EDİ BESE - KİFAYA - ARTIK YETER
KÜRT ULUSUNUN ÖZGÜRLÜK TECELLİSİ
Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKC)
Genel Sekreteri
Mihrac Ural
15 Şubat 1998, hala taze ve kırık olan onurumuz, kanlar içindeydi. 18 yıl boyunca en yakın sırlarımızla derin dostluk, devrimci bağlılık ve dayanışmamızla bir arada olduğumuz, evlerimizde yatıp kalktığımız yiğitlerin en yiğidi yoldaşımız, Başkan Öcalan 20. yüzyılın en büyük komplosuyla esir edilmişti.
Bu darbe tüm Türkiye devrimci hareketine acımasızca, tepeden inen bir darbeydi. Hepimiz sendeledik. Ama o en katıksız ortaçağ zindanlarının kahredici karanlıklarından, aşılmaz gibi sanılan duvarlarından bizlere özgürlüğünü seslendi, ruh verdi. Sarsılan bedenlere, gevşeyen tutumlara kan verdi, can verdi.
O gerçek bir ulus lideriydi, ne bir militan ne de sıradan bir kadroydu; bir liderin en büyük tehlikeyi iyice hazmedebilme tutarlılığına ve dik duruşuna sahip olarak sükunetle direndi. Darbenin hızını kesti, onu içselleştirdi, tüm yönleriyle kavrama sürecine girerek onu kuşattı. Böylesi ağır darbelerin esiri olan tarihin birçok liderinin aksine, darbeyi ve darbecileri kuşatıp onları yönlendiren bir figür oldu.
Bu figür gerçekten Kürt uluslaşma süreci tarihinin başarılmış en büyük tecellisidir. Kürt ulusunun 20. yy da yarattığı en büyük değerdi. Bir ulusun ayağa kalkmasında gücünü ifade edeceği liderler fenomeninde Başkan Öcalan, Kürt’ün tarih sahnesine yeniden dönüşünün bir köprüsü, birliği ve geleceği için döşenecek özgürlük yollarının kaynağıydı.
Kimse mübalağa etmesin, edildiğini de sanmasın. Kürt uluslaşma süreci bu önderin başını çektiği ve yönlendirdiği siyasal sürecin sonunda başarıyla taçlanacaktır. Her ulusun kendi liderliği kendi özgünlükleriyle oluşacağı gerçeği Başkan Öcalan’da yeterince açıktır. Bu gün zindanın aşılmaz sanılan duvarlarını birer kartondan duvarlara dönüştüren gür ve özgür sesi bunu göstermeye yeterlidir.
Bu noktada, Başkan Öcalan'ın medresesinde yetişen ve ona bağlı olan lider ve kadroların, militan ve savaşçılarının da oluşturduğu özgür bütünlük, Kürt kurtuluş hareketinin sadece kendi dar özgürlük çıkarları için değil, ama aynı zamanda tüm Anadolu halklarının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin başarısı için de bir maniveladır.
15 Şubat günü bu acımızın yeniden depreştiği gün olarak, kimlik hakları uğruna özgürlük mücadelesi yoluna koyulan halkların sesiyle kifaya (كفاية)-edi bese- artık yeter diyorum. Kürt halkının Edi Bese intifadasına halkımın özgürlük sesini ve gücünü katıyorum. 15 Şubat 2008 de sesimi algılayan tüm onurlu insanlara bu gün Başkan Öcalan'ın özgürlüğü için bir günlük teamül (umut ve düşünce) orucuna davet ediyorum.
***********************
"ESİR BAŞKAN"
***
MİHRAC URAL
Başkan esir düştü. Onurlu ve mütevazıca, ulusunun üzerine örtülen ölü topraklarını silkelerken, her devrimcinin karşılaşabileceği yeni bir durumla karşı karşıya kaldı. Abdullah Öcalan artık esir. Dünya, bu haberle çalkalanırken, kabullenmesek te “Esir Başkan” süreci başlamıştı bile. Derin bir üzüntüden sonra bu sıfatın, 20. Yüzyılın son ve en büyük devrimcisini , bundan sonraki mücadelesinde en iyi anlatacak tabir olacağını tahmin ediyorum. Ancak O, esir olsa da başkandı.
25 yıllık siyasal yaşantımın 18 yılı, Abdullah Öcalan yoldaşla devrimci dostluğun yakın ilişkisi içinde geçti. Yoğun bir süreçti, onlarca hadisenin ortaklaşalığı içinde, danışma ve dayanışmanın karşılıklı sırları ve önermeleriyle derinleşmişti. PKK henüz gerçek bir ulusal güç olma arifesinde olduğu sıralardan, uluslararası dev bir yükselişe uzanışına kadar, Başkanla birlikte paylaştıklarımın tümü, en bireysel olandan, en toplumsal olanına kadar istisnasız tümü, Anadolu halklarının özgürlük ve demokrasi mücadelesi için bir katkı amacını taşımaktaydı. Bunda ne APO’nun Kürt ulusal kökeni, ne de benim Arap ulusal kökenimin hiçbir öncelliği yoktu. Karşılıkla diyaloglarımızdan daha çok Türk halkının da içinde olduğu, genel kapsayıcı bir Anadolu halklarının özgürlük ve demokrasi mücadelesi uğruna yükseltilecek görevler yer almaktaydı.
Esir Başkan’ın övgüye ihtiyacı olmadığı açıktır. Başkanla karşılıklı diyaloglarımızda, bize tanık olanlar bilirler ki, iki özgür devrimci insanın en bağımsız ilişkisi sürmüştür. Zaten iki ayrı örgüt liderinin 18 yıl kesilmeden süren içten dostluk ve devrimci dayanışmasını başka bir şekilde izah etmenin mümkünü yoktur. Bu açıdan, çok disiplinli olarak bilenen Abdullah öcalan için, geniş kapsamlı ve oldukça demokrat bir insandır demek yanlış olmayacaktır. Şimdi bunların da önemi ve önceliği kalmadı. Ama bu çetin ortamın duygularıyla, Sezar’ın hakkı Sezar’a verilmelidir diyorum.
Esir Başkan, 18 yıllık ilişkimiz içinde barışa susamış, bir devrim savaşçısı olarak kendisini ortaya koydu. Bunu 1982 de, Ortadoğu’da, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’ni (FKBDC) kurmak için, 14 Türkiyeli örgüt olarak yaptığımız toplantıdan, İtalya’dan çıkmadan bir süre öncesine, son telefon konuşmamıza kadar geçen tüm diyaloglarımızda süren temel perspektif, Anadolu halklarının özgürlük ve demokrasi taleplerini ikame etmek için, “Anadolu Halklar Kongresi”nin toplanması ve “İkinci Lozan anlaşması”nın yapılması gerektiği üzerinde yoğunlaşmıştı. Bunların temelinde halkların kardeşliği ve dostluğu yatıyordu. Bir birini tüketmeye yönelik sonuçsuz bir savaş yerine, “dünya milletler topluluğunun hakemliğinde ikinci Lozanı yaratalım” diyordu. Bu konudaki çalışmalarımla tamamen kesişen bu yaklaşımı, Özgür Politika gazetesinde, 30 Kasım 98 de, Bedreddin Mahir imzasıyla yayınlanan “Durum Vahim” adlı makalemde şu sözlerle özetlemiştim;” Bu günün ve yarının tüm toprak sorunları ve bunlarla ilgili sınır sorunları, Lozan’ın açık bıraktığı kapıdan girecektir. Lozan diyerek yaptıkları böbürlenme, yine Lozan’ın açık bıraktığı kapılarda hüsrana uğrayacaktır.” Ancak bu büyük barış ve devrim insanına karşı, Türk yönetimleri yalnızca barbarlıkla, savaşla ve savaş mekanizması yöntemleriyle cevap verdi. Bu yöntem TC’nin, Osmanlıdan devraldığı kirli mirastı; tüm Avrupa’yı, Ortadoğu’yu, yüz yıllarca can pazarı haline dönüştüren “Osmanlı Aklı” yöntemiydi. Kürt ulusunun özgürlük güneşini karanlık bulutlarıyla esir düşüren vahşette bu aklın ürünü oldu. Abdullah Öcalan, bu aklın ürünü olan korsanlıkla, komplolarla, istihbarat servislerinin kirli işbirlikleriyle esir düşürüldü.
Oysa, Kürt ulusu, kimseden bir şey istemedi. Yalnızca, kendi topraklarında ve Coğrafyasının verileriyle, özgür, onurlu ve çağdaş bir ulus olarak yaşamak istedi. Bunun için, üstündeki ölü toprağı atmaktan başka bir şey de yapmadı. İnsanlığın bildiği tüm ulusların en asgarı adımıdır bu. Kürtler, yüzyılların acılarına katlandı, bölgenin tüm ülkelerinin kalkınmasında evlatlarının emeklerini hiçbir karşılık almadan sundu, kurtuluş savaşlarına yardım etti, kendi hak ve hukukunu istemekte aceleci davranmadı, sessiz-sitemsiz kaldı, bölge uluslarının uluslaşma süreçlerini tıkamadı. Dostluk ve kardeşlik adına sürekli onurunu ve özgürlüğünü kurtaracak bir sunu bekledi. Böylesine barışçıl bir halkın yer yüzünde benzeri olmasa gerek.
Kürtlerin onurlu bir evladı olarak Esir Başkan, aynı barışçıl adımlarla ulusunun taleplerini yineledi. Ancak reddedildi. Üç kez barış ilanına rağmen verilen cevap savaş mekanizmalarının ölüm kusan çılgınlığıydı. Osmanlının kirli savaş mirasına sıkıca sarılmış olan TC yönetimleri, bu vesileyle bölgemizi savaş ateşlerine gömmek için, Başkana ev sahipliği yapmanın kefaretini Suriye’ye ödetmek çılgınlığına kadar uzanmaktan çekinmedi. Türkiye-Suriye krizi, Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in 16 Eylül 98’de, Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde Suriye sınırında yönelttiği tehditle başladı. Bu çılgınlığa 13 Eylül 98 de ki açıklamasıyla Genel kurmay başkanı Kırıkoğlu katıldı. Ardından Meclis açılış konuşmasında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in tehdidi geldi. Bununla kalınmadı, savaş hazırlıklarını tamamlayarak “son ihtarı” 6 Ekim’de ilan ettiler.
Bütün bu gelişmelerde Türk yönetimlerinin maceracı girişimleri, İsrail-Türkiye ABD ittifakının bölgemizde yapmayı amaçladığı yıkımın olduğu tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyordu. APO,bu noktada da özverili davranarak Ortadoğu’dan 9 Ekim 1998’de çıktı. Böylece, bölgesinin üzerinde oynanmak istenen oyunu bozmanın başarısını gösterdi. Savaş ilahlarının tuzaklarını barış ilahlarının vahileriyle bozdu. Buradan Avrupa seferine yöneldi. Barış diledi, dilendi. Ancak savaş ilahları ve kar hırsının kör ettiği insanlık duygusundan yoksunların çirkin ilgisizliğiyle sahipsiz bırakıldı. Ülkeden ülkeye kovalamaca, Akhilleus’in Hektor’u Troya surları etrafında savaş arabasına ayaklarından bağlayarak sürükleyişi, çağdaş dünyada bir kez daha sahneleniyordu.
Dostlar gerçekçi değildi, yatay ilişkilerin görkemi karşısında dikey hiçbir ciddi ilişki olmadığı sona doğru atılan her adımda kendini en acımasızca gösteriyordu. O da,ulusu gibi dostları tarafından aldatıldı. Ancak, her kesin ölümlü olduğu bu dünyada, ilkeli ve kararlı mücadelesiyle, tüm düşmanlarından ve aldatıcı dostlarından onlarca kat daha çok yaşayacak bir ruh yarattı. Kürtlerin yeni kuşaklarının birer APO olması esprisini burada anlamak gerekir. Bu da, özgürlük için bağımsız olmak, devrimci onurla teslimiyeti reddetmek ve her koşulda insani erdemlerin temsil edildiği halkların kardeşliği için, adil bir barış taraftarı olmaktır. APO tas tamam budur.
Kürt ulusu bu aşamadan itibaren hiçbir sürprizin altında ezilmeyecek kazanımlara sahiptir. Düşmanları yanıltacak en büyük zenginliği de budur. Başkanın esir edilmesiyle aniden patlak veren ekstrem süreç bir süre sonra dinecek, duyguların yerini eleştirel akıl etkinliği alacaktır. Bu noktanın ardından, Türkiye’yi yöneten şaşkınların, ne yapsalar da Kürt ulusunun özgürlüğünü, Anadolu halklarının demokratik taleplerini engelleyemeyecekleri görülecektir. Bu süreçten, Kürt ulusu güçlenerek çıkacak. Esir Başkan’ın özgürlüğünü kısıtlayacak yükseklikte bir zindan duvarının bulunmadığı anlaşılacaktır.
Türkiye’de 4.000.000’u aşkın nüfusuyla, Kürtlerin açtığı özgürlük atağının olumlu etkileriyle özgürlük arayışında olan Araplar adına, bir kez daha diyorum ki, Bu toprakları yaşama açmış halkların gerçek bir vatan yaptıkları bu coğrafyada, bizimle birlikte yaşamayı barışçıl yollarla herkes paylaşabilir. Ancak talan ve barbarlık seferleriyle, kılıç zoruyla gasp ettikleri bu toprakları bize rağmen vatan edinerek, uluslarımızı yok sayanların akıbeti, Romalı gaspçıların, Haçlı istilacıların, yüzyıllar yaşamış olsa da Osmanlının akıbetinden farklı olmayacaktır. “Bu memleket hepimizin, birimizin değil.” Esir Başkan APO’nun benimle son cümlesi de bu olmuştur. 16 Ocak 1999.
MEKTUPLAR
İLK MEKTUP
"Aziz Dostum Sayın Öcalan,
geçmiş olsun diyerek, sevgi ve saygılarımızı iletiyoruz. Bu kartın elinize geçip geçmeyeceğinden kaygılıyım. Ancak haberleşme hakkımızı kullanıyorum. En içten selamlarımla.
Mihrac Ural.
26 Şubat 1999"
İlk mektubumu yazmamla birlikte bir basın açıklaması yaptım, bu açıklamada da taahütlü mektubumun kararlı takipçisi olacağımı açıkladım.
" İLK MEKTUP "
MADDE 22. – Herkes haberleşme hürriyetine sahiptir.
Haberleşmenin gizliliği esastır.
(Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 1982)
Haberleşme hakkımı kullanarak Esir Başkan Öcalan’a ilk mektubu gönderiyorum. Dünyanın tüm gözleri, Esir Başkan’ın insani haklarının kullandırılıp kullandırılmayacağına, yargılanmasının adil olup olmayacağına, çevrili bulunmaktadır. Bunun baskısı altında, kendini “hukuk devleti”(!) olarak tanımlamaya çalışan TC’nin, gerçekçi olmayacağı kaygıları, onu tanıyan, yakın ilişkide bulunan her kesin birleştiği ortak bir kanıdır. Zira, Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin tüm verilerinde kendi yasalarını ve hukukunu ihlal etmekle meşhurdur. Buna rağmen, kendi Anayasalarında da güvenceye aldıklarını iddia ettikleri haberleşme özgürlüğüne gösterecekleri yaklaşım, sayın Öcalan’ın bu hakkı kullanabilme özgürlüğünde sınanacaktır.
Esir Başkan Öcalan’ın haberleşme özgürlüğünden yararlanması en doğal hakkıdır. Gönderdiğim iadeli taahütlü mektubumun, eline ulaşıp ulaşmadığını en kısa zamanda öğrenme ve buna ilişkin aksamalarda, haberleşmeyle ilgili uluslar arası kurum ve kuruluşların güvencelerine baş vurma hakkımı kullanacağımı açıkça belirtirim.
Bu vesileyle, İnsan hakları taraftarlarına, bu adımı bir kampanya olarak değerlendirilip destek vermeye çağrımı iletiyorum.
26 Şubat 1999"
Basına yansıyan açıklama ve ilk mektup eylemi basında şöylesi bir yankı buldu. Özgür Politika 1 Mart 1999 tarihli baskısında bu adımı şöyle değerlendirdi:
"KAMPANYA'YA KATILMADINIZ MI DAHA...
Özgürlük İçin 1Mektup
Geçtiğimiz günlerde başlatılan "Özgürlük İçin 1Mektup" adlı kampanyaya katılım hızla artıyor. Zindanda tutulan PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan'a ulaştırılması amacıyla başlatılan mektup kampanyasına katılım büyüyor. Kampanya haberinin gazetemizde yayımlandığı ilk günde gazete merkezimize onlarca telefon geldi. Telefonlarda bu işlem nasıl olacak diye soran Kürdistanlılar, kampanyaya katılmalarının heyecan verici olduğunu belirtiyorlardı.
Uluslararası kurallar çerçevesinde hiç kimsenin haberleşme hakkının engellenmeyeceği ilkesinin PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan için de geçerli olduğu ve bu hakkın mutlaka kullanılması gerektiğinden hareketle başlatılan kampaya, Türk devleti üzerinde psikolojik baskı uygulamayı hedeflediği gibi, Kürdistanlıların ve ilerici diğer halklardan bireylerin demokratik tavırlarının da ne kadar görkemli olabileceğini gösterme amacını da taşıyor.
Haberleşme özgürlüğü uluslararası bir hak ve herkesin bu haktan yararlanma hakkı her ne koşulda olursa olsun mevcut. Uluslararası kanunlarda bu hakkın engellenmesi halinde, engelleyiciler hakkında maddi-manevi tazminat davaları açma hakkı da söz konusu.
Bu çerçevede PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan'ın esir tutulduğu "İmralı Cezaevi, Mudanya, Bursa-Türkiye" adresine gönderilecek mektupların kendisine ulaşıp ulaşmadığının en iyi yolu iadeli taahütlü göndermek. Eğer mektup kendisine ulaşmıyorsa size geri dönecektir. Mektup ulaştığında da Öcalan'ın mektubu aldığına dair imzaladığı dekont size geri dönecektir. Ancak size mektup geri geldiğinde Öcalan o adreste olmasına rağmen mektup kendisine verilmediği için dava açma hakkınız doğacaktır.
Öte yandan size ne mektup ne de Öcalan'ın imzasını taşıyan herhangi bir dekont gelmezse mektubun Öcalan'a verilmediği ve Türk devletince imha edildiği anlaşılacaktır. Bu koşullarda da yine Türk devletinin haberleşme özgürlüğününü engellediği için dava açma hakkınız olacaktır, ki bu durum Türk devletinin kendi faşist Anayasası'nı bile çiğnediğini ortaya çıkaracaktır.
Bilindiği gibi ilk mektubu iadeli taahütlü olarak gazetemiz yazarlarında Mihraç Ural göndermişti. Ural mektubunda "Aziz Dostum Sayın Öcalan, geçmiş olsun diyerek, sevgi ve saygılarımızı iletiyoruz. Bu kartın elinize geçip geçmeyeceğinden kaygılıyım. Ancak haberleşme hakkımızı kullanıyorum. En içten selamlarımla." ifadelerine yer vermişti.
Öyleyse hadi o zaman bir mektup da siz gönderin. Demokratik gücünüzü gösterin."
BAŞKAN ÖCALANA AÇIK MEKTUP
Mihrac Ural
Değerli Dostum Başkan Öcalan,
Bu ikinci mektubumu, mahkemenin aleyhinize aldığı haksız karara tepkimi dile getirmek amacıyla kaleme aldım. Bir tavuk hırsızının davasını yıllarca sürüncemede bırakmakla alameti farika sahibi Türk adaletinin, böylesi bir tarihi davayı 9 celsede, bir ay içinde sonuçlandırması, hukuki açıdan olduğu kadar, davanın içeriği açısından da anlaşılması güç bir tasarruftur; alınan karar sürpriz olmasa da. Kaldı ki, karar sonrası ülkeyi saran “infaz edilsin mi? Edilmesin mi?” tartışmalarının birden bire başlaması, bu kararın ne ölçüde aceleye getirilmiş tartışmalı bir karar olduğuna önemli bir kanıt olsa gerek. Bu tartışma çok önceleri başlamalıydı ve daha geniş kapsamlı olmalıydı. Hukuk gibi ciddi bir sorun, günlük siyasi ihtiyaçlara, sokakta oluşan radikal duygulara göre oluşturulmayacağı açıktır. Karara karşı değişik açıdan oluşan kaygılar gerçekte aklıselimdir. Bir toplumun böylesine geri dönülmez kararları uygulamadan önce yüzlerce kez düşünüp taşınması da bir o kadar önemlidir. Bu nedenle, sokakların duygularıyla alınan kararları engellemenin sokaklara düşmeyeceğinin anlaşılmaya başlanmasını, bize acı veren Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) kararı ardından, sevinilecek bir gelişme olarak görüyoruz.
DGM’deki sürecin yakın takipçisi olarak, gerçek bir lider sorumluluğuyla ifadelerinizde dile getirip projelendirdiğiniz önemli ve bir o kadar anlamlı tezlerin şahidi olduk. Her ne kadar, kimi yetersizlerin beklentisi olan duygulara bağlı sıradan militan şovlarına önem vermemeniz, gerçekçi bir soruna akıl yoluyla yapılmış muhakemenin ürünü olan önermeleriniz, biz dostlarınızı olduğu, kadar Türk ulusunun aklıselimlerine de önemli bir mesaj oldu. Bu sürecin Türkiye toplumuna açtığı önemli ufukların olduğu inancındayım. Uzun yıllara sığan dostluğumuzun gözlemlerine dayanarak diyebilirim ki, “demokratik devlet çatısı altında, barış içinde, birlikte, eşit ve adil yaşam” konseptiniz, siyasal önermelerinizin geçmişiyle tam bir tutarlılık ve samimiyet içindedir. Bu konuda kuşkulu olanların ise sorumsuz ve yanılgı içinde olduklarını açıktır. Bilirsiniz, on sekiz yıllık dostluğumuzda siz bir Kürt lideri olarak, bizlerde Türkiye’de yaşayan Araplar adına, hiçbir zaman milliyetçi eğilimlere prim vermeden, ülkemizde barış ve kardeşçe yaşam projeleri üzerinde çalıştık, durduk. Bu eğilimlerimizi bulanıklaştırmak isteyenlere karşı mücadele ettik. Uluslarımızın hakları uğruna yürüttüğümüz mücadelede şiddeti zorunda kalmanın kısa erimli bir aracı olarak gördük, stratejik bir üslup olarak benimsemedik. Uygun fırsatı bekledik, aklı selimlerin haklı davalarımızı anlayarak bir kapı aralamalarını arzuladık. Tüm Türkiye devrimci hareketi adına bunları Mahkeme süreci içinde sizler daha yüksek sesle dile getirdiniz. Kimileri yanılarak bu açıklamaların samimiyetinden şüphe etti, “ örtüdür, yeni şeylerdir, eski tezlerle çelişiyor” sandı. Oysa, sizi yakından tanıyan bir dost olarak, mahkeme önünde dile getirdiğiniz açıklamaların geçmiş ifadelerinizin özüyle tam bir tutarlılık içinde olduğunu belirtmeliyim. Kaldı ki, sorun öylesi bir aşamaya geldi ki, kimsenin kimseyi ne aldatabilmesi mümkündür nede bunun zaman açısından olasılığı vardı; Kürt sorunu vehmi değil, gerçekçi bir sorundur, taraflarda birbirini tüm yönleriyle tanımaktadır. Bütün bunları göz önüne alarak, ülkemizde barışçıl yaşam için dile getirdiğiniz ve üstlendiğiniz misyonun ilgili tüm kesimler tarafından ciddiyetle ele alınması, tarihi bir yükümlülük olarak belirmektedir.
Buna rağmen, ortaya konan tüm barış çağrılarına karşın, mahkemenin köhnemiş yasalara dayanarak aldığı karar, bizler için sürpriz olmamasına karşın, aklı selim olmadığı açıktır. Gelecek kuşakları düşünenlerin, yüz yılların birlikte barışçıl olarak yaşamından bir güç oluşturulabileceğine inananların böylesi bir kararı yasal zorunluluk zırhına saklanarak onaylamaları tarihi bir yanılgıdır. Adalet dağıtıcıları skolastik yasalara mahkum kaldıkça kendilerini de adaletsizliğin zulmünden kurtaramaz. Böylesi siyasi kararları yasal zorunluluklarla açıklamak sorumluluktan kaçmanın en kestirme yoludur. Bir toplumun barışını zorluklara katlanmadan sağlamanın imkanı yoktur. Dolaysıyla Türk ulusunun düşünen özgür insanları, sivil-asker devlet adamları, gelecek kuşaklara barışı değil, ölümü ve yıkımı miras bırakacak olan bu kararı, en azından siyasi düzlemde durdurmaları, siyasetin mantığıyla tamamen uyumlu bir davranış olacaktır. Aksi taktirde, toplumsal aklın on yıllardır Türkiye’de engellediği diğer idam kararlarının neden infaz edilemediğini açıklayamaz. İdam kararlarını vermeyi zorlayan yasaların ilkelliğini aşmış bir toplumun siyasal düzlemde gösterdiği haklı duyarlılıkla oluşturulan engel (Meclisten idam kararlarının geçmemesi), davanız açısından, tüm toplum için gerekli bir tutum olacağını bu mektubum aracılığıyla iletmek isterim. Hukuku donuk yasalara endeksli kılmak, adaleti aldatmaktan, toplumsal kanaatlerin ulaştığı üst düzeyleri geriye çekmekten başka anlama gelmez. Ülkenin en önemli sorunu olarak görülen irticanın bir başka tezahürü de bu olur. Türk ulusunun düşünce adamları, ister sivil, ister askeri zevattan aklı selim unsurların böylesi bir irtica türüne cevaz vermelerini beklememek, başta tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bir beklentisi olsa gerek. Aksi bir davranış, “vatandaş bağı ortaklığının” kocaman bir aldatmaca olduğu gerçeğiyle herkesi karşı karşıya getirecektir.
Sizi yakından tanıyan bir dostunuz olarak çok iyi biliyorum ki, bu tür kararlar şahsınızı ve etrafınızda oluşan haklı desteği hiçbir surette etkilemeyecektir. DGM kararı, şahsınızla ilgili olmaktan çok, ülkemizin tüm değerleriyle ilgili bir karardır. Bu karar Türk, Kürt, Arap, tüm Anadolu ulus ve halklarını yakından ilgilendirmektedir. Dile getirdiğiniz kaygıların şahsi olmadığı, bu tarihsel toplumların barış ve kardeşliğinin kaygılarından ibaret olduğu yeterince açıktır. Oluşturduğunuz dev yapılanmanın bu güne kadar gösterdiği dirayetli ve uyumlu tutumların ilgili taraflara bu açıdan yeterli bir mesaj olmasının beklemekteyiz. Bu beklenti, haklı ve meşrudur. Buna aykırı tutumların hiç kimseye faydası olmayacağı, yeni canların ve kan akımının durmasını sağlamayacağı açıktır. Kaldı ki, ekonomik boyutuyla da tüm tarafları ezen bu sürecin kapanması için doğan tarihi fırsatı değerlendirmek, heyecanlara, duygulara, intikam hezeyanlarına bağlı olmasa gerek. Unutulmamalı ki, milletlerin tarihi kararları sokakta alınsaydı bu gün hiçbir millet yer yüzünde olmazdı. Türk milletinin karar sahipleri bunu bilecek kadar tarih ve devlet tecrübesine vakıf olduklarına inanmak istiyoruz.
Türkiye’de yaşayan biz Arapların, bu gelişmeleri dikkatle izlediğini belirtmeliyim. Gelişmelerin, gelecekle ilgili kararlarımızı derinden etkileyeceğini de ayrıca belirtmeliyim. Bu ülkede birden fazla etnik yapının ve bunun gereği olan demokratik hakları içerecek bir barışın olabileceğine, gönülden inanmak istiyoruz. Özelde biz Araplar, adil bir eşitlik etrafında barışçıl yaşamı istiyoruz. Siz Kürtlerin, çektiği acı tecrübeleri yeniden denemek istemiyoruz. Bu acılarla, yeni düşmanlık kapıları açılmamalıdır diyoruz. İstediğimiz ulusal hakların, demokratik bir siyasal sistemde güvencelere kavuşturulmuş olmasıdır. Bu konuda işin aldatmacalarla yürütülmesi tehlikesinin hiç kimseye yarar getirmeyeceğini de, ayrıca belirtmeliyiz. Kürt kimliği ya da Arap kimliğinin Türkiye’de tanınması, “ İşte radyo, TV, basım yayın işlerinize göz yumuyoruz” türünden ciddiyetsiz, hukuksuz bir lütuf olarak algılanmamalıdır. Kimlik sorununun tanınması hukuki ve kurumsal bir hadisedir. Sosyal, siyasal, iktisadi bir işlevi olmayan ulusal kimliğin tanınması ya da dilin konuşulması, serbest bırakılmasının hiçbir önemi ve anlamı yoktur. Böylesi, ne kültür haklarının verilmesi ne de ulusal kimliğin tanınması demektir. Hitit ya da Sümer kimliğini tanıma, dilini konuşma, araştırma ve yaşatma ile yaşayan bir ulusun kimliğini tanıyıp, büyük bir insan kitlesi tarafından yaşamın bir unsuru olarak varlığını sürdüren kültür ve dillerinin özgürlüğünün verilmesi arasında fark vardır. Bu fark kendini hukuki ve kurumsal etkinlikleriyle gösterir. TC vatandaşlarını, vatandaşlık hakkı ve bağıyla mükafatlandırdıklarını sık sık dile getirenlerin, bu vatandaşların ayrımsız ödedikleri vergilerle, tek bir dile tüm resmi imkanların sağlanması karşısından, kendi ana dilini geliştirmek isteyen aynı vatandaşların bundan yararlanmasına olanak tanımamalarını izah etmek mümkün değildir. “istiyorsan, git kendin okul kur, eğitim yap” demek özgürleştirmek ya da hak vermek değildir. Aynı söylemi ve özgürlüğü vergi toplarken söylemeyen ve tanımayan bir devletin, eğitim gibi kapsamlı bir sorunda vatandaşına “özgürlük verdiğini” iddia etmesi, yalnızca bir komedidir. Böylesi bir dayatma, ne demokratiktir nede istenen barış için bir adım olarak görülebilir. Vatandaşlık bağıyla bağlı olanların ayrımsızca ödemekte oldukları vergilerden, kendi ulusal kimlikleri ve bunun içinde bir unsur olan kültür ve dilleri için pay alma hakkını tanınmadan, demokratikleşmeden, eşitlikten ve adaletten bahsedilemeyeceği açıktır. Kimsenin kimseyi adatmadığı adil, barışçıl, demokratik sürecin bir unsurunu da böyle kavramak gerektiğine inanıyorum.
Dil konusu açılmışken şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Bir Arap olarak her zaman, Türklerin dini ibadetlerini Türkçe yapmalarından yana oldum. Bu Türklerin tamamlanmamış ulusal süreçlerini tamamlamaları açısından olduğu kadar, ulusum Arapları kültür emperyalistliğiyle suçlayıp boş düşmanlıklar yaratmamaları açısından da önemli gördüm. Bilinen sıfatlarıyla Allah’ın tüm dilleri bileceği açıktır. Kaldı ki, Arapça ile, İslam adına yapılan şeriatçı gericiliğin aynı şey olmadığı bilinmesi gereken basit bir gerçektir. Bu gerçek aynı zamanda Arap ulusunun Şeriatçılardan, emperyalist kışkırtma ve desteklerle kendini “Müslüman Kardeşler” diye ilan eden ilkellerden, son yarım asırdır ödemekte olduğu ağır faturayı da içermektedir. Bu faturayı tüm İslam ülkeleri şu yada bu şekilde ödemiştir. Türkiye’nin bu sorunla yeni karşılaşması, Arapları, Arapça’yı suçlamak için bir gerekçe olmamalıdır. İlerici ve laik Araplar bu mücadelede yalnızca halka dayanarak, İslam ve Kuran’ı ana dilleriyle ve gerçekliğiyle anlatarak galip geldiler. Oysa, Kendi ana dilini ibadetinde henüz kullanamayan Türk ulusu, bu mücadelesinde halk yerine askeri güce yaslanarak, tehditlerle, baskılarla, polisiye önlemlerle, başka ulusları ve dilleri suçlamakla sonuç alabileceği yanılgısından sıyrılamamaktadır. Oysa bundan sıyrılmanın ilk şartı dildir, kendi diliyle inancı anlamak ve anlatmaktır. İslamı ve kitabı Kuran’ı daha iyi anlamak, kendi ana diliyle ibadeti ve öğrenmeyi gerekli kılar. Bunun ise halkların ve insanların birbirlerine olan sevgilerini artıracağı açıktır; En kötü haliyle din, insanlar arasında barışı kardeşliği ve dayanışmayı esas alır. Ancak Türkler bu konuda yetmezlik içindedir. Kendi dilleriyle ibadet etme gibi aydınlanmanın önemli bir aşamasını geçememişlerdir. Bunun vebali yalnızca Türk aydınlarına ve yönetimlerine aittir. Ve Türkiye’nin demokraside geç kalmasının nedenlerinden biri olarak da bu unsuru görmek gerek. Osmanlının kirli mirası olarak süren bazı akılların bunun önüne engel oluşturması, bu meyanda Türklerin tarih içinde ürettikleri en büyük ve en verimli şahsiyet olan Atatürk’ün “Türkçe ibadet” gibi çok önemli tezlerine karşı, fikirsel eleştiri yerine, irticanın geleneksel aklıyla, insanca kabul edilmez hakaretlerin yöneltmelesini esefle karşılarken, bu sorunların kaynağında başka dillerin özgürlüğüne konan yasağın, aynı zamanda Türk dili üzerine oluşturulan yasak anlamına geldiğini görmek gerek. Bunu, Türk düşünürlerinin anlamalarını bekliyoruz.
Türklerin, ibadetlerini kendi dilleriyle yapmalarına engel olan bu ilkel güç odakları, aynı şekilde Anadolu’nun dil zenginliğini, kültür ve etnik yapı zenginliğini de karartmaktadırlar; bunu da çoğu zaman iktidar erkinin etkinlikleriyle ve insanlık dışı baskılarla yapmaktadırlar. Kürt sorununda en katı ve en ilkel tutumu alan milliyetçilerin, irtica ile en sıkı dirsek temasında olmalarının anlamı da burada yatmaktadır. Bu sahte milliyetçilerin geliştirdikleri ırkçılık, irticanın siyasallaşmasında birinci rolü oynamıştır. Aynı güçler ülkemizde demokrasi sürecinin gelişmesini de engelleyenler olmuştur. Bütünsel olarak ele alındığında, sizlere tevcih edilen DGM kararının ayrıca, bu karanlık güçlere prim olacağının bilinmesi gerektiğine inanıyorum. Zira, Özgürlüğün boğulduğu her düğüm, irticanın tırmanışı için bir basamaktır.
Satırlarıma son verirken, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin verdiği kararın tarih nezdinde, insanlarımızın ve insanlığın sağduyuları nezdinde işlevsiz olduğuna, Türkün de, Kürdün de, Arab’ın da çıkarının bu kararı lağvetmekten geçtiğine inancımı yineliyorum. Gelecek kuşaklara bu günden bıraktığın güzel barış ve kardeşlik mesajlarından dolayı sana şükranlarımızı iletirim. Duygularımızdaki acıları siyasal bir işleve yönlendirmeden ifade ederek, daima haklı davanızın yananda olacağımızı bilmenizi isterim. Var olan gerçeği hiçbir gücün yok edemeyeceği doğa yasasını, tüm aklı selimlere buradan bir kez daha hatırlatmayı görev sayıyorum.
1 Temmuz 1999
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder