TÜRBAN VE KURAN
Bedreddin Mahir
bedreddin.mahir@gmail.com
17 Eylül 2007
İslam’da Türban farz değildir. Farz olanda, köle, cariye, özgür ayırımı yapılamaz. Farzın, yakın akraba önünde ya da yabancılar önünde uygulanmasında ikircimliği olmaz; her zaman ve mekanda kendini ifade eder. İslam’da farz, altı değil, beş’tir.
Türban, Medine’nin Kozmopolit koşullarında bir simge olarak, özgür Müslüman kadını, köle ve cariye Müslüman kadından ayırt etmek ve tacizlerden korumak adına, süslerin örtülmesi için önerilmiştir. Kuranda da bu çerçeve içinde yer alan tüm ayetler kadının süsünü örtmesinden bahsetmiştir. Süs ise, Kuran’ın hiçbir yerinde kadın uzuvlarından biri olarak tanımlanmamıştır. Kuran’da süs ise, geçtiği her ayette açık ve sarih olarak, taşınan, takılan bir meta olarak belirlenmiştir.
Tarihin derinliklerinde de başörtüsü ritüelik bir simge olarak başladı. Zaman zaman kadının üretimde yer alışının bir ihtiyacı, sosyal yaşamdaki süsü olarak devam etti. Tarih içinde inanç güdüleriyle başlayıp süse dönüşen binlerce olgu gibi, baş bağlamakta aynı yolu izlemiştir. Türban ise, bunu tersten izledi, Peygamber döneminde bir takı-simge olarak, farklı olanı tanımla aracı olarak başlayıp sonradan inanca dönüştürüldü.
Örtünme dinin temel inanç unsuru olsaydı, Eskimolar peygambersiz Müslümanlar olarak, inanç şampiyonu olurlardı.
İslam Tanrısı dedi ki…
Allahın kullarından beklentisi İslam dinini en ayrıntılı işlenmiş konusudur. İslam dinin özü de burada yatar. Bunun için İslam dininde tüm olgular, yaptırımlar, eylemler, önermeler tek bir yöne doğru akar. O da Allaha takvada anlamını bulan, bağlılık, saygı ve inançtır. Bunun bin bir aracı ve her aracın bin bir şekli bulunabilir. Değişmeyen ise Allaha yönelimdir, teslimiyettir. Dinin adı da buradan gelmektedir, “Eslema” yani teslim oldu. İslam dininde inanç bu yüzden biçimlere endeksli değildir. Kuranda Allah, biçimlerle kulundan itaat istemeyecek kadar yüce bir yerde oturtulmuştur.
Bu yanıyla, kurandaki İslam’ın tanrısı, kullarına bağlılığı özce benimseme dışında, şekli simgesel hiçbir olguyu inancın temel unsuru olarak farz etmemiştir. Kuranda yazılı olarak dile gelen vahi dışında, tüm yaptırım ve önermelerin kul ürünü olduğu gerçeğiyle, özü benimsemiş bir Müslüman’a biçimleri inanç olarak benimseme farzı yoktur. Sünnet dahil, icma, kıyas din değildir. Vahi’yle ve kurandaki İslam’ın mantık tutarlılığıyla çelişen hiçbir önerme inanç kapsamı içinde bir hüküm olamaz. Uygulamasında her türden özgürlük olsa da ve bunu sosyal, siyasal yaşamda kişiye özel yaşanmasını savunmak demokrasinin gereği olsa da, dinin bir farzı, ya da inancın özüne ilişki olduğu iddia edilemez.
İslam dini temel olarak, Kuranda yer alan ve vahi olduğu belirtilen Sure ve onun tek tek cümlelerini ifade eden ayetlerin mesajından oluşmuş bir dindir. Tanrısal olan budur, bu dinin peygamberi de hüküm sahibi değil, tanrının sadece bir elçisi ve kuludur; “Muhammed sadece bir elçidir” (Âl-i İmran Suresi (3), ayet 144). İslam dininin temelini oluşturan kurandaki mesaj, içinde bulunduğu çağından çıkıp gelmiş haliyle, tanrının tekliği mücadelesini vermiş ve bunun tüm yönleriyle belirginleşmesi için insana yükümlülükler getirmiştir. Önceki semavi dinlerin çok belirgin olmayan tarı anlayışını da aşma amacıyla, bir eleştirel tutumla, kendi tanrı anlayışını geliştirmiştir. 23 yılın dünyasal ilişki ve çelişkilerinden verilen örneklerle, tanrının tekliği ve ona teslimiyet amacı, şekli bir mutlaklığa bağlı olmaksınız bin bir araçla icrası istenmiştir. İslam dininde tek merkez Allah’tır. Bu yanıyla da, önceki tüm inançlardan ve semavi dinlerden kendini ayırır.
İslam’ın Tanrısı, Tevrat’ın tanrısı Yehova gibi, insanlığı ihmal edip tek bir Yahudi milletine değil tüm insanlığa gelmiştir ve Yehova gibi başka tanrılarla rekabet içinde değildir, rakipsizdir, rekabeti yoktur. İslam’ın tanrısı, Hıristiyanlıktaki gibi üç parçanın birliği de değildir. Bab-oğul- Küdüs’ün ruhunda her nasılsa cisimleşmiş üçlü bir tanrı öbeği gibi parçalı bütün değildir.
Bu yüzden, İslam’ın Tanrısı, 99 adıyla, sınıflandırılarak, yetersiz de olsa vasfedilip arışın tahtına oturmuş, kendinden emin, yarattığı evrenin canlı cansız tüm varlıklarının teslimiyetinde, insanlığı sınavdan geçirirken, öz olan kedisi gibi isteği de özdür, içeriktir biçim değildir. Bunu indirdiği vahide ve vahinin yazılı masajı Kuran’da, her surede ve ayette tekrar tekrar belirtir. Kulunu sık sık affeder, dininin Beş Farz’ının özünü ister, Ameli hiçbir farzının biçimine mutlak bir kayıt koymaz, ona her türden toleransı tanır. İslam’da tanrı, biçimlerin ayrıntılarıyla, zamanın değişimine göre ortaya çıkan gereklerin biçimsel uygulamalara yaptığı etkilerle ilgilenmez. O, özdür öz ister, biçim değil. Bunun için, denebilir ki; biçimlerle kendini tanımlaya İslam’ın Kuran diye bir kerim kitabı, mesajı yoktur. Kuran, Allaha özce bağlılığın mesajıdır. Kurandaki İslam da budur.
İslam’da Tanrı tektir, ortaksızdır ne doğmuştur ne de doğrandır, insanlık onun kuludur.
Bu tekçi yaklaşımın mantıki sonucunda İslam’ın Beş farzı belirlenmiştir. Bu temel unsurlar dışında kalan unsurlar inancın tamamlayıcı unsurları olarak yerini almış ve bunlar için kurandaki ayetler yeterli olmayınca, peygamberin yaşamı boyunca yaptıkları, söyledikleri, davranışları sünnet adı altında kuranın açık olmayan ayetleri yorumlanmıştır. O da, yetmeyince icma ile din âlimlerinin ortak toplu kararlarına yaslanılmıştır. Bu sonuncusu da yetersiz olunca, kıyasla yani karşılaştırma yöntemine başvurularak sorular ve sorunlar çözülmüştür, buradaki yetersizlikler zamanın getirdiği yeniliklere ise kimi mezheplerde içtihat kapısı denilen kapılar açılmış ya da karmaşık kıstaslara dayılı yorum kapıları zorlanmıştır.
Oysa Kuran hariç, diğer yorumların tümü (İslam dini algılayışındaki tutarlılık açısından) tanrının değil kulların yorum ve önermelerinden ibarettir. Bu özelliklede Peygamberin ölümünden sonra çok başlı olan, vekaleti kimden alınmış belli olmayan kul söylem ve önermeleridir. Kulların kendi özgün verileriyle oluşan yorum ve önermelerinin, Kuran göre düzenlenmesi çabası, bu girişimlerin hiçbir zaman tanrının mutlak emirleri olmayacağını göstermeye yeterlidir. Bunun için bu günde sürmekte olan derin mezhebi farklılıkların, farklı dinler gibi bir tablo oluşturması bundandır.
İslam dini açısından bütün karmaşasına rağmen inancın özü, içeriği, gerçek anlamı, tanrıya teslimiyet, tanrıya kulluk ve tam bir bağlılık olarak tanımlanabilir. Kuranın binlerce ayeti, suçluyu suçsuzu, olumluyu olumsuzu, mümin olanı olmayanı sabırla tövbeye ve tanrıya teslime davet eder; tek sığınağın bu olduğunu ve her türlü affın bu sığınağa bağlı kalınınca tecelli olacağı telkin edilir. Allahın Kurandaki mesajıyla, kullarından isteği bu merkezdedir. Bunun için en zalimi, en fahişi en, olumsuzu bile tövbeye davet ederek, onu af edeceğini belirtir.
Bu verilerin ışığında, türban konusuyla ilgili olarak yapılacak her tartışma, bu öze göre yerinin tespit edilmesi gerekecektir. Evet, 1400 yıldır ezici biçimde temel İslam mezhepleri tarafından uygulana gelen şekliyle, inanca dönüştürülmüş bir başörtüsü, hicap, türban olayı olduğunu teslim etmek gerek. İrili ufaklı kimi İslam mezhep ve topluluklarında böyle bir inanç dayatma ısrarlı olamasa da, ezici çoğunluk bu yönde bir algı içinde inancını icra ettiği söylenmelidir. Ancak bu toplu sürükleniş, Kuran’da, tartışmaya yer vermeyecek açıklıkla, vasıflarıyla bir hükmün sonucu olmamıştır. Kuran dışında tamamıyla, kulun ve kulların yorumuyla, başlangıcı simge olanın inanca dönüşü gerçekleşmiştir. Bunu, Kuranın sayılı hicap ayetlerinde tanımlamak zor değildir.
Hicap ayetleri
1. Nur Suresi (24), 31.ayet
“İnanan kadınlara da söyle: Bakışlarını bazısını yumsunlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler hariç. Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar. Süslerini kimseye göstermesinler. Yalnız, kocalarına, yahut babalarına, yahut kocalarının babalarına, yahut oğullarına, yahut kocalarının oğullarına, yahut kardeşlerine, yahut kardeşlerinin oğullarına, yahut kız kardeşlerini oğullarına, yahut kadınlarına, yahut ellerinin altında bulunan (köle ve cariye) larına, yahut kadına ihtiyacı bulunmayan erkeklerden tabilerine (yani hizmetçilere, yardıma muhtaç ihtiyarlara, bunaklara ve dilencilere), yahut henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklara gösterebilirler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ey müminler, topluca Allaha tövbe edin ki felaha eresiniz.
2. Nur Suresi(24), 60. ayet
Evlenme arzusu kalmamış oturan (ihtiyar) kadınların, kasden süs göstermeğe çalışmadan, dış örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah yoktur. Ama sakınmaları, kendileri için daha hayırladır, Allah işitendir, bilendir.
3. Ahzab Suresi(33), 33. ayet
Evlerinizde oturun, ilk cahiliye (çağı kadınları)nın açılıp kırıtması gibi açılıp kırıtmayın…
4. Ahzab Suresi(33), 59. ayet
Ey peygamber, eşlerine, kızlarına ve inananların kadınlarına söyle ( bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine salsınlar ( vücutlarını örtsünler); onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir.
(Ayetlerin tercümesi, Prof. Dr. Süleyman ateş’in, “Kuran-ı Kerim ve Yüce meali”nden alınmıştır)
Kuranda hicap ayetleri bunlardır. Bu ayetlerin daha da anlaşılmasını sağlayacak, birkaç ayet bulunmakla birlikte konumuzun temel Kuran ayetleri sadece bunlardır. Şimdi bu ayetlere baktığımızda, yapılan ve özellikle yerine getirilmesi istenen süslerin (ziynetlerin), örtülmesidir. Ayetlerdeki sarih ibareler ve kuranını insanlığa net açıklıkta bir kitap olarak indirildiğine gönderme yapılan ayetlerine dayanarak, tartışmaya yer vermeyecek şekilde, örtülmesi gerekenin süslerin taşındığı kadın uzuvları değil bizzat süsler olduğu görülecektir. Süslerin örtülmesini isteyen Kurnadaki İslam, süsleri yasaklamayı bile gerekli görmemiştir. Araf Suresi(7), 31. ve 32. ayetleri, süs ve süslenmeyi onaylamasına, açık bir gönderme olarak Kuranda yerini de almıştır.
“Ey adem oğulları, Süslerinizi (ziynetinizi) her mescide beraber götüren; yiyin, için fakat israf etmeyiniz; çünkü o, israf edenleri sevmez” (7/31)
“De ki, ‘Allah kulları için çıkardığı (ziyneti) ve güzel rızkları kim haram etti?’ De ki; ‘o, dünya hayatına inananlarından, kıyamet günü de yalnız onlarındır’ işte biz, bilen bir topluluk için ayetleri böyle çıkarıyoruz” (7/32)
Tanrı kurandaki mesajında, insanların rağbet edecekleri süslenmelere, temiz olmaya onay vermekle kalmıyor bunun yerinde bir davranış olduğunu belirterek te önemsiyor. Tabiî ki buna dayanarak süsü olmayan, güzel giyimli olmayan mescide gidemez gibi bir sonuç çıkarma yanlışına düşülmeyecektir. Ancak, inançla temizlik, güzellik, bakımlılık, süslülük arasındaki doğru orantı dinin kendi dokusunda olan bir dengedir. Ancak Allah, bu özgürlükleri ne farz olarak insanlığa emrediyor nede şekli unsur olan bu veriler üzerinde inanç kurmuyor. Her bir ayette tek tek dönüp geldiği yer, “Hayırlı olan takva elbisesidir” (Araf Suresi (7),26 ). Yani Allah, dünyevi tüm biçimselliklerden daha hayırlı olan ve sahiplenilmesi gerekenin inanç olduğunu, Allaha bağlılık ve teslimiyetin olduğunu vurgular.
Örtülerini üstlerine salsınlar
Peygamber, hicretle Medine’de mülteci durumundadır. Ansar denilen yandaşları vardır ve Medine şehri kozmopolittir. Her dinden soy ve boydan insanın yaşadığı önemli bir merkezdir. Bu karmaşa içinde, alışverişte, gezide, komşuluk gidiş gelişlerinde, pazarla iç içe olunan ibadet yerlerinde bulunuşta, Müslüman muhacirlerin sıkıntılar çektiği bilinmektedir. Bunlar arasında Kadınlara yapılan tacizlerinde yoğunca yaşandığı da
Oysa ki, Arap yarım adasında kadının oldukça özgür davranışı, giyimi, etkinliği ve özgür zenginliğiyle uyumlu bir trend içindedir. Mekke gibi o gün için çok gelişmiş bir merkezden çıkıp geldikleri şekilleriyle, Müslüman kadınlar Medine’de ilgi odağı durumunda olmuştur. Bu ilgi taciz dahil bir dizi sorunu gündeme getirmişti. Sorunların yoğunlaşması özgür kadınların, köle ve cariyelerden ayrıt edilebilmesi için, farklı olduklarının bilinmesi için ve incitilmemeleri, taciz edilmelerinin önlenmesi için, “tanınıp incinmemeleri için” (Ahzab Suresi(33), 59. ayet) bir simge olarak, “örtülerini üstlerine salsınlar” (33/59) denilmiştir. Bir simgedir burada örtünmek üstelik burada da, süslerin yada başın örtülmesinden hiç söz edilmemektedir. Sözü edilen süslerin örtülmesi, elbise giyilmesidir açık seçik olunmamasıdır. Bu ayetlerde İslam, kendi mesajıyla tutarlıdır. Kadını, aynı anda yaşanılmakta olunan, ancak peygamberin gelişiyle içinden çıkılmaya başlanan, eski dönem ilişkilerinin tümünden bir kopmayla kendini farklı olarak ifade etme gereği görmüştür. 23 yıllık indiriliş sürecinde, vahinin takip ettiği yol böylesi olay ve kesitlerle oluşmuştur. Yeni bir uygarlık, bir dinini mesajı üzerinde oluşuyor, kendini farklılaştırmak için, yaşamı ilgilendiren her olay ve olguda yeniden tanımlamak ifade etme durumunda kalıyor. Uluslar merkantilist dönemi geçerken adım adım kendine özgü, bayraklarıyla, milli marşlarıyla, giyimleriyle diğerlerinden farklılaşması gibi bir şeydir bu. İslam’da bu yönde kendini biçimlendiriyordu. Ancak bu biçimleniş, hiçbir zaman mutlak kayıtlara bağlanma gereği duyulmayan, ana amacı Allaha teslimiyet ve kullukta olan bir yörüngede kalmıştır.
Özgür kadını Tacizden koruyan simge …
Simge olarak doğdu örtünme olayı. Mekke’de değil Medine’de ayetler indi. Mekke peygamberin şehridir, herkes akraba ve komşudur, tanıdıktır. Orada kadının tacizi sosyal bir sorun olarak yoktur. Aileler bölünmüş, kavga büyümüştür ancak, bağlar kopmamıştır, bu açıdan kadınların örtünme yönünde simgesel bir belirti taşımalarına ilişkin Allahın bir uyarı indirme gereği olmamıştır. Medine öyle değil. Hicret edenlerin, ayrı din soy ve boydan olanların karmaşık durumu vardır. Bu özgün kesitte ve özgün ihtiyaçtan doğan örtünme olayı, cahiliye denilen önceki dönemin kadını ile yeni dönemin Müslüman kadınını da birbirinden ayrıma yönünde bir adımdı. Ancak, bu adım özgünlüğü hiçbir zaman dinin temel yönelimleri ve mantık örgüleriyle ilgili bir farz değildir. Zaten öyle olsaydı, sadece özgür kadın için önerilmezdi. Kölede, cariye de Müslüman ise inancın göreli olması düşünülemez. Özgür Müslüman kadına ne kadar gerekli ise Köle ve cariye Müslüman içinde geçerlidir. Ancak kuranda dile gelen ve süslerin örtülmesiyle açıkça ifade edilen şey, özgür kadını Medine’nin karmaşası içinde tacizden korumak, tanıtmak ve incinmesini engellemek için bir simge olarak belirlenmiştir.
Hicap ayetleri, kuranda bir simge olarak belirmiştir, inanç farzı değildir. Simgenin inanca dönüşümü ise, Tanrı sözü vahi ve bunun yazılı beyanı olan Kuranda değil, tamamıyla dünyevi varlıkların, koşullara göre, sosyal ilişki içinde ortaya çıkan ihtiyaçlara göre belirledikleri bir kul, kullar yorumudur. Bu satırların yazarı, kökleri ehli-beyt’in masum imamları dönemi kadar uzanan tarihi geçmişiyle, dinin tüm vecibelerini kuşaklar boyu taşımış olan bir aileye mensup olarak, kuranın hicap ayetlerini, baş örtme farzı olarak ya da inancın olmasa olmaz bir koşulu olarak yorumlandığına hiç tanık olmamıştır. Örtünme dinin temel inanç unsuru olsaydı, Eskimolar peygambersiz Müslümanlar olarak, inanç şampiyonları ilan edilirlerdi.
Ayet tebzirleri
Tebzir, kelimesinin kökü bizirdir, çekirdek anlamına gelir; kavun, karpuz, incir çekirdeği gibi. Çokluğu tanımlar. Konuşma ve edebi dilde, olmayan bol keseden harcama, aşırı söz söyleme olarak kullanılır. Sınırlı imkanları hesapsızca harcamadır. Tarih boyunca, Kuran ayetlerinin de öyle harcandığı bilinmektedir. Hicap ayetlerinin yorumunda olduğu gibi.Bu bizi ayetlerin nasıl anlaşılmaması gerektiğine götürüyor her defasında.
Kuranın ayetleri nasıl anlaşılmamalı. Kuranın doğasında değişmeyen temel bir hat vardır. Tüm unsurlarıyla yaşam ve ibadet tek olan tanrı içindir. Ona bağlı olmak kul olmak ve teslim olmak içindir. İslamik yaşamın manası da budur. Bu dünya bir sınav dünyasıdır. Diğer tüm unsurlar inancın şekli ve icrasında farz olmayan unsurlardır. Bununla ilgili iki örnek vererek, Kuran ayetlerinin Hicap ayetlerinin yanlış yorumu gibi yorumlanmaları halinde nasıl bir sonuç çıkacağını bilmek, konunun kavranması için yeterli olacaktır.
Teğâbün Suresi(64), 15. ayet, “Mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir. Büyük mükafat ise Allahın yanındadır.”
Kehf Suresi(18), 46. ayet, “ Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan güzel işler ise Rab’inin katında sevapça daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır”
Enfal Suresi(8), 28. ayet, “Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir (imtihandır). Allaha gelince büyük mükafat, O’nun yanındadır.”
Mümtehine Suresi(60), 3. ayet, “Kıyamet günü akrabanız ve çocuklarınız size fayda vermez. Aranızı ayırır. Allah yaptıklarınızı görmektedir.
Bu ayetlerde de görüleceği gibi, Mallar ve evlatlarıyla böbürlenenler yerilmektedir. Mallar ve oğulların gücü önemsiz sayılmaktadır. Bunlara dayanarak güçlü olduğunu sanmanın aldatıcı olduğu belirtilmektedir. Bu ayetleri, mal ve evlatlar konusunda, Hicap ayetlerinden daha açıktır, nettir. Şimdi Hicap ayetlerine yapılan yaklaşımla bu ayetleri ele almaya kalkışırsak ve bu ayetlerdeki “mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir” ısrarlı tekrarları inanca dönüştürecek olursak, bunlar dünya nimetlerinin süsüdür aldatıcıdır, her şey âhiretin mükafatındadır diye bakarsak, ne evliliklerimizin ne çocuk yapmamızın ne mal mülk edinme yönündeki alın terimizin çabamızın ölüp ölüp dirilme tarzındaki uğraşımızın hiçbir anlamı kalmaz. Kimse çalışmaz da. 24/24 saat ibadetle geçerdi günlerimiz. Bir an önce kıyameti, hesap gününü âhirette alacağımız mükafatı beklerdik. Bu ayetleri işlevsel bir farz olarak yorumlayacak olursak doğanın dengesini de bozardık.
Tarsinden de yorumlamaya kalkışmanın sakıncaları büyüktür. Peygamberin çocuğu olmamıştır, ebter’dir. Kevser Suresi’nde, Tanrı, Peygamberi ebter olarak suçlayanlara, onlar “ebterdir” der (108/3). Buna bakarak peygamberin çocuğu olmamasının intikamını almak için bu ayetleri zorlama olarak indirdiğini söylemek ise aynı mantığın diğer yüzü olarak görülmelidir. Tutarlı olmak adına ayetlerin yorumlanmasında ölçülerinde aynı olması gereklidir.
İslamda, ayetlerde geçen tüm konuların tek amacı vardır, tanrıya yönelin, iyiliğe yönelin, teslim olan, kulluk görevlerinizi yapın, tapın. Merkez yönelim budur, bunun için tüm araçlar, biçimler, özgünlükler zaman ve mekanın gerekleriyle değişken olabileceği gibi hiçbir tarzda farz değildir. Bu böyle kavranmaksızın, insanlığın ezici çoğunluğunu oluşturan İslam dışı alemi, küffar ilan edip, Kurandaki kimi ayetleri, yine hicap ayetlerini yorumlama mantığıyla yorumlayıp, harp diyarının düşmanlarını, cihadın hedefleri olarak görme sonucuna gitmek güç olmazdı. Bakara Suresi(2), 216. ayet, “ Size savaş yazıldı, hoşunuza gitmeyebilir ama, hoşlanmadığınız şeylerde size hayır vardır.” Bu ayeti aynı akılla yorumlayan El kaide terörü, bu algılayışın tecellisinden başka bir şey değildir.
Birde şu ayete göz atın ve hicap ayetleri mantığıyla yorumlayın, bakın ne çıkacak. Bakara Suresi(2), 178. ayet, “Ey inananlar, öldürmede kısas size farz kılındı (katilinde öldürülmesi gerek). Hüre hür, köleye köle, kadına kadın”. Belki ilikleriniz dondu bu satırları okurken. Ama öyledir, üstelik dikkatli okuyucunun gözünden kaçmayacaktır, hicap ayetlerinde “Farz” kelimesi geçmiyor, ama bu ayette aynıyla öyle geçiyor, “ Kısas size farz kılındı” deniyor. Hemen sonraki ayette de (2/179), kısasa şu anlam yükleniyor, “Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Böylece korunursunuz”
Bu cümleleri okurken ruhunuzun kimyası hala bozulmadıysa, kısası farz saymışsanız ya elinde koca kasap bıçağıyla intikam için birini doğrarken, yada kendiniz bir intikam adına böylesi bir bıçak altında doğranırken hissetmeye çalışın. Burada, “arkadaşım”ın sık sık, “empati yapmak gerekir” deyişini öneririm.
Bu bölümü bitirirken, Kuranın mesajının doğru ve tutarlı anlaşılması için, Allahın kullarından istediği, farz kıldığı ayetler ile biçimsel, işlevsel, inancın araçları olmaktan başka özellikleri olmayan önerme ve belirlemeleri birbirine karıştırmamak gerektiğini tekrar edeceğim. İslam dini görsel bir din değildir. İslam dini biçimlerin mesajıyla oluşmamıştır. İslam’ın inancın biçimlerle ve araçlarla ilişkisi, tanrıya teslimiyette, ona bağlılıkta ve kullukta anlam bulan öz ve içeriğin başladığı yerde biter.
İkircimli özgürlük, demokrasi değildir
Anayasa taslak hazırlıkları ve tartışmalarının yükseleceği bir döneme giriyoruz. Demokratik hak ve özgürlüklerin ana yönelimini belirleyecek olan yasaların yasası olarak anayasa, doğal olarak toplumun tüm duyarlı kesimlerini tartışma platformuna taşıyacaktır.
Uzun zamandır sessizce bekletilen türban sorunda bu genel taleplerin bir parçası olarak yeniden gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Öyle ki, bu dönemin kendine özgü havası içinde diğer tüm demokrasi ve özgürlük taleplerinden önce Türban tartışılmaya başlanacaktır. Köşe yazarları ısınma yazılarına başladılar bile.
Tarihi siyasal baskıcı sistemin kırılmasıyla ortaya çıkan ülkemizin siyasal tablosu dini eğilimlerin (bunun siyasal İslam olarak tanımlanması ayrı bir tartışma konusudur) öne çıkmasıyla dengeye oturduğu görüldü. Üç eğilim, ulusalca-milliyetçi, dini ve etnik eğilimler Türkiye siyasal sahnesinin sacayakları oldu. Bu güçler arasındaki ilişki ve çelişkiler, yine bu güçlerin durumlarına bağlı olarak şekillenecektir.
Ülkemizin gerçekçi özgürlük ve demokrasi talepleri de bu ortamda ikame edilme şansını yakalayıp yakalamayacağı belli olacaktır. Buna rağmen sağ, dini eğilimiyle siyasal iktidara egemen olmuştur. Bu egemenlikle birlikte ülke, büyük bir dönüşüm sürecine girmiştir. Toplumun idolleri içerik ve biçimsel tüm özgünlükleriyle toplumu bir biçimde şekillendirmeye başlayacaktır. Bu dönüşüm, en sert kanundan çok daha etkili olarak topluma yön verecektir. Atatürk’ün üstyapı devrimlerinin, oturmamış birer siyasi karar olduğu ve geldiği gibi gittiği bu süreçte, bir kez daha tarihe bir not olarak kaydedilecektir. Bir daha anlaşılacaktır ki, devrimler nesnel ve öznel koşulları olgunlaşmadan, siyasal kararlara dayanılarak yapılırsa, bir gece ansızın geldikleri gibi gittikleri görülecektir. Devrimleri tarihsel içerikleriyle kavramadan topluma dayatmanın beyhude sonuçları, çoğu kez trajedi bile sayılmayacaktır.
Tarihsel geri dönülmez devrim…
80 yıl sonra ülkemizde siyaset, nispi dengelerin el verdiği bir istikrara kavuşmuş oldu. Diğer tüm sorunlarda olduğu gibi, özgürlük ve demokrasinin ikamesinde bu sürecin ilişki ve çelişkileri ağırlıklarını koyacaktır. Bu potada olgunluğa ulaşacak, demokrasi ve özgürlük taleplerinin kalıcı bir dönüşümle ikame edilmesi mümkün olacaktır. Cumhuriyetin kuruluşta düştüğü hataya, dini inançları siyasal kararlara dönüştürme ısrarıyla bir kez daha düşenler, bu kez aynı sonuçlarla, geri dönülmez biçimde karşı karşıya kalacaklardır. Tarihsel geri dönülmez demokrasinin ikamesi de bu sonucu ifade edecektir. Toplum, kimlik bunalımından olduğu kadar ekonomik, sosyal, siyasal yeniden yapılanma sancılarından da böylece düzlüğe çıkacaktır. Çok kapsamlı sorunların oluşturduğu kaosla boğuşan bir ülkede, türban sorunu bu bütün içinde bir unsur olarak çözümünü üretecektir.
Türban sorununu bu bütünsel sürecin bir parçası olarak algılamadan sağlıklı sonuçlara gitmek ise mümkün olmayacaktır. Türban, inanç kompleksinde yer alan, biçimsel halkaların sonuncularındandır. Var oluşunun ilk adımlarında taşıdığı simgesel özellik, bu gün dönüp yeniden belirgin olmuştur. Türban sorunu, gerçekte ülkemizin on yıllardır çözülmeden duran ve gittikçe derinleşen kimlik bunalımının bir parçasıdır.
İslami inancında farz olup olmaması bir yana türban, kitlesel bir talep olmasıyla, ülkemiz farklılıklarının göz ardı edilemez bir unsurudur. Toplumun belli bir kesimi kendini bu simgeyle değerlerinden ayrıma isteğindedir. Her şeye rağmen bu talep anlaşılabilir bir taleptir. Kendi taleplerini hiç temsil etmese de, demokrasi ve özgürlük talebinde bulunan her kesin ikircimsizce varlığını içselleştireceği ve bir özgürlük talebi olarak isteyenlerin hak kazanımlarını onaylayacağı bir taleptir.
Bu talebin dile gelişinde, Kuran ayetleri üzerinde yürütülen tebzirleri burada tekrar edip, özgürlük taleplerinin sınırlarını daraltma yanlışına düşmeyeceğiz. Ancak bu talepleri dile getiren kitlelerin inancı siyasal bir talep haline sokmalarından kaynaklanın, özgürlük ve demokrasiye ikircimli yaklaşımlarına dikkat çekeceğiz. Karşıt siyasal duruşta olsalar da, özgürlükleri için mücadelelerine katkı ve desteğimizi ortaya koyacağız. Ancak aynı tutarlılıkla bize ait özgürlük ve demokrasi taleplerine yaklaşımlarını sınayacağız. Zira, Özgürlüğü bir bütün olarak ele almadan, gerçek demokrasinin ikamesi mümkün değildir. Siyasetin eline düşmüş din, tarihi boyunca ikircimli olanların elinde siyasi intiharlarla bu güne gelmiştir.
Türban sorununda yükselen demokrasi ve özgürlük taleplerinin en büyük handikab ikircimliktir. İnancın zorunlu olmayan biçimlerini, insan hakları ya da inanç özgürlüğü adı altında topluma bir demokrasi talebi olarak dayatanların, toplumdan bekledikleri hoşgörüyü, kendi alan ve etkinlikleri içinde başı açık ibadete gösterememeleri bunu anlatır. İbadet yerine başı açık girenlerin karşılaştıkları tepki, türban haklarına özgürlük isteyenlere, özgürlük taleplerinde ikircimli olmamayı anlatan önemli bir veri olarak kabul edilmelidir. Ancak bunun böyle olmayacağı da açıktır. İbadet yerleri Allahın evleridir. Orada kulun hükmü geçmez, demokrasinin farklılıklarının, hâkimiyetin kayıtsız şartsız Allaha ait olduğu ortamda, herhangi bir kıymeti itibarı yoktur.
Cumhuriyetin 80 yıldır kamusal alan diye ezdiği türbanlı kitlelerin, ülkeyi Allahın kayıtsız şartsız hakim toprakları haline dönüştürdüklerinde, farklılıklara gösterecekleri bir hoşgörünün olması güçtür. Allahın sırtına yıkılacak olan, insani ve dünyevi yaptırımlar, gerçekte dinin siyasallaşmasının tipik göstergesi olarak yerini alacaktır. Ancak tüm bu endişelere karşın, ikircimli özgürlük, demokrasi değildir diyecek ve bunun kararlı savunucuları, militanları olacağız. Ülkemizin sorunlarını çözmenin en önemli siyasal iradesi de bu yaklaşımdır. Türban sorunu ve özgürlüğü de bu algılayışta anlam bulmaktadır.
Buradan hareketle, kimlik bunalımlarını aşmamış bir ülkenin mozaik dokusuna ait demokratik hak ve özgürlüklerin oturtulmadığı bir koşulda, türban sorunun kendine özgü bir sorun olmadığını belirlemek yanlış olmayacaktır. Tanrı ile kul arasında bire bir ilişki olması gereken inancın kitlesel bir siyasal hareket olarak örgütlenmesi bu gerçeği değiştirmeyecektir. Ancak bu özgürlük sorununu çözümü için yeterli olmayacak kadar sığıdır.
Ülkemizin sorunları, siyasetin yeni dengeler üzerinde oturmasıyla başlayan yeni sürecin ilişki ve çelişkilerinin belirleyeceği dengelerde daha anlamlı hale gelecektir. Özgürlüğü, kendi siyasal iktidar sürekliliği için, tanrıdan vekalet alınmış gibi, inanca ve onun biçimlerine araçlarına bağlayacak olanların ikircimlikleri, bu sorunların çözümüne katkı yapmayacaktır. Cumhuriyetin mazlumları olarak bu gün iktidar olanlar, yenilgiye uğrattıkları çarkın meczubu olmayacaklarının hiçbir garantisi yoktur. Bu yüzden özgürlüklerimizi ve demokrasi taleplerimizi, içinde türban sorununda olduğu haliyle, tüm farklılıklarımızın kaygılarını giderecek tarzda çözümünü gerçekleştirmekle yükümlüyüz. Anayasa tartışmalarının başladığı sathı maile yönelirken, demokrasi ve özgürlüklerin iktidarların eline bırakılmayacak kadar halkın yaşamsal talebi olduğunu belirlememiz gerekçeleri de burada yatmaktadır.
Kurandaki İslam’ı, vahi ayetlerinin tefsirden çok tebzirle ele alınması sonucu oluşan, kulların kurumlaştırdığı din, insana ait dünya işleriyle tanrıya ait âhiret işlerini birbirine karıştırma müptelasıdır. Tarihi boyunca dinin siyasete alet olduğu her yerde, bu olmuştur; yöneteler tanrı adına hüküm sürmüştür. Çağdaş dünyada bunun tekrarı pek geçerli görülmese de, çağdaş söylem ve araçlarla benzer eğilimlerin tekrarı hiçte güç değildir. Ülkemiz farklılıklarının sorunlarını, özgürlükleri genişleterek çözme yerine, vekaleti kimden alınmış belli olmayan bin çimentoyla birleştirip, tekleştirerek çözeceklerini iddia edenler, bu tehlikenin hiçte geçmiş bir tarihi anı olmadığını ifade ediyorlardır.
Tam bu noktada, demokrasi ve özgürlük taleplerimizde ve yaptırımlarımızda, ikircimsiz olmak gerekmektedir. Türbana özgürlük derken bu tehlikenin ayrımında olmak gereği, tüm özgürlük ve demokrasi güçlerinin birbirini yeniden tutarlılıkta, ikircimsizlikte tatmin etmeleri gerekmektedir. Bunun da tek bir yolu vardı, köklü bir demokratik dönüşümle, kurumsal ve hukuksal güvencelere bağlanmış ve yeniden yapılanmasıyla demokratik bir cumhuriyettir.
Bu cumhuriyet, tüm farklılıklarımıza eşit uzaklıkta ve birimizin değil hepimizin cumhuriyeti olarak örgütlenmelidir. Demokratik cumhuriyet, kendini tehlikede hisseden farklılıklarımıza da özgür olma engeli olmayan bir cumhuriyet olmalıdır.
Hz Muhammed
Düşünce ve basın özgürlüğünü oluşturan ve yücelten, insanlığın ortak erdemlerinin korunması etrafında oluşturduğu bilinçtir. Bu yere tarihin acımasız süreçlerinden geçilerek gelinmiştir. Bu açıdan, insanların ortak erdem ve değerlerini korumadan, basın ve düşünce özgürlüğünü korumak mümkün değildir. Tüm dinlerin peygamberleri, insan erdemlerinin yüceltilmesi üzerine kurulu çağrılarıyla, insanlığın ortak kültür mirası ve değerleri arasında yer alırlar. Bu değerlerin korunmasını gözetmeyen bir düşünce ve basın özgürlüğü, sağlıklı ve dengeli olamaz. Demokratik yöntemleri kullanarak demokrasiyi yok etmek ne kadar özgürlük ise, düşünce ve basın özgürlüğünü kullanarak, insanlığın ortak erdemlerinin ifadesi olan ortak kültür mirası ve değerlerine çirkince saldırmak, o kadar özgürlüktür.
Mihrac Ural
mir@postmaster.co.uk
1 Şubat 2006
Olay, 30 Eylül 2005 tarihli Danimarkalı Jyllands Posten gazetesinin yayınladığı, Hz. Muhammed’i ve onun adında tüm bir İslam alemini aşağılama amacı taşıyan, 12 karikatürle başladı. Bu yayını daha sonra Norveç’li Magazin dergisi ve tepkiler tırmandıkça basın özgürlüğü ve dayanışması adı altında, Alman Die Welet ve Fransız France Soir ve diğerleri katip etti. Müslümanlar geç kalmışta olsa bu çirkin davranışa karşı tepkilerini ifade etmeye başladı.
İslam alemi ayağa kalktı. Bir onursal davranış içinde, tepkisini ilan etmek için dünyanın her alanında kendini yeniden ifade etmeye başladı. Kimsenin beklemediği tepkiler yaygınlaştı ve etkisi gittikçe sertleşerek büyüme eğilimi göstermeye başladı. İslam dini mensubu olarak insanlar, kendi özlük alanlarına bir tecavüz olarak gördükleri davranışa karşı, on yıllar içinde uğradıkları çok yönlü tecavüzlerin toplamına bir cevap teşkil edecek, ortak bölen bulmanın dinamikleriyle, meydanlara dökülmeye başladı. Haklı bir tepki, kişisel olduğu kadar, toplumsal ve insani erdem ortaklığının savunusu olarak gündeme geldi.
Hz. Muhammed, 1400 yıl sonra, İslam aleminin belki de anlaşabildiği tek ortak bölen olarak, ümmetini bayrağı altında direnmek üzere birleştirdi. Bu ortak ruh, bir kez daha peygamberin vahiyde ifadesini bulan mesajının derinliğini, insani boyuttaki kapsayıcılığını ve bu güne taşıma kudreti gösterdiği etkinliğini yansıtması açısından büyük bir önem arz etmektedir. Bu mesajın neresinde durursak duralım, bu gün dünyamızın bir çok alanında bu mesaj, halkın taleplerini yansıtmada, direnişini yükseltmede önemli bir rol oynadığını teslim etmek durumundayız. Dini siyasal bir sistem olarak kurgulamadığımız ölçüde, insani erdem ve değerlerin, barışçıl bir toplumsal yaşam ve haksızlığa karşı bir direnme daveti olarak algılamak, Hz. Muhammed’in yüz yılların derinliğinden gelen mesajını yararlı hale getirmenin olanağı hiçte az değildir. Her mesajın tarih içinde kendini farklı araçlarla farklı yorumladığı doğrudur. Ancak ortak dünyamızın yaşanılabilir olması açısından geçerli olan yorumu, farklılıklarımıza saygı temelinde yaklaşan, birlikte yaşamın bu farklılıkların özgürlüğü koşulunda olduğunu bilince çıkaran yorumudur. Bunu bizlerin yaşama geçirmesi kadar, bizden farklı olanlarında yaşama geçirmelerini istememiz haklı bir taleptir. Karikatüristlerin anlamak istemedikleri de budur.
Bu dünya yalınızca onlara ve onlara boyun eğenlere ait olduğu yanılgısı bu sorunların kaynağıdır. Bu mantığın demokrasi ve özgürlük algılayışı da aynı, demokrasi de onlara ve onlara boyun eğenlere aittir. Diğerleri yok edilmeye, ya da boyun eğdirilmeye aday olanlardır. Oysa 1400 yıl geriden bu güne ulaşan Hz. Muhammed’in mesajı, birilerine değil tüm insanlığadır.
Basın özgürlüğü çağdaş insanın temel hak ve özgürlükleri içinde en önemlisini teşkil eder. Düşünce özgürlüğü ancak, basın özgürlüğüyle kendini ifade edebilir. Basınsız bir düşün özgürlüğü tekersiz araba gibidir, bir yere varmaz. Bu açıdan basına yönelik her türden tepki ve yasak insan haklarına karşı işlenmiş bir cürüm olarak telakki edilmelidir demek yanlış olmayacaktır. İnsan hakları içinde basın özgürlüğünün önemine temel teşkil eden unsur ise, insanlığın ortak erdem ve değerlerinin bir sonucu ve ifadesi olmasıdır. Tüm farklılıklarına rağmen, İnsanlığın ortak erdemler manzumesi içinde bir bütün oluşturması, farklılıklarının karşılıklı olarak saygınca tanınması, dokunulmazlığı, yok edilmezliği temel ilkesine dayalıdır. Demokrasi de budur. Bu temel ilkeler üzerinde basın ve düşün özgürlüğü yükselmiştir, yani birer sonuçtur. Bu temel ilkelere aykırı hiçbir şey, insanlığın ortak erdem ve değerleriyle ölçülemez.
İnsanlığın içinde bulunduğumuz tarihsel kesit itibarıyla, binlerce yılın evrimi içinde farklılıklarına rağmen uyum içinde bir arada yaşamasını sağlayan yegane sistemin demokrasi olması da buradan gelir. Kürselleşme çağının, kendini gittikçe daha çok hissettiren ve insanlığın ortak çıkarlarına en uygun yapılandırmayı yükselten özelliklerinden biri de budur. Daha çok farklının, daha çok bir arada ve daha yakın bir çevrede yaşayabilme olanağıdır bu. Farklılıklarıyla bir bütün olmaktır, farklılıklarıyla güçlü ve etkin olmaktır bu. İnsanlık kabile çıkarlarından ulus çıkarlarına doğru ilerlediği tarihsel sürç içinde, dar ve karşı tarafın imhası üzerine kurgulanmış çıkar stratejileriyle resmedilmesinden kaynaklanan büyük yıkım ve acı çekti. Orta çağlarda, yüz yıl ve otuz yıl diye anılan, din ve mezhep savaşları ise, bu günün farklılıkların bir arada barış içinde yaşaması için aşılması, deneylerinden dersler alınması gereken hadiseler olarak hala anlamlıdırlar. O acı ve yıkımların üzerinden bu güne gelinmeye çalışıldı. Daha dün, insanlık aynı mantığın uzantıları sonucu, ulus çıkarları adına iki büyük savaştan geçti. Sonuncusunda 50 milyon insan öldü; denilir ki, I. Dünya savaşı,Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip’in, Viyana veliahtı François Ferdinand’ı 28 Haziran 1914 günü Saraybosna’da katletmesiyle çakılan kıvılcımla gündeme geldi. Elbette ki, gerekçe bu değildi. Ama bir kıvılcım, öncülü olan büyük birikimlerin, kuru bir çalılık gibi tutuşmasına yol açabileceği kesindir. 21. yüzyıl artık bu türden dar çıkarlar taşımayacak kadar ileri bir yüz yıldır. Bu yüzyıl, İnsanlığın birbirini kırmaya yöneltecek ilkel düşün sistemlerinden uzaklaştığı bir tarih kesitini temsil ediyor. Ancak her çağın gelişim süreci içinde, çözülmemiş sorunların birikimleri, sürmekte olan kıyım ve yıkımın acıları, kesilmeyen tecavüzlerin ve haksızlıkların etkileriyle yoğunlaşan birikimlerini bir kıvılcımla, büyük bir yangına çevirebilecek dinamikleri taşır. Karikatüristler, yaşadıkları dünyanın dünü ve bugünü ile ilgili birer cahil olmalarından kaynaklanan iftialleri, bu kıvılcımı temsil etmeye aday gibidir.
Sıradan bir gazete, satış rakamları bir mahalli gazete boyutlarını aşmaz, çizerlerini komşuları bile tanımayabilir, ancak ilkel bir çağın akıl sistemini temsil ettiği oranda önem taşır. Batının bu vesileyle bizlere kadar ulaşan, akıllara ziyan ahmaklıkları, bilinçten yoksun, kendi dar kulelerinin açıları dışında insanlık hakkında bilgisiz çevreleri bulunuyor ki, dünyamızın ortak ve barışçıl yaşam olanaklarına sık sık birer darbe indirmekte bir sakınca görmezler. Yeni liberallerin, ABD yönetiminde insanlığa karşı işledikleri tecavüzü bir göz önüne getirin, aynı ahmakları göreceksiniz. Afganistan ve Irak’ın kanunsuzca, uluslar arası hukuk dışı yöntem ve yalanlarla, işgalinin maliyetini ve insanlığa yüklediği acıları göz önüne getirin, ABD halkı başta olmak üzere, bu çirkin girişimlerden kim ne kazandı ? Bu gün itibariyle Irak bataklığından nasıl sessizce çekileceği hesaplarıyla uğraşan ABD yönetiminin, işlediği tarihsel hata, bu tür akılların hangi ilkel çağlardan kaldığını anlatmaya yeterlidir. Dememiz o ki, bu akıl sisteminde dile gelen hiçbir şey, insanlık erdemine ait bir önerme değildir. Yaptıkları önermeler yalnızca kendileri ve kendilerine boyun eğenler içindir. Bu açıdan farklılıklarla bir arada barışçıl yaşam adına hiç bir önermeye sahip değillerdir. Ve bu yüzden farklı olanlara karşı her türden çirkinliği reva görmekte bir ahlaki sıkıntı içinde olmazlar. Aynı nedenle, Jyllands Posten sinekarikatüristleri küçük ama dünyanın midesini bulandırıyor. Batıya hala egemen olan ilkellik, kendini böylesine ilkel çağlara ait bencillikte ifade ediyor; dün kendi aralarında ölesiye savaşıp boğazlaşanların, düşmansız yaşayamama kompleksleri, farklılıklar dünyasında, çirkin saldırılarla düşman yaratma girişimlerine yöneliyor. Kendi iç uyumlarının, dünya ve tarihle çatışması böyle zuhur ediyor. Bu yüzden, tecavüze uğrayanların, her türden tepkisi meşrudur.
İnsanlığın ortak bölenlerine temel teşkil eden en önemli erdem farklılığımızın saygı görmesi, sınırlarımızın bizden farklı olanların sınırlarının başladığı yerde özgürlüğümüzün bitmesiyle kendini ifade ettikçe gerçekçi bir erdeme dönüşür. Uygarlığın gücünü, güç uygarlığından ayıran da budur. Bu noktada basın özgürlüğünü kavramak ve onu korumak için bu özgürlüğe temel teşkil eden erdemleri korumak her insanın ve tüm insanlığın ertelenmez bir görevi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Hz. Muhammed’in ve onun adında tüm İslam alemini rencide eden karikatürlerin çizimini bu anlamıyla basın özgürlüğüne indirilmiş bir darbe olarak görmek tüm insanlığın demokrasi ve özgürlükleri için oluşturdukları ortak bölenlerin erdemlerine yönelmiş yıkıcı bir darbe olarak görmek abartma olmayacaktır. Dünyayı orta çağ akılıyla, en iyimser deyişle geçmiş yüz yılın ulusal çıkar akılıyla ki, bu akılların yol açtığı savaşlarla kanıtlanmış akılsızlığıyla, bu dünya yalnızca benim için var olmalıdır diyen, bu dünyanın zenginliği yalnızca benim ulusumun hizmetine koşulmalıdır diyen akıl sistematiğiyle diğerlerini yok saymak, onun farklılığının oluşturan tüm değerlerine çirkince , ahmakça ve pervasızca saldırma cüreti hiçbir zaman özgürlük sınırları içinde sayılamaz. Özgürlük erdeminin mantık dokusuna aykırı olan bu davranış çağdaş değildir, ilkel ve sığdır. Bu davranış gösterenlerin kendi devletleri tarafından azarlanmaları ya da cezalandırılmalarının bu kapsamda hiçbir anlamı yoktur. Olay, özgürlüğün, demokrasinin farklılıkların karşılıklı saygın görülmesinin kavranıp kavranmamasındadır. Bu bir uygarlık düzlemidir, buna varmış olma kapsayıcılığıdır. Bu açıdan devletlerden yasaklarla bu gibi çirkin davranışların önüne geçilebileceğini sanmak hataların en vahimidir. Nitekim, dünyamızın farklılıklardan oluşan uyum ve dengesine bir meydan okuma gibi basın özgürlüğü dayanışması adı altında, Danimarkalı Jyllands Posten’de yayınlanan çirkin karikatürleri tekrar yayınlamakta bir beis görmemişlerdir. Burada olay, insanlık erdemini tanıyıp tanımamak, uygar olup olmamak, insanlığın ortak erdemlerine saygı gösterip göstermemektir. Danimarkalılar ve onlarla aynı aklı taşıyanlar, mallarına karşı uygulanan satın almama kampanyası nedeniyle kaç milyon dolarlık zarar uğradıklarını hesabına batsınlar. Zira, dar çıkarların akıl sistemlerinin sınırı karda başlayıp zararda bitmektedir. Oysa insanlık erdemi ve uygarlığı, tek olan dünyamızda farklılıklarımıza rağmen, en barışçıl, en özgür ve en demokratik tarzda ortak yaşamı nasıl geliştirebiliriz diye kaygılar taşıyor. Bu yüzden farklılıkların korunması temelinde gelişen demokrasilerin özgürlük için tek yol olduğunu gösteriyor.
Bir laik olarak bu satırların yazarının kültürel oluşumunda peygamberimiz Hz. Muhammed’in tartışmasız etkin bir yeri bulunmaktadır. Ancak onun ötesinde bu satırların yazarı, basın özgürlüğünün bir insanlık erdemi olduğu inancındadır ve bu erdemin temelinde farklılıklara saygı yattığının bilinciyle insanlığın ortak bir değer bütünü içinde toplumsal barışı kurabileceğine inanmaktadır. Hz. Muhammed’in insanlığa yönelik mesajı, bununla derin bir kesişme içindedir. Peygamber öncelikle kabile savaşlarıyla yıkım içinde olan kendi milletini barış içinde bir arada yaşamak üzere toparladı, tarihe Arapları dengelerine kavuşmuş bir ulusu haline getirdi. Ancak orada durmadı, insanlığın tümüne yönelmiş olan mesajının taşıdığı anlam itibariyle etnik farklılıkları ortadan kaldıran kıstaslarıyla evrensel barışın çağrısını yaptı. İlkel çağların en karanlık dönemlerinde, farklı dinlerin ve etnik toplumların bir arada yaşamasını sağlayan Medine Sözleşmesi’ni yaptı. Henüz, bundan 60 küsur yıl önce ise, Avrupa’nın ortasında, insanlığın gözü önünde farklı etnik, din ve mezhep mensuplarını, gaz odalarında, işkence hanelerde katleden batılılara nispeten Hz. Muhammed’in çağrısı insani erdem ortaklığıyla tam bir örtüşme içinde olduğu görülür. Tüm semavi dinlerin tuttuğu ortak yol gereğince, siyasete karışmadıkça da insanı değerlerin yüceltilmesine önemli bir aracılık yapan Peygamberler, bir insanlık kazanımı olarak kabul edilmelidir. Bir tarihi eser, nasıl ki, insanlık için korunma altında olması gereken bir kültür mirası ve değeri ise ve bunun için, Birleşmiş Milletler nezdinde önemli kurum, etkinlik ve yasal düzenlemeler yapılarak korunuyorlarsa, Peygamberlerin de bir biçimde, insanlığın ortak kültürel mirası ve değeri olarak koruma altında olmaları gerekmektedir. Bu koruma elbette ki, düşünce ve davranış özgürlüğüne sınır koyma anlamına gelmez ve gelmemelidir. Nitekim, tüm dinlerin önermelerine ilişkin inanılmaz bir özgürlükle eleştiri sürecini yüz yıllardır işlemesinden de anlaşılacağı gibi, koruma özgürlüğe kısıtlama getirmemektedir. Ancak eleştiri, yerini çirkin ve ahlaksızca suçlamaya, yargısız infaz gibi kişilik haklarını çiğnemeye yönelince bu özgürlük olmaktan çıkarak, zorbaca bir dayatmaya dönüşmüş olur. İslam aleminin karikatüristlerin yaptıklarında gördükleri gerçek, onların temsil ettikleri akıldır. Bu akıl ki insanlığı dar çıkarlar için kıyım ve yıkımlara sürüklemiştir.
Dünyamızı, “ya bizden yana ya düşmandan yana” diye saflara ayrılmayı dayatanlar, şerlerinin en tehlikeli tecavüzlerini İslam aleminin yoğun yaşadığı bölgemize yönelttikleri açıktır. Bu bölgenin tüm ortak bölenleri ayaklar altında çiğnenerek kuşaklar boyu, kıstırılmış bir yaşama zorlanmıştır. Öyle ki, kendi ürünleri olan ve kendi sistemlerinin bir uzantısı olarak globalleşen terörü, İslam dininin ayrılmaz bir parçası olduğunu iddia etmekten geri kalmamışlardır. Bu gayri ahlaki eğilim zaman içinde mantıki sonuçlarına ulaşarak, söz konusu karikatüristlerin çizgileriyle İslam dininin peygamberi Hz. Muhammed’in kişiliğine kadar uzanma cüreti göstermiştir. Bu sonuç, bu ilkel mantığın tarihi gelişmesinin kaçınılmaz bataklığıdır. Bu yüzden İslam aleminin tepkisi sadece sıradan birilerinin önemsiz bir gazetede çizdiği karikatürlere karşı bir tepki olarak algılanması mümkün değildir. Onlar da bu mesajı, her geçen gün artan tepkilerle aldıkları açıktır. Ki bu tepkiler bir kez daha bu halkların ölü sessizliği yırtarak, ayağa kalkabileceğini ortak değerlerini savunmada sesiz kalmayacağını göstererek, batının pervasızca yürüttüğü ahmaklıklara son verebileceğini göstermiştir.
Tarihi boyunca özgürlüğü, dar çıkarların demokrasisi olarak algılayan ve bu nedenle insanlığa unutulmaz acılar çektirmeye devam eden emperyalist güç mihverlerinin akıl sistematiği, peygamber Muhammed’i düşman ilan ettiklerinin safında görmektedir. Onlara göre bu dünyada, kendileri ve yok edilmeyi hak eden düşmanları yaşamaktadır. Hz. Muhammed de bu düşman topluluğunun başında bulunmaktadır. Oysa dünya hepimizin biricik dünyasıdır. Hepimize yeterli alanı ve zenginliği bulunmaktadır. Dünya, siyasal tercihlerimize aykırı olanların kurban edildiği bir mezbaha değildir, insanlık o ilkel çağları aşalı çok oldu. Bunu anlamayanları, insanlığa anlatmak için hiçbir özveriden kaçınmamak gerekiyor. İlkellikte ısrar edenlerin dayattığı çirkinliğe karşı durmak, artık bir insanlık görevi haline gelmiştir. Bu açıdan İslam alemi ortamında, bu çirkinliklere karşı gelişmekte olan tepkileri anlayışla kabullenmek ve desteklemek gerekiyor. Bu tepkilerin özgürlüğünü korumak, basın özgürlüğünün temelini oluşturan erdemleri korumak demektir. Onalar ilkel ve çağ dışı akıllarıyla büyük yangınlara yol açabilecek kıvılcımları çakma peşinde koşarken, tecavüze uğrayan halklar insanlığın tüm değerleriyle barış içinde yaşaması için ortak insanlık erdemlerinin özgürlüğü için direnmektedir.
Makalemi sonlarken yanlış anlaşılmaya fırsat bırakmamak için tekrar etmeliyim ki, Karikatüristler mantığıyla onlara karşı yükselen tepkiler ve çatışmalar, kimilerinin işine geldiği gibi, hiçbir özelliğiyle din savaşları ya da uygarlık çatışması değildir. Bu çatışma ayrıca, insanlığın temel sorunlarıyla da temelden ilgili bir çatışma değildir. Ancak bu çelişkide de demokrasi ve özgürlüğe karşı yürütülen çifte standartlara önemli işaretler bulunmaktadır. Bu çifte standart, dini siyasete alet edenlerinde içinde yer aldığı bir davranış olduğu bilinmelidir. Bu iki tarafta tarih boyunca, dini halkların afyonu halene getirenler olmuştur. Sömürgecilerin din adamlarıyla el ele yürümeleri esprisidir bu. Engizisyon mahkemelerini kuran ve yönetenler, Emevi, Abbasi,Osmanlı vb. tüm ortaçağ teokratik zulüm imparatorluklarının başında, kendini halife ilan etmiş, kadroları şeyhlerden, cami hocalarından oluşmuş firavunlar bu tablonun figüranlarıyla doludur. Bu sisteme bu gün de, tüm ağırlığıyla sürmektedir. Ancak soğuk savaşın bitimi ardından yükselmeye başlayan ayrışma, emperyalistlerle onların kucağında büyüyen dini siyasal aşırılıklar arasında da bir ayrışmaya yol açtı. Global terör özelliği kazanan El Kaide türü çok medyatik ama o kadarda marjinal olan hareketler yanı sıra, halkın taleplerini seslendiren ve halktan oldukça büyük onay alabilen Filistinli Hamas gibi siyasal yükselişlerde gündeme geldi. Dünyanın tüm laik, demokrat ve sosyalist güçlerin yeniden şekillenen dünya siyasal kıstasları ışığında bu gelişmelere tavırsız kalması mümkün değildi. Bu günün verileri ışığında, haklı talepleri, sosyal, siyasal ve ekonomik perspektifleriyle halkın yararına önermeler taşıyan kitlesel hareketleri, dini motifleri nedeniyle yok saymak ve onları sağın ve emperyalist güçlerin çekim merkezinde bataklığa sürüklenmelerine seyirci kalmak tutarlı bir davranış olamaz. Siyaset kitleler için bir vatan sathında tüm insanları kapsayan bir girişim ise, devrimci güçlerin bu gelişmelere seyirci kalması düşünülemez. Bu yüzden, soyut aydın değil yaşayan, halkının bir parçası olabilen, çoğunluğun haklı talepleri karşısında olumlu tavır takınabilen aydın tutumu, bu gün dünyayı saran Müslüman halkının tepkilerine, yukarda temel gerekçelerini aktardığımız ortak insan erdemlerinin koruması yönündeki belirlememizin ışığında ortak olması bir yükümlülüktür. Dini halkın afyonu olarak kullananlara karşı mücadelemizi hiç aksatmadan bu yükümlülüğü yerine getirmeyi başarmamız gerek.
Bu gün ortaya çıkan tepkilerin, dünyanın temel sorunu olmadığı gayet açıktır. Elbette ki, dünyada çatışmanın temeli, kendini yenileyemeyen, eski-yeni sömürü ve böl yönet taktikleriyle insanlığın zararına işleyen çarklarda ısrar edenler ile özgürlük ve adil bir dünya yaşamı için direnen halklar arasındadır. Bu çatışma, geçmiş dönemlerden farklı bir içerik ve biçim altında, bu gün Küreselleşen insani ilişkiler ortamında da alabildiğine yükselmektedir. Bilişim çağı, insanlığın kolektif akıl ürünleriyle, sınırları ortadan kaldırmaya daha çok demokrasi ve özgürlük ortamı yaratarak küreselleşmesine karşın, emperyalist güçlerin, dünyayı siyasi bir köle olarak küreselleştirme çabasından kaynaklanan çatışma, tarihin ayırıcı özelliği olarak tüm ağırlığıyla gündeme yükselmektedir. Biri tüm insanlığın kazanımı için adıl ve barışçıl bir yeniden yapılanma amacı taşırken, diğeri yeni araçlarla eski yöntemlerini sürdürmek üzere insanlığa daha çok özgür olmasına karşı direnmektedir. Düşünce ve basın özgürlüğünün sulandırılması ve halkları aşağılamak için bir vesile olarak kullanılması bu çatışmanın ortamında, ayrı bir anlam kazanmaktadır. Bilimsel gelişmeler, teknik ilerlemeler, keşifler kullanılma amaçlarına göre tarihsel saflaşmada yerini alırlar. Atom enerjisinin olumlu ve olumsuz kullanım imkanı gibi. İnternetin de böylesi bir yapısı bulunuyor. Basın bu gün bir düğmeye basarak okuyucuya, karşılıklı iletişim olanağıyla ulaşabiliyor. Özgürlüğün kullanımı bu alanda kimse tarafından yasaklanamaz. Zaten, bilişim çağının yaratmakta olduğu yeniden sosyal düzenlenişte yasağın hiçbir türüne yer yoktur. Böylesine özgür bir gelişim şansı yakalamış olan insanın bu değerleri derinleştirip geliştirebilmesinin tek güvenilir yolu, ortak insani erdem ve değerleri kirletmeden, farklılıklarımızın karşılıklı saygın korunuşunu sağlayarak, barış içinde adil bir dünyayı ikamesiyle inşa edilecektir. Bunun için peygamberlerin ilettikleri mesajların neresinde durursak duralım, bu mesajları ne ölçüde destekler yada eleştirirsek eleştirelim, milyarlarca insanın sosyal yaşamında kültürel dokularında temel yapı taşı olan ortak değerlerine saygılı olmayı bilmeliyiz. İnsanlığa inanılmaz zararlar veren onlarca siyasal sistem başı, insanlık dışı yaratıkların cirit attığı bir dünyada, basın özgürlüğümüzü daha akıllı amaçlarla kullanmayı bilmeliyiz.
II.
Dünyanın tüm Müslüman ülkelerinde yaygılaşan tepkiler gerçek birer kitlesel hareket olarak kendini gösterdi. Bu hareketlerin ezici çoğunluğunu, sivil dini kurumlar organize etmiş olsa da, nispeten resmi birer tepki olarak belirdi. Çoğu Müslüman ülke devleti gösterilere kolaylık sağladı, emniyet güçlerinin gösterilere sempatiyle yaklaştığı gözlendi. Şiddete, yakıp yıkmaya kadar uzanan gösterilerde bile devletin açık desteği olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Suriye’de, Lübnan’da, İran, Yemen vb. ülkelerde tablo bu şekilde belirdi. Ülkemizde tepkiler devletin resmi politikası olmaktan uzak bir görüntü sergiledi. Avrupa birliğine katılma sürecinin oluşturduğu kaygılar, laik devlet algılayışının psikolojik engelleri, resmi tepkiyi yetkili devlet adamlarının ve bu arada Başbakanın kimi toplantılarda dile getirdiği protesto sınırını aşmadı.
Ülkemizdeki duyarlılık açısında tablo oldukça yoksulluk arz ediyor. Malum ülkücü,milliyetçi çevrelerin geleneksel, dini siyasete alet eden perspektiflerinin kendini dışa vurma boyutuyla sınırlı kaldı. Bu açıdan, protestoların, gerçek anlamda bir kitlesel tepki özelliği kazandığından söz edilemez. Bil cümle laik kesimler açısından ise, bu tür konulara karşı geleneksel ilgisizlik bir kez daha kendini gösterdi. Sol, demokrat, sosyalist çevreler açısından bu konuda bir tutum takınmak, dine alet olmak gibi algılanmaya devam edildiğini gösterdi. Özellikle soğuk savaşın bitimi ardından yükselişe geçen dini siyasal hareketlerin akıntısına kapılma anlamına geleceği kaygısıyla böylesi, hassas bir konuda, kitlelerin geleneksel kültürel ortak değerlerini savunma tepkilerine, ortak olma eğilimi tamamen dıştalandı. Bu bölümün konusu da budur.
Bu satırların yazarı, laik olduğunu ve laikliğin insani ortak değerlerin korunmasında tarihin bulabildiği en önemli düşünsel düzey olduğu kanısını bir kez daha belirtir. Laikliğin temel unsuru olan, halktan biri olarak kendini ifade etme esprisi, halkın ortak tüm değerlerinin savunusunu içerir. Öyle ki, halkın dini siyasete alet edenlerin aracı olmasını engellemek için, onların ortak değerlerine çağdaş bir içerik ve biçim vererek sahiplenmeyi ihmal etmez. Sosyal yaşam siyasal boşluk tanımaz ilkesinin rekabeti, bu yarışta laiklerin etkin bir rekabetle halkın taleplerini ve ortak değerlerini savunmada öncü rol oynamalarına önemli bir gerekçe de oluşturur. Ülkemizde laikler bu algılayışın çok uzağında, fil dişi kulelerinde, soyut halkçılık ve bir o kadar soyut entelektüel aydın olma rolüne takılıdır. Tarihi boyunca laiklerin azınlığı oynamalarının bir ucu da buraya dayanır. İlginçtir ki, sol ağır bir milliyetçi mültecilik içine sürüklenirken bile bu alışkanlığını terk etmez. Bu yanıyla solun, laiklerin milliyetçiliği bir ölçüye kadar ırkçılık gibi zuhur eder. Oysa takatsiz solun boş bırakmaya kendini mahkum ettiği bu alanı birileri doldurmaktan öte birilerine tapu senediyle teslim edilmiş olur gider. Bu yanlışın acılarını sol ve bil cümle laik kesim daha ağır faturalarla ödeyeceğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Laiklik kelime olarak, Latince laicus, Yunanca laikos, halktan olan (Büyük Larousse sözlük ve ansiklopedisi, Milliyet yayınları, cilt: 14 s: 7327), “ Fr laîc rahip sınıfına mensup olmayan kimse, kilisenin devlet yönetiminden uzaklaştırılmasını isteyen kimse, Lat lacius rahip sınıfından olmayan, Yun laîkos halka ilişkin,halktan <>
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder