bir kimlik olarak hiç kimseyi temsil etmiyordu. Dengeler toplumun gelişimine uygun, yeniden şekillenme sürecinin sonuna gelmişti. Gerçek kitleler, gerçek kimlikleriyle kendilerini ifade etmenin son rötüşleriyle meşguldü. CHP yeni bir kimlik arayışı bir yana ayakta duracak durumda değildi, o da ayrışıyordu. Ancak, 12 Eylül faşist askeri darbesi bu süreci de kesintiye uğrattı.
12 Eylül darbesi bir yıkımdı. Tüm siyasal eğilimler için, kitlelerin gerçek kimlikleriyle özgürce kendilerini ifade etmelerine karşı bir darbeydi. Bu solcular için olduğu kadar sağcılar içinde böyleydi. Demirel’in meşhur “tapulu araziye gecekondu yaptırıyorlar” demesinin tarihi anlamı da budur. 12 Eylül askeri darbesiyle, iç dinamikleriyle belli bir dengeye doğru, çatışmalı süreçlerle de olsa ilerleyen toplumun kimlik arayışları dumura uğratıldı. Cunta başı Kenan Evren’in “Biz gelmeseydik onlar gelecekti” söyleminde ifadesini bulan “onlar”, toplumun gerçek temsilcisi ve dolaysıyla kimlik sahibi olan siyasal etkinliklerinden başkaları değildi. Toplum bir kez daha, tüm dokularıyla ve siyasal varlıklarıyla, kimlik kaosuna giriyordu.
12 Eylül dönemi bir dağılma dönemiydi. Bu dağılma dünya güçler dengesinin alt üst olduğu dönemle kesişme içindeydi. Dünyanın, yaşamsal her alanda olduğu gibi, siyasal alanda da kıstaslarının yenileneceği yıllara gebeydi. 1990 ve sonrası yıllar bunu tüm açıklığıyla gösterdi. CHP, bu süreçte de inanılmaz bir şans yakaladı. Oda Türkiye’nin kuruluş mozaiğini temsil etme şansıydı. Yeni bir kimlik üstelik, eski sol söylem ve değerlerle de çatışmayan bir kimlik fırsatı. CHP bunu da çok ucuz etkiler altında harcadı. Halkın oylarıyla parlamentoya gelmiş Kürt temsilcileri, saflarından apar topar kovdu. Sırtında bir kambur olarak gördü ve dışladı. Onlarda hakları olan kendilerini ifade etmeyi, bağımsızca yapma yoluna yönelmeyi seçti. CHP, burada da milliyetçili iç güdülerini gösterdi. Bölücülük yaptı, toplumun en dinamik siyasal kitleleri olan Kürtlere karşı acımasız bir infaz yaptı; bu infazdan sonra parlamento ve dışı yasal siyasal yaşamda Kürtlere yönelen yargısız infazların tümü, CHP’nin açtığı bu kirli yarıktan geçmeye başladı. Ancak Kürtler çok daha ağır bir süreçten geçmiş bu günlere geliyordu. Kürtlerin, on yılların silahlı-silahsız, legal-illegal siyasi mücadele birikimleri, gerçek bir ulusal temsilcilik boyutundaydı, bundan dolayı da bu güne dek etkin varlığını koruyup, geliştirmeyi başarmıştı. CHP’nin dışlaması gerçekleri değiştirecek bir anlam taşımazdı. Tersine zararlı taraf CHP’nin kendisi olmuştu. CHP, artık rakamsal olarak gerçek anlamda tabanının aktif yarısını kaybetmişti. İçinde etkin bir Kürt siyasal varlığı olmayan, siyasal bir hareketin, ülke genelini temsil iddiasında bulunması ciddi olamazdı. Bu gün AKP, bunu bilinçlice algılayan parti olmuştur. İslam söylemli olmanın verdiği, “din birliği ırk birliğinin önündedir” değer yargıları buna yeterli bir sunaktı. AKP, Türkleşmişte olsa önemli bir Kürt kadro ve potansiyele sahip olduğunu söylemek yanlış değildir; Erdoğan’ın aydınlar toplantısı ve Diyarbakır gezisinde, milliyetçi söylemlerle gösterdiği gerçek kimliği, Yüksekova-Hakkari olaylarıyla, daha bir açık hale gelmiş olsa da, bu gerçek olduğu gibi bu günde geçerlidir.
Saflarından Kürtleri tasfiye eden CHP, Türkleşmiş Kürtleri dahi içine sindirebilecek durumda değildi. Siyasal yönelimleri milliyetçilik bataklığında battıkça, kimliksizliği içi dengelerini de yerle bir ediyordu. Bu darlık, kimlik sahibi olma yeteneklerini de kısırlaştırıyordu. Son gelişmeler ve söylemler, Deniz Baykal’ın ağzından CHP’nin gerileyip, battığı milliyetçi ilkelliği gösteriyordu. Artık CHP bir Türk Milleti Partisidir. Türkleşmiş Kürtler, Araplar ve diğer etnik topluluk temsilcilerine dahi bu ortamda yer bırakılmamıştır. CHP buna rağmen orijinal bir kimlik sahibi olamıyordu. Zira bu siyasal çizginin orijinal sahipleri vardı. MHP hala yaşıyordu ve onun söylemleri, bu kimlik için yapılacak binaya, çok daha derin temeller atmıştı. Bugünkü söylemleriyle CHP, MHP’ye siyasi mülteci olmuş gibidir.
CHP bu gün geldiği yeri üst kimlik tartışmaları içinde buldu. Baykal ısrarla etnik bir tanımlamayı, tek üst kimlik olarak Anadolu’da yaşayan tüm etnik topluluklara dayatama çabasındadır. O “Türkiye Cumhuriyeti üst kimliğini” (!) dahi artık yeterli görmemektedir. “Türk milleti üst kimliktir” diyerek, Anadolu’nun onu aşkın etnik topluluğuna, ne olursanız olun, tek seçeneğiniz Türk milletinden olmaktır diyor ve bunun üst kimlik olarak yutulmasını istiyor. CHP de, kendini ifade etmek isteyen hiçbir etnik topluluğa ve unsurlarına artık yer olmadığını ilan ediliyor; ya Türk milleti üst kimliği ile kendini tanımlayacaksın yada olmayacaksın. Kürt ya da Arap isen Türk milletine mensup bir Arap ya da Kürt olacaksın, bu her ne demekse. Baykal bu adımla “anayasal vatandaşlık” ve “bilinç milliyetçiliği” söylemlerini de aşmıştır. Bilindiği gibi Baykal, ilk kez NTV ekranlarından bu argümanları dile getirmişti (7 Nisan 1999) ve bizler bunun üzerine uzun bir eleştirel yazıyla “Baykal’ın bilinç milliyetçiliği” adı altında cevap vermiştik. CHP’nin içine sürüklendiği kimlik bunalımını orada da dile getirmiş, bu sürecin tarihin dokularını belirlemiştik. Baykal, o gün, “bir göç ülkesi” olarak tanımladığı Türkiye’de Kürtlere ve diğer etnik topluluklara, “anayasal vatandaşlıkla” yetinmelerini önerilmiş ve bununla yetinmeyenlere devletin onlara hiçbir yardım yapmayacağı tehdidini “ Devlet etnik hiçbir şeye hizmet sunmaz, resmi eğitim ve dil Türkçe’dir, devlet bununla ilgilidir, etnik sorunlarla ve ihtiyaçlarla her etnik yapı kendi özel çabasıyla bunu yapar” diyerek ilan etmişti. Buna, o günlerde devletin neden Kürt bölgelerine hizmet götürmediği yönündeki bir soruya da “Terör varsa hiçbir hizmet yapılmaz” diyerek cevap vermiştir; Bu anlamda Baykal’ın düşünce labirentlerinde, etnik topluluklar kendilerini Türk milleti mensubu olarak tanımlamadıkça ve tepkileri sürdükçe hizmet beklememeleri gerektiği belirtilmiş olmaktadır. Oysa, sömürgeci ülkeler bile sömürge halklarına hizmet götürdüğü herkesçe bilinir, bunun için özel bir kimlik taşımaya bile gerek yoktur.
Baykal, “bu söylemler milliyetçi söylemlerdir” yönündeki sorulara ise, “bu bir bilinç milliyetçiliğidir” diye cevap vermişti. “bilinç milliyetçiliği” sosyolojik olarak her ne demekse, Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan Kürdün, Arab’ın, Çerkez’in, Rum’un Ermeni’nin, hangi araçlarla bu bilinci taşıyacaklarını izah etmekte zorlanıyordu. Kişinin anayasal vatandaş olması ise (özel koşullar, iltica, daimi ikamet vb olmadıkça) dünyanın hiçbir yerinde ve devletinde bir hak kazanımı değildir. Kişi hangi etnik topluluktan olursa olsun, istese de istemese de, doğumuyla birlikte nüfus memurları tarafından vatandaş olacağı yani, anayasal vatandaşlığı tescil edileceği için fiilen egemen olan etnik topluluğun unsuru sayılmış olacaktır, bununla kendi etnik hak ve hukukunu tanımlamaya yarayacak bir kazanım sahibi olmayacaktır. Yani anayasal vatandaşlık dahi, bir hak kazanımı değildir. Etnik haklar anayasal olarak tescil etmedikçe, anayasal vatandaşlığın, etnik toplulukları zorla, egemen etnik yapının mahkumları haline getirmesi engellenemez. Bu tehlikeden uzaklaşmanın tek yolu, bireylerin kolektif kimlikleri olan etnik mensubiyetlerini anayasal güvencelere bağlamak gerekmektedir. Bireyin kolektif kimliği ulusal kimliğidir ve onunla ilgili hakları, bireysel vatandaşlığının anayasal olarak tanınmasından doğan haklarıyla çok farklıdır. Bunların bir birine karıştırılması, her zaman bireyin kolektif kimliğini yok saymaya yönelik olmuştur. Ülkemizde sürekli gündemde olan üst kimlik tartışmalarının altında da bu gerçekler yatmaktadır. Farklı etnik topluluklardan ayrıca, bilinç milliyetçiliği adı altında yada üst kimlik olarak Türklük “bilinci” taşımalarını istemek, en hafif deyimle faşistlikten başka bir şey değildir. Düne ait olan bu tartışma, bu gün Baykal’ın açıklamalarıyla farklı bir boyut daha kazandı. Baykal, söylediklerimize açıklık getirecek yeni bir argüman geliştirerek, işi daha açık hale getirdi. “Türkiye’de yaşayan her kesin üst kimliği Türk milletidir” dedi. Bu söylem, üst kimlik olmaktan çok, üstün kimlik gibi geliyor ve insana çok vahim şeyler hatırlatıyor.
Üst kimlik bir konsensüs olayıdır, tarihsel, coğrafyasal, kültürel bir harmanlanış ve özgür bir ortaklığın belirlediği tanımlamadır. Bu çerçevede, Kürtler ya da Araplar, Türkiyeli olabilir ama Türk milliyetli olmaları mümkün değildir. Türkler de Türkiyelidir, yeterli olmasa da, diğerleriyle birlikte Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıyla ortak payda sahibi olarak algılanmalıdır (burada Cumhuriyetin, Türk adıyla anılması bile, demokrasi ve özgür ortaklığın kabul sınırları içinde mütalaa edilmeye bilinir). Oysa bir millet diğer milletlerin üst kimliği olamaz. O, her milletin alt kimliğidir. Baykal, vardığı son aşamada farkında olmasa da, ilkel Türk milliyetçilerinin yanına düşmüştür. Bu kanaatimizi haklı çıkartacak tutumlar ise az değildir. O, Avrupa birliğine katılımda, Kıbrıs sorununda gösterdiği tutum da bir bütün olarak siyasal çizgisini bu yönde belirlemiştir. Bu çizginin kimliği bellidir, onu da CHP temsil etmez. Dolaysıyla CHP bu gün hızla kimliksiz haliyle bir başka kimliğe siyasi olarak mülteci düşmüştür demek yanlış olmayacaktır. Bu davranışın Türk milletine karşıda bir haksızlık olduğunu fark etmeyen Baykal, halkçılık adına geride kalan tüm değerlerini yitirmekte olduğunu söylemeliyiz.
Baykal dahil milliyetçi solcuların anlamakta zorlandıkları gerçek, Anadolu’da yaşayan etnik toplulukların, her şeye rağmen Türkleşmemesidir. Tarihsel açıdan olduğu kadar, kültürel ve dil açısından da bu süreç gerçekleşmemiştir. Türk milleti, Anadolu’ya geldiği günden bu güne geçen bin yıllık süreçte, hiçbir milleti asimle edebilecek üst bir kültür odağı, potası oluşturamamıştır. Tersine Türk dili, sanatı, kültürü hata dini dahi, Anadolu’nun yerli ulusları tarafından yoğun olarak asimle edilmiştir denebilir.
Türk diline baktığımızda, öz Türkçe olan kelimeler artık, kullanılan dilin sadece %10’u kadardır. Sanat-kültür alanında ise, İslam-Bizans karması bir sonuç vardır ve öz Türk göçebe “sanat ve kültürüyle” hiçbir ilintisi yoktur, Rumlardan, Ermenilerden, Araplardan, Kürtlerden vd. milletlerden etkilenmişlerdir. Dine gelince, Türklerin öz inancı Şamanizm, geçmiş bir değer olarak dahi korunamamıştır. Türkler tamamen İslamlaşmıştır, dini bir asimilasyona uğramıştır. Türkler kendi özlerinden, Anadolu milletlerine, onları bir ulusu olarak yeniden yapılandırabilecek bir şey katmamıştır. Bundan dolayı Anadolu etnik topluluklarını bir potada yeni ve üst bir ortak kültür ve kimlikle özümseyip, homojen bir topluluk oluşturamamışlardır. Rumlar, Ermeniler, Araplar, Kürtler hala kendi dillerini, kültür ve coğrafi birlikteliklerini korumaya devam etmekte ve kendilerini öz etnik yapılarıyla tanımlamaktadırlar.
Aynı şeyi Fransa’da, İtalya’da, Almanya’da göremezsiniz. Orada tarihi süreç, etnik yapıları bir üst kimlikte özümseyebilmiştir. Baykal bu gerçeği görmezden gelmeye çalışıyor, bu yüzden de, iddiası zayıf olanların düştüğü katı ve uzlaşmaz durumlara düşüyor. Bu ise başta Türk milletine karşı yapılmış bir haksızlıktır. Bilişim çağının küreselleşme değerlerinde, Türk milletinin içine zorla başka milletleri sokuşturarak, kendi gerçeğine yabancılaştırmanın getireceği zarardan başka bir şey yoktur. Her millet kendi etnik orijinalitesiyle küreselleşen dünya ilişkileri içinde bir dişli olmaya çalışmalıdır. Başkasının değerlerini, kendi adına bir yerlere taşımakla orijinal olunmaz. Bunun için Türkiye birimizin değil hepimizindir diyoruz. Başka milletlerin özgürlüğünü tanımayan milletler özgür olamaz diyoruz. Ülkemizde gerçek anlamda bir demokrasi istiyorsak, bu işin alfabesinin buradan geçtiğini bilmek gerek.
Bu satırların yazarı, Türkiye’de üst kimlikle ilgili, tartışmaya açık bir yaklaşımını buraya aktarmak ister. O da, Türkiye’de farklı etnik toplulukları bir üst kimlikte birleştirmek tarihsel açıdan imkansızdır.
Üst kimlik olgusu tarihseldir. Bu tarih, belli bir coğrafyada yerleşmiş etnik toplulukların merkantilist dönemin ilişki ve çelişkileri içinde, çevre coğrafyalarda yerleşmiş etnik topluluklarla iktisadi, sosyal ve siyasi ilişkilerini, farklılaştırdığı ve kendini diğerlerinden ayırmak üzere farklı tanımlamaya başladığı bir dönemdir. Bu dönem modern ulusların doğuş, modern sınırların oluşmaya başladığı bir dönemdir. Bu dönemin özellikleri itibariyle, ortak coğrafyada daha sıkı bir kaynaşma içinde olan etnik topluluklar, içe kapanma ve iç ortak bölenlerini artırma yönünde bir eğilim göstermişlerdir. Bu eğilim, farklı coğrafya ve farklı etnik yapılarla ilişkilerinde kendilerini tanımlamak üzere ortak bir üst kimlik oluşumuyla belirmeye başlamışlar. Hadise bir karar yada bir ortak toplantının sonuç bildirisi değildir, öncelikle iktisadi, ortak tarihsel geçmişin şekillendirdiği değerler toplamı ve sosyal-siyasal gerekler sonucudur. Bu ortak paydalar, kaçınılmaz olarak ortak ileri hedefleri yaratır. Merkantilist dönem sonrası gelişmeleri göz önüne aldığımızda, ortak bir uluslaşma sürecine katılan etnik toplulukların nasıl da, ortak bir hedef etrafında daha çok ortak payda oluşturduklarını görmek zor değildir. Bu dönem, ortak bir üst kimlik içinde kendini ifade etmeye başlayan ulusular için büyük bir hazırlık dönemidir. Sermaye birikimleri, keşifler, teknik gelişmeler ve üretime yansıyan sonuçları ve bil cümle ortak toplumsal dinamikler bir üst kimlik içinde, dünyanın diğer alanlarına ve diğer üst kimliklerine açılma yönünde ilerliyordu. Avrupa’nın Reform ve Rönesanssı, merkezi devleti iktisadın bir sonucu ve gereği olarak üreten, farklı etnik toplulukları ortak bir üst kimlikte birleştiren ve her türlü hukuki güvencesini sağlayarak iç kaynaşmasını tamamlayan bir uluslaşma süreci olarak tarih sahnesinde kendini gösteriyordu Oysa, aynı dönemde, coğrafyamızda orta çağın en kasvetli karanlığı hüküm sürüyordu, tarihi çok geriden, hiçbir bilinç değeri taşımadan, dinin sağladığı ortak böleni bir araç olarak kullanıp hazıra konma yönünde bir yaşam süreci yaşanıyordu. Atatürk bu eğilimi şu meşhur sözleriyle ifade etmişti; “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” ( Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)
Bu konuyla ilgili olarak “Kürtler ve ulusal devlet” adlı makalemizde de şöyle bir belirleme yapmıştık; “Modern ulus ve devletleri kapitalizmin şafağında doğar. Diye beylik bir sözümüz vardır. Bu belirleme, tamamıyla materyalist, Marksist gerçekçi bir belirlemedir ve tarihin çok önemli bir kesitine aşılmamış doğruluğuyla ışık tutar. Bu özlü cümle dev bir tarihi açıklar ve kısaca şunu ifade eder, tarihsel gelişimi içinde ticaret burjuvazisi feodalizmin kapalı ekonomilerinden, sanayi kapitalizmi ekonomisine geçişte, belli bir toprak parçası üzerinde ortak tarihle şekillenen, gelenek ve görenekleriyle kaynaşan, merkezi bir pazar çerçevesinde iktisadi ilişki birliğine yönelmiş, bölgesel farklılıkları aşarak merkezi bir ekonomi yaratma yönünde ilerleyen, etnik köklerini geride bırakarak ortak bir dil ile tüm ilişkilerini düzenleyen insan toplulukları, daha merkezi, daha güçlü ve güven içinde servetlerinin birikimlerini değerlendirmesi yönünde tek bir ulus çatısı ve değerleri içinde, merkezi bir ulus devleti altında belirlenen tarihsel bir örgütlenmeye yönelmişlerdir. Kapitalizm gelişirken ulusta bir sonuç olarak, tarihi bir kategori olarak, insan topluluklarının bir örgütlenme biçimi olarak kendini gösteriyordu.” İşte Üst kimlik budur ve tarihsel olması da bundandır.
Oysa bu gün yapılan, dayatmadan başka bir şey değildir. Üst kimlik öneriliyor gibi, ancak “başka şansınız yoktur, kendinizi Türk milletinden hissedeceksiniz” dayatması yapılmakta. Tarihsel süreçlerinde başarılmayan yapılanmalar bu gün dayatmalarla giydirilmeye çalışılmaktadır. Tarihe karşı direnme gibi bir şeydir bu. Bu gün Türkiye’de yaşayan etnik toplulukların üst kimlik oluşturmak bir yana, birleşebilecekleri ortak bir üst hedef dahi yoktur. Buyursunlar bir ortak üst hedef olduğunu göstersinler. Ortak bölen olarak var olanlar ise, henüz dini birliği aşmamıştır, o da önerilen Türk milleti üst kimliğine ait bir değer değildir. Tersine, Türklerin öz dinleri Şamanizm’i asimle eden, Arapların kattığı bir değerdir. Tüm çabalara rağmen, dil konusunda dahi nüfusun küçümsenmeyecek bir kısmı Türkçe’yi bilmemekte, yaşamsal ilişkilerinin önemli bir kısmını ana dilleriyle (Kürtçe, Arapça, Ermenice vb) yürütmeye devam etmektedir. Dil konusunda da yukarıdaki satırlarda ifade ettiğimiz gibi, 40.000 kelimelik Türk Dil Kurumu Sözlüğünün (7. Baskısı 1983 tarihli, Türkçe sözlük) sadece %15-20 öz Türkçe’dir, kullanılan Türkçe dilin diğer kelimeleri Arapça, Farsça, Fransızca,İngilizce, Latince, Yunanca vd. dillere aittir. Öz Türk dili, asimle olmuş bir dil konumundadır; Kimi ilkel milliyetçilerin bunu zenginlik olarak görmesi, bilimsel açıdan dil yoğunluğu ve etkisi anlamında bir kıymete sahip değildir ( bu konuyla ilgili en önemli çalışma Sevan Nişanyan’ın Sözlerin Soyağacı – Çağdaş Türkçe’nin Etimolojik Sözlüğü- adılı çalışmasıdır. Adam yayınları). Oysa, Alman, Fransız, İtalyan üst kimliğinde birleşen onlarca etnik topluluğun kullandığı dil, egemen etnik topluluğun öz diline dayalıdır, yabancı kelimeler etkin ya da yoğun değildir. Sanat ve kültür alanında da aynı şeyleri tekrar etmek yanlış olmayacaktır. Bu yüzden, üst kimlik ortaklığı Anadolu’da yaşayan etnik topluluklar açısından tarihi süreci ve bu sürece ait halkaları kaybetmiş bulunmaktadır. Bu iddialarımı, bu günün en önemli ulusalcılarından bilim adamı Emre Kongar’ın, yukarıda aktardığım Atatürk’ün sözleriyle çok anlamlı bir şekilde kesişen sözleriyle noktalamaya çalışacağım; “ Geçmiş bin yılda doğu’dan geldik, Batı’ya doğru yol aldık. Geçmiş bin yıla Şaman olarak başladık. Moğollarla ve Çinlilerle karışık Oğuz boyları olarak Orta Asya’dan yola çıktık. İslam diniyle tanıştık. Bizans’ın yerine geçerek, başta Rumlar olmak üzere, tüm Arap, acem, Kafkas, Anadolu ve Balkan halklarıyla Karıştık. Osmanlılar olarak Üç semavi dinin, Museviliğin, Hıristiyanlığın, İslam’ın, tüm mezhepleri ve tarikatlarıyla ile ilişkiye girdik, kimini benimsedik geliştirdik, kimine üvey evlat kimine düşman muamelesi yaptık. Kılıçlarımızla Avrupa’nın ortasına ulaştık... Kendi oluşturduğumuz gelişmelerin kurbanı olduk, toprak ağalığına bağlı dinsel bir tarım imparatorluğunu, endüstriyel bir ulus-devlete dönüştüremedik, zayıfladık, yenildik, işgal edildik, siyasal haritadan silindik.” ( Emre Kongar, Küresel terör ve Türkiye s: 153-154) bu sözlere eklenecek hiçbir şey olamaz. Diyeceğim o ki, kendine ait olmayan değerlerle başka etnik toplulukları ortak bir üst kimlikte birleştirmek traji-komiktir, hepsi o kadar.
Yukarıda yer alan üç paragraftaki görüşler şahsi olduğu, yazarı açısından da tartışmaya açık görüşlerdir. Bu yaklaşım, yazarı, Türkiye etnik dokusuna ait bir üst kimlik oluşturmanın güç olduğu sonucuna götürüyor. Türkiye’nin müzmin kimlik bunalımının altında bu olduğu sonucuna ulaştırıyor. Bu sonucu güçlendiren siyasi iktidarların yaptırımları ise, ülkede bir üst kimlik yerine artan bir bölücülük ortamı yaratmakta olduğuna inandırıyor.
Baykal bu gerçeklere gözlerini yummaktadır. Milletini sevmek adına giriştiği rekabette, milletinin hiç ihtiyaç duymayacağı dayatmaları yaparak, onu küçük düşürmektedir. Sorulan bir soru üzerine, bu saçmalıklarıyla tutarlı olma adına da, , “Almanya’daki Türkler Alman milletindendir” deme komikliğine düşmektedir.
Makalemizin son bölümüne, tartışmaların sürdüğü şu ortamda ortaya atılan taciz sorulardan en önemli bir iki tanesine cevap vererek görüşümüze detay katmayı uygun gördük.
a. Çok uluslu bir merkezi devlet olunacaksa bu devletin adı etnik bir topluluğun adı olarak nasıl devam edebilir; Türkiye Cumhuriyeti’nin adı mı değişecek. Diye hayıfla sorulan sorulara cevabımız şudur; doğrudur, etnik bir isim üst kimlik unsurlarından biri olan devlet adı olmamalıdır. Egemen etnik toplumun hoşuna gitmese de demokrasi bunu gerektirir. Başlangıçta, Kuruluşta Osmanlı devleti adı yerine Anadolu Cumhuriyeti adı tercih edilseydi, şimdi kimse alınmayacak ve hayıflanmayacaktı. Bakınız, Çekoslovakya Cumhuriyeti devlet adı, belli bir gerçek üzerine dayandığı için, Çekler ve Slovaklar birlikteyken ve ayrılınca da bir sorun çıkmadı. Her kes adını aldı ve dost-kardeş olmaya devam etti, güney Slavlar adına Yugoslavya da, Sırp, Hırvat, Sloven, Karadağlı, Bosna-Hersek’li vd. birlikteyken ve ayrılınca da isim kapma sorunu olmadı. Kuruluşta bir yanlış varsa sonradan düzeltilmesinin bir sıkıntı yaratması sadece ilkel milliyetçiler için bir nedendir, demokratlar için değil. Bölücülük tas tamam buradan başlar. Hata, kuruluşta yapılan tanımlamadadır. Bunun nedeni ne olursa olsun, başlangıçtaki hata bu günün çözümleri için veri olmamalıdır. Aksi taktirde Osmanlı tabası olan onlarca devletin,bu gün farklı adlar almasını, “ayıp ettiler” diye eleştirmek gerekir. Bilinmesi gereken Türkiye sadece Türklerin değil, hepimizindir ve bunun, bu gerçeklikle tespiti gereklidir. İsim değiştirmekte dahil. Adil, barışçıl ve kardeşçe bir birlikte tutarlı olunmak isteniyorsa bunları kaldırabilecek genişlik ve olgunlukta olmak gerekiyor.
b. Federatif bir devlet yapısı olmadan devlet adı değişimi anlamlı olur mu. Yönünde sorulan tuzak sorularda, “işi buraya kadar mı getiriyorsunuz” demek isteyen milliyetçi bir eğilim bulunmaktadır. Bunlara cevap açık, kısa ve nettir. Evet, aynen öyledir. Daha da ötesi, bu topraklarda birlikte yaşamanın, güçlü olmanın, barış ve kardeşlikte komşulara da örnek oluşturmanın yolu buradan geçecektir. Ne kadar geç kalınırsa kalınsın bu yoldan geçmek kader gibidir. Yok milliyetçilik adına bölücülük yapılmak isteniyorsa ayrılık, ne tür felaketlere ve faturalara yol açarsa açsın bir kader olacaktır. Tercih, egemen ulusundur. Ayrıca sorunu Türk-Kürt ulusları diye sık sık iki ulusa indirgeme çabası da kabul görmeyecek bir tür darlıktır. Ortak devlet ya da ayrılık iki ulusa mahsus değildir. Anadolu’da Türkler, Kürtler gibi Araplar da başkaları da bir ulusal topluluktur ve onların hakları diğerlerinden az değildir. Buradan nereye varılır diye hayıflanmaya hiç gerek yok, varılacak yer açıktır, tüm ulusal toplulukların kendi kaderlerini özgürce tayin etme hakkıdır. Bu hak kullanılmadan bu ülke özgür olmayacaktır. Zaman adım adı bu gerçekleri önümüze sürdükçe tartışmaya devam etmekte olduğumuzu gösteriyor. Dün Kürtler, “dağda yürürken kart kurt sesleri çıkartan dağ Türkleri” değil miydi ? Hadi bakalım, bu gün hangi akıllı bu lafları tekrar edebilir, bir boy göstersin bakalım. Adım adım gerçeklerle yüz yüze kalınacaktır derken hiçte hayal içinde değiliz.
c. Anayasal vatandaşın adı ne olacaktır, ulusu nedir, üst kimliği ne olacaktır. Yönündeki sorulara cevabımız; öncelikle bilinmeli ki, anayasal vatandaşlık bir üst kimlik değildir. Bireyin devlet karşısındaki konumunu, hak ve ödevlerinin sınırlarını belirleyin bir konum tespitidir. Anayasal vatandaş olmak, ne etnik ne de üst kimlik belirlemek üzere bir veri olamaz. Buradan hareketle Türkiyeliliği bir üst kimlik olarak değerlendirmek dahi ciddi sayılmayabilir. Bu gün için Türkiyeli kavramı nispeten bu konudaki tartışmalar için bir ortak bölen, tampon kavram olarak görülüyorsa da yeterli değildir. Türkiyeli olmak bir yerden olmak anlamına gelir. Bu yer ise, coğrafi tarihte hiç bir zaman olmayan bir yerdir. İsim olarak Türkiye, bildiğimiz köy adları, cadde adları, şehir adları değiştirmek gibi bir davranışın sonucu oluşmuştur. Yoksa Türklerin öz yurdu anlamında Türkiye denilmemiştir. Unutulmamalı ki, Kürdistan diye bir coğrafi yer çok daha eskidir ve üstünde Kürtler yaşamaya devam etmektedir. Oysa, bu gün Türklerin de yaşadığı coğrafyanın tarihi adı Anadolu’dur, Küçük-Asya’dır. Ancak 85 yıllık kullanımın etkisiyle, Türkiye Cumhuriyeti devleti vatandaşlarının kendilerini Türkiyeli olarak görmeleri, çok itiraz edilen bir konu olarak belirmemektedir. Ama bu da gerçekçi değildir ve zaman bu sorunu da getirip yüzümüze çalacağı günler uzak değildir. Tekrar ediyoruz, Türkiye’de üst kimlik arayışları, tarihi treni kaçırmış bir zorlamadır. Doğru arayış, barışçıl kardeşçe bir ortak yaşam için, kavramların etimolojik sınırlarına hapis olmamış, dayatmalardan uzak en demokratik en anayasal güvencelerle zırhlanmış tüm etnik toplulukların özgür yaşamı için projeler oluşturmaktır. Orada, etnik toplulukların, etnik bir anlam taşıyacak üst kimlik altında yaşama mecburiyeti olmayacaktır. Bu gün, Türkiyeli olmaya gösterilen rızanın daha çok zedelenmemesi yapılacak arayışlar içinde iyi bir zemindir, ortak bölendir. İlkel milliyetçi ısrarlar, bunu da dinamitlemekte olduğu bilinmelidir.
d. Bilinebilen tek üst kimliğimiz dindir, hepimiz Müslüman’ız başka bir şey üst kimlik olamaz. Bu söylem belki de akla an yakın, sahipleri açısından da tutarlı tek iddiadır. Ancak bu iddianın handikabı çoktur. Zira bir kez inanç dünyasını bir üst kimlik olarak belirlemek, dünyasal değerlerle kazanılmış üst kimlik değerlerine tanrıyı karıştırmak ve bunun doğal sonucu insanların yaşam sistemlerine yön vermede kendileri dışında önceden verili vahi (Kuran), kıyas, icma, ve sünnet’e dayanmak demektir. Oysa üst kimlik tarihsel olarak kazanılmış, gerisin geriye dönülüp yorumu yapılabilecek bir veri değildir. Bu gün İslam alimleri hemen hemen hiçbir temel konuda ne içerik ne de şekli açıdan anlaşmış değillerdir. İcma , kıyas ve sünnet bir yana vahi (yani Kuran-ı kerim) konusunda bile farklılıklar bitip tükenecek gibi değildir. Dört mezhep ve Şiilik arasındaki uçurumları, bu arada hiç saymıyoruz. İkincisi; bu iddia coğrafi ve etnik bir sınır ve veriyi esas almaz. Tüm Müslümanlar tek ümmettir iddiasında olup, etnik toplulukları farklı bir açıdan ezme, yok edip sindirme eğilimi taşır ve hak hukuk konusunda hiçbir özgürlüğü tanımaz. Sözde etnik ayrılığı yalnızca din ortadan kaldırır, zira onlara her türlü etnik mensubiyeti hak olarak görür. Kuran’da bunu teyit eder; “ Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, ‘Allahın buyrukları dışına çıkmaktan’ en çok korunanınızdır. Allah bilendir, haber alandır” (Hucurat Süresi ayet no:13) . Ancak bu iddiada olmalarına karşın, inanılmaz bir asimilasyon çabası içinde olurlar; tek tek tüm İslam ülkelerinde yaşanan deney bunu göstermiştir, Arap ülkelerinde Arap olmayan İslam kalmamıştır, İran’da Farslaştırılmayan yada Fars asimilâsyonuna uğramayan hiçbir farklı etnik topluluk kalmamıştır, Osmanlı-Türkiye’de aynı süreç bu günde tüm ağırlığıyla sürmüştür. Yani egemen etnik topluluk, din kardeşini yok etmek için hiçbir çabadan kaçınmamıştır. Bu da dinin üst kimlik adına, yararlı bir davranışı olmayacağını tarihi deneyleriyle göstermiştir. Üçüncüsü; İslam ümmetinin ortak büyük hedefi aynı olan topluluklardan oluşmamaktadır. Her ülkede, her coğrafyada ayrı binlerce bağla birbirlerine bağlı olanların, tek bir üst ve ortak hedefte birleşmeleri mümkün değildir, jeo-stratejik veriler buna engeldir. Müslüman Arapların, Türkiye Müslümanları gibi Avrupa birliğine katılma yönünde stratejik bir hedefi yoktur olamaz da. Müslüman Batı Sahralıların ortak hedefi olan haklı bağımsızlık talebi, Fas Müslümanlarının topraklarını bölme anlamına geliyor. Bu çelişkiler İslam’ın uygulanmamasına değil, İslam’ın her türünün denenmesine rağmen, etnik çıkarları aşabilecek bir üst kültür yaratabilme yeteneğinin olmamasındandır; tarihin tüm deneyleri buna tanıktır. İslam Mekke’de, Kabe etrafında dünyanın tüm etnik topluluklarını birleştirebilmesine rağmen, aynı ülkede, hatta aynı şehirde farklı etnik topluluğu birleştirmekten acizdir. Bu yüzden inancın üst kimlik değeri taşıması zordur. İranlı Müslüman ile Arap Müslüman arasında tarihten bu yana, inanılmaz bir rekabet, mücadele ve savaşlar vardır; bunun nedenini, tek ümmette birleşmemiş olmalarına bağlamak, İranlıları, İranlı üst kimliğinde birleştiren tarihi nedenleri yok farz etmek demektir. İslam, zamanında, etnik yapıyı aşabilecek bir üst kültür yaratabilmiş olsaydı, zaten ne Arap ne İranlı diye ayrı bir etnik gelişim ve üst kimlik oluşabilirdi. Din bu konuda dünyanın tüm ülkelerinde zayıf kalmıştır. Hz. Muhammed ve dört halife zamanında (ki bu süreç İslam’ın asır-ı saadeti diye anılır, yani altın çağı) dahi üst kimlik olarak İslam, etnik yapı dışında bir işlev görememiştir; Emevilerin kurduğu Arap imparatorluğu bu asır-ı saadet döneminin üstünde ve onun bilinciyle yükselmiştir. Bu imparatorluk bir zülüm imparatorluğu olarak, peygamber “sahabelerinden” (!) sayılan insanlar eliyle oluşmuştur. Sonraki dönemler için ise söz söylemeye gerek yoktur, bölgemizin tüm savaşları kıran kırana, insan kıyımı olarak, İslam devletleri ve etnik toplulukları arasında geçmiştir. Din bunları hiçbir zaman üst bir kimlikte birleştirebilme etkinliği gösterememiştir. Bundan sonra, tarihsel treni kaçırmış olma dolaysıyla da bu imkansızdır; artık her etnik topluluk kendini ifade etme kanalları bulmuş bir üst kimlik oluşturmuş ve dini, bu üst kimliklere yararlı olabildiği oranda değerlendirmeyi yeterli görmüştür (afet zamanlarında, kutsal bayramlarda, yardım toplama işlerinde, savaşlarda vb). Dördüncüsü; dinin emirleri Allah’tandır. Her zaman ve mekan için aynı ve değişmezdir. Kutsallığı ve muhkemliği, dünya işlerinin izafi kurallar içinde işlerliğinin dışındadır. Böylesi bir mutlaklığı, toplum ve bireylerin izafi olan dünyasal yaşam düzenlemelerine bir üst kimlik olarak önermek, onu tartışılabilir hale getirmek demektir. Tartışılabilen, izafi işlerlik dolaysıyla kuralları zaman ve mekana göre değiştirilebilen bir kutsiyet insanların kabul edebilecekleri bir fenomen olamaz. Ünlü bir yazarın dediği gibi “tanrının prestiji görülmemesindendir”. İnsan erdem ve ahlak kuraları anlamında bir üst yapı unsuru olarak dini, üst kimliği güçlendiren unsurlar arasında telakki etmek, insanlığın bu günkü düşün düzlemlerinin tarihi kesiti itibariyle daha akli bir yorumdur. Aksi, dini izafi işlere karıştırmak olur, içine haksızca başka unsurları sokuşturmak anlamına gelir ki, bunlar dinin özüyle çelişen ve onu yıpratın öğelerdir. Din bir üst kimlik olamaz, birey ile Allah’ı arasındaki ilişkiyi insanlar ve toplumlar arasında bir ilişkiye düşürmek, tarihin hiçbir döneminde olmadığı gibi bu gün de gerçekleşmeyecek duaya amin demektir. Din bir tanımlama değil, işlevsel bir fonksiyonlar bütünüdür; kişi fiilen din emirlerini ve özel olarak, dinin beş şartını yerine getirmekle Müslüman olur. Oysa üst kimlik taşımak için -özel bir durum yoksa- ağırlıklı bir ortak bölen etrafında yazılı ya da tarihsel süreçle onaylı toplum sözleşmesi yapmış belli bir insan topluluğu içinde bir unsur olmak yeterlidir. Üst kimliğini değiştirmeden, dinini değiştiren toplumlar tarihte az değildir. Orta çağ din ve mezhep savaşları (otuz yıl savaşları, yüz yıl savaşları), fetih savaşlarıyla fethedilen ülke halklarının topluca din değiştirmelerine rağmen üst kimlikleri egemen din tarafından belirlenmemiştir. Protestanlığı kabul etmelerine rağmen ne İngilizler ne de Almanlar, etnik temelde belirlenen üst kimliklerini değiştirmediler. Türk üst kimliğine sahip toplumların tarih içinde Şaman izimden İslam’a ya da Şaman izimden Yahudiliğe (Hazar Türkleri), Hıristiyanlığa (Moldavyalı Türkler) geçerek din değiştirmelerine rağmen, üst kimliklerini korumaları gibi. Arapların durumu daha açık bir örnektir. Araplar İslam dinin kurucusu olan bir millettir, aynı etnik kökenden, ortak dil ve coğrafyada olmalarına rağmen, kültürel açıdan olduğu kadar siyasal talepleri açısından, sorunları, stratejik güvenlikleri ve ortak büyük hedefleri aynı olmasına rağmen, kurulu Arap devletleri vatandaşlarını ortak bir üst kimlikte tanımlamak oldukça güçtür; Araplar dünyanın her yerinde, kendilerini Arap olarak tanımlarken beraberinde mutlaka ya Mısırlı, ya Suriyeli, Iraklı, Libyalı, Ürdünlü, Cezayirli,Tunuslu vb. olarak tanımlamayı tercih ettikleri bilinmektedir. Kafkaslarda yaşayan etnik yapıları Türk olan, dinleri de Müslüman olan ancak üst kimlikte Kırgız, Türkmen, Özbek olan toplulukları hatırlamak bu fasıl için yeterli olacaktır.
Sonuç
Üst kimlik tartışmalarının, Yüksekova-Hakkari olaylarındaki devlet-çete işbirliğinin ortaya çıkmasıyla alevlenmesi bir kez daha, tüm etnik topluluklar adına Kürt ulusal varlığının anayasal olarak tanınıp-tanınmaması sorununa gelinip dayanılmıştır. Bu konuda onlarca makale yazdık durduk, hadise Kürt ulusunun varlığının kabul edilip, edilmemesiyle ilgilidir dedik. Bu ulusun haklarının anayasal hükümlerde belirlenip, belirlenmemesiyle ilgilidir tespitini yaptık. Kimse kendini aldatmasın, ne dini söylemlerle AKP’nin yaptığı gibi, hepimiz din kardeşiyiz deyip, işi tanrının huzuruna ertelemekle ne de, kırk dereden su getirip, egzotik argümanlar geliştirerek, “anayasal vatandaşlık”, “bilinç milliyetçiliği”, “Türk milleti üst kimliği” ilanları ve tehditleriyle boğmaya hiç gerek yoktur. Kürtler çağdaş bir ulusun tüm özelliklerini taşıyan bir ulustur ve onun da diğer uluslar gibi kendi kaderini tayin etme hakkı vardır. Birlikte yaşanacaksa, diğer etnik topluluklarda dahil Kürt ulusunun hak ve hukuku anayasal güvencelere kavuşturulmalıdır. Türk orijinli her aydının yapması gereken en yaşamsal önerme tas tamam budur; dünya ve bölgemizdeki gelişmeleri takip eden vatanseverin önünde böylesi bir görev olduğunu tekrar tekrar belirtmekte yarar vardır. Aksi davranışlar kişileri olduğu kadar egemen olduğunu sanan milletleri de bölücü duruma düşürecektir. Katılık, zorlama, dayatmayla Kürt milletini Türk milleti yapamazsınız. Bunda ısrar ederseniz, bölgemizin parçalanmış yapısını bir kez daha parçalamak isteyen şer güçlerinin taleplerini yerine getirmiş olursunuz, üstelik kendinizi birleştirici sanarak. Irak’ın başına gelenlere, Suriye’nin başına örülmek istenenlere bakınız ve ders alınız. Bu dersi öncelikle de Baykal’ın alması gerekmektedir.
25 Ekim 2005
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder