HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

3 Nisan 2008 Perşembe

Akılsız Aklın Serüvenleri

AKILSIZ AKLIN SERÜVENLERİ -Aşk, Nefret ve Türban


N.Nadi Çelik


nadirnadicelik@hotmail.com



Türban üç kez tıkladıktan sonra araladığı kapıdan içeriye süzüldüğünde takvimler henüz yeni yılın eşiğindeydi. Gazeteciler, hemen alışılagelmiş bir refleksle yüzlerini ve kameralarını genel kurmaya doğru çevirdiler. Tarihin gelmiş geçmiş en büyük medyatik paşasından alışılagelmiş tehditkar üslup yada aba altından sopa gösteren ifadeler yerine "ordunun bu konudaki görüşü malumdur, malumun ilanı tekrar olur’’cevabı ile karşılaştıklarında uğradıkları şaşkınlığa burada ayrıca yer vermek ne derece doğrudur bilmiyorum. Ancak doğru bildiğim bir şey var ki o da gazeteciler için şaşkınlık yaratan bu ifadelerin tarihçiler ve politikacılar için bir hayli dikkat çekici olduğudur. Söz konusu tepkiyi dikkat çekici kılan ise kemalistlerle, islamcılar arasında yeni bir izdivacın yada başka bir ifadeyle nefretin aşka dönüşeceğine dair izlenim bırakmış olmasıdır. Nefretin aşka, aşkın nefrete dönüşme durumları kemalistlerle islamcılar arasında yaklaşık 90 yıldır süregelen ilişkinin bir karakteristiğidir.



Her aşk, aynı zamanda kendi içinde nefreti, ihaneti, dramı ve trajediyi barındıran bir öykü durumu ise o zaman izninizle kemalistlerle türban arasındaki öyküyü de anlatabilmem için yaklaşık 90 yıl öncesine gitmem gerekecektir.


Birinci dünya savaşının galiplerinden Fransa ve İngiltere, saltanatı mı yoksa saltanada karşı muhalif eğilimleri içinde olan Mustafa Kemal hükümetini mi muhatap alıp almayacakları konusunda bir süre yaşadıkları kararsızlığın ardından nihayet Mustafa Kemal hükümetini onaylayıp beşyüz yıllık sömürgeci saltanatın temsilcisi olan Vahadettin’i, dümenini Malta’ya çevirmiş gemiye yerleştirip, günlerce süren bir yolculuğa çıkarttılar. Orta rütbeli subayı tarafından sırtı hançerlenmiş Vahdettin, ezeli düşmanı ingilizlerin yarı tutsağı görünümünde, Malta’ya varmayı beklerken bir yüzyıla yayılacak ingiliz ajanı olduğu yalanı Ankara’nın sınırlarını çoktan aşmıştı.


Saltanatın İngilizler tarafından derdest edilmesi, Ankara hükümetini bir hayli memnun kılmakla kalmamış aynı zamanda hareket alanını genişletmişti. Yenilgiye uğramış 500 yıllık osmanlı devleti, ismen yapılan bir değişiklikle yeni kurulan taze bir devlet olmuş, gidemeyen yada kaçamayan veyahut ta kaçma gereksinimi duymayan ittihatçılardanda yine yeni ve taze bir hükümet kurulmuştu. Ancak bütün bunlar bir devletin devlet olması için yeterli değildi. Devletin, devlet olarak varlığını sürdürülebilmesi için sınırları belli bir toprak parçasına hükmetmiş olması gerekir. Nitekim bu sınırlarda Lozan da önemli ölçüde belli olup ‘vatan’ diye adlandırılacak ve böylece devletin varlığını ispat edeceği bir toprak parçası da ortaya çıkmış oldu. 'ansızın gelebilirim' durumunda olan, Mustafa Kemal’e uykularını kaçırtan idolojik önderleri ve komutanları Talat, Cemal ve Enver’in çok uzaklarda kurşunlanmaları ile saha bütünüyle temizlenmiş sayılırdı. Osmanlı devleti isim değiştirilerek Tc devleti, İttihadı Terakki Fırkası isim değiştirerek Cumhuriyet Halk Fırkası, ittihatçıların kendileri de isim değiştirerek kemalistler olmuştu. Bu isim değişikliğinden şimdilik nasiplenmeyen Teşkilatı Mahsusa kalmıştı ki, o da en sonunda nasibini alıp Milli İstihbarat Teşkilatı olmuştu.


Artık Ankara hükümeti, İngiliz ve Fransızlar için batı yanlısı ve batı medeniyetini anadolu topraklarına yaymaya hevesli güvenilir bir hükümet, Sosyalist Sovyetler için ise İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı verdiği kurtuluş mücadelesini zaferle taçlandıran ‘anti-emperyalist bir hükümet’ti.



''anti-emperyalist'' tespitinin doğal bir sonucu olarak, hükümeti emperyalist dünyaya karşı yalnız bırakmamak için büyük bir devrimci coşkuyla, genç Sovyetlerden yola çıkan komünist önder Mustafa Suphi ve arkadaşları, Trabzon’da ‘adabına uygun’ karşılanıp, hemen ardından Mustafa Kemal’in tetikçilerine teslim edildikten sonra kurşunlanmış bedenleri Karadeniz sularına bırakıldı. Bu olaydan sonra sosyalistler Ankara hükümetine layık gördükleri ’anti-emperyalist’ rütbesine ’’tutarsız’’ ifadesi eklemek zorunda kalmışlardı. Ancak kimler tarafından ne tür rütbelerin kendisine verildiği ve verilen rütbelere daha sonra ne tür eklemeler ve çıkartmaların yapıldığı Mustafa Kemal’i pek ilgilendiren konular değildi. O daha çok, en son komünistlerinde diskalifiye edilmesiyle bir hayli temizlenmiş olan sahada, İttihadı Terakki’nin birinci dünya savaşındaki yenilgisiyle, sekteye uğrayan türkleştirme projesinin kaldığı yerden devreye sokulması ile ilgiliydi. Her ne kadar İttihatçı önderlerin bir kısmı sürgün bir kısmı mezara gönderilmiş olsa da onların düşünceleri iktidardaydı. Değimliydi ki tarih dram, tragedya ve komedyalarla doluydu. Bu zaman diliminde de her üçü bir arada yaşanıyordu.





Gidenler vardı. Gidemeyenler vardı. Gidemeyip de yok olanlar vardı. Birinci dünya savaşı sona erdiğinde ve de yeni sınırlar galip devletler tarafından çizildiğinde anlaşılıyordu ki, Arablar gidenler arasındaydı. Yüzyıllarca osmanlı egemenliği altında yaşarken ‘din kardeşleri', 'peygamber kavmi' olarak adlandırılan Arablar savaş koşullarını çok iyi değerlendirerek osmanlıdan yakalarını kurtardıklarında çoktan ’kalleş arablar’’ olmuşlardı. Ve yine yeni sınırlardan anlaşılıyordu ki, Kürtler gidemeyenler arasındaydı. Ermeniler ise gidemeyip de buhar olanlardı. Geriye binlerce yıldır yaşadıkları toprakları ve bu topraklar üzerinde kemiklerini bırakmışlardı yalnızca ve yalnızca. Ermenilerin, ayrı bir ulus olmanın yanı sıra hiristiyan olmaları türkleştirme projesinin önünde en büyük engel olarak görülmesine yol açıyordu ki, bu engel Talat ve Enver şürekası tarafından imha yoluyla zaten ortadan kaldırmıştı. Böylece Ankara hükümetinin yükü daha hafiflemiş oluyordu. Kürtlere gelince, onların müslüman olmaları asimilasyonunu kolaylaştıran bir faktör gibi görünüyordu. Ancak, kemalistler, böyle bir tespit yapmakla ne derece yanılmış olduklarını anlamaları için on yılların geçmesi gerekiyordu. Ortak din faktörü kürtleri belki de muhtemel bir soykırımın eşiğinden kurtarmış olabilirdi. Ve hepsi bu kadardı.



Anadolu’yu türkleştirme projesi büyük bir atakla tekrar uygulamaya konulduğunda kürtler cephesinden gelen ilk reaksiyonlar kanlı ve kanlı olduğu kadar da vahşi yöntemle cevaplandırıldı. Bu cevap, batının oryantalist aydınlarında Mustafa Kemal hükümetinin medenileştirme reformlarına karşı direnen vahşi ve ilkel halkın tepkisine verilen zorunlu bir cevap olarak algılanıp derin bir hoşgörü ile karşılandı. Şüphesiz ki, ’vahşi bir halk’’ın medenileştirilmesinde barışçıl yöntemler her zaman geçerli olmayabilirdi. Medenileştirme sürecinde yer yer şiddeti bir yöntem olarak devreye koymak kaçınılmaz olabiliyordu. Ki, işte tamda bu anlamda Mustafa Kemal hükümetini anlamak gerekiyordu oryantalistlerin tavsiyesine uygun olarak.


Böylesine insanlık dışı gelişen süreç, batının sömürgeci düşünce sistematiğinin sapkın ürünü olarak ortaya çıkan oryantalistleri fazlasıyla memnun ederken, batılı politik temsilcileri de Vahdettin’e karşı Mustafa Kemal alternatifini destekleme kararı aldıklarından ötürü bir kez daha kendileriyle övünmelerine yol açıyordu.


Artık bundan sonra dini kimlikli yada değil, muhalif eğilimli her hareketin 'şeriata karşı mücadele' ve 'medenileştirme' adı altında gerektiğinde şiddet yöntemine başvurularak bastırılmasında bir mahsurun olmadığı ortaya çıkıyordu.


Tek partili dönemin, aynı zamanda inançlarının gereği hareket eden sıradan müslümanlar için zulüm dönemi olduğunu söylemek abartılı bir ifade olmayacaktır. Bu dönem, camiye gitmek için evinden çıkan sıradan bir müslümanın, giderken hane halkı ile vedalaşmak ihtiyacı duyduğu dönemlerdir. Çünkü camiye gidip de dönmemek vardı. Bulunduğu kentin ya da kasabanın meydanındaki elektrik direğinde asılı olmak vardı. Müslümanlar varlıklarından ötürü özür dilercesine yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmışlardı. Yine bu dönem, kravatlı imam tipinin yaratıldığı bir dönemdir ki, birçok imam boynunda kravat, sırtında cüppe gibi komik görüntüler içinde, okudukları duadan bir sonraki duaya geçerken ‘mustafa kemal sağolsun’’ ifadeleriyle soluklanarak yaşamlarını kısmen güvenceye alabildikleri dönemdir. ‘vahşi ve cahil halk’ kamu kurumlarında işlerini kazasız belasız ve de aşağılanmadan, fazlasıyla hakaretlere uğramadan halledebilmek için başında fötr şapka ya da kasket bulundurma gibi ancak anadolu insanına has dahiyane icatlar yaratmak zorunda kalmıştı. Her ne kadar ekonomik çaresizlikten yada başka nedenlerden vücudunu bütünüyle batı giysileriyle kuşatmıyor olsa bile üç beş kuruşa satın alıp başına taktığı fötr şapkayla medenileşmeye açık ve kılık kıyafet devrimine itaat ettiğinin mesajını vermiş oluyordu böylece. Batı giyim kuşam parçaları olan ceket, pantolon, kravat, fötr şapka, anadolu insanın elinde kemalistlere karşı kendisini koruma ve savunma, açık ifadeyle yaşamını güvenceye alma araçları haline dönüşmüştü.


’’Barbar ve cahil' anadolu insanını medenileştirmenin yolu türkleşmekten geçiyordu. Ancak türkleşene bir de din gerekli olduğundan o da etiket düzeyine indirgenmiş olan bir islamdı. Sıradan insanın ne kadar Müslüman olması gerektiğine karar verecek olan ise kemalistlerin kendisiydi. Doğuştan türk olanlar ise bütün bu gelişmelerden habersiz ve hatta Vahdettin’in akıbetinden de bütünüyle habersiz olarak orta anadolu yaylalarında hayvancılıkla uğraşırken padişahlarına dualarını eksik etmeden sessiz sedasız yaşamlarını sürdürüyorlardı.


Yine bu dönemde yaratılan modern insan tipi dini kimliğinden uzaklaştığı ölçüde modernleştiğini sanan insan tipiydi. Dini kimliğinden utanması ve uzaklaşması yetmiyordu, aynı zamanda kılık kıyafetinin batılıya benzemesi gerekiyordu ki, bu iki şart, batılılaşmanın olmazsa olmaz kuralı olarak algılanmıştı. Bu arada birde modern kadın tipi yaratmak gerekiyordu ki, yaratılan bu tip, kemalistleri avrupa sokaklarında öpülesi hale getirecekti! Ve nitekim modern kadın tipini yaratmakta pek zor olmadı. Hiç bir ekonomik ve sosyal güvencesi olmayan evinde şiddete ya da hakaretlere maruz kalmış kadın, şalvar üstü mantosuyla sokağa sürülmüş ve ayrıca sokaktaki modern kemalist erkeğin pornografik tacizlerine hazır hale getirilmişti. Bu bir kıyam dönemiydi. (Rabb, birinci dünya savaşının yol açtığı acılar ve sefaletler ortasında bir başına kalmış anadolu insanını bu kez de büyük bir komedyanın ortasına atmıştı).


İzlenen bu politika anadolu islamında, batı ve batı taklitçisi kemalistlere karşı bir yüzyıla yayılacak bir nefretin doğmasına yol açmıştı. Nefret ilişkisinin yer yer bir aşk ilişkisine dönüşmesi bu gerçeği değiştirmiyordu.


Hıristiyan mal mülklerinin uygun gaspı, sahiplerinin buharlaştırılması yada göçertilmesi, alevilerin ibadet evlerinin yasaklanması ve bu toplumsal gruplar üzerindeki kemalist zulüm dönemleri islam ile kemalistler arasındaki nefret ilişkisinin aşka dönüştüğü dönemlerdir. Birde demokrasi, özgürlük düşmanlığı konusunda kemalistlerle girdikleri derin muhabbetlerde filizlenen aşk dönemlerini de buna eklemek gerekir. Ancak kısa aralıklı bu aşk dönemlerine rağmen ilişkiye damgasını vuran nefretti.





Soğuk savaş yılları başladığında Kemalistlerle İslamcılar arasındaki ilişki seyri yaklaşık olarak yukarıda özetlediğim gibiydi.






Tanrı, soğuk savaş yıllarında, kemalistlere bir kez daha ' yürü ya kulum' demişti ve onlarda tanrının buyruğuna uyarak bu yolda bazen kan dökerek bazen ikna ederek yürüyorlardı. İkinci dünya savaşının sona ermesi ve soğuk savaş yıllarının başlamasıyla artık kapitalist dünyanın efendisi batı avrupa değil, Amerika’nın kendisiydi. Amerika için kemalistlerin ne kadar insanı medenileştirdiği daha geride ne kadar yarı vahşi türk ile vahşi arap ve kürdün kaldığı ve bunların yüzde kaçının dinin buyruklarını yerine getirerek yaşamakta inat ettikleri entelektüel sohbet konusundan başka bir şey değildi. Onun gündeminde ebedi düşman ilan ettiği ve dünyanın diğer süper gücü olan Sovyetlere-komünizme karşı mücadele vardı. Bu mücadelede Türkiye’yi ileri bir karakol haline getirip güçlendirmek gibi bir sorunla karşı karşıyaydı. Bunu gerçekleştirmek için mümkün olan bütün araçları kullanması gerekiyordu. Ki, islami da bu araçlar arasında görüyordu. Ancak bu aracı kullanırken, batı avrupa emperyalistlerinin şımarık çocuğu olan ''anti-emperyalist'' Kemalistleri de fazla ürkütmemek gerekiyordu. Amerika için mesele 'ne olursan ol yeter ki anti-komünist ol', kemalistler için ise mesele 'ne olursan ol yeter ki (birazcıkta olsa) kemalist ve türk ol'. Meseleleri farklı olan bu iki güç bir şekilde komünizme karşı ittifak kurmak zorundaydı. Ve buda pek zor olmadı.






Soğuk savaş yıllarına kadar gerek ‘kafir batıya’ ve gerekse ‘kafir batını’nın yerli işbirlikçileri olarak görülen kemalistlere karşı sırtı dönük, içe kapanık, müslüman tipi komünizme karşı mücadelenin temel aktörlerinden birisi olarak sahnede yerini aldığında kendisini saran kalın dış kabukta çatlamaya hazır hale gelmişti. Bu mücadelede kemalistlere karşı ürkek, Amerika’ya karşı kuşkucu ve mesafeli olan islam, demokrat, liberal, anti-emperyalist gençliğe ve de komünistlere karşı ise oldukça cesurdu!.






İslamcılar, demokrasi ve özgürlük mücadelesi verenlere karşı, ucuna ingiliz çivileri takılmış sopalarla ara sokaklarda sürek avını başlattıklarında tarih onları çoktan ''kafirler''in müttefiki yapmıştı.






Yaklaşık yarım yüzyıla ulaşan soğuk savaş yılları boyunca bu müttefiklik durumu ağır aksakta olsa devam etti. Kemalistler ise soğuk savaş döneminde de aslolan anadoluyu türkleştirme projesini ufak tefek aksamalar dışında büyük bir başarıyla sürdürdüler. Ancak bu kez şeriata karşı mücadele adı altında değil, değişen koşullar gereği komünizme karşı mücadele adı altında sürdürülmüştü. Türkleştirme projesine karşı çıkan herkes, ama istinasız herkes bu kez de komünist damgası yiyerek zindanları boylamıştı.






Soğuk savaş yılları aynı zamanda islamın nefes aldığı, dış dünya ile arasındaki kalın kabuğun çatladığı yıllardır. Bu yıllar demokrat daha sonrada adalet partisi gibi yapılanmalar içinde ya da bu yapıların kuyruğuna takılarak politik arenada yer almak yerine, bağımsız aktör olarak siyasi arenada yer alacak kadar kendine güveni kazandığı yıllardır. Daha sonra Milli Selamet adını alacak olan Necmettin Erbakan öncülüğünde ki Milli Nizam hareketi bu özgüvenin somut ifadesidir. Bu hareket, her ne kadar yüzü Arap dünyasına dönüktüyse de, ABD için hazmedilmesi zorunlu idi. Kemalistler için ise ürkütücü olan bu aktör, ABD’nin yüzü suyu hürmetine bağrına basacağı bir taş durumuydu.






1990'lara gelindiğinde artık soğuk savaşta sona ermişti. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte kemalistlerde Komünizme karşı ileri karakol konumunu yitirmişti böylece. Kemalizm batı ile ilişkisinde kendisine yeni misyonlar yükleme çabası ve telaşı içindeyken, islami hareketin tabanı ise kendisini yenileme çabası içindeydi. Zaten 90 yıldır tanrının yürü ya kulum dediği ve çarkın hep lehine döndüğü Kemalist yapıdan böylesi beklenmedik bir durumda değişen koşullara uygun olarak kendilerini ideolojik, politik ve örgütsel düzlemde yenileyebileceklerini beklemek onları tanımamak olurdu. Kaldı ki şansı her durumda yaver giden ciddi engel ve zorluklarla karşılaşmamış ve üstelik hep batı desteğinde ve şımarıklığında varlığını sürdüren bir yapının yenilenme gibi yetisinin gelişme fırsatını bulabilmesi de ayrı tartışma konusudur.






İslami hareketin genç kadrosu, önderlerinin aksine İslam adına, hıristiyan batı dünyasının bilgi birikimlerine ve teknolojik ürünlerine sırt çevirmek yerine diyaloga ağırlık verdi. İslami kimliği koruyarak Batı dünyasının birikimlerinden faydalanmanın ve modernleşmeyi sağlamanın mümkün olduğunu kavradı. Bu kavrayış pratikte dinsel kimliğinden utanç duymayan özgüvene sahip modern müslüman tipini yarattı. Kemalist iktidarla arasındaki sorunun, iddia edildiği gibi şeriat sorunu olmadığını, inanç özgürlüğü sorunu olduğunu, batı dünyasına anlatmaya çalıştı. Elbette ki, sorunun bu şekilde formulasyonun da sol aydın kesimin büyük bir katkısı olduğunu gururla vurgulamak gerekir, gururla vurgularken de islamcıların, kemalistlerin anti emperyalist gençliğe, demokratlara ve aydınlara karşı yıllarca uyguladıkları vahşete uçlarına ingiliz çivileri çakılmış sopalarla katkıda bulunduklarını da unutmamak gerekir ve hatta alevi katliamlarında oynadıkları rolleri ise hiç ama hiç unutmamanın gerekli olduğunu parantez içi vurgulamak gerekir.






Kemalistler, artık uluslararası ideolojik desteklerini yitirmişlerdi. Kaldı ki onları büyük bir hayranlıkla izleyen ve destekleyen oryantalist aydınlar yine avrupanın kendi aydınları tarafından çöp sepetine atılmıştı. Batı, artık azınlığı temsil eden totaliter kemalistleri desteklemek yerine, çoğunluğu oluşturan ve modernleşme sürecine gönüllü olarak girmiş islamın siyasi örgütüyle ilişkiler geliştirmeyi çıkarlarına daha uygun görüyordu. Tanrı artık kemalistlere 'yürü ya kulum demek yerine' “işte burada dur ya kulum!” diyordu ve onlar da durdular.






Avrupa evinin şark köşesinde asılı duran çerçevelerdeki resimler yer değiştirmişti;






Gelişmelere yenilenmeye modernleşmeye karşı çıkan şeriatçı müslüman tipi yerini modern dünyayla ilişkiler kurup geliştiren inanç özgürlüğünü savunan demokratik reform yanlısı modern müslüman tipine bırakırken, vahşi ve yarı vahşi asyalıları ehlileştirmeye çalışan kemalist tipi yerini özgürlük ve demokrasiye saygısı olmayan, totaliter, yenilenmeye ve reformlara karşı, militarist kemalist tipine bırakmıştı.






Tanrı bu kez islamcılara yürü ya kulum diyordu ve onlarda yürüyorlardı. Ancak bu kez bir elinde kuran diğer elinde ucuna ingiliz çivisi takılı sopalar yerine , içi, Kuran da olmak üzere bir dizi batı ve doğu filozoflarının eserleri ile dolu çanta ile yürüyorlardı ve de ‘çan çalıp deveyi ürkütme’den yürüyorlardı.






İslamcı yürüyüş, kemalistlerin 90 yıllık burkası olan siyasanın kapısına vardığında kortejin en arka sırası ilk adımı atmaya yelteniyordu. Bu milyonların yürüyüşüydü. Kemalist projenin sonucu olarak türkleşenler Mustafa Kemal’in milleti olmak yerine Muhammendin ümmeti olmayı tercih ederek proje sahiplerini aldatmışlardı.Türkleşerek ümmetleşenlerin yürüyüşü siyasaya vardığında ve öndeki türban, kapı aralığından süzüldüğünde 90 yıllık ilişki yeni bir safhaya girmiş oluyordu. Huşuları ve de mistik haliyle içeri süzülen Türban-kadın, teskin edici öpücüğünü kemalistin yanağına kondurduğu an kemalist biraz islamlaşacak, türban-kadında biraz kemalistleşecekdir. Artık bundan sonraki dönem benzeşerek ilerlemeyi dost ve düşmana onaylatma dönemidir. Onaylatmadaki hız ve başarı şüphesiz ki kemalistlerin, Atatürk’ün aslında dini bütün bir müslüman olduğunu ve onun şimdiye kadar yanlış anlaşıldığını ve bu yanlış anlaşılmanın tek müsebbinin İsmet (=günah keçisi) olduğunu topluma anlatmaya çalışmadaki hızıyla yakından ilgili olacaktır.






Ey Rabb, bu ne yaman çelişkidir!.

Hiç yorum yok: