“Osmanlı aklı”nın
TARİH SERÜVENİ
Mihrac Ural
http://mihracural.blogspot.com/
III. yayımı 10 ocak 2008
Giriş
Tüm çağdaş ulusların barbar bir geçmişi vardır. Barbarlık uygarlıkların gelişimine paralel yadsınan ve ayıplanan bir statü haline gelmiştir. Yunanlıların konuşmalarını anlayamadıkları “bar bar” ( Türkçe’de dır dır etmek anlamında ) gibi sesler çıkaran talancı, düzensiz toplumsal yaşam türleri süren insan topluluklarını anlatmak için yaptıkları bu tanımlama, çağdaş ilişkilerin gelişimine paralel bir aşağılama sıfatı haline dönüşmüştür.
Avrupalılar Türklerle tanışmalarının ardından uğradıkları kıyım ve yıkımı, çektikleri acıları anlatmak üzere Osmanlılara barbar sıfatını kullanır oldular. “Türk barbarlığı” bu güne dek Avrupalılarda değişmeden kalan Osmanlı artığı tanımlama olmuştur. Ancak bu tanımlama, Türk uç beylerinin, Avrupa ortalarına kadar ilerleyip yerleşmeleri ardından gelişen ilişkilerle farklı bir tanımlamaya yerini bırakır oldu. Avrupa insanı Osmanlının en geniş sınırları elde ettiği “yükselme” döneminde, Türklerle yerleşik bir komşuluk ilişkisi gündeme gelince, milletler de birbirini anladıkları gibi tanımlama yönüne kaydılar. Bu tarihsel süreçte Avrupa yüzyılların ilişki ve çelişkileri içinde Türklerle anlaşmada güçlük çekti, sorunları akıl ve diyalogla çözecek bir muhatap bulamadı. Topraklarını işgal eden Osmanlı, ne akıldan ne de diyalogdan anlıyordu. Tek doğru olduğuna, taleplerinin reddedilmezliğine, aykırı her davranışı ölümle yok edebileceğine kendini inandırmış ve bunu istila ettiği topraklarda can pazarına dönüştürmüştü. Bu ilişkiler, farklılığın zenginliğini, geçmiş birikimlerin hazmedilmesini engellemiş, yaşamı köreltmiş, durağanlığı ikame etmiştir. Bu vahşetle ilk kez Anadolu ardından da Avrupa tanıştı.
“Bir kısrak başı gibi -şaşkın ve zalimce- Orta Asya’dan, Anadolu’ya uzanan bu memleket”, insanlığın en önemli uygarlık yurdu, barbarların at nallarıyla tepelenerek bin yıl süren karanlık bir egemenlik altına alınmış, iktisadi, sosyal ve siyasal yaşamı tamamıyla felç edilmiştir. Oysa Anadolu, işgal öncesinde insanlığın en önemli uygarlıklarına beşiklik etmişti. Artık, bu görkemli geçmişin tüm gelişen dinamikleri yok edilmişti.
Çağdaş uygarlığın boy verme ihtimali en yüksek olan topraklar, can pazarı karabasan altındaydı. İnsanlığın tüm ilgi alanlarında yeni yeni doğmaya başlayan uygarlık güneşi doğudan batıya, güneyden kuzeye böylece kaymaya başladı. Batının aydınlanma çağı doruğa tırmandıkça da, uygarlığın beşiği olan bu topraklar alabildiğine karanlığa sürüklendi. İstanbul’un fethi bu anlamda yeni bir çağ açma değil, Anadolu’nun yeniçağını karartma hareketiydi. Avrupa böylesi bir komşu ile ilişkileşiyordu.
Avrupa milletleriyle yüzyıllar devam edecek olan sürtüşmeler, uygarlık kıstasları içinde değil, Osmanlıların sevdiği deyimle “kırılan ama eğilmeyen” tarzda sürdü; ilişkilerini eğilme ya da kırılma dışında algılamaktan uzak olan bu aklın, yüzyıllarca kalabildiği yerlerde herkesi ve her şeyi kırmış olması gerekiyordu. Nitekim Avrupalı’nın başına gelen de tastamam budur. “Türk aklı” tanımlaması bu kıyımın ürünü olarak doğmuştu. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” denilen şey de bundan ibaretti. Tanımlamayı ifade eden duman Osmanlı aklı ateşinden tütüyordu.
Avrupalı nesneleri adlarıyla çağırır ve Türk’ün Avrupa’ya dalışının sonuçları olarak beliren akıl nesnesinin adına da “Türk aklı” diyordu. Osmanlı’nın yüzyıllar süren alameti farikası da budur. Bu gün Avrupa’da günlük yaşamda kişinin yaptığı ciddi hataları tanımlamak, düzeysizliğini, en alt akıl türü davranışlarını belirlemek için, kısacası kişiyi aşağılamak için “Türk aklı” tanımlaması yapılır. Bu tanımlama hala geçerlidir. Gerçekte Osmanlı aklı olarak belirlenmesi gereken bu tanımlama bugün hala sürse de “Türk aklı” olarak tanımlamak isabetli olmayabilir. Türk uluslaşma sürecinin 19.yy sonları ve 20. yy başlarında başladığı göz önüne alınırsa, böylesi bir tanımlamanın “Osmanlı aklı” olarak belirlenmesi daha gerçekçidir. Bu akıl fiillerinin devamını da, Osmanlı aklının devamı olarak algılanmak daha doğrudur.
Osmanlı’nın, Avrupa’da yüzyıllar süren macerasının yarattığı yıkıcı kanaatleri ünlü Fransız yazar Eduard Driault’ın “Şark Meselesi” kitabında tüm açıklığıyla şöyle dile gelmiştir; “Esasen Türk olan Mongollar İran’ı ve Hindistan’ın büyük bir kısmını idareleri altına aldılar, lakin ne Osmanlılar ve ne de Mongollar zapt ettikleri memleketlerde esaslı temeller atmadılar. Mağluplar hakkında kahredici ve zalimce davrandılar. Siyasi ve iktisadi teşkilat kurmaya yeteneksiz, fenalık için doğmuş denilecek kadar harp ve kavga ve yağmaya tutkun, medeni terakkiyat önünde kayıp olmaya mahkûm olan bunlar... ayakları ile çiğnedikleri yerlerde ot bile yeşermez oldu. Hiçbir şeyi yapmadılar, her yeri harabezara çevirdiler...” (Eduard Driault, Şark Meselesi sayfa; 490 )
Buna Andre Wheatcroft’un “Osmanlılar” adlı kitabında İngiliz Başbakanı Gladstone’den aktardığı şu sözleri de eklemek gerek; “ Türk ırkı işte kabaca budur. Bu bir İslam sorunu değil, bir ırkın kendine özgü karakteriyle birleşen İslamiyet sorunudur... Bunlar Avrupa’ya ilk ayak bastıkları o kara günden beri insanlığın insanlık dışı örnekleridir. Gittikleri her yerde arkalarında geniş kan izi bırakmışlardır ve onların topraklarının eriştiği her yerde uygarlık ortadan kaybolmuştur. “ ( Andre Wheatcroft, Osmanlılar, sayfa; 202-203 )
Benzer tespitleri de, René Grousset 1946 yılında yayınladığı “Tarihin Bilançosu” kitabında, göçebe Türk boylarının, uygar Asya toplum ve ülkelerine yönelik talan ve istilalarını özetle şöyle ifade eder: “15. yüzyılda Osmanlıların Avrupa topraklarına getirdikleri tek yenilik, kültürel gelişimin kesinkes durmasıdır, o kadar.
Osmanlı rejiminin egemen olduğu Hıristiyan ülkelerinde tüm özgür düşün, bilimsel ve entelektüel gelişim, uzun süre dondurulmuştur. Toplumlararası bilimsel alışveriş tıkanmıştır. Siyasal kurumlar en ilkel despotizmin üstüne yükselememişlerdir. Avrupa halklarının bir bölümü, Avrupa’dan bıçakla kesilir gibi koparılmıştır. Rönesans hareketlerine katılabilecek birikimli halklar, Necef bedevilerinin, Kürt partizanların ya da Kırgız çobanların düzeyinde kalmaya mahkûm olmuşlardır”
“Osmanlı aklı”, tek başına Avrupalının çektiklerini de tanımlamaz. O uzanabildiği tüm alanların insanlarına karşı geliştirdiği yıkıcılıkla insanlığı ilgilendiren bir sorundur. Bu gerçek bugün çok daha açık hale gelme eğilimi göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin aynı aklın devamı olarak geliştirdiği tutumlar ve dünya kamuoyunun eğilimi gösterdiği yaptırımlar buna işaret etmektedir. Bu aklın kasırgasından Avrupa’nın aldığı yaralar eski ve büyük oranda kapanmıştır. Ancak, Anadolu hala ağır yaralı ve kan içindedir. 1000 yıllık zulüm tüm kasvetiyle ve dehşetiyle inanılmaz bir ısrar ve süreklilikle devam ediyor. Avrupalının bu gelişmelerin dehşetine seyirci kalmasını -tüm çıkar ilişkilerine rağmen- engelleyen bir kamuoyu baskısı altında olmasıdır. Bu yüzden I. Dünya Savaşı’nın çözülmemiş sorunlarının vebali altında olan Avrupa, Türkiye’de gelişen siyasal, toplumsal ve iktisadi gelişmelerde taraf olmak durumunda kalmaktadır. Bu aynı zamanda iletişim teknolojisinin, iktisadi globalleşmenin yarattığı küreselleşmenin de mantıki bir sonucudur.
Bu gelişmeler içinde, “Osmanlı aklı” ve yarattığı sorunların irdelenip açığa vurulma gereği uzun ve detaylı bir çalışmanın başlangıcı olarak ertelenmeden ele alınmıştır.
1.
Bugüne …
Osmanlı barbarlığını tarife gerek yoktur. Tarihle ilgisi zayıf olanlar dahi, padişahların kardeşlerini nasıl doğradıklarını ve bu vahşeti kanunlaştırıp yüzyıllar süren bir kardeş kıyımına meşruiyet kazandırdıklarını gayet iyi bilir. Böylesi bir ruhi şekilleniş içinde olan saltanatın insanlara ve yabancılara ne türden bir kini reva göreceğini anlamak güç değildir. Padişah hallinin rasgeleci, saray entrikalarının bir ürünü olarak insanlık dışı bir kement katliamı olduğu, yaşam boyu padişahların ve karşılığında kardeşlerinin ölüm ve halledilme kaygısı içinde yaşam sürdürdüğü bilinmektedir.
Böylesi bir yaşam türünün reaya neleri reva görecekleri işgal ettikleri topraklarda yaşayan halka ise ne çılgınca bir barbarlık yapacaklarını kestirmek güç değildir.
Osmanlı bunu her adımda en feci tarzda icra etmiştir. Can çekişirken bile Ermenilere reva görülen jenosit, bu ruh halinin çirkefliği olarak gündeme gelmiştir. Bu vahşetin ruh halini oluşturan hadiseler bununla da sınırlı değildir. Sadrazam ve Şehzadelerin başına gelenler ise çok daha vahimdir. Kardeş katlini fermanlaştıran Fatih Sultan Mehmed’in ilk sadrazamı Çandıralı Halil Paşa ve ardından gelen onlarca sadrazamın cesedi param parça yapılarak sokaklara atılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman’ın çok sevilen oğlu Şehzade Mustafa’yı en kanunsuz şekilde çadırına görüşmek için davet ederek, cellat kemendiyle, insafsız bir vahşetle boğdurmuştur.
Osmanlı’nın geliştirdiği bu sistem, kimilerinin sandığı gibi, Ortaçağ imparatorluklarında rastlanan işleyişin sıradan bir tekrarı -benzeri- olarak ele alınamaz. Tüm Ortaçağ devletlerinde prenslerin birbirini yok ettiği, gözlerine mil çekildiği, savaşlar yaptığı bilinir. Ama bu meşru olmayan bir sonuç olarak ortaya çıkar; imparatorların hükmü ele aldıktan sonra hiçbir itiraz olmamasına rağmen kardeşlerini, sadrazamlarını, oğullarını öldürme gibi bir caniyane girişimlere kalkışılmaz. Osmanlı işte bu olmazı kanun haline getirmiştir. Padişaha, hükmü eline alır almaz, hiçbir itiraz olmasa da, ihtimal ki, daha sonra “karşı çıkılır, karışıklık çıkarılır, mülk bölünür” bahanesiyle kardeşleri ve gerekirse oğulları öldürme meşruiyeti veriliyor. Bu amaca İslam’ı alet ederek, Şeyhülislama fetva verdiriliyor; bu noktada ayrıca, Osmanlı’nın İslam’ı nasıl ve ne amaçla algıladığını anlamak güç olmasa gerek. Bu bir “Osmanlı aklı”dır; gayrı meşrulara, insanlık dışı cinayetlere, kıymeti kendinden menkul meşruiyeti böyle kazandırır. Bu aklın bu güne kadar yaşayan temsilcileri, “Osmanlı’nın 600 yıllık ayakta kalabilme başarısını kardeş katline borçludur, yoksa Osmanlı mülkü kardeşler arasında pay edilerek kısa sürede parçalanırdı.” iddiasındalar (Türk Tarihi Kurumu Başkanı Yusuf Hallaçoğlu, 29 Ocak 1999, Siyaset Meydanı programı, atv ).
Bu aklın temsilcileri, söylemleriyle geçmişten ziyade bu güne gönderme uğraşısındalar. İstedikleri ise, Türkiye’de ezilen ulus ve azınlıkların kendi kaderlerini tayin hakkı için ayağa kalkmalarına karşı “birliği koruma” aldatmacasıyla yürütülen kanlı kıyımı meşru göstermektir. Osmanlı’nın, “birliği korumak için” kardeş katlini Fatih kararnamesiyle meşru saydığı gibi.
Bu ölüm mekanizması, kimseye rahmet etmeden, yukarıdan aşağıya doğru, herkesi kapsayarak inmiştir. Padişahlar, veliahtlar, kardeşler, sadrazamlar ve paşalar bu silindirin altında ezilmiştir. Paşalar en yakın korumaları tarafından ölüm korkusu içinde kovalanırlar, muhasebecileri tarafından malları, mülkleri, birikimleri ve mirasları insafsız bir darbeyle hazineye ganimet olarak aktarılır. Bu tablo devletin kendi içindeki görüntüsüdür; kurtulanı yoktur. Dışta beylikleri bekleyen acı akıbet bulunur. Anadolu beyliklerinin kıyımı onlarca kez tekrar edilen bir toplu katliam dizisidir. Kendi soyundan olan aşiretlere reva görülenler bu vahşetin taşıdığı manayı anlamak oldukça güçtür. Hiçbir çıkar çatışması, hiçbir iktisadi hegemonya eğilimi sürdürülen bu ölüm kasırgasını izah edemez. Doğudan Batıya, Kuzeyden Güneye cıva gibi sıçrayan bu şaşkınlığın düşün ürünü bir sistematiğe sahip olması mümkün değildir. Osmanlı barbarlığı da budur.
Bu tür aklın ne kültür ne de medenileşme kaygısı ile yenileştirme
ya da inşa anlayışı vardır. İnsanın en ilkel yaşama dürtüsüyle, en ucuz ve en az emekle hayatını idamede vahşet yolunu tercih etmesi olarak kendini gösteren bu barbarlık türü toprakları tarıma açarak, buradan daha ileri tekniklerle yaşam seviyesini yükselterek, düşün ürünü zenginliklerle bulunduğu coğrafyaya kültür katkısı yaparak kökleşmeyi, taşınması zor, ağır bir yük olarak görür. Vatan edinmenin toplumsal emekle olacağını bilmez, her şeyi hazır ister, ganimetlere de, vatan elde etmeye de aynı tarzda bakar. Başka milletlerin yüzyılların emekleriyle yarattığı değerleri, zenginlikleri ve vatana dönüştürdükleri coğrafyaları gasp etme onursuzluğunu temel yaşam politikası olarak tercih eder. Bu yaşam tarzı doğal olarak kendi iç dokularına, sosyal ilişki ve anlayışlarına da olduğu gibi yansır.
Bu yüzden, Osmanlı’da kölelik vardı, kimsenin kimseye merhameti, insanlığı yoktu. Osmanlı’nın tarihi de bu gibi olayların yoğunluğuyla birlikte anılır.
Fatih Sultan Mehmed ile başlayan imparatorluk döneminde değişen devlet anlayışının ana halkası devşirme (dönme) sistemiydi. “İstanbul’u alan Fatih, hemen ardından, Vezir-i Azam’ı Çandıralı’nın da kellesini almış ve devşirme vezir Mahmut Paşa’yı Vezir-i Azam yapmıştır. Böylece Türk soylularıyla (Asilzadeleriyle) ilişkisi kesiliyor, halktan kopuk, devşirme bürokrasi dönemi başlıyordu “Devşirme bürokrasi ve onun vurucu gücü olan yeniçeriler devleti yönetmekle birlikte, toplumda hiçbir ekonomik, toplumsal etnik ve benzeri köke sahip değildiler.” (Emre Kongar, 21. Yüzyılda Türkiye, sayfa;17) Yaşamdan böylesine kopmuş olan ve dolayısıyla yaşamın çelişkilerine akıl yoluyla çözüm bulma ihtiyacı olmayan bu güçlerin, kendi varlıklarını ve Osmanoğlu tacının egemenliği için yapacakları tek şey kalıyor o da, kıyım, barbarlık ve serseriliktir!..
Bu gerçekleri, Türklere kurduğu Cumhuriyetle, uluslaşma sürecini açan Atatürk, 7 Şubat 1923’te Cumhuriyet ilanından altı ay önce, Balıkesir Zağnos Paşa Camiinde verdiği “ilk ve son hutbesinde” şöyle dile getirmiştir;
“Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar, sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fatihlerin arkasında serserilik etmiş ve kendi ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu, öyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen ola gelmiştir.” ( Aktaran Cemal Kutay, Age. Sayfa;154. ) Atatürk’ün de itiraf ettiği gibi, “fatihlerin arkasında serserilik etmiş ve ...çalışmamış” sürekli hazıra konmaya, talana koşulmuştur.
On yıllar sonra bu gerçeğin değişmediğini yeni kuşaklar da itiraf etmektedir; ‘17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’ ardından TC. devletinin içine düştüğü aciz durumu sergilemek üzere, Aktüel dergisinin 26 Ağustos - 1 Eylül 1999 tarihli, 423 sayılı nüshasında aynı kanaat, şu sözlerle dile getirilmektedir;
“Osmanlılar geniş alanları, farklı etnik toplulukları kontrol altında tuttu. Kıtlık ve açlık, hep yerel sorunlardı; bir yerdeki yokluk başka bir yerdeki bollukla telafi edildi. Herhangi bir ürüne duyulan ihtiyaç fetih, el koyma ve yağma yoluyla başka topraklardan yağmalanırdı. Sonuç olarak bu toprakların insanları yüzyıllar boyunca hep ‘hazır lopçu’ oldu. Ve başka birçok nedenin yanı sıra, bir de bu nedenle modernleşemediler. Ve bu hazır lopçuluk ve ‘elinden iş gelmez’lik bize o imparatorluklardan miras kaldı.“ (Bu paragraf 2 Eylül 1999 da eklendi.)
Dün Atatürk’ün diliyle bugün yeni kuşakların diliyle gelen bu satırlar, TC. devletinin hangi mirası devraldığı ve bunun kimler tarafından korunmaya çalışıldığını anlatmaya yeterlidir.
Bilinmeli ki, Osmanlı bu talan politikasına İslam’ı da doğrudan doğruya alet etmiştir. Osmanlı’nın barbarlığı, yeni bir yaşam tarzı olarak gelişen İslam uygarlığından ciddi ve yoğun olarak yararlanmadığı gibi, Peygamberin mesajındaki erdemlerini özümsememiş ve onlara katiyetle inanmamıştı. Hilafetin ele geçirilmesi, bir ganimet olayından ibaret görülmüş onu da, yeni talanlar için ideolojik bir araç olarak kullanmıştır. Nitekim Osmanlı, talan seferleri bu araçla kutsal cihad adı altında, Müslüman ümmetten savaşçı toplamıştır. İslam ilk kez Osmanlıların elinde topyekûn çığırından çıkmış bir şeriat vahşeti haline dönüşmüştür. Emevilerin lokal Arapçılık temelinde gelişen sahte İslamlarının şeriat vahşeti, Osmanlıyla birlikte evrensel bir boyut kazanmıştır.
İslam, Osmanlı elinde bir talan aracı olarak, özünden boşaltılıp, cihad çağrısından ibaret olmuştur ve sürekli bu akıl tarafından, bu amaçla kullanılmıştır. Bunun övünülecek bir olgu olduğunu savunan Cemal Kutay “Türk aklı”yla, Arapları kötülemeye çalışırken, “Dinler Psikolojisi” yazarı Dr. Gustave Le Bon’dan aktardığı; “Ferdlerin olduğu gibi kavimlerin de hasetlerini, ben, Arapların İslamiyet’i bir cihad hadisesi haline getirmiş Türklere karşı duygularında gördüm” alıntısıyla, istemeden de olsa Osmanlı’nın İslam’ı nasıl bir savaş ve yıkım aracı, “cihad” olarak kullandığını ele vermektedir (alıntıyı aktaran Cemal Kutay, “Türkçe ibadet” sayfa; 208).
Yazarın da ifade ettiği gibi, Araplar, Osmanlı elinde İslam’ın bir cihad aracı olmasından rahatsızlar; Araplar için İslam yeni bir yaşam tarzıdır, istila, fütuhat ve gasp değildir. İslam’a bu şoven, saldırgan, istilacı eğilimi ilk veren Emevi imparatorluğu kurucularının İslam’ı geçmişten bu güne kadar tartışılmalıdır: Peygamberin en büyük düşmanı Ebu Sufyan ve karısı Hind idi; onların oğlu Muaviye ve onun oğlu Yezid, peygamberin sevgili torunları Hasan ve Hüseyin’i katledenlerdi. Bu gün Cemal Kutay’ın da Arapları topyekûn ve haksızca kötülemek için araç yaptığı, İslam’la bağdaşmayan şeriatın üreticileri ve dayatıcılarıdır. Bunlar şeriatlarına temel yaptıkları, kendi uydurmaları olan sahte Hadis’lerin de üreticisidirler!
Osmanlı bu sahte İslam’ın izcisi oldu ve cihad’ı, Emevilerin lokal Arapçı çerçevesinden çıkararak, evrensel bir vahşete dönüştürdü. Barbarlığını İslam adına yapılan cihad maskesiyle insanlığa dayattı…
Oysa İslam barıştır, sükûndur; cami etrafında medenileşerek (şehirleşerek) medenileşmektir (uygarlaşmaktır). İslam’ın barış mesajı karşısında cihadın yeri okyanusta bir ada misali gibidir. Nitekim Kuran’da cihad açık ve net olarak onlarca ayette belirlenmiş haliyle, saldırgan zorbalara karşı, hicrete (göçe) zorlayana, baskılara karşı, tecavüz eden mütecavizlere karşı bir Müslüman tepkisi olarak belirlenerek sınırlanmıştır. Bu ayetlerin en önemlileri ve İslam’ın cihad tezindeki yaklaşımını formüle edenleri Bakara Süresi’ndedir o da, “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın; fakat haksız yere saldırmayın, çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez.” (Bakara 190) ve “...Kim size saldırırsa, onun saldırdığı kadar sizde ona saldırın...” (Bakara 194). İşte cihadın özeti bu ayetlerdedir. Oysa Osmanlı talan ve gasp için, Osmanoğulları saltanatının dünyevi çıkarları için, üstelik kendisine kimse saldırmadan, tersine kendisi saldırganlık yaparak cihadın içini boşaltmış, bir tecavüz eylemine çevirmiştir. İslam ise bu değildir!..
İslam, tüm vasıflarıyla yerleşikliği ifade eder, yayılmacılığı, göçebeliği değil. İlk vahi olan “ıkra” (oku) (Alak süresi 1.ayetin ilk kelimesi, bu ayet Kuran’ın ilk ayetidir ve ilk vahi kelimesidir.) emriyle başlayan ibadet, mabedleri olan camiyle birlikte yerleşimi gerektiren bir uygarlık adımıdır. Arap İslam uygarlığının kuruluşunun temeli de, bu ilk ayetin emriyle başlamıştır.
Osmanlı “oku” ayetiyle yeni bir uygarlık adımı kurma girişimini başlatan İslam’ı cihad ile karıştırıp içini boşaltarak kendi talan sisteminin hizmetine koşmuştur. İmparatorluk kurduklarını sanan Osmanlıların başkent anlayışlarının olmaması, resmi dillerinin bulunmamasının anlatması gereken gerçek ise, göçebeliğin dile getireceği bir yaşam türünden ibarettir; malum milliyetçilerden Taha Akyol dahi, böylesi bir yaşamın Osmanlı için taşıdığı anlamı şöyle dile getirmek zorunda kalmıştır; “Hiç kargaşalı göçebe ve durgun köylü toplumundan bilim çıkmamıştır.” (Taha Akyol, Bilim ve yanılgı sayfa; 29).
Bu belirlemeyi yaparken de, özetle, şu tarihi olayı anlatma gereği duymuştur; III.Mustafa döneminde yapılması istenin askeri ıslahatlar için Baron de Tott’dan bir mühendislik okulu açması istenmiştir. Osmanlı bilginleri kendilerinin yetersiz görülmesi ve yabancı birinin görevlendirilmesine içerlenerek itiraz etmişler. Padişahta Barondan en seçkin bilginleri imtihan etmesini istemiş. Baron; “ Bu imtihanda, kısaca, bir üçgenin üç açısının toplamının ne olduğunu sordum; içlerinden en cesuru bana ‘üçgenine göre’ cevabını verince, imtihanı daha fazla uzatmaya hacet kalmadığı anlaşıldı...” ( Age, sayfa; 23 ) İnsanlığın ulaştığı uygarlık seviyesi, sanayi devrimi arifesine gelip dayandığı bir çağda, İnsanlığa bu ölçüde yabancı olan, en seçkin ulemasının dahi, bir üçgenin iç açılarının toplamını “üçgenine göre” kıyaslayan akıl keyfilikleri, Osmanlıyı istila ettikleri alanlarda yaşayan halklara ne türden bir keyfiyetle davranacaklarını anlatmaya yeterlidir sanırız.
Osmanlılar, askeri olarak kırıldıkları noktadan itibaren elde olanla yetinen ancak ne başkent ne de resmi dil anlayışı olmayan bir ilkellik içinde idiler; Bursa’dan, Edirne’ye, oradan İstanbul’a askeri başarı elde edebilseydiler Viyana’ya doğru, istilalar değiştikçe değişen başkentler dizisi devam edecekti. Buna resmi dilin bir zaman Farsça, bir zaman sonra Arapça olarak değişip durması, barbar göçebeliği en kesin çizgilerle anlatmaya yeterlidir. Tarihin bilinen tüm uygarlıkları belli bir başkent ve belli bir egemen dil üzerinde kurulup geliştikleri ve imparatorluklar yarattığı bilinmektedir. Bu da aşiret örgütlenmesinden ulus örgütlenmesine yönelişin alt yapısıdır. Oysa konusunu işlemekte olduğumuz göçebe aklı Selçukludan, Osmanlıya, Türklerin uluslaşma sürecine girişleri önünde en büyük engeli oluşturmuştur. Bu olgu, kendini TC döneminde de uluslaşma sürecinin tamamlanması önünde tüm ağırlığıyla kendini göstermiştir.
Bu ruh hali ile işgal edilen uygar ulus topraklarının, nasıl talan edileceği ve insanların nasıl kıyılacağını anlamak için, insan kafataslarından yapılan kulelerin, hangi padişah devrinde daha yüksek olduğunu ölçen öğünmelere bakmak yeterli olacaktır. Çocuk katlinden çekinen Yeniçerilere, sadrazam eliyle çocuk kafasını koparma derslerinin verildiği bir tarihtir: Osmanlı vahşetini daha yakından anlamak için, bu tarihi vahşeti kısaca hatırlatmanın yararı olacaktır: Celali isyanlarını bastırmak için on binlerce insanı öldürüp kuyulara doldurmasından dolayı kuyucu lakabını kazanmış olan Kuyucu Murad Paşa görevlendirilir. ”1606’da Sultan I.Ahmed, Sadrazam Derviş Paşa’yı çadır ipi ile boğdurup kımıldadığını görünce de kendi hançeriyle başını kopardıktan sonra Kuyucu Murad Paşa’ya mührü verdi.” (Hayat Tarih Mecmuası, 1967, sayı; 4, sayfa; 19). Padişahının işlediği vahşi cürüm sahnesi içinde, kendisine Sadrazam mührü tevdi edilen Kuyucu Murad, Halep yakınlarında, Canbolad oğullarından on binlerce insanı da doğrayarak seferlerine devam ettiği, bunun bir uzantısı olarak Çorum’da, Celali isyancılarını doğrayarak kuyulara doldurduğu anlatılır. Yine böylesi bir kıyım esnasında, cellâtlarını seyreden Kuyucu’nun gözü bir sabiye (çocuk) ilişir. Katledilmesini ister, ancak cellâtlar çekinir, küçücük bir çocuğu katletmekten ürkerler. Yeniçerilere emir verir onlarda, cellâtların dahi kabullenmedikleri böyle bir vahşeti yapamayacaklarını söylerler. Kuyucu, hiddetle iskemlesinden kalkarak, toplanmış olan halkın, cellâtların, Yeniçeri’lerin gözü önünde çocuğu tutup, bir çukurun eşiğine kadar sürükler. “Nitekim bir çukurun başına gelince, paşa çocuğu kuvvetle silkeledi, yere yıktı, sonra yavrunun başını şiddetle vurdu, sıktı, bedbaht çocuğun kısa süren çırpınmasına dizini dayayarak mani olduktan sonra küçük cesedini kaldırıp çukura attı.” Kuyucu, gelişmeleri dehşetle izleyenlere, son söz olarak, “ tüm düşmanlarımız bir zaman çocuktu, büyüyüp bize düşman oldular “ deyip çadırına çekildiği anlatılır. (Agm, sayı; 4, sayfa; 20 ) Kuyucu, “haftada bir hatim indiren, Nakşibendî tarikat şeyhlerinin dizinden ayrılmayan, elinden tespihi düşmeyen, beş vakit namazını kaçırmayan, Allah korkusu olan bir adamdı.” (Agm sayfa; 19). Allah korkusu olanların yaptığı bu ise, Allah korkusu taşımayanların ne yapabileceklerini söylemeye gerek kalmadı sanırız.
Avrupalı, işte bunların dayattıkları kanlı tarihi, iliklerine kadar can pazarında yaşadı. Barbarlık bu idi. Ancak bunlar fiili olanlardı. Bu fiillerin doğal olarak geliştirdiği bir de akıl sistematiği vardı ki önemli olan, kuşaklar boyu aktarılacak olan da o idi. Kendine özgü ve insanlık dışı da olsa, Avrupalının dediği gibi “en alt” türde de olsa, sonuçta bu da bir tür akıldı. ”Osmanlı aklı“ bu bataklığın ürünüdür. Örnekler dahi bu aklın çalışma tarzında, barbarlığın tüm verilerini gösterir. “Katli vacip” deyimi, bu aklın insan unsuruna yaklaşımda gösterdiği tek boyutluluğun yanı sıra, fiillerinin temel eğilimlerini de yansıtır.
Bu akıl, insanın yer aldığı tüm sorunlarda diyalogu yadsımıştır. İnsanın yaratılışından gelen ayrımı, doğanın bütünselliğini sağlayan çelişkisi, yaşamın tüm verilerinde var olan ve kendini hissettiren farklılık bu akıl tarafından asla algılanamaz. Ortaya koyduğu dayatma her şeye egemen olmazsa, kendini rahatsız hisseder. Egemenliğini mutlak kılmak ister. Dolayısıyla “farklılığın yaratılışa aykırı olduğunu” sanır. Bu yanılgı bir sistematik kazanır ve bu aklın yaşamı algılayışına temel oluşturur. Bu noktada aykırı bulduğu her türden yaşam ve varoluş biçimlerine karşı “katli vaciptir” diyerek son verme ısrarı gösterir. Böylesi bir dehşet karşısında gücü yetmeyenlerin tek tercihleri kalır o da teslim olmak, köleleşmek ya da geçicide olsa her şeyi kabullenmiş görünmektir. Bu aklın yıkımlarına karşı bu biçimde direnerek bu güne kadar yaşamını koruyabilmiş Anadolu’nun muhtelif ulusları ve kültürlerinin, hangi cenderelerden geçtiğini anlamak güç olmasa gerek!..
Varoluşun farklılıklarına “katli vacip” ile cevap vermek, Osmanlı’nın yarattığı “aklın” en önemli belirtisidir. Toprağa emek vermeden, zenginliği yaratmadan onu, gaspla sahiplenmeye çalışan, göçer yaşam tarzı, doğal olarak farklılığı hazmedemez. Emek sarf etmek koşuluyla, yer küremiz topraklarının tüm insanlığa yetecek kadar değer ve yaşam kaynağı yaratabileceğini anlayamamış ve bunu ağır bir işçilik olarak gören barbar kavimler, yaşamlarının ikamesi için farklılıklara karşı yok etme saldırısı yöneltmekten başka bir yol üretemezler.
Bu yüzden farklılıklar, katledilmesi gerekenler haline gelmiştir. Ve bu anlayış bu güne kadar süre gelen aklın fiili olmuştur. Burada diyaloglar, toleranslar, bir arada barış içinde yaşama gibi uygar insanlığın en eski erdemleri, anlamı olmayan yine katli vacip yabancı unsurlardır. Osmanlı’nın güçlü olduğu tüm devirlerde, gerilediği ancak yine güçlü olduğu alanlarda bu akıl egemendi. Katli vacip görüp katledemediği, gücünün böylesi bir kıyımı yapma durumunda olmadığı ya da katledip bu cürümü savunamadığı gerileme koşullarında, ortaya koyduğu özür, kabahatinden büyük olmuştur.
Osmanlı’nın istila ettiği hiçbir yer yoktur ki, “Osmanlı aklı”ndan çekmemiş, bunu kuşaklar boyu ders alınması gereken bir korku olarak algılamamış olsun. İstila edilen hiçbir yer yoktur ki, halkının yararlanabileceği bir eser yaratılmış olsun. Ve hiçbir yer yoktur ki, Osmanlı zulmünden kurtulduktan sonra, dev adımlarla uygarlığa ilerlemeye geçmemiş olsun, Osmanlıyı kat be kat aşmamış olsun. Bir Mısır örneği, Balkanlar, Yunanistan ve diğerlerinin gösterdiği gerçekler buna işaret etmektedir. Yakasını Osmanlı’dan kurtaran milletler, aydınlığa, gelişmeye, uluslar topluluğu içinde güçlüce, bağımsız ve onurlu yer edinmeye yönelmişlerdir. Osmanlı bu gelişmeleri yine o malum akıl penceresinden, ”kaybedilen vatan toprakları” arkasından hasret türküleri söylemekten başka bir şey yapmamıştır. “Geri ele geçirilir” diye hayaller kurmuş, başka milletlere ait topraklardaki ulusal uyanışı anlayamamış, kendine de bundan pay çıkartma basireti göstermemiştir.
2.
Kime miras kaldı
Doğaldır ki, hiçbir millet diğerini böylesi aşağılık tanımlarla ölçme ya da belirleme hakkına sahip değildir. Bu tür eğilimlere, bir ölçüde Avrupa’nın ırkçı geleneğinin izlerini taşıyor da denilebilir. Ayrıca milleti yöneticileriyle bir tutmak her zaman gerçekçi bir ölçü de değildir. Bilinen o ki, Türk milleti kendi padişahları tarafından çok horlanan, aşağılanan bir millettir. Buna rağmen Osmanlı’nın yeryüzünü kirletmede gösterdiği kanlı kıyım, ister istemez uygun bir tanımlamayla belirlenecekti. Tarihin sayfalarında bırakıldıkça da, bu tür tanımlamaların tüm milletlere yapıldığı, bundan rahatsızlık duyulacak bir şey olmayacağı söylenebilir. Nitekim Osmanlı’nın parçalanması ve yerine tamamıyla farklı olduğu ileri sürülerek inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin böylesi tanımları, yarattığı değişimlerle tarihin çöp tenekesine atması beklenen bir davranış olurdu. Tarihi olumsuzlukları düzeltmenin en sağlıklı yolu da budur. Sorun da burada başlıyor. Çünkü TC. bu kirli geçmişi miras edindi. Osmanlı’nın devamı oldu; “Türkiye Cumhuriyeti, altı yüz yıllık Osmanlı İmparatorluğunun bir ürünü olarak düşünülebilir. Atatürk (1881-1938) tarafından eski düzene karşı bir tepki olarak kurulan Cumhuriyet, yaklaşık yüzyıl sonra bile, imparatorluğun kimi niteliklerin yapısında taşımaktadır” (Emre Kongar, 21. Yüz yılda Türkiye, sayfa; 49)
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan çıkarken dünyaya yenilik ve değişim mesajları vermişti. Sevr Anlaşması’nın ürünü olarak kurulacak bir Türk devleti, galip devletlerin tercihiydi; bu da “Konya devleti” idi. Bu devlet, Batının kendi elleriyle inşa ettiği bir devlet olarak Türklere, Osmanlı barbarlığını dile getiren “Osmanlı aklı”na bir daha geri dönme fırsatı vermeyecekti. Ancak uluslararası dengeler ve hesaplar bu tercih yerine, Türklere sınırları bu güne kadar tartışmalı olan bir alanda, Lozan Antlaşması ile daha geniş ama daha sosyal ve laik devlet hakkını, kaygılar taşıyarak verdi. Lozan Antlaşması’yla dile gelen ve galip ülkelerin ünlem işaretli onayını alan, Osmanlı’dan tüm yönleriyle kopmuş yeni ve onurlu bir ulusal yaşamdı. Lozan Antlaşması’nda süren uzun tartışmalar, kesin hükümlere bağlanmamış sınırlar, “murakabe ve müeyyideler” (izleme ve yaptırımlar) galip devletlerin, Lozan’da dile gelen kaygılarının ifadesiydi. Galip devletler, Türklerin yeni devlet oluşumuna, Osmanlı barbarlığından tamamıyla kopmuş olmalarının beklentisi içinde, ancak kaygılarını anlaşma metnine sızdırarak, onay veriyorlardı. Osmanlı barbarlığından çok çekmişlerdi, ”Osmanlı aklı” onları kuşaklar boyu, insanlık dışı kıyımlara, can pazarlarına sürüklemişti. İnsanlığın bir kez daha, böylesi bir yıkıma muhatap olmasını istemiyorlardı. Hasta Adam’ın öldüğü sanısı ağır basınca, I. Dünya Savaşı’nın bu güne kadar tüm dünyada kapanmamış dosyalarından birinin kapatıldığına inanıldı.
II. Dünya Savaşı erken gelip dayandı. Nabız atışları sıfıra çok yaklaşmış olan ve bu nedenle öldüğü sanılan Hasta Adam’a gün doğdu. Yavaş yavaş ayakları üzerine basmaya, eski alışkanlıklarına dönme fırsatlarını gözlemeye başladı.
Batı yeni bir dünya savaşıyla meşguldü ve bu nedenle Hasta Adam’a prim üzerine prim veriyordu. Liva İskenderun (Hatay) böylesi bir sisli havada Hasta Adam’ın midesine indi. Batının bu gün uğraşıp içinden çıkamadığı Kürt sorunu ve önderi Öcalan davasının da tarihi kökleri böyle oluşmuştu. Hasta Adam, Türk ulusunu kirletecek olan Osmanlı çirkefinin tüm izlerini üstünde taşıyan “Türk aklı”na geri dönüyordu.
Türkiye Cumhuriyeti, yenilmiş Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinde, kendisine ait olmayan ve hakkı olmayan ölçekte topraklar üzerinde gözlerini dünyaya açtı. Hasta Adam’ın üzerine uzandığı yatak, Anadolu’nun en kadim milletlerince, alınterleriyle yaşama açılmış topraklardan oluşuyordu. Ege ve Kostantinapolis (İstanbul) insanlığa uygarlık ışığı saçan Yunan yurduydu; Karadeniz’de Pontuslar, Doğuda Ermeniler, Güney doğuda Kürtlerin Mezopotamya’sı vardı ki, insanlık burada tarımı, sulamayı evcilleştirilmiş sürüleri, yapılaşmayı, ilk mekanik araçları, tekerleği, simyayı, uzayı, yazıyı, yazışmayı öğrendi, Toros dağlarının güneyinde, insanlığa yeni bir uygarlık, din ve ilgili kurumlarını veren ve bugüne kadar etkinliğiyle tüm insanlığa önemli bir kültürel katkı yapan Arap ulusu coğrafyasının kuzey toprakları vardı.
Araplar ki, insanlığa büyük bir itim sağlayan uygarlıklarıyla, Türkleri çadırdan çekip camiye, yani uygarlığa yükseltenlerdir; cami, çadır karşıtlığının taşıdığı anlam, uygarlıkla barbarlık arasındaki farkın kendisidir. Çadır; göçebeliği, istikrarsızlığı, yerden yere sürüklenişi ve başkalarının zenginliğini gasp etmeyi temsil eder, bu gasp en ehveni şer türden olsa da başkalarının meralarını kendi sürüleri için talan etmektir. Uygarlıkları yıkan ve yerine hiçbir şey koymayanlar, işte bu çadır erbabıdır. Oysa cami; sükûndur, yerleşimdir ve yerleşimin oluşturduğu medinedir, yani şehirleşmektir. Medeniyette buradan gelir. Türk milletinin medenileşmeden aldığı nasipte, caminin, ve onu kurumlaştıran Arap-İslam uygarlığının rolü burada açığa çıkmaktadır..
Orta-Asya’dan çıkışlarından, Kostantinapolisi ( İstanbul ) fethedene kadar geçen bin küsur yıl başkentsiz yaşamanın taşıdığı tek bir anlam varsa o da uygarlıktan uzak, yurtsuz barbarlığın göçebeliğidir. Atatürk’ün dediği gibi, “fatihlerin arkasında serserilik etmiş, çalışmamış”tır, toprağa emeğinin alın terini katmamıştır, katanların ise kanını akıtarak, servetlerini gasp etmeyi en kolay geçim yolu seçmiştir.
“Bir kısrak başı” gibi, sür git bir yerlere uzanan, önüne çıkan uygarlıkları yıkıp, servetlerini talan eden akınlar, Osmanlı barbarlığının uygarlığa karşı direnişinden, caminin medenileşme yönünde sunduğu fırsata, yolunu açtığı yeni uygarlığa, akıl muhakemesi yoluyla geliştirilen pozitif bilme ve yarattığı büyük değerlere karşı cehaletinden başka bir şey değildi. Hasta Adam’ın, bu topraklar üzerine kazıdığı tarih böylesine içeriksiz ve kanlı olmuştur. Bunu, Arap uygarlığına karşı sanal kavgalarıyla meşhur İlhan Arsel gibi, islamın mesajını ve uygarlık yaratan özgür akıla verdiği dinamiği, önceleri Emeviler eliyle, sonraları Osmanlı barbarları eliyle bir zulüm çarkı haline çevrilen şeriatla karıştıranlar dahi açıkça dile getirmek zorunda kalmışlardır;“ Bin yıl boyunca çektiklerimiz hep bu ilkelliklerdendir... Din adına Cihad’a başvurmakla, hemen her on beş yirmi yılda bir savaşlara çıkmakla ya da Akdeniz’i ‘Türk gölü’ haline sokmakla ya da Viyana kapılarına dayanmakla ve dört kıtaya egemen olduğumuzu sanmakla ve kaba gücü ve imancılığı tek başarı yolu saymakla kendi kendimizi aldatmış ve daha doğrusu bizleri bu yalanlarla oyalayan aydın ucubelerine kanmış ve işte nihayet bu gün yeryüzünün geri ülkeleri arasında yer almışızdır.” ( İlhan Arsel, Aydın ve ‘Aydın’. S:84 )
Bu gün, Hasta Adam’ın mirasını reddetmeyenler, aynı yöntemlerle, insanlık dışı kirli savaşlarıyla, yurt edinmeye çalıştıkları topraklarda, Türkiye Cumhuriyetini (T.C), anti-demokratik bir sistem olarak topluma, uluslara ve halklara dayatmaya uğraşmaktadır.
TC’nin kuruluşu, başka milletlerin gasp edilmiş toprakları üzerinde gerçekleşti. Osmanlı dağılmış ancak, varisler reddi miras yapmamıştı; Osmanlı dönemi şimdiye dek öğünerek yâd edilen ulu ve kutsal bir geçmişti ve yeniden doğum bu miras üzerine oturularak gerçekleşmişti. Osmanlı’nın yarattığı kirli imaj olan “Osmanlı aklı”, TC’nin genlerine işlemişti. Kürtlerin 28. isyanı bu aklın uzantıları ve mirasçıları tarafından böylece bastırılıyordu. Bu akla karşı yaşam mücadelesi ve ulusal onur için 29. isyan burada yükseliyor ve malum akıl tüm vahşetiyle saldırmaktan vazgeçmiyordu.
Yunanlılar, aynı akıl tarafından, Ege’de, İstanbul’da evleri, iş yerleri yakılıp yıkılarak kovuluyordu. Ermeniler, Ortodoks-Katolik diye birbirine boğazlatıldıktan sonra, yurtlarından göçe zorlanarak 1,5 milyon insanın toplu katliamı infaz ediliyor. “Türk aklı”, TC’nin elinde Osmanlı’dan arta kalan en gözde silah olarak Güneyde Araplara çevriliyor. Araplar yurtlarından koparılıp atılmakla kalmıyor, tüm toprakları “Kırk Asırlık Türk Yurdu” ilan ediliyordu. Liva İskenderun ( Hatay ) son bir hamleyle ilhak edilerek, ulusal kimliği, kültürü bir çırpıda yok sayılıyordu.
Bütün bunlar ve niceleri, “Hasta Adam” henüz yatağında ve aciz durumdayken gerçekleşiyordu. TC’nin kuruluşunda, emekleme çağında gösterilen bu kasvet, Osmanlı artığı ”Osmanlı aklı”nın kimlere miras kaldığını gösteriyordu.
Bu akıl, Türk ulusunun hala bitiremediği uluslaşma sürecinin önünde duran en büyük engeldir. Türk ulusu, ne sınırları kesin bir biçim alabilmiş ne de ibadetini kendi anadiliyle yapabilmiş ne de vatandaşlarını kimlik bunalımından kurtarabilmiş, uluslaşma sürecini tamamlamamış bir ulus konumundadır. Malum akıl sayesinde, Türk ulusu kendi gerçek ulusal sınırları ile askerlerin bekçiliğini yaptığı vehmi sınırlar arasında kaybolmuştur. Sınırları tartışmalı olan toprakları vatan ilan eden bu akıl, “Tanrı’ya kulluk hakkını, kendi ana diliyle yapma” konusunda kararsızlığa düşmüştür; o akıl ki, bir zamanlar tüm dilleri egemenlik altına alan bir dönemden kalmadır ve hala bu kompleksten kendini kurtaramamıştır. Bu komik tartışmanın, insanlığın ulus evresinden, evrenselliğe geçtiği bir dönemde yapılıyor olması düşündürücüdür. “Tek ulus, tek bayrak, tek dil, tek düşünce” nakaratlarıyla yapılan tek boyutlu dayatmalar, malum aklın yöntemleri sonucu, vatan addettikleri topraklarda kiminin kendini Müslüman, kiminin kendini hala Osmanlı, Kürt, Türk, Arap, Ermeni, ateist, Hıristiyan olarak tanımlaması, kimlik bunalımının istatistiklerle belgelenmesidir.
Atatürk’ün on yıllar önceden, “kendi ana diliyle ibadet hakkı” önermesi ve bu doğrultuda atılan ezanın, kametin, hutbenin Türkçeleştirilmesi yönündeki uğraşları, uluslaşma sürecinin önemli bir öğesini tamamlamaya yönelikti. Bu, dünyanın modern uluslarınca yaşanarak tamamlanmış bir sonuçtu. Ancak bu atılım, Osmanlı artığı “Osmanlı aklı” tarafından kösteklenmiş, namazın Türkçeleştirilmesi noktasına gelindiğinde ise sükûta uğratılmıştır. Ardından, gerisin geriye, ezanın ve kametin Türkçe okunmasından vazgeçilmiştir. Bütün bunlar, Osmanlı döneminde uluslaşma sürecinin başlamasını dahi engelleyen “Osmanlı aklı”nın, Türkiye Cumhuriyetindeki ağırlıklı baskısını ve gücünü göstermektedir.
Bu satırların yazarı Arap’tır. Bir devrimci demokrat olarak, anadilinin bir başka dil üzerinde hükümranlığına asla taraf değildir; başka dilleri egemenlik altına alan dilin özgürlüğüne de hiç inanmaz ( bunu, en çirkin şekilde, Anadolu’nun en kadim ve en uygar dillerine karşı, kendi ana dilleriyle ibadeti dahi becerememiş(Türk ırkçı-milliyetçilerinin yaptığını, ayrıca hatırlatmak yerinde olacaktır ). Türkçe ibadeti becerememiş olmanın kefaretini Arapça’ya, Arap ulusuna düşmanlık yapmaya yöneltmekle yaratılan düşmanlıkların aşılması için de, Türk ulusunun, Atatürk’ün programladığı Türkçe ibadeti başarmasına karşı değildir. Böyle bir başarı ulusların kardeşliğine, dostluğuna ve özgürlüklerine saygıyı ikame edecektir. Türklerin uluslaşma süreçlerinde tamamlanması gereken önemli bir halka olan “Türkçe ibadet, ana dil ile kulluk hakkı”na bu açından yaklaşmanın doğruluğuna inanır. Ayrıca, bu başarının önünde Arapların değil, tersine Osmanlı’dan arta kalan kirli mirasın ve miras yedilerin olduğunu bildirir.
Türkçe ibadet ve dil başlı başına bir tartışma-inceleme konusudur. Ancak birkaç cümleyle böylesi bir girişimin yararları yanı sıra zararlarının da olduğuna işaret etme gereği bulunmaktadır. Bilinmeli ki, böylesi bir adımın, Türk dilinin gelişimini kısırlaştırıcı yanları bulunmaktadır; Arapçada da böylesi bir tehlike yaşanmaya devam ediyor. Kuran’ın Arapça olarak ortaya çıkışından Arapça düzene girerek büyük bir atılım yaptığı doğrudur. Ancak, gelişme o noktada kutsi nedenlerle donmaya başlamıştır. Arapça tüm zenginliğine ve dinamizmine rağmen donmuştur, gelişimi tıkanmış ve Kuran’da tespit edilen Arapça kelime, müfredat ve gramerin ilerisine geçememiştir. Kutsal kitabın, ister Arapça ister Türkçe vb. dili, kavram ve müfredatının zaman değişimi, teknik ilerleme, sosyal ihtiyaçlara rağmen, değiştirilemeyeceği boş inancı bunun temel nedenidir. Türkler de ibadetlerini kendi dilleriyle yapmalarından kazanacakları çok şey olmasına karşın, Türkçe’nin son üççeyrek asırdaki değişim, ilerleme ve arınma da gösterdiği başarıyı kaybedeceği bilinmelidir. Kuran’ı var olan o anki kelime ve müfredatla tercüme ettikten sonra, yeni kelime ve müfredat geliştirmek, eklemek, arındırmak ve toplumun yaşamında yer edinmesini sağlamak oldukça zordur; ayrıca, ibadette kullanılan müfredatın geliştirilip, değiştirilmesinin günah olacağını iddia edenlerin hiçte az olmayacağı düşünülmelidir.
Bu vesile ile ‘Atatürk’ün devam eden veya ettirilen karizması, Türklerin tamamlanmamış uluslaşma sürecinin bir belirtisidir’ demek abartma olmayacaktır. Uluslaşma sürecini tamamlamış milletler, tarihsel önderlerini ve ulus büyüklerini korumak için özel kanunlara ihtiyaç duymazlar. Atatürk sevgisi ve saygısı için kanun düzenleyen “Osmanlı aklı” gerçekte ulusal kimliğini bulamamış bir toplumun kararsızlığına işaret etmektedir. Tarihsel süreç içinde özümsenmiş, toplumun gönlünde yer edinmiş ulusal kahramanların ne kanunla korunmaya ne de siyasi karara bağılı sayılıp, sevilmeye ihtiyaçları yoktur. Türk toplumu bu güne kadar bu basit sorunu dahi doğal evrimi içinde çözümlememiş bir kimlik bunalımı içindedir. Osmanlı dönemi boyunca Türklerin uluslaşma sürecine girişini engelleyen, cumhuriyetle başlayan süreçte ise, uluslaşma sürecinin tamamlanması önünde en büyük engeli oluşturan “Osmanlı aklı” bu açmazların temel kaynağıdır.
Türk ulusu maalesef şaşkın yöneticilerinin kurbanı olarak tarihin kirli tanımlamalarıyla ve ısrarlıca sürdürülen kirli işlerle lekelenme konumuna düşürülmüştür. Uluslaşma sürecini çağdaş normlar içinde tamamlaması engellenmiştir. Bu onursuzluk yönetici egemenlerindir. Türk halkı bundan münezzehtir ve onurludur, bu lekeleri taşımamak için çırpındığı da açıktır. İnsan hakları ve demokrasinin ikamesi için barbar Osmanlı şaibesinden kurtulmak, toplumsal ilerleme ve barış uğruna üç kuşaktır idamlara, işkencelere, faili meçhullere maruz kalarak direnmektedir. Ve Türk halkının mücadelesi, Kürtlerin, Arapların ve tüm Anadolu halklarının özgürlük mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder