HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

3 Nisan 2008 Perşembe

Stratejik Kararlar ve Meclis-Türban...

STRATEJİK KARARLAR ve MECLİS

Mihrac Ural

Mircihan@gmail.com
http://mihracural.blogspot.com/
06 Şubat 2008

Bu gün 6 Şubat 2008, bir ülkenin geleceğiyle ilgili kararların alınması gereken ve de Büyük Millet Meclisi denilen yerde türban sorunuyla ilgili anayasa değişikliği amacıyla bir toplantı yapılıyor.

Meclis gibi bir yerde, anayasa gibi o ülke topraklarında yaşamını ortak değerler etrafında belirleyecek olan bir hukuk metninde, insanların stratejik gelecekleriyle ilgili kararlar almak yerine, tersi amaçlarla karaların tartışılıp çözülmeye çalışıldığı gözlemleniyor.

Ülkeler, meclislerinde ülkedeki tüm varlıkları ilgilendiren stratejik kararlar alırlar. Oysa bu gün bu ülke uzun zamandır yaşamakta olduğu kimliksizliğini ya da anlamak istemediği çok kimlikli yapısını daha da bölücü tarzda derinleştirmek ve kaosa sürüklemek için Büyük Milletinin Meclisini alet yapmaktadır; stratejik gerginlikler için, bölücülük ve tek boyutlu kararlar için anayasalarını değiştirecek kadar hesapsız süreçlere cehennem kapıları açılmaktadır. Sokakların kimi duyguları, ortak ülkemizin barışçıl yaşamını sağlayacak paydalardan çıkmak amacıyla kararlar vermektedir. Bu ülkede her varlığın ve inancın haklarının özgürlük içinde kullanılabilir olması uğruna kuşaklar boyu mücadele ettiğimiz siyasal doğrularımızdır.

Bizim siyasal düşüncemizin özgürlüğü için kimse bir katkı yapmazken, bizler her alanda inancı için türban takmak isteyenlere özgürlük dedik ve yasaların bunun hizmetinde, yeniden şekillendirilmesi gereklidir dedik. Ancak bugün yapılan, ülkemizin ortak bir vatan olduğu gerçeği üzerinde galebenin kaba hoyratlığıyla tepinmeden ibarettir.

Ayrı varlıkları yok edecek, tek boyutlu bir başka rejim inşasının adımlarıdır. Bu adım ülkenin ortak yüksek idealleriyle ilgisiz olduğu kadar, ihtimali her geçen gün gerileyen ortak yaşamına da indirilen bir darbedir. Kimliksizlik bir tür ülküsüzlüktür. Tek boyutluluktur, ülkemiz tek boyutlu bir siyasal algılayış libasına sığmayacak kadar büyük varlıklardan oluşmuş bir alandır. Bu zorlamalar kalabalığın gürültüsü altında mevzi sonuçlar alsa da bunun sonu büyük bir hüsran olmaktan kurtulamaz.

Bu ülkeye demokrasinin geleceği yol bu yol değildir. Bu yol diktatörlüklerin, cehennemi iktidarların yolunu döşemekten başka bir işe yaramaz. Ülkede yaşayan mozaiği hiçe sayanların, inançlar arasındaki dengeyi pervasız ve dinsiz tarzda dumura uğratacak bu türden kararları, laikliği din haline çevirenlerin tarih içinde yürüttükleri baskı ve haksızlıkları, çok çirkince tekrar etme durumunda bırakacaktır.

Bu anlam da, türban özgürlüğü talebi yönündeki anayasa değişikliği tartışması ve oylaması gerçekte bir inanç özgürlüğü çabası değildir ve hiçbir zaman olmayacaktır da. Zira bu ülkenin en kadim tarihinden bu yana, inanç özgürlüğü acımasız bir tarzda çiğnenmiş, farklılıklar sindirilip yok edilmeye çalışılmıştır. Anadolu’nun tek boyutlu bir dinsel ve mezhepsel rengin egemenliği altına girişinin başka bir izahı da yoktur. Sorunları 21. yy bilgi evreninde klasik bir “Osmanlı Aklı” yöntemiyle çözme alışkanlığının nüksetmesi, artık bu devletin egemenliği altında yaşamı bir kez daha sorgulamayı gündeme getirmekten bizi alıkoymayacak kadar derin tehlikeler boyutuna gelmiştir. Var olmanın, özgür ve adil bir yaşam düzeneği içinde yer almanın; artık kimseyi tanımlamayan ortak üst kimlikten çok alt kimliklerin hak ve özgürlüklerinin sonuç almasına bağlı olmaya başlaması, bu sürecin kaçınılmaz sonucudur. Kimse kimseyi buraya nasıl gelindi diye suçlamasın.

Bu cehennemin yolları, işte bu tür kıymeti kendinden menkul meclislerde nükseden Osmanlı aklının yığdığı kaoslarda döşenmektedir.


****************

TÜRBAN'DA ÖZGÜR OLMALI

Bu baskıcı rejim kökten değişmeli. Tüm inançlara özgürlük ve adil bir paylaşım olanağı tanınmalı. Birini savunurken diğerini ihmal etmek ise, özgürlüğü tek boyutlu bir siyasal baskı aracı haline dönüştürür. Devlet tüm varlıkların özgürlüğünü koyuyabilecek bir devlet olmadıkça, ortak yaşamının bir gereğide kalmayacaktır.Türbanına özgürlük isteyenler, düşünce özgürlüklerine, diğer inançların özgürlüklerine, kimlik haklarıyla ilgili özgürlük taleplerine, kendilerinin istediği ölçekte de giyim özgürlüklerine de sahip çıkmakla yükümlü olduklarını göstermedikçe, galebenin baskısıyla kazanacakları haklar bir zulüm aracı olmaya mahkumdur. Tam bu noktada inanç özgürlüğü, vekaleti kimden alınmış belli olmayan, kıymeti kendinden menkul siyasal baskı aracı haline dönüşür. Allah ise bu vekaleti peygamberine bile vermemiştir. Ortak özgürlük talepleri bir bütün olarak ortak bir payda etrafında ikame edilmeden gerçek özgürlük için bu kararlar yeterli olmayacaktır. tersine birer baskı aracı haline dönüşecektir.




******



TÜRBAN ve KURAN


Bedreddin Mahir

İslam’da Türban farz değildir. Dinde farz olan, kişi ayrımına tabi olmaz; cariye-özgür ayırımı yapmaz. Farzın, yakın akraba önünde ya da yabancılar önünde uygulanmasında ikircimliği olmaz; her zaman ve mekanda kendini ifade eder. İslam’da farz, altı değil, beş’tir.


Türban, Medine’nin Kozmopolit koşullarında bir simge olarak, özgür Müslüman kadını, köle ve cariye Müslüman kadından ayırt etmek ve tacizlerden korumak adına, süslerin örtülmesi için önerilmiştir. Kuranda da bu çerçeve içinde yer alan tüm ayetler kadının süsünü örtmesinden bahsetmiştir. Süs ise, Kuran’ın hiçbir yerinde kadın uzuvlarından biri olarak tanımlanmamıştır. Kuran’da süs ise, geçtiği her ayette açık ve sarih olarak, taşınan, takılan bir meta olarak belirlenmiştir.

Tarihin derinliklerinde de başörtüsü ritüelik bir simge olarak başladı. Zaman zaman kadının üretimde yer alışının bir ihtiyacı, sosyal yaşamdaki süsü olarak devam etti. Tarih içinde inanç güdüleriyle başlayıp süse dönüşen binlerce olgu gibi, baş bağlamakta aynı yolu izlemiştir. Türban ise, bunu tersten izledi, Peygamber döneminde bir takı-simge olarak, farklı olanı tanımla aracı olarak başlayıp sonradan inanca dönüştürüldü.

Örtünme dinin temel inanç unsuru olsaydı, Eskimolar peygambersiz Müslümanlar olarak, inanç şampiyonu olurlardı.






*********




Mihrac URAL



3.
“Osmanlı Aklı”nın,
Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı
Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi, buna önemli bir örnek teşkil eder. Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır. Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur. “Resmi tarih” diye ünlenen tezler,

inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.

İnkar etmek var olan gerçeğin yükümlülüğünden kaçmanın en kestirme yolu olarak “Osmanlı aklı” tarafından ikame edilmiştir. Bu aklın mihverinde dolaşan aydınlar, hatta solcu geçinen milliyetçiler, Osmanlıyı, İttihat ve Terakkiyi ve liderlerini, TC’yi ve Osmanlı artığı padişahları, Ermeni jenosidinden aklamak için, cürümü Teşkilatı Mahsusa’ nın iki silahşörü, Mülazım Halil ve Çerkez Ahmet adlı eşkıyanın sırtına yıkmaktadırlar. Cemal Paşa’nın bu iki eşkıyayı astırması sonucunda da, Ermeni jenosidinin hukuki hak arama kapıları tamamıyla kapatılabileceği düşünülmüştür. Ayrıca, katliama yol açan “Türk intikam duygularının körüklenişi, Ermenilerin tek ulusçu çıkar arayışları ve yabancı desteğine” mal edilerek, katilin değil, maktulün suçlanmasına gidilmiştir. ( Taner Akçam, bu inanılmaz denklemi “Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu” adlı kitabında kurmaya çalışmıştır. Bu kitaba karşı eleştirilerimiz, Mihrac Ural, “Ermeni Jenosidi ve Küçük Enver ( Taner Akçam )” adlı broşürde ele alındı). Böylece “Osmanlı aklı”, maktulleri katil ilan etme ayrıcalığına sahip olduğu da açığa vurulmuş oluyor. Bu akıl yöntemi bu gün tüm çirkefliğiyle, Kürtlerin her türden var oluşunun inkarı için çalışmaktadır.















Bu katliam nedir, kimin işi ne adına? Bu Osmanlı aklından kurtulun artık Anadolu kan ağlıyor hala






Tarihi tüm yönleriyle sahiplenebilmektir asalet; hatalarıyla sevaplarıyla. Tarihte her ulusun, milliyetin ve imparatorlukların, kanlı ve kirli işleri olabilir. Bunun, kullanılabilir sanılan cürümlerini öğünme aracı yapmak kadar olumsuzluklarının da sorumluluğunu aynı cüretle sahiplenmek gerek. Bu dengeyi kurmayı becerememiş ya da kurmakta acze düşmüş olanlar, ne kadar inkar etmeye çalışsalar da, hala çözülmemiş ciddi sorunları var demektir. Ermeni konusu gibi bir dizi konu ülkemizin temel sorunları arasında süre geliyor olmasının anlamı da budur. Tarihte en kanlı kıyımlara rağmen başarılamamış tasfiyeler ve asimilasyonların bu günün küresel ilişkileri içinde başarılması mümkün değildir. İnkarcılıkla da bu sorumluluktan sıyrılmanın olanağı yoktur. Bu bataklıktan kurtulmak gerek. Bunun yolu ise tarihle cesurca yüzleşip, gelecek için kabul edilebilir ortak toplumsal projelerin geliştirilmesi gerek. Eski akılları terk etmek ve çağdaş ölçüler içinde herkesin ortak olacağı ve sorumluluk alacağı bir barış coğrafyasının kurgulanmasına ve tecellisine, ikamesine yönelmek gerek. Bu ise bu ülkenin hepimize ait olduğunu bir birimize yeniden, bir kez daha ve bin kez daha kanıtlamaktan geçiyor. Tek tekçi siyaset bu çağa ait değildir. Bunda ısrar edenler, ebedi sandıkları tekellerini de kaybetmeyi göze alan kumarbazlardır. Hiçbir ulus gelecek kuşaklarının kaderini bu türlerin elinde rehin bırakamaz. Diğer temel sorunlar gibi, Ermeni sorunu olduğu kadar, Kürt ve Hatay sorununun da çözümü buradan geçecektir…

11 Şubat 2008AYRI VARLIK(Entitê Distincte)Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

TÜRBAN SORUNU VE LAİKLİĞİN İFLASI

YENER ORKUNOĞLU

Üniversite öğrencileri için türban serbest olsun mu olmasın mı? 21. asırda bu sorunu bize tartıştıran bir düzen tarihin çöplüğüne atılmayı hak etmiştir.Ama Türban Sorunu toplumu bölmeye devam ediyor. Dolayısıyla bu konuyu tartımaktan kaçamıyoruz maalesef. Pazar günü Kanal D'de yayınlanan 32.Gün proğramında hem islamcı hem de Atatürkçü oldukları belirten üniversiteli gençler türban üzerine tartıştılar.Öğrencilerin birikimsizlikleri ve cahillikleri karşısında irkildim. Kimse türban neden karşı olduğunu açıklayamadı. Hep ajitatif laflar., beylik sözler! Dolayısıyla tek bir genç, türban sorununda ne yapılması gerektiği konusunda tutarlı bir görüş ileri süremedi. Anlaşılan YÖK görevini 'iyi' yapmış! Üniversiteleri bilim yuvası olmaktan çıkarmış; birikimsiz, kültürsüz öğrenci üreten bir makinaya çevirmiş.Gerçi bir genç 'Sahte İslamcılar', 'Sahte laikçiler' gibi sözler etti İyi gerekçeler getirebilecek gibi başladı. Ama o gencin konuşması da Mehmet Ali Brand tarafından ağzına tıkandı.Bir kısım genç, üniversite öğrencilerinin türban takmasına karşı olurken, türbanlılar da dağal olarak türbanlı olarak üniversite okuma hakkını savundular. Kimilerine göre, türban dinsel-politik bir semboldür. Bu nedenle türbana izin verilmemeli. Kimilerine göre, türban, bir bireysel giysi biçimdir. Dolayısıyla, bireysel özgürlülerimiz kısıtlanmamalı. Bu her iki yaklaşım da tek yanlıdır. Çünkü türban, günümüzde, hem dinsel-politik bir sembol, hem de giysi biçimidir. Almanya'daki durumu aktarmakta yarar görüyorum: Bundan bir kaç yıl önce de, Alman mahkemesi, haç sembolünün okul veya sınıf duvarlarında asılı olmasını yasaklamıştı. Çünkü haç sembolü, dinsel bir semboldü ve kamu hizmeti veren alanlarda dinsel sembollere yer yoktu. Şunu bilmekte yarar var: Öğrenciler Almanya'da türbanlı veya baş örtüsü ile derslere girebilmektedirler. Burada bir sorun yok. Çünkü öğrenciler, kamu hizmeti vermiyor, kamu hizmetinden yararlanıyor. Ayrıca Almanya'da da türban ve baş örtüsü dinsel sembol sayılıyor. Bu nedenle türbanlı-baş örtülü olanlar, kamu görevi sırasında baş örtüsü ve türban takamıyorlar.Şimdi gelelim asıl konuya: Türbanlı kızlar, üniversiteyi bitirdikten sonra da, devlet görevlisi olarak türbanı giymeyi savunuyorlarsa, o zaman gidişat iyi değildir. Kimileri türban sorununu, 'suni' ve toplumunun gündemini 'saptırmaya' yarayan bir sorun görüyor. Evet, bu düşünce gerçekliğin bir kısmını yansıtmaktadır. Ama bazı sorulara cevap vermekten uzaktır. Örneğin başka bir şey değilde, neden 'irtica' ve 'türban' konuları gündeme gelmektedir? Demek ki, bu sorunların toplumsal bir temeli var. Zaten toplumsal temeli olmayan bir şeyin suni olarak gündeme getirilmesi münkün değildir.Türkiye'de üniversitelerde görevli yüzlerce profesörler, akademisyen türbana destek veriyorsa, durum vahim hale gelmiş demektir. Demek ki, akademik dünyada Siyasal İslama doğru entellektüel bir kayış var. İtalyan Marksisti Gramsci, burjuvazinin geleneksel entelleküelleri ile proletaryanın organik aydınlardan bahsederdi.Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye'de geleneksel aydınlar arasında, Siyasal İslama doğru bir kayış yaşanmaktadır. Bir başka deyişle, Siyasal İslamın hegomanyasını kabul etmeye bir TARİHİ BLOK oluşuyor. Geleneksel entellektüellerden oluşan bu TARİHİ BLOK önümüzdeki süreçte damgasını vurmaya çalışacak. Hele Türkiye sosyalistlerinin bir kısmı da 'özgürlük' adına Türbana destek veriyorsa, bu durum BLOK'un entellektüel etkisinin boyutunu göstermektedir. Siyasal İslam, Türkiyeyi, siyasal ve entellektüel olarak kuşatmıştır.Önce şunu saptayalım. Tefeci-bezirganlığın en önemli özelliklerinden biri sinsi bir politika izlemesidir. Amacına ulaşmak için, kendini koşullara uydurur ve her kılığa girer. Komünizm düşmanı olur. 'Demokrat' kesilir. 'Özgürlükçü' oduğunu ileri sürer vb.Türban sorununa, dar bir pencereden bakmak doğru olmaz. Dolayısıyla türban sorununu, yalnızca ideolojik ve politik açıdan ele almak tek taraflı ve yüzeysel bir yaklaşım olur. Türban Sorununu, ekonomik-toplumsal ve tarihsel açıdan da ele almak gerekir. Türkiye, gerçek bir burjuva demokratik devrimi yaşamamış bir ülkedirKlara Zetkin'in bir sözü vardı: 'Faşizm sosyalist devrimi başaramayan işçi sınıfının ödemek zorunda olduğu bedeldi.' Bu söz bana şunu çağrıştırıyor: 'Türkiye'de Siyasal İslamın yükselişi, din doğmatizmi ve teolojiyle hesaplaşmayan bir toplumun ödediği bedeldir.'Nasıl faşizm, burjuva demokrasinini yetmezliğinin bir ifadesi ise, Siyasal İslamın yükselmesi de, 'Doğu tipi burjuva laikliği'nin iflasının bir belirtisidir. Dine, ideolojik ve siyasal açıdan yaklaşan kemalist laiklik anlayışının çöküşüdür. Üç alanda (ulus, din, insan sorunu) burjuva ideolojisiyle hesaplaşmaya girişilmelidir. Yoksa bırakın yeni bir uygarlık kurmayı, Türkiye'nin gerçek bir demokratikleşmesi bile sağlanamaz.Türban sorunu sosyolojik açıdan ele almadan yapılacak değerlendirmeler yüzeysel olacaktır. Türbanın Sosyolojisini gelecek yazımızda ele alalım. Bir Yorum: TÜRBANFADIL ÖLMEZ”Herkese saygımız vardır; ama siyasal yapıyı, yaşadığımız düzenin gerisine çekmek isteyenlere ”hoşgörü” ile bakmayacağımızı da açıkça ilan ediyoruz.”Türban, tartışılıyor. Türban, gündemi değiştirmek için tartışılıyor.Türban, tarihten silinmek istenen Kürtlere karşı, “karadan ve “havadan” operasyonların yapıldığı bir ortamda tartışılıyor. Amaç bellidir: Başbakan Receb Tayyip Bey ve oligarşik partisi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Dağlıca’da uğradığı “hezimet” ve “küçüklüğü” örtbas etmek için, Orgeneral Yaşar Büyükanıt’la anlaşarak, uydurduğu bir “saptırmadır.” Bu, danışıklı bir siyasettir. Bunu kim ciddiye alır?Özünde türban; Türkiye’de, defalarca kez suç işleyen, demokrasi ve insan hakları düşmanı, Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı kurtarma eylemidir! Birinci, noktadır.İkincisi şu: Hâlâ insanların kiyafeti ile uğraşmak, tek kelime ile “ilkelliktir!” İnsanlar, ister “sakal” isterse “turban”... herkes istediği kiyafeti ile okula, üniversiteye gidebilmelidir!Üç: Türkiye’de, şuanki, “turban” ve “laik” tartışmaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin, hâlâ, oturmamışlığını gösteriyor. Bu, şu demektir:Türkiye Cumhuriyeti, gerçek anlamda, “laik” bir devlet olmamıştır. Türkiye, eski rejimden “radikal” anlamda bir kopuşu yaşamamıştır. Türkiye Devletin bir resmi dini vardır: Sunniliktir! Diyanetişleri Bakanlığı, bu resmi dine hizmet eder. Bunları artık öğrenme zamanı geldiğini düşünüyorum.Peki, devlet –din ; eğitim – din; Diyanet İşleri; İlahiyet Fakülteleri, İmam Hatip Okullarının, devletin eğitim sistemi içinde bütünleştiği bir sistemde, laik bir devletten bahsetmek mümkün mü?Dört: Türkiye’de yapılan askeri darbeler, yukarda yazdıklarımın kanıtıdır: Darbelerle birlikte, hem dinci partileri yasaklamak, hem de dinci partilerden daha dinci olmak, Türkiye’de dinin devletle bütünleştiğini gösteriyor. Budur.Beş: Şuanda ”dini” ve ”türbanı” tekrar göndeme taşımanın nedenleri var. Açıktır:Türkiye’de, Kemalizm tek başına ”Kürt Sorununu” önlemeğe” yetmiyor. Kürt kalkışmasını önlemenin ya da önüne geçmenin biricik yolu: laiklik ve türban kampanyaları yürütmektir.Yapılan budur.Altı: Bizler, geleceğin sosyalist aydınları olarak, ”dinciler” ve ”türbancılar” arasında temel farkımız vardır: Şuan ki, burjuva düzeninin gerisine gitmeyiz; ama bizler kapitalist düzenin sonrasını savunuruz!..Laik bir devletin yaratılmasından yanayız. Bu şu demektir:Devletin ne resmi, ne de gayri-resmi bir dini olmamalıdır. Fikret Başkaya Hocanın yazdığı gibi, ”devlet dinden eleni çekmelidir!”Sunni devletin baskısı altında yaşayan Alevilik ve diğer dinsel inanç üzerindeki yasaklar derhal kaldırılmalıdır…Herkese saygımız vardır; ama siyasal yapıyı yaşadığımız düzenin gerisine çekmek isteyenlere ”hoşgörü” ile bakmayacağımızı da açıkça ilan ediyoruz.GELENEK, İNANÇ, SİYASET ve TESETTÜRAYŞE HÜR: Sonuç olarak örtünme ile gelenek, inanç ve siyaset arasındaki ilişkileri analiz etmek kolay değil. Ancak toz duman arasında görülen o ki, insanlık tarihi boyunca gelenek de, inanç da, siyaset de tüm enerjisini kadını ‘görünmez’ kılmaya, en azından toplumsal hayattan dışlayarak eve hapsetmeye hasretmiş. Muhafazakarlar bu işi kadını örterek yapmış, modernleşmeciler açarak yapmış. Belki de meselenin çözümü sadece kadın ve erkek cinsleri arasındaki ilişkilerde yatıyor. Bu haftayı, Osmanlı ve Türk kadınının 700 yıllık ‘görünür olma’ mücadelesine bir göz atmaya ayırdık. Kadının kendi bedeni ve kendi hayatı konusunda bizzat kendisinin söz sahibi olacağı bir dünya özlemiyle, herkese iyi okumalar….

STRATEJİK KARARLAR ve MECLİS

Mihrac Ural

Mircihan@gmail.comhttp://mihracural.blogspot.com/

06 Şubat 2008Bu gün 6 Şubat 2008, bir ülkenin geleceğiyle ilgili kararların alınması gereken ve de Büyük Millet Meclisi denilen yerde türban sorunuyla ilgili anayasa değişikliği amacıyla bir toplantı yapılıyor.Meclis gibi bir yerde, anayasa gibi o ülke topraklarında yaşamını ortak değerler etrafında belirleyecek olan bir hukuk metninde, insanların stratejik gelecekleriyle ilgili kararlar almak yerine, tersi amaçlarla karaların tartışılıp çözülmeye çalışıldığı gözlemleniyor.Ülkeler, meclislerinde ülkedeki tüm varlıkları ilgilendiren stratejik kararlar alırlar. Oysa bu gün bu ülke uzun zamandır yaşamakta olduğu kimliksizliğini ya da anlamak istemediği çok kimlikli yapısını daha da bölücü tarzda derinleştirmek ve kaosa sürüklemek için Büyük Milletinin Meclisini alet yapmaktadır; stratejik gerginlikler için, bölücülük ve tek boyutlu kararlar için anayasalarını değiştirecek kadar hesapsız süreçlere cehennem kapıları açılmaktadır. Sokakların kimi duyguları, ortak ülkemizin barışçıl yaşamını sağlayacak paydalardan çıkmak amacıyla kararlar vermektedir. Bu ülkede her varlığın ve inancın haklarının özgürlük içinde kullanılabilir olması uğruna kuşaklar boyu mücadele ettiğimiz siyasal doğrularımızdır.Bizim siyasal düşüncemizin özgürlüğü için kimse bir katkı yapmazken, bizler her alanda inancı için türban takmak isteyenlere özgürlük dedik ve yasaların bunun hizmetinde, yeniden şekillendirilmesi gereklidir dedik. Ancak bugün yapılan, ülkemizin ortak bir vatan olduğu gerçeği üzerinde galebenin kaba hoyratlığıyla tepinmeden ibarettir.Ayrı varlıkları yok edecek, tek boyutlu bir başka rejim inşasının adımlarıdır. Bu adım ülkenin ortak yüksek idealleriyle ilgisiz olduğu kadar, ihtimali her geçen gün gerileyen ortak yaşamına da indirilen bir darbedir. Kimliksizlik bir tür ülküsüzlüktür. Tek boyutluluktur, ülkemiz tek boyutlu bir siyasal algılayış libasına sığmayacak kadar büyük varlıklardan oluşmuş bir alandır. Bu zorlamalar kalabalığın gürültüsü altında mevzi sonuçlar alsa da bunun sonu büyük bir hüsran olmaktan kurtulamaz.Bu ülkeye demokrasinin geleceği yol bu yol değildir. Bu yol diktatörlüklerin, cehennemi iktidarların yolunu döşemekten başka bir işe yaramaz. Ülkede yaşayan mozaiği hiçe sayanların, inançlar arasındaki dengeyi pervasız ve dinsiz tarzda dumura uğratacak bu türden kararları, laikliği din haline çevirenlerin tarih içinde yürüttükleri baskı ve haksızlıkları, çok çirkince tekrar etme durumunda bırakacaktır.Bu anlam da, türban özgürlüğü talebi yönündeki anayasa değişikliği tartışması ve oylaması gerçekte bir inanç özgürlüğü çabası değildir ve hiçbir zaman olmayacaktır da. Zira bu ülkenin en kadim tarihinden bu yana, inanç özgürlüğü acımasız bir tarzda çiğnenmiş, farklılıklar sindirilip yok edilmeye çalışılmıştır. Anadolu’nun tek boyutlu bir dinsel ve mezhepsel rengin egemenliği altına girişinin başka bir izahı da yoktur. Sorunları 21. yy bilgi evreninde klasik bir “Osmanlı Aklı” yöntemiyle çözme alışkanlığının nüksetmesi, artık bu devletin egemenliği altında yaşamı bir kez daha sorgulamayı gündeme getirmekten bizi alıkoymayacak kadar derin tehlikeler boyutuna gelmiştir. Var olmanın, özgür ve adil bir yaşam düzeneği içinde yer almanın; artık kimseyi tanımlamayan ortak üst kimlikten çok alt kimliklerin hak ve özgürlüklerinin sonuç almasına bağlı olmaya başlaması, bu sürecin kaçınılmaz sonucudur. Kimse kimseyi buraya nasıl gelindi diye suçlamasın.Bu cehennemin yolları, işte bu tür kıymeti kendinden menkul meclislerde nükseden Osmanlı aklının yığdığı kaoslarda döşenmektedir.TÜRBAN'DA ÖZGÜR OLMALIBu baskıcı rejim kökten değişmeli. Tüm inançlara özgürlük ve adil bir paylaşım olanağı tanınmalı. Birini savunurken diğerini ihmal etmek ise, özgürlüğü tek boyutlu bir siyasal baskı aracı haline dönüştürür. Devlet tüm varlıkların özgürlüğünü koyuyabilecek bir devlet olmadıkça, ortak yaşamının bir gereğide kalmayacaktır.Türbanına özgürlük isteyenler, düşünce özgürlüklerine, diğer inançların özgürlüklerine, kimlik haklarıyla ilgili özgürlük taleplerine, kendilerinin istediği ölçekte de giyim özgürlüklerine de sahip çıkmakla yükümlü olduklarını göstermedikçe, galebenin baskısıyla kazanacakları haklar bir zulüm aracı olmaya mahkumdur. Tam bu noktada inanç özgürlüğü, vekaleti kimden alınmış belli olmayan, kıymeti kendinden menkul siyasal baskı aracı haline dönüşür. Allah ise bu vekaleti peygamberine bile vermemiştir. Ortak özgürlük talepleri bir bütün olarak ortak bir payda etrafında ikame edilmeden gerçek özgürlük için bu kararlar yeterli olmayacaktır. tersine birer baskı aracı haline dönüşecektir.TÜRBAN ve KURANBedreddin Mahirİslam’da Türban farz değildir. Dinde farz olan, kişi ayrımına tabi olmaz; cariye-özgür ayırımı yapmaz. Farzın, yakın akraba önünde ya da yabancılar önünde uygulanmasında ikircimliği olmaz; her zaman ve mekanda kendini ifade eder. İslam’da farz, altı değil, beş’tir. Türban, Medine’nin Kozmopolit koşullarında bir simge olarak, özgür Müslüman kadını, köle ve cariye Müslüman kadından ayırt etmek ve tacizlerden korumak adına, süslerin örtülmesi için önerilmiştir. Kuranda da bu çerçeve içinde yer alan tüm ayetler kadının süsünü örtmesinden bahsetmiştir. Süs ise, Kuran’ın hiçbir yerinde kadın uzuvlarından biri olarak tanımlanmamıştır. Kuran’da süs ise, geçtiği her ayette açık ve sarih olarak, taşınan, takılan bir meta olarak belirlenmiştir. Tarihin derinliklerinde de başörtüsü ritüelik bir simge olarak başladı. Zaman zaman kadının üretimde yer alışının bir ihtiyacı, sosyal yaşamdaki süsü olarak devam etti. Tarih içinde inanç güdüleriyle başlayıp süse dönüşen binlerce olgu gibi, baş bağlamakta aynı yolu izlemiştir. Türban ise, bunu tersten izledi, Peygamber döneminde bir takı-simge olarak, farklı olanı tanımla aracı olarak başlayıp sonradan inanca dönüştürüldü. Örtünme dinin temel inanç unsuru olsaydı, Eskimolar peygambersiz Müslümanlar olarak, inanç şampiyonu olurlardı.OSMANLI AKLININ TARİH SERÜVENİ ( II )Fetih, her biçimiyle talandır, yıkım ve gasptır, kıyım ve ölümdür. Fetih tarihte bir mutasyon hareketi gibi işlevler de görmüştür. Bu dehşet dolu vahim eylem, birçok barbar geçmişli toplulukların tarihinde kalın bir çizgi gibi yerini alır. Öyle ki, coğrafyaları, demografileri, etnik ve inanç dengelerini bozma gibi onarılması mümkün olmaya eylemlerin, acımasız yaraların tarihsel kin ve düşmanlıkların da üreticisidir. Ancak gayri ahlaki ve gayri insani olan bu girişimleri, fetihçinin fethettiği topraklara getirdiği bir üst uygarlık, kurumlaştırdığı yeni üst yaşam süreçleri, bir çeşit telafi unsuru olmuştur. Ancak tüm fetihler bu telafiyi yapamamıştır. Kendi nesnel ve öznel verileri, girdiği tüm coğrafyalardan ödünç alma durumunda kalan fetihçiler için durum telafiyle örtülecek hiçbir yarayı, acıyı zulmü aşamamıştır. Bu türden fetihçiler, gasp ve talan ettikleri coğrafyalarda uygar yaşama bıraktıkları tek şey, yüz yıllar süren karanlık baskı ve ölüm denklemleriyle örülmüş bir yaşam olmuştur. Üstelik tarihin yenileşmelerine ayak uyduramayarak da, ne kendine rahmet ne diğerine merhamet etmiştir. Osmanlı bu türdendi. Osmanlı aklıda bu fillerin kendini tanımladığı davranışlar bütünüdür. Bu güne kadar gelen Osmanlı aklının tarih serüveninde bu gayri ahlaki ve gayri insanı durum, hala Anadolu'nun uygarlık beşiği topraklarda, kıyım ve yıkımı, gasp ve talanı dayatmaya devam etmektedir. Kimlik hakları pervasız bir cehaletle gasp edilmekte, etnik ve inanç baskıları çağdaş akıllara ziyan bir sorumsuzlukla sürdürülmektedir. Ulusalcılık, milliyetçilik gibi aldatıcı kavramlarla, ilkelikler, öz savunma aldatmacası olarak halkın bir kez daha fetihçiler arkasından serserice sürüklenişinin hizmetine sunulmaktadır. Bu gelişmelerin farkında olmayanlar, sıra kimde sorusunu sormaya fırsatları olmayacak bir tehlikenin eşiğinde yaşamayı, duyarsızca sürdürmektedirler. Tarihi gelişimin tüm nesnel ve öznel verilerinin yeterli olgunluğuna karşın, bu ilkel Osmanlı aklını aşacak gerçekçi atılmalara girişilememektedir. Oysa bilinmeli ki, bu akılla, bu topraklarda kimse özgür ve barışçıl bir gelecek kuramaz. Bunun için tek yol, eskimiş akılları terk etmektir. Özgürlük ve demokrasinin bir başka yolu da yoktur.Mihrac URAL3.“Osmanlı Aklı”nın,Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarıOsmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi, buna önemli bir örnek teşkil eder. Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır. Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur. “Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.İnkar etmek var olan gerçeğin yükümlülüğünden kaçmanın en kestirme yolu olarak “Osmanlı aklı” tarafından ikame edilmiştir. Bu aklın mihverinde dolaşan aydınlar, hatta solcu geçinen milliyetçiler, Osmanlıyı, İttihat ve Terakkiyi ve liderlerini, TC’yi ve Osmanlı artığı padişahları, Ermeni jenosidinden aklamak için, cürümü Teşkilatı Mahsusa’ nın iki silahşörü, Mülazım Halil ve Çerkez Ahmet adlı eşkıyanın sırtına yıkmaktadırlar. Cemal Paşa’nın bu iki eşkıyayı astırması sonucunda da, Ermeni jenosidinin hukuki hak arama kapıları tamamıyla kapatılabileceği düşünülmüştür. Ayrıca, katliama yol açan “Türk intikam duygularının körüklenişi, Ermenilerin tek ulusçu çıkar arayışları ve yabancı desteğine” mal edilerek, katilin değil, maktulün suçlanmasına gidilmiştir. ( Taner Akçam, bu inanılmaz denklemi “Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu” adlı kitabında kurmaya çalışmıştır. Bu kitaba karşı eleştirilerimiz, Mihrac Ural, “Ermeni Jenosidi ve Küçük Enver ( Taner Akçam )” adlı broşürde ele alındı). Böylece “Osmanlı aklı”, maktulleri katil ilan etme ayrıcalığına sahip olduğu da açığa vurulmuş oluyor. Bu akıl yöntemi bu gün tüm çirkefliğiyle, Kürtlerin her türden var oluşunun inkarı için çalışmaktadır.Bu katliam nedir, kimin işi ne adına?Bu Osmanlı aklından kurtulun artık Anadolu kan ağlıyor hala ...Tarihi tüm yönleriyle sahiplenebilmektir asalet; hatalarıyla sevaplarıyla. Tarihte her ulusun, milliyetin ve imparatorlukların, kanlı ve kirli işleri olabilir. Bunun, kullanılabilir sanılan cürümlerini öğünme aracı yapmak kadar olumsuzluklarının da sorumluluğunu aynı cüretle sahiplenmek gerek. Bu dengeyi kurmayı becerememiş ya da kurmakta acze düşmüş olanlar, ne kadar inkar etmeye çalışsalar da, hala çözülmemiş ciddi sorunları var demektir. Ermeni konusu gibi bir dizi konu ülkemizin temel sorunları arasında süre geliyor olmasının anlamı da budur. Tarihte en kanlı kıyımlara rağmen başarılamamış tasfiyeler ve asimilasyonların bu günün küresel ilişkileri içinde başarılması mümkün değildir. İnkarcılıkla da bu sorumluluktan sıyrılmanın olanağı yoktur. Bu bataklıktan kurtulmak gerek. Bunun yolu ise tarihle cesurca yüzleşip, gelecek için kabul edilebilir ortak toplumsal projelerin geliştirilmesi gerek. Eski akılları terk etmek ve çağdaş ölçüler içinde herkesin ortak olacağı ve sorumluluk alacağı bir barış coğrafyasının kurgulanmasına ve tecellisine, ikamesine yönelmek gerek. Bu ise bu ülkenin hepimize ait olduğunu bir birimize yeniden, bir kez daha ve bin kez daha kanıtlamaktan geçiyor. Tek tekçi siyaset bu çağa ait değildir. Bunda ısrar edenler, ebedi sandıkları tekellerini de kaybetmeyi göze alan kumarbazlardır. Hiçbir ulus gelecek kuşaklarının kaderini bu türlerin elinde rehin bırakamaz. Diğer temel sorunlar gibi, Ermeni sorunu olduğu kadar, Kürt ve Hatay sorununun da çözümü buradan geçecektir…*************************************************************

26 KASIM 2007-AYRI VARLIK ARŞİVİNDEN....

ŞEHİT YOLDAŞ HANNA MAPTUNOĞLU BU PAZAR 26 KASIM 2007 DE ANTAKYA KİLİSESİNDE ANILACAKTIR

Şehit yoldaşımız HANNA MAPTUNOĞULU ANISINA tüm hemşerilerimizi bu pazar (26 Kasım 2007) Antakya Ortodoks Kilisesi ayinine devat ediyoruz.

HANNA YOLDAŞ SENİN İÇİN ÇALAN ÇAN SESLERİ ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ MÜCADELESİ İÇİN SİNYAL OLACAKTIR !

Yiğit yoldaşım, birikimlerinle, bilinç ve sükunetinle, örgütümüze yaptığın büyük eğitsel hamlelerle adın aramızda, taşa oyulmuş gibi bir alameti farikadır. Bir şairdin yaman yaman kelimelere ruh veren, bir ozandın sazının tellerini insana dönüştüren Ülkemizde yürüttüğümüz özgürlük ve demokrasi mücadelesinin en kadim militanı ve önderlerindensin. Sen bir enternasyonalist devrimcisin ayrıca. Avrupa’da gösterdiğin etkinlikler, 12 Eylül 1980 faşist darbesinin ilticaya zorladığı insanların toparlanması ve örgütlenmesinde oynadığın rol, derinliğiyle hala tüm görkemini korumaya devam ediyor. Hanna yoldaş, genç yaşta yükselttiğin mücadele, bölgemizin uğradığı emperyalist-siyonist saldırılara karşıda bir direnme unsuru olmuştur. Filistin halkının haklı davasında, şehit olana kadar omuz verişin bu tanımlamanın abartı olmadığına tartışmasız bir göstergedir. Mücadele mekanlarının tümünde ve tüm dallarında bir önder olarak yerini aldın. Siyasal eğitim kadar askeri eğitimlerin de sorumluluğunu üstlendin. Türkiye Halk kurtuluş Cephesi Merkez Komitesi üyeliğinin hakkını sonuna kadar en görkemli biçimde verdin. Şahadetin üzerinden, on yıllar geçti ancak zaman tamamlanmamış özgürlük ve demokrasi görevlerimizin kesiti olmaya devam ediyor. Bu kesitin parlayan yıldızlarından biri olarak her daim bize yön gösteriyorsun. Ülkemizin özgürlük ve demokrasi mücadelesinde bir Hıristiyan bir Arap yoldaş olarak, merkez komitesinde gösterdiğin başarılı performansınla, her görevde gösterdiğin üstün başarılarla ve sonuçta hepimizin, önünde saygıyla eğildiğimiz şehit olmanla bizim sönmeyen bir ışığımızsın. Antakya'nın kadim, Hıristiyan aleminin ilk kilisesi çanlarını şu an senin için çalıyor. Çan sesleri, seni bilincinde taşımak için gelecek kuşaklara verilmiş bir sinyal, bir mesaj olacaktır. Yüce rab Hz. İsa’nın oğlu Hana yoldaş, sana ahdimiz olsun ki, seni çarmıha geren bu devletin zalim siyasal sistemine karşı, genç kuşaklarıyla birlikte, şehrimin toprağı ve kıyıma uğramış anadilimizle sonuna kadar direnecektir. Seni bilincimizde taşırken göstereceğimiz direniş her kes için bir yeniden diriliş olacaktır. Kadim şehrimiz Antakya'nın mahalleleri, yolları okulları senin yükselttiğin direnme mücadelesini bir kez daha bilince çıkartacaktır. 24 kasım 2007. Mihrac Ural7. ölüm yıl dönümü anısına Ahmet Kaya Yoldaş bizimlesinO gerçek dostluğun adıydı, en gerekli zamanda dostunun yanında olmasını bilen bir yiğit devrimciydi. Anısını içimizde dirice, bilincimizde yoğunca taşıyoruz. Neyini anlatayım, yaşayanı daha çok yapacak işleri olanı anlatmak mı gerek? O yaşıyor ve mesajını iletmeye devam ediyor. Mihrac uralKİMSENİN BİLMEDİĞİ BİR ANIDerler ki, Picasso Paris'e ilk ayak bastığında tren garında piştovunu çekerek üç el ateş eder ve "Parisss Parisss Parisss duy sesimi, ben geldim işte buradayım" diye bağırmaya başlar. Kimse umurunda değildi ve kimse de o mahşeri kalabalıkta bu haykırışla ilgilenmedi. Picasso, Paris gibi sanat merkezindeki değirmenlerin öğütücü etkinliğine karşı bir meydan okuyuş olarak ortaya bir tavır sergilemişti. Koyduğu bu tavrının hep arkasında da kalmıştı. Sonra ülkesini büyük elçi olarak temsil edecek ve dünyanın önünde saygıyla eğildiği resimlerin ressamı olacaktı. Ben de, Ahmet Kaya yoldaşımın benzer bir haykırışına tanık oldum. Onu sizinle paylaşacağım.1992 Kasım ayının son günleri, Frankfurt’ta buluşuyorduk. Yıllardır kopmuş bir ilişkinin buluşmasıydı; özlemlerle dolu… Şehrin merkezinde dört yol kavşağı ve insan selinin ortasında bir araya gelecektik. Saatler gelip çattığında bir anda birbirimizi karşımızda gördük ve bizi ayıran caddenin trafiğinin korkunç akışına bakmadan, Almanya'da olması asla düşünülmeyecek tarzda yolu keserek hızla birbirimize koştuk! Sarıldık sıkıca, sıvazladık sırtlarımızı etkince… Ahmet aniden geri çekildi. Tedirgin oldum, nedir demeye kalmadan elini beline götürdü, şaşkınlığımı üstümden atamadan silahını çekti. Havaya doğru tuttu ve 14'lüsünün şarjörünü boşaltana kadar sıktı. Dehşete düşmüştük. Çevreden bize ne oluyoruz diye bakanlar az değildi. "İşte biz buradayız. Dünya alem sesimizi duysun biz buradayız direnmeye de devam edeceğiz" diye coşkuyla bağırdı. Aniden gerginliğim kayboldu. Picasso’yu hatırladım, Ahmet devrimciliğini, yoldaşlığını ve direncini haykırıyordu; tıpkı Picasso gibi. Bu anımın ayrıntılarını, “Taşralı bir militanın devrimci yaşam seremonisi” nde anlatacağım.

16 Kasım 2007.Mihrac Ural.

****************************************************************

HER ZAMAN BİZİMLESİN

Yoldaş Bünyamin Doğan, Yoldaş Mahrac Ural, Yoldaş Ahmet Kaya, Yoldaş Kemal Bayram

*************************************************

AHMET KAYA GERÇEKLERİN SÖZCÜSÜ

Ahmet Kaya yoldaşın acı ölüm haberi üzerine yayınlanan bildirimizi ölümünün 7. yılında tekrar yayınlıyoruz.

GERÇEKLERİN SÖZCÜSÜ“Kral çıplaktır” diyerek sanatı yücelten onurlu insan Ahmet Kaya yoldaşyüreklerimizde yaşamaya devam edecektir.Türkiye halkları adına, Kürt’ün, Türk’ün, Arapların kardeşliği adına, son çeyrek asrın demokrasi-özgürlük ve hukuk mücadelesinde, gerici devlet mekanizmasının insanlık dışı baskıları ve dayanılmaz ağırlığı altında yorgun düşüp ezilenlere ve ezenlere rağmen, yeniden uyanışın sesi, büyük insan, onurlu devrimci Ahmet Kaya yoldaşın ölüm haberi; halklarımızı olduğu kadar beni ve benim gibi düşünen tüm yoldaşları derinden sarstı. Anlatılması güç acı ve düşünce dolu duygular içindeyiz.Gerçek bir dost örneği olarak, tüm dostların zor günlerinde, özverinin en onurlu örnekleriyle omuz veren, yiğitçe yanında duran, gerçeklerin gür sesi Ahmet Kaya yoldaşın ölümü, Türkiye’nin tüm onurlu insanlarının bir kaybıdır. Bu kayıp, klasikleşen renkleriyle, sanatı yücelten özgür sesler camiasının onarılması güç bir kaybıdır. Bu kayıp, tüm boyutlarıyla genel ölçekte Türkiye insanının kaybıdır.Özel ölçekte ise, bir dost ve yoldaş olarak bu kayıp benim kaybımdır. Üç gün önce ağır bir süreçten çıkışımda, beni ilk arayan, benimle dayanışmasını belirterek, on yılların yoldaşlığına verdiği değeri her zaman olduğu gibi tazeleyip yücelten Ahmet Kaya yoldaş, ölümüyle şahıs olarak benim açımdan inanılmaz bir acıya kaynaklık etti. Yıllar önceki bir hadisede, kendisine söylediğim “şu gördüğün toplulukta bir sen, bir ben kalırız yolumuza devam eden” sözlerini hatırlarken, böylesi bir dostun benim için ne kadar özel olduğunu düşünüyor ve bunun acısını yaşıyorum.O, sanatı yücelten bir sanatçıydı. Sanat, “Kral çıplaktır” deme onuru ve yiğitliğiyle onun dilinde yüceldi. Bunun bedelini zindanlarda, mahkemelerde, sürgünlerde ödeme pahasına, bir kez değil, bin kez “Kral çıplaktır” diyerek, gerçeği topluma açıklayıp insanlığının gerektirdiği toplumsal sorumluluğu yerine getirdi. O, hepimizin bir kaybıdır, zulme karşı isyan seslerimizden en önemlisinin kaybıdır.Lanet olsun sana ölüm diyorum. Bize, işkenceleriyle, zindanlarıyla zorbaca baskı yapanlara, sürgünlerde ölmeye mecbur edenlere lanet olsun diyorum. Nazım Hikmet’ten Yılmaz Güney’e uzanan ve bu son halkada Ahmet Kaya’ya ulaşan sürgünde ölüm dayatmasına neden olanlara bir kez daha, bin kez daha lanet olsun diyorum.Gülten Yoldaş, Ahmet Kaya ailesi adına öncelikle sana sabır diliyor, acını paylaşıyor taziyelerimi iletiyorum. Bu kara günde, tüm yiğit devrimci sanatçı camiasına, demokrasi ve özgürlük mücadelesi uğruna dövüşenlere başımız sağ olsun, davamız sağ olsun diyorum.16 Kasım 2000Türkiye Halk Kurtuluş CephesiGenel Sekreteri Mihrac Ural

*********************************************************

TÜRK-KÜRT KARDEŞLİĞİ KOCAMAN BİR YALANDIR

10 ŞUBAT 1999 ÖDÜL TÖRENİNDE OLANLAR VE BİLDİRİMİZ !..

Mihrac Ural

Ahmet Kaya magazin dergilerinin dağıttığı ödülü alırken, “Türk-Kürt kardeşliği, ülkenin bölünmezliği ve Kürt realitesinin artık hazmedilmesi gerektiği” yönünde görüş beyan ederek, çektiği “Kürtçe klibin yürekli televizyoncular tarafından yayınlanacağını bildiğini, bu konuda korkaklık gösterenlere karşı halkın ne yapacağını da bildiğini” açıklayarak ödülünü alıp yerine oturdu. Ve ardından bir kıyamet koptu. Bir izleyici olarak bundan sonra olan gelişmeler, 25 yıllık siyasi yaşantımın en dehşet verici anlarını oluşturdu. Bu devlet altında birlikte yaşanmayacağı üzerine yazdıklarımın yaşanmaya az zaman kaldığını gördüm. İnsani onur taşıyan herkesi ürkütecek olan bu saldırganlık, sanatçı olarak toplumun en ileri kesimlerini temsil ettikleri sanılan bir dizi insanın, en çirkin türden militan ırkçı yüzleriyle ortaya çıktığı görüldü. Ahmet Kaya’yı kardeşlikten bahsetmesi nedeniyle yuhaladılar, üstüne yürüdüler. Çatal, bıçak, çanak attılar.Ahmet Kaya’yı yakından tanırım; yoldaşımdır, dostumdur. Ekstrem yanları çoktur ve bu rengiyle, güzel bir insan, içsel dokusu samimi, gerçek bir demokrattır. Kürt’tür, ancak hiçbir zaman bu ırki yanını öne çıkarttığına tanık olmadım. Kürt ulusu, tarihin en çok acı çeken çağdaş ulus olmasına karşın, bir nebze ayrılıkçı eğilimine rastlamadım. Siyasal süreçte yerini aldığı devrimci safların Kürt orijinli siyasal hareketler olmaması da, buna en büyük kanıttır. Bu yiğit insan, herkesin köşe bucak kaçtığı, kaypaklık yaptığı bir dönemde, sazıyla sözüyle, devrimci hareketin üzerine örtülen ölü topraklarını silkelemiştir. 12 Eylül karanlığı öncesi ayakta kalan bir direnme odağı kaldıysa, bunun kendini ortaya koymada bir manivela olmuştur. Buna rağmen, en keskin tutumlara, en uç söylemlere, en çok zemin olduğu bir kesitte ve bundan her türden büyük çıkarların sağlanacağı bir zaman diliminde, en mutedil demokrat olmasını bilmiş, müziğinin özgün renkleriyle, orijinalitesini oluşturmuştur. Buradan da, Türkiye müzik tarihinin hayallerini zorlayan kaset satış rakamlarıyla halkların günlünde yer edinmiştir. Ödül töreninde söyledikleri ise, Demirel’in sık sık tekrar ettiği birkaç kelimeden ibaret olan “Kürt realitesini tanıyorum” un, algılanmasından ibarettir. Miting meydanlarında, açık açık “Kürtlerle federasyon” sorunlarını tartışanlar yanında, Ahmet kaya’nın söyledikleri bir hiçtir.Ancak bu Hiç oldukça farklıdır. Evet, Ahmet Kaya’nın Hiç’i, gerçekçi bir söylem olduğundan, Demirel dahil, siyaset tacirlerinin sahtekarca, ikiyüzlüce ve aldatmaca için söyledikleri bir ton Kürtçü propagandadan daha çok fırtına koparmıştır. İşte dürüst söylemle sahtekar söylemin ağırlığı ve farkı da buradadır; Ahmet Kaya’yı, Ahmet Kaya yapan da bu orijinalitedir. Bu vesileyle, ortak değer ve kanaatlerin yoldaşlığını buradan bir kez daha selamlamayı görev sayıyorum.Ahmet Kaya’nın dile getirdikleri, kocaman bir gerçeğin özce dile getirilmesinden ibarettir. Tarihin tüm deneylerinde görülen ve herkesin gelip buluşacağı bir yol gibidir bu özlü cümleler. Bu söyleme sanatçıların, toplumun en aydın, en ileri insanların göstereceği tepki, yerine yeterince getirilmemiş görevlerin burukluğunu dışa vurma anlamında olabilir. Zira Türk ve Kürt halkı sanatçılarından kardeşlik için çok az katkı görmüştür. Ahmet Kaya’ya gösterilen tepki ve kendini oldukça fazla demokrat görenlerin içine gömüldükleri korkakça sessizlik, bizi bir kez daha Türk-Kürt kardeşliğinin ne ölçüde sahte bir söylem olduğunu, ne ölçüde tek taraflı bir inanç olduğunu gösterdi. Bu, toplumu yönlendirenlerin Türk-Kürt kardeşliğini kendi çevrelerine hangi aldatmacalarla dile getirdiklerini gösterdi. Sanatçı maskesi giymiş militan ırkçı faşistlerin tepkisi, Türkiye’de Kürtlere, kardeşliğin bile fazla görüldüğünü göstermektedir. Kürtlere karşı on yıllardır işlenen her türden vahşetle birlikte, İtalya krizinde, şaşkın militanlarını Kürt avı için sokaklara dökerek yaratılan dehşeti de eklemek gerek.Ahmet Kaya’ya gösterilen tepki, sıradan Faşist parti ve onun sokak lümpenleri ülkücü mafya güruhundan gelmiş olsaydı, bunun anlaşılır bir tarafı olacaktı. Ortaya konan tepkinin anlaşılmaz yanı, sanatçılık adına böylesi bir mekanda bu eğilimlerin olmasından kaynaklanmaktadır. Emperyalist sömürgeci ülke yönetimlerini, insan hakları, demokrasi, özgürlük çizgisine çekmenin onurlu bayrağı sanatçıların elinde yükselmiştir. Kendi uluslarının ırkçılarına karşı toplu direnmeyi ilk olarak sanatçılar yapmıştır. Devletin ezdiği, bağımsızlıklarını kanla bastırdığı ezilen ulusların özgürlük arayışında ilk destek ve katkı sanatçılardan gelmiştir. Ancak Türkiye’de sanatçılar tam ters tarafta yer alma yarışındalar. Birer faşist militana ait olması gereken davranışları, sanatçı maskesiyle ödül törenlerine taşıyanlar, gerçekte yalnız kendilerini değil, Türk düşünce sisteminde egemen olanların, Kürt-Türk kardeşliğine asla inanmadıklarını açığa vurmaktadır, üstelik de korkakça. Evet korkakça, tıpkı Türk siyaset tacirlerinin yaptığı gibi, meydanlarda Kürt realitesinden söz ederler ama, Milli Güvenlik Kurulu oturumlarında, Kürdün nasıl yok edileceği üzerine ölümcül militarist strateji geliştirirler. “Kürt realitesini tanıyorum” derler ama, bu realitenin hakkı-hukuku bir tarafa, bir kez olsun Kürtçe bir türküyü dahi yayınlamaktan dehşetle kaçınırlar. Bunlar soyut bir kardeşliğin lafını yaparlar, ama somut bir Türk ve Kürt kardeşliğini asla hazmedemezler; çünkü “Kürt diye bir şey yoktur” inancındalar. Her tutumlarında ikircimlikle, her söylemlerinde çifte standartlarla ördükleri akıl sistemine toplumu zorlayanlar, sanatçıyı da onursuz bir ırkçı militan haline dönüştürmektedirler.Ahmet kaya “ Türk ve Kürt ” kardeştir derken açıkça dile getirdiği basit ifadeye karşı, Orta-Asya’dan gelip, Anadolu’nun en kadim milletlerine ait toprakları gasp ettiklerini unutmuş olarak , bir asker kaçağının ağzından Onuncu Yıl Marşı’nı, bir demagog tarafından da “Bir başkadır benim memleketim” şarkısını cevaben söylediler; yani başkasına ait bir şey yoktur, çünkü başkası yoktur. Türkiye siyasal tablosunda, gerçek demokrat sanatçı ve sanatçı maskeli gerçek ırkçı militan işte böyle yer almış oldu. “... işte böyle burası Türkiye”. Bu gerginlik, bu kiriz politikası, bu kendine ve vatan edinilen topraklara karşı güvensizlik, Türk egemen güçlerinin handikabı olduğu kadar, toplumda yarattıkları kimlik bunalımının da dolaysız bir sonucudur.Bu satırların yazarı olarak, toprakları Türkiye devleti hükümranlığı altında kalmış 4 milyonu aşkın Arap halkı adına, ilk ve son kez milli duygularının ürküntüyle kaynadığını ve onurumun ısrarla zedelenmek istendiği hissimi yazmadan geçmeyeceğim.Sağ olasın Ahmet kaya, uzun zamandır senden uzaktım. Televizyondaki programlarda, tartışmalarda “az kitap okuyor, çok gerilemiş” kaygılarımla senden epey soğumuştum. Ama sen az ve öz konuşmayı seviyorsun, hep öyle kal. Kralın çıplak olduğunu bir kez daha, bin kez daha söyle; Türkler-Kürtler kardeştir, Araplar da, Anadolu’nun tüm insanlığı da. Bu memleket bizim, birimizin değil.11 Şubat 1999

GELENEK, İNANÇ, SİYASET ve TESETTÜRAYŞE HÜR: Sonuç olarak örtünme ile gelenek, inanç ve siyaset arasındaki ilişkileri analiz etmek kolay değil. Ancak toz duman arasında görülen o ki, insanlık tarihi boyunca gelenek de, inanç da, siyaset de tüm enerjisini kadını ‘görünmez’ kılmaya, en azından toplumsal hayattan dışlayarak eve hapsetmeye hasretmiş. Muhafazakarlar bu işi kadını örterek yapmış, modernleşmeciler açarak yapmış. Belki de meselenin çözümü sadece kadın ve erkek cinsleri arasındaki ilişkilerde yatıyor. Bu haftayı, Osmanlı ve Türk kadınının 700 yıllık ‘görünür olma’ mücadelesine bir göz atmaya ayırdık. Kadının kendi bedeni ve kendi hayatı konusunda bizzat kendisinin söz sahibi olacağı bir dünya özlemiyle, herkese iyi okumalar….STRATEJİK KARARLAR ve MECLİSMihrac UralMircihan@gmail.comhttp://mihracural.blogspot.com/06 Şubat 2008Bu gün 6 Şubat 2008, bir ülkenin geleceğiyle ilgili kararların alınması gereken ve de Büyük Millet Meclisi denilen yerde türban sorunuyla ilgili anayasa değişikliği amacıyla bir toplantı yapılıyor.Meclis gibi bir yerde, anayasa gibi o ülke topraklarında yaşamını ortak değerler etrafında belirleyecek olan bir hukuk metninde, insanların stratejik gelecekleriyle ilgili kararlar almak yerine, tersi amaçlarla karaların tartışılıp çözülmeye çalışıldığı gözlemleniyor.Ülkeler, meclislerinde ülkedeki tüm varlıkları ilgilendiren stratejik kararlar alırlar. Oysa bu gün bu ülke uzun zamandır yaşamakta olduğu kimliksizliğini ya da anlamak istemediği çok kimlikli yapısını daha da bölücü tarzda derinleştirmek ve kaosa sürüklemek için Büyük Milletinin Meclisini alet yapmaktadır; stratejik gerginlikler için, bölücülük ve tek boyutlu kararlar için anayasalarını değiştirecek kadar hesapsız süreçlere cehennem kapıları açılmaktadır. Sokakların kimi duyguları, ortak ülkemizin barışçıl yaşamını sağlayacak paydalardan çıkmak amacıyla kararlar vermektedir. Bu ülkede her varlığın ve inancın haklarının özgürlük içinde kullanılabilir olması uğruna kuşaklar boyu mücadele ettiğimiz siyasal doğrularımızdır.Bizim siyasal düşüncemizin özgürlüğü için kimse bir katkı yapmazken, bizler her alanda inancı için türban takmak isteyenlere özgürlük dedik ve yasaların bunun hizmetinde, yeniden şekillendirilmesi gereklidir dedik. Ancak bugün yapılan, ülkemizin ortak bir vatan olduğu gerçeği üzerinde galebenin kaba hoyratlığıyla tepinmeden ibarettir.Ayrı varlıkları yok edecek, tek boyutlu bir başka rejim inşasının adımlarıdır. Bu adım ülkenin ortak yüksek idealleriyle ilgisiz olduğu kadar, ihtimali her geçen gün gerileyen ortak yaşamına da indirilen bir darbedir. Kimliksizlik bir tür ülküsüzlüktür. Tek boyutluluktur, ülkemiz tek boyutlu bir siyasal algılayış libasına sığmayacak kadar büyük varlıklardan oluşmuş bir alandır. Bu zorlamalar kalabalığın gürültüsü altında mevzi sonuçlar alsa da bunun sonu büyük bir hüsran olmaktan kurtulamaz.Bu ülkeye demokrasinin geleceği yol bu yol değildir. Bu yol diktatörlüklerin, cehennemi iktidarların yolunu döşemekten başka bir işe yaramaz. Ülkede yaşayan mozaiği hiçe sayanların, inançlar arasındaki dengeyi pervasız ve dinsiz tarzda dumura uğratacak bu türden kararları, laikliği din haline çevirenlerin tarih içinde yürüttükleri baskı ve haksızlıkları, çok çirkince tekrar etme durumunda bırakacaktır.Bu anlam da, türban özgürlüğü talebi yönündeki anayasa değişikliği tartışması ve oylaması gerçekte bir inanç özgürlüğü çabası değildir ve hiçbir zaman olmayacaktır da. Zira bu ülkenin en kadim tarihinden bu yana, inanç özgürlüğü acımasız bir tarzda çiğnenmiş, farklılıklar sindirilip yok edilmeye çalışılmıştır. Anadolu’nun tek boyutlu bir dinsel ve mezhepsel rengin egemenliği altına girişinin başka bir izahı da yoktur. Sorunları 21. yy bilgi evreninde klasik bir “Osmanlı Aklı” yöntemiyle çözme alışkanlığının nüksetmesi, artık bu devletin egemenliği altında yaşamı bir kez daha sorgulamayı gündeme getirmekten bizi alıkoymayacak kadar derin tehlikeler boyutuna gelmiştir. Var olmanın, özgür ve adil bir yaşam düzeneği içinde yer almanın; artık kimseyi tanımlamayan ortak üst kimlikten çok alt kimliklerin hak ve özgürlüklerinin sonuç almasına bağlı olmaya başlaması, bu sürecin kaçınılmaz sonucudur. Kimse kimseyi buraya nasıl gelindi diye suçlamasın.Bu cehennemin yolları, işte bu tür kıymeti kendinden menkul meclislerde nükseden Osmanlı aklının yığdığı kaoslarda döşenmektedir.TÜRBAN'DA ÖZGÜR OLMALIBu baskıcı rejim kökten değişmeli. Tüm inançlara özgürlük ve adil bir paylaşım olanağı tanınmalı. Birini savunurken diğerini ihmal etmek ise, özgürlüğü tek boyutlu bir siyasal baskı aracı haline dönüştürür. Devlet tüm varlıkların özgürlüğünü koyuyabilecek bir devlet olmadıkça, ortak yaşamının bir gereğide kalmayacaktır.Türbanına özgürlük isteyenler, düşünce özgürlüklerine, diğer inançların özgürlüklerine, kimlik haklarıyla ilgili özgürlük taleplerine, kendilerinin istediği ölçekte de giyim özgürlüklerine de sahip çıkmakla yükümlü olduklarını göstermedikçe, galebenin baskısıyla kazanacakları haklar bir zulüm aracı olmaya mahkumdur. Tam bu noktada inanç özgürlüğü, vekaleti kimden alınmış belli olmayan, kıymeti kendinden menkul siyasal baskı aracı haline dönüşür. Allah ise bu vekaleti peygamberine bile vermemiştir. Ortak özgürlük talepleri bir bütün olarak ortak bir payda etrafında ikame edilmeden gerçek özgürlük için bu kararlar yeterli olmayacaktır. tersine birer baskı aracı haline dönüşecektir.

Hiç yorum yok: