HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

3 Nisan 2008 Perşembe

Gelenek, inanç, siyaset ve tesettür



Ayşe Hür

Gelenek, inanç, siyaset ve tesettür
Asur kanunlarının (tanrılara adanmış) fahişelerin dışında kalan kadınların örtünmesine 40. ve 41. maddeleri örtünmeyle ilgili ilk yazılı belgelerdir. Ancak adı, biçimi, rengi, deseni farklı olsa da örtünme insanlık tarihi ile yaşıt sayılır. Bazen vücudu doğadan korumak için, bazen adet, ergenlik, evlilik, savaş, zafer, çile, ölüm ve yeniden diriliş gibi olayları simgeleştirmek için kadının örtünmesi istenmiştir. Mitoloji, büyü ve çok tanrılı dinler de kadınların örtünmesine bolca gerekçeler sunmuş, normlar koymuşlardır. Örneğin Asur kanunlarının 40 ve 41. maddelerinde ‘tanrılara adanmış fahişe olmayan’ kadınların örtünmesi emredilmiştir. İyonlarda, Hititlerde, Yunanlılarda, Frigyalılarda ve Romalılarda başlar sadece gözler ortada kalacak şekilde örtülmüştür.
Yahudilerin kutsal kitabı Talmud’a göre, başına örtü örtmeden sokaklarda dolaşan bir kadını kocası mehir denen bir tür nafaka ödemeksizin boşanma hakkına sahipti. Eski Ahit’te (Tevrat) kadının başını örtmesi ile ilgili üç bölüm vardır. İşaya 3/20’de başa giyilen kıyafet anlamında fara, İşaya 3/23 başörtüsü anlamında tsnyafaah, Tekvin 24/65-38/14,19’da yüzü örten örtü anlamında tsaayafa kullanılmış, erkeklerin Tanrı’ya hürmet için başlarını örttükleri gibi, kadınların da erkeklere hürmetinin işareti olarak başlarını örtmeleri gerektiği söylenmiştir.
‘Kadın erkeğin yansımış ışığıdır’
Hıristiyanlıkta örtünme ilgili emirler Aziz Pavlos’un Korinthoslulara Mektupları’nda (11/4-16) boy gösterir: “Şunu bilmenizi istiyorum: Her erkeğin başı, İsa’yı, ama bir kadının başı kocasını (temsil eder) ve İsa’nın başı ise tanrıyı temsil eder. Buna karşılık kadının başında örtü olmaksızın ibadet etmesi onun başını kirletir. Çünkü böyle bir kadın, saçları kökünden kazınmış bir kadının kendisidir. Bir kadın başını örtmüyorsa, saçını kestirsin. Ama saçlarını kısa kestirmek veya kazıtmak, bir kadın için aynı şekilde utanç verici bir şeydir. Kadın saçı uzun olmakla kalmamalı başını örtmelidir. Erkek tanrının kopyası ve onun yansımış ışığı olduğu için, başını örtmez. Ama kadın örtünmeli çünkü o erkeğin yansımış ışığıdır. Çünkü uzun saç, kadına örtünmesi için verilmiştir.” Sonraki yıllarda Hıristiyanlarda başını örtmek yaygınlaşmış, namuslu her kadının başını örtmesi zorunlu olmuştur.
Hicaz Örfü
İslamiyet öncesinde tüm Arap dünyasında egemen olan ‘Hicaz örfü’ yüzünden kadın olsun erkek olsun, hür sınıftan tüm insanlar başlarını örterlerdi. Örtünmenin (Arapça ‘tesettür’) sosyal bir statü simgesi olması sayesinde Arap kadınlarının İslamiyet’e kolay uyum sağladığı iddia edilse de, Kuran’da örtünmeye 10 ayette değinmek gerekmesi işin pek öyle olmadığını düşündürüyor. O günden beri bu ayetlerde geçen ‘ziynetler’, ‘avret yerleri’ gibi terimlerle neyin kastedildiği, örtünmenin ‘iman’ meselesi mi, yoksa ‘amel’ meselesi mi olduğu tartışmaları sürüyor. Nitekim, bugün İslam coğrafyasında tek tip örtünme şekli yok.
Sonuç olarak örtünme ile gelenek, inanç ve siyaset arasındaki ilişkileri analiz etmek kolay değil. Ancak toz duman arasında görülen o ki, insanlık tarihi boyunca gelenek de, inanç da, siyaset de tüm enerjisini kadını ‘görünmez’ kılmaya, en azından toplumsal hayattan dışlayarak eve hapsetmeye hasretmiş. Muhafazakarlar bu işi kadını örterek yapmış, modernleşmeciler açarak yapmış. Belki de meselenin çözümü sadece kadın ve erkek cinsleri arasındaki ilişkilerde yatıyor. Bu haftayı, Osmanlı ve Türk kadınının 700 yıllık ‘görünür olma’ mücadelesine bir göz atmaya ayırdık. Kadının kendi bedeni ve kendi hayatı konusunda bizzat kendisinin söz sahibi olacağı bir dünya özlemiyle, herkese iyi okumalar….
Türk Kadınları
Türkler Müslümanlarla 7. yüzyıldan itibaren temas etmişler ancak İslam dinini topluca seçmeleri ancak 10. yüzyılda gerçekleşmişti. 922’de Abbasi Halifesi’nin elçisi olarak Aral Gölü ve Hazar Denizi arasında kalan bölgede yaşayan Oğuz Türklerini ziyaret eden İbn Faldan Oğuz kadınlarının başlarını örtmediğini söyler. 11. yüzyılda Anadolu’ya gelen ve burada ilk Türk devleti olan Selçuklularda da kadının örtünmesi kısmen sürmüştür. Örneğin Doğu ve Batı Türkistan’da hüküm sürmüş olan Karahanlılar (M.S.960-1212) zamanında yazan Yusuf Has Hacip, 1067-1068 yıllarında yazdığı siyasi ahlak kitabı Kutadgu Bilig’de “...kadınlardan hayâ gitti, yüzlerini örtmezler” diye yakınır. 1325-1340 yılları arasında bir takım Türk ülkelerini dolasan Faslı gezgin İbn Batuta’nın anlattığına göre o tarihlerde Türk kadınları örtülü değildir. 1333 yılında İznik’i ziyaret eden gezgin, o zamanlar Osmanlı Hükümdarı olan Orhan Bey’in karısı Nilüfer Hatun’un huzuruna kabul edildiğini ve beraber yemek yediğini anlatır. Ahalisinin Türkmen olduğunu söylediği Alanya ile ilgili olarak da “Bu ülkede bir eve indiğimizde kadın, erkek durumumuzu soruştururlardı. Burada kadınlar erkeklerden kaçmazlar, ayrılacağımız zaman sanki akrabaymış gibi bizimle vedalaşırlar ve gözyaşı dökerlerdi” der.
Osmanlı ülkesine örtünmenin girişini tarihçi Şikarî şöyle anlatır: “Yüz örtmek sonradan adet oldu. Karamanoğlu Alaüddin’in Hamidoğlu İlyas diyarını katliam ettiğinde üç kabile Diyar-ı Osman’a firar etmişlerdi. O vakit bunları Murad Han (I. Murad, 1360-1389) görüp pek temiz ve uslu adem olduklarından kendi şehrinde (Bursa’da) yerleştirilmiş. İşte bu kabile kadınları pek güzel olduklarından herkes bunları temaşa etmeye (seyretmeye) başlayınca ulema tarafından bu kabilenin hatunlarının yüzleri siper edilmesi (yüzlerinin saklanması) emredilmiş. İşte ne vakit taşra (dışarı) çıksalar, o kabile hatunları yüzlerini siper ederlerdi. Fakat bu hal sonradan diğer kadın ve kızların da pek hoşuna geldiğinden herkes daima güzelce her tarafını örtmeye başladı.”(Karaman Tarihi’nden aktaran Pars Tuğlacı, Osmanlı Döneminde İstanbul Kadınları, Cem Yayınevi, 1984, s. 68)
Bundan anlaşıldığına göre İslamiyet’in kabulünden 400 yıl sonra bile Bursalı kadınlar açıktır ama 1453’te İstanbul’un fethinden sonra Bizanslı kadınların da yüzlerini peçe ile örtmelerinin etkisi ile durumun değiştiği sanılır. Her ne kadar bir 16. yüzyıl minyatüründe Fatih Sultan Mehmet’in eşi Siti Hatun yüzü açık, bol ve rahat bir başörtüsü ve kapalı olmayan bir giyimle resmedilmişse de, bu tarihten itibaren gerek İran kültürünün, gerekse Halifelik kurumunun etkisiyle kadınlar konusunda muhafazakar yorumlar egemenliğini ilan eder. Bu tarihten itibaren ferace, yaşmak ve pabuçların şekil ve renklerini, feracelerin yaka boyları, üzerindeki nakışları, yaşmakların biçimlerini, kumaşların kalınlığı-inceliğini düzenleyen fetvalar ortaya çıkar.
Lale Devri’nin ‘Yaramaz Kadınları’
Müslüman Türk kadınlarının sokaklarda, zamanın ölçülerine göre açık sayılacak şekilde dolaşmalarını önleme konusunda ilk yasak meşhur Lale devri Padişahı III. Ahmet tarafından 1725’de çıkarılmıştır. Fermanda “İstanbul, memleketimizin yüzü suyu, bilginler, dürüstler ve edipler beldesidir. Halkının da günlük kıyafetlerinin şeriata uygun olması devlet namusu gereğindedir. Fakat savaşlar yüzünden çok önemli işlerle uğraşılırken bu husus ihmal edilmiştir. Bazı yaramaz kadınlar bunu fırsat bilip, sokaklarda halkı baştan çıkarmak gayesiyle aşırı süslenmeye başlamışlardır. Yeni biçimlerde çeşitli esvaplar yaptırmışlar. Hıristiyan kadınlarını taklit ederek başlarına acayip serpuşlar geçirmişlerdir. Bundan böyle kadınlar bir karıştan ziyade büyük yakalı ferace ve üç değirmiden fazla baş yemenisi ile sokağa çıkamayacaklardır. Feracelerde süs olarak bir parmaktan enli şerit kullanılmayacaktır. Bu yasakları dinlemeyecek olan kadınların sokakta yakaları kesileceği ve esvaplarının yırtılacağı ilan olunsun. Dinlememekte ısrar edenler yakalanıp başka şehirlere sürüleceklerdir” denir.
Bu tarihten Tanzimat’a kadar çıkarılan fermanlardan bazıları kısaca şöyledir: 1726’de I. Mahmut’un Fermanı: ‘Müslüman kadınlar başlarını Hıristiyan kadınlarını taklit eder şekilde yapıyorlar. Bu hal ve eninin en fazla üç misli boyunda yemeniden büyük başörtüsü kullanılması ve büyük yakalı ferace giyilmesi yasaktır.’ 1751’de yine I. Mahmut’un Fermanı: ‘Kadınlar piknik yerlerinde açık saçık dolaşıyorlar. Bu durumun önüne geçilmelidir.’1792’de III. Selim’in Fermanı: ‘Kadınların feraceleri öylesine incedir ki, feracenin altına giyilen elbise görülüyor. Bundan böyle giymemelidirler.’1819’da II. Mahmut’un Fermanı: ‘Müslüman Kadınları, sarı, pembe ve buna benzer açık renk, Hıristiyan kadınları siyah ve buna benzer renklerden ayrı feraceler giymeyeceklerdir.’ Görüldüğü gibi, kadınlar ısrarla açılmaya çalışmakta, buna karşılık muhafazakar yöneticiler onları kapatmaya uğraşmaktadır.
Çarşaf Modası
1850’lerde Suriye Valiliği’nde dönen Suphi Paşa’nın karısı tarafından İstanbul’a getirilen çarşaf ancak 1880’lerde yaygınlaşmış, çarşaf yasakları da bu dönemde başlamıştır. II. Abdülhamit 1882 yılında bir Cuma namazından dönerken yolda siyah çarşaflı ve çok ince peçeli bazı kadınlar görmüş; tam olarak örtünmemiş olan bu kadınları matem elbiseli Hıristiyan kadınlarına benzettiğinden Müslüman olup olmadıkları hususunda şüphe duymuştur. O sırada bazı münasebetsiz erkeklerin çarşaf giyerek hırsızlık ya da diğer maksatlarla öteberiye girdikleri de işitilmiş olduğundan, gerek dindarlık, gerekse bu tür hırsızlıkların önlenmesi amacıyla modaya uygun türde çarşafların giyilmesini yasaklamıştır. Ancak bu durum sadece İstanbul için geçerlidir. Örneğin 27 Temmuz 1882’de Levant Herald gazetesinde şöyle bir haber çıkar: “Yeni İzmit valisi, civar köylerden pazarda satmak için, pazara mal getiren, ferace giymemiş ve ayağında pabuç olmayan Türk kadınlarının beş gün hapis ve bir Mecidiye para cezasına çarptırılacağı konusunda bir yasak çıkardı. Bu yasağa karşılık köylü kadınlar, atalarından kalmış gelenek ve göreneklerini hiçe sayıp baskı altına alan bu yeni kanuna uymaktansa, köylerinde kalmayı yeğlediler.”Anlaşılan Türkmen kadınları henüz İslamiyet’e teslim olmamışlardır. Gerçekten tarih boyunca sadece İstanbul ile taşra arasında değil, İstanbul’un Kadıköy ve Boğaz bölgeleri ile Üsküdar ve Beyoğlu arasında bile örtünmenin derecesi konusunda ciddi farklar olacaktır.
Osmanlı Devleti’nde 19. yy ortalarından itibaren sınırları genişleyen ve etkili olmaya başlayan modernleşme çabaları, gündelik yaşam alışkanlıklarıyla beraber giyim kuşamı da değiştirdi. Kırım savaşı sırasında (1853–1856) İngiliz ve Fransız subay eşlerinin Batı modasını İstanbul’a taşımaları bu değişim sürecini hızlandırır. 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde toplumdaki gelenek ve modernlik arasındaki çatışma kadın giyimini de iyiden iyiye etkiler. Kıyafette hızla Avrupa modası izlenirken, Saray halkı ile üst tabaka ailelerinin kıyafetleri doğrudan Paris’ten getirilmeye başlar.
Savaşların Etkisi
1908’de ikinci kez ilan edilen Meşrutiyet kadının ‘görünür’ olma çabası için güçlü bir çerçeve oluşturur. İnce peçeyle dolaşanlar artar, peçe takmayanlar, ferace yerine şapka takanlar görülür. Kadınlar daha rahat yürüyecekleri, daha rahat arabaya binecekleri kloş eteklere, pelerinlere yönelirler. Ancak muhafazakâr çevreler de boş durmaz. Bazı hocalar peçesiz kadınların yüzüne tükürmenin, hırpalamanın ve faytonlarını taşlamanın vacip olduğuna dair fetvalar verirler. Özellikle de 31 Mart (Nisan 1909) ayaklanmasından sonra, ‘çarşaf giymemek’, içki içip havaya ateş açmak gibi asayişi bozucu bir eylem sayılacak ve sürgün ile cezalandırılacaktır.
Balkan Savaşları sırasında Yunanistan’ın Selanik’i işgali sonrasında buradan İstanbul’a göç edenler oradaki yaşam tarzlarını da buraya taşıyacaktır. I. Dünya Savaşı sonrasında İstanbul’un İngiliz, Fransız, İtalyanlar tarafından işgali ile birlikte, yabancı askerlerle birlikte İstanbul’a gelen Avrupalı kadınlarla birlikte bu süreç hızlanmış ve giyim konusundaki batılılaşma önemli bir mesafe kat etmiştir. Kısalan ve daralan çarşaflar faytona binmeyi zorlaştırınca, çarşafta yırtmaç kullanılması gündeme gelir. Yırtmacı ve başı kapatmak için de pelerin giyilmeye başlamıştır. İlerleyen yıllarda pelerin yerini, siyah ve dörtgen şeklindeki örtünün başın arkasından bağlanması ile oluşan ‘sıkmabaş’a bırakacaktır.
Orduya katılan erkeklerin yerini kadınların almasıyla kadınların giyimi biraz daha serbestleşir. 1915 yılında yayınlanan bir İrade-i Seniye ile kadınların devlet dairelerinde çalışma saatleri içinde çarşafı çıkarmalarına izin verilmiştir. Bu gelişmenin yanında kadınların etek boylarının yönetmeliklerde belirtilenden daha kısa olması yüzünden polis tarafından evlerine geri gönderilmelerine de rastlanmıştır. Bu gelişmeler başın örtülmesini süse ve örtünme şeklini de bir modaya dönüşme sürecini başlattı. Ayrıca ayakları açıkta bırakan kloş etekler giyilmeye başlanmıştır ve bu etekler geleneksel eteğin yerini almaya başlamıştır. Kadınların dış giyimindeki değişmeler, geçmişte rastlanan yasakları yeniden gündeme getirir. Ancak geçmişten farklı olarak Şeyhlüslamlık yerine bu kez Emniyet Müdürlüğü yasakları ilan etmektedir: “Türk kadınlarının ince kumaşlardan yapılmış çarşaf ve yeldirme giymeleri yasaktır. Çarşafın üst kısmı, kolları örtecek uzunlukta olmalı. Çarşafın ve yeldirmenin bacakları örtebilmesi için boyu ayak bileklerine kadar uzun olmalı. Ayrıca yeldirme, altına giyilmiş elbisenin kesiminde de olamaz. Örtü başı tamamen örtmeli. Bu yönetmelikte tanımı yapılan giysilere uymayan kılıklar en geç iki haftaya kadar uygun olan giysilerle değiştirilmelidir.”
Mülteci Etkisi
1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra İstanbul’a akın eden Rus göçmenleriyle birlikte İstanbul’da bir salon hayatı başlar ve süren savaşlara rağmen İstanbul’da başka bir dünya kurulur. Peş peşe açılan gece kulüpleri ve eğlence mekanlarıyla Beyoğlu, bu yeni hayatın merkezi haline gelmiştir. Bu yeni hayat tarzına katılan kadınların giyiminde de önemli değişmeler yaşanır. Yoksulluk ve olanaksızlık yüzünden saçlarına bakamayan Rus kadınları saçlarını kısacık kestirirler ve çirkin görünümlerini şapka ile çarşaf arası ‘türban’ denilen başlıklar altına saklamaya çalışırlar. Ancak zorunluluktan doğan bu baş giyimi bir süre sonra Türk kadınları arasında moda olacaktır. Bir ara durum öyle hal alır ki duvarlarda şöyle bir ilan boy gösterir: “Son aylarda Başkent sokaklarında utanç verici modalar görülmektedir. Tüm Müslüman kadınları eteklerini uzatmaya, korse giymekten sakınmaya ve kalın çarşaf giymeye çağrılmaktadır. Bu emirnamelerin buyruklarına uymaları için onlara azami iki gün süre tanınmıştır.”
Cumhuriyet’in ‘Kadın Projesi’
1919’da Yunanlıların İzmir’i işgali üzerine İstanbul Fatih’te baştan aşağıya siyah çarşaflar giymiş kadınlar meydanda toplanıp Halide Edip ile Meliha Hanım’ı dinlerler. Aslında çarşaf o günlerde İstanbul’da hiç de yaygın değildir, ama kadınlar, çarşaf giyerek belli bir mesaj vermeyi amaçlamışlardır. Çarşaf bir yanda ‘sıradan’ kadınlarla yakınlaşmanın, diğer yanda yaşanan tarihsel anın kutsallaştırılmasının, aynı dava altında anonimliğin ve eşitliğin sağlanmasının bir aracı olurken, ezilen Doğu’yu istilacı Batı’dan ayıran bir simge işlevi görmüştür. Bu simgesellik, Milli Mücadele yıllarında ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara Hükümeti tarafından da kullanılacak, daha sonra Kemalist rejim tüm enerjisini kadınları çarşaf ve peçeden çıkarmaya harcayacaktır. Ancak ‘Ebedi Şef’in bu konudaki sözleri ve eylemleri ilk bakışta epey kafa karıştırıcıdır.
Örneğin Afet İnan 1918 yılının Temmuz ayında Almanya Karlsbad’ta bulunduğu sırada kaleme aldığı hatıralarında Mustafa Kemal’in “Bu kadın meselesinde cesur olalım. Vesveseyi bırakalım...Açılsınlar onların dimağlarını ciddi ulûm ve Fünûn ile tezyîn edelim[donatalım]. İffeti, fenni sıhhi surette izah edelim. Şeref ve haysiyet sahibi olmalarına birinci derecede ehemmiyet verelim...” dediğini anlatır. (M. Kemal’in Karlsbad Hatıraları, s. 45) Nitekim, 23 Temmuz 1919’daki Erzurum Kongresi sırasında Mazhar Müfit (Kansu) Bey’e yazdırdığı ‘zaferden sonra olacaklar’ listesindeki maddelerden biri tesettürün kaldırılmasıdır. Ancak, yıllarda Atatürk’ün sekreterliğini yapmış olan Hasan Rıza Soyak’a göre Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye’ye yaptığı bir ziyaret sırasında gördüğü yenileştirme hareketlerinden etkilenerek kadın giyimi konusunda bir kanun çıkardığını öğrenince üzülmüş, “Eyvah adam gitti demektir; ben kendisine ısrarla bu mevzua girmemesini tavsiye ettim, çok yazık oldu” demiştir. Gerçekten de bir süre sonra Kralın taç ve tahtını terk ederek kaçmağa mecbur olmuştur. (Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, c.I, Yapı ve Kredi Bankası Yay., 1973, s. 278.)
Peki Mustafa Kemal Emanullah Han’a verdiği tavsiyeyi kendi uygulamış mıdır peki? Ömrü boyunca en yakınındakilerden biri olan Falih Rıfkı Atay’a göre “Atatürk, kadın meselesinin üstüne pek varamamıştır. Köyde ve geri kalabalıkta din kadar kuvvetli şey, ırz, ırz da kadın demektir. Ahlakın ölçüsü ırzdır. Dönülmeyen yemin, ırz üstünedir. Medeni Kanun yeni Türk Cemiyetinin hazır nizamı değil, ideali idi. Bu cemiyet mahkemelerde kalıptan dökülmeyecekti. Kızlı erkekli mektepten yetişecek ve mektepten çıkacaktı. İktisadi şartların yaratacağı yasama imkânları kadını hürriyetine kavuşturacaktı. Halk kadınının kurtuluşu uzunca bir zaman alacaktı.” (Resimli Ay, Nisan 1927, S.27)
‘Erkek’ Atatürk, ‘Devrimci’ Atatürk
Ancak, Falih Rıfkı bir başka konuya daha dikkatimizi çeker: “Kadın anlayışında pek garplı olduğu söylenemez. Hatta hanımların boyanmasını bile istemezdi. Son derece kıskançtır. Denilebilir ki harem temayülünde idi. Bu O’nun hissi mizacı ve alışkanlığıdır. Kafasına göre, kadın hür ve erkeklerle eşit olmalıydı. Batı medeniyeti dünyasının kadını ile Türk kadını arasında hiçbir fark kalmamalıydı. Medeni Kanunla Türk kadının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebetlerinde bırakın ecnebi erkekle evlenen Türk kadınını, ecnebi kadınlarla evlenen Türk erkeğine bile tahammül etmezdi.” (Çankaya, C.II, 1999, s. 367)
İhtiyatlı devlet adamı kimliği ile muhafazakar erkek kimliğinin ipuçlarını 21 Mart 1923’te Konya’da Kızılay Kadın Kolu’nun organize ettiği çayda yaptığı şu konuşmada görürüz: “Gerçekten de özellikle büyük şehirlerde kıyafetlerimiz bizim olmaktan çıkmıştır. Şehirlerdeki kadınlarımız iki aşırı kılık içinde görünüyorlar. Ya dışarıdan ne olduğu bilinmeyen çok kapalı, karanlık bir kılık ya da Avrupa’nın en serbest balolarında bile gösterilmeyecek kadar açık bir giyiniş. Her ikisi de dinimize aykırıdır (..) Kılıklarını da aynen Avrupa kadınını taklit ederek giyimlerini aşırılığa götürenler düşünmelidirler ki; her ulusun kendi gelenekleri, alışkanlıkları, ulusal özellikleri vardır. Başkasını aynen taklit eden millet; ne o milletin aynı olabilir, ne kendi ulusallığı içinde kalabilir. Bunun sonu da umulana varılmamanın acısıdır. Kapalı olmayan fakat erdemli olan bir giyimle ilim ve sanat hareketlerine, sosyal hareketlere katılan kadını, dünyanın en tutucu milleti bile beğenir.” (Aktaran Mahmut Goloğlu, Türkiye Cumhuriyeti-1923, Başnur 1971, s. 85)
Erkek Bencilliği mi?
27 Ağustos 1925 günü İnebolu’da meseleyi bir kez de (sadeleştirilmiş bir Türkçe ile) ‘iklim’ ve ‘erkek bencilliği’ açısından yumuşak bir dille ele alır ama eylemde sertleşeceğinin işaretini de verir: “Seyahatim sırasında köylerde değil bilhassa kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok yoğun ve itina ile kapatmakta olduklarını gördüm. Bilhassa bu sıcak mevsimde bu tarz kendileri için mutlaka ıstırap verici olduğunu tahmin ediyorum. Erkek arkadaşlar bu biraz bizim bencilliğimizin eseridir. Çok namuslu ve dikkatli olduğumuzun icabıdır. Fakat muhterem arkadaşlar, kadınlarımız da bizim gibi aklı eren ve düşünen insanlardır. Onlara ahlakın kutsallığını telkin ettikten, millî ahlâkımızı anlattıktan ve onların zihnini nur ile, temizlik ile donattıktan sonra fazla bencilliğe gerek kalmaz. Onlar yüzlerini dünyaya göstersinler. Ve gözleriyle dünyayı dikkatle görebilsinler (..) Arkadaşlar, özel olarak söylüyorum. Korkmayınız, bu gidiş zorunludur (..) İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca ulaşmak için gerekirse bazı kurbanlar da verelim. Bunun ehemmiyeti yoktur (..) Medeniyetin coşkun seli karsısında direnmek boşunadır...” (Söylev ve Demeçler, c.II, s. 221-222.)
Mesaj Alınmıştır!
Benzer bir konuşmayı 30 Ağustos 1925 günü Kastamonu’da da yapınca yerel yöneticiler canla başla giyim kuşam devrimini hayata geçirmeye soyunurlar. Eskişehir Belediye Başkanı yerel gazetede yayınlanan bir bildiri ile hanımların giydikleri peştamalın terk edilerek uygar bir giysi giyilmesi ister. Ordu’da yayınlanan Güzel Ordu gazetesindeki baş makalede peçe ve çarşafın yüzyıllardan beri toplum hayatında sebep olduğu anlamsız etkilerden bahsedilir ve çağa uymayan bu giysilerin terk edilmesi istenir. Tirebolu Belediyesi ise 7 Ekim 1926 yılında aldığı bir kararla halka peçelerini çıkarmaları hususunda 48 saat süre verir. Ayrıca kasabanın ileri gelenlerinin hanımları peçelerini çıkarmak suretiyle halka öncülük etmek istenecek ancak bu çabalar sonuçsuz kalacaktır. Trabzon İl Genel Meclisi 11 Aralık 1926 tarihinde aldığı bir kararla halka 10 gün süre tanıyarak bu tarihten sonra peçe takmaya devam edenlerin cezalandırılacaklarını duyurur. Aydın’da da İl Genel Meclisi tarafından 1 Şubat 1927 tarihinde alınan bir kararla peştamal, üstlük ve çarşaf kullanımı yasaklanarak halka 1 Nisan 1927 tarihine kadar süre verilmiş ve bu tarihten sonra söz konusu yasağa uymayanların cezalandırılacağı duyurulmuştur. 1928’te Sivas Belediye Başkanlığı peçe ve çarşafın kaldırılması yönünde çalışmalar yapılmasına karar verir.
İzlenen politikalar sonuç vermeye başlamış olmalıdır ki kadınlar çarşaf ve benzeri giysilerini çıkararak hızla batılı giysilere bürünürler. Yazları ipekli kumaştan yapılmış tayyör, onun üzerine tayyör rengine uygun ve aynı kumaştan pelerin, başa da arkadan sıkılan tül örtü, kışları tayyör, üzerine manto giyilir. Moda dergileri sıkça manto modelleri vermekte ve biçki dikiş kurslarında öğrencilere manto dikişi öğretilerek, manto giyimi yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Ancak baş giyiminde henüz tek tip bir tavır oturtulamamıştır. 1930’da kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı tanınmasından sonra, çarşaf ve peçelerle oy kullananların kimliklerinin tespiti sırasında tatsız olayların yaşanması üzerine peçe ve çarşaf konusunu yeniden gündeme getirir. Kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının ‘verildiği’ 1934’te bu durum daha büyük sorun olur.
Kanun Yok Tamim Var
16 Mart 1935’de Adana’da, 29 Nisan 1935’de Ordu’da, 10 Temmuz 1935’de Sungurlu’da peçe ve çarşaf kullanımının yerel yönetimlerce yasaklanır. CHP’nin 16 Mayıs 1935 tarihli oturumunda Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya ‘kadın devrimi bir ülkenin bağımsızlığının ve geleceğinin koruyucusu, rejimin esasıdır. Komisyonumuzun ve hükümetimizin ilgi ile takip ettiği bu isi onaylamanız hükümet için büyük bir direktif olacaktır’ diyerek işin peşini bırakmayacaklarının işaretini verir.
Nitekim Şükrü Kaya imzasıyla 22 Temmuz 1935 tarihli bir tamim uyarınca önce Mersin’de Belediye kararıyla, sonra Trabzon’da Vali başkanlığında toplanan İl Genel Meclisi kararıyla kadınların çarşaflı olarak sokağa çıkması yasaklanır. Bu kararda çarşafın sakıncaları anlatılmış ve polise çarşaflı kadınları götürmeleri konusunda emir verilmiştir. Trabzon’un kararı Rize İl Genel Meclisi tarafından aynen kabul edilir ve uygulanır. 1935 yılı boyunca sırasıyla Bodrum, Adana, Antalya, Sungurlu, Zile, Konya, Afyon, Maraş’ta benzer kararlar alınır ve uygulanır.
Milli ve Kanuni Vazife
23 Nisan 1937’de yayınlanan şu tehditkâr tamim ise modernleşmenin emirlerle gerçekleştirilmesinin imkansızlığını adeta ilân eder:“.Medeni vasıflarla donatılmış bir milletin kadınlarında görülmesi asla yakışık almayan peçe ve çarşaflara ötede beride arasıra rastlanılmaktadır (..) Türk medeni rejimi ise asla bu gibi çirkin ve alelacayip kıyafetlere taraftar değildir. Her vatandaş sunu iyice bilmelidir ki İnkılaba, rejime uymayanlar gericiliğe eğilimli ve bu çirkin arzu ve eğilim ile sakatlanmış kabul edileceklerdir. Medenî haklarını çok iyi kullanan erkeklerin eşlerinin, medenî hakkını da teslim etmeleri ve ona uymaya mecbur etmeleri kendileri için Milli ve kanuni bir vazife ve borçtur!...” (Tamimlerin tam metni için bkz. Emniyet Genel Müdürlüğü Polis Dergisi: Cumhuriyetin 75.Yıldönümünde Polis Arşiv Belgeleriyle Gerçekler, Özel sayı,1998, s. 89-93.)
Fransız siyaset ve fikir adamı Eduard Herriot hatıralarında Atatürk ile yaptığı bir mülakatta kadınlara peçelerini nasıl attırdığını sorduğunda, “Bu hususta tarafımızdan hiçbir zorlama yapılmış değildir; biz yalnız yüzlerini açacak hanımları koruyacağımızı ilân ettik, iş kendiliğinden yürüdü” seklinde cevap aldığını söyler. Anlaşılan ‘zorlama’ deyince ‘Ebedi Şef’in aklına gelen bizimki ile aynı değildir…
Ayrıntılı Bilgi İçin: Murat Aksoy, Başörtüsü-Türban, Batılılaşma-Modernleşme, Laiklik ve Örtünme, Kitap Yayınevi, 2005.

Hiç yorum yok: