HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

3 Nisan 2008 Perşembe

EDİ BESE - Abdullah Öcalan'a mektuplar

*******************************







EDİ BESE - KİFAYA - ARTIK YETER


15 ŞUBAT 1998, BAŞKAN ÖCALAN TÜM ANA DOLU HALKLARI ADINA TUTSAK EDİLDİ. AMA ÖZGÜRLÜĞÜ ENGELLENEMEDİ. ZİRA O BİR HALKTI VE HALKI DA ARKASINDA DİK DURUYORDU. YILLAR GERİDE KALIRKEN, BU COĞRAFYANIN BARIŞI DA GERİDE KALDI. ARTIK BAŞKANA ÖZGÜRLÜK, TUTSAKLIĞA KARŞI EDİ BESE - KİFAYA - YETER ARTIK DEME ZAMANI GELMİŞTİR. BU ÇAĞRI ANADOLUNUN UYGAR TÜM İNSANLARININ ORTAK ÜLKEMİZDE TOPLUMSAL BARIŞ İÇİN YÜKSELEN ÇAĞRISIDIR. SESİNİZİ SESİMİZE KATIN. BU SES, ERDEMLİ İNSANLARIN ONURLU SESİDİR. BU SES, GELECEK KUŞAKLARA SEVGİYİ, BARIŞI VE UYGARLIĞI MİRAS BIRAKACAK ONLARIN EMANETİ OLAN BU TOPRAKLARI YEŞİL BİR CENNET OLARAK YİNE ONLARA TESLİM EDECEK BİR SESTİR.







KÜRT ULUSUNUN ÖZGÜRLÜK TECELLİSİ




Mihrac Ural - Abdullah Öcalan




Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKC)
Genel Sekreteri


Mihrac Ural


15 Şubat 1998, hala taze ve kırık olan onurumuz, kanlar içindeydi. 18 yıl boyunca en yakın sırlarımızla derin dostluk, devrimci bağlılık ve dayanışmamızla bir arada olduğumuz, evlerimizde yatıp kalktığımız yiğitlerin en yiğidi yoldaşımız, Başkan Öcalan 20. yüzyılın en büyük komplosuyla esir edilmişti.

Bu darbe tüm Türkiye devrimci hareketine acımasızca, tepeden inen bir darbeydi. Hepimiz sendeledik. Ama o en katıksız ortaçağ zindanlarının kahredici karanlıklarından, aşılmaz gibi sanılan duvarlarından bizlere özgürlüğünü seslendi, ruh verdi. Sarsılan bedenlere, gevşeyen tutumlara kan verdi, can verdi.

O gerçek bir ulus lideriydi, ne bir militan ne de sıradan bir kadroydu; bir liderin en büyük tehlikeyi iyice hazmedebilme tutarlılığına ve dik duruşuna sahip olarak sükunetle direndi. Darbenin hızını kesti, onu içselleştirdi, tüm yönleriyle kavrama sürecine girerek onu kuşattı. Böylesi ağır darbelerin esiri olan tarihin birçok liderinin aksine, darbeyi ve darbecileri kuşatıp onları yönlendiren bir figür oldu.

Bu figür gerçekten Kürt uluslaşma süreci tarihinin başarılmış en büyük tecellisidir. Kürt ulusunun 20. yy da yarattığı en büyük değerdi. Bir ulusun ayağa kalkmasında gücünü ifade edeceği liderler fenomeninde Başkan Öcalan, Kürt’ün tarih sahnesine yeniden dönüşünün bir köprüsü, birliği ve geleceği için döşenecek özgürlük yollarının kaynağıydı.

Kimse mübalağa etmesin, edildiğini de sanmasın. Kürt uluslaşma süreci bu önderin başını çektiği ve yönlendirdiği siyasal sürecin sonunda başarıyla taçlanacaktır. Her ulusun kendi liderliği kendi özgünlükleriyle oluşacağı gerçeği Başkan Öcalan’da yeterince açıktır. Bu gün zindanın aşılmaz sanılan duvarlarını birer kartondan duvarlara dönüştüren gür ve özgür sesi bunu göstermeye yeterlidir.

Bu noktada, Başkan Öcalan'ın medresesinde yetişen ve ona bağlı olan lider ve kadroların, militan ve savaşçılarının da oluşturduğu özgür bütünlük, Kürt kurtuluş hareketinin sadece kendi dar özgürlük çıkarları için değil, ama aynı zamanda tüm Anadolu halklarının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin başarısı için de bir maniveladır.

15 Şubat günü bu acımızın yeniden depreştiği gün olarak, kimlik hakları uğruna özgürlük mücadelesi yoluna koyulan halkların sesiyle kifaya (
كفاية
)-edi bese- artık yeter diyorum. Kürt halkının Edi Bese intifadasına halkımın özgürlük sesini ve gücünü katıyorum. 15 Şubat 2008 de sesimi algılayan tüm onurlu insanlara bu gün Başkan Öcalan'ın özgürlüğü için bir günlük teamül (umut ve düşünce) orucuna davet ediyorum.



***********************



"ESİR BAŞKAN"





HİÇ BİR ZİNDAN DUVARI " ESİR BAŞKAN"IN ÖZGÜRLÜĞÜNDEN DAHA YÜKSEK DEĞİLDİR.




***






MİHRAC URAL

Başkan esir düştü. Onurlu ve mütevazıca, ulusunun üzerine örtülen ölü topraklarını silkelerken, her devrimcinin karşılaşabileceği yeni bir durumla karşı karşıya kaldı. Abdullah Öcalan artık esir. Dünya, bu haberle çalkalanırken, kabullenmesek te “Esir Başkan” süreci başlamıştı bile. Derin bir üzüntüden sonra bu sıfatın, 20. Yüzyılın son ve en büyük devrimcisini , bundan sonraki mücadelesinde en iyi anlatacak tabir olacağını tahmin ediyorum. Ancak O, esir olsa da başkandı.

25 yıllık siyasal yaşantımın 18 yılı, Abdullah Öcalan yoldaşla devrimci dostluğun yakın ilişkisi içinde geçti. Yoğun bir süreçti, onlarca hadisenin ortaklaşalığı içinde, danışma ve dayanışmanın karşılıklı sırları ve önermeleriyle derinleşmişti. PKK henüz gerçek bir ulusal güç olma arifesinde olduğu sıralardan, uluslararası dev bir yükselişe uzanışına kadar, Başkanla birlikte paylaştıklarımın tümü, en bireysel olandan, en toplumsal olanına kadar istisnasız tümü, Anadolu halklarının özgürlük ve demokrasi mücadelesi için bir katkı amacını taşımaktaydı. Bunda ne APO’nun Kürt ulusal kökeni, ne de benim Arap ulusal kökenimin hiçbir öncelliği yoktu. Karşılıkla diyaloglarımızdan daha çok Türk halkının da içinde olduğu, genel kapsayıcı bir Anadolu halklarının özgürlük ve demokrasi mücadelesi uğruna yükseltilecek görevler yer almaktaydı.

Esir Başkan’ın övgüye ihtiyacı olmadığı açıktır. Başkanla karşılıklı diyaloglarımızda, bize tanık olanlar bilirler ki, iki özgür devrimci insanın en bağımsız ilişkisi sürmüştür. Zaten iki ayrı örgüt liderinin 18 yıl kesilmeden süren içten dostluk ve devrimci dayanışmasını başka bir şekilde izah etmenin mümkünü yoktur. Bu açıdan, çok disiplinli olarak bilenen Abdullah öcalan için, geniş kapsamlı ve oldukça demokrat bir insandır demek yanlış olmayacaktır. Şimdi bunların da önemi ve önceliği kalmadı. Ama bu çetin ortamın duygularıyla, Sezar’ın hakkı Sezar’a verilmelidir diyorum.

Esir Başkan, 18 yıllık ilişkimiz içinde barışa susamış, bir devrim savaşçısı olarak kendisini ortaya koydu. Bunu 1982 de, Ortadoğu’da, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’ni (FKBDC) kurmak için, 14 Türkiyeli örgüt olarak yaptığımız toplantıdan, İtalya’dan çıkmadan bir süre öncesine, son telefon konuşmamıza kadar geçen tüm diyaloglarımızda süren temel perspektif, Anadolu halklarının özgürlük ve demokrasi taleplerini ikame etmek için, “Anadolu Halklar Kongresi”nin toplanması ve “İkinci Lozan anlaşması”nın yapılması gerektiği üzerinde yoğunlaşmıştı. Bunların temelinde halkların kardeşliği ve dostluğu yatıyordu. Bir birini tüketmeye yönelik sonuçsuz bir savaş yerine, “dünya milletler topluluğunun hakemliğinde ikinci Lozanı yaratalım” diyordu. Bu konudaki çalışmalarımla tamamen kesişen bu yaklaşımı, Özgür Politika gazetesinde, 30 Kasım 98 de, Bedreddin Mahir imzasıyla yayınlanan “Durum Vahim” adlı makalemde şu sözlerle özetlemiştim;” Bu günün ve yarının tüm toprak sorunları ve bunlarla ilgili sınır sorunları, Lozan’ın açık bıraktığı kapıdan girecektir. Lozan diyerek yaptıkları böbürlenme, yine Lozan’ın açık bıraktığı kapılarda hüsrana uğrayacaktır.” Ancak bu büyük barış ve devrim insanına karşı, Türk yönetimleri yalnızca barbarlıkla, savaşla ve savaş mekanizması yöntemleriyle cevap verdi. Bu yöntem TC’nin, Osmanlıdan devraldığı kirli mirastı; tüm Avrupa’yı, Ortadoğu’yu, yüz yıllarca can pazarı haline dönüştüren “Osmanlı Aklı” yöntemiydi. Kürt ulusunun özgürlük güneşini karanlık bulutlarıyla esir düşüren vahşette bu aklın ürünü oldu. Abdullah Öcalan, bu aklın ürünü olan korsanlıkla, komplolarla, istihbarat servislerinin kirli işbirlikleriyle esir düşürüldü.

Oysa, Kürt ulusu, kimseden bir şey istemedi. Yalnızca, kendi topraklarında ve Coğrafyasının verileriyle, özgür, onurlu ve çağdaş bir ulus olarak yaşamak istedi. Bunun için, üstündeki ölü toprağı atmaktan başka bir şey de yapmadı. İnsanlığın bildiği tüm ulusların en asgarı adımıdır bu. Kürtler, yüzyılların acılarına katlandı, bölgenin tüm ülkelerinin kalkınmasında evlatlarının emeklerini hiçbir karşılık almadan sundu, kurtuluş savaşlarına yardım etti, kendi hak ve hukukunu istemekte aceleci davranmadı, sessiz-sitemsiz kaldı, bölge uluslarının uluslaşma süreçlerini tıkamadı. Dostluk ve kardeşlik adına sürekli onurunu ve özgürlüğünü kurtaracak bir sunu bekledi. Böylesine barışçıl bir halkın yer yüzünde benzeri olmasa gerek.

Kürtlerin onurlu bir evladı olarak Esir Başkan, aynı barışçıl adımlarla ulusunun taleplerini yineledi. Ancak reddedildi. Üç kez barış ilanına rağmen verilen cevap savaş mekanizmalarının ölüm kusan çılgınlığıydı. Osmanlının kirli savaş mirasına sıkıca sarılmış olan TC yönetimleri, bu vesileyle bölgemizi savaş ateşlerine gömmek için, Başkana ev sahipliği yapmanın kefaretini Suriye’ye ödetmek çılgınlığına kadar uzanmaktan çekinmedi. Türkiye-Suriye krizi, Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in 16 Eylül 98’de, Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde Suriye sınırında yönelttiği tehditle başladı. Bu çılgınlığa 13 Eylül 98 de ki açıklamasıyla Genel kurmay başkanı Kırıkoğlu katıldı. Ardından Meclis açılış konuşmasında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in tehdidi geldi. Bununla kalınmadı, savaş hazırlıklarını tamamlayarak “son ihtarı” 6 Ekim’de ilan ettiler.

Bütün bu gelişmelerde Türk yönetimlerinin maceracı girişimleri, İsrail-Türkiye ABD ittifakının bölgemizde yapmayı amaçladığı yıkımın olduğu tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyordu. APO,bu noktada da özverili davranarak Ortadoğu’dan 9 Ekim 1998’de çıktı. Böylece, bölgesinin üzerinde oynanmak istenen oyunu bozmanın başarısını gösterdi. Savaş ilahlarının tuzaklarını barış ilahlarının vahileriyle bozdu. Buradan Avrupa seferine yöneldi. Barış diledi, dilendi. Ancak savaş ilahları ve kar hırsının kör ettiği insanlık duygusundan yoksunların çirkin ilgisizliğiyle sahipsiz bırakıldı. Ülkeden ülkeye kovalamaca, Akhilleus’in Hektor’u Troya surları etrafında savaş arabasına ayaklarından bağlayarak sürükleyişi, çağdaş dünyada bir kez daha sahneleniyordu.

Dostlar gerçekçi değildi, yatay ilişkilerin görkemi karşısında dikey hiçbir ciddi ilişki olmadığı sona doğru atılan her adımda kendini en acımasızca gösteriyordu. O da,ulusu gibi dostları tarafından aldatıldı. Ancak, her kesin ölümlü olduğu bu dünyada, ilkeli ve kararlı mücadelesiyle, tüm düşmanlarından ve aldatıcı dostlarından onlarca kat daha çok yaşayacak bir ruh yarattı. Kürtlerin yeni kuşaklarının birer APO olması esprisini burada anlamak gerekir. Bu da, özgürlük için bağımsız olmak, devrimci onurla teslimiyeti reddetmek ve her koşulda insani erdemlerin temsil edildiği halkların kardeşliği için, adil bir barış taraftarı olmaktır. APO tas tamam budur.

Kürt ulusu bu aşamadan itibaren hiçbir sürprizin altında ezilmeyecek kazanımlara sahiptir. Düşmanları yanıltacak en büyük zenginliği de budur. Başkanın esir edilmesiyle aniden patlak veren ekstrem süreç bir süre sonra dinecek, duyguların yerini eleştirel akıl etkinliği alacaktır. Bu noktanın ardından, Türkiye’yi yöneten şaşkınların, ne yapsalar da Kürt ulusunun özgürlüğünü, Anadolu halklarının demokratik taleplerini engelleyemeyecekleri görülecektir. Bu süreçten, Kürt ulusu güçlenerek çıkacak. Esir Başkan’ın özgürlüğünü kısıtlayacak yükseklikte bir zindan duvarının bulunmadığı anlaşılacaktır.

Türkiye’de 4.000.000’u aşkın nüfusuyla, Kürtlerin açtığı özgürlük atağının olumlu etkileriyle özgürlük arayışında olan Araplar adına, bir kez daha diyorum ki, Bu toprakları yaşama açmış halkların gerçek bir vatan yaptıkları bu coğrafyada, bizimle birlikte yaşamayı barışçıl yollarla herkes paylaşabilir. Ancak talan ve barbarlık seferleriyle, kılıç zoruyla gasp ettikleri bu toprakları bize rağmen vatan edinerek, uluslarımızı yok sayanların akıbeti, Romalı gaspçıların, Haçlı istilacıların, yüzyıllar yaşamış olsa da Osmanlının akıbetinden farklı olmayacaktır. “Bu memleket hepimizin, birimizin değil.” Esir Başkan APO’nun benimle son cümlesi de bu olmuştur. 16 Ocak 1999.







MEKTUPLAR




15 Şubat karanlık güne karşı mektup kampanyası gerek dedim. Bunun adımını attım. İlk mektubu iadeli taahütlü olarak gönderdim. Zindanın türlerini bilen biri olarak bir mektubun anlamını da iliklerime kadar hissedercesine bilirim. Bir satır, bir nefes gibidir karanlıklarda, ölüm eşiğinde. Bir satır bin direnme gücüdür, bin dik duruş için kandır, ruhtur. Bu katkıyı yapmak istedim, bu dev adama. uzun yılların birlikteliği bundan sonra böyle sürecekti zindana zindancılara inat. Bu yürek, birikimlerinin bilince çıkarttığı doğruların arkasında dik duracaktı her zaman, dostun yanında olacaktı her daim. Değerli yoldaşım Başkan Öcalan'a özlemlerimizi hiç bir mektup telafi etmez, ama bir mektupla da olsa, düşmana biz buradayız birlikteyiz demeye devam edeceğiz. Ortak ülkemizin hepimize ait değerleri adına bunu yapacağız. Barış için, yaşamın sevgiyle dolu olması için bunu yapacağız. Özgürlük ve demokrasinin yolu buralardan geçiyor. Bu yola yürek koymak bilinç koymak gerekiyor.


İLK MEKTUP



"Aziz Dostum Sayın Öcalan,

geçmiş olsun diyerek, sevgi ve saygılarımızı iletiyoruz. Bu kartın elinize geçip geçmeyeceğinden kaygılıyım. Ancak haberleşme hakkımızı kullanıyorum. En içten selamlarımla.

Mihrac Ural.

26 Şubat 1999"



İlk mektubumu yazmamla birlikte bir basın açıklaması yaptım, bu açıklamada da taahütlü mektubumun kararlı takipçisi olacağımı açıkladım.


" İLK MEKTUP "

MADDE 22. – Herkes haberleşme hürriyetine sahiptir.
Haberleşmenin gizliliği esastır.

(Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 1982)


Haberleşme hakkımı kullanarak Esir Başkan Öcalan’a ilk mektubu gönderiyorum. Dünyanın tüm gözleri, Esir Başkan’ın insani haklarının kullandırılıp kullandırılmayacağına, yargılanmasının adil olup olmayacağına, çevrili bulunmaktadır. Bunun baskısı altında, kendini “hukuk devleti”(!) olarak tanımlamaya çalışan TC’nin, gerçekçi olmayacağı kaygıları, onu tanıyan, yakın ilişkide bulunan her kesin birleştiği ortak bir kanıdır. Zira, Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin tüm verilerinde kendi yasalarını ve hukukunu ihlal etmekle meşhurdur. Buna rağmen, kendi Anayasalarında da güvenceye aldıklarını iddia ettikleri haberleşme özgürlüğüne gösterecekleri yaklaşım, sayın Öcalan’ın bu hakkı kullanabilme özgürlüğünde sınanacaktır.

Esir Başkan Öcalan’ın haberleşme özgürlüğünden yararlanması en doğal hakkıdır. Gönderdiğim iadeli taahütlü mektubumun, eline ulaşıp ulaşmadığını en kısa zamanda öğrenme ve buna ilişkin aksamalarda, haberleşmeyle ilgili uluslar arası kurum ve kuruluşların güvencelerine baş vurma hakkımı kullanacağımı açıkça belirtirim.

Bu vesileyle, İnsan hakları taraftarlarına, bu adımı bir kampanya olarak değerlendirilip destek vermeye çağrımı iletiyorum.

26 Şubat 1999"


Basına yansıyan açıklama ve ilk mektup eylemi basında şöylesi bir yankı buldu. Özgür Politika 1 Mart 1999 tarihli baskısında bu adımı şöyle değerlendirdi:


"KAMPANYA'YA KATILMADINIZ MI DAHA...

Özgürlük İçin 1Mektup

Geçtiğimiz günlerde başlatılan "Özgürlük İçin 1Mektup" adlı kampanyaya katılım hızla artıyor. Zindanda tutulan PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan'a ulaştırılması amacıyla başlatılan mektup kampanyasına katılım büyüyor. Kampanya haberinin gazetemizde yayımlandığı ilk günde gazete merkezimize onlarca telefon geldi. Telefonlarda bu işlem nasıl olacak diye soran Kürdistanlılar, kampanyaya katılmalarının heyecan verici olduğunu belirtiyorlardı.

Uluslararası kurallar çerçevesinde hiç kimsenin haberleşme hakkının engellenmeyeceği ilkesinin PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan için de geçerli olduğu ve bu hakkın mutlaka kullanılması gerektiğinden hareketle başlatılan kampaya, Türk devleti üzerinde psikolojik baskı uygulamayı hedeflediği gibi, Kürdistanlıların ve ilerici diğer halklardan bireylerin demokratik tavırlarının da ne kadar görkemli olabileceğini gösterme amacını da taşıyor.

Haberleşme özgürlüğü uluslararası bir hak ve herkesin bu haktan yararlanma hakkı her ne koşulda olursa olsun mevcut. Uluslararası kanunlarda bu hakkın engellenmesi halinde, engelleyiciler hakkında maddi-manevi tazminat davaları açma hakkı da söz konusu.

Bu çerçevede PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan'ın esir tutulduğu "İmralı Cezaevi, Mudanya, Bursa-Türkiye" adresine gönderilecek mektupların kendisine ulaşıp ulaşmadığının en iyi yolu iadeli taahütlü göndermek. Eğer mektup kendisine ulaşmıyorsa
size geri dönecektir. Mektup ulaştığında da Öcalan'ın mektubu aldığına dair imzaladığı dekont size geri dönecektir. Ancak size mektup geri geldiğinde Öcalan o adreste olmasına rağmen mektup kendisine verilmediği için dava açma hakkınız doğacaktır.

Öte yandan size ne mektup ne de Öcalan'ın imzasını taşıyan herhangi bir dekont gelmezse mektubun Öcalan'a verilmediği ve Türk devletince imha edildiği anlaşılacaktır. Bu koşullarda da yine Türk devletinin haberleşme özgürlüğününü engellediği için dava açma hakkınız olacaktır, ki bu durum Türk devletinin kendi faşist Anayasası'nı bile çiğnediğini ortaya çıkaracaktır.

Bilindiği gibi ilk mektubu iadeli taahütlü olarak gazetemiz yazarlarında Mihraç Ural göndermişti. Ural mektubunda "Aziz Dostum Sayın Öcalan, geçmiş olsun diyerek, sevgi ve saygılarımızı iletiyoruz. Bu kartın elinize geçip geçmeyeceğinden kaygılıyım. Ancak haberleşme hakkımızı kullanıyorum. En içten selamlarımla." ifadelerine yer vermişti.

Öyleyse hadi o zaman bir mektup da siz gönderin. Demokratik gücünüzü gösterin."







BAŞKAN ÖCALANA AÇIK MEKTUP



Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) liderleriyle. THKC siyasi eğitim okulu balkonunda.





Mihrac Ural


Değerli Dostum Başkan Öcalan,

Bu ikinci mektubumu, mahkemenin aleyhinize aldığı haksız karara tepkimi dile getirmek amacıyla kaleme aldım. Bir tavuk hırsızının davasını yıllarca sürüncemede bırakmakla alameti farika sahibi Türk adaletinin, böylesi bir tarihi davayı 9 celsede, bir ay içinde sonuçlandırması, hukuki açıdan olduğu kadar, davanın içeriği açısından da anlaşılması güç bir tasarruftur; alınan karar sürpriz olmasa da. Kaldı ki, karar sonrası ülkeyi saran “infaz edilsin mi? Edilmesin mi?” tartışmalarının birden bire başlaması, bu kararın ne ölçüde aceleye getirilmiş tartışmalı bir karar olduğuna önemli bir kanıt olsa gerek. Bu tartışma çok önceleri başlamalıydı ve daha geniş kapsamlı olmalıydı. Hukuk gibi ciddi bir sorun, günlük siyasi ihtiyaçlara, sokakta oluşan radikal duygulara göre oluşturulmayacağı açıktır. Karara karşı değişik açıdan oluşan kaygılar gerçekte aklıselimdir. Bir toplumun böylesine geri dönülmez kararları uygulamadan önce yüzlerce kez düşünüp taşınması da bir o kadar önemlidir. Bu nedenle, sokakların duygularıyla alınan kararları engellemenin sokaklara düşmeyeceğinin anlaşılmaya başlanmasını, bize acı veren Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) kararı ardından, sevinilecek bir gelişme olarak görüyoruz.

DGM’deki sürecin yakın takipçisi olarak, gerçek bir lider sorumluluğuyla ifadelerinizde dile getirip projelendirdiğiniz önemli ve bir o kadar anlamlı tezlerin şahidi olduk. Her ne kadar, kimi yetersizlerin beklentisi olan duygulara bağlı sıradan militan şovlarına önem vermemeniz, gerçekçi bir soruna akıl yoluyla yapılmış muhakemenin ürünü olan önermeleriniz, biz dostlarınızı olduğu, kadar Türk ulusunun aklıselimlerine de önemli bir mesaj oldu. Bu sürecin Türkiye toplumuna açtığı önemli ufukların olduğu inancındayım. Uzun yıllara sığan dostluğumuzun gözlemlerine dayanarak diyebilirim ki, “demokratik devlet çatısı altında, barış içinde, birlikte, eşit ve adil yaşam” konseptiniz, siyasal önermelerinizin geçmişiyle tam bir tutarlılık ve samimiyet içindedir. Bu konuda kuşkulu olanların ise sorumsuz ve yanılgı içinde olduklarını açıktır. Bilirsiniz, on sekiz yıllık dostluğumuzda siz bir Kürt lideri olarak, bizlerde Türkiye’de yaşayan Araplar adına, hiçbir zaman milliyetçi eğilimlere prim vermeden, ülkemizde barış ve kardeşçe yaşam projeleri üzerinde çalıştık, durduk. Bu eğilimlerimizi bulanıklaştırmak isteyenlere karşı mücadele ettik. Uluslarımızın hakları uğruna yürüttüğümüz mücadelede şiddeti zorunda kalmanın kısa erimli bir aracı olarak gördük, stratejik bir üslup olarak benimsemedik. Uygun fırsatı bekledik, aklı selimlerin haklı davalarımızı anlayarak bir kapı aralamalarını arzuladık. Tüm Türkiye devrimci hareketi adına bunları Mahkeme süreci içinde sizler daha yüksek sesle dile getirdiniz. Kimileri yanılarak bu açıklamaların samimiyetinden şüphe etti, “ örtüdür, yeni şeylerdir, eski tezlerle çelişiyor” sandı. Oysa, sizi yakından tanıyan bir dost olarak, mahkeme önünde dile getirdiğiniz açıklamaların geçmiş ifadelerinizin özüyle tam bir tutarlılık içinde olduğunu belirtmeliyim. Kaldı ki, sorun öylesi bir aşamaya geldi ki, kimsenin kimseyi ne aldatabilmesi mümkündür nede bunun zaman açısından olasılığı vardı; Kürt sorunu vehmi değil, gerçekçi bir sorundur, taraflarda birbirini tüm yönleriyle tanımaktadır. Bütün bunları göz önüne alarak, ülkemizde barışçıl yaşam için dile getirdiğiniz ve üstlendiğiniz misyonun ilgili tüm kesimler tarafından ciddiyetle ele alınması, tarihi bir yükümlülük olarak belirmektedir.

Buna rağmen, ortaya konan tüm barış çağrılarına karşın, mahkemenin köhnemiş yasalara dayanarak aldığı karar, bizler için sürpriz olmamasına karşın, aklı selim olmadığı açıktır. Gelecek kuşakları düşünenlerin, yüz yılların birlikte barışçıl olarak yaşamından bir güç oluşturulabileceğine inananların böylesi bir kararı yasal zorunluluk zırhına saklanarak onaylamaları tarihi bir yanılgıdır. Adalet dağıtıcıları skolastik yasalara mahkum kaldıkça kendilerini de adaletsizliğin zulmünden kurtaramaz. Böylesi siyasi kararları yasal zorunluluklarla açıklamak sorumluluktan kaçmanın en kestirme yoludur. Bir toplumun barışını zorluklara katlanmadan sağlamanın imkanı yoktur. Dolaysıyla Türk ulusunun düşünen özgür insanları, sivil-asker devlet adamları, gelecek kuşaklara barışı değil, ölümü ve yıkımı miras bırakacak olan bu kararı, en azından siyasi düzlemde durdurmaları, siyasetin mantığıyla tamamen uyumlu bir davranış olacaktır. Aksi taktirde, toplumsal aklın on yıllardır Türkiye’de engellediği diğer idam kararlarının neden infaz edilemediğini açıklayamaz. İdam kararlarını vermeyi zorlayan yasaların ilkelliğini aşmış bir toplumun siyasal düzlemde gösterdiği haklı duyarlılıkla oluşturulan engel (Meclisten idam kararlarının geçmemesi), davanız açısından, tüm toplum için gerekli bir tutum olacağını bu mektubum aracılığıyla iletmek isterim. Hukuku donuk yasalara endeksli kılmak, adaleti aldatmaktan, toplumsal kanaatlerin ulaştığı üst düzeyleri geriye çekmekten başka anlama gelmez. Ülkenin en önemli sorunu olarak görülen irticanın bir başka tezahürü de bu olur. Türk ulusunun düşünce adamları, ister sivil, ister askeri zevattan aklı selim unsurların böylesi bir irtica türüne cevaz vermelerini beklememek, başta tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bir beklentisi olsa gerek. Aksi bir davranış, “vatandaş bağı ortaklığının” kocaman bir aldatmaca olduğu gerçeğiyle herkesi karşı karşıya getirecektir.

Sizi yakından tanıyan bir dostunuz olarak çok iyi biliyorum ki, bu tür kararlar şahsınızı ve etrafınızda oluşan haklı desteği hiçbir surette etkilemeyecektir. DGM kararı, şahsınızla ilgili olmaktan çok, ülkemizin tüm değerleriyle ilgili bir karardır. Bu karar Türk, Kürt, Arap, tüm Anadolu ulus ve halklarını yakından ilgilendirmektedir. Dile getirdiğiniz kaygıların şahsi olmadığı, bu tarihsel toplumların barış ve kardeşliğinin kaygılarından ibaret olduğu yeterince açıktır. Oluşturduğunuz dev yapılanmanın bu güne kadar gösterdiği dirayetli ve uyumlu tutumların ilgili taraflara bu açıdan yeterli bir mesaj olmasının beklemekteyiz. Bu beklenti, haklı ve meşrudur. Buna aykırı tutumların hiç kimseye faydası olmayacağı, yeni canların ve kan akımının durmasını sağlamayacağı açıktır. Kaldı ki, ekonomik boyutuyla da tüm tarafları ezen bu sürecin kapanması için doğan tarihi fırsatı değerlendirmek, heyecanlara, duygulara, intikam hezeyanlarına bağlı olmasa gerek. Unutulmamalı ki, milletlerin tarihi kararları sokakta alınsaydı bu gün hiçbir millet yer yüzünde olmazdı. Türk milletinin karar sahipleri bunu bilecek kadar tarih ve devlet tecrübesine vakıf olduklarına inanmak istiyoruz.

Türkiye’de yaşayan biz Arapların, bu gelişmeleri dikkatle izlediğini belirtmeliyim. Gelişmelerin, gelecekle ilgili kararlarımızı derinden etkileyeceğini de ayrıca belirtmeliyim. Bu ülkede birden fazla etnik yapının ve bunun gereği olan demokratik hakları içerecek bir barışın olabileceğine, gönülden inanmak istiyoruz. Özelde biz Araplar, adil bir eşitlik etrafında barışçıl yaşamı istiyoruz. Siz Kürtlerin, çektiği acı tecrübeleri yeniden denemek istemiyoruz. Bu acılarla, yeni düşmanlık kapıları açılmamalıdır diyoruz. İstediğimiz ulusal hakların, demokratik bir siyasal sistemde güvencelere kavuşturulmuş olmasıdır. Bu konuda işin aldatmacalarla yürütülmesi tehlikesinin hiç kimseye yarar getirmeyeceğini de, ayrıca belirtmeliyiz. Kürt kimliği ya da Arap kimliğinin Türkiye’de tanınması, “ İşte radyo, TV, basım yayın işlerinize göz yumuyoruz” türünden ciddiyetsiz, hukuksuz bir lütuf olarak algılanmamalıdır. Kimlik sorununun tanınması hukuki ve kurumsal bir hadisedir. Sosyal, siyasal, iktisadi bir işlevi olmayan ulusal kimliğin tanınması ya da dilin konuşulması, serbest bırakılmasının hiçbir önemi ve anlamı yoktur. Böylesi, ne kültür haklarının verilmesi ne de ulusal kimliğin tanınması demektir. Hitit ya da Sümer kimliğini tanıma, dilini konuşma, araştırma ve yaşatma ile yaşayan bir ulusun kimliğini tanıyıp, büyük bir insan kitlesi tarafından yaşamın bir unsuru olarak varlığını sürdüren kültür ve dillerinin özgürlüğünün verilmesi arasında fark vardır. Bu fark kendini hukuki ve kurumsal etkinlikleriyle gösterir. TC vatandaşlarını, vatandaşlık hakkı ve bağıyla mükafatlandırdıklarını sık sık dile getirenlerin, bu vatandaşların ayrımsız ödedikleri vergilerle, tek bir dile tüm resmi imkanların sağlanması karşısından, kendi ana dilini geliştirmek isteyen aynı vatandaşların bundan yararlanmasına olanak tanımamalarını izah etmek mümkün değildir. “istiyorsan, git kendin okul kur, eğitim yap” demek özgürleştirmek ya da hak vermek değildir. Aynı söylemi ve özgürlüğü vergi toplarken söylemeyen ve tanımayan bir devletin, eğitim gibi kapsamlı bir sorunda vatandaşına “özgürlük verdiğini” iddia etmesi, yalnızca bir komedidir. Böylesi bir dayatma, ne demokratiktir nede istenen barış için bir adım olarak görülebilir. Vatandaşlık bağıyla bağlı olanların ayrımsızca ödemekte oldukları vergilerden, kendi ulusal kimlikleri ve bunun içinde bir unsur olan kültür ve dilleri için pay alma hakkını tanınmadan, demokratikleşmeden, eşitlikten ve adaletten bahsedilemeyeceği açıktır. Kimsenin kimseyi adatmadığı adil, barışçıl, demokratik sürecin bir unsurunu da böyle kavramak gerektiğine inanıyorum.

Dil konusu açılmışken şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Bir Arap olarak her zaman, Türklerin dini ibadetlerini Türkçe yapmalarından yana oldum. Bu Türklerin tamamlanmamış ulusal süreçlerini tamamlamaları açısından olduğu kadar, ulusum Arapları kültür emperyalistliğiyle suçlayıp boş düşmanlıklar yaratmamaları açısından da önemli gördüm. Bilinen sıfatlarıyla Allah’ın tüm dilleri bileceği açıktır. Kaldı ki, Arapça ile, İslam adına yapılan şeriatçı gericiliğin aynı şey olmadığı bilinmesi gereken basit bir gerçektir. Bu gerçek aynı zamanda Arap ulusunun Şeriatçılardan, emperyalist kışkırtma ve desteklerle kendini “Müslüman Kardeşler” diye ilan eden ilkellerden, son yarım asırdır ödemekte olduğu ağır faturayı da içermektedir. Bu faturayı tüm İslam ülkeleri şu yada bu şekilde ödemiştir. Türkiye’nin bu sorunla yeni karşılaşması, Arapları, Arapça’yı suçlamak için bir gerekçe olmamalıdır. İlerici ve laik Araplar bu mücadelede yalnızca halka dayanarak, İslam ve Kuran’ı ana dilleriyle ve gerçekliğiyle anlatarak galip geldiler. Oysa, Kendi ana dilini ibadetinde henüz kullanamayan Türk ulusu, bu mücadelesinde halk yerine askeri güce yaslanarak, tehditlerle, baskılarla, polisiye önlemlerle, başka ulusları ve dilleri suçlamakla sonuç alabileceği yanılgısından sıyrılamamaktadır. Oysa bundan sıyrılmanın ilk şartı dildir, kendi diliyle inancı anlamak ve anlatmaktır. İslamı ve kitabı Kuran’ı daha iyi anlamak, kendi ana diliyle ibadeti ve öğrenmeyi gerekli kılar. Bunun ise halkların ve insanların birbirlerine olan sevgilerini artıracağı açıktır; En kötü haliyle din, insanlar arasında barışı kardeşliği ve dayanışmayı esas alır. Ancak Türkler bu konuda yetmezlik içindedir. Kendi dilleriyle ibadet etme gibi aydınlanmanın önemli bir aşamasını geçememişlerdir. Bunun vebali yalnızca Türk aydınlarına ve yönetimlerine aittir. Ve Türkiye’nin demokraside geç kalmasının nedenlerinden biri olarak da bu unsuru görmek gerek. Osmanlının kirli mirası olarak süren bazı akılların bunun önüne engel oluşturması, bu meyanda Türklerin tarih içinde ürettikleri en büyük ve en verimli şahsiyet olan Atatürk’ün “Türkçe ibadet” gibi çok önemli tezlerine karşı, fikirsel eleştiri yerine, irticanın geleneksel aklıyla, insanca kabul edilmez hakaretlerin yöneltmelesini esefle karşılarken, bu sorunların kaynağında başka dillerin özgürlüğüne konan yasağın, aynı zamanda Türk dili üzerine oluşturulan yasak anlamına geldiğini görmek gerek. Bunu, Türk düşünürlerinin anlamalarını bekliyoruz.

Türklerin, ibadetlerini kendi dilleriyle yapmalarına engel olan bu ilkel güç odakları, aynı şekilde Anadolu’nun dil zenginliğini, kültür ve etnik yapı zenginliğini de karartmaktadırlar; bunu da
çoğu zaman iktidar erkinin etkinlikleriyle ve insanlık dışı baskılarla yapmaktadırlar. Kürt sorununda en katı ve en ilkel tutumu alan milliyetçilerin, irtica ile en sıkı dirsek temasında olmalarının anlamı da burada yatmaktadır. Bu sahte milliyetçilerin geliştirdikleri ırkçılık, irticanın siyasallaşmasında birinci rolü oynamıştır. Aynı güçler ülkemizde demokrasi sürecinin gelişmesini de engelleyenler olmuştur. Bütünsel olarak ele alındığında, sizlere tevcih edilen DGM kararının ayrıca, bu karanlık güçlere prim olacağının bilinmesi gerektiğine inanıyorum. Zira, Özgürlüğün boğulduğu her düğüm, irticanın tırmanışı için bir basamaktır.

Satırlarıma son verirken, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin verdiği kararın tarih nezdinde, insanlarımızın ve insanlığın sağduyuları nezdinde işlevsiz olduğuna, Türkün de, Kürdün de, Arab’ın da çıkarının bu kararı lağvetmekten geçtiğine inancımı yineliyorum. Gelecek kuşaklara bu günden bıraktığın güzel barış ve kardeşlik mesajlarından dolayı sana şükranlarımızı iletirim. Duygularımızdaki acıları siyasal bir işleve yönlendirmeden ifade ederek, daima haklı davanızın yananda olacağımızı bilmenizi isterim. Var olan gerçeği hiçbir gücün yok edemeyeceği doğa yasasını, tüm aklı selimlere buradan bir kez daha hatırlatmayı görev sayıyorum.

1 Temmuz 1999

Hiç yorum yok: